ABD’nin Irak’a saldırısı birçok gerçeği yeniden ve daha net bir şekilde gösterdi. Gelişmeler, Türkiye’nin konumu ve geleceği ile ilgili birçok yoruma da yol açtı. Geneli itibariyle, Bağdat’ın düşmesi ve ABD’nin Irak’ı işgalinden sonra, ABD’ye gerekli desteği sağlayamadığı için ‘dış politikada yalnızlaşan’ bir Türkiye modeli çizildi. Şimdi ‘sorun’; ABD ile ilişkileri bozulan, Avrupa Biriliği (AB)’ne girme hayalleri ertelenen bir Türkiye’nin ne yapacağı. Burjuva medyasında her gün hükümeti sıkıştıran veya akıl veren yazılar çıkıyor. Koç Üniversitesi’nde doçent olan Fuat Keyman Radikal Gazetesi’nde “Türkiye’nin tercihleri” başlığı ile Türkiye’nin dış politikasıyla ilgili yazdığı yazıda üç yaklaşımdan söz ediyor.
* İlki, Türkiye’nin çıkarlarının ABD ve AB’nin dışında olduğunu söyleyen, Türkiye’nin Avrasya denilen oluşuma eğilmesini, Rusya ve Çin gibi ülkelerle de ikili ilişkilerin geliştirilmesi gerektiğini öngören yaklaşım.
* İkincisi, Türkiye’nin ABD ile ‘stratejik ortak’ konumunu yok ettiğini ve değişen dünya içinde çok zayıf bir konuma düştüğünü ifade eden yaklaşım. Bu yaklaşım da, ABD ile bozulan ilişkilerin düzeltilmesini ve onun yanında yer almak için gerekli olan ne ise tartışmasız olarak yapılmasını öneriyor.
Doç. Fuat Keyman, ilk iki yaklaşımı, tek bir doğru peşinde koşan monist yaklaşımlar olduğu için eleştiriyor. Savunduğu yaklaşım ise, üçüncüsü. Yani olaylara çok boyutlu bakabilen, Türkiye’nin alacağı önemli dersleri hesaba katarak, Türkiye’nin tercihlerine bakılması gerektiğini söyleyen yaklaşım. Türkiye’nin konumu üzerinden, AB ve ABD ile ilişkilerden bahseden üçüncü yaklaşımda yazımız için önemli olan nokta, Türkiye’nin ‘güçlü’ bir ülke olması kavramı. “Türkiye hızla değişen dünya içinde sadece jeopolitik konumuna ve güvenliğine endekslenerek güçlü olamaz. Aksine demokratikleşme, ekonomik kalkınma ve güvenlik ilişkisini beraber düşünerek kendi sorunlarına eğilen Türkiye; hem Kuzey Irak, hem Irak, hem de Ortadoğu’nun geleceğine katkıda bulunacak güçlü bir aktör olur.” Üçüncü yaklaşım, kısaca, Türkiye’nin AB ve ABD ilişkilerinde belirleyici yönün ‘güçlü’ bir ülke olmasından geçtiğini, ama tercihin uzun vadede AB ilişkilerin geliştirilmesinde olması gerektiğini söylüyor.
Bunun gibi birçok yaklaşım daha ortada dolaştırılmaktadır ve ayırt edici yanları, Türkiye’nin Irak ve Ortadoğu’da söz sahibi olmasının akılcı politikalarla ve daha ‘güçlü’ bir Türkiye ile mümkün olacağına ilişkindir. ‘Çünkü ancak o zaman, Türkiye dünyada hak ettiği yeri alır ve emperyalist ülkelere bağımlı olmaktan kurtulabilir’ söylemleri, bağımsızlık düşüncesiyle buradan birleştirilmeye çalışılmaktadır. Burjuvazinin ve onların sözcülerinin “bağımsızlık” sorunu ve mücadelesine baktıkları ve bakış açılarını yaymaya çalıştıkları noktalardan başlıcası bu. Daha net söylersek; güçlü bir Türkiye, dünya pazarında emperyalistler kadar söz hakkı olan bir Türkiye, bağımsızlığını eline alabilir! Daha da ileri götürürsek, Türkiye’de bilim denilince ilk akla gelen kurum olan TÜBİTAK’ın da bilim politikaları bu fikirlerle örtüşüyor.
‘GÜÇLÜ’ BİR TÜRKİYE İÇİN ‘BİLİM’ POLİTİKALARI
2000 yılında TÜBİTAK tarafından hazırlanan ‘Türkiye’nin Bilim ve Teknoloji Politikası’ bülteninde, “Türkiye’nin kalkınması”na dönük öneriler geniş yer tutuyor: “Bilim ve teknolojiyi süratle ekonomik ve toplumsal faydaya (pazarlanabilir yeni ürün, yeni sistem, yeni üretim yöntemleri ve yeni toplumsal hizmetlere) dönüştürebilme becerisi, genel olarak, inovasyon (yenilik/yenile(n)me) becerisi olarak anılmaktadır. Çağımızda bir ulus, bilim ve teknoloji alanında gösterdiği yetkinliği inovasyonda da gösterebiliyorsa, böylesi bütünsel bir beceriye sahipse, ancak o zaman, dünya pazarlarında rekabet üstünlüğü sağlayabilmekte; küresel süreçlerde söz ve karar sahibi olabilmektedir.” Irak saldırısından önce hazırlanan bu rapor, Türkiye’nin ‘bilim çevrelerinin’ “bağımsızlık” sorunu ve mücadelesine bakışlarının da bir göstergesi.
Yazının devamında, bilim politikası, “teknoloji, ulusların rekabet üstünlüğünün tek anahtarı haline gelmiştir. Dolayısıyla da dünya nimetlerinin yeniden paylaşılmasında ve toplumsal refahın yükseltilmesinde bilim ve teknoloji alanındaki üstünlük belirleyici olmaktadır” denilerek tarif ediliyor.
ABD ve Avrupa gibi ‘gelişmiş’ devletlerle rekabet edebilmek için, ulusal bilim ve teknolojiye gerekli önemin verilmesini buyuran TÜBİTAK, Türkiye’nin ancak bu koşulda dünya pazarlarında rekabet üstünlüğü sağlayabileceğini ve küresel süreçte söz hakkına sahip olabileceğini söylüyor. Bilim ve teknolojide gelişen, kalkınan bir Türkiye’nin dünyada nasıl bir söz hakkına sahip olacağı çok net çizgilerle belirtilmemiş, ama “dünya pazarında rekabet üstünlüğü” sözü, bu politikanın özünü ele veriyor.
Emperyalist ilişkiler içinde geriye düşmek, kalkınamamak, diğer ülkelere bağımlı olmanın ön koşulu olarak sunuluyor.
Eğer Türkiye örneğin Almanya veya ABD kadar güçlü bir devlet olursa, ancak o zaman, bugünkü bağımlılık ilişkileri en aza inecek ve Türkiye ‘uygar ülkeler’ içinde hak ettiği konuma gelecek! İşte TÜBİTAK’ın bilim politikası, özü itibariyle bu. Kalkınmayı ve bağımlılık ilişkilerinden kurtulmayı emperyalist kamplaşma içinde tanımlayan bir bilim politikası, onlar kadar ‘uygar’ olmaktan daha ileri tanımlayamaz. Bu bakış açısı, akademik kadrolarda ve öğrencilerde de etkisini gösteriyor.
21 MART BOYKOTU VE BAĞIMSIZLIK
ABD’nin Irak’a saldırısı tüm dünyada eylemlere ve grevlere neden oldu. 21 Mart’ta İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi’nde yapılan boykotta, öğretim görevlileri ve öğrenciler içinde; savaşa karşı çözümün boykot biçiminde olamayacağına dönük tartışmalar yaşandı. Öğretim görevlileri, bu boykotun çözüm getirmeyeceğini, tam tersine derslere girerek, bilim yaparak, ülkemizin kalkınacağını ve ancak o zaman ABD ile baş edebileceğimizi, boykot fikrinin karşısına koydular. Derslere yoklama korkusu ile giren öğrencilerin yanı sıra öğretim görevlileri ile bu fikri paylaşan birçok öğrenci de, boykotun bir çözüm olamayacağını, aksine ülkenin gelişmesinin ve bilim yapılmasının önünde bir engel oluşturduğunu söylediler. ‘Boykot mu yapılmalı? Yoksa derse mi girilmeli?’ tartışmasının, ideolojik ve sistemli bir politikanın üniversitelere yansıması olduğu, TÜBİTAK’ın bilim politikalarında ve medya haberlerinde de kendini gösteriyor.
11 Eylül’den sonraki gelişmeler; ABD ve işbirlikçilerine karşı verilecek antiemperyalist mücadeleyi; fikirsel ve bir o kadar da pratik bir mücadele hattına soktu. Fabrikalarının, işletmelerin, yeraltı ve yerüstü kaynaklarının özelleştirilerek emperyalistlere satıldığı, işsizlik oranının özellikle gençlik içinde her geçen gün arttığı, her gün kölelik yasalarının çıktığı bir ülkede bağımsızlık mücadelesinin aciliyeti, bugün düne göre daha net bir şekilde görünüyor.
SADECE YÖNTEM FARKLILIĞI DEĞİL
Emperyalistler tarafından paylaşılan dünya, bugün ABD’nin kontrolünde yeniden paylaşılıyor. Bu süreç; Almanya ve Fransa gibi, ABD ile çıkarları örtüşmeyen emperyalist güç odaklarının, tutumlarını daha net ortaya koymalarına neden oldu. Artık dünyadaki emperyalist kamplaşmayı daha net görebiliyoruz. Dünyadaki bu gelişmelerin Türkiye’ye yansıması ve Türkiye burjuvazisi içinde yarattığı dalgalanmada hangi akımı güçlendirdiği, başka bir yazının konusu. Ancak gençliğin antiemperyalist mücadelesinde; gençliği pasifleştiren, sisteme yedekleyen tezlerden biri de, bağımsızlığın koşulu olarak, ‘güçlü’ bir Türkiye için daha fazla çalışmak gerektiği. Bu çarpık ideolojik saptamadan yola çıkarak, bağımsızlık mücadelesini; işçi ve emekçilerin daha çok çalışmasına, bilim ve teknolojide daha güçlü bir ülkeye, kısacası daha ‘güçlü’ bir Türkiye modeline vardıran fikri akım, mücadele edilmesi gereken bir ideolojik safsata oluşturuyor.
Paralı eğitime, bilimin sermayenin hizmetine sunulmasına (TÜBİTAK’ın da yaygınlaştırmaya çalıştığı AR-GE çalışmaları bunun bir parçası), eğitimin özelleştirilmesine karşı takınılacak tutum, pratik olduğu kadar, aynı zamanda, her türlü teslimiyetçi ideolojik yaklaşım ve tutuma karşı verilecek fikirsel bir mücadeledir. Buradan bakıldığında, “ülkenin bağımsızlığı için” varolan işbirlikçi yapıyı güçlendirmeye dönük bu politika ve bu akımdan etkilenen gençliğin tutumu, bağımsızlık mücadelesinde bir yöntem farklılığı olarak açıklanamaz. Bu nedenle, gençliğin antiemperyalist mücadeleyi hangi fikir ve pratikler üzerinden yükselteceği sorunu, her türlü burjuva akıma karşı verilecek mücadele ile de bağlantılı.
BAĞIMSIZ TÜRKİYE, GÜÇLÜ BİR TÜRKİYE’NİN ÖNKOŞULUDUR
Burjuvazinin nüfus ettiği her alan yalanla besleniyor. Bu sistemin ayakta kalabilmesinin en büyük dayanaklarından biri, bu. Bu yazıda bir örnek olarak verilen “ancak ‘güçlü’ bir Türkiye bağımsızlığını kazanabilir” propagandasının tarihi çok eskilere dayanıyor. Ancak bugün bu yalan propagandanın ideolojik olarak mahkum etmenin olanakları her zamankinden çok. Savaşın ortaya çıkarttığı çelişkiler, artık birçok ideoloji gibi bu yalanın da sonunu hazırlıyor. Ancak gençlik ve akademik çevreler üzerinde hala etkisini gösteren bu yalan propagandaya karşı verilecek her mücadele, antiemperyalist mücadeleyi güçlendirecektir.
Sınıflar mücadelesinin pratiği, “Güçlü bir Türkiye’nin bağımsız bir Türkiye’nin koşulu” değil, tersine, “bağımsız bir Türkiye’nin güçlü bir Türkiye’nin koşulu” olduğunu gösteriyor. “Güçlü Türkiye”nin önündeki başlıca engel, IMF’si, DB’si, DTÖ’sü ile ülkeyi borç çıkmazına sıkıştıran, yeraltı ve yerüstü kaynaklarını talan eden emperyalizmin köleleştirici bağımlılık ilişkileri ve emperyalizmle birleşmiş işbirlikçi egemenlerin iktidarıdır. Bu bağımlılık ilişkilerine ve varlığını bu ilişkilerin varlığına bağlamış işbirlikçilerin iktidarına son verilmeden, emperyalist tahakkümü kırmaya yönelik iktidar mücadelesi başarıya ulaşmadan, ülkenin “makus talihini” yenmesi ve kurtuluşu olanaksızdır. Kalkınmak ve güçlenmek için, ülkenin öncelikle, onu olanaklı kılan işbirlikçilerin egemenliğiyle birlikte, emperyalizmin talan ve baskısından kurtuluşu zorunludur. Bunu anlamı ise, gençlik için, antiemperyalist mücadele ve gençliğin kendi geleceğini de eline almaya başlayabileceği bağımsız Türkiye’nin kazanılmasının “en acil görev” olduğudur.