Bağımsız Türkiye için

ABD’nin Irak’a saldırısı birçok gerçeği yeniden ve daha net bir şekilde gösterdi. Gelişmeler, Türkiye’nin konumu ve geleceği ile ilgili birçok yoruma da yol açtı. Geneli itibariyle, Bağdat’ın düşmesi ve ABD’nin Irak’ı işgalinden sonra, ABD’ye gerekli desteği sağlayamadığı için ‘dış politikada yalnızlaşan’ bir Türkiye modeli çizildi. Şimdi ‘sorun’; ABD ile ilişkileri bozulan, Avrupa Biriliği (AB)’ne girme hayalleri ertelenen bir Türkiye’nin ne yapacağı. Burjuva medyasında her gün hükümeti sıkıştıran veya akıl veren yazılar çıkıyor. Koç Üniversitesi’nde doçent olan Fuat Keyman Radikal Gazetesi’nde “Türkiye’nin tercihleri” başlığı ile Türkiye’nin dış politikasıyla ilgili yazdığı yazıda üç yaklaşımdan söz ediyor.
* İlki, Türkiye’nin çıkarlarının ABD ve AB’nin dışında olduğunu söyleyen, Türkiye’nin Avrasya denilen oluşuma eğilmesini, Rusya ve Çin gibi ülkelerle de ikili ilişkilerin geliştirilmesi gerektiğini öngören yaklaşım.
* İkincisi, Türkiye’nin ABD ile ‘stratejik ortak’ konumunu yok ettiğini ve değişen dünya içinde çok zayıf bir konuma düştüğünü ifade eden yaklaşım. Bu yaklaşım da, ABD ile bozulan ilişkilerin düzeltilmesini ve onun yanında yer almak için gerekli olan ne ise tartışmasız olarak yapılmasını öneriyor.
Doç. Fuat Keyman, ilk iki yaklaşımı, tek bir doğru peşinde koşan monist yaklaşımlar olduğu için eleştiriyor. Savunduğu yaklaşım ise, üçüncüsü. Yani olaylara çok boyutlu bakabilen, Türkiye’nin alacağı önemli dersleri hesaba katarak, Türkiye’nin tercihlerine bakılması gerektiğini söyleyen yaklaşım. Türkiye’nin konumu üzerinden, AB ve ABD ile ilişkilerden bahseden üçüncü yaklaşımda yazımız için önemli olan nokta, Türkiye’nin ‘güçlü’ bir ülke olması kavramı. “Türkiye hızla değişen dünya içinde sadece jeopolitik konumuna ve güvenliğine endekslenerek güçlü olamaz. Aksine demokratikleşme, ekonomik kalkınma ve güvenlik ilişkisini beraber düşünerek kendi sorunlarına eğilen Türkiye; hem Kuzey Irak, hem Irak, hem de Ortadoğu’nun geleceğine katkıda bulunacak güçlü bir aktör olur.” Üçüncü yaklaşım, kısaca, Türkiye’nin AB ve ABD ilişkilerinde belirleyici yönün ‘güçlü’ bir ülke olmasından geçtiğini, ama tercihin uzun vadede AB ilişkilerin geliştirilmesinde olması gerektiğini söylüyor.
Bunun gibi birçok yaklaşım daha ortada dolaştırılmaktadır ve ayırt edici yanları, Türkiye’nin Irak ve Ortadoğu’da söz sahibi olmasının akılcı politikalarla ve daha ‘güçlü’ bir Türkiye ile mümkün olacağına ilişkindir. ‘Çünkü ancak o zaman, Türkiye dünyada hak ettiği yeri alır ve emperyalist ülkelere bağımlı olmaktan kurtulabilir’ söylemleri, bağımsızlık düşüncesiyle buradan birleştirilmeye çalışılmaktadır. Burjuvazinin ve onların sözcülerinin “bağımsızlık” sorunu ve mücadelesine baktıkları ve bakış açılarını yaymaya çalıştıkları noktalardan başlıcası bu. Daha net söylersek; güçlü bir Türkiye, dünya pazarında emperyalistler kadar söz hakkı olan bir Türkiye, bağımsızlığını eline alabilir! Daha da ileri götürürsek, Türkiye’de bilim denilince ilk akla gelen kurum olan TÜBİTAK’ın da bilim politikaları bu fikirlerle örtüşüyor.

‘GÜÇLÜ’ BİR TÜRKİYE İÇİN ‘BİLİM’ POLİTİKALARI
2000 yılında TÜBİTAK tarafından hazırlanan ‘Türkiye’nin Bilim ve Teknoloji Politikası’ bülteninde, “Türkiye’nin kalkınması”na dönük öneriler geniş yer tutuyor: “Bilim ve teknolojiyi süratle ekonomik ve toplumsal faydaya (pazarlanabilir yeni ürün, yeni sistem, yeni üretim yöntemleri ve yeni toplumsal hizmetlere) dönüştürebilme becerisi, genel olarak, inovasyon (yenilik/yenile(n)me) becerisi olarak anılmaktadır. Çağımızda bir ulus, bilim ve teknoloji alanında gösterdiği yetkinliği inovasyonda da gösterebiliyorsa, böylesi bütünsel bir beceriye sahipse, ancak o zaman, dünya pazarlarında rekabet üstünlüğü sağlayabilmekte; küresel süreçlerde söz ve karar sahibi olabilmektedir.” Irak saldırısından önce hazırlanan bu rapor, Türkiye’nin ‘bilim çevrelerinin’ “bağımsızlık” sorunu ve mücadelesine bakışlarının da bir göstergesi.
Yazının devamında, bilim politikası, “teknoloji, ulusların rekabet üstünlüğünün tek anahtarı haline gelmiştir. Dolayısıyla da dünya nimetlerinin yeniden paylaşılmasında ve toplumsal refahın yükseltilmesinde bilim ve teknoloji alanındaki üstünlük belirleyici olmaktadır” denilerek tarif ediliyor.
ABD ve Avrupa gibi ‘gelişmiş’ devletlerle rekabet edebilmek için, ulusal bilim ve teknolojiye gerekli önemin verilmesini buyuran TÜBİTAK, Türkiye’nin ancak bu koşulda dünya pazarlarında rekabet üstünlüğü sağlayabileceğini ve küresel süreçte söz hakkına sahip olabileceğini söylüyor. Bilim ve teknolojide gelişen, kalkınan bir Türkiye’nin dünyada nasıl bir söz hakkına sahip olacağı çok net çizgilerle belirtilmemiş, ama “dünya pazarında rekabet üstünlüğü” sözü, bu politikanın özünü ele veriyor.
Emperyalist ilişkiler içinde geriye düşmek, kalkınamamak, diğer ülkelere bağımlı olmanın ön koşulu olarak sunuluyor.
Eğer Türkiye örneğin Almanya veya ABD kadar güçlü bir devlet olursa, ancak o zaman, bugünkü bağımlılık ilişkileri en aza inecek ve Türkiye ‘uygar ülkeler’ içinde hak ettiği konuma gelecek! İşte TÜBİTAK’ın bilim politikası, özü itibariyle bu. Kalkınmayı ve bağımlılık ilişkilerinden kurtulmayı emperyalist kamplaşma içinde tanımlayan bir bilim politikası, onlar kadar ‘uygar’ olmaktan daha ileri tanımlayamaz. Bu bakış açısı, akademik kadrolarda ve öğrencilerde de etkisini gösteriyor.

21 MART BOYKOTU VE BAĞIMSIZLIK
ABD’nin Irak’a saldırısı tüm dünyada eylemlere ve grevlere neden oldu. 21 Mart’ta İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi’nde yapılan boykotta, öğretim görevlileri ve öğrenciler içinde; savaşa karşı çözümün boykot biçiminde olamayacağına dönük tartışmalar yaşandı. Öğretim görevlileri, bu boykotun çözüm getirmeyeceğini, tam tersine derslere girerek, bilim yaparak, ülkemizin kalkınacağını ve ancak o zaman ABD ile baş edebileceğimizi, boykot fikrinin karşısına koydular. Derslere yoklama korkusu ile giren öğrencilerin yanı sıra öğretim görevlileri ile bu fikri paylaşan birçok öğrenci de, boykotun bir çözüm olamayacağını, aksine ülkenin gelişmesinin ve bilim yapılmasının önünde bir engel oluşturduğunu söylediler. ‘Boykot mu yapılmalı? Yoksa derse mi girilmeli?’ tartışmasının, ideolojik ve sistemli bir politikanın üniversitelere yansıması olduğu, TÜBİTAK’ın bilim politikalarında ve medya haberlerinde de kendini gösteriyor.
11 Eylül’den sonraki gelişmeler; ABD ve işbirlikçilerine karşı verilecek antiemperyalist mücadeleyi; fikirsel ve bir o kadar da pratik bir mücadele hattına soktu. Fabrikalarının, işletmelerin, yeraltı ve yerüstü kaynaklarının özelleştirilerek emperyalistlere satıldığı, işsizlik oranının özellikle gençlik içinde her geçen gün arttığı, her gün kölelik yasalarının çıktığı bir ülkede bağımsızlık mücadelesinin aciliyeti, bugün düne göre daha net bir şekilde görünüyor.

SADECE YÖNTEM FARKLILIĞI DEĞİL
Emperyalistler tarafından paylaşılan dünya, bugün ABD’nin kontrolünde yeniden paylaşılıyor. Bu süreç; Almanya ve Fransa gibi, ABD ile çıkarları örtüşmeyen emperyalist güç odaklarının, tutumlarını daha net ortaya koymalarına neden oldu. Artık dünyadaki emperyalist kamplaşmayı daha net görebiliyoruz. Dünyadaki bu gelişmelerin Türkiye’ye yansıması ve Türkiye burjuvazisi içinde yarattığı dalgalanmada hangi akımı güçlendirdiği, başka bir yazının konusu. Ancak gençliğin antiemperyalist mücadelesinde; gençliği pasifleştiren, sisteme yedekleyen tezlerden biri de, bağımsızlığın koşulu olarak, ‘güçlü’ bir Türkiye için daha fazla çalışmak gerektiği. Bu çarpık ideolojik saptamadan yola çıkarak, bağımsızlık mücadelesini; işçi ve emekçilerin daha çok çalışmasına, bilim ve teknolojide daha güçlü bir ülkeye, kısacası daha ‘güçlü’ bir Türkiye modeline vardıran fikri akım, mücadele edilmesi gereken bir ideolojik safsata oluşturuyor.
Paralı eğitime, bilimin sermayenin hizmetine sunulmasına (TÜBİTAK’ın da yaygınlaştırmaya çalıştığı AR-GE çalışmaları bunun bir parçası), eğitimin özelleştirilmesine karşı takınılacak tutum, pratik olduğu kadar, aynı zamanda, her türlü teslimiyetçi ideolojik yaklaşım ve tutuma karşı verilecek fikirsel bir mücadeledir. Buradan bakıldığında, “ülkenin bağımsızlığı için” varolan işbirlikçi yapıyı güçlendirmeye dönük bu politika ve bu akımdan etkilenen gençliğin tutumu, bağımsızlık mücadelesinde bir yöntem farklılığı olarak açıklanamaz. Bu nedenle, gençliğin antiemperyalist mücadeleyi hangi fikir ve pratikler üzerinden yükselteceği sorunu, her türlü burjuva akıma karşı verilecek mücadele ile de bağlantılı.

BAĞIMSIZ TÜRKİYE, GÜÇLÜ BİR TÜRKİYE’NİN ÖNKOŞULUDUR
Burjuvazinin nüfus ettiği her alan yalanla besleniyor. Bu sistemin ayakta kalabilmesinin en büyük dayanaklarından biri, bu. Bu yazıda bir örnek olarak verilen “ancak ‘güçlü’ bir Türkiye bağımsızlığını kazanabilir” propagandasının tarihi çok eskilere dayanıyor. Ancak bugün bu yalan propagandanın ideolojik olarak mahkum etmenin olanakları her zamankinden çok. Savaşın ortaya çıkarttığı çelişkiler, artık birçok ideoloji gibi bu yalanın da sonunu hazırlıyor. Ancak gençlik ve akademik çevreler üzerinde hala etkisini gösteren bu yalan propagandaya karşı verilecek her mücadele, antiemperyalist mücadeleyi güçlendirecektir.
Sınıflar mücadelesinin pratiği, “Güçlü bir Türkiye’nin bağımsız bir Türkiye’nin koşulu” değil, tersine, “bağımsız bir Türkiye’nin güçlü bir Türkiye’nin koşulu” olduğunu gösteriyor. “Güçlü Türkiye”nin önündeki başlıca engel, IMF’si, DB’si, DTÖ’sü ile ülkeyi borç çıkmazına sıkıştıran, yeraltı ve yerüstü kaynaklarını talan eden emperyalizmin köleleştirici bağımlılık ilişkileri ve emperyalizmle birleşmiş işbirlikçi egemenlerin iktidarıdır. Bu bağımlılık ilişkilerine ve varlığını bu ilişkilerin varlığına bağlamış işbirlikçilerin iktidarına son verilmeden, emperyalist tahakkümü kırmaya yönelik iktidar mücadelesi başarıya ulaşmadan, ülkenin “makus talihini” yenmesi ve kurtuluşu olanaksızdır. Kalkınmak ve güçlenmek için, ülkenin öncelikle, onu olanaklı kılan işbirlikçilerin egemenliğiyle birlikte, emperyalizmin talan ve baskısından kurtuluşu zorunludur. Bunu anlamı ise, gençlik için, antiemperyalist mücadele ve gençliğin kendi geleceğini de eline almaya başlayabileceği bağımsız Türkiye’nin kazanılmasının “en acil görev” olduğudur.

“Gençlik evleri”nin kuruluş çalışmaları ve yönelimi

Türkiye ve dünyadaki gelişmelerin tahlili ve gençliğin genel eğilimlerinin analiz edilmesi, gençlik evi çalışmalarımızın hangi temeller üzerinde yürüyeceğini görmemiz açısından önemli. En azından fikri temelini bu iki olgu belirleyecektir. Elbette ki, bu tahliller gazete, Özgürlük Dünyası ve diğer birçok yayınımızda işleniyor. Burjuva yayın organları da, gençliğin genel eğilimleri ve yönelimine ilişkin birçok araştırma yazılarına yer veriyorlar. Bu araştırmalar, gençliğin ekonomik, sosyal ve kültürel yaşamının sonuçlarını tahlil edilmesi açısından bizlere önemli veriler sunuyor. Türkiye ve dünyadaki gelişmeler açısından ise; 11 Eylül saldırısının ardından ABD’nin Ortadoğu’ya müdahalesi ve bugün bunun en kapsamlı planı olan Büyük Ortadoğu Projesi’nin (BOP), gençliğin bugününü ve geleceğini belirleyen en kapsamlı saldırı olduğu ortada. Konumuz açısından gerekli olduğu ölçüde, bu iki önemli faktörü kullanacağız.
Gazetelerde çıkan son iki araştırma, gençliğin eğilimlerini anlamamız açısından önemli veriler sunuyor.
Birincisi; Prof. İbrahim Armağan’ın, “21. Yüzyıl Eşliğinde Türk Gençliğinin Sorun ve Çözüm Önerileri” başlıklı kitabında topladığı araştırmalarıdır. Prof. İbrahim Armağan kitabında, 1979 yılında gençlik üzerinde yapılan araştırmaların sonuçlarını ve bugünü karşılaştırıyor. ’79 yılında yapılan çalışmanın sonucuna göre, gençliğin önemli saydığı değerlerin başında sevgi, özgürlük, meslek, iş… vb. bulunurken; 2002 yılında yapılan araştırmanın sonuçları, gençliğin, ‘mutluluk’ için gerekli olan en önemli şeyi para olarak varsaydığını gösteriyor.
İkincisi; Adnan Menderes Üniversitesi (AMÜ) Psikiyatri Ana Bilim Dalı Öğretim Üyesi Doç. Dr. Mehmet Eskin’in; Aydın, İzmir, İstanbul ve Ankara’daki 6 üniversitede, toplam bin 262 öğrenci ile anket şeklinde yaptığı araştırması. Araştırmanın sonuçlarını, “üniversiteye girebilmiş öğrencilerin yüzde 50’ye yakını kendini öldürmeyi düşünebiliyor” şeklinde özetleyebiliriz. Eskin, daha önce lise öğrencileri arasında yaptıkları araştırmada ise, gençlerin yüzde 25’inin intiharı düşündüğünün tespit edildiğini söylüyor.
Bu iki ankette ortaya çıkan sonuç, gençliğin eğilimleri ve değer yargılarının önemli bir ölçüde değişmekte olduğu. Bu değişim, kuşkusuz maddi toplumsal koşullar, sınıf güç ilişki ve dengeleri, sınıf mücadelesinde yaşanan ve buradan bilince yansıyan değişimlerle ilgilidir; ancak kapitalizmin doğal bir sonucu olarak karşımıza çıkıyor. Savaş koşulları, ekonominin giderek savaş ekonomisine dönüşmesi, özelleştirmeler ve piyasa koşullarının tüm alanlarda yaygınlaşması, geleceği belirsiz bir kuşak yaratmakta ve bütün bu saldırılar, gençliğin değer yargılarındaki çözülmeyi hızlandırmaktadır. İşte gençlik evleri, bu dalgaya karşı bir dalgakıran olduğu, kendini böyle şekillendirdiği oranda istenilen rolünü oynayacaktır.
Bugün gençlik örgütümüz, birçok yerde gençlik evi kurma çalışmalarının adımlarını atıyor. Çünkü gençliği bir araya getiren, sosyal ortam ve sportif-kültürel imkanlar sağlayan mekanlar, gençliğin en somut taleplerinden biri. Bu nedenle, gençlik evi fikri, çevremizdeki gençlerle konuştuğumuzda, var olan ve yaygınlaştırılan kültüre karşı bir alternatif olarak çok rahat kabul görüyor.
Öte yandan, gençliğin bu somut taleplerinin yanında, değişen değer yargıları, birbiriyle çelişki oluşturuyor. Bu nedenlerle, gençlik evi kurma çabalarımız; gençliğin bu eğilimlerini aşamayan bir tutumla ele alındığında, hızlı ve iyi bir çalışmanın ardından içine kapanan, giderek birkaç kişinin üzerinden yürüyen bir çalışmaya dönüşüyor. Birçok yerde gençlik evi kurma çalışmalarının yeni başladığı veya başlamak üzere olduğu düşünüldüğünde, bu çalışmadaki zaaflarımızı tespit etmek, ayakları yere basan bir çalışmayı hayata geçirmeyi kolaylaştıracaktır.

GENÇLİĞİN GENEL EĞİLİMLERİ VE YEREL ÇALIŞMANIN ÖZGÜNLÜĞÜ
Gençlik evlerini kurma aşamasındaki bakış açımız ve çalışmalarımızın, gençlik evinin
kurulmasından sonraki süreci de belirlemesi kaçınılmaz. İşçi-işsiz gençlerin bulunduğu, lise veya üniversite gençliğinin ağırlıkta olduğu, spor, kültür-sanat mekanlarının bulunmadığı veya yetersiz olduğu mahalleler, belediyenin ve diğer yerel yönetim kurumlarının tutumu ve daha birçok yerel özellik; çalışmamızda değerlendirmemiz, hatta olumlu özelliklerinin çalışmamızda dayanak yapılması gereken yerel özelliklerin önemini gösteriyor. Bu özellikler, gençliğin genel eğilimlerinin yerellere doğru farklılıklar göstermesi anlamını da taşıyor. Bu nedenle, çalışmamızın yerelleşmesi ve bunun genel hedeflerimizle uygunluk göstermesi, özünde; kuruluş aşamasındaki gençlik evlerinin geleceğini belirleyecektir. ‘Nereden başlanmalı?’ sorusu da, burada önem kazanıyor. Elbette ilk adım, gençlik evi fikrini gençlerle paylaşmak ve gençlik içinde yaygınlaştırmak, yerel yönetimlerle ve diğer kurumların atıl haldeki olanaklarını gençlik evlerine dayanak yapmak üzere kullanmaktır.
Bakış açımız, gençlik içindeki dayanışma ve arkadaşlık ilişkilerini geliştirmek, birlikte iş yapma kültürünü güçlendirmek olduğu ölçüde, kuruluş süreci de buna uygun gelişecektir. Bu durumda, gençlik evi fikri, sadece bir mekan açma, var olan durumu ve amaçlarımızı gençlerle paylaşmanın dışında pratik bir anlam kazanacaktır. Birbiriyle kavgalı olan veya aynı ortam içinde birbirini dışlayan gençlik gruplarını, bir iş üzerinden (örneğin tanışma etkinlikleri) bir araya getirmek, bu pratik adımlardan sadece birisidir. Bu tarzda bir çalışma, gençlik evi kurmayı bir amaç olmaktan çıkartıp, gençliği bir araya getirmenin aracına dönüştürecektir. Sadece gençlik evini tanıtan, çalışmanın tümünü bunun için seferber eden, bürokratik işlemlerle uğraşan bir çalışmanın sonucunda gençlik evi kurulabilir, ancak yapılmak istenen işlerin gençlik evi kurulduktan sonraya ertelenmesi, çalışmalardaki darlığın önemli bir nedenidir. Üstelik bu süreç içerisinde, ailelerin desteği de daha rahat kazanılacaktır. Hiçbir aile çocuğunun kötü alışkanlıklar edinmesini, uyuşturucuya, çetelere, kahve ortamına bulaşmasını istemez. Bu ikna sürecinde “gençlik evi kuruyoruz” söyleminden çok, pratik adımlar daha etkili olacaktır. Elbette ki, bu çalışmada, bizden bağımsız birçok belirleyici etken vardır. Kurum adı olmadan yapılacak işlerdeki bürokratik engeller, bunlardan önemli bir tanesidir. Ancak planlı ve ne yaptığını bilen bir çalışma, bu bizden bağımsız belirleyenleri en az düzeye indirebilir.
Sonuç olarak, gençlik evi fikri üzerinden, gençlik içinde bir duygu birliği sağlanabilir. Bu duygu birliği, somut, belirli ölçülerde kısa vadeli çalışmalarla beslenmediği oranda, amaçları ve hedeflerinden uzaklaşacaktır. Çalışmaları, gençlik evini tanıtan, ne kadar iyi bir şey olduğunu anlatan bir tarzdan çıkarmak, günlük yaşamın her alanına müdahale edebilmeyi ve yereldeki en ileri, az çok sosyal ve kültürel kaygılarla bir iş yapmaya çalışan gençlerle buluşmayı sağlayacaktır. Bu gençlik grupları, bir bakıma, üzerinden çalışmanın şekillendiği ana eksen olacaktır. Çünkü, bulunulan yerelin en ileri gençliği ile buluşmak, yerelin en ileri fikriyle birleşmek anlamına da gelecektir.

ÇALIŞMALARIN BİRLEŞTİRİLMESİ
İşçi gençlik, lise gençliği, semt gençliği içindeki aydınlatma ve örgütlenme faaliyetlerinin gençlik evi çalışması ile bütünlüklü bir çalışma halinde yürümesi, iki çalışmanın birbirini güçlendirmesi gerekir. Ancak çoğu zaman; gençlik evi çalışması, kendi özgünlükleri olan bir çalışma olmaktan çıkıp, kendimiz ve en yakın çevremizin katıldığı, özünde ise ‘Emek Gençleri’nden oluşan bir gençlik evi’ çalışması durumuna düşüyor. Enerjinin çoğu bu çalışmanın etrafında yoğunlaşıyor. Bu yoğunlaşma da, daha çok, yasal işlemlerin yürütülmesi ve çevremizdeki gençleri belirli işleri yapmaya ikna etme biçiminde şekilleniyor. Yapılan birkaç etkinlik, bunları başka bir çalışmanın dayanağı yapmak ve sonrasının takibi, bu işler içinde ya yapılamıyor ya da en az verimi alacak şekilde örgütlenebiliyor. Bir süre sonra, gençler arasında sağlanan duygu birliği; çalışmanın merkezindeki gençlerde dahi eksilmeye ve bu arkadaşlar pratik-teknik işlerin altında ezilmeye başlıyor. Bu haliyle; planlar, projeler, gençlik evinin gençliğe sunacakları… vb., güzel düşünceler olmaktan öteye gitmiyor. Yukarıda da açıklamaya çalıştığımız gibi, kuruluş çalışması, bir düşünceyi yayan yönü kadar, aynı zamanda, bunun pratik adımlarını atabilmeyi de kapsamalıdır. Diğer bir yanıyla da, gençliğin diğer başlıca aydınlatma ve örgütlenme çalışmaları ile bağları güçlü olmalıdır.
Sanayi sitesinde çalışan gençlerin daha iyi çalışma koşulları, ücret, sigorta gibi talepleri ve Emek Gençliği’nin bu alanda yürüttüğü çalışmanın gençlik evi çalışması ile bağları nasıl olacaktır? Genç işçilerin iş yaşamından kaynaklı sorunları ile kültürel ve sosyal yaşamındaki sıkıntıları nasıl bir bütünlük içinde ise, gençlik evi çalışmasıyla, site eksenli iktisadi, demokratik ve politik çalışma da bu bütünlüğü sağlayabilmelidir. Bu bağın kurulması, bütünlüklü bir çalışmayı gerekli kılıyor. Örneğin, asgari ücretin belirlenmesinde 15 milyon TL’lik bir artışın yıkıcılığı/gülünçlüğü, kapitalizmin, sermaye ve hükümetin teşhiri için Emek Gençliği’nin kullanması gereken bir gündem. Aynı zamanda, bu “artış”, gençliğin kültürel ve sosyal aktivitelerde bulunmasının kısıtlanması anlamına da geliyor.
Gençlik evi, kendi özgünlüğünden kaynaklı, gençliğin kültürel ve sportif etkinliklerini gerçekleştirebileceği olanakları geliştirebilir. Kuracağı kurumsal (spor kulüpleri, kültür merkezleri… vb) ilişkiler ile, gençliğin, bu alanlardan daha ucuza ve rahat yararlanabilmesinin olanaklarını yaratabilir. Bunun bir adım ilerisinde; yerel yönetimleri zorlayarak. bu alanların genişletilmesi ve ucuzlatılmasını, hatta belirli yerlerin ücretsiz kullanılmasını sağlayabilir. Bu tarz çalıştırılan bir gençlik evi, bir çekim merkezi oluşturacaktır. Yönelimi böyle olan bir çalışma, aynı zamanda, var olan durumun teşhiri ile birleşecektir. Bu andan itibaren asgari ücretin belirlenmesiyle, gençlik evinin ve Emek gençliğinin çalışmaları pratik olarak birbirine bağlanmıştır. Geriye kalan ise, var olan durumun bir aydınlatma faaliyeti olarak gençlik içinde tartıştırılmasıdır.

BİR MÜCADELE VE EĞİTİM MERKEZİ
Gençlik evleri, kuruluş amaçları itibariyle, bir mücadele merkezidir. Gençlik evlerinin kuruluş aşamasında ve kurulduktan sonra, gençler, birçok yönüyle sistemle karşı karşıya gelir. Gençlik evini kurmak için gerekli olan prosedürü hazırlamak bile, kendi başına bu karşı karşıya gelişin bir parçasıdır. Bu karşı karşıya gelişler, aynı zamanda, bir yılgınlığın oluşmasına, gençlik içindeki lümpen ve boşvermişlik eğilimlerinin güçlenmesine de dönüşebilir. Bu dönüşüm, bir süre sonra, en direngen, fakat dar bir kesimin kalmasına yol açabilir. Bugün bir gencin, tüm gençliğin çıkarlarını düşünme, bunun için mücadele etme bilincinin zayıflığı düşünüldüğünde, bu küçük bir ihtimal değildir. Ancak, bu karşı karşıya gelişlerden, gençliğin bilinç düzeyi yükseltilerek, açıklık ve öngörü ile bu dönemlerden güçlenerek ve gençliğin mücadeleci yönü gelişerek çıkılabilir. Bu nedenlerle, gençlik evleri, aynı zamanda, bir eğitim merkezi rolünü de üstlenmelidir. Burada, belki de dikkat çekilmesi gereken, eğitim çalışmalarının yönü ve neye hizmet etmesi gerektiğidir. Elbette, buradaki eğitim, herkesin bir konu üzerinde araştırma yaptığı ve tartıştığı bir eğitim değildir. Bu da olabilir, ancak burada anlatılmak istenen, eğitimin tüm gençliğin bir fikir etrafında toplanmasına hizmet etmesidir. Böylece her faaliyet, her proje, anlatılan her şey, sistemle karşı karşıya gelişler, bu eğitimin bir dayanağı ve parçası olacaktır. Örnek verecek olursak: Bir müzik dinletisi veya tiyatro çalışması, gençliği bir araya getiren, sanat ve kültürel gelişimine katkısı olan faaliyetlerdir. Bu anlamıyla da, gençliğin kendi ürettiği ve paylaştığı bir etkinliktir. Böylesi bir etkinliğin gençlik içindeki etkileri olumlu olacaktır. Bu etkinliğin geniş gençlik kesimleri ile paylaşılması, amaçlanın ve bu faaliyetin öneminin; hem etkinliğe gelen hem de diğer gençlik kesimleri ile paylaşılması gençlik içindeki duygu ve fikir birliğini  güçlendirecektir. Çalışmaların sonuçlarının değerlendirilmesi, eleştiri süzgecinden geçirilmesi, etkinliği, bir sonraki çalışmaların dayanağına dönüştürecektir. Yani buradaki eğitim, pratik faaliyetin nedenlerini ve sonuçlarını değerlendiren, bunu gençliğin bilgi hazinesinde yoğunlaştıran, fikir olarak da, daha ileri (tüm gençliğin bu platforma kazanılmasına dönük) bir amaca (sonal olarak sosyalizme) bağlayan eğitimdir. Burada, güçlendirici bir faaliyet olarak, gençlerin kendi çıkarttıkları yerel bülten vb. yayınlar olumlu olacaktır. Bu olmadan, gençlik evinin girdiği yolda önüne çıkan her engelde güç kaybetmesi, “radikalleşmesi” ya da düzene bağlanması ve bir süre sonra kendi içinde bir ‘gençlik evi profesyonelleri’ ekibine dönüşmesi ya da yozlaşması kaçınılmaz olacaktır.

PROGRAMLI VE ÖRGÜTLÜ BİR ÇALIŞMA
Gençlik evi, faaliyetlerini gerçekleştirirken, buna uygun bir örgütlenme modeline de ihtiyaç duyacaktır. Gençlik evlerinin, kendi örgütsel çalışmasının özgünlükleri vardır. Özellikle gençliğin yaşam koşulları ve burjuva kültürün gençlik içindeki etkileri düşünüldüğünde, bu, kaçınılmaz bir sonuçtur. Çünkü gençlik evi çalışması, aynı zamanda, gençliğin örgütlü bir çalışmayı nasıl yürüteceğini öğreneceği bir çalışmadır. Bu nedenle, Emek Gençliği grupları dışındaki gençlikten aynı özveri ve örgütlülük düzeyini istemek, gerçeklere uygun hareket etmemek demektir. Her gencin yeteneklerine ve özveri düzeyine göre bir işin ucundan tutması, belki de gençlik evi çalışmasının en özgün yanıdır. Bunun için de, gençliğin yeteneklerinin doğru tahlil edilmesi ve değerlendirilmesi gerekir. Çalışmaları dağıtmayan, ama olabildiğince, gençliğin ilgi duyduğu sportif ve kültürel alanlara dönük çalışma grupları oluşturulmasına dayanarak ilerleyen bir örgütsel hat bu özgünlüğü sağlayabilir. Müzik, tiyatro, halk oyunları, futbol, basketbol… vb. çalışma alanları buna örnek verilebilir. Burada önemi olan ise, çalışma gruplarının oluşturulma tarzıdır. Oluşturulması düşünülen ‘müzik çalışma grubu’, müzik ile ilgilenen gençlerin gençlik evinde müzik yapmasının ötesinde, bu alana ilgi duyan gençlere yardım edebilmeli, çalışmasını gençlik çalışmaları ile bütünleştirebilmeli, diğer çalışma grupları ile bağını sağlayabilmeli… vb., başka birçok görevi de üstlenebilmelidir. Elbette ki bunları sağlayabilecek bir çalışma grubu, tarif etmekle oluşmayacaktır. Her çalışma grubunun bir faaliyet üzerinden şekillenmesi, belki de burada ön açıcı bir çalışma olabilir. Örneğin gençliğin sorunları veya kültürel ihtiyaçlarına dönük olarak yapılacak bir etkinlik, bu çalışma gruplarının oluşturulması için uygun bir zemin yaratacaktır. Sonuçta bir etkinlik düzenlemek, bütünlüklü, disiplinli, aynı zamanda da, işbölümü gerektiren bir çalışmadır. Oluşturulmak istenen bir ‘kültür biriminin’; çalışmaya katılan gençlerin, etkinliğin hazırlık ve etkinlik sürecinde yaptıkları iş ve becerileri üzerinden şekillenmesi, gençlik evinin çalışma tarzını somutlaştıracaktır. Bu, diğer çalışma grupları içinde uygulanabilir bir tarzdır. Burada, etkinlik planımızı ve programımızı oluştururken, bu düşüncelerimizi hayata geçirebilmeyi destekleyen bir tarzda ele almamızı gerektirir.
Gençlik evinin örgüt planı, gençliğin en geniş kesimlerini içinde barındırabilecek, yeteneklerine göre yönlendirebilecek ve olabildiğince pratik faaliyet içinde oluşacak bir tarzda ele alındığında, gençlik evi çalışması özgün bir çalışma olacaktır.
Gençlik evi çalışması; gençliğin yaşamına müdahale edebildiği, gençlik içinde dostluk, paylaşım ve birlikte iş yapabilme kültürünü geliştirebildiği oranda yaygınlaşacak ve istenilen rolü oynayacaktır. Emperyalizmin gençliğe dayattığı yaşam koşulları; her gün örgütsüzlüğü, bireyciliği ve kaderciliği beslerken, buna karşı durmak ve bu karşı duruşun araçlarını yaratmak için, gençlik evlerini bir deneyim, aynı zamanda da, geliştirilmesi gereken bir çalışma olarak görmek gerekiyor. Türkiye ve Ortadoğu’nun geleceğini kan ve gözyaşı olarak belirleyen emperyalizmin gençliğe vaat ettiği gelecek, yaratmak istediği gençlik kuşağı ile bire bir örtüşüyor. Gençlik evlerini böylesi bir dünyada ve Türkiye’de kurmak, emek, çaba, açıklık ve bütünlüklü bir çalışma gerektiriyor.

2005’e kalanlar ve üniversite çalışmamız*

Son üç-dört yıllık döneme baktığımızda, hem fikri anlamda hem de dünyayı yönetme şeklinde geriye doğru bir yönelimin olduğunu söyleyebiliriz. Refahın, bolluğun, demokrasinin olduğu, savaşsız bir dünyanın kapitalizmde de mümkün olabileceği propagandası, ABD’nin Afganistan ve Irak’ı işgali ile birlikte geçmişte kalan kavram ve söylemlere dönüştü. Dünyanın birçok bölgesinde irili ufaklı savaşlar yaşanıyordu, ama bunlar, o gün için, çözülebilecek ve üzerinde durulması çok önemli olmayan gelişmeler olarak, geri planda bırakılabiliyordu. 11 Eylül ile birlikte Yeni Dünya Düzeni propagandası geçmişe ait bir propaganda olarak kaldı. Ve  dünyadaki gelişmeler, ABD’nin Irak ve Afganistan işgalini, Ortadoğu’ya dair uzun dönemli planlarını destekleyecek şekilde, yeniden tarif edilmeye başlandı. 2004 yılını bu açıdan önemli bir yıl olarak değerlendirebiliriz. Irak’ın işgali tüm yıkım ve şiddeti ile sürerken, başta medya olmak üzere, ABD merkezli diğer propaganda büroları, işgalin ideolojik boyutunu da oluşturmaya başladılar. ABD dünya kamuoyunu yanına çekmek için milyarlarca dolar para harcadı. Örneğin, Avrupa Gazetecilik Merkezi’nin internet sitesinde, Bush yönetiminin, Afganistan ve Irak için istediği yeni bütçe içerisinde 3.7 milyar Doları kamuoyu yönlendirme projelerine ayırdığı, bu para ile Arap kamuoyuna ABD destekli yayınlar yapılacağı, Avrupa Müslümanlarına yönelik bir televizyon kurulacağı belirtiliyor. ABD’nin kendi kamuoyuna dönük propaganda ve yönlendirmesi de bu eksen üzerine oturuyor. ABD’de din savaşına, kıyamet savaşına, İsa’nın yeryüzüne indirilmesine ilişkin kitaplar ve “21. yüzyılın dinler savaşı yüzyılı olacağı”na ilişkin kitaplar yüz binler satıyor. AKP’nin ‘Ilımlı İslam’ modeli de, özünde; ABD’nin Irak işgali, terörizm, dinler ve uygarlıklar arasındaki bir savaş propagandasının eksenine oturuyor. İslam’ın uysallaştırılması ve ABD çizgisine çekilmesi, AKP’nin ABD ile ilişkilerini devam ettirmesinde hem dışarıya hem de içeriye bir mesaj olarak da algılanabilir.
Düşünüldüğünde, Tanrı ile konuşan, ülkesini ve dünyayı bu haberleşme ile yöneten bir ‘lider’in bugünden çok Ortaçağ’a; dünyanın ruhlar, periler ve ilahi güçlerle tarif edilmeye çalışıldığı, yönetenlerin bu güçleri arkasına alması gerektiği bir döneme ait olduğu söylenebilir. İşte 2004, Ortaçağ’ın bu karanlık güçlerinin yeniden yardıma çağrıldığı bir dönem olarak yaşandı. 2004, aynı zamanda, başta Almanya, Fransa ve Rusya olmak üzere diğer emperyalist güçlerin, dünyayı yeniden paylaşım mücadelesini, ABD’nin çizdiği bu platformda yürüteceklerinin görüldüğü bir yıl oldu. Türkiye’nin AB’ye girmek için müzakere tarihi aldığı 2004, emperyalistler arası çelişkilerin derinleştiği ve ideolojik olarak gericileştiği bir yıl oldu. Bush’un ikinci defa seçilmesi; ABD’nin hem işgale dayanan yayılmacı çizgisinin hem de ideolojik olarak gericiliğin 2005 yılında artarak devam edeceğinin bir göstergesi.

EİNSTEİN VE SARTRE YILI
ABD’nin Irak’tan sonraki hedeflerini İran ve Suriye olarak işaret etmesi, bu iki ülkenin ortak hareket etmeye dayalı politikaları, Rusya ile yapılan silah anlaşmaları ve istatistiksel olarak da görülen ABD karşıtlığı, belki de 2005 için, bugünden görünen önemli gelişmeler. Bu gelişmeler, aynı zamanda, ideolojik olarak da 2004’de yaygınlaştırılmaya çalışılan din eksenli gericiliğin, 2005’de daha fazla propaganda malzemesi haline gelecek oluşunun pratik zeminini oluşturuyor. Eski ve geçmişte kalanın bugün yeniden anlamlandırılmak istenmesi, sadece sözlü ve yazılı propaganda olarak kalmıyor. Özellikle eğitim hayatına müfredatların ve ders programlarının değiştirilmesi suretiyle de sokulmak isteniyor. Ve özellikle üniversitelerin geleceği ile yakından ilgili bir mesele olarak karşımızda duruyor. Bu yönüyle dahi ele aldığımızda, özellikle Türkiye’de Kemalizm merkezli dahi olsa, idealizm ve akademik yaşam arasındaki bölünme, bu mücadelede önemli bir cephe açmanın, genç aydın kuşağını bugünden bir tutum almaya zorlamanın olanaklarını yaratıyor. Bu olgular ışığında baktığımızda, 2005 yılı için iki önemli gelişmenin olduğunu söyleyebiliriz. UNISEF’in 2005 yılını Fizik Yılı, Almanya’nın da bu vesileyle Einstein yılı ilan etmeleri, dün olduğundan daha önemli bir gelişmedir. Aynı zamanda 2005 yılının, Varoluşçuluğun temsilcisi olan Sartre yılı olarak ilan edilmesi de, bu tartışmalar içinde değerlendirilmesi gereken bir konu. Ve aydınlatma faaliyetimizi somut bir zemine indirmek içinde yararlanılabilecek gelişmeler. Einstein yılına dair başta Fizik bölümleri, fen fakülteleri ve bilim alanında yapılacak pratik  etkinlikler, dünyanın gidişatını tartışabileceğimiz diğer üniversite ve fakültelerle birleşmenin olanaklarını da arttıracaktır. Nisan ayında gerçekleşecek olan Fizik Öğrencileri Kongresi’ne dönük hazırlıklar, bunun olanaklarını daha da genişletecektir. Ve bugünden bunun imkanlarının var olduğunu, ‘ufak’ bir çaba ile bu çalışmaların sonuç verdiğini söyleyebiliriz.
2005 yılının varoluşçuluğun önemli temsilcilerinden biri olan Sartre yılı ilan edilmesini, dünyadaki siyasal gericilik çerçevesinde anlamlandırmak gerekir. İkinci Dünya Savaşı’nın hazırlayıcısı olan kapitalizmin 1930 bunalımı, bu felsefenin ana kaynaklarından biri. İnsanı toplumsal bir canlı olmaktan soyutlayan bu görüş, insanı metafiziksel bir yöntemle soyutlamak anlamına da geliyor. Bu durumuyla da varoluşçuluk, insanı tek başına, yalnız bir varlık yaparak toplumla insanı karşı karşıya getiren bir felsefe olarak da yorumlanabilir. Ancak burjuvazinin bugün de yaydığı bireycilik, kariyerizm gibi ideolojilerin bu felsefe ile kurulan güçlü bağlarını görebiliriz. Özellikle aydın gençlik içindeki etkilerini dönem dönem burjuva yayın organlarında görmek mümkün. Bu nedenle, Ortaçağ gericiliğine ve onun her türden uzantısına karşı verilecek mücadelede, bu yılın Sartre yılı ilan edilmesinin önemini görmek gerekiyor. Bilim ve Düşünce Kitap Dizisi’nin ilk sayısını ‘Varoluşçuluk ve Sartre’ olarak belirlemesi, çalışmalarımızı güçlendirmesi açısından önemli. Nisan ayı içerisinde Uludağ Üniversitesi’nde yapılacak olan Felsefe Öğrencileri Kongresi, bu gelişmeler göz önüne alınarak, felsefe öğrencileri için önemli bir platform olarak değerlendirilmelidir.
Hans Heinz Holz’un Türkiye’ye gelişi ve Mayıs ayında İstanbul, Ankara, İzmir’de yapılacak etkinlikleri bu üç büyük il açısından önemli bir çalışma olarak ele almak gerekiyor.

KÜRT SORUNU VE TALEPLERİN SOMUTLANMASI
Kürt sorunu AKP Hükümeti’nin hem iç hem de dış politikasında belirleyici bir noktada duruyor. AKP, Kürt sorununa dair bölgenin aşiret, ağa ve zengin zümresi ile girdiği ilişki ve feodal bağların yarattığı olanaklar üzerinden kendi ‘çözümü’nü sunuyor. AKP’nin demokrasiden, halk ve halkçılık ve Kürt halkının en temel taleplerinden uzak ‘kendi çözümü’ içinde, Kürt halkını mevcut politikaya bağlanması hedefleniyor. Ancak bunun için, Kongra-Gel ve demokrat, halktan yana Kürt aydınlarının tasfiyesi gerekmektedir. Bu nedenle, AKP’nin Kürt sorununa dair ABD ile girdiği pazarlık, bunun üzerinden gerçekleşiyor. ABD’nin Ortadoğu ve içinde Türkiye’nin de dahil olduğu Kürt nüfusunun yaşadığı bölge için kendine dair planları var. Ve Kürt sorununu; Türkiye’yi köşeye sıkıştırmak, denetimi altında tutmak için önemli bir koz olarak elinde tutuyor. Bu gelişmeler ve son olarak Uğur Kaymaz cinayetinin yaşandığı, toplu mezarların bulunduğu, Kürt sorununa AKP’nin yaklaşımının daha net göründüğü bir dönemde demokratik ve halkçı bir çözüm de pratik adımlarıyla birlikte tartışılması, elbette üniversiteler açısından da kaçınılmazdır. Toplantıya bölge gençlik konferansını yapmış olarak gelen bölge örgütümüzün üniversitelerde Kürtçe Kürsülerin açılması için başlatacağı çalışma, tüm bu gelişmeler içinde önemli ve pratik bir adım olarak değerlendirilmeli. Bu çalışma, aynı zamanda, Kürt sorununun demokratik bir tarzda çözümünün tartışılabileceği, Türk ve Kürt gençliğinin kardeşleşmesinin olanaklarını yaratacak pratik bir zemin de oluşturacaktır.
21 Mart Newroz Bayramı’nın Kürt halkı için önemini kavrayarak, bugünkü gelişmelere uygun bir tarzda ele aldığımızda, devrimci işçi partisinin Kürt sorununun çözümüne dair platformunu üniversite gençliği içinde tartışmamız önemlidir. Bu, aynı zamanda bir eğitim çalışması tarzında ele alındığında, bu soruna dair duyarlılığın daha da gelişeceğini söyleyebiliriz. Kürt sorununun çözümüne ve AKP’nin bugünkü politikalarının teşhirine dair genel aydınlatma faaliyetimiz, daha dar ve yakın çevremizle yapacağımız eğitim ve tartışma toplantıları ile birleşen bir tarzı da içermelidir.

8 MAYIS – FAŞİZMİN YENİLGİSİNİN 60. YILI
ABD’nin silah ve petrol tekellerinin kâr hırsı ve yayılmacı politikalarının en vahşi sonuçlarını Afganistan ve Irak’ta görebiliriz. Ekonomisinin önemli bir kesimini petrol ve silah tekelleri üzerine inşa eden ABD’nin bu zenginliğinin iki önemli dönemeci var. Birinci ve İkinci Dünya Savaşları. Hitler ordularının Moskova Kapıları’nda yenilgiye uğratılmasına kadar 50 milyon insanın hayatını kaybettiği İkinci Dünya Savaşı’ndan ABD ekonomisini güçlendirerek çıktı. İkinci Dünya Savaşı insanlığın aklından silinmeyecek izler bıraktı. Tekellerin kâr hırsı ve emperyalist ülkelerin yayılmacı politikalarının faşizm olarak yüzünü gösterdiği savaşın sonuçları ve ilk işçi iktidarının kurulduğu Sovyetler Birliği ve onun temsil ettiği insanlığa dair evrensel değerler, bu savaşın iki yüzünü oluşturdu. Burjuva tarih anlayışının tüm çarpıtmalarına rağmen, bu gerçekler, aradan geçen 60 yıla rağmen, insanlığın bilgi hazinesinde yerini koruyor. 2005 yılının 8 Mayıs’ında faşizmin yenilgisinin 60. yılı nedeniyle tüm dünyada bu dönemin özellikleri ve bugüne bıraktıkları yeniden hatırlanacak.
Türkiye’de de, dünyadaki siyasal gelişmeler ve faşizmin yenilgisinin 60. yılı nedeniyle birçok ilde etkinlikler düzenlenecek. Üniversiteleri de bu sürecin önemli bir parçası olarak görmek gerekiyor. Merkezi etkinlikleri güçlendirecek tarzda ele alınacak yerel etkinlikler, bizi birçok insanla yüz yüze getirecek, dünü anlatırken aslında bugünü anlatmamızın olanaklarını yaratacaktır. Bu dönemi, tarih çarpıtıcılarına karşı verilecek mücadelede önemli bir dönem olarak ele almak gerekiyor.

PİYASACILIĞA VE GERİCİLİĞE KARŞI MÜCADELE
Ankara toplantısı, üniversite çalışmamızı ve aynı zamanda 2004 yılının üniversiteler açısından nasıl geçtiğini değerlendirmemizi olanaklı kıldı. Özellikle taşra üniversitelerinde ulaşımdan barınmaya kadar yaşanan altyapı sorunları, eğitimin her alanında alınan paralar ve maddi imkansızlıklar, üniversite yaşamının genelinde bir huzursuzluk olarak ortaya çıktı. Gençlik örgütlerimiz, öğrenci gençlik kitlesi açısından bu sorunların çözümü için bir platformu ortaya koyduğunda, gençliğin ana kitlesiyle bu mücadelede birleşme olanaklarını yakalamış olacaktır. İzmir’de şifre parasının verilmemesine karşı başlatılan çalışma, Kocaeli’nde yaz okulunun paralı olmasına karşı, Antalya’da yurt sorunları üzerinden yürütülen çalışmalar ve diğer illerden verilen örnekler birçok yönüyle sonuçlar çıkartabileceğimiz çalışmalardır. Kol, kulüp, ÖTK, meslek odaları ve diğer çevrelerin bu mücadele içine çekilmesi, mücadelenin nereden genişletilebileceği ve zenginleştirilebileceğini görmemizi kolaylaştıracaktır. Örneğin, Eskişehir’de ulaşım sorununa dair ÖTK’nın da içinde olduğu platform, bu çalışmaların nasıl bir tarzda ele alınması gerektiğini gösteriyor. Ancak bütün bu çalışmalar içinde yürüteceğimiz genel aydınlatma faaliyetimiz, AKP karşıtı kampanyanın içeriğinin anlatılması, eğitimdeki bu sorunlarını kaynağı ile dünyadaki siyasal gelişmelerin bağını kuracak bir bilgilendirme faaliyeti, bir eksiklik olarak karşımızda duruyor.
Burada, belli yönleri ile Adana çalışmasının üzerinde durmak gerekiyor. Adana Çukurova Üniversitesi’nin oluşturduğu AKP karşıtı platform ve ortaya çıkardığı olanaklar öğreticidir. Kulüplerin, ÖTK’nın, Eğitim Sen’in, Öğretim Elemanları Derneği’nin ve gençlik odalarının içinde olduğu platform, bugün hem oluşumu itibari ile siyasal bir duruşu temsil ediyor hem de üniversitenin birçok sorunu için mücadele edebilecek ve geniş öğrenci kesimlerini kucaklayacak bir olanak olarak duruyor. 

AKADEMİK ÇALIŞMA VE OLANAKLAR
Ankara toplantısının ortaya koyduğu belli sonuçlar üzeride durmak gerekiyor. Öğrenci kongrelerine düne oranla daha planlı ve örgütsel bir yönelimin olması, akademik alanda yaşanan birçok tartışmaya katılmamızın ve kendi platformumuzu tartışmanın olanaklarını genişletmiştir. Dün “yönelmeliyiz” dediğimiz kol ve kulüp çalışmalarına bugün daha ileriden bir katılımın olduğu da yine toplantının önemli sonuçlarından biriydi. Üniversitedeki topluluklar, kulüpler, ÖTK, TÖK, mühendis odaları… vb. yapıların çalışmalarımız içinde bir yer edinmeye başlaması, bilimsel, demokratik ve özerk üniversite mücadelesinin bugün çok daha fazla olanaklar dahilinde yürütülebileceğinin de bir göstergesi. ODTÜ kulüplerinin bir araya gelerek kendi somut talepleri etrafında bir çalışmaya girmesi ya da Tekirdağ Üniversitesi Fizik Kulübünün akademik tartışmalardan, müfredata ve bilimi halkla buluşturma gayretine kadar birçok alanda bir duyarlılık örneği göstermesi, bu yapıların bu mücadelede önemli bir yer edindiğini tekrar hatırlamamızı sağladı. AKP karşıtı çalışmamız ve dünyadaki siyasal gericileştirmeye karşı verilecek mücadelede, bu olanların değerlendirilebileceği bir döneme girmiş bulunuyoruz. Üniversite entelektüel hayatına müdahale edebildiğimiz ve genel öğrenci kitlesinin somut taleplerini önemseyen bir noktada durduğumuzda, üniversitelerin bir mücadele merkezine dönüşebildiğini geçtiğimiz dönemin örnekleri bize gösterdi. Gazetemizin, dergilerimizin ve diğer yayınlarımızın bu mücadele içinde kullanımının güçlendirilmesi, yaygınlaştırılmasında yaşadığımız zaafların giderilmesine dönük atılacak adımlar, yine bu alanlarda yürüteceğimiz faaliyetin güçlenmesini sağlayacaktır.
Bütün bunlar kadar önemli olan bir diğer sonuç da, örgütümüzün genel yapısıyla, sorunları kendi içinde tartışıp duran, çalışmayı burada daraltan bir tarzdan çıkıp, gençliğin içinde çalışma ve faaliyet alanında gençlik hareketinin sorunlarını kendine dert edinen bir yönelime girmiş olmasıdır. 1 Mayıs İşçi Bayramı ve 6 Mayıs Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının idam edildiği güne ruhunu verecek olan da, gençliğin lümpen yönlerinin eleştirilip durulduğu platformlar değil, gençliğin mücadeleci yönlerinin teşvik edildiği bir tarzda ele alınması gerektiği, yine toplantıdan çıkan önemli sonuçlardan biri.
Ankara toplantısının genel çerçevesi, üniversite çalışmamızda girdiğimiz olumlu yönelimin ilerletilmesi için olanakların gelişmiş olduğunu gösteriyor. Gençlik içinde ve onlarla birlikte mücadele geliştiğinde, özerk, bilimsel, demokratik ve anadilde eğitim mücadelesi daha da güçlenecektir.

*29 Ocak’ta Ankara’da üniversite gençliği ile yaptığımız toplantı, dünyadaki ve
Türkiye’deki siyasal gelişmelerin değerlendirildiği ve önümüzdeki dönem çalışma
planımızın ortaya konduğu bir toplantı olarak gerçekleşti. Bu yazıda amaçladığımız
toplantının genel çerçevesini sunmak.

bizim ‘68

 

‘Akın var
             güneşe akın!
    Güneşi zaptedeceğiz
             güneşin zaptı yakın!’

(Nazım Hikmet)

 

Bir süredir, özellikle görsel sanatlarda, ’80 dönemi ve öncesiyle ilgili eleştirel içerikte eserler verilmeye başlandı. “Babam ve Oğlum”, “Hoşçakal Yarın”, “Mavi Gözlü Dev”, “Çemberimde Gül Oya”, “Hatırla Sevgili”… vb. dizi ve filmler, eksik ve doğrularıyla, geçmişe eleştirel bir ışık tuttular. Birçok insanı ekran başına ya da sinema salonlarına toplamayı başardılar. Belli bir kuşak tarafından hafızalar tekrar tazelendi, gençlik açısından ise, yakın geçmişi tanıma imkanı sundular. Özellikle Hatırla Sevgili dizisi ile ’68 dönemini anlatan edebiyat çalışmaları da çok satanlar listesinin baş köşesine yerleştiler. Bir televizyon dizisinin aynı içerikte kitapların okunma oranını arttırması önemli. Çünkü; görsel sanatların etkisi belki de birçok sanatsal faaliyetten çok daha güçlü, ancak etkinin kalıcılığının aynı güçte olmadığını söyleyebiliriz. Bilginin derinleşmesi ve kalıcılığı için okuma ile bütünleşmesi gerekmektedir. Aydın Çubukçu’nun hazırladığı, Evrensel Basım Yayın’dan çıkan “Bizim ’68” kitabı, belgesel nitelikte bir edebiyat çalışması olması bakımından, döneme ilişkin sağlıklı bir bakış açısı kazandırmaktadır.

Aydın Çubukçu, kitaba hazırladığı önsözde, Bizim ‘68’i, bugünü ve geleceği anlamak için okumak gerektiğini söylüyor. Çünkü, ’68, üzerinde çok tartışılan bir geçmiş değil sadece, aynı zamanda, gelecektir de. Birçok yönüyle bir gençlik hareketi olarak düşünülebileceği gibi, idealleri ve karakteri bakımından, Türkiye ve dünya emekçilerinin savaşsız ve sömürüsüz bir gelecek arayışıdır. Aydın Çubukçu, “Bizim ’68” kitabına hazırladığı önsözde bu durumu şöyle aktarıyor: “… Gerçekte Türkiye’nin ’68’ini yalnızca bir gençlik hareketi olarak tanımlamak isteyenler, o yıllara asıl karakterini veren ve bütün ’70’li yıllar boyunca devam eden işçi ve emekçi mücadelesini göz ardı ediyor. Gerçekte bütün dünya, genç kitleler, dünyanın yaşamakta olduğu çürümeye, sömürüye, haksızlık ve zulme karşı çıkarken, aslında, şiddetli dip akıntıları halinde seyreden büyük toplumsal kaynaşmanın görünürdeki yüzünü oluşturuyordu…

 

TÜRKİYE’NİN ÖZGÜNLÜĞÜ

Amerikan 6. Filosu’nun Dolmabahçe’ye demirlemesi ve ’68 gençliğinin anti-Amerikancı duygularla geliştirdiği eylemde, Deniz Gezmiş’in gençliği harekete geçirmek için söylediği “akın var akın,… güneşin zaptı yakın!..” sözleri meşhurdur. Bu, ’68 gençliğinin edebiyatla ilgisinden öte, kendi geçmişiyle kurduğu bağdır, aynı zamanda. Dönemin öğrenci örgütlülükleri, gençliğin örgütlü mücadelesine hizmet ettiği kadar, gençlik hareketine entellektüel bir zenginlik de kazandırıyordu. ’68’de, güneşin zaptı, gerçekten yakın görünüyor olmalıdır. Örneğin ‘yarın’ kadar yakın. Bu, ’68 gençlik hareketinin önemli bir özelliği olarak da düşünülebilir. Bir diğer önemli özellik de, tartışmalar ve okunan her şey, dünya ve Türkiye’deki gelişmeler ışığında anlamını buluyordu. Sovyetler Birliği’nin girmiş olduğu revisyonist hat, Küba Devrimi, Vietnam halkının ABD işgaline karşı verdiği mücadele, Filistin halkının Direnişi, Çin’de Mao’nun zaferi, ’68 hareketinin genel siyasal karakterini de veriyordu.

Sadece gençlik hareketi değil emekçilerin eylemleri de, yalnızca Türkiye’de değil dünya işçi, emekçileri ve gençliğinin hareketi de, başta ABD olmak üzere, emperyalizmin çürümüşlüğüne karşı yükselişteydi. Gençlik, bu hareketin en dinamik yanını oluşturuyordu. Eylemlerin yöneliminde, dünyadaki bu siyasal gelişmelerin izini görmek mümkün. Ama bu genel hareketlilik içinde, Türkiye, kendi özgünlüklerini barındırıyordu. Bizim ’68 kitabında, Halit Çelenk’in değerlendirmesi, bu özgünlüğü özetliyor: “Aslında üniversite hareketleri üniversite sorunlarıyla, öğrenim sorunlarıyla ilgili alarak başladı. Ama devrimci gençlik, haklı olarak ve yerinde olarak, yurt sorunlarıyla ülkenin kalkınmasıyla, daha demokratik hakça bir düzene ulaşılabilmesi için yapılabilecek olanlarla da ilgilendi. Bu mücadeleyi yaparken de elbetteki faşizme karşı mücadele, emperyalizme karşı mücadele; döneme göre çok ileri ve haklı sloganlar haline geldi. Bu mücadele, 12 Mart dönemine kadar devam etti.

 

GÜNÜMÜZDEN BAKINCA

Nasıl ki ’68 gençlik hareketinin başlangıcı için bir tarih veremiyorsak ve bir süreç olarak ele alıyorsak; bugünün üniversite gençlik hareketine de öyle bakmak gerekiyor. Aydın Çubukçu’nun Bizim ’68 kitabının üçüncü baskısına hazırladığı önsöz, 1996 eylemleri ile ’68 arasındaki bağın güçlülüğünü anlamamızı kolaylaştırmakta.

Bütün kendine özgü özelliklerine karşın, 1996 eylemleri, 1968 ilkbaharının renklerini, heyecanını ve özgürlük duygusunu esin kaynağı olarak görmekten ve bunu ifade etmekten geri durmadı… 1996 kışının ortasında, ’68 eylemlerinin sıcaklığını, üniversite anfilerinden, büyük kentlerin en büyük meydanlarından başlayıp, Meclis koridorlarına, rektörlük binalarına, polis şeflerinin telsizlerine doğru, hem yeni bir bahar müjdesi, hem bir karabasanın yeniden canlanması gibi esti…

Süreci biraz daha ileri götürerek, bugünkü gençlik hareketi ve ’68 arasındaki bağları ‘güçlendirebiliriz’. 96 harç eylemleri, üniversitelerin piyasalaştırılmasına ve halk çocuklarına kapatılmasına karşı yakın tarihte yapılan önemli eylemlerden biriydi. Onu, ’99’da fen edebiyat fakültelerinde yapılan formasyon eylemleri izledi. Dünya Bankasına verilen sözler, binlerce fen edebiyat fakültesi öğrencisini geleceksizliğe itiyordu ve İstanbul Üniversitesi’nde başlayan eylemler, tüm Türkiye’ye büyük bir hızla yayıldı. Özünde ekonomik talepleri barındıran bu eylemler sönümlenmeye başladığı sırada, ABD’nin Irak’ı işgali gündeme geldi. 2003, tüm üniversitelerde savaş karşıtı eylemlere sahne oldu. Dünyadaki genel savaş karşıtlığı, Türkiye üniversitelerinde de boykotlara varan eylem biçimleri ile ete kemiğe büründü.

Bugün harçlar, formasyon hakkı, savaş karşıtlığı, bilimsel eğitim… vb. birçok somut talep, bazen fakülte ve üniversite sınırları içinde bir eyleme dönüşürken, taleplerin çok daha yakıcı olduğu dönemlerde eylemlerinde genelleştiği bir tarzda ilerliyor. Genelleşen eylemler, döneme özgü ve eylemler bittiğinde dağılan örgüt biçimleri de oluşturuyor. Taleplerin aciliyeti ve buna parelel olarak eylemlerin genişliği, siyasal görüş ayrılıklarının ötesinde bir birliktelik yaratıyordu. Tabii, bu tablo, tersten de kurulabilir. Yani taleplerin aciliyeti, farklı siyasal grupların ortak  tavır almasının zeminini yaratıyordu. ’90’ların başından 2008’e kadar getirebileceğimiz bu süreç, devam etmekte. Bizim ’68 kitabı ile birlikte bu yaşadığımız süreci yeniden ölçebilirsek, çok daha geniş bir yelpazede değerlendirme imkanı yakalayabiliriz.

’80 sonrasında üniversitelerde genel bir eylem karakteri alan bu hareketlilik, biçim bakımından olmasa da, yönelim açısından, dünya gençliğinin talep ve hareketine  paralellik gösteriyor. Üniversite amfilerinden başlayan ve bağımsız-demokratik Türkiye talebine doğru genişleyen ’68 gençlik hareketine ne oldu diye soracak olursak; onu bugün hâlâ sürmekte olan bu gençlik hareketi içinde bulabiliriz. Elbette ki, dünyadaki siyasal gelişmelerin ve dönemin diğer kendine özgü koşulları içinde.

 

6 Mayıs 1972

Mayıs ayı içerisinde Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ın asılışlarının yıldönümünde yapılacak birçok etkinlikte hafızalar tekrar tazelenecek. Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının bağımsız, demokratik Türkiye mücadelesi, bugünün en acil sorunu olarak tekrar işlenecek. Bu yoğun dönem içerisinde belgesel niteliğindeki çalışmalara bakmak, hafızaları tazelemenin önemli bir yönü olacaktır. Bizim ’68 kitabı; geçmişimizi ve bugünümüzü anlamak, geleceğe doğru atılacak adımları sağlamlaştırmak için önemli bir belgesel kaynak sunuyor.

 

rus edebiyatının öğrettiği

 

 

“Halk gizlice ayaklanmaya eğilimlidir..”.

Boris Godunov tragedyası

(Aleksandr Puşkin)

 

Bizde, devrimci çalışmaya yeni katılan gençlere ilk önerilen kitaplardan biri Maksim Gorkiy’nin Ana adlı yapıtıdır. Yalın, güvenilir ve her gencin kendinden bir şeyler bulabileceği bu roman, 20. Yüzyıl Rusyası’ndan çıkarak 21. Yüzyıl Türkiyesi’nde kendisine sağlam bir zemin bulur. Bu zemin, emekçilerin yoksul yaşamı, öfkesi ve mücadele eğilimidir. Marksizme ve devrimci çalışmaya yönelen her genç, böylece, Rus edebiyatına da bir giriş yapmış olur. Bu sadece bir giriştir, ancak okur, o zengin Rus edebiyatının önemli bir halkasını yakalamış olur. Ataol Behramoğlu, Evrensel Basım Yayın’dan çıkan Rus Edebiyatının Öğrettiği adlı çalışmasıyla bu zengin Rus edebiyatını birçok yönüyle işliyor. Bu çalışma okunduğunda, bizim genel olarak Ana kitabıyla başlayan okumamız da kendi tarihselliği içinde anlamını buluyor.

 

KİTAP ÜZERİNE

Eğer bir dönem anlatılıyorsa, okur açısından kolay olan, bilgiyi kronolojik bir sıralama ile almasıdır. Bu, belki, bilgiyi hafızada tutmak açısından da kolaylaştırıcı bir yöntemdir. Ataol Behramoğlu’nun çalışması; Rus romanı, şiiri ve tiyatrosu üstüne çeşitli dönemlerdeki değerlendirmelerinin yanı sıra Türkiye’deki ve uluslararası akademik toplantılarda sunduğu bildiri metinleri olduğu için, böylesi bir kaygı ile oluşmamış. Bu açıdan, Ö. Aydın Süer’in XIX. Yüzyıl Rus Edebiyatı Üzerine Yazılar adlı kitabı ikinci bir kitap olarak önerilebilir. Ancak, Ataol Behramoğlu, Rus edebiyatı üzerine düşüncelerini aktarırken, makalenin bir paragrafında, tüm kronolojik sıralamayı bir anda okurun karşısına çıkartmayı başarmış. Bu, okura tüm okuduklarını bir anda genelleştirme imkanı da veriyor. Yine de, şunu belirtmek okur açısından kolaylık olacaktır: Kitapta yer alan 19. Yüzyıl Rus Romanı Üzerine Notlar adlı makalesi genel bir kronolojik sıra sunuyor.

Kitabın önemli bir özelliği de, okuru konu üzerine daha fazla çalışmaya özendirmesidir, diyebiliriz. Behramoğlu, yalın ve anlaşılır diliyle Rus edebiyatı üzerine düşüncelerini aktarırken, makalelerinde, hem okurla hem de kendisiyle tartışıyor. Ortaya sorular atıyor, kendi cevaplarıyla birlikte, okura da daha birçok ayrıntı olduğunu sezdiriyor. Bir yüksek lisans öğrencisine çalışma çizelgesi alt başlığı ile yazdığı A. S. Puşkin – A. Mickiewicz makalesinde, üzerinde çalışılması gereken daha birçok alan olduğunu daha net görebilirsiniz.

 

EDEBİYATTA SIÇRAMA

19. Yüzyıl Rus edebiyatının elbette onu hazırlayan bir öncesi vardı. Ataol Behramoğlu, bu öncülleri, Rus dilini arındıran Lomonosov, kaside türünü demokratlaştıran Derjavin, ilk toplumcu yergilerin yazarı Fonvizin, Rus halk bilgeliğini fabllarında yansıtan Kırılov ve Puşkin’e doğrudan öğretmenlik yapmış Karamzin, Jukovski gibi yazarlar ve şairler” olarak sıralıyor. Aleksandr Radişçev’i (1749-1802) ise, kendisinden sonra gelecek kuşağı ve devrimci hareketi etkilemesi bakımından ayrı bir yere koymuş Behramoğlu. Ama Puşkin’le birlikte edebiyat ‘geri dönülemez’ bir sıçrama yaşıyor. Behramoğlu’nun da, çalışmasında, Puşkin üzerine bu kadar çok durmasını anlayabiliriz. Puşkin’in kişilik ve dünya görüşünün oluşmasında ilk sırayı alan özellikleri, Ataol Behramoğlu şöyle sıralıyor: “Başta Voltaire’in yapıtları olmak üzere Batı aydınlanmacılığı ürünlerinin; köklerini mitolojide, eski Yunan-Latin klasiklerinde bulan hümanist ve özgürlükçü geleneklerin; Rus halk yaratıcılığının ve 18. Yüzyıl klasikçi Rus edebiyatındaki aydınlanmacı geleneklerin; Byron romantizminin, W. Scott tarihsel romanının, rönesans edebiyatı ve özellikle de Shakespeare’in belirleyiciliği.

İşte, Puşkin’i bir sıçrama tahtası yapan etkiler bunlar diyebiliriz. Sadece insanlığın en ileri değerlerinin bir toplamı değil, onu ileri doğru geliştiren bir edebiyatçı Puşkin. Bu haliyle, Rus edebiyatında olduğu kadar, dünya edebiyatında da bir gelişmeyi temsil ediyor. Puşkin’de, toplumsal gelişmenin diyalektik yasalarına da bakma fırsatı bulabiliriz. Batı aydınlanma ve sosyalist hareketinin Rusya ile buluşması, edebiyat ve düşünce alanındaki gelişmeler, Rusya’nın kendi iç çelişkileri ve daha başkaca nedenler, meyvesini Puşkin’de veren yeni bir edebiyat ve düşünce dünyasının doğmasına kaynaklık ediyor.

 

İKİ YÜZYIL ARASINDA

Maksim Gorkiy, Sovyet devriminin yazarıdır. Gorkiy’in eserlerinde umutsuzluk değil umut vardır. Edilgenlik değil etken olmak asıl gerçekliktir. İşte bizim Gorkiy ile Rus edebiyatında yakaladığımız halka, bu sosyalist gerçekçilik halkasıdır. Gorkiy, klasik Rus edebiyatının 20. Yüzyılın başlarındaki yeni biçimidir. Behramoğlu Gorkiy’i kendi tarihselliği içinde şöyle betimliyor: “Yaşamlarının son dönemlerinde Karamazov Kardeşler, Ecinniler vb. yapıtlarıyla Dostoyevski, Diriliş, İvan iliç’in Ölümü, Kroyçen Sonat vb. ürünlerle Tolstoy, ustalıklarını sürdürürken, iki yüzyılın kesiştiği noktada A. Çehov, M. Gorkiy, L. Andreyev vb. genç kuşak yazarlarının ürünleri de birbirini izlemektedir. Bu genç yazarlar, Rus (ve dünya) edebiyatının Puşkin, Gogol, Turgenyev, Gonçarov, Dostoyevski, Tolstoy gibi yarattığı Rus edebiyatının yeni kuşaklarıdır; bu büyük edebiyatın ürünleridir. Fakat yeni koşulların yeni konular ve üsluplar getirmesi de doğaldır.

 

RUS EDEBİYATININ ETKİLERİ

Biz de, dili yalınlaştırma ve modern bir yazın oluşturma çabalarını 19. Yüzyıla kadar götürebiliriz. Bu çağda; yeni bir dil ve tarih bilincine bağlı çabalara, roman, öykü, oyun türündeki ilk örnekler ve şiirde yeni kavramlara açılan bir öz hareketi yaratma çabaları olarak bakabiliriz. Biz de, edebiyat alanındaki ve düşünce dünyasındaki bu aydınlanma hareketi ile 19. Yüzyıl Rus edebiyatı arasında benzerlikler kurabiliriz. Ama Ataol Behramoğlu, iki komşu ülke arasındaki bu benzerliklerin herhangi iki toplumun arasındaki benzerliklerden çok da öte olmayan bir benzerlik olduğunu söylüyor. “Rus Düşünce Tarihini Okurken Notlar” adlı makalesinde, her iki toplumun batılılaşma süreçlerinde karşılaştıkları sorunların ve çözümlerin benzer olduğunu belirtiyor, fakat bir farkla: Bu süreçlerin, Rusya’da yaklaşık 150-200 yıl önce başlamış olduğunu da vurguluyor. Belki de, karşılaşılan sorunların ve çözümlerin benzerliğindeki evrensellik Batı’nın genel etkisinde aranabilir, ama iki ülkenin gelişim rotaları, kendi özgünlükleri üzerinde araştırma yapılmadan anlaşılamaz. Nitekim I. Dünya Savaşı ve onun yarattığı derin çelişkiler Rusya özgünlüğünde sosyalist bir iktidara götürürken, Türkiye’de bir burjuva Cumhuriyeti kurulmuştur. Rus edebiyatının etkileri ise, bu genç Cumhuriyet’in kuruluşundan yaklaşık olarak 15-20 yıl sonra hissedilip görülmeye başlamıştır. 19. Yüzyıl Rus edebiyatının nesir türündeki yapıtların çevirisi, Türkiye’ye, 1940’lı yıllarda girmiştir. Şiir ise, genel olarak 60’lı yıllardan sonra Türkçe’ye çevrilmiştir. Ataol Behramoğlu, “Rusya, Yoksul Rusya!..” adlı makalesinde, Rus edebiyatının Türkçe’ye çevriliş öyküsünü çok daha ayrıntılı bir biçimde veriyor.

1940’lı yıllardan sonra, 19. Yüzyıl Rus edebiyatı, Türkiye’de genel bir etki yaratmıştır. Ama onun edebiyatımız üzerindeki etkisi farklı bir olgudur. Peki, bu nasıl bir etkilenme? Behramoğlu’nun, Nâzım Hikmet ve 19. Yüzyıl Rus edebiyatı üzerine makalelerine bakarak, bu konu hakkında bazı fikirler edinebiliriz.

 

SON OLARAK

19. yüzyıl Rus edebiyatının yarattığı o büyük zenginlik, Ataol Behramoğlu’nun da makalelerinde belirttiği gibi, bugün daha birçok yönüyle işlenmeye değerdir. Behramoğlu’nun “Rus Edebiyatının Öğrettiği” adlı çalışması, bu zenginliği bizlere göstermesi bakımından da önemli. Kitap, kapsamı bakımından, üniversitelerin edebiyat fakültelerine bir yardımcı kitap olarak önerilebileceği gibi, edebiyatseverler için de bir başvuru kitabı olarak düşünülebilir. Günlük aydınlatma faaliyetimiz açısından ise, Rus edebiyatı bize çok uzak olmayan bir alan. Bu açıdan değerlendirdiğimizde ise, bizim için akademik-entellektüel bir çabanın ötesindedir ve ajitasyon ve propaganda dilimizi bu edebiyatla birlikte zenginleştirebiliriz. Behramoğlu’nun çalışması, bu çaba içine giren her devrimci için de okunması gereken bir kitap.

Doğanın Diyalektiği Ve Evrim Teorisi

FIRAT ÇARALAN

Sov­yet Hü­kü­me­ti top­lu­ma bi­lim­den çok bi­lim­sel ba­kış açı­sı­nı öğ­ret­me­ye ça­lış­mak­ta­dır. Sov­yet yurt­ta­şı­nın özel­lik­le de genç ku­şa­ğın gün­lük ya­şa­mı­nı be­lir­le­me­ye baş­la­yan iş­te bu ba­kış açı­sı­dır. Ül­ke­miz­de [İn­gil­te­re’de] bi­li­min­sa­nı­nı otur­du­ğu semt­te­ki ma­nav­dan ayı­ran de­rin uçu­rum SSCB’de hız­la or­ta­dan kalk­mak­ta­dır.
(J. D. Bernal)

Hollywood, Ortaçağ’ın kurt adamlar, vampirler, ruhlar, cinler ve büyücülerle dolu dünyasını sinema ekranlarına taşırken, bu alanın büyülü dünyasından bolca ekmek yedi. Filmlere konu olan Tanrı’nın bu lanetli yaratıkları, Ortaçağ kurumlarının bilime ve akılcı düşünceye karşı verdiği savaşımın askerleri durumundaydı. Her muhalif düşünce, bu simgesel yaratık ve kişiliklerden birine benzetilerek, cezalandırılabilirdi. Aynı zamanda da, bu yaratıklar, Tanrı düşüncesinin tersten bir olumlamasıdır. Son dönem filmlerine baktığımızda ise, geçtiğimiz 150 yılın önemli teorilerinden “evrim kuramı”nın bu filmlere konu edinildiğini görebiliriz. Bu, Hollywood açısından ‘yaratık’ filmlerine olan ilgiyi yeniden arttırmak için iyi bir fırsat. Çünkü klasik “kurt adam” ya da “yaşayan ölüler” film serilerini monotonluktan kurtarmak, ona bir değişim geçirtmek için elde olan tek teori bu. Ruhlar aleminin imdadına evrim teorisinin yetişeceğine kim inanırdı!
Ruhlar, periler ve cinler alemi ile uğraşan, sadece Hollywood değil. Falcılık ve büyücülük gibi, akıl dışılığın bu en ilkel biçimlerinin de karaborsada epeyce alıcısı var. Bu, ev sohbetlerinde bir sohbet konusu olmaktan öte, piyasanın gözde ‘meslekleri’nden biri durumunda. Örneğin Türkiye’nin entelektüel merkezlerinden Beyoğlu İstiklal Caddesi’nde, 5 liraya hem kahve içip, hem de falınıza baktırmak için epeyce mekan var. Edebiyat dünyası açısından da benzer bir durum söz konusu. Özellikle gençlik içinde, hatta daha küçük yaşlarda başlayan; fantastik, macera ve kurgu olana ilginin, doğaüstü güçlere doğru kaydığını söyleyebiliriz.
Ruhlar aleminin ‘gizemli’ dünyası, etki alanını bilim dünyasında da gösterir. Konumuz açısından ilginç bir örnek, evrim teorisini Charles Darwin ile eş zamanlı olarak bulan Alfred Russel Wallace’nin başından geçmiş. Bu örneği Friedrich Engels Doğanın Diyalektiği1 adlı çalışmasında ayrıntılarıyla birlikte verir.

WALLACE VE RUHLAR ALEMİ
Ünlü bir hayvan ve bitki bilimci olan Wallece’i ruhlar alemine kaydıran neydi? Bilimsel bir merakın kurbanı mıydı? Engels, böyle olmadığını, Wallace’in başına gelenlerin dönemin birçok bilim insanının da başına geldiğini söylüyor. Mekanik fiziğin kurucusu Isac Newton, Talyum elementini ve radyometreyi bulan William Crookes ve birçok tanınmış bilim insanı, ruhlar alemi ile bir türden ilişkiye geçmiştir.  Ortaçağın en gözde ‘meslekleri’ olarak medyumluk, büyücülük ve falcılığın yükselişte olduğu bu dönem, aynı zamanda, ilk sosyalistlerin2 materyalist fikirleri yaydığı, işçi sınıfını bu fikirler etrafında bir araya getirdiği bir dönemdir. Bilimsel sosyalizm ve diyalektik materyalizme doğru giden yolda İngiltere emekçileri ve aydınları ilk adımları atmaktadır. İngiltere ekonomisinin gelişkin düzeyi, İngiliz burjuvazisi ve işçi sınıfı arasındaki sınıf savaşımları, bilim dünyasını ve entelektüel yaşamı da şekillendirmektedir. Bu dönemin burjuva ekonomisi ve eğilimlerinin Charles Darwin’in evrim teorisini nasıl etkilediğini daha sonra ele alacağız. Ama öncelikle bilim ve büyücülük arasındaki çelişkili durumu aydınlatmamız gerekecek. 19. yüzyılda bu çelişkinin temel kaynağını, Engels, deneyi kutsayıp teoriyi küçümseyen bilim anlayışının (görgücülük) bir sonucu olarak yorumlar. Sonraki dönemler açısından da, görgücülük, geleneksel bilim anlayışının derinlerine kadar nüfus etmiştir. Ve günümüzün bilim anlayışını şekillendirmektedir. İş bölümünün sınırlayıcı etkisinin disiplinler arasında yarattığı teorik boşluk, görgücülüğün diğer bir kaynağı ve pratik yansımasıdır. Ama nihayetinde görgücülüğün kendisi de bir ‘teori’dir. Ve burjuva dünyasının ön yargılarının, korkularının, kendi geçmişinden kaçışının dışa vurumudur. Bu durumu daha iyi anlayabilmek ve biraz da evrim teorisine doğru yol almak için tarihi daha geriden başlatmamız gerekecek.

BİLİMDE İLK DÖNEM
Nasıl ki Yunan felsefesinin o büyük düşünsel zenginliği köle emeği üzerinde şekillenmişse, burjuva devrimleri çağı da, bin yıllık karanlık Ortaçağ’daki gelişmelerin bir sonucudur. Engels, burjuva devrimler çağını hazırlayan Ortaçağ’daki bu gelişmeleri şöyle sıralıyor: “Avrupa’da uygarlık alanının genişlemesi, orada uzun ömürlü, yaşama şansı olan ulusların yanyana oluşması, son olarak 14. ve 15. yüzyılın büyük teknik ilerlemeleri…”3
Ortaçağ’da büyük burjuva devrimlerine açılan kapı bu koşullar içinde şekillendi. 15. yüzyılda tüm Avrupa’yı sarsan ve Luther’in kişiliğinde somutlanan büyük köylü ayaklanmaları, İngiltere’de daha az kansız ve uzlaşma içinde geçen burjuva devrimi ve son olarak Fransa’da devrimi sonuna kadar götürme isteği ve cesaretiyle ortaya çıkan burjuvazinin en yiğit evlatları…
Gerçek anlamda bilim de, burjuvazinin feodalizme karşı verdiği bu savaşım içinde doğdu, büyüdü ve serpildi. Bu dönem içinde Yunan felsefesinin zengin düşünsel mirası ile ‘yeniden’ tanışıldı. Arap bilim ve tekniğinin dağınık yapısı, Batı için başlanacak ilk noktalardan biri durumundaydı. Ama doğa üzerine bilgi henüz çok yetersizdi ve bilgi hızlı bir şekilde toplanmalıydı. Coğrafi geziler, canlılar üzerinde yapılan anatomik çalışmalar, yeni minerallerin keşfi, mekanik hareketin incelenmesi ve buna paralel olarak matematikteki gelişmeler, bu çağın bilimsel karakterini özetler. Elde biriken malzeme boldu, ama henüz işlenmemişti. Coğrafi gezilerde yeni kıtalar keşfedilmiş, daha önce kimsenin gitmediği yerlere ayak basılmıştı. Ama kıta tektoniği hakkında henüz bir şey bilinmiyordu. Ve kıtaların, ilk nasıl oluşmuşlarsa, hâlâ o biçimde var oldukları sanılıyordu. Karşılaştırmalı anatomi ve fizyoloji ile birçok canlının yapısı hakkında bilgi toplanmıştı, ancak canlıların hep aynı şekilde varolduğu düşüncesi yaygındı. Newton, herhangi bir yaratıcıya gerek duymadan, fiziğin genel hareket kanunlarını ortaya koymuştu. Tanrıya düşen, saati kurmasıydı; gerisi kendi halinde hareketine devam edebilirdi. Ama bu hareket, tarihsel bir gelişimi içinde barındırmaktan çok, belli bir sınırlılıkta hareketi belirtiyordu. İşte bilimdeki bu genel durum, düşünce dünyasının da sınırlarını çiziyordu. Varolan her şey bugünkü biçimiyle algılanıyordu, durağan ve değişmezdi.
Bu dönem, kendine özgü bir aydın ve entelektüel kuşağı da oluşturdu. En az 4-5 yabancı dil bilen, bilimin birçok alanı ile ilgili, bütün dünyayı gezme arzusunu içinde barındıran burjuvazinin bilim ve coğrafi atılımlarına denk düşen bir aydın kuşağı.. Siyasi görüşleri, dine bakışları, eleştiri yöntemleri farklı olsa da, bu aydın kuşağının genel özelliği bu şekilde anlatılabilir. Engels, “Doğanın Diyalektiği” adlı çalışmasında bu dönemi daha ayrıntılı bir şekilde anlatır ve iş bölümünün sınırlayıcı etkisinin bu dönemde olmadığını söyler. Ve aynı çalışmada, bu döneme noktayı vuran önemli bilimsel gelişmelerden bahseder.
Yer bilimi ve jeolojik kazılar, katman bilgisini geliştirmişti. Yapılan çalışmalarda, farklı jeolojik zamanlara ilişkin bilgiler toplanmış ve bu kazılarda bugün hiç rastlanmayan canlı türlerine rastlanmıştı. Bu çalışmalar, üzerinde yaşadığımız dünyanın kendine özgü bir tarihinin olduğunu ortaya koydu.
Hücrenin keşfi, tüm canlıların en küçük ortak yapısının bulunması, karşılaştırmalı anatomi ve fizyolojinin sınırlarını genişletti.
Enerjinin dönüşümü ve korunumu ilkesi, tüm fiziğe yeni bir yön verdi. Mekanik fizik, yerini sürekli bir değişim ve dönüşüme bıraktı.
Kimyadaki gelişmeler, varolanın anlaşılmasından öte, yeni mineral ve bileşiklerin kimyasal yöntemlerle oluşturulabileceği bir aşamaya geldi.
Evrim kuramı, tüm canlı yaşamını, kendi tarihselliği içinde herhangi bir yaratıcıya, doğaüstü güce gerek bırakmadan açıkladı. Bugünkü canlıların nasıl oluştuğuna ve bunun mekanizmasına ışık tuttu.
İşte bilimdeki bu gelişmeler, o güne kadarki değişmezlik fikri ile tanımladığımız doğa anlayışını yıktı. Deneye ve gözleme dayalı bilimin verileri, bir tarih ve değişim fikri ile teorize edildi. Artık Ortaçağ’ın ruhlarına, perilerine gerek kalmadan, her şey kendi doğası ve tarihselliği içinde anlaşılabilir olmuştu. Ve sonraki yüzyılların da şekillenişi, bu bilimsel birikim üzerinden gelişmiştir. Bu bilimsel gelişmeler, tüm doğayı, canlılar da dahil, bütünlüklü bir şekilde bir varoluş ve yok oluş içinde ele alan diyalektik materyalizmin bilim alanındaki kanıtlanması oldu. Aynı şekilde, tersten söyleyecek olursak, diyalektik materyalizm, bu gelişmelerin teorik bir ifadesidir.

GÖRGÜCÜLÜK VE DİYALEKTİK MATERYALİZM
19. yüzyılda, bilimdeki gelişmelere büyük toplumsal hareketler eşlik ediyordu. Bilim, teorik düzeyde, doğa anlayışında bir bütünlük oluşturmuştu. Ama burjuva devletler, işçi hareketleri karşısında yıkıma doğru gidiyordu. Bilimsel ilerlemenin tek yöntemi olan materyalizm, toplumsal hareketler için tehlikeli bir “hastalık”tı. Onun bu yaşamdan kopartılması gerekiyordu ve bunun teorik ifadesi görgücülük (pozitivizm) oldu. Bilimsel gelişmelere paralel olarak, materyalizm, kendi gelişimi içinde, Marx ve Engels’in kişiliklerinde diyalektik materyalizm olarak işçi sınıfının biricik teorisi haline geldi. Çünkü diyalektik, hem toplusal olayların hem de doğa olaylarının gelişim yasalarını bütünlüklü bir biçimde ortaya koyuyordu. Ve burjuvaziye kendi sonunu işaret ediyordu.
Kısacası görgücülükse, bu çağda bilimsel değil, sınıfsal bir tutumun ifadesidir. Bilim ve teknik gelişmeliydi, ama toplumsal hayattan kopartılarak. Çünkü olgular arasındaki bağlar kurmak, insanları tehlikeli fikirlere sürükleyebilirdi. Burjuvazi bu çağda dine yine sarıldı, büyücülük ve falcılık, toplumun alt tabakaları için uygun bir dünya görüşü olarak yaygınlaştırıldı. İnsanlara inanacakları bir şeyler lazımdı ve bu, kesinlikle materyalizm olamazdı. Sadece yoksul emekçi tabakalar değil, bilim insanları da, görgücü düşünce tarzı ile, ruhlar aleminin kurbanı oldu. Böylece Ortaçağ’ın en karanlık güçleri, hem toplumsal alanda, hem de bilim dünyasında kendisine önemli bir yer edinebilmişti. Öyleyse bilim, kapitalistin çıkarları etrafında etkin, ama toplumsal yaşam ve bu yaşamdaki rolü üzerinden baktığımızda edilgen bir rol üstlenir. İşte evrim teorisini Darwin ile eş zamanlı olarak bulan Wallace’nin ruhlar alemine girişi ve başına gelenler, bu toplumsal gelişmelerin ilginç bir örneğidir.
Aslına bakılırsa, Wallace, insan beynini, özel bir tasarımın ürünü olarak, doğal açıklamasının dışında bırakmıştır. Burada da, burjuva dünyasının başka bir karakterini görürüz. Steven Jay Gould, bu durumu “Darwin ve Sonrası”4 adlı çalışmasında, Engels’in “İnsandan Maymuna Geçişte Emeğin Rolü” başlıklı makalesi üzerinden irdeler. Ve bu makalenin düşünsel önemini, burjuva darkafalığını açığa çıkardığını söyleyerek dile getirir. Bilim alanında pratik bilgiyi yücelten ve teoriyi küçümseyen burjuva bilim anlayışı, toplumsal alanda ise, pratik emeği küçümseme eğilimindedir. İnsanı ya da insan beynini tüm bir doğal sürecin dışında bırakan, ona doğaüstü bir anlam veren bu düşünce tarzı, sınıfsal bir yaklaşımdır. Pratik emek sürecinin hiçbir aşamasında yer almayan, kendini bu üretim sürecinin egemeni olarak, onun üstünde bir yere koyan burjuvanın kibiridir, burada görülen. Wallace, görgücülüğün olduğu kadar, bu kibirin de kurbanı olmuştur. Darwin ise, insanı, kendi doğal açıklamasının bir parçası olarak görür. İnsan beynine doğaüstü bir açıklama getirmez. Ama bunu “Türlerin Kökeni” kitabında açık açık söylemekten çekinir. “İnsanın kökenine ışık tutacaktır” gibi bir ifadeyle bu sorunu geleceğe bırakır.

TÜRLERİN KÖKENİ VE DİYALEKTİK
Darwin, Beagle gemisi ile 5 yıl sürecek olan yolculuğa çıktığında, dünyadaki vaziyet kabaca böyleydi. Ve Darwin, bu toplumsal gelişmelerden soyutlanarak düşünülemez. Gezi süresince topladığı örnekler, yaptığı gözlemler ve gezi sonrası yaptığı çalışmalar sonucu ulaştığı evrim kuramı, kendi dünya görüşünü de içinde barındırır. Onun teorisinin eksik ve yanlış sonuçlarını değerlendirirken, bu durumu da göz önüne almalıyız. Engels, Doğanın Diyalektiği’nde, Darwin’in evrim kuramını, diyalektiğin yasalarının süzgecinden geçirir. Evrim kuramı üzerinde yürüyen bugünkü tartışmaları, teorinin eksik ve geliştirilmeye gereksinimi olduğu yönlerini büyük bir başarı ile tahlil eder. Bu, diyalektik yöntemin bilimsel gelişmelere sıkı bir şekilde uygulanışıdır. Darwin’in evrim teorisini kabaca olsa tarif etmek, diyalektiğin bu kuramın geliştirilmesinde oynayacağı rolü daha iyi anlamamızı sağlayabilir.
Darwin, bugünkü canlıların, ortak bir atadan, milyonlarca yıl süren bir evrim sonucu geliştiğini söylüyordu. Jeolojik kazılar sonucu, Kambriyen çağ (550 milyon yıl öncesi) olarak adlandırılan bir dönemde çok hücreli canlıların ‘aniden’ ortaya çıkışı ve büyük canlı çeşitliliğinin bulunması, Darwin’in o günkü bilgilerle açıklayamayacağı bir gelişmeydi. Bilimsel gelişmeler Darwin’i sınırlıyordu, ama onu sınırlayan daha önemli bir etken vardı: İdeoloji. Onun dünya görüşünde, İngiltere burjuvazisinin eğilimlerine denk düşen ideolojik bir yön bulunuyordu. Bu görüşte, ani sıçramalara, yıkım ve yeni oluşumlara yer yoktu. Süreç, başlangıçtan yukarıya doğru düz bir çizgi olarak ele alınıyordu. Kambriyen çağ, bu düşünce açısından bir muammadır ve yaratılışçılara alan açmaktadır. Bugün de, yaratılışçıların saldırılarının merkezlerinden biri durumundadır. Tarihsel süreci bir yıkım ve oluşum içinde ele alan diyalektik yöntem ise, teorik olarak böylesi bir boşluğa yer bırakmaz. Sorunu bilimin gelişme sınırları içinde bırakır.
Darwin’in, kuramına bir mekanizma da bulması gerekiyordu. Canlılar, tek hücreli canlılardan bugünkü çok hücreli karmaşık yapıdaki canlılara, hangi mekanizmalarla değişim geçiriyordu ve buradaki itici güç neydi? Darwin’in açıklaması, o günkü bilgilerle uyumlu, anlaşılır ve tamamen doğaldı. Bu mekanizmaya ilişkin genel olarak şunlar söylenebilir: Canlılar hayatta kalabilecek olandan daha fazla yavru yaparlar. Değişen çevre koşullarına en uygun olanlar hayatta kalır ve bu özelliklerini yavru bireylere aktarırlar. Darwin’in fikirlerini Lamarkçılıktan ayırmak için, buna şunu eklemek gerekir. Organizmalar üzerindeki değişiklikler rastgele olmalıdır. Yani evrim, rastlantı ve gerekliliğin bir bileşimidir. Değişiklik düzeyinde şans, seçilimin işleyişinde gereklilik. Burada, diyalektik bir yasanın canlı dünyasındaki uygulanışını görürüz. İşte “Türlerin Kökeni” kitabı bu önemli gözlemlerin üzerinde yükselir.

BİR SOHBET VE BİR YANILGI
ÇAPA Tıp Fakültesi’nde bir profesörle evrim üzerine yapılan sohbette, profesör Nâzım Hikmet’in şiirinden yaptığı bir alıntıyı ve evrim kuramını bir araya getirdi. Nâzım’ın çok kullanılan dizelerinden “Bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine” sözünü örnek verdi. Eğer Nâzım Darwin’in evrim kuramını bilseydi, bu şiiri başka türlü yazardı dedi. Ve ormanda kardeşlik değil, bir savaşımı görürdü diyerek, sözlerini tamamladı.
Nâzım Hikmet’in evrim kuramına ilişkin bilgisi konumuzun dışında, ama hocanın söyledikleri irdelenmeye değer. Evet, ormanda bir savaşım var. Çok bilinen söylemle, bir varolma savaşımı. En güçlünün hayatta kalabildiği, güçsüzlerin ve uygun olmayanların ise, bu savaşımda yok olduğu bir orman akla daha yatkın. Darwin de, evrim kuramında böylesi bir savaşımdan bahseder ve evrimin itici gücünü bu savaşta bulur. Ama ondaki bu görüş, çağının vahşi kapitalist sömürüsünün teorisine yansıması biçimindedir. Engels’in Darwin’in evrim kuramına eleştirisi de, bu noktada odaklanır. Doğanın Diyalektiği adlı çalışmasında ayrıntılı olarak verir:
“Varolma savaşımı ile ilgili tüm Darwin teorisi… burjuva ekonomisinin rekabet teorisini, ayrıca Malthus’un nüfus teorisini toplumdan canlı doğaya aktarmaktan başka bir şey değildir. Bu marifetin tamamlanmasından sonra (bunun kayıtsız şartsız haklı olduğu, özellikle Malthus’un teorileri bakımından henüz çok kuşkuludur), bu teorileri doğa tarihinden alıp tekrar toplum tarihine aktarmak çok kolaydır ve böylece bu iddiaların toplumun ölümsüz doğal yasası olduğunu tanıtlandığını ileri sürmek çok daha fazla bir bönlüktür.”
Engels’in Darwin’in hatası üzerine söyledikleri, canlıların değişim geçirme mekanizmasını varolma savaşımı gibi tek yanlı bir teoriyle genelleştirmesi olduğu üzerinedir. Darwin, burada, canlı evrimine ilişkin yüzlerce farklı seçeneği dışlar. Ama Engels, bu durumun, Anti Dühring adlı çalışmasında, her büyük buluş yapan bilim insanın başına gelebilecek bir durum olduğunu söyler. Engels’in Darwin’in evrim kuramına ilişkin bu değerlendirmesi, günümüz evrim tartışmalarına ışık tutmaktadır. Bu, diyalektik düşünce tarzının parlak bir örneğidir. Evet, doğada bir savaşım var. Ve bunun canlı evrimi üzerindeki etkisi inkar edilemez. Ancak bu, etkenlerden sadece bir tanesidir. Günümüz evrim tartışmaları da, bu konu üzerinde yoğunlaşmaktadır.
Evrensel Basım Yayın tarafından basılan “Dünü ve Bugünüyle Evrim Teorisi”5 kitabından bir örnekle durumu daha iyi anlayabiliriz. Biyolojiye diyalektik yöntemle bakan bilim insanlarının evrim kuramına ilişkin eleştirileri, Engels’in bu düşüncelerinin yeni bilimsel gelişmelerin ışığında bir devamı niteliğindedir. Örneğin, University College London’da sinir bilim profesörü olan Steven Rose şunları söylemektedir:
“Şimdiye kadar seçilim biriminin doğasını, seçilimin kendi doğasını ele almaksızın ortaya koydum. Darwinci denklemin basit Maltusçu versiyonunda işaret ettiğim gibi, az olan kaynaklar için olan rekabetle seçilim, Darwin’in kendisinin de çok iyi gördüğü gibi, evrimsel değişimin yalnızca kısmi bir mekanizması olabilir; buna, seksüel seçilim ve akraba seçilimi, kurucu etkisiyle seçilim, popülasyonların yeni çevrelere doğru genişlemesi ya da Darwin’in ispinozları gibi potansiyel ekolojik nişler, Kettlewell’in güvelerindeki gibi seçici avlanma ile popülasyon ve türlerin birlikte evrimi –seçilim hangi seviyede olursa olsun– eklenmelidir. Dahası, tek genler ve ekosistemler arasındaki hiyerarşinin verilen herhangi bir seviyesindeki seçilim, otomatik olarak diğer seviyelerdeki seçilim ve evrimsel değişimi göstermez. Canlı sistemlerinde böyle sıkı eşleşmeleri gereksiz hale getiren esneklik ve bolluk bulunmaktadır.”6
Engels’in “Doğanın Diyalektiği” kitabında gördüğümüz evrim kuramına ilişkin eleştirisi, 150 yıl sonra bugün, “Dünü ve Bugünüyle Evrim Terosisi” kitabında yeni bilimsel gelişmelerin ışığında çok daha zengin bir biçimde ortaya konulmaktadır. Ve diyalektiğin doğa yasalarına uygulanışının güzel bir örneğidir.

GÜNÜMÜZ EVRİM TARTIŞMALARI
Bugünkü evrim tartışmaları, bilimin değerlerini savunanlar ile gerici burjuvazi ve her türden ideolojik temsilcisi arasında süren ve Ortaçağ’ın en karanlık güçlerine karşı yürüyen bir savaşın ortasında yapılmaktadır. AKP’nin bilime yönelik ideolojik saldırıları, TÜBİTAK’ta ve üniversitelerde gördüğümüz gibi, kadrolaşma faaliyeti ile birlikte yürümektedir. Büyücülük, falcılık gibi her türden akıl dışı Ortaçağ yaratıları AKP’nin açtığı platformda etkilerini daha da güçlendirmektedir. Bilim, bütün bir Ortaçağ fikirleri ve yaklaşımlarıyla sınırlandırılmak istenmek, bilim üreten kurumların özerkliği iğdiş edilmektedir. Piyasaya açılan eğitim kurumları bilimle uğraşan genç kuşakları belirsiz bir geleceğe mahkum ettiği oranda, bu fikirlerin gelişimi için de uygun bir zemin hazırlamaktadır. Teoriyi küçümseyen bilim anlayışının da, siyasal alanda AKP’nin etki alanını güçlendirmekte olduğu kuşkusuzdur.
Bu nedenle, 150 yıl sonra bugün; bilimin değerlerini savunmak, burjuva gericiliği ve özel olarak yürütmeyi elinde bulunduran AKP karşısında oluşabilecek en geniş cephenin örülmesiyle mümkündür. Ve diyalektik materyalizmi savunanlar, bu cephenin sağlam ve tutarlı ilerlemesinin biricik güvencesidir.

  1. doğanın diyalektiği ve evrim teorisi
  2. Ayrıntılı bilgi için bkz. Ütopyadan Bilime Sosyalizm, Evrensel Basım Yayın, Aralık 2006
  3. Ludwig Feurbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu, Sol Yayınları, Ekim 2006, sf: 28
  4. TÜBİTAK yayınları
  5. Bilim ve Düşünce Kitap Dizisi, sayı: 5
  6. “Ultra-Darwinizm’in Ötesinde”, Prof. Steven Rose – University College London, sinir bilim profesörü

 

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑