abd seçimleri ve obama
KAMİL TEKİN SÜREK
ABD 4 Kasım Başkanlık seçimlerinin üzerinden neredeyse iki ay geçtikten sonra, seçimler ve Obama hakkında yazmak gecikmiş bir iş gibi görünse de, gelişmeleri daha serinkanlı değerlendirmek açısından gerekli sayılabilir. Çünkü, 4 Kasım seçimlerinden sonra öyle bir hava yaratıldı ki, ABD seçmenindeki Obama’nın “değişim” sloganına inanma durumu, ülkemize ve dünyanın pek çok ülkesine de sirayet etti.
Bugün, iyimserliğin yerini kuşkular alırken, özellikle de ülkemizde Obama modası iki ay önceki etkisini yitirmeye başlamışken, seçimlerin önemli noktalarına kısaca göz atalım ve Obama’nın vaatlerinin ne kadarını yerine getirebileceği üzerine fikir jimnastiği yapalım.
Obama’nın seçimi kazanmasının nedenleri nelerdir? Karizmatik bir lider olması mı? Bu soruya olumlu yanıt vermek zor. Yani, genç yaşlarından itibaren bir davayı savunarak ve davası için mücadele ederek toplumda adını duyurmuş, kitleler üzerinde sevgi ve saygı uyandırmış biri değil. Martin Luther King gibi ABD’li liderlerle kıyaslamak zor.
Siyasete katılalı çok uzun süre olmamış.
New York’taki Columbia Üniversitesi’nde Siyasal Bilimler okuyan Obama, 1988’de Harvard Hukuk Fakültesi’ne girmiş. Başarılı bir öğrencilik döneminden sonra, büyük bir avukatlık şirketinde çalışmaya başlamış. Siyasette ismi daha çok 1996- 2004 yılları arasında Illinois eyalet senatörlüğü yaptığı sırada duyuluyor. Liberal eğilimli New York Times’ta makaleleri yayınlanıyor ve yine liberal görüşlerini anlattığı iki kitabı New York Times gazetesi ve liberal çevrelerin de yardımı ile çok satanlar listesine giriyor. Bu gelişmelerden sonra Obama’nın önü açılıyor ve 2004 yılında ABD Senatosu’na seçildikten sonra ise, Başkan adaylığı süreci başlıyor. Geçmişinin temiz olması, muhtemeldir ki, destekçilerinin tercih nedeni oldu. ABD’de, genellikle kaybetmiş bir aday, seçimlerde yıpranması da göz önüne alınarak yeniden aday gösterilmiyor.
Karizmatik bir lider olmayan Obama, çok iyi örgütlenmiş bir seçim kampanyası ile hem ABD halkına, hem de dünya halklarına sevdirildi. Obama’nın halk tarafından sevilmesini sağlayan, kendi yetenekleri değil, işinin ehli “imajmaker”ların mükemmel çalışmasıydı.
Obama’nın seçim kampanyasının bir başka başarısı da, ABD tarihindeki en büyük bütçeye sahip kampanya oluşuydu. 650 milyon dolardan fazla bir para toplandı seçim kampanyası için. Böylesine büyük miktarda bağış toplanmasında, milyonlarca insanın onar, yirmişer dolar vermesinin yanı sıra, burjuva kesimlerin katkısı unutulmamalı.
Obama’nın kampanyası “değişim” sloganı üzerine kuruldu. “Change Can Happen” ve “Yes, We Can” gibi sloganlar, seçim kampanyasının temel sloganlarıydı.
Farklı ülkeler, farklı tarihler ve farklı koşullar olgusunu da hesaba katarak, bire bir benzerlik iddiasında olmadan söyleyebiliriz ki, Obama’nın değişim üzerine kampanyası, Ecevit’in 1973 Seçim kampanyası ile ortak özelliklere sahipti. Ecevit de “Ne ezilen ne ezen, insanca halkça bir düzen” sloganıyla, halka değişim ve yeni bir düzen vaat etmiş ve ellili yıllardan itibaren sürekli güç kaybetmiş partisini birinci parti haline getirmişti.
Obama değişimi halkla birlikte gerçekleştireceğini vaat etti. “Yes, We Can” sloganıyla, değişim sürecine halkı da katmak istediği imajını yarattı. Kendinden önceki yöneticilerin sırça köşklerde, gerçeklerden habersiz, sorunlara çözüm bulmaktan aciz elitler olduğunu iddia etti.
Obama’nın yanılsamaya dayandırılan halkçı yaklaşımı, ezilen kitleler üzerinde etkisini gösterdi. Geniş kitlelere umut aşıladı.
Değişimden yana lider görüntüsüne, savaş karşıtı lider görüntüsü de eklenmişti.
Obama, seçim kampanyası sırasında, Irak’taki ABD askerlerini belirli bir düzen içerisinde, her ay 1 tugay olmak üzere tamamen çekmeyi ve Afganistan’a daha fazla asker kaydırmayı vaat etmişti. Senatör iken de, savaş politikalarına karşı “ iyi polis” rolüne bürünerek, uluslararası çelişkilerin savaş ve silahlı müdahaleler yerine, diyalog yoluyla çözülmesini, güçlü ABD ordusunu diyalog sürecinde caydırıcı bir unsur olarak kullanmayı savunmuştu.
Obama’nın belli başlı seçim temalarından biri de, ekonomik sorunlar ve emekçi kitlelerin talepleri idi. Obama, yıllık geliri 200 bin doların altında olan Amerikan vatandaşlarına vergi indirimi vaat etmişti. Bu kesim, toplam vergi mükelleflerinin yüzde 95’ini oluşturuyor. Obama, yıllık geliri 250 bin doların üzerinde olanların vergilerini ise arttıracağını söylüyordu.
Seçim kampanyası sürerken, finansal sarsıntı büyük bir tsunamiye dönüştü ve Amerikan ekonomisini durgunluğun eşiğine getirdi. Sanık sandalyesine de ülkeyi 8 yıldır yöneten Cumhuriyetçi yönetim oturtuldu. Cumhuriyetçi yönetim “özgür piyasa” yaklaşımıyla finans piyasalarını tam bir başıboşluğa bırakarak, yangının kundakçısı olmuştu. ABD’nin değişmekten başka çaresi kalmamıştı. Amerikan halkının mevcut krizden çıkma ihtiyacı, Obama’ya oy vermesini sağladı.
Ayrıca, Obama sağlık ve sigorta sorunları konusunda bazı vaatlerde bulundu. Devlet sağlık sigortasını yaygınlaştıracağını ve yoksulların sağlık hizmeti almadaki sorunlarını azaltacağını söyledi.
Bir yıldır resesyonda olduğu resmen açıklanan ABD’de, işsizlik artmaya devam ediyordu. ABD’de, Kasım ayında, tarım dışı istihdam 533 bin azaldı. Ülkede, 1974’ten bu yana, ilk kez bu kadar büyük bir istihdam kaybı yaşandı. Beklenti, istihdamdaki kaybın 340 bin olacağı yönündeydi.
ABD’de, işsizlik oranı yüzde 6.5’ten yüzde 6.7’ye yükselerek, 1993’ten bu yana en yüksek seviyeye çıktı. İşsizlik oranının yüzde 6.8’e çıkması bekleniyor.
ABD’de, 46 milyon sigortasız emekçi var. Hastalandıklarında tedavi şansı olmayan insanlar bunlar. Sağlık sigortasına mensup milyonlarca çalışanın ucuz poliçelerinin de fazla işe yaramadığı iddia ediliyor.
Obama, halka parasız sağlık hizmeti, iş ve daha az vergi kesilerek, gelirlerinin arttırılmasını vaat etti. Yani, bizdeki sloganlaşmış ifadesi ile iş, ekmek ve özgürlük vaat etti.
Obama, mevcut durumun eleştirisinden çok, gelecek hakkında konuştu. Başka bir Amerika’dan söz etti seçmenlerine.
Yapılan anketlerde Obama’nın özellikle gençler, kadınlar, Afro-Amerikanlar ve Hispaniklerden (Latin Amerika kökenliler) büyük oy aldığı görülüyor. Obama, bu grupların çoğunlukta olduğu New York’ta ezici farkla Cumhuriyetçi aday John McCain’i geride bıraktı.
New York’ta seçime özellikle Afro-Amerikanların ve Latin Amerikalıların yaşadığı Harlem ve Bronx gibi mahallelerden şimdiye kadar görülmemiş bir oranda katılım oldu.
ABD’de seçmenlerin önceki seçimlerde ancak yüzde 50’sinin sandık başına veya elektronik oy verme makinelerinin başına gittiği göz önüne alındığında, bu seçime seçmenin ilgisinin büyüklüğü dikkat çekiciydi. Yaklaşık 130 milyon seçmenin sandık başına gittiği açıklandı.
Obama, ayrıca gençlere hitap etti. Çünkü, değişim sloganı en çok gençleri etkileyebilirdi ve gençler böyle bir kampanyaya dinamizm katabilirdi.
Obama, önceki adayların tersine, seçim kampanyasını neredeyse bütünüyle gençler üzerine kuran ilk başkan adayıydı. Seçim sonuçları açıklandığında, 30 yaş altındaki gençlerin %67’sinin oylarını aldığı görüldü.
Sade ve basit konuştu. Bush döneminde içinden çıkılması olanaksız gibi görülen sorunlara basit çözümler önererek, sorunların çözülemeyecek kadar karmaşık olmadığı konusunda kitleleri ikna etti.
Obama ve seçim kurmayları basını ve teknolojiyi kampanyasında çok iyi kullandı.
Obama, siyasette parlamasıyla birlikte hem ulusal, hem de uluslararası alanda “rock yıldızı” benzetmesi yapılan bir üne ve desteğe kavuştu. Amerikalı ünlü talk şovcu Oprah Winfrey’yi kampanyasına katan Obama’ya destek veren diğer ünlüler arasında, Hollywood dünyasından George Clooney, Scarlett Johannson, Robert de Niro, Tom Hanks, Matt Damon, Halle Berry ve ünlü müzisyen Bruce Springsteen başı çekiyordu.
Obama, seçim kampanyasında interneti iyi kullanan ve çok etkili kullanan aday olarak tarihe geçti.
Obama ve tekno-strateji uzmanları, sadece en pahalı ve uzun süren değil, aynı zamanda dijital iletişimin de çok başarılı şekilde kullanıldığı bir kampanyaya imza attılar. Tüm yıl boyunca ‘Bize Katıl’ (Join Us) kampanyası ile hem aktivist sayısını arttırmış ve hem de bağış oranlarını, beşer onar dolarlık küçük rakamlarla oluşsa bile, etkili biçimde artırmış ve hem de insanların birbirleriyle konuşmalarını ve oy verme oranlarını artırmıştı. Barack Obama, seçim kampanyası süresince, bloglardan sosyal ağlara, video ve fotoğraf paylaşım sitelerinden mobil uygulamalara kadar, dijital platformun aklımıza gelebilecek hemen her türlü aracından yararlandı.
Obama’nın seçilmesi, dünyanın hemen her yerinde sevinçle, en azından iyimserlikle karşılandı. Obama’nın babasının ülkesi Kenya’da, 4 Kasım resmi tatil ilan edildi. Bu ülkede o günlerde doğan çocuklara Barack, Hüseyin, Obama ve karısının ismi olan Michelle isimleri verildi. Türkiye’de, Van’ın Gürpınar İlçesi Çavuştepe Köyü’nde, Obama’nın Müslüman olması ve 44. başkan seçilmesi dikkate alınarak, köylülerce 44 kurban kesildi.
Seçim sürecinde, Avrupa’da yapılan anketlerde, Obama ABD’ deki oranlardan daha yüksek oranlarda taraftar topluyordu. Fransızlar, anketlerde yüzde seksenlere varan oranda Obama’ya destek beyan ettiler. Seçim sonucu belli olduğunda, Obama’nın üstün başarısının olağanüstü kampanyasını taçlandırdığını belirten Sarkozy, mektubunda, “Amerikan halkı sizi seçerek değişimi, açılmayı ve iyimserliği tercih etti” ifadesini kullandı.
Obama’nın seçilmesinin görünür nedenleri bunlardı. Peki, ABD tekelci burjuvazisinin seçimlerde tutumu ne oldu? Onların desteği Cumhuriyetçi aday John McCain’e miydi?
Son yıllarda Latin Amerika, Ortadoğu ve Kafkasya’daki gelişmeler de göz önüne alındığında, ABD’nin kapitalizmin ideolojik önderliğinin ve küresel hegemonyasının giderek yıpranmakta olduğu görülüyordu. Ayrıca, ekonomik krizin emekçi kitleler üzerine yıkılarak atlatılması için, ABD tekelci burjuvazisine bir “itfaiyeci” gerekiyordu. Zaten ABD sisteminde Demokrat ve Cumhuriyetçiler, tahterevalli misali sırayla iktidara geliyordu. Bir ya da en fazla iki dönem hükümet olan parti yıpranıyor ve sistem, kendini diğer parti ile yenileyerek, sürdürüyordu. İki dönem hükümet etmiş Cumhuriyetçiler yıpranmış ve sıra Demokratlara gelmişti. Demokratların seçilmesini ancak çok kötü bir aday ya da sarsıcı bir skandal önlerdi. ABD medyası da, tekelci sermayenin eğilimi doğrultusunda, seçim sürecinde ağırlıklı olarak Obama’yı destekledi. Obama’nın halka vaat ettiği ekonomik değişimler de, hem vaat olarak kalacağı belli olan şeylerdi, hem de gerçekleşmesi durumunda dahi tekelci burjuvaziye rahatsızlık vermeyecek projelerdi. Obama’nın vergilerde vaat ettiği indirim oranları zaten Clinton döneminde uygulanan oranlardı.
Tekelci burjuvazinin ve halkın desteğini alan, dünya çapında sempati toplayan Obama, böylesine büyük bir avantajla hükümet etmeye başladığında vaatlerini gerçekleştirebilir mi?
Yukarıdaki anlattıklarımızda, Obama’nın vaatlerini gerçekleştirmek için değil, ABD tekellerinin planları doğrultusunda ABD politikalarına iç ve dışta bir çeki düzen vermek için seçtirildiğini özetlemiştik. Şimdi, bu tespiti güçlendirecek olgulara kısaca bir göz atalım.
Obama’nın vaatlerinin birer seçim sloganı olduğu, daha Beyaz Saray’a adım atmadan neredeyse kesin olarak anlaşıldı.
Bu konuda, siyasi gözlemcilerin, özellikle ABD dışındaki gözlemcilerin görüşü de benzerdir.
Obama, daha işin başında kabinesini oluştururken, Demokratlar ve Cumhuriyetçiler koalisyonu yapınca ve bakanlardan çoğunu Clinton’un kadrolarından seçince, değişim vaadinin sadece seçim kampanyası için olduğu kuşkularını doğurdu.
ABD başkanının sağ kolu olarak görev yapacak olan ulusal güvenlik danışmanlığına eski NATO Başkomutanı Emekli Orgeneral James Jones getirildi. Emekli orgeneral, 1999-2003 yılları arasında deniz piyadeleri komutanı olarak görev yaptı. 2003’te NATO Avrupa Müttefik Kuvvetler Başkomutanlığı’na ve aynı zamanda Avrupa’daki Amerikan kuvvetlerinin komutanlığına atandı. Obama’nın Jones tercihi, askeri alanda devamlılığın ifadesi idi.
Obama, ülkesinin BM temsilcisi olarak ise dış politika danışmanı Susan Rice’ı atadı. Obama, Rice için şu ifadeleri kullandı: “Benim gibi BM’nin kusursuz olmayan bir organ olduğunu düşünüyor. BM’nin terör alanında daha etkin bir şekilde rol alması konusunda benimle hemfikir.” Obama, böylece uluslararası çelişkilerin çözümünde BM daha çok kullanacağını ima ediyordu. Bu politika Clinton dönemine geri dönüşün ifadesi sayılabilirdi.
ABD İç Güvenlik Bakanlığına Arizona Valisi Janet Napolitano, Adalet Bakanlığına ise avukat Eric Holder getirildi. Clinton döneminde Adalet Bakanı Yardımcılığı görevi yapan Holder, seçim sürecinde Obama kampanyasının yasal danışmanıydı. Holder’ın, suç ve kamusal yolsuzluk alanında çok yetenekli olduğunu belirten Obama, Napolitano’yu ise, “Tüm kariyerini halkı korumaya adamış ve iç güvenlik alanında her türlü afete karşı ne gibi bir yanıt verilmesi konusunda oldukça başarılı birisi” olarak tanımladı.
Dışişleri Bakanlığı’na getirilen Hillary Clinton ise, yaptığı çeşitli açıklamalarla, Amerikan askerlerinin Irak’tan çekilmesi konusunda Obama’dan daha isteksiz göründüğünü belli etti.
Savunma Bakanı Robert Gates, George W. Bush’un başkanlık döneminde, Aralık 2006’dan beri savunma bakanlığı görevini yürüttü. Gates, aynı zamanda, CIA’nin eski başkanlarından.
Obama, finans krizi nedeniyle kabinede en çok izlenen ve merak edilen makamlardan olan Hazine Bakanlığı’na, New York Federal Rezerv Bankası’nın başkanı Timothy Geithner’i, Ulusal Ekonomi Konseyi Başkanlığı’na da Lawrence Summers’ı getirdi. Bill Clinton yönetiminin son bir buçuk yılında Hazine Bakanlığı görevinde bulunan ve son birkaç aydır da Obama’nın danışmanlığını yapan 53 yaşındaki Lawrence Summers, Obama’ya mali krizi çözmeye yönelik politikalarında yardım ediyordu. Obama’nın mali krizle uğraşmak için seçtiği bir başka isim olan Geithner, finans piyasasını istikrara kavuşturmaya yönelik çabalara yardım etmişti. Geithner, global finans sisteminde önemli bir yere sahip olan bankaların birleşik bir düzenleyici yapının kontrolünde çalışması gerektiğini savunuyor.
Bush’un gitmeden önce ekonomik ve dış siyasete ilişkin aldığı bazı tedbirlerin meclislerde Demokrat ve Cumhuriyetçiler tarafından ortaklaşa kabul edilmesi ve bu tedbirlerin kısa vadeli olmayıp, Obama dönemini de kapsayacak tedbirler olması, Obama’nın en azından kısa vadede değişim sözlerini unutacağını gösteriyor.
ABD, kısa bir süre önce Irak’tan çekilme biçimi ve takvimini düzenleyen bir Anlaşma imzaladı Irak Hükümeti ile. Anlaşmaya göre, ABD askerleri tedricen Irak’tan çekilecek ve yönetimi Irak yetkililerine bırakacaktı. Fakat, Kürt Federe devletinde üs kurmak ve asker bırakmak gibi tedbirleri de içeriyordu. Bu Anlaşma Obama dönemini de kapsayan bir anlaşmadır.
Obama, Irak’taki askerleri belirli bir düzen içerisinde çekmeyi, bu ülkedeki ABD askerlerini, her ay 1 tugay olmak üzere tamamen çekmeyi ve Afganistan’a daha fazla asker kaydırmayı vaat etmişti. Ancak Obama, son gelişmeleri, özellikle ABD’nin Irak’taki varlığının son aylarda sağladığı kazanımları dikkate alarak, bu vaadini yerine getirme konusunda yavaş davranabilir.
Obama, 20 Ocak 2009’da görevini devralacak. ABD ekonomisinde, halkın tüketim harcamalarının arttırılarak, ekonomik durgunluğa karşı mücadele edilmesini amaçlayan “ikinci teşvik paketi”, bu tarihe kadar Başkan George Bush yönetimi ve Kongre tarafından yasalaştırılmazsa, Obama ve Kongre’deki demokratlar bu paketi revize edip geçirebilir.
Obama, kredi krizi içerisinde bulunan ve bu yüzden Wall Street’ te hisse senetlerinin zayıflamasına, halkın emeklilik fonlarının değer kaybetmesine yol açan finans sektöründe yeni düzenlemeler için muhtemelen bir dizi adım atacak. İşsizlik ve sigortasız işçiler için vaat ettiği “reform”lar ise, bu durumda ileri bir tarihe ertelenecek.
Obama, yıllık geliri 200 bin doların altında olan Amerikan vatandaşlarına vergi indirimi vaat etmişti. Obama, yıllık geliri 250 bin doların üzerinde olanların vergilerini ise arttıracağını söylüyordu. Ancak Obama ve Kongre’deki Demokratlar, bu vaatlerinden geri adım atmak konusunda işaretleri daha şimdiden vermeye başladı.
Bazı analizcilere göre, Obama, tutucu ve yoksullara karşı bir politikacı. Obama’nın tutuculuğunun ve fakirlere karşı oluşunun, Şikago Üniversitesi’nin ekonomik görüşlerinden kaynaklandığını iddia ediliyor. Çünkü Şikago Üniversitesi, ekonomi alanında en tutucu, Thatcher-Reagancı görüşleri savunan bir eğitim kurumu. Ve Obama bu üniversitenin hukuk bölümünde 10 yıl boyunca ders verdi.
Bu görüşteki analistlerden Naomi Klein, Barak Obama hakkındaki olumsuz görüşlerini konut kredi borçlarını ödeyemeyen fakirlere karşı aldığı tavırla destekliyor. ABD’de konut sektörü krizi nedeniyle devletin fakirlere yardımcı olmasına, Barak Obama karşı çıkmıştı. Obama, yapılan yardımların ahlaki bir riziko yaratacağını ileri sürmüştü. Ama aynı Obama, konut krizinden zarar gören büyük şirketler ve bankalar devlet tarafından kurtarılırken, ahlaki rizikodan hiç bahsetmedi. Aksine, bankaların ve büyük şirketlerin kurtarılmasını destekledi.
Obama’nın fakirleri korumayan, ama büyük şirketlere destek veren tavrı, iktidara geldiğinde ne yapacağı hakkında fikir veriyor.
Obama, güvencesiz emekçileri sağlık güvencesine kavuşturacağını vaat ederken, devlete değil, piyasaya güvendiğini açıklamıştı. Tüm çalışanlardan prim toplayıp herkese genel güvence yerine, oluşturulacak “sağlık sigortası pazarı”nda poliçelerin alınıp satılmasını tercih ediyor. Obama’nın sağlık reformu planının detaylarının üzerinde durmak, bu yazının kapsamını aşar. Planın, özel sigorta şirketlerine dayalı mevcut sisteme 60 milyar doların üzerinde bir kaynak aktararak, sigortalıların hastalık geçmişine dair ayrıntılı bir bilgi bankası oluşturarak, herkes için yüksek risk primlerine yol açan asimetrik bilgi dağılımının giderilmesi, önleyici korunmanın geliştirilmesi, ilaç maliyetlerinin ve doktorların karşılaştığı yüksek tazminat taleplerinin düşürülmesi gibi unsurlar içerdiğini belirtebiliriz. Kısacası plan, piyasa sistemi içerisinde maliyetleri düşürmek gibi bir arayışın ötesine geçmemekte, kamusal sağlık sisteminin geliştirilmesi yerine, özel sektöre kaynak aktararak maliyetlerin düşürülmesi amaçlanmaktadır.
Sadece sağlık konusunda değil, diğer sosyal politika konularında da, Obama, Cumhuriyetçilerin iddia ettiği gibi, bir “sosyalist” değil. Piyasacı bir sosyal demokrat.
Obama, devletin, finans piyasasını yakından denetlemesinden yana. Yeni teknolojiler, ürünler geliştirmeye soyunan yeni firmaları kamu fonlarıyla desteklemek istiyor. Mal ve hizmet piyasasında “katılıklar” yaratmak yanlısı değil.
Obama, vaat ettiği “değişim programını” uygulamadan önce, Amerikan ekonomisini krizden çıkartmaya çalışacak. Bush yönetiminin tüm kurtarma planlarını destekledi. Konutta icra furyasını durdurmak için yüz milyarlarca doları gözden çıkardı. Ayrıca 50 milyar dolar altyapı yatırımlarına para harcamayı planlıyor. Tüm bu kamu harcamalarının 2009’da ve sonrasında rekor bütçe açıklarına neden olacağını biliniyor.
20 Ocak 2009’da resmen Amerika Birleşik Devletleri’nin başkanı olacak Barack Obama, seçim zaferi sonrası, ilk mülakatını Amerikan CBS televizyonuna verdi.
Obama, 60 Minutes (Altmış Dakika) adlı programda, yarım saat boyunca ekonomi, ulusal güvenlik ve oluşturacağı yönetimle ilgili soruları yanıtladı.
Barack Obama, öncelik vereceği konuların birinin, Amerikan ekonomisinin yeniden canlandırmak olduğunu söyledi, resesyonun daha da derinleşmesinden kaçınmanın, hayati önem taşıdığını belirtti:
“Mali piyasalarda henüz güveni yeniden tan anlamıyla tesis edemediğimize şüphe yok. Bu, tüketici piyasaları ve ekonominin gelişmesini sağlayan işletmeler için de geçerli. Benim başkan olarak görevim, güvenin tesisi için gerekeni yapmaktır.”
Yukarıda özetlediğimiz olgulardan da anlaşılacağı üzere, Obama döneminde ABD’nin iç ve dış politikalarında köklü bir değişiklik olmayacaktır. Aslında ABD gibi emperyalist-kapitalist sistemin lider ülkesinde, seçilen başkanın subjektif niyetlerine göre ülkenin politikalarının kökten değişmesini beklemek de safdillik olur. Muhtemel değişiklikler teferruat üzerine olabilir, fakat ABD’nin içinde bulunduğu kriz ortamı, böyle değişimlerin dahi kısa dönemde olmasını engelleyecek niteliktedir.
Obama’nın yapacağı, dış politikada da, kısa dönemde Bush iktidarının dağıttığı ilişkileri ve güçleri toparlamak olacaktır. Ortadoğu ve Kafkaslar’a yönelik politikalarda, ABD, AB ve Türkiye’den daha fazla yararlanmak isteyecektir.
Obama’nın muhtemel Ortadoğu politikaları, başta Türkiye halkı olmak üzere Ortadoğu halklarının aleyhine olacaktır ve Ortadoğu halkları sık sık ABD politikaları ile çatışmaya girmek zorunda kalacaktır.
Obama, Afganistan’a daha fazla asker göndereceğini açıkladı. Afganistan’a gidecek ABD askerlerinin yanı sıra, Obama, NATO güçlerinden (Avrupa ülkeleri başta olmak üzere) ve Türkiye’den daha fazla asker isteyecektir. ABD’nin, önümüzdeki dönem Türkiye’ye biçeceği misyon, sadece Afganistan’a daha fazla asker göndermek olmayacak; Irak’tan asker çekme sürecinde, Irak Kürt Federe Devleti’nin korunması, Azerbaycan ve Gürcistan ile iyi ilişkiler ve Ermenistan ile ilişkilerin düzeltilerek, İran’ın Kuzey ve Doğu’dan kuşatılması istenecektir. Ayrıca, NATO güçlerinin Karadeniz’e çıkması için Türkiye’ye baskı uygulanacak ve Karadeniz sorunu nedeniyle, Rusya ile Türkiye’nin ilişkilerinin giderek daha fazla bozulması söz konusu olabilecektir.
Kürt Devleti’nin korunması karşılığı PKK’nin Kandil’den ve Kürt Federe Devleti’nden çıkarılması ile Kerkük’e özel bir statü uygulanması pazarlıkları yapılacaktır.
Obama, seçim sürecinde Bush’un enerji politikalarını eleştirerek, güneş, rüzgar vb. enerji kaynaklarını kullanarak, Ortadoğu’nun petrolüne bağımlılıktan kurtulma sözü vermiştir. Fakat, bu vaat de, ABD açısından kısa sürede gerçekleşebilecek bir şey değildir. ABD, önümüzdeki dönemde de, Ortadoğu petrollerinin batı ve doğuya aktarma yollarını kontrol etme, yani Türkiye, Afganistan ve Kafkasları kontrol etme politikalarını sürdürecektir.
Gürcistan, Çek cumhuriyeti ve Polonya’nın Rusya karşısında aşırılıklarını frenler görünse de, Obama hükümeti de, Rusya ile iyi ilişkiler geliştirmek niyetinde değildir. Türkiye üzerinde baskı kurarak ve desteğini sağlayarak, NATO gemilerinin Karadeniz’e çıkması politikalarında ısrarlı olacak ve Rusya’nın nefesini duyacak mesafede kalmakta ısrar edecektir.
Son bir söz de Türkiye’deki liberallere. Obama’nın ABD’de seçmeni etkileyen sloganlarını uyarlayarak, Türkiye’de de, ABD seçmenindeki iyimserliğe benzer bir hava yaratmaya çalışarak, dünyanın liberal yeni bir döneme evrildiği imajı yaratmaya çalışanlar, kısa süre içinde kafalarını emperyalist gericiliğin politik gerçekleri duvarına çarpacaklar ve krizin yükünü emekçilerin sırtına yüklemeye çalışan tekelci burjuvazinin halk düşmanı politikalarını savunmakta zorlanacaklardır.