fikret başkaya’nın liberaller ve devletçilerle kesişme noktası
BÜLENT FALAKAOĞLU
Toplumu anlama ve yaşananlara müdahale adına ortaya konan düşünce ve eylemin ‘doğru’ olabilmesinin yolu nedir?
Öncelikle gereken, doğru bir tarihsel referans ve (gerçeğin bir yanını ele almanın ötesine geçmiş) bütünlüklü bir çerçevedir.
Bugün ikilik üzerinden şekillenen bir gerçeklikle karşı karşıyayız. Birincisi devleti yücelten düşünce ve eylemlilik (Bugün kendisini Ergenekonculukta açığa çıkaran düşünce). İkincisi ise her şeyin sorumlusu olarak devleti suçlayan neoliberal düşünce ve eylemlilik (sol liberal, muhafazakâr liberal, İslami liberal).
Her iki düşüncenin de temel aldığı tarihsel referanstan farklı olarak, tarihsel gerçekliği algılayacak bir çerçeveniz yoksa, her iki kesimden çok farklı düşünseniz de, varacağınız sonuç aynıdır. Buna en iyi örnek, Marksist bir çizgide olduğunu savunan “Fikret Başkaya’nın 1908 Devrimi’ne, Cumhuriyet’e ve devlete yaklaşımıdır. Başkaya, “Cumhuriyet neden kopuş değildir”1 başlıklı yazısında şöyle diyor: “Türkiye’de rejimin niteliğini tartışmaya niyetli birinin iki şeyden sakınması gerekiyor. Birincisi, resmî tarihten ve resmî ideolojiden uzak duracak; ikincisi, Avrupa-merkezli olmayan, Avrupa-merkezli ideolojik yabancılaşmadan arınmış bir yaklaşıma sahip olacak.” Elbette resmî tarihten ve de gerçekliği değil de kendi ‘cemaatinin’ doğrularını dayatan Avrupa merkezli manüplasyondan uzak durmak önemli… Fakat bu uzak duruş, tek başına, doğru ve bütünlüklü bir analiz için yeterli değil.
Başkaya yazısında şöyle diyor: “Mantığının ve temel eğilimlerinin ve dinamiklerinin bir sonucu olarak, kapitalist üretim tarzının kapitalist olmayan [prekapitalist] üretim tarzlarını, sosyal formasyonları kendi mantığıyla uyumlandırması, dönüştürmesi, biçimlendirmesi, biçimsizleştirmesi söz konusudur. Dolayısıyla Osmanlı sosyal formasyonu ikili aşınmaya maruz kaldı. Kapitalist üretim tarzının ve onun emperyalizminin etkisine maruz kalan Osmanlı yönetici eliti [egemen sınıfı], söz konusu aşınmayı durdurmak, mümkünse tersine çevirmek üzere önce ‘kendine dönme ‘girişiminde’ bulundu, baştaki duruma dönmeyi’ denedi. Böyle bir şeyin mümkün olmadığının anlaşılması için fazla zaman gerekmedi. Zira hem geri dönüş, geride kalmış olanı ihya etmek mümkün değildir, hem de zaten arzulanır bir şey de değildir. O zaman olumsuzluğu bertaraf etmek, imparatorluğu yaşatmak üzere Avrupa’nın sömürgeci/emperyalist ülkelerine benzeme tercihi gündeme geldi. İşte Nizam-ı Cedid denilen sayfa böylece açılmış oldu. O aşamadan sonra peş peşe Batı’dan bir dizi kurum, kural, mekanizma ve söylem, kılık-kıyafet, ‘davranış kalıbı’ vb. ithal edildi. Bütün bunlarla amaçlanan, hiçbir zaman Eski Rejimi dönüştürmek, yeni bir şey yapmak değildi. Yeni kurumsal yapılar, söylemler, vb. yeninin değil, eskinin hizmetindeydi.” Başkaya’dan yaptığımız ve tırnak içinde verdiğimiz alıntının tezi şöyle özetlenebilir: Osmanlı İmparatorluğu içsel dinamiklerden yoksun, tamamen dışarıdan bir kuşatma altında. Güçlü devlet tarihsel olarak toplumdaki olması gereken tüm ara kurum ve gelişmeleri önlüyor.
Oysa Osmanlı toplumunda, tüm feodal toplumlarda olduğu gibi, “en kalın çizgilerle, tarımsal üretimi gerçekleştirenle, bu tarımsal artı ürünü doğrudan kontrol edenler var. Bu eşitsiz bir ilişkidir. Eşitsiz ilişkinin temelinde ise “toplumsal artı” yatar. Toplumsal artı kendi başına sınıfsal bir karşıtlığı ifade eder ve dolayısıyla yapısal dönüşüm aracıdır. Bu araç hem ekonomik modelleri, hem de ekonomik girişimlerin toplumsal düşünsel değişimlerin dönüştürülmesini sağlayan bir araçtır. Bu yönüyle toplumsal değişme evrenseldir.
ÇATIŞMALARDAN AZADE SOSYAL SINIFSIZ TOPLUM MU?
Başkaya’ya göre, peş peşe gündeme gelen yenilikler, Tanzimat, Islahat, Meşrutiyet, Cumhuriyet, vb. devletin niteliğinde, devlet anlayışında, devlet/toplum ilişkisinde bir ‘yenilik’ anlamına gelmiyordu. Eğer ortada bir yenileşme vardıysa, bu devlet aygıtını angaje ediyordu. Dolayısıyla, kavramın gerçek anlamında bir modernite söz konusu değildi. Çünkü, “Malum, modernite devrimi ve klasik liberalizm bireyi önemli sayarken, Osmanlı yenilikçi elit devleti kutsamaya devam etti… Bunda şaşılacak bir şey yoktur. Zira, modernite Eski Rejimi yıkmayı, ondan kurtulmayı amaçlarken, Osmanlı ‘yenilikçilerinin’ yegâne amacı devleti, imparatorluğu, velhasıl Eski Rejimi kurtarmak, yaşatmaktı…”
Aynı sistemin hem ‘bireyci’ hem de ‘devletçi’ olmak üzere iki farklı yüzü olamaz mı? Kapitalizmin piyasacı ve devletçi yüzü, aynı madalyonun farklı yüzleri değil midir, aralarında çatışma olsa da? İkinci Meşrutiyet’in ilanından sonra ‘merkeziyetçiler’ ile ‘ademi merkeziyetçiler’ arasında da çatışmalar yaşanmıştır.2 Fakat birini ilerici, diğerini tutucu ilan etmek niye? Farklı uygulamaları savunsalar da farklı hedeflerinin olduğu söylenebilir mi? Bu sorunun yanıtını şimdilik bir kenara bırakıp, Başkaya’nın bu tespitini dayandırdığı ve bu tespitten vardığı sonuca bakalım: “Osmanlı İmparatorluğu’nda Eski Rejimi dönüştürmekte çıkarı olan yeni bir sosyal sınıf ortaya çıkamadı. Bunun başlıca iki nedeninden söz edilebilir. Birincisi Osmanlı İmparatorluğu’nda sosyal artığın merkezileştirilmesi esastır ki, bu, devlet dışında bir sosyal sınıfın ortaya çıkmasını zorlaştırıyordu. İkincisi de, Batı’da ortaya çıkan kapitalizm ve onun emperyalizmi ve sömürgecilik [elbette Osmanlı İmparatorluğu hiçbir zaman sömürge statüsüne indirgenemedi, aksi halde ortada imparatorluk diye bir şey kalmazdı, ama bu onun kapitalist sömürüye maruz olmadığı anlamına gelmez, velhasıl tipik bir yarı-sömürge statüsü söz konusuydu…] bütün çevre ülkelerde olduğu gibi, kapitalist üretim ilişkilerine ‘özel bir nitelik’ kazandırdı. Osmanlı İmparatorluğu’nda kapitalist üretim tarzındakinden farklı olarak, devlet yönetici sınıftır. Orada egemen sınıftan ayrı bir bürokrasi yoktur. Bürokrasinin varlık nedeni devletin de varlık nedenidir. İşte devletin kutsallığı oradan gelir.”
Başkaya’nın analizi, hem liberallerin hem de devletçilerin yaptığı gibi, tarımsal topraklardaki üretim biçimine sınıflarüstü bakılmasının bir sonucu. “Sınıflarüstü tarımsal topraklar”ın varlığı, kuşkusuz sınıflarüstü bir devlet varsayımıyla örtüşüyor. Toprakların tüm mülkiyeti devlete ait olunca, toplumda temel üretkenlik olan tarımsal faaliyetin getirisi olan artı-ürün üzerindeki tek söz sahibi de merkezî siyasal iktidar oluyor. Bu iki varsayımın doğal sonuçlarından biri, sipahiyi3 “üretim birimlerine zaman zaman uğrayan bir posta memuru veya vergi tahsildarı” yapmasıdır. Diğeri, reayayı “güçlü merkezî siyasal iktidarın” koruyuculuğu altında “özgür köylüler” olarak nitelemesidir. Sipahiyi ‘posta memuru’ olarak göstermenin bir diğer sonucu, toplumda siyasal iktidar ile reaya arasında başka toplumsal sınıfların ve tabakaların olmadığı ve dolayısıyla toplumun içsel dinamiklerden yoksun olduğu yönündedir.
Güçlü devlet geleneği ve toplumsal sınıfların yokluğu temelindeki yaklaşım, bugün birçok teorinin temelini oluşturuyor. Liberal sol söylemin teorik yapısındaki temel varsayım, Osmanlı’nın sınıflarüstü devlet geleneği ile sivil toplumun yokluğudur. Buna göre, Türk tarihi, güçlü devlet mekanizması ile güçsüz çevre arasındaki mücadelenin tarihidir. Tarihi anlamak açısından oldukça kolay bir açıklama tarzı. Başkaya da, maalesef, aynı kolaycı yöntemi seçmiş. Oysa Osmanlı İmparatorluğu’nda tımar ve zeamet sahipleri, babadan ve atadan bu topraklara sahip kişiler vardı. Tımarlı sipahilerin yanı sıra, merkezi siyasal ‘malikâne hissesi’ denen uygulamanın olduğu bölgelerde, malikâne kısmı, bağımsız toprak beyinin üstün mülkiyet hakları ve kısmen yararlanma hakları varken, merkezî siyasal iktidar sadece 1/10 üzerinden reayadan ürün çekebiliyordu. Malikâne hissesinin yanı sıra merkezî siyasal iktidarın tam olarak hâkimiyet kurumadığı, artı-ürün üzerinden bir hak iddia edemediği tam anlamıyla özel mülkiyetin olduğu yerler de vardır. Yani artı ürünü kontrol eden merkezin dışında kesimler var.4
Uzatmayalım ve yeniden vurgulayalım: Tüm sanayi öncesi toplumlar, tarımdan elde edilen tarımsal artığın varlığına bağlı olarak, zorunlu bir sınıflar düalitesine sahiptir. Artı ürünün merkeze aktarılması sürecinde, yani tarımsal artının dolaşım sürecine girmesiyle, bu artının farklı kişilerin eline geçmesi, toplumda farklı sosyal grupların varlığına neden olur. Osmanlı toplumunun somut görünümü, reaya ile yerel toprak sahibi konumundaki erkat beyi, sipahi, vakıf yöneticisi arasındaki süregelen temel ilişki, aynı zamanda toplumdaki temel sınıfsal kompozisyondur. Diğer yandan reayanın tarımsal artısına el koyan yerel birimle, merkezî siyasal iktidar (Saray, Sultan) arasındaki ilişki, artığın bir kısmını ele geçiren diğer sosyal grupların (tefeci, tüccar, merkezî siyasal iktidarın kadroları) varlığına neden olmuştur. Bu ilişkilerin toplumsal artı üzerinde yoğunlaşması, doğal olarak toplumsal yapının dinamik bir zeminde yer almasına neden olmuştur. İçsel dinamiklerden yoksun olduğu tezi gerçekçi değildir. Osmanlı toplumunda içsel dinamiklerin yokluğu üzerine oluşturulmuş açıklama biçimleri, Osmanlı’da hiçbir zaman büyük toprak sahipliğinin olmadığını savunurlar. Yer yer İzmir, Trakya bölgesinde kurulan çiftlikleri de tamamen gelişen dünya kapitalizminin dışsal müdahalesine bağlarlar. Oysa toplumda süregelen eşitsiz ilişki, sürekli olarak zenginliğin kaynağı olan toprak üzerinde yoğunlaşmıştır. Binlerce yıl süren küçük köylülüğün değişim süreci, önce iç dinamiklerin etkisiyle, sonra ise dışsal-toplumsal etki karşısında hızlanmıştır.
BURJUVAZİ YOK MUYDU?
Buraya kadar toplumun içsel dinamiklerinden, kırsal alanın dönüşümünden bahsettik. Peki, bu dönüşüm sürecinde işçiler ve burjuvazi oluşmadı mı? Bu cephelerden bir muhalefet yükselmiyor muydu? Başkaya’ya göre, Osmanlı İmparatorluğu’nda ortaya çıkan muhalefet, bir iç muhalefetti: “Bu bakımdan Padişahın da, ona muhalefet edenlerin de [Genç Osmanlılar, daha sonra İttihatçılar, vb.] yegâne kaygısı ve amacı devleti kurtarmak, yaşatmaktı. Muhalefet de bizzat kendi varlık nedeni olan devleti kurtarmaktan başka bir perspektife sahip değildi. Dolayısıyla yapılan yenilikler gerçek anlamda yeninin hizmetinde değil, eski yapıya birer yama niteliği taşıyan şeylerdi… 1876’da Mithat Paşa’nın girişimiyle ilan edilen Birinci Meşrutiyet5 olsun, 1908’deki İkinci Meşrutiyet olsun, devleti dönüştürme amacı taşıyan politik müdahaleler değildi. 1908’de Jön Türklerin [İttihatçılar] yaptığı da bir darbeydi.6 Anayasal monarşiyi dayatıp, padişahın yetkilerini sınırlasalar da, devlet anlayışı ve zihniyetinde kayda değer bir değişiklik söz konusu değildi. Zaten 1913’ten itibaren anayasal monarşinin de içi boşalacaktı. Ondan sonrası tam bir diktatörlüktü.”
Bir iç dinamik ve sınıfsal karşıtlığın varlığından yukarıda bahsetmiştik. Şimdi konuyu ayrıntılandıralım: Öncelikle sormak gerekir; Osmanlı’da sınıflar var mıydı? Sayın Başkaya da takdir eder ki, sınıflar varsa, sınıflar arası çatışma da kaçınılmazdır. 1908’e baktığımızda, dört sınıftan bahsedebiliriz. Birincisi, feodal, yarı-feodal bir yönetici sınıf… Saltanatçı, hilafetçi büyük toprak sahipleri… İkincisi köylü. Üçüncüsü burjuvazi. Banker, finans, tefeci, ticaret burjuvazisi vs… Finans kapital, uluslararası kapitalizmin, emperyalist tekellerin elinde… Osmanlı Bankası’na İngiliz ve Fransız sermayesi hâkim. Duyun-u Umumiye de onların elinde. Ama Osmanlı burjuvazisi de mevcut. Toprakların kiraya verilmesiyle oluşan Kesim Düzeni’yle birlikte Osmanlı toplumunda burjuva sınıfının etkinliği çoğalır. Bürokrasideki yozlaşma (rüşvet, yolsuzluklar), devlet olanaklarının sömürülmesini getirir. Bürokratlar, devletin olanaklarını ‘özel sektöre’ (sadece değil, ama kuşkusuz en fazla emperyalist sermayeye) aktarırlar. 1. Meşrutiyet dönemi, 1876 Anayasası’nın ilanı sonucu oluşturulan parlamentonun milletvekili Vasilaki’nin sözleri önemli bir kanıttır. Şöyle demiştir: “Madenlerimizi, ormanlarımızı, külfetsiz ve kayıtsız kolay bir yolla yerli ve ecnebi sermaye sahiplerine ihale edelim. Yerin altındaki zenginliğimiz ortaya çıksın. Biz de yabancıların zenginliğini memleketimize getirelim. Bir devletin ahalisi ne kadar zengin olursa o kadar kuvvetli ve ulu olur.” (Meclis-i Meb’usan zabıt ceridesi, 2 Haziran 1877)7
Bu konuşmadan da anlaşılmaktadır ki, 1800’lü yılların sonunda, ülkede, madenleri ve ormanları ele geçirecek yalnızca yabancı değil, yerli sermaye de bulunmaktadır. Meclisteki bu sermayedarların hepsi de, Fransız Devrimi’ni gerçekleştiren burjuva sınıfının bizdeki eşitleridir.
Osmanlı’daki dördüncü sınıf olarak işçi sınıfını gösterebiliriz. Osmanlı toplumunun sınıfsal yapısı ya da kapitalistleşme sürecine ilişkin tartışmaların önemli bir ayağını Osmanlı’da işçi sınıfının bulunup bulunmadığı tartışmaları oluşturur. Bir işçi sınıfının olmadığını ileri sürenlerin dayanak noktası, Osmanlı Devleti’nde kapitalizmin gelişmemesi olmuştur. Böylelikle ‘kapitalizmin olması için işçi sınıfı olmalıdır. İşçi sınıfı yoksa kapitalizm de yoktur’ sonucuna gidilmiştir. Oysa kötü yaşam koşullarına karşı mücadele eden işçiler vardır. 1908 Ağustos’undan başlayarak, Osmanlı tarihinde geniş boyutlarda ve sürelerde grevler yaşanır. Toplam 110 grev sayılmıştır. Bu koşullarda işçi yoktur denebilir mi? Kapitalist üretim ilişkileri, (hâkim olmasa da), toplumda görülmüyor denebilir mi?
Örneğin işçi yığınları maden sanayinde görülür. Zonguldak madenlerinde, işçilerin angarya olarak çalıştırılması için tüzük çıkarılmıştır. Bu tüzüğe göre, Zonguldak Köylüsü, –13 yaşından 50 yaşına kadar olanlar– bir ayda 15 gün tarlada, 15 gün de madenlerde çalışmakla zorunlu kılınmışlardır. İşçilerin tedavi merkezi yoktur. Hastalanan işçi bir ata bindirilerek köyüne gönderilir.8
İşçilerin yoğun olduğu bir diğer alan, demiryollarıdır. Anadolu’da ilk demiryolları İngiliz sermayedarları tarafından 1856’da kurulur. Bu tarihten sonra, kapitalistler, demiryolları yapımına göz dikerler.
Greve giden tramvay görevlileri, Dok işçileri, Paşabahçe cam üfleyicileri, tütün tekeli müstahdemleri… Bunların her biri işçi sınıfının varlığının bir göstergesidir.
1908 Devrimi, dünya kapitalizminin o dönemdeki bazı gelişmelerine denk geldi. Bütün dünyada demiryolları yapılıyor, limanlar kuruluyordu. Dünya pazarının gerçekten muhteşem bir gelişme gösterdiği dönemdi. Bunların Osmanlı dünyasına bir yansıması vardı. Liman ve ticaret yolları üzerindeki kentler; İzmir, Trabzon, İzmit, Selanik, Van inanılmaz bir atılım gerçekleştiriyordu. İzmir’de makine üreten fabrikalar kuruluyor, Anadolu’da manifaktürde bir sıçrama yaşanıyordu. Dökümhaneler Anadolu’daki şehirlerde oluşuyordu. Çarlık Rusyası’na ürün üretecek kadar gelişmiş imalâthaneler söz konusuydu. Ege civarında dış piyasaya çalışan büyük çiftlikler vardı. Bütün bu kapitalist sıçrama, aslında pazar ekonomisinin geliştiğinin bir göstergesiydi. Osmanlı’nın monarşik yapısına bütün bu gelişmeler dar geliyordu. Bir sıçramaya ihtiyaç vardı ve tam bu ihtiyacın bir karşılığı olarak 1908 Devrimi patlak verdi.
İKTİSADİ SÜREÇLE SİYASİ SÜRECİ AYRIŞTIRMA YANLIŞLIĞI
Başkaya, aynı tavrını, Cumhuriyet’in ilanında sürdürmektedir: “1923’te Cumhuriyet’in ilanı da bir darbenin sonucudur. Ondan sonrası 1908-1913 döneminin de gerisinde koyu bir tek parti diktatörlüğü, benim ‘Orijinal Bonapartizm’ dediğim tuhaf bir otokrasiydi. Cumhuriyet rejiminin ‘cumhurla’, halkla ilişkisinin yönü cumhuriyetten [rejimden] halka [cumhura] doğruydu. Aynı imparatorluk döneminde olduğu gibi… Oysa, ilişkinin yönünün cumhurdan, [halktan] devlete doğru olması gerekirdi… Gerçi müthiş bir modernist, modernleşmeci söylem geçerliydi, ama söz konusu söylem tam bir retorikti ve başta yönetici bürokratik elitin adamları olmak üzere, kitleleri aldatmayı amaçlayan bir ideolojik manipülasyondu. Bırakın cumhurun iradesinin tecelli etmesini, süreci belirler duruma gelmesini, cumhur [halk] devlet tarafından bir tür rehin alınmıştı. Hiçbir aykırı sese tahammül edemeyen, ifade özgürlüğünün kırıntısına izin vermeyen, her türlü muhalefetin yasaklandığı, dernek kurmanın mümkün olmadığı bir rejim, sadece padişah sahneden çekildi diye cumhuriyet sayılabilir miydi? Anayasa’da gerçi hakimiyet bilâ kayd-ı şart milletindir yazlıydı, ama bunun hiçbir kıymet-i harbiyesi yoktu. Dikta rejimlerinin yasallığı bir retorikten ibarettir. Zaten anayasa rafta bir metin olarak kalmıştı… Meclis de bilinen anlamda bir meclis değildi. Mustafa Kemal’in bizzat atadığı üyelerden oluşan bir meclisti… Ben buna meclis-i memuran demekte bir sakınca görmüyorum… Türkiye’de kavramın gerçek anlamında bir parlamento hiçbir zaman var olmadı…”
Georg Lukács’ın9 sözünü hemen hatırlatalım; “her burjuva devrimi bir hayal kırıklığıdır”.10 Burjuva devrimlerinde zafer alanlarında özgürlük ön plana çıkar (Başkaya’nın dediği gibi, aslında bunlar retorikten ibarettir), ancak devrim tamamlandığında, bu özgürlük baskılara dönüşür. Niçin? Çünkü burjuvazi, toplumun içinde azınlıkta kalan bir sınıftır. 1908 Devrimi’nin sonunda da, Cumhuriyet’in ilanından sonra da bu azınlık, “bürokratik elit”e dönüşmüştür.
Buradaki temel soru şudur, bu “elit” ne adına hareket etmektedir? Unutmamak gerekir ki, devlet burjuva yaratmaz, olanı geliştirir. Burjuvazinin varlığından bahsettik. “Yönetici elit”, sözcüsü ve temsilcisi olduğu var olan burjuvaziyi geliştirmek için mi vardır, yoksa başka bir sınıf için mi?
Kapitalizmin düzenlenme ihtiyacı her zaman vardır. Kapitalizmin kâr güdüsünün beslediği anarşik özü, tekil ve toplu çıkarlar arasında ortaya çıkan çelişkilerde ifadesini bulur. Bu çelişkilerin kapitalist sistemin çıkarlarına göre bertaraf edilmesi gerekir. Sistemin kendini yeniden üretmesinin koşullarının sağlanmasının, önünün açık tutulmasının kritik aktörü devlettir. Söz konusu işlevin nasıl ve hangi yollarla hayata geçirileceği zaman ve mekâna bağlı bağımlı bir sorundur. Zaman ve mekâna bağlı olarak farklı kurgular oluşturulur. Burada karşımıza, karşılıklı içsel bağları olan iki kurgu çıkar: ‘Egemen ideoloji’ ve ‘resmî ideoloji’… Bu kapitalizm-devletçilik-liberalizm zincirinin anlaşılmasında hareket noktasıdır.
Her iki kurgu da sürekli değişen, hareketli bir doğaya sahiptir. Egemen ideolojî resmi ideolojiyi içerir. Egemen ideoloji, sistem olarak, kapitalizmin meşruiyetini sağlamaya dönük bir kurgudur. Bunun görevlisi devlettir. Devletin kendi meşruiyetini sağlamaya dönük kurgusu, egemen ideolojiyle zaman zaman gerilim yaşayabilir. Bu açıdan bakıldığında, Türkiye’de tek parti dönemi, iki kurgu arasında bir uyumun söz konusu olduğu bir süreçken, çok partili hayata geçişle, iki kurgu arasında gerilim de yaşanmıştır. Ancak söz konusu gerilimin sınırı, sistemin topyekûn üretiminin gereklerine bağlıdır. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan bugüne hüküm süren egemen ideoloji, burjuva ideolojisidir. Uygulamaya geçirilen, devletçi ya da liberal, resmî ideolojinin sınırları, bu gerçeklik içinde belirlenir. Bu gerçeklik ihmal edildiğinde, ister istemez, resmî ideoloji tartışmaları, Kemalizm ve kerameti kendinden menkul bir devlet üzerinden yapılıyor. Tartışmaların resmî ideoloji üzerinden yapılması, devletin dayandığı sınıfsal temelin göz ardı edilmesine, devlete toplumsal yapıdan bağımsız bir var oluş biçilmesine yol açmaktadır.
Devletin baskıcı yapısı, Başkaya’nın sürekli vurguladığı moderniteye aykırı mıdır? Unutmamak gerekir ki, faşizm de bir modern zaman uygulamasıdır. Mesele, baskı değil, devletin baskıyı ne adına yaptığıdır. Cumhuriyet’in baskı biçimiyle, Osmanlı’nınki aynı şeye mi hizmet etmektedir? Başkaya’ya kalırsa, evet: “Sınıfsal ilişkiler düzeyinde de hiçbir yenilik söz konusu değildi. Üretim ve mülkiyet ilişkileri olduğu gibi kaldı. Emekçi halk çoğunluğu [küçük ve yoksul köylüler ve işçiler] lehine en küçük bir değişiklik söz konusu olmadı, ama toprak ağalarının lehine düzenlemeler unutulmadı. Kır kesiminde küçük ve yoksul köylülerin akıbeti toprak ağalarına, mütegallibeye ve jandarmaya teslim edildi. Cumhuriyet rejiminin övünç kaynaklarından biri de, kadınlara seçme ve seçilme hakkının birçok Avrupa ülkesinden önce tanınmış olmasıdır. Kullanılmadıktan sonra bir hakkı şeklen tanımanın bir kıymet-i harbiyesi olur mu? Dernek kurmanın, parti kurmanın, kendini ifade etmenin, muhalefetin, basın özgürlüğünün, akademik özgürlüğün, vb. mümkün olmadığı, daha da önemlisi seçimlerin olmadığı koşullarda kadınlara seçme seçilme hakkı tanınsa bunun ne önemi var? Velhasıl Cumhuriyet denilen rejimin cumhuriyetle ilgisi, görüntüden, söylemden ibaretti ve gerçek dünyada bir karşılığı yoktu.”
Başkaya’ya göre, Cumhuriyet, kapitalist temelde örgütlenmiş bir proje değil. Cumhuriyet Halk Fırkası bünyesinde tek parti olarak örgütlenen siyasi irade, ileriye dönük kurgulanan projenin taşıyıcısı değil. Oysa uygulamaları, söz konusu projeye meşruiyet sağlamaya, sürekliliğini garanti altına almaya dönük uygulamalar. Ve kapitalist sermaye birikiminin rasyoneli içinde anlam kazanıyor. ‘İktisat dışı zor’ olarak ifade edilen mümkün tüm mekanizmalar kullanılmıştır. Kapitalist sermaye birikiminin iradi müdahalelerle düzenlenip yönlendirildiği bu sürecin esas aktörü, devletin yaptırım gücünü elinde tutan siyasal kadrolardır.
Söz konusu kadronun verili toplumsal koşullara iradi müdahalelerle11 işleyiş mekanizmalarını oluşturduğu kapitalist kurgunun meşruiyetini sağlamak için formüle ettiği altı ok (devletçilik, laiklik, halkçılık, devrimcilik, cumhuriyetçilik, ulusçuluk), aynı zamanda iktidara meşruiyet sağlamaya dönüktür. Beş ilkeden asla taviz vermeyen (burada ilkelerin, içeriklerine ve anlamlarına uygun bir biçimde hayata geçirildikleri kastedilmiyor), tartışılmasına dahi tahammül göstermeyen, kendi bildiğini katı şekilde uygulayan siyasal iktidar, sadece bir ilkede esnek davranıyor. O da, iktisadi hayata dair olan devletçilik ilkesidir. Tabii söz konusu esneklik, döneme hâkim olan pragmatizm ile ilişkilidir. Mümkün tüm olanakların ve alternatiflerin sermaye birikimi sürecine hizmet etmesini sağlamak, kapitalizmin kendi mantığında vardır. Bu anlamda, siyasal iktidar, mevcut güç dengelerini kendi lehine çevirdiği bu süreçte, verili toplumsal yapıda ve uluslararası konjonktürde kapitalist sermaye birikiminin gereklerine cevap verecek biçimde, devletçilik olarak adlandırılan uygulamalara başlamıştır.
Yani, işler, Başkaya’nın, “Bilindiği gibi Osmanlı İmparatorluğu’nda ve benzer imparatorluklarda köklü bir devlet/halk yabancılaşması söz konusudur. Bizde söz konusu yabancılaşma cumhuriyetin ilanından sonra da devam etti ama bir farkla: Cumhuriyet rejimi halkı ‘adam etmek’ istiyordu” dediği gibi değildir. Burada ‘adam etme’ adına yapılanlar, toplumu, öngörülen kapitalist projeye göre yeniden biçimlendirmektir. Bu, öyle “bir farkla” denilerek hafife alınabilecek bir durum değildir. Köklü bir dönüşümün göstergesidir. Üretim biçiminin, mülkiyet ilişkilerinin toptan dönüştürülmesinin çabasıdır bu… Fakat devletçiliğe yönelik eleştiriler, iktisadi süreçle siyasi sürecin ayrılığına dayalı olunca, ister istemez görülemiyor dönüşüm.12
KAÇARKEN ‘BATIDAN BAKIŞ’A TUTULMAK
Çok farklı disiplinler (tarih, sosyoloji, iktisat), çok farklı düşünenler (sağ-sol söylem, liberal-devletçi vb.), bütünlüklü bir çerçeve kullanmadıklarında, çok rahat ortak noktada buluşabiliyorlar. Buluşturan ‘mitos’, ‘güçlü devlet’tir… Bir taraf, güçlü devleti ve onun bürokrasisini her şeyin suçlusu ilan ederken, diğer taraf, ne kadar adalet dağıtıcı, geleneklerin koruyucusu olduğundan dem vurarak, devlete güzellemeler yapıyor. Aynı mitos, farklı çıkış noktalarından hareket eden farklı akımları, aynı noktada buluşturuyor. Başkaya da, en çok eleştirdikleri ve çatıştıklarıyla, (yanlış çerçeve kullanmasının kurbanı olarak) maalesef kesişiyor.
Bir diğer ihtimal, Başkaya’nın kendi eleştirdiği tuzağa düşmesidir. Başkaya, bu yazının eleştiri konusu yaptığı makalesine şöyle başlamıştı: “Türkiye’de geçerli rejimi anlamak isteyen, resmî tarihten, resmî ideolojiden ve Avrupa-merkezli ideolojik yabancılaşmadan uzak durmalıdır.” Oysa, Başkaya’nın yaptığı gibi, Osmanlı’yı gelişmeye kapalı, içsel dinamiklerden yoksun ilan etmek, Osmanlı feodal sisteminin işleyişinin Batı’yla ilgisi olmadığını iddia etmek, Avrupa merkezli bakış açısının ta kendisidir. Marx da, ilk dönem çalışmalarında, Osmanlı’nın artığa el koyma biçimini ATÜT olarak adlandırılan Osmanlı Asya Tipi Üretim Tarzı olarak adlandırmış, fakat, tamamlanmasa da, bu konudaki tezlerini değiştirmiştir. Osmanlı’da artı ürüne, kuşkusuz Weber’in ‘patrimonyal despotlar’ı da el koymuyordu. Osmanlı toplumunda da, diğer sanayi öncesi toplumlarda olduğu gibi, artı ürüne, yerel birimler, yerel toprak sahipleri ya da merkezî siyasal iktidarın onayını alan sorumlu konumdaki yerel beyler vb. el koyuyordu. Yerel birimlerin artı ürüne el koyması, başta uzlaşma içinde olduğu merkezî siyasal iktidar, toplumsal ideoloji ve diğer yapıların desteklediği bir ilişkiler sistemi içinde gerçekleşmiştir. Bu bütünlük içsel ve dışsal etkenlerle bozulduğunda, başka bir sürece doğru hızla yol alınmıştır. Buradaki makas değişikliğini görememek, Batı merkezli ‘statik’ bakışla örtüşmektir. Ne diyelim; yanlış metodoloji, feci sonuç…
DİPNOTLAR
1 bkz: www.ozguruniversite.org
2 Örneğin İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin siyasal çözümü, devletin bekası için meşruti düzenin korunması etrafında şekillenmişti. Bu doğrultuda meşruti rejimi ilan eden güç olarak İttihatçılar, rejimi korumak amacıyla onunla özdeşleşmeye gayret etmişlerdi. Bu siyasal tutumun özü, “devletin bekası için meşruti yönetimi elzem, meşrutiyetin sürekliliği için İttihat ve Terakki’nin koruyucu gücünü” esas kabul etme etrafında şekillenmişti. Bu tutuma karşı muhalefet güçleri gelişti. Muhaliflerin içinde en güçlü kesim “ademi merkeziyetçi Jön Tükler” olmuştu. Osmanlı liberal hareketinin etkili ve önde gelen ismi Prens Sabahattin’di. İkinci Meşrutiyet’in ilanında inkâr edilemez rolü bulunan Prens Sabahattin ve yakın adamları, meşrutiyetin ilanından kısa bir süre sonra harekete geçtiler. 14 Eylül 1908 tarihinde, ademi merkeziyetçi programa sahip olduğunu savunduklarını Ahrar Fırkası’nı kurdular. (Ayrıntılı bilgi için bkz: Toplumsal Tarih, Ekim 2008)
3 Sipahi: Osmanlılarda toprak sahibi bir sınıf, atlı asker.
4 Bkz: Fuat Ercan. “Kırsal Yapıda Toplumsal Değişme”
5 Birinci ve İkinci Meşrutiyet birbirinden ayrılmalıdır. 1908 Devrimi’nde Sultan’ın varlığı simgeseldir. Yetkileri elinden alınmıştır. Oysa birincisinde durum tam tersidir. Mutlakiyet kesinlikle yıkılmamıştır. 1876 Anayasası’nda Sultan’ın kutsal kişiliği korunur. Eylemlerinden ötürü kimseye karşı sorumlu değildir. Nazırları atayan da, görevden alan da kendisidir. Parlamentoyu toplantıya çağıracak olan da, feshedecek olan da kendisidir. Yalnızca yasaları ve özellikle bütçeyi milletvekilleri onaylayacaktır. Bu konuda bkz: Aykut Kansu. 1908 Devimi, İletişim Yayınları.
6 Bu konuda bkz: Arif Koşar, “1908: Devrim mi darbe mi?” Özgürlük Dünyası, Aralık 2008
7 Osmanlı İmparatorluğu tarihi, Cem Yayınevi
8 Hikmet Kıvılcımlı, “Türkiye’de Kapitalizmin Gelişimi”, Tarih ve Devrim Yayınevi.
9 Georg Lukács, Macar Marksist filozof ve edebiyat bilimcisi. Sınıf bilinci teorisi ile öne çıkmış bir isim.
10 Benzeri bir vurgu ve üst tabaka devriminin özellikleri ve sonuçları için bkz: Arif Koşar. “1908: Devrim mi darbe mi?” Özgürlük Dünyası, Aralık 2008.
11 Söz konusu iradi müdahalelerle, kapitalist birikimin ihtiyaçlarına uygun ulus devlet yaratılırken, İslami ve Kürt cephelerinde açılan yaralar hâlâ onarılamamıştır. Vurgulamak gerekir ki, buradaki despotizm, siyasal iktidarın kişisel tercihlerinden değildir, geçmişten kopma ve yeni sistemi inşa adına yapılmıştır.
12 Cumhuriyetin kadrolarında 1908 Devrimi’nden beri gelen kadrolar var. Güçlerini sadece bürokrasiden almamışlardır. Kapitalist sermaye birikimine uygun koşulları yerine getirirken, kendileri de sermaye biriktirerek burjuvalaşmışlardır. Devlet olanakları ile ulusal burjuva olmak, 30’lu yıllarda sermaye için tartışmalara da yol açmıştır. Kendilerini liberal olarak tanımlayan aydınların devletçiliğe yönelik eleştirilerinde öne çıkardıkları vurgu, birtakım kişilerin devlet eliyle zenginleştirilmesi ve bu ilişkinin getirdiği çürümüşlüktür. Aslında çürümüşlük olarak tarif edilen, o koşullarda geçerli olan kapitalist birikim mantığına son derece uygundur.