marx ve darwin
AYDIN ÇUBUKÇU
İki büyük bilgin arasındaki ilişki konusunda kimi dedikoduları da içeren epeyce bir yazı bulmak mümkün. Özellikle Marx’ın Kapital’i Darwin’e ithaf etmek isteyip de, bunun kibarca reddedilmesi konusunda, kimi heyecan meraklısı, kimi Marksizm düşmanı pek çok araştırmacı konuya ilgi duymuşlardır. Darwin’in ithaf önerisini reddetmesini, Kapital’in bilimselliğine kuşku gölgesi düşüren bir olay gibi gösterenler de vardır, Darwin’in o ana kadar Marx’ın adını duymamış olmasını önemseyerek, buradan Marx’ın önemsiz biri olduğunu ileri sürme imkânı bulanlar da…
İşin tarihsel magazin yanı bir yana, Marx, Darwin’e doğa bilimleri alanında attığı büyük devrimci adım dolayısıyla hayranlık ve sevgi duymuştur. Özellikle dinsel dogmaların karşısına ilk kez ciddi bilimsel kaygılarla çıkmış olmasını, içinde yaşadığı toplumun önyargılarından çekinmesine karşın görülerini açıklıkla savunmasını önemli ve saygıya değer bulmuştur.
Darwin’in, kişisel özelliklerinin ötesinde, insan türünün daha ilkel canlılardan evrim yoluyla gelmiş olmasını ileri sürmekle, dolaysız olarak materyalist felsefeye yaptığı katkıyı da, proletarya için bir kazanç saymıştır.
Darwin’in doğumun 200. yılı ve “Türlerin Kökeni”nin yayınlanışının 150. yılı bütün dünyada etkinliklerle değerlendirilirken, Marx ve Darwin arasındaki ilişkilere ve Marx’ın evrim kuramının kimi ortaya çıkış özelliklerine yönelik eleştirilerine değinen bir özet yapmayı uygun bulduk.
EVRİM KAVRAMININ DARWİN ÖNCESİ FELSEFİ TARİHÇESİ
Varlığın sürekli değişim halinde olduğu düşüncesini ilk dile getiren, diyalektiğin de babası sayılan Heraklit’tir. Ünlü “bir nehirde iki kere yıkanılmaz” özdeyişinde söylediği gibi, ona göre, değişmek ve özdeşliğin sürekli bozulması evrenin temel yasasıydı. Ancak Heraklit, “bir şeyden her şey, her şeyden bir” özdeyişiyle de, bir kökenden doğarak farklılaşmış çoğulluğun doğuşuna ilişkin görüşler de ileri sürmüştür. Bu bakış açısı, Miletoslu ilkçağ materyalistlerin töz kavrayışından farklıdır; çünkü töz, değişen çokluk içinde değişmeden kalan temel varlığı dile getiriyordu ve bu bakımdan da, hareketli olmaktan çok, sabitlenmiş bir varlık evreni tasarımına yol açıyordu.
Yine antikçağ filozoflarının genel anlayışına göre, varlık evreni, yetkin olmayandan daha üst ve yetkin olana doğru bir sıralama içinde oluşmuştu. Bu düşünceyi sistemli bir biçimde dile getiren Aristo, aşağı varlıklardan yukarı varlıklara doğru bir yükseliş bulunduğunu ileri sürdüğü, “Hayvanlar Üzerine Araştırmalar” adlı yapıtında cansız maddeden, canlı bitkiye, bitkiden hayvana ve hayvandan insana doğru bir sıralama bulunduğunu ileri sürmüştü. Ne var ki, Aristo’nun bu görüşünün, modern evrim kavramını uzaktan çağrıştırmakla birlikte, yan yana duranlar arasındaki bir hiyerarşiyi dile getirdiğini görmek mümkündür. Sıralı ve dereceli geçişin nasıl gerçekleştiği, hatta bir geçiş olup olmadığı bile kuşkuludur burada. Yine de, farklı varlık türleri arasında ilkelden gelişmişe, basitten karmaşığa doğru bir sıralılık bulunduğu fikri, ilkçağ materyalizminin sezgilere ve basit görgüye dayanan düşünce çabası içinde değerlidir.
Hint ve Çin klasik felsefelerinde de, varlık ve ölüm, yeniden doğuş gibi kavramlar çerçevesinde, canlıların ölüp dirilerek ilerlediği düşüncesi belirleyici bir yer tutmaktadır.
Daha eskilere giderek, Sümer, Mısır dinlerinde, Zerdüştilikte, Ege-Akdeniz-Anadolu mitolojilerinde, kaos içinde düzenlilik, bağıntılılık bulunduğu ve bir varlıktan diğerine geçişte daha ileriye doğru bir yol izlendiği düşüncesinin izlerine rastlanabilir. Bütün bunlar, insanın, çok eski zamanlardan beri, ilerleyen ve evrilen bir dünya tasavvuruna sahip olduğunu göstermektedir.
Ne var ki, insanlığın çocukluk dönemi diyebileceğimiz bu çağlar boyunca ve hatta daha sonraki sistematik felsefi bütünlüklerin kuruluşu zamanlarında, bir kavramdan ötekine geçiş sorunu çözülememiştir. Karşıtlıkların mutlaklığı anlayışı, bu problemin çözülmesini engellemiştir. Örneğin en gelişmiş sistemcilerden Aristo, cansızlar ve canlılar arasında hiyerarşik bir varoluş sıralamasından söz ettiği halde, cansızın canlıya dönüşümü ya da bir bitkiden bir hayvana evrim olasılığı konusunda bir şeyler söylemeyi aklından bile geçirmemiştir. Bu yüzden, antik çağ filozoflarının içinde yalnızca Heraklit bu görüşe yaklaşabilmiştir, o da diyalektik düşünüşü sayesinde…
HEGEL’DE EVRİME İŞARET EDEN ESASLAR
Antik doğa felsefesinin, Engels’in deyişiyle, “verimli tohumlar olarak içerdiği her şey”, Hegel’de de, çok fazla aşılamamış bir halde kendini gösterdi. Metafizik felsefe, doğada zamana yayılmış bir gelişme çizgisi görmek yerine, yan yana konulmuş farklılıkların art arda gelişini tasarlamaktan öteye geçememişti. Farklılıklar arasında içten bir bağıntılılık değil, dışsal ilinti görüyordu ve aslında bu bakış açısı, Hegel’in kendi diyalektiğine de aykırıydı. Engels, Hegel’in bu zaafının, onun tarihsel gelişmeyi yalnızca “tin”e tanıyan sisteminden kaynaklandığını, ama aynı zamanda, doğa bilimlerinin o günkü gelişme düzeyine de bağlı olduğunu yazar.
Oysa Hegel, varlık ve hiçlik arasındaki çelişmeden başlayarak, bütün bir evrensel oluş tablosu içinde, mutlak aklın hareketi olarak görmüş olsa da, kesintisiz ve sıçramalı bir geçiş süreci tasarlayabilmişti. Karşıtların birliği ve birinden diğerine geçiş olanağı, evrim tablosunun yüksek bir felsefi soyutlama düzeyinde inşa edilebildiğini göstermektedir. Ne var ki, bunun doğal evrimin de haritası olarak düşünülebilmesi için, Engels’in işaret ettiği gibi, doğa bilimlerinin desteği şarttı. Denilebilir ki, yüksek felsefi soyutlama yoluyla evrim kavramına yüklenen içerik, kendi nesnel karşılığıyla buluşamadığı için, sadece sezgisel ve olması gereken üzerinden kurulmuş eksik bir tablo olarak kalmıştır.
MARX VE ENGELS’TE EVRİM
Toplumsal tarih açısından ve sınıf mücadeleleri ile tarihsel gelişme arasındaki bağlar üzerinden düşünen Marx ve Engels, Darwin’in türler arasında geçiş kuramından çok önce, gelişmiş bir evrim kavramına sahiptiler. Darwin’i büyük bir coşkuyla selamlamalarının nedeni de, kendi buluşlarının nihayet doğa bilimlerinde de kanıtlanmış olmasıydı.
Marx ve Engels, maddenin üç temel hareket biçimi olduğunu ve bunlar arasında ortak yasalara dayanan bir birlik bulunduğunu keşfetmişlerdi. Doğa, toplum ve insan bilinci, maddenin üç temel biçimi olarak, aynı temel ilkelerle anlaşılabilir, yorumlanabilir ve değiştirilebilirdi. Bu ortak ilkeler, materyalist diyalektik düşüncede bulunuyordu. Kuşkusuz, her hareket biçimi, kendisine özgü bilim dalları tarafından kendilerine özgü araçlar ve yöntemlerle incelenebilir, kendilerine özgü yasaları ayrıca formüle edilebilirdi; ama hepsini düşünülebilir kılan ortak ilkeler vardı ve bunlar diyalektik materyalizmdeydi. Engels, bu ilkelerin bir kısmını söyle özetliyordu: “…şeylere biraz yakından bakınca, bir çelişkinin olumlu ve olumsuz iki kutbunun karşıt oldukları kadar ayrılmaz da olduklarını, ama bu özel durumu, dünyanın bütünü ile genel bağlantısı içinde düşünmeye başladığımız andan başlayarak, bu kavramların neden ve sonuçların sürekli görev değiştirdiklerini, şimdi ya da burada sonuç olanın, başka yerde ya da daha sonda neden ve tersine durumuna geldiği evrensel karşılıklı etki görünümü içinde birleştiklerini, birbirlerine dönüştüklerini de görürüz.” (Anti-Dühring, s. 73)
Aslında burada söylenenlerin hiçbiri Hegel’in ötesinde değildir. Hegel diyalektiğinin de saptamalarıdır. Fakat Hegel, bu ilkeler toplamından bir evrim görüşü çıkaramamıştır. Marx ve Engels’i bir adım öteye götüren de, yalnızca Darvinci teorinin artık doğmuş olmasından ibaret değildir. Marx ve Engels, henüz “Alman İdeolojisi” üzerinde çalışırken, insan toplumunun evrimi konusunu düşünmeye başlamışlar ve yukarıda anılan ilkelerin üzerinde, toplumların ilerleyişinin başlıca dinamiklerini ve genel tarihsel çizgisini çıkarmışlardı. Pek çok bakımdan bugünkü gen bilimin tarih üzerinde denenmiş öncülleri olarak da okuyabileceğimiz buluşlar yapmışlardır. Henüz Darwin ortaya çıkmadan, Darvinci evrim teorisine hâkim olan “devrimsiz evrim” görüşünün ilkesel düzeyde hem eleştirisini yapmışlar, hem de daha ilerisini gösterme başarısına ulaşmışlardı. Günümüzde, genetik bilimi, artık evrimde mutasyon (ani değişim, sıçrama, bir bakıma devrim) olayının rolünü daha derinden çözmeye başlamıştır. Oysa en genel ve temel özellikleriyle evrim kavramını, genel olarak maddenin bütün hareket biçimlerini kucaklayacak tarzda inşa ederken, Marx ve Engels, evrimle devrim kavramlarının içten bağıntısını göstermişler ve bunu toplumların evrimini incelerken tarihsel örnekler üzerinde sınamışlardır.
MARX VE DARWİN
Bu noktada, Marx’ın, Darwin’i izleyerek, onun “doğanın ekonomisi için yaptığı bilimsel tahlili, toplumsal ekonomide gerçekleştirdiği” iddiasının gereksiz ve yanlış bir görüş olduğunu saptayabiliriz. İddianın sahibi olan Moses Hess, bir Alman küçük burjuva sosyalistiydi ve Marx’ın görüşlerini eklektik bir biçimde yeniden bir araya getirerek, “gerçek sosyalizmi” kurmaya çalışıyordu. Marx tarafından defalarca eleştirilmişti. Ne var ki, Marx ile Darwin arasında kurulan bu sözde üst düzey ilişki yorumu, sonraki kuşaklar üzerinde de kalıcı bir kabul görmüştür. Darwin’i kaynak göstermek, Marx’ın değerini arttıracakmış, Marx’ın buna sanki ihtiyacı varmış gibi, küçük burjuva sosyalistleri arasında dillendirilir olmuştur.
Gerçek bunun tamamen dışındadır. Her şeyden önce, Darwin’in yaptığını, “doğanın ekonomisinin bilimsel tahlili” olarak adlandırmak, bir teşbih hatasıdır. Marx’ın yaptığı da, zaten toplumun ekonomisinin tahlilinden ibaret değildir. Her iki büyük bilim insanının elbette kesiştikleri bir nokta vardır; Marx, Darwin’de, kendi toplumsal evrim ve sınıf mücadelesi kavramlarına denk düşecek bir doğa tasarımını gördü. Kapital’i ona ithaf etmek istemesinin nedeni ise, bunun yanı sıra, her türden gerici saldırılar karşısında, Darwin’e, örgütlü Avrupa işçi sınıfı adına bir destek sunmaktı. Darwin bunu anlamadı. Kulaktan dolma bilgilerle, Kapitalin bir ekonomi kitabı olduğunu ve bu alanda yazılmış bir eserin kendisine ithaf edilmesini uygun bulmadığını bildirdi.
Aslında Marx’ın, diyalektik anlayışı açısından, Darwin’le kesiştiği noktalardan daha önemli olarak, ayrıldığı temel önermeler vardır. Yukarıda da belirtildiği gibi, evrimi düz bir çizgi olarak gören Darwin’in aksine, Marx’ın diyalektik evrim anlayışı, kimi zaman geri dönüşleri de içeren, sıçramalı ve devrimlerle ilerleyen bir süreçtir. Çizgisel değildir, boyutlu ve çok yönlüdür. Hegel’in yıllar önce eleştirdiği “tek nedenden sonsuz sayıda sonuç çıkaran” bir nedensellik anlayışının izleri Darwin’de belirgindir. Bilimsel buluşlar ilerledikçe, Darwin’in temellerini attığı genel anlayış ve buluşunun temel tezi güçlenmekte, fakat kurduğu teorinin eksikleri daha fazla göze batmaktadır.
Marx, özellikle Darwin’in esin kaynağı olarak Malthus’ü göstermesini eğlendirici bulduğunu yazmıştır:
“Darwin’i yeniden gözden geçirdim; ‘malthusçu’ kuramı bitkilerle hayvanlara da uyguladığını söyleyerek beni çok eğlendiriyor; sanki bay Malthus’ta –ve geometrik artış dizisinde– tüm sorun, kuramın bitkilerle hayvanlara değil de, yalnızca insanlara uygulanmasıymış gibi… Darwin’in hayvanlarla bitkiler arasında, işbölümüyle, rekabetiyle, yeni pazarlar açışıyla, ‘icatlarıyla’ ve malthusçu ‘varolma savaşımı’yla kendi İngiliz toplumunu bulup görmesi çok dikkate değer bir şey. Bu Hobbes’un ‘bellum omnium contra omnesi’[*]idir: Bir de insana, Hegel’in Phänomenologie’sini anımsatıyor. Sivil toplum orada ‘ruhsal hayvanlar âlemi’ diye tanımlanırken, Darwin’de hayvanlar âlemi, sivil toplum olarak beliriyor…” (Marx- Engels, “Seçme Yazışmalar”, Sol yayınları, Kasım 1995, s. 147)
Bilindiği gibi, Marx, Malthus’un nüfus teorisinin gerici içeriğini sert eleştirilerin konusu yapmıştı. Savaşları, salgın hastalıkları nüfusun denetimi için yararlı bulan bu İngiliz düşünürün kapitalizmin çelişkilerinin üstünü örtmekten başka sonuç vermeyen görüşüne göre, insanlar geometrik oranda çoğalırken, tarımsal üretim aritmetik oranlarla artabilmekte, dolayısıyla açlık, sefalet, gibi sonuçlar fazla nüfustan kaynaklanmaktadır. Bu yüzden de, ölümleri arttıran, doğumlar azaltan her türden felaket olumludur, yararlıdır! Bu bakımdan insanların eşitliği gibi idealler peşinde koşulmamalı, yoksullara yardım edilmemeli, ölümleri önleyici tedbirler alınmamalıdır. İşçi ücretlerinin asgari geçim çizgisini geçmemesi gerekir, çünkü ücretlerin artışı nüfusun artışına yol açar! Vb. vb.
Bu görüşlerin, Darwin’e “doğal ayıklanma” fikrini ilham etmesi, İngiliz toplumundaki sınıf mücadelelerinin sonucu olarak doğmuş gerici bir teorinin biyolojideki en büyük buluşlardan birine uygulanması, Marx’a tuhaf bir çelişki olarak görünmektedir. Yukarıdaki satırlarda da görüldüğü gibi, Marx, hayvanlar dünyası ile insan toplumu arasında kurulan bu analojide, Darwin’i küçülten bir yan görmemekte, fakat aynı toplumsal koşullar içinde düşünen ve bilim yapan insanların benzer yollar izlemesini öğretici (hatta eğlendirici) bulmaktadır. İlginç olan, Darwin ve Hobbes gibi iki ünlü İngiliz’in, modern sınıf karşıtlıklarının anavatanı olan İngiltere’nin toplumsal hayatının sergilediği keskin çatışmaları, kendi düşünce alanlarında yansıtış biçimleridir. Malthus’un insanlar hakkında söylediklerinden hareket ederek, Darwin’in, hayvanlar arasındaki mücadele (doğal ayıklanma-eleme) hakkında sonuçlara varması ve Hobbes’un insan toplumunu bir “kurtlar dünyası” olarak tanımlaması, Marx’ın kapitalist toplum hakkında söylediklerinden daha acımasız, ama kuşkusuz bilim dışıdır. Malthus, salgın hastalıkları ve yok edici savaşları, hastaların kendi hallerine bırakılmasını, yoksulların daha da yoksullaştırılarak yok edilmesini önerebilmekte toplumun selameti için; Hobbes ejderhaların yönetimini düşlemekte, Darwin ise, güçsüzün güçlüler tarafından yok edilmesini türlerin oluşumunda bir “doğa yasası” olarak onaylarken, Hobbes ve Malthus’un korkuyla baktıkları toplumun içinden konuşmaktadır.
Marx, kendi teorisine duyduğu güvenle, doğa ve toplum arasında gidip gelen, ama hepsi farkında olmaksızın sınıf mücadelesinin etkisinde konuşan bu düşünürleri izlemektedir.
SONUÇ
Özetle, Darwin ve teorisi, Marksizm açısından, tarihsel ve felsefi bakımlardan olduğu kadar, ideolojik olarak da büyük önem ve değer taşımaktadır. Ancak özellikle “sosyal darvinizm” biçimi altında ortaya çıkan siyaset ve toplum pratiğinin faşizmle birleşen sonuçlarında, teorinin Malthus’ten esinlenen yanlarının önemli payı vardır. Her ne kadar bundan dolaysız olarak Darwin sorumlu değilse de, başlangıçta Marx tarafından dikkat çekilen zayıflıklarından biri olarak görülmelidir. Bununla birlikte, biyoloji bilimi açısından, günümüzde de eksilmeyen önemi, materyalizm açısından geliştirdiği katkılar dikkate alınarak, Darvinci Evrim teorisinin esasları, her türden gericiliğe karşı ödünsüz savunulmalıdır.
Yine diyalektik materyalizmin temel ilkeleri açısından, Darvinci evrim teorisinin ilk haliyle taşıdığı eksikliklerin, genetik biliminin kaydettiği gelişmelerle giderilmekte olduğu ve bu gelişmenin de diyalektiğin öngörülerini doğruladığını görmemiz gerekir. Bilim insanlarının bu konuda çıkarabileceği en önemli ders, evrim teorisini, diyalektik materyalizm açısından kurmanın yollarını aramak olmalıdır. Orada, yalnızca diyalektik kavrama yolunun doğrulanışını görmekle yetinmemek, araştırma ve incelemelerin diyalektik öngörüler üzerinde yükselmesi gerektiğini de göstermek gerekmektedir.
[*] “Herkesin herkese karşı savaşı”. Hobbes, “İnsan, insanın kurdudur” özdeyişiyle ünlü İngiliz filozofu. Kapitalist toplumun ancak “ejderha” (Leviathan) gibi bir devlet tarafından yönetilebilecek karmaşa ve savaş toplumu olduğunu düşünüyordu.