sorgulama ve yeniden mevzilenme dönemi

 

Karşı-devrimin 1989-91 yıllarında ilan ettiği zaferinin işçi sınıfı üzerinde en derin ideolojik ve politik tahribata yol açtığı ülkelerin başında kuşkusuz Almanya gelmektedir. Haliyle Almanya’nın bu özgünlüğü, buradaki gelişmelere ayrı bir önem vermektedir. İşçi hareketi ve devrimci-Marksist güçlerin başka ülkelere göre daha zayıf olması, bu ülkede yaşanan gelişmelerin önemini azaltmamaktadır. Tersine; bazı gelişmelerin Almanya’da da cereyan etmeye başlaması, Avrupa işçi hareketi açısından önemli bir dönemecin başlangıcı sayılmalıdır…

 

İŞÇİ HAREKETİNDE OLAN İLE OLMAKTA OLAN

Almanya’daki işçi hareketinin durumuyla ilgili, bugün, şu somut saptamada bulunabilinir: “Almanya’da henüz ülke çapında yükselen ve sermayenin saldırılarını geri püskürten bir işçi hareketinden söz edilemez.” Bu saptama her ne kadar bir doğruyu ifade etse de, yine de, bunun yetersizliğini, gerçekliği tam kapsamadığını vurgulamak gerekir. Denilebilir ki, bu saptamadaki asıl altı çizilmesi gereken kelime, henüzdür! Yani, bugünkü (ve yakın gelecekteki) işçi hareketinin durumunu açıklayan ve asıl üzerinde durulması gereken, onun yükselmemiş ve savunma pozisyonundan çıkmamış olması değildir. Tersi, gerçekliğe daha yakındır: Almanya’daki işçi hareketi bugün bağlarından sıyrılma ve yükselme sancıları çekmektedir.

Vurgulamak gerekir ki, bugün Alman işçi sınıfındaki genel algılama ve ruh değişikliği, pratik hareketiyle dışa vurduğundan daha ileridedir. Buradaki uyumsuzluk doğaldır da. Zira, tarihsel bakımdan, yenilgi döneminin moral bozukluğu ve özgüvensizliğini üstünden atma sürecinde olan bir sınıfın, pratik eylemiyle ruh hali arasındaki ilişki, tabiatıyla “doğal” değildir. Ve özellikle bu tür dönemlerde, sınıf mücadelesinin olgularının, kendilerini, her zamankinden daha çarpık, daha çelişkili ortaya koyduğu kendiliğinden anlaşılmaktadır.

İleri kapitalist ülkeler arasında, 1989-91 yıllarından beri; en çok saldırıyla yüz yüze gelmiş, en çok “fedakarlığı” yapmış, sermayenin şantajlarına en çok boyun eğmiş işçi sınıflarının başında Alman işçi sınıfı gelmektedir. Bununla birlikte; sermayenin, burjuva hükümetlerinin ve liberalizmin neo-ideologlarının vaat ettikleriyle, işçilerin gerçek hayatı arasındaki uçurum, Federal Almanya’nın yaklaşık 60 yıllık tarihinin hiçbir döneminde son yıllardaki kadar derinleşmemiştir. Ve Alman işçi sınıfı, akla gelebilecek tüm “feragat” ve “fedakarlık”ların hiçbir temelli yararının bulunmadığını, en son, fabrikalarının kapatılacağını duyan Nokia işçilerinin karşı karşıya bırakıldığı “acı gerçeklik”ten öğrenmek durumunda kalmıştır.

Öte yandan, işçilerin son 10-15 yılda içine itildikleri ekonomik koşullar ve sosyal hayat, gelinen yerde, sadece liberal politika ve teorilerin değil, aynı zamanda kendi “doğruları”nın da sorgulanmasını kaçınılmaz kılmaktadır. Çarpıcıdır ki, sosyal demokrasinin, yani zamanında sınıf işbirliğinin ve “sosyal diyalogun” kalesi Almanya’da, işçiler; 50 küsür yıl “işe yarayan” geleneksel politika ve anlayışların; “sosyal barışı” bozan sermayenin saldırganlığı karşısında artık beş para etmediğini, tam da kendilerini işçi sınıfından saymayan katman ve meslekten grupların son bir iki yıldaki başarılı direnişi ve mücadelelerinden öğrenmek durumunda kalmıştır! İşçi sınıfının tarihsel yenilgisini kendilerinin yenilgisi saymayan (dolayısıyla politik moral bozukluğunun etkisi de sınırlı kalan), ama sermayenin pervasız saldırganlığı sonucunda yaşam ve çalışma koşulları ağırlaşan pilotların, doktor ve hemşirelerin ve lokomotifçilerin nispeten başarılı direnişleri, işçi hareketi açısından adeta uyarıcı ve uyandırıcı olmuştur!

Örneğin lokomotifçilerin küçük sendikası, kendi talepleri için mücadeleci bir çizgi izlerken, aynı işkolundaki “işçi sendikası”, kendisinin demiryolu patronuyla imzaladığı toplu sözleşmeyi haklı olarak yetersiz bulan lokomotifçiler sendikasının greve çıkmasına karşı “mücadele” etmiştir! Sözüm ona, küçük sendikalara karşı “birleşik sendikal örgütlenme” savunulmaktaydı! Oysa çarpıcı bir durum oluşmuştu: Lokomotifçiler sendikası türü sendikalar, sermayenin sendikal hareketi bölme ve işçiler arası rekabeti artırma çabalarının bir eseriydi. Sermayenin bu çizgisi, şimdi, umulanın tersi bir sonuç doğurmuştu! Rekabet, emek-gücünün fiyatını düşürme değil, artırma doğrultusunda patlak vermişti! Aynı şekilde, “birleşik sendikal örgütlenme” de, tarihsel espirisinin tersi bir tablo sergilemişti: sendikaların pazarlık gücünü artırmayan, aksine küçük sendikaların da gerisine düşen bir sendikal birliğin ne anlamı vardı? “Birleşik sendikal örgütlenme”, mevcut durumuyla, artık özüne tekabül etmeyen bir örgütlenme biçimiydi. Lokomotifçiler sendikasının başarısı, ister istemez, bu biçimin özünü boşaltan uzlaşmacı ve işbirlikçi sendikacılığın pespayeliğini açığa çıkartmaktaydı!

Belirtmek gerekir ki, lokomotifçilerin direnişi, bir süreden beri mücadeleci sendikacılar arasında var olan “birleşik sendikal örgütlenme” tartışmalarını daha da derinleştirecektir. Dahası; genel olarak Almanya’daki sendikal hareket içerisindeki arayışların, daha da güçleneceğini düşünmek gerekir. Örneğin Almanya’nın önemli sanayi bölgelerinden Stuttgart ve çevresindeki mücadeleci metal sendikacılarının “daha mücadeleci sendikalar istiyoruz!” talebiyle başlattıkları imza kampanyası, sadece şimdiye kadar toplanan yüzlerce imza nedeniyle değil, sendikal harekette sınıf mücadelesinin pratik dayatmalarından kaynaklanan bir eğilimi ifade etmesi nedeniyle önemlidir. Politik planda, bugün bu eğilimin bir kısmının Sol Parti tarafınca emilmekte oluşu da (örneğin yüzlerce sendikacının SPD’den çıkıp Sol Parti’ye üye olması), sermayenin saldırıları karşısında sergilenen boyun eğiş ve işbirliğine duyulan bir öfkeden doğan bu eğilimin temelindeki dinamikleri değiştirmemektedir.

Hiç şüphesiz, özellikle politik mücadelede, tarihsel eğilimleri, asla tamamlanmış olgular gibi ele almamak gerekir. Fakat, uluslararası sermayenin nihai zaferini ilan edişi ve bununla birlikte başlattığı genel saldırının oldukça kısa sürede “doğal” toplumsal sonuçlarını göstermesinin ardından, kapitalist toplumun iki temel sınıfının (burjuvazi ve işçi sınıfı) karşı karşıya duruşu bugün artık öylesine bir özellik almıştır ki; sermayenin her saldırısı ve hamlesi, bir adım sonrasında kendi ayağına dolanmasını sağlayacak karşıt faktörleri kışkırtarak ancak gerçekleşebilmektedir. İki sınıfın ilişkilerindeki karşılıklı bağıntının kazandığı bu özellik (aslında bu özellik, yenilgi dönemini izleyen bir olağanlaşmadır), sınıf çelişkilerinin derinleşip yalınlaşması temelinde mücadelelerinin de kaçınılmaz olarak artacağı bir sürecin göstergesidir. Elbette işçilerin önünde daha pek çok yenilgiler durmaktadır. Fakat bu yenilgiler, yaşanacağı sürecin belirtilen özelliği nedeniyle, işçi sınıfı saflarındaki moral bozukluğunu değil, esas olarak sınıf öfkesini ve mücadele azmini bileyecektir.

Açıktır ki, işçi sınıfının saflarında egemen hale getirilmiş politik ve sendikal anlayış ve görüşlerin gerçek yaşamda giderek daha az karşılık bulduğu bir tarihsel süreçte, yaşanan tüm özdeneyimler, ister istemez, bu sınıfın mensupları arasındaki yeniden sorgulamanın çapını da genişletecektir. Toplu sözleşmeler döneminde “feragat dönemi bitti” sloganının öne çıkması, bir sınıf muhasebesinin belki de en “basit” belirtisidir. Bir sınıfın tarihsel birikimi ne kadar köklü ise, sınıf çelişkilerinin kaynaklık ettiği bu kaçınılmaz yönelişin (yeniden sorgulamanın) ürünleri de (yeniden mevzilenme), o kadar ileri olacaktır. Ve kuşkusuz bu sorgulama, yeniden öğrenme ve mevzilenme sürecinde, Alman işçi sınıfının geleneksel teorik gelişmişliği tarihsel bir avantaj olarak mutlaka kendi rolünü oynayacaktır.

 

DOĞRU YANITLARDAN ÖNCE GELEN DOĞRU SORULAR

Almanya’da son 50 yıla damgasını vurmuş ideolojik-politik çizgi, anlayış ve geleneğin tarihsel muhasebesi ve sorgulanmasının, sınıf mücadelelerinin pratik bir sorunu olarak, kendisini giderek daha fazla dayatması, sadece işçi ve sendikal harekette beliren bir eğilim değildir. Bu eğilim, kuşkusuz farklı görüngü biçimleri altında, kendisini Marksist gören parti ve çevrelerde de belirmektedir.

Geçtiğimiz ay Berlin’de düzenlenen 13. Uluslararası Rosa Luxemburg Konferansı’nda yapılan podyum tartışması, bu bakımdan bir örnektir sadece. Konusu, “Sol Parti’nin yanı sıra Marksist bir örgüte ihtiyacımız var mı?” olarak belirlenen ve iki bini aşkın insanın ilgiyle izlediği bu tartışmaya; başka kişilerin yanı sıra, dergimizde bazı yazılarını yayınladığımız ünlü Marksist filozof Hans Heinz Holz ile Sol Parti’den Avrupa Parlamentosu milletvekili Sahra Wagenknecht davet edilmişti. Bu soru orada, tartışmacıların gösterdiği adresin doğru veya yanlış oluşundan bağımsız olarak, esasta “evet” olarak yanıtlanmıştır. Özellikle de Holz’un, gençlerin sayıca dikkat çektiği bir konferansta; “sol olarak bizi birleştiren işçi sınıfının tarihsel misyonu”dur demesi, ve Sol Parti’de de bu perspektifin bulunmamasını şu sözlerle vurgulaması önemliydi: “İşçi sınıfının bu tarihsel misyonunun, onun sınıf çıkarlarının esas alınması suretiyle yerine getirilmesi (ki bu ancak sınıf mücadelesinde gerçekleşebilir); işte bu yaklaşımı bu partinin programında görememekteyiz. Bu nedenle de, bu partinin yanı sıra; işçi hareketi içerisinde, bu tarihsel misyon uğruna verilen tarihsel mücadelede, mücadele bilinci olarak sınıf bilincinin sadece kapitalist sistem içerisindeki iyileştirmeler için değil, sistemin kendisinin değiştirilmesi için canlı tutulmasını esas alan bir örgütlenme biçimi gerekliliktir!

İşçi sınıfı bugün farkında olsun olmasın, 54 milletvekiliyle meclise giren bir Sol Parti’nin varlığına rağmen, Almanya’da komünist bir partiye olan ihtiyacın “sol kamuoyunda” yeniden vurgulanması, kuşkusuz oldukça anlamlı ve önemlidir.

Ama sadece Marksist bir partiye olan ihtiyacın yeniden altının çizilmesi değil (bu altını çizmenin bir yönü Sol Parti’nin eleştirisi iken, diğer yönü, komünist bir partinin gerekliliği vurgusudur); dikkat çekilmesi gereken diğer bir gelişme de, sol çevrelerde bir süreden beri revizyonizm üzerine tartışmalarının ortaya çıkmasıdır. Sovyetler Birliği’nin yıkılışında SBKP’nin 20. Kongresi’nin ve Kruşçev’in rolü ve dolayısıyla Stalin ve onun dönemindeki sosyalist inşa üzerine yürütülen bu tartışmaların, burada altının çizilmesi gereken yönü, verilen yanıtlardan ziyade (ki, bu tartışmalarda, Kruşçev revizyonizmini büyük oranda doğru olarak eleştiren görüşler de ileri sürülmektedir), tartışmanın kendisidir; yani tartışmanın, Sovyetler Birliği’nin yıkılışıyla 20. Kongre’nin ilişkilendirilmesi üzerinden gelişmesi ve kaşarlanmış revizyonistlerin bu tartışmaya katılarak, yanıt vermek zorunda kalmasıdır. Bu arada, Batı Almanya’nın eski revizyonist partisi DKP’nin içinde Holz’un başını çektiği devrimci bir eğilimin uç vermesi, revizyonizm üzerine yürütülen bu tartışmaların çok yönlü kaynakları konusunda bir fikir vermektedir.

Yeri gelmişken belirtelim ki, 20. Kongre ve Kruşçev revizyonizmi üzerine tartışma, bugün revizyonist gelenekten gelen hiçbir partinin sakınamayacağı bir konudur. Bundan, 13. Uluslararası Rosa Luxemburg Konferansı’nda, “Avrupa’daki komünist hareketin feneri” olarak takdim edilen Yunanistan Komünist Partisi (KKE) de azade değildir. Nitekim bu konferansta bir konuşma yapan KKE Genel Sekreteri Aleka Papariga; bir süreden beri, parti tarihlerini eleştirel bir gözle irdelediklerini, şu sıralar 1949-1974 yılları üzerinde araştırma yaptıklarını, SB’deki süreçle ilgili olarak partide bir iç tartışma başlattıklarını, parti olarak yaptıkları hataları hasıraltı etmeyeceklerini ve bu tartışmanın belgelerini de ileride yayınlayacaklarını açıkladı.

Kısacası, nasıl ki, Batılı kapitalist ülkelerin işçi sınıfları açısından, sözünü ettiğimiz 50 küsur yıllık anlayış ve geleneğin sorgulanması, sınıf mücadelesinin giderek pratik bir dayatması olarak beliriyorsa, benzer bir şekilde, revizyonist gelenekten gelen partilerin de, –eğer günümüz mücadelesinde az çok devrimci bir pozisyonu tutacaklarsa– kendi 50 küsur yıllık tarihlerini sorgulayıp özeleştiri vermeleri, günümüz sınıf mücadelesinin zorladığı tarihsel bir gereklilik özelliğini kazanmıştır. Zira açıktır ki, dünya işçi sınıfı, bugün tarihsel olarak, sadece emperyalist kapitalizme karşı değil, aynı zamanda, onun şahsında, sosyalist devrimi yenmiş bir karşı-devrime karşı da mücadele etmek durumundadır. Bu, tarihsel bir olgudur. Ve bu tarihsel olgu, modern revizyonizminin eleştirisi ve mahkumiyetini, bugün komünist adını taşıyan her bir örgüt ve partinin devrimci niteliğinin pratik bir gereği haline getirmiş bulunmaktadır. Başka bir deyişle, işçi sınıfının geçici yenilgisi, gelinen yerde, bu yenilgide tarihsel sorumluluk payı taşıyan Batı’nın revizyonist partilerini böyle bir özeleştiriye adeta mahkum etmektedir. Bu tarihsel sorumluluğundan kaçınmaya çalışan tüm partiler ise, saflarından yeni devrimci eğilimlerin uç vermesinden kaçınamayacaklardır!

 

                                                      *          *          *

Bilindiği gibi, karşı-devrimin zaferi, işçi hareketinde sosyalizme karşı ve sosyalist güçler arasında da işçi sınıfına karşı küçümsenemez güvensizliklerin doğmasına yol açmıştı. Fakat belirtmek bile gereksizdir ki, “proletaryanın sınıf haline gelmesi” (Komünist Manifesto) itibarıyla, yani işçilerin kapitalistler sınıfına karşı ortak mücadeleye atılmaları oranında, yenilgi dönemlerinin bu boğucu havası kendiliğinden dağılacaktır. İşçileri bir sınıf olarak hareket etmeye zorlayan ise, bizzat kapitalistler sınıfının kendisidir. Kapitalistlerin, içinde bulunduğumuz dönemde, bu zorlamayı daha da yoğunlaştırmaktan başka bir seçeneklerinin bulunmadığıysa ortadadır.

Kuşkusuz, bu boğucu havanın dağılması, Almanya’da yokluğu şimdiden hissedilmeye başlanılan gerçek bir komünist partinin kurulması için yeterli değildir. Ama önemli bir ön adımıdır! İşçi hareketinin koşulları, gidişatı ve genel sonuçları hakkında teorik donanıma sahip her bir komünist açısından, bu yazımızda dikkat çekmeye çalıştığımız gelişme ve eğilimlerin, aslında bir bütünün tek tek parçalarını oluşturdukları tartışmasızdır. Şurası açıktır ki, Almanya’da adını hak eden bir komünist partinin inşası; işçi ve sendikal hareket ile devrimci güç ve çevrelerde gelişen bu eğilimlerin derinleştirilip güçlendirilmesi ve aralarındaki ilişkinin geliştirilmesi suretiyle, pratik bir sorun haline gelecektir. Almanya’da komünist bir partinin inşası; mevcut komünist ve devrimci güçlerin, bu eğilimleri, birlikte, kalıcı bir temele oturtma ve Marksist-Leninist bir platformda birleştirme yeteneğini göstermelerine bağlıdır. Almanya’da sınıf çelişkileri ve mücadelelerinin almakta olduğu yön, bu yeteneğin önümüzdeki dönemde birikip gelişeceğinin de güvencesidir.

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑