emek-sermaye ilişkileri nitelik mi değiştirdi? “sanayi sonrası” lafazanlığına bir yanıt

Kapitalizmin, sınıf farklılıkları ve karşıtlıklarına dayanan, farklılık ve çatışmaları durmadan ve yeniden doğuran bir sistem olduğu düşüncesine yöneltilmiş ideolojik saldırı, sınıflar mücadelesinin en etkili araçlarından biri olagelmiştir. Son birkaç on yıllık süreçte, hemen tüm kapitalist ülkelerde, yüzlerce iktisatçı, “bilim insanı”, sosyolog, tarihçi ve felsefeci, ‘üretim süreçlerindeki ve nesnel koşullardaki gelişme ve değişmeleri’ gerekçe edinerek, sınıfların ve sınıf mücadelesinin ya önemsizleştiği ya da sona erdiği yönünde teorileri yineleyip yenilediler.

İşçi sınıfının toplumsal varlığına karşı bu ideolojik saldırı, iktisadi-sosyal ve politik alanda sermaye tarafından sürdürülen dolaysız saldırı ile söylem ve gerekçe düzeyinde birleşen bir özellik gösteriyordu. Negri, Hardt, Deleuze, Foucault gibi “sol”da yer alan teorisyenlerle onların izinde yürüyen çok sayıda sosyolog, politikacı ve yazar, “sanayi sonrası toplum koşullarında” yaşandığını; sömürü ve sınıf ilişkilerinin “öz itibariyle değişime uğradığını” iddia ediyor ve işçi sınıfının anti kapitalist mücadeledeki öncü-temel rolünün bu değişmelere bağlı olarak önemsizleştiğini ileri sürüyorlardı.

“Liberal demokrat”, “ilerici”, “üçüncü yolcu” ve “muhafazakar” sosyolog, “bilim insanı” vb. çevrelerin aktif unsurlarını oluşturduğu ve kendilerini hâlâ Marksist olarak adlandıran çeşitli diğer çevrelerin güç verdiği bu karşı dalganın en önemli özelliği, proletaryanın toplumsal konumu ve devrimci rolüne kuşkuyla yaklaşma eğilimine ivme kazandırması ve “Marksist teorinin yanlışlarını düzeltip eksikliklerini giderme” gerekçesiyle kendini “haklı” göstermeye çalışmasıydı. Buna göre, işçi sınıfı, toplumsal var oluşuna özel bir anlam atfetmemeli, sınıfların üretim araçlarıyla ilişkisi üzerinden şekillenen toplumsal farklılaşmanın “eski” önemini yitirdiğini ve ancak etnik köken, bölge, meslek vb. gibi “öteki kimlikler”e bağlı öneminin olabileceğini unutmamalıydı! Bu teorisyenler ile izleyenleri, “maddi üretim alanında meydana gelen kapsamlı değişiklikler”in, “çalışma kavramı” ve “çalışan modeli”nin yeniden tanımlanmasını zorunlu kıldığını, politik üstyapının “yeniden kurulması”nı ve “temsil biçimleriyle özgürlük ve demokrasi anlayışlarının yeniden belirlenmesi”ni kaçınılmaz hale getirdiğini söylüyorlardı. “Sivil toplumculuk”, “yeni toplumsal hareketler” ve etnik, dinsel, cinsel “kimlik” merkezli tezler ve proletaryadan uzaklaşmayı teşvik eden politik girişimlerle takviye edilen bu teoriye, tarihsel maddeci dünya görüşünün determinizm ve indirgemecilikle suçlanması ve yadsınması eşlik ediyordu. Bu teorinin, üretken emeğin toplumsal üretimdeki oranı ve öneminin üretken olmayan emek karşısında önemsizleştiği ve maddi olmayan emek türleriyle ürünlerinin üretim sürecinin hakim unsuru haline geldiği şeklinde özetlenebilecek bir diğer önemli iddiası, bir sonraki makalemizin konusunu oluşturacak. Bu iddianın da üzerine oturtulmak istendiği ve 1970’lerden itibaren önem kazandığı söylenen üretimin yeniden düzenlenmesi kapsamında başvurulan biçim ve yöntemler ile süreçteki bazı öteki gelişmeleri ise burada ele almaya çalışacağız.[1]

“DEĞİŞİM” VE “KÜRESELLEŞME” KAVRAMLARI ÜZERİNDEN GELİŞTİRİLEN OPORTÜNİST TEORİ

Sağdan ve “sol”dan; sermayenin dolaysız temsilcileri/sözcüleriyle “sol”daki yedekleri tarafından geliştirilip sürdürülen ve sermayenin ekonomik-sosyal ve politik saldırılarıyla ‘bütünleşen’ bu ideolojik karşı dalganın, “bel kemiği” işlevi gören iki kavram –’bilim’ ile birlikte üç olarak da alınabilir– etrafında şekillendiği söylenebilir.

Bu teori, “küreselleşme ile birlikte” yeni bir uluslararası ilişkiler sisteminin oluştuğunu; bilim ve teknikteki gelişmelerin sermaye birikim süreçlerinde temelli değişime yol açarak, sanayinin, sanayi işçisi ve üretken emeğin ekonomi ve toplumdaki yeri, önemi ve rolünü değiştirip önemsizleştirdiğini; sınıfların ilişki ve çelişkileriyle toplumsal “dönüşümler”in buna uygun yeniden “kurgulanması”nı zorunlu hale getirdiğini vazetmektedir.

Birikim yazarı ve Galatasaray Üniversitesi İktisat Bölümü Başkanı A. İnsel, örneğin, bunu, “Sanayi Devrimi’nin hem uzantısında yer alan, hem de onu bütünüyle dönüştüren başka bir devrim çağı yaşıyoruz. Bilginin üretilmesi, biriktirilmesi ve dolaşımı konusunda hızla ilerleyen bu devrim, yaratıcılığın kendini ifade edeceği alanları değiştiriyor… Ama bugün yaratılacak alan, maddi üretime, bedensel emeğe veya ücretli emeğe indirgenmeyecek biçimde genişlemiştir” şeklinde ifade etmektedir. Michael Hartdt ve Tony Negri’nin “İmparatorluk” adlı eserlerinde geliştirdikleri “değişim” gerekçeli teorinin en önemli hareket noktalarından biri, “gayri maddi emek” (“manevi emek”) kategorisi üzerine oturtulmuştur. Buna göre, başlıca taşıyıcısı “çokluk”(!) olan bu “kategori”deki emek, ekonomik sistemi belirleyecek ve ilişkilerin yeniden belirlenmesini zorunlu kılacak şekilde egemen biçim haline gelmiş ve üretken emeğin rolü ve yerini önemsizleştirmiştir. Bu teori, son otuz otuzbeş yıllık zamanda, dünya çapında sanayisizleşme sürecinin yaşandığını, Thatcher ve Reagan’ın başını çektiği neo-liberal politikalarda ifadesini bulan sanayisizleşmeyle üretken emeğin etkin rolünün giderek belirsizleşip önemsizleştiğini; hizmetler sektörünün teknik gelişmelere bağlı olarak ekonominin tümünde yaygın ve etkin hale gelerek, üretken emekçinin toplumsal etkinliğinin nesnel dayanağını kaybetmesine yol açtığını iddia etmektedir. Mucitleri, bu süreçte “üretimden başlayarak toplumsal yaşamın tüm alanlarına uzanan ‘yapısal-kurumsal dönüşüm’ler ile bunların güç ilişkileri ve bu ilişkileri düzenleyen kurumların yeniden düzenlenmesi” üzerindeki etkilerini, tezlerinin “doğrulayıcı kanıtı” olarak göstermektedirler.

Yaygın olarak ve üst perdeden savunulan bu tezler etkili de olmaktadır. İşçi sınıfına ve Marksizm’e “yakın durma” iddiasını sürdüren ve işçi sınıfının devrimci sınıf olarak toplumsal değişim ve yeniden kuruluşta oynayacağı role dair “beklentileri”nin devam ettiğini ileri süren “sol”daki bazı politikacı, sosyolog ve iktisatçılar da, sınıf inkarcı teorilerin dayanak aldıkları “kanıtlar”ı geçerli “veri” saymakta, “son çeyrek yüzyılda” yaşanan gelişmelerin toplumu “yapısal ve kurumsal” yönden “temelli değişime uğrattığını”; “geleneksel işçi sınıfının (sanayi işçisi) erozyona uğraması”na yol açarak sınıf tutumu ve çıkarlarına öncelik verme yerine, mesleki, bölgesel, yerel, etnik, cinsel ve kültürel vb. ikincil çıkarların öne çıkmasına/çıkarılması ihtiyacına neden olduğunu belirterek, “sınıf teorisinin buna uygun değiştirilmesini” istemektedirler.

Buna eklenen bir diğer gerekçe, “küreselleşme” ile birlikte sanayi işçilerinin sınıf mücadelesindeki rolü ve pratik-eylemci aktivitesinin “daha az etkili hale geldiği”, imalat sanayinde “aylarca süren bir grev”in yaşamı etkileyen sonuçlar doğurmasının zorlaştığı, ulaşım, sağlık, eğitim gibi “hizmetler sektöründeki” bir grevin “toplumsal hayatı felce uğratır” hale gelmesi olanaklarının ise genişlediğidir![2] Üretim sektörünün, meta stokları nedeniyle, geçici olarak işçi grevleri ve emekçi direnişlerine karşı dayanıklılık göstermekle birlikte, “aylarca süren bir grev” karşısında, bu grevin üretimin can damarını kesme olanağı nedeniyle uzun süre tutunması mümkün olmamasına karşın, “hizmetler” olarak genelleştirilen işkollarıyla üretken sektör arasındaki bağlantılar koparılıp, bunlar, tamamen birbirlerini dışlamış gösterilerek, bu iddia kanıtlanmak isteniyordu.[3]

Sınıfları ve aralarındaki ilişkileri üretim sürecindeki yerleri ve üretim araçları karşısındaki konumlarına göre değil, ama üretimin teknik yeniden örgütlenmesindeki değişimlere ve uygulanan politikalara bağlı olarak değerlendiren bu teoriye/teorilere göre, örneğin, “küreselleşmeyle birlikte” rekabet ulusal sınırların dışına taşmış, “çok uluslu sistemlerin hesaba katılması”nı “uluslararası zorunluluk” haline getirmiş ve “çokluk”(!) örgütlenmesini alternatif olarak doğurmuşken, “sadece üretim açlarına sahiplik açısından” bir tanımlama işçi sınıfını “çok geniş bir kategori olarak” gösterme riski taşıyacak, “sınıf içi çatışmaların açıklanmasında ve birlikte hareket etme olanaklarının belirlenmesinde yetersiz” kalacaktır!

“Sol”da yer aldıklarını söyleyen ya da öyle varsayılan, kendi içlerinde de ayrıca kategorilendirilebilecek bu teorisyen, yazar, sosyolog, felsefeci vb. tarafından geliştirilen teorilerin ortak genel sonucu, yeni teknolojilerin üretim, ulaşım ve iletişim alanında sağladığı yeni olanakların “üretimin dünya ölçeğinde yayılmasını ve değişik mekanların sunduğu farklı potansiyelleri kullanabilmesini” mümkün kılması ve bu gelişmelerin sınıf içi ve sınıflar arası çelişkileri “çeşitlendirip muğlaklaştırdığı”; sınıfların ve işçi sınıfının üretim ilişkileri çerçevesinde tanımlanmasını “yetersiz hale getirdiği” ve “insanları bir arada tutan” etnik, kültürel, inançsal ve cinsel “kimlikler”le tamamlanmasını gerekli hale getirdiği şeklindedir.[4]

Üretim ve emek süreçlerinde, istihdam yöntemlerinde, iş ilişkileri ve koşullarında, ücretlendirme ve kontrol biçimlerinde görülen değişiklikler ile sınıfın sosyolojik gelişimi ve siyasal-ideolojik tutumunda görülen “çarpıcı farklılıklar”ın işçi sınıfına ve Marksist teoriye liberal sol ve sözde Marksist cepheden yöneltilen saldırının en önemli gerekçesi olması, bunların, sermaye sözcüleriyle trajik, ancak tuhaf olmayan ideolojik ortaklıklarının temelini oluşturuyor. 2000’li yılların başında, emek-sermaye ilişkilerini yeniden düzenleme amacıyla, Türkiye’de, hükümete bağlı görevlendirilen bir kurulca hazırlanan “İş kanunu”nun gerekçesinde, “mikro elektronik teknolojisi”deki gelişmelerden söz edilerek, “üretimde bilginin öneminin sermayenin önüne geçmesi, çalışanların vasıf derecelerinin beden isçiliğinden fikir isçiliğine kayması, küresel rekabetin, esnekleşme olgusunu zorunlu olarak gündeme getirmesi” gibi gelişmelerin çalışma hayatı üzerindeki etkilerinin dikkate alınmasının istenmesi, bu ideolojik ortaklığın çarpıcı örneklerinden biridir.[5]

İki kesimin önde gelen sözcüleri, hemen hemen aynı kavramlarla konuşuyor; “fikir işçiliği”nin ve “bilgi”nin kazandığı önemden söz ederek, bunun neden olduğu “sistem değişikliği” ve sonuçlarının kabullenilmesini istiyorlar. “Sol”dan konuşanların farkı, sanayi toplumunun sınıflar gerçeği ve sınıf ilişkileri üzerine oturan teorik tahlillerle, maddi ürün üretiminden farklı bir ekonomik-toplumsal sisteme dayanan “sanayi sonrası toplum”un ilişkilerini tanımlama ve irdelemenin artık mümkün olamayacağını eklemeleridir. Bunlara göre, “bilgi toplumu emeği eskisi denli önemli ve belirleyici olmaktan çıkarmış, sermaye-emek ilişkilerinin karakterini değiştirmiş”; kapitalist toplum –onlar “bugünkü kapitalizm” diyorlar–, “özü” itibariyle değişim geçirmiş, sermaye birikimi süreçleri, üretken emeğin ve artıdeğer üretiminin sermayenin kaynağını oluşturması yönünden farklılaşmış; sanayi ve tekeller kapitalist emperyalizmin temeli olmaktan çıkmış; yeni bir “bilim ve enformasyon ekonomisi” dönemine girilmiştir! Toni Negri ve Antony Giddens gibi “postmodern” teorisyenler, bu ‘değişim’i “toplulukların ve sınıf kimliklerinin ortadan silinmesi”nin göstergesi olarak ilan ettiler. Türkiye’de de Birikim yazarları ve çeşitli üniversitelerle son dönemlerin “olguları”ndan biri olan Soros vakıflarında görevli akademisyenler, bu teorisyenlerin iddialarını temel alan iddialarla işçi sınıfına ve Marksist teoriye saldırılarını yoğunlaştırdılar. Bu teorisyenler ve özel olarak sosyal bilimleri “araştırma alanı” seçenler, süreci, “enformasyon toplumu”, “post endüstriyel toplum”, “post Fordist” ya da “post modern toplum” olarak adlandırdılar ve bunun, sanayi toplumundan kopuş; onu aşan yeni bir topluma; “bilgi ve enformasyon toplumu”na ulaşma olarak değerlendirdiler. Bunlara göre, “iletişim ve bilişim” emek gücünü de değişime uğratmış, üretken emeğin yerini “gayri maddi emek” ve uzmanlaşmanın almasını sağlamıştı. Aynı nedenle sınıf kavramını terk ettiler ve yerine, “gruplar”, “tabaka” ve “nüfusun bir kesimi” gibi daha nötr kavramları geçirdiler.[6] Sosyal konularda araştırma yapanların “en insaflı olanları” dahi, son on yılları “endüstrisizleşme” süreci olarak değerlendirmekten kaçınmadılar. “Daha gerçekçi” olanları ise, “bu sürecin toplumsal sınıfların tamamıyla ortadan kalmasına yol açan bütünsel bir kopuşu” sağlayıp sağlamadığı konusunda ikircikliydiler ve “ekonomi, politika, kültür ve sosyal alanlarda yaşanan yapısal dönüşümlerin hali hazırda var olan uluslararası sistemi yeni bir evreye ulaştırdığı”nı, bunun da esasen “bilgi, iletişim ve ulaşım teknolojilerindeki gelişmelere bağlı olarak” gerçekleştiğini ileri sürüyorlardı.

Buna göre, üretim sistemi, “küreselleşmeyle eşzamanlı” olarak, “ulusal sınırlarını aşmış” ve “küresel işbölümü”yle bağlı şekilde, “işgücünün sosyal oluşumu”nun “yapısal” değişmesini sağlamıştı. Uluslararasılaşmayı 1970’lerle başlatan akademisyenlere göre, “esnek uzmanlaşmanın yaygın ve birincil üretim sistemi olmasıyla üretim ulus devletlerin sınırlarını aşabil”miş; “üretim sisteminin ekonomik organizasyonu çokuluslu şirketlerin birden fazla ülkede işletilmesiyle uluslararası boyut kazan”mış, “küreselleşme ile birlikte sınıf yapısında radikal değişimler yaşanmış” ve “küreselleşmeden önceki göreli sınıf yapısı dağılmıştı”. Hizmet sektörünün büyümesi “sadece işgücünün sosyal bileşenlerinin ve sınıf yapısının değişimini değil, aynı zamanda imalat ve sanayi sektörlerindeki işçilerin güç kaybetmesini ve dışlanmasını da” getirmiş ve tüm bunlar da, sınıf kavramının aşılmasını zorunlu hale getirmişti! Buna, –bu makalenin sonraki bölümlerinde ayrıca ve bir ölçüde de olsa ayrıntılı olarak ele alacağımız– Marksist değer teorisine yönelik sözde tamamlayıcı/düzeltici saldırılar eşlik ediyordu.

Kapitalist gelişmenin emek süreçlerinde sağladığı değişikliklere dayandırılmak istenen bu teoriler, her şeyden önce, işçi sınıfının, “kendinde sınıf” olarak maddi varlığının toplumsal anlamını ve bununla bağlantılı politik-ideolojik vb. sonuçlarını “zaman aşımına uğramış arkaik anlamlandırmalar” sayıyor. Bu tezleri gündeme getirenler, “toplumsal varlığın dönüşümü”yle işçi sınıfının devrimci eylemi ve girişkenliği arasındaki ilişkiyi koparıyor; bilimsel teknik ilerlemeleri ve maddi toplumsal alandaki değişim ve gelişmeleri, işçi sınıfının kendine güvenini sarsacak ve yok edecek dayanaklar olarak kullanıyorlar.

Marksist emek-değer teorisini hem tahrif ederek, hem de “sisteme içkin yeni olgular tarafından geçersizleştirildiğini” vazederek, “yeni” bir “değer teorisi” geliştirmeye soyunan bu teorisyenlerle izleyenleri, “yeni devrimci özne” olarak ilan ettikleri “tüm toplum”, “kalabalıklar” ya da “çokluk”u; “imaj, marka, duygulanım, enformasyon vb.” gibi “maddi olmayan emek türleri”nin üreticisi olarak, temel değiştirici işlevle yükümlü hale getirirlerken, farklı gerekçelerine karşın, isçi sınıfının toplumu değiştirici-devrimci eylemini reddetme gibi ortak bir paydaya sahip olmakla, Narodnik’lerin Rusya’da devrimi köylülere, Menşeviklerin burjuvaziye; Bernstein ve Kautsky’nin isçi sınıfının rolünü “yurttaş”lara havale edip sınıf devrimini, sosyal devrimi gereksiz ilan etmek gibi sapkın “arkaik” dayanaklara da sahiptirler. Bu teori ve tezlerin başlıca dayanağı, ulaşım-iletişim araçlarındaki gelişmeler ile kapitalist dünyada son otuz, otuz beş yıllık süreçte gerçekleşen/gerçekleştirilen ekonomik-sosyal ve politik yeniden düzenlemelerdir. Negri, Hardt, Deleuze, Foucault ve diğerleri ve bu arada bizim ülkemizdeki izleyenleri, sermayenin, bilimsel teknik gelişmeyi, kâr oranlarını artırmak üzere daha etkin biçimde kullanarak, işçi sınıfına karşı konumunu güçlendirmek üzere baş vurduğu bir kısmı yeni olan çeşitli yöntemlerin işlevli hale getirdiği “yeniden yapılandırma”yı en önemli dayanak edinmişlerdir. “Küreselleşme” ve ‘değişim’ olgusuna dayandırılan bu teori, kapitalist emperyalizmin bir dünya sistemi olmasını 1980’ler sonrasına –ileri sürüldüğüne göre “küreselleşmenin gerçekleştiği süreç”– erteleyen, değişimi de, sınıf inkarcılığının gerekçesine dönüştüren oportünist bir teoridir.[7]

ULUSLARARASI KOŞULLARIN FARKLILAŞMASI, TIKANIKLIKLAR VE SİSTEM İÇİ DEĞİŞİM İHTİYACI

İkinci Dünya Savaşı’nın tüm ekonomilerde yarattığı tahribat; başlıca kapitalist ülkelerin ve burjuva devletlerin önüne ekonomik-sosyal ve politik hayatın yeniden inşasını, bir zorunluluk olarak çıkarmıştı. Burjuva devletleri, ulusal ekonomilerini ve sosyal-siyasal yaşamı yeniden düzenlemeye girişirlerken, sosyalizmin, oluşturduğu alternatif ve savaş koşullarında artan ve devam eden aşırı yoksulluk ve yoksunluğun neden olduğu moral-manevi ve maddi çöküntünün de etkisi altındaki çeşitli ülkelerin işçi sınıfı ve emekçileri için ilgi odağı olmaya devam etmesi gerçeğini dikkate almazlık edemezlerdi. Halk kitlelerinin sisteme karşı ayaklanmalarını ve yeni sömürgeci sistemin zincirlerini kırarak bağımsızlık kazanan ulusların topraklarında sosyalizme yönelişin önünü kesmek üzere, içerde korumacı-“sosyal hakçı”; dışarıda “ihya edici” politikalara ihtiyaç vardı. “Keynesyen ekonomi politika”, devletin “sosyal sorumluluklar üstlenerek”, istihdamı teşvik etmesi ve ekonomik gelişmede rol oynamasını öngörmekteydi.[8] Gelişmekte olan ülkeler başta olmak üzere, “ithal ikameci sanayileşme”, birçok ülke tarafından ekonomik kalkınma modeli olarak benimsendi. Yüksek vergi uygulamaları getiren “gümrük duvarları”, bazı malların ihracı/ithalatının yasaklanması gibi korumacı politikalar izlenerek ve tüketim artırıcı uygulamalarla yatırım, istihdam ve kalkınma sağlanacak, ulusal ekonomiler güçlendirilecek; içerde sınıf çatışmalarını etkisiz kılmak amaçlı olarak da “sosyal devlet” söylemine uygun sosyal güvenlik önlemleri alınacaktı.

Sosyalizmin yenilgiye uğraması ve işçi hareketinin uluslararası düzeyde geriye düşmesi/çekilmesi ya da püskürtülmesi, “kamusal hizmetler” alanında devletin üstlendiği sorumluluklarla kapitalistlerin işçi-işveren ilişkileri kapsamında kabullendikleri sosyal hakların ortadan kaldırılması için uygun koşullar yarattı. Kapitalist gelişme sürecine gecikerek katılan ülkelerle sosyalizmin inşa edildiği geniş alanların kapitalist dünya pazarına dahil olmaları, emperyalist devletlerle uluslararası tekellere yeni verimli alanlar açtı. IMF, DB, WTO gibi uluslararası mali sermaye kuruluşları, emperyalist devletler ve işbirlikçi burjuvazinin “el birliği”yle sosyal-ekonomik politikalar tekelci sermaye ve büyük işletmelerin çıkarları doğrultusunda “yenilenir”ken, sermaye kârlarını artıracak yeni uygulamalar getirildi. Sermaye vergileri düşürüldü ve büyük şirketlerin ulaşım ve iletişim teknolojilerindeki gelişmelerden yararlanarak kârlarını yükseltmek üzere, işletmelerini ya da bazı bölümlerini işgücü giderlerinin düşük olduğu bölge ve ülkelere taşımaları önündeki engeller kaldırıldı. Bağımlı geri ülkelerin uluslararası tekellerin ve emperyalist devletlerin denetimine daha fazla girmelerini getiren bu gelişmelere uygun düşecek biçimde, korumacı önlemlerle desteklenen ekonomi politika bir yana bırakılarak, gelişmeyi yabancı sermaye girişine bağlayan politikalar geliştirildi. Burjuva devlet, “toplumsal düzenleyici ve denetleyici” rolünü, çok daha belirgin biçimde ve “kapitalistlerin işini gören komite” kimliğine uygun olarak, daha pervasız ve doğrudan sermaye yararına yerine getirmeye koyuldu. 1970-80’li yıllardan başlayarak, uluslararası sermaye, “devletin ekonomideki rolünü zayıflatan” uygulamalara öncelik vermeye ve özelleştirme politikalarıyla devlet işletmesi şeklindeki büyük şirketleri özel tekellere devretmeye yöneldi. Uluslararası sermayenin dayattığı bu “model”, sermaye ve devletini toplumsal sorumluluk ve sosyal güvenlik konularında “sorumsuz” kılan, rekabeti körükleyen, işsizlik, yoksulluk ve açlığı işçi sınıfı ve emekçilerin kendi sorunu gösteren bir “model” idi. En önemli hedefi, sosyal güvenlik alanındaki devlet sorumluluklarından kurtulmak ve tüm yükü işçi ve kamu emekçilerinin sırtına yıkmaktı.[9] Buna göre, devlet, istihdamın sosyal maliyetlerini azaltarak, vergi indirimi yaparak, eğitimli ve vasıflı işgücü sağlayarak ve isçi-emekçi mücadelesini etkisizleştirerek “yatırım için uygun koşullar”ı oluşturacak; “ekonomik serbestleşme” yoluyla “dünya piyasasıyla bütünleşmenin yolunu açacak”tı! Özelleştirme ve esnek çalışma sistemi bunun en etkili biçimleri olarak uygulamaya kondu.

Özelleştirme ile “sosyal devlet” ve Keynesçi “refah devleti” anlayışı terk edilirken, emekçilerin sosyal kazanımları sermaye yararına ortadan kaldırıldı ve işçilerin daha geniş kesimleri işsizlerin saflarına sürüldüler. Devleti, “sosyal görevler”den azade kılan bu neo liberal “model”, eğitim ve sağlık başta olmak üzere, tüm sosyal hizmetlerin ve toplumsal yaşama ait her şeyin satın alma gücüne bağlanmasını ve arz-talep ilişkileri çerçevesinde pazara sürülmesini içeriyordu. Bu uygulamalar sonucu, hemen tüm kapitalist ülkelerde hiçbir sosyal güvencesi olmayan emekçiler milyonları buldu, sosyal güvenlik kapsamında olmayan nüfus daha fazla arttı, tam gün ve düzenli şekilde, belli beceri ve yetenek gerektiren işlerde çalışan vasıflı işgücünü oluşturanların kitlesi azalırken, iş yaşamı, günü, süresi ve alanı işletmelerin kâr amacına uygun olarak esnek biçimlere bağlı, daha istikrarsız ‘çalışma düzeni’ içindeki emekçilerin kitlesi genişledi. Birinci kesim sosyal haklardan bir ölçüde yararlanabilirken, ikinci kesim bundan tümüyle ya da büyük oranda yoksundu. “Esnek sistem”in oluşturduğu güvencesizlik, giderek büyüyen bir tehlike haline geldi. İşyerlerini ucuz işgücü alanlarına taşıma, taşeron işletmecilikte yoğunlaşma, özelleştirme gibi yöntemlerle, bu güvencesizlik, daha da genişleyen bir özellik kazandı.

YENİ SALDIRI DALGASI

1970’li yıllardan başlayarak günümüze kadar devam eden süreçte, üretimde ve istihdam biçimlerinde görülen değişim ve gündeme getirilen uygulamalar, işçi sınıfının toplumsal yapısını ve sınıflar arası güç ilişkilerini sermaye yararına yeniden düzenlemeyi içeriyordu. Toplumsal yaşamın yeniden yapılandırılması, öncelikli olarak üretimin örgütlenmesinde, iş bölümünde, iş süreçlerinde, çalışma alanı ve süresinde yeni düzenlemeleri gerektiriyordu.

Burjuvazinin, sınıf egemenliğinin ekonomik-sosyal temelini güçlendirmek ve kâr oranlarını yükseltmek amacıyla ekonomik alanı yeniden yapılandırmaya girişmesi; işçi sınıfı ve emekçilere karşı daha saldırgan ekonomik-sosyal programları uygulamaya koyarak, bunu tamamlayan politik düzenlemelere girişmesi, kapitalizmin gelişme eğilim ve yasalarına uygun olmakla birlikte, işçi ve emekçilere dönük sonuçları açısından öncekilere göre daha yıkıcı ve kapsamlıydı. Sermaye birikiminin artırılması; işçi sınıfı ve emekçilerin, hareketin yükseliş koşullarında mücadele ile elde ettikleri ekonomik, sosyal ve siyasal kazanımların geri alınmasını gerektiriyordu. Kâr oranlarının yükseltilmesi için uygulamaya konan neo-liberal iktisat politikaları ve “Yapısal Uyum Programları”yla, bunların ‘içini dolduran’ “esnek çalışma”, “esnek uzmanlık” ve “yerelleşme” uygulamaları, üretim, pazar ve tüketim ilişkilerinin uluslararası sermaye ve tekeller yararına yeniden düzenlenmesini hedefliyordu. Üretimin ve emek sürecinin sermaye kârlarını yükseltmeye hizmet eden yeniden düzenlenmesi, iş koşulları ve işyeri yapılanması; aile ilişkileri, eğitim, sağlık ve barınma olanakları üzerinde dolaysız etkilerde bulunuyor; işçi sınıfının kendine ait olması gereken zamanının daha fazla bölümüne sermaye tarafından el konması ve ‘çalınması’na olanak sağlıyordu. Burjuvazi ve hükümetleri, bu yolla, işgücü yapısında ve istihdamda, çalışma biçimleri ve ‘imkanları’nda emek aleyhine değişimleri gerçekleştirecek, sömürü ve işsizliğin artmasını, iş ve çalışma koşullarının ağırlaştırılmasını, sınıfın daha çok parçalanmasını ve sınıf içi ilişkilerin işçi aristokrasisi üzerinden “hiyerarşik bir yapı” kazanmasıyla “sınıfa karşı sınıf” tutumunun zayıflamasını sağlayacak ve sermayenin konumunu güçlendirmiş olacaklardı.

Sanayi tekelleri –faaliyetleri bu alanla sınırlı değildir–, ucuz emekgücü alanlarında kurulan taşeron alt ve yan firmalar aracılığıyla üretim maliyetlerini düşürerek, riskleri bu şirketlere ve çalıştırdıkları emekçilere yıkmaya, bu süreçte daha fazla yöneldiler. Küçük ölçekli üretim, tekellere, bağlı işletme ağı içinde, düşük ücret, kayıt dışı ve kuralsız çalışma, sosyal hak yoksunluğunu dayatarak maliyeti düşürme, verimliliği ve kârlılığı artırma olanağı sağlamakla kalmadı; bu yoğun saldırılar altındaki işçilerin, tekeller ve “ana şirket”ler yerine, bağlı-alt şirketlerle karşı karşıya gelmelerini sağlayarak, aktüel mücadelede onları gerektiği ölçüde hedef almamalarına da hizmet etti.

Büyük ölçekli üretimin uzmanlık isteyen ve istemeyen bölümlerinin ayrılması, fabrikaların bazı bölümlerinin başka alanlara ve özellikle de emekgücünün çok ucuz olduğu ülkelere taşınması, üretimin belli aşamalarının taşeron firmalara ihale edilmesi, çalışma süresi ve biçiminin talep ve stoklar gözetilerek belirlenmesi, artan otomasyon[10], tam gün çalışma ve sürekli istihdam yerine çalışma süresi ve yerinin kapitalist ihtiyaçlara göre belirlenmesi, ‘neoliberal’ iktisat politikaları çerçevesinde yaygınlaştırılan yöntemlerden bazılarıydı. “Esnek uzmanlaşma”, büyük şirketlerin, işletmelerinin farklı bölümleriyle anlaşmalı diğer şirketler aracılığıyla farklı bölge ve ülkelerde üretilen parçaları sonradan bir araya getirip (montajını yaparak) pazara sunmaları için olanakları genişletiyor; çalışma süresi ve yerinin, “esnek”-değişken özellik kazanarak, işçi aleyhine değişime uğramasını sağlıyor, vasıfsızlaştırmayı artırıp, kadın ve çocuk işgücünün daha fazla kullanılmasına alanı daha fazla açıyordu.

“Esnek çalışma”, artı-değer oranını ve değişmeyen sermayeyi artırarak, kapitalist pazarda büyük pay sahibi olmak için, emekgücünün olabilir “en ekonomik” kullanımını hedefleyen bir iş örgütlenmesiydi ve işçi sınıfının, çalışma süresi ve işgününü kısaltma talebine karşı, mücadeleyle kazanılmış sürenin aşılmasını ve süre ile birlikte çalışma tarzının da kapitalistin çıkarlarına göre yeniden düzenlenmesini öngören bir uygulama olarak gündeme getirildi. “Esnek çalışma”, işçilerin ‘aile yaşamı’ ve sosyal ilişkilerini tahrip ediyor; işin ve çalışma zamanının “esnekleştirilmesi”yle işçilerin bir arada çalışma zamanını daraltıyor ve sınıfsal politik tutum geliştirmelerinin önüne, daha üretim sürecinden başlayarak, ek engeller çıkarıyordu.

Bu “çalışma sistemi”, işçi sınıfının toplumsal yapısında “hiyerarşik” farklılaşma, sınıf içi bölünme, rekabet ve iç çelişkilerin artması, organik birliğinin darbe yemesi, örgütlenme ve dayanışmasının zayıflaması ve sınıfsal tutum ve politikalardan uzaklaşma gibi sonuçlar doğuruyordu. Emek üretkenliğini artıran ve emekten tasarruf sağlayan bir biçim olarak, emek sömürüsünü daha da yoğunlaştıran “esnek iş örgütlenmesi”nin yaygınlaşması, sınıfın daha fazla parçalanması; kayıtlı-kayıtsız, düşük ücretli ya da nispeten daha iyi ücret alan işçilerin birbirlerinin rakibi gibi hareket etmeleri, sendikalar ve öteki sınıf örgütlerinin güçten düşmesi; sınıf örgütlerinde bir araya gelen, sendikalı ve sigortalı işçi ve emekçilerle ‘kayıt dışı’ sendikasız-sigortasız veya sigortalı, ancak sendikasız işçilerin ücretleri, çalışma süreleri, çalışma koşulları, izin, ikramiye, tazminat vb. sosyal hakları arasında önemli farkların ortaya çıkması gibi sonuçlar doğuruyor; üretimden dışlanma, yoksullaşma, yaşam standartlarının düşmesi, sosyal güvenlik hakkı ve iş güvencesinden mahrum kalma, eğitim ve sağlık gibi hizmetlerden uzaklaşma, emek-sermaye ilişkilerini ve çıkar çatışmalarını işyeri çevresi ile sınırlama vb. etkileriyle çaresizlik ve güvesizlik nedeni oluyor, edilgen ve uzlaşmacı eğilimleri besleme işlevi görüyordu. “Mikro elektronik ve enformasyon teknolojileri”nin kullanılmasına dayanan “esnek uzmanlık” ile “esnek” ya da “yalın üretim” biçimleri, iş akışkanlığı ve emek yoğunluğunu arttırdıklarından, emek sömürüsünü en üst düzeye çıkarıyorlardı. Bu üretim “modeli”nde, emekçiler, bir yandan üretimde esnekliğe imkan veren makineler aracılığıyla otomatik üretim ve denetim sistemleriyle uyumlu olmaya zorlanırken, öte yandan “işyeri yönetim süreçleri” aracılığıyla, işin ve yürütülmesinin “planlanması” ve “kontrolü”ne “katılma” görünümü altında, kapitalist işletmelerin çıkarlarıyla birleşmeye yönlendiriliyorlardı.

Aynı süreçte, çocukların, gençlerin ve kadınların yoğun olarak ve en düşük ücret karşılığında çalıştırılmalarını olanaklı kılan “ev eksenli” ya da “evde üretim”, dokuma, konfeksiyon, makine ve el nakışı, altın, gümüş işçiliği, oyuncak ve ayakkabı yapımı, elektronik işleri, paketleme, ambalaj, elektrik aksamının montajı, proje-tasarım hizmetleri vb. gibi çok çeşitli alanlarda, yoğun ve yaygın olarak daha fazla uygulamaya kondu. Ev ya da mahallindeki imalat ve hizmet üretiminde, iş güvenliği, sağlık giderleri türünden sosyal harcamaların esas olarak ortadan kalkmış olması ve kullanılan malzeme kaynaklı ve çalışma türünün yol açtığı meslek hastalıkları ve iş kazalarına karşı koruyucu önlemlerin olmayışı, kâr artırıcı olanak ve etkenler olarak değerlendirildiler.

Üretimin toplumsal örgütlenmesinde başvurulan yeni yöntemler, kapitalist işbölümüyle ve çalışan ve işsiz kesimleriyle (ve aralarındaki rekabet ile) zaten bölünmüş olan işçi sınıfının daha fazla parçalanarak güçsüzleştirilmesine ve “kendi sınıfından kaçış” eğiliminin güçlenmesine hizmet ediyor; iletişim gibi alanlardaki teknik gelişmeler ve “esnek biçimler” işgücünün küçük bir kesimi olan ve daha çok araştırma geliştirme, tasarım ve planlama, finans vb. alanlarında çalışan “yüksek vasıflı profesyonel” kesimler ile her “düz işçi”nin yapabileceği işlerde ve ulaşım, temizlik gibi işlerde istihdam edilenler arasındaki mesafenin daha fazla açılmasına neden oluyordu. İş süreci ve çalışma ilişkilerinin kuralsızlaştırılması (esnek çalışma vb.), sermaye-emek ilişkilerini “çalışan personel-yönetici ilişkisi” görünümüne büründürüyor, çıkar karşıtlığı yerine işbirliğini geçiriyor; işçilerin ortak sınıf çıkarları temelinde örgütlenerek taleplerini elde etmeye çalışmaları yerine “birlikte hareket etme”yi; mücadele yerine uzlaşma ve işbirliğini öne çıkarıyordu.

İŞİN VE İŞGÜNÜNÜN ‘PARÇALANMASI’ VE TOPLUMSAL ETKİLERİ

1970’lerden başlayarak görülen en önemli olgulardan biri, üretim süreçlerinin parçalaması ve yüzeysel olarak bakıldığında, tekelleşmeye; yoğunlaşma ve merkezileşmeye aykırı görülebilir küçük işletmelere dayalı üretim örgütlenmelerinin yaygınlaşmasıydı. 1970- 1980’lerden itibaren taşeron işletmecilik ve eve iş vermenin ivme kazanmasıyla birlikte, eski sanayi bölgelerindeki imalat sanayi yığılmasında değişime gidildi. Bu süreçte, büyük ölçekli yığınsal üretimin yoğunlaştığı, işsizliğin nispeten düşük olduğu başlıca sanayi kentleriyle (Londra, Brüksel) Ruhr Havzası gibi daha geniş alanlardaki ve İstanbul gibi “mega kent”lerdeki işletmelerin bir bölümü başka yerlere taşındılar. Bunların bazıları, yapılan yeni düzenlemeler (bizde sonradan “kentsel dönüşüm” adı altında genişletilmeye başlandı) sonucu, finans, ticaret ve hizmetlerin ağırlık kazandığı alanlar haline geldiler. Finans, ticaret ve hizmetler sektörünün hızlı büyümesi, bir yandan yüksek gelirli, ayrıcalıklı bir tabakanın oluşumuna yol açarken, diğer yandan düşük ücretli ve geçici işlerin alanını genişletti. Düşük ücretli işlerde çalışanların yığınsal büyümesinin bir diğer etkeni, büyük şirketlerin, fabrikaların bazı bölümlerini ucuz işgücü bölgelerine taşımaları ve ihtiyaçlarını karşılayan bir kayıt dışı sektörün genişlemesiydi. Diğer bir olgu, kadın emek gücünün kullanılmasındaki artış ve genişlemeydi. Ucuz işgücü arayışına bağlı olarak, sosyal güvenceye sahip, tamgün çalışan erkek emek gücü yerine kadın ve çocukların artan şekilde sömürü nesnesi haline getirilmesi eğilimi, işlerin, bilim ve teknikteki gelişmelere bağlı olarak, artan şekilde, çalışabilir hemen herkes tarafından yapılabilir hale gelmesine bağlı olarak güçlendi.[11] Uygulanan çalışma biçimleriyle emek süreci istikrarsızlaştırılırken, emekgücü ‘sirkülasyonu’ güçlenen eğilim haline geldi, eski ve yeni kuşak işçiler arasındaki mesafe açıldı, kuşaklar arası deneyim paylaşımı ve dayanışma zaafa uğradı. Düşük ücretli, esnek ve iş güvencesi olmayan iş örgütlenmesi ve sanayi işçilerinin bir kesiminin işsizliğe itilmesine yol açan özelleştirmelerle birlikte, işsiz ve yoksul kitleleri artarken, ‘eski’ sanayi kentlerinin işin yeniden örgütlenmesi çerçevesinde “yenilenmesi”yle, burjuva ve emekçi kesimler arasındaki ‘gelir uçurumu’ daha da büyüdü; yoksulluk ve zenginliğin yoğunluk kazandığı farklı yaşam alanları oluştu, vb. vb..

Özelleştirme, esnek çalışma, “işin parçalanması”, işletmelerin bir bölümünün başka yerlere taşınması, taşeron işletmecilik ve “ev eksenli çalışma” gibi uygulamalar, “küresel kapitalizm”e uyum gösterme ve “rekabette geride kalmama” gerekçesine sahipti ve uluslararası şirketler arasında bu alanda da kıyasıya bir rekabet vardı. Sanayi işletmeleri, bir yandan daha büyük tekeller şeklinde bir araya gelerek etki alanlarını genişletmeye çalışırlarken, öte yandan daha küçük işletmeleri kullanarak, üretimi, taşeron firmalar, parça başı üretim yapan küçük firmalarla aile işletmeleri, “ev eksenli üretim”[12] vb. aracılığıyla yayarak, maliyetleri mümkün en düşük düzeye çekip, uluslararası rekabette öne geçmeye çalışıyorlardı.

Esnek Uzmanlaşma Modeli” adı verilen iş örgütlenmesiyle, üretim süreçlerinin parçalı yeniden örgütlemesine girişildi. Küçük ölçekli üretim organizasyonları, firmalar arası sözleşmelerle, ücret ve sosyal sigorta gibi işçilik maliyetlerinin düşürülmesini ve yükün taşeron firma-aile işletmesi gibi küçük işletmeler ile çalıştırdıkları emekçilere aktarılmasını olanaklı kılıyordu. Bu ilişki zinciri içinde, ‘ana firma’ tarafından bağlı-alt firmalara üretim yaptırılarak daha ucuza mal edilen parçaların son montajı ana firma tarafından gerçekleştiriliyor; uzmanlık ve teknolojik yeterlilik gerektiren parçaların yapımı buna uygun firmalar tarafından gerçekleştirilirken, uzmanlık gerektirmeyen parçalar emek-yoğun ve emekgücünün ucuz olduğu daha küçük firmalara yaptırılıyor; ürün daha ucuza mal edilerek kâr payı yükseltiliyordu. Parça üretimi yapan bu ‘ikinci basamak’ firmalar da, işi daha ucuza mal etmek üzere, çoğu kez, daha ucuza çalışan daha küçük işletmelerle anlaşarak, ‘parça başı’ ve ‘eve iş verme’ yöntemlerine başvurabiliyorlardı. Bir ‘zincirin halkaları şeklinde örülen’ bu ilişkide, belirleyici olan, ürünün en az maliyetle üretilmesiydi. İşin esas sahibi “ana firma” olmasına, üretim onun için yapılmasına ve pazara sürüm bu firma tarafından yapılmasına; “fason üretim” yapan işletmeler bu firma için çalışmalarına karşın, çok sayıdaki taşeron işletme, bu ilişki ağı içinde işin sahibi görünmekte; kendi aralarında da keskin bir rekabete girişerek, işgücünü ucuza kapatmak için her tür oyuna başvurabiliyorlardı.[13] İşin hangi firma (‘ana şirket’ ya da taşeron işletme) için yapıldığının belirsizleşmesi; “ana şirket”in işi taşeron firmalara ihale etmesi, ücret, sosyal haklar gibi sorunları da onlara fatura etmesini sağladığından, elleri altında büyük sermaye yığını olan şirketlerin, doğrudan üretimin ‘rizikoları’yla uğraşmayıp, patentine sahip oldukları ürünleri başka şirketlere sipariş vermelerini ve patent-marka karşılığı büyük kârlar sağlamalarını; yanı sıra da, başlıca işleri emek gücü komisyonculuğu olan “iş büroları”nın ortaya çıkıp rant sağlamalarını olanaklı kılıyordu. ‘Ana firma’ ile işi yapan taşeron firma arasındaki ilişki, bir tür “patron firma”-“iş alan firma” ilişkisi görüntüsüne bürünüyor; işçiyle yüz yüze gelen ve işçi karşısında sorumlu görünen taşeron işletme olurken, üretilen malın esas sahibi büyük patronlar arka planda gizlenebiliyorlardı. Fiyatı belirleyen ana firmaydı ve işin yürütülmesini üstlenen alt-taşeron firma, işi, bu fiyatın altındaki maliyetle gerçekleştirmeden kâr edemezdi. Bu ilişki, emek gücünün olası en düşük fiyat üzerinden çalıştırılmasını-kiralanmasını dayatırken, kendisi de kapitalist olan taşeron ve fasoncu ile yanında çalıştırdığı işçiler arasındaki sınıf çatışmasının –işi veren büyük firmanın ‘herkesin patronu’ olması nedeniyle– muğlaklaşmasına yol açarak, hem “küçük” hem de büyük patronun işini kolaylaştırıyordu.

“YENİDEN YAPILANMA” VE KAPİTALİST ÜRETİMİN DEĞİŞMEYEN KARAKTERİ

Burjuvazinin kâr için gündeme getirdiği yeni yöntemler, üretime koyduğu araçların teknik yetkinliği ve modern makinelerin muazzam ve çok yönlü gelişmiş olmasının, emek gücünün makine ve öteki üretim araçlarıyla ilişkisinde sağladığı biçim değişiklikleri, kapitalizmin varlığını sürdürmesi için kaçınılmazdı. Marks ve Engels, daha 1847’lerde “üretim araçlarında, dolayısıyla üretim ilişkilerinde ve dolayısıyla tüm toplumsal ilişkilerde sürekli devrim yapmaksızın[14] burjuvazinin kendini var edemeyeceğini belirtmişlerdi. “Üretimde sürekli dönüşüm, tüm toplumsal kesimlerin aralıksız sarsıntıya uğratılması, sonsuz güvensizlik ve hareket, burjuva döneminin tüm ötekilerden ayırt edici niteliği”ydi. Burjuvazinin, “sürekli genişleyen sürüm ihtiyacını karşılamak için”, yer yuvarlağının bütününe el atması, “her yerde yerleşmesi, her yerde yapılaşması, her yerde bağlantılar kurması” kaçınılmazdı. O, “dünya pazarını sömürmek yoluyla tüm ülkelerin üretim ve tüketimini” kozmopolitleştiriyor; “gericilerin çok üzülecekleri biçimde ulusal zemini sanayinin ayağının altından” çekiyor ve eski ulusal sanayileri “hâlâ her gün” yok ediyordu. “Her uygar ulusun bir yaşamsal sorun olarak ithal etmesi gereken ve artık yerli hammaddeyi değil en uzak bölgelerin hammaddelerini işleyip, mamulünün de yalnız kendi ülkesinde değil dünyanın her yerinde birden tüketildiği yeni sanayiler, o eski ulusal sanayileri bir kenara itiyor”; “yerli imalatla karşılanan eski ihtiyaçların yerini de en uzak ülke ve iklimlerin ürünleriyle ancak giderebilecek ihtiyaçlar” alıyor; “yerel ve ulusal kapalılık ve kendine yeterlik yerine …, ulusların her yönde hareketliliği ve her yönde birbirine bağımlılığı” geçiyordu. Bu, sadece maddi üretimde değil manevi üretimde de böyleydi. “Ayrı ayrı ulusların manevi ürünleri ortak mülk oluyor”; ulusal tek yanlılık ve sınırlılık aşılıyor, “pek çok ulusal ve yerel edebiyattan bir dünya edebiyatı” oluşuyordu. “Tüm üretim araçlarını hızla geliştirerek ve ulaşımı, iletişimi sonsuz kolaylaştırarak burjuvazi, en barbar ulusları da uygarlığa çekiyor. …”; “tüm ulusları, eğer yerle bir olmak istemiyorlarsa burjuva üretim tarzına uymaya zorluyor”; “…, kendi istediği bir dünya yaratıyor…..üretim araçlarını merkezileştiriyor ve mülkiyeti az kişinin ellerinde yoğunlaştırıyor….(abç); “doğa güçlerinin dizginlenmesi, makineleşme, sanayide ve tarımda kimyanın kullanılması, buharlı gemi işleyişi, demiryolları, elektrikli telgraflar, dünyanın her bölümünde toprağın işlenebilir hale getirilmesi, ırmakların ulaşım için düzenlenmesi,” vb. vb.. ile, ve toplumsal emeğin bağrında yatan üretim güçlerini harekete geçirerek bir dünya sistemini oluşturuyordu.[15] Marx, “Bununla birlikte, fabrika eylemi belirli bir büyüme ve olgunluk derecesine ulaşır ulaşmaz ve özellikle teknik temeli olan makinenin kendisi makine ile üretilmeye başlar başlamaz; kömür ve demir madenciliği ile meta sanayileri ve ulaştırma araçlarında köklü bir devrim olur olmaz; kısacası modern sanayi sistemiyle üretim için gerekli koşullar kurulur kurulmaz, bu üretim tarzı bir esneklik kazanır ve yalnızca hammadde ve sürüm pazarları bulunması dışında hiçbir engel tanımayan ani sıçramalı bir genişleme olasılığına ulaşır” diyerek, gelişmenin yönüne çok net biçimde işaret ediyordu.[16]

Kapitalist üretim ve kapitalizm, bir yanda –bilimsel teknik temeliyle birlikte– üretim araçlarında ve üretimin toplumsal niteliğindeki muazzam gelişmeye yol açarak, diğer yanda çalışma süresinin ve zamanın emek gücü ve insan aleyhine kullanımı olanaklarını artırıp genişleterek varlığını sürdürüyor; makine ve bilimsel teknik gelişmelerle, “gerekli emek-zamanı”nın üretici güçlerin gelişmesi ve emeğin toplumsal üretkenliğinin artmasıyla kısalması mümkünken, sermaye tarafından, bu gelişmeler, aksine, daha fazla sömürü (daha fazla kâr) için artı emek zamanının uzatılması, işgücünde ve ücretlerde düşüş yönünde kullanılıyordu. Marx, bu durumu, “…makine tek başına alındığında çalışma saatlerini kısalttığı halde, sermayenin hizmetine girdiği zaman bunu uzatmakta; ve gene kendi başına, çalışmayı hafiflettiği halde, sermaye tarafından kullanıldığı zaman, işin yoğunluğunu artırmaktadır; kendi başına, o, insanın doğa üzerindeki zaferi olduğu halde, sermayenin elinde, insanları bu kuvvetlerin kölesi haline getirmektedir; kendi başına, üreticilerin servetini artırdığı halde, sermayenin elinde, bunları sefilleştirmektedir” şeklinde dile getiriyordu.[17]

Makinenin bu niteliği, teknik özellikleri ve hareket yeteneğinin emek sömürüsünü artırmak amaçlı geliştirilmesini, kapitalistlerin önceliklerinden biri haline getirir. Böylece, “işçiden bağımsız hareket eden ve çalışan” bu otomatik araçlar, işçinin göstereceği direnci de en aza düşürerek, devri daimi/kesintisiz üretimi sağlar. Makine biçimine girmekle “işçiden bağımsız hareket eden ve çalışan otomatik şeyler halini” alan emek araçları, “hizmetindeki insanların zayıf vücutlarında ve güçlü iradelerindeki bazı doğal engellerle karşılaşmadığı sürece..” bu işlevi sürdürürler.[18] Tek bir devindirici mekanizmanın –örneğin merkezi bir bilgisayar– birden fazla (pek çok) makineyi bir arada çalıştırması, günümüzdeki kapitalizmin de özelliği olmakla kalmaz, manifaktürden modern sanayiye geçiş döneminden başlayarak, sanayi devrimiyle üretim sürecine girmiş ve zamanla daha da ilerlemiş bir gelişmedir. Sanayi ve tarımın “üretim tarzlarındaki devrim” –makinenin (otomatik sistem) kullanılması ve yetkinleşmesi– “özellikle toplumsal üretim sürecinin genel koşullarında, örneğin iletişim ve ulaştırma araçlarında bir devrimi zorunlu hale getirir.[19] Hemen her fırsatta ve güya Marx’ı çürütmek üzere, bilimsel-teknik gelişmelerden, “iletişim ve bilişim teknolojileri”nden söz edenlerin, bu vaazlarını, Marx’ın verdiği “sıradan” küçük bir örnek dahi boşa çıkarır: “Sözgelişi zarf manifaktüründe bir kişi katlayıcı ile kağıtları katlardı, diğeri zamk sürerdi, bir üçüncüsü aletin bastırıldığı tabakayı çevirirdi, dördüncüsü aleti gevşetirdi ve bu böyle devam ederdi; ve bu işlemlerin her biri için zarfın el değiştirmesi gerekirdi. Şimdi tek bir zarf makinesi bu işlemlerin hepsini aynı anda yerine getiriyor ve saatte 3 binden fazla zarf yapıyor.[20]

Marx’ın seçtiği örnek 1860’lı yıllara aittir. Üzerinden 150 yıla yakın süre geçti. Bu sürede teknik yönden yenilenme ve makinenin kullanım alanının genişlemesi ve teknik donanımın ilerletilmesiyle, bugün çok daha fazla iş üretilebiliyor. Günümüzün modern makineleri ve elektronik, mekanik, matematik, fizik ve elektrik biliminin bir arada kullanıldığı gelişmiş üretim aracı olarak bilgisayarı örnek göstererek, emek gücünün önemini ve üretimin öznesi olma özelliğini kaybettiğini ileri sürenler, gerçek bir makine sisteminin” çeşitli bağımsız makinelerin yerini almasının, “işin konusunun, biri diğerini tamamlayan çeşitli türden bir makineler zincirinin yapmış olduğu parça süreçlerin birbirine bağlı bir dizisinden geçmesigerçeğinin günümüzden 130-140 yıl önce de gerçekleştiğini görmek istemiyorlar. “İnsanın yardımı olmaksızın yalnızca onun gözetimi altında hammaddenin işlenmesi için gerekli bütün işlemleri yerine getirebilir duruma gelmiş” makinelerin varlığı, “otomatik makine sistemi”nin daha mükemmel denilebilecek şekilde geliştirilebileceğinin de göstergesidir. “Makine biçimine gelen emek araçları, insan kuvveti yerine doğal kuvvetlerin konulmasını ve el alışkanlığı yerine bilimin bilinçle uygulanmasını” giderek güç kazanan bir olanak haline getirirler. Bu tür ileri mekanizmalarda, bilgisayar tuşlarına basarak ya da bir düğmeyi çevirerek hareket iletimi sağlanmadan, mekanizma çalışmaya başlamaz. Büyük sanayi, makine kullanımı sayesinde, “büyük fiziksel kuvvetler ve doğa bilimlerini üretim sürecine katarak” emeğin üretkenliğini olağanüstü derecede artırabilirken, emek araçlarındaki gelişme de büyük sanayinin doğmasını sağlamış ve en gelişmiş hali “fabrikadaki organize makine sistemi” olan bu sistem, günümüze gelen süreçte, yetkinleşmesini sürdürmüştür. Üretim sürecinin en önemli ve en gelişmiş aracı olarak “organize makine sitemi” gelişmesini sürdürmeye bundan sonra da devam edecektir. Çelişki; makine ve bilimsel gelişmelerin etkin işlevi ve gelişmesini sürdürmesinde değil, bunların kullanım biçimi, niteliği ve amacındadır.

Kapitalist, örneğin, makinenin daha etkin kullanımıyla iş gününü nispi olarak daha fazla uzatma olanağı bulmakta; işgününün uzatılmasıyla, verimliliği yükselten otomasyonla, teknik uygulamalarla gerekli emek zamanı kısaltılarak ve bandın hızının artırılmasıyla artı değeri artırabilmektedir. Bunlar, kapitaliste, günlük ürünün daha küçük parçası ile emek gücünün değerini yerine koyma olanağı sağlamakta; makinenin işlettiği araçların sayısındaki artış (birçok ve çeşitli aletin bir tek motorla harekete geçirilecek şekilde monte edilmesi), “onu devindirecek çok daha büyük mekanizmaya” gereksinme gösterirken, bu mekanizma, “insanın tekdüze ve sürekli bir devinim meydana getirme yönünden çok yetersiz bir araç olması” ve “insandan çok daha güçlü bir devindirici güce” ihtiyaç göstermesi nedeniyle, daha etkin ve gelişkin şekilde ilerletilme zorunluluğu doğurmaktadır.

Makinelerin, “milyonlarca insanın enerjisini gerektiren” büyük çapta büyük iş aletleri olmaları ve “egemenliği altına aldıkları” insanların çalışmalarını inanılamayacak derecede artırmaları yeni bir olgu olmadığı gibi, teknolojik bilimsel gelişmeler de, 1970’ler sonrasındakilerle eşitlenecek türden yeni ve önceden görülememiş değildirler. Makinelerin artan hızıyla, işçinin daha fazla dikkat ve çaba göstererek, eskisinden daha fazla iş yapması, daha çok üretmesi, emek gücü nicelik olarak azalırken daha fazla ürün çıkarılması, bırakalım yüzyıl öncesini, 30-40 yıl öncesine göre bugün daha da artmıştır. (Toyota, VW, Ford, Daimler Chrysler vb. otomobil fabrikalarında, günlük, aylık, yıllık ve saat başı üretim, önceki dönemlerde gerçekleştirileni birkaç misliyle aşmıştır.) Bugünkü kapitalizmi, emperyalist kapitalizmden farklı ve “iletişim ve bilişim teknolojilerindeki gelişme”yle bağlı bir “post-modern kapitalizm” olarak gösteren teori, makinenin, “günümüz kapitalizmi”nin temel üretim aracı olmaktan çıktığını, en azından gösterebilmeliydi. Bu bir yana, bu teori (ve savunucuları), makinenin yetkinleştirilmesi ve kullanım alanının genişlemesiyle “işçi sınıfının azalması”nı mutlak tek gerçek gösterirken; makinenin, teknik gelişmesiyle artan sayıda işçiyi ucuz ve yedek işgücü kitlesinin saflarına itmesine ve böylece eskiden iki ya da üç-dört kişinin yaptığı işin şimdi bir-iki kişi tarafından yapılmasını olanaklı hale getirmesine ya da daha önce 12 ya da 10 saatte yapılabilen bir işin, artık 8, 6 ya da daha az sürede yapılmasını olanaklı kılmasına rağmen, işinden ettiği işgücünü emmekle kalmayıp, daha fazlasını da gereksinen yeni işkollarının ortaya çıkmasının aleti olarak da işlev gördüğünü göz ardı ediyor(lar). İşçinin, emek araçlarına, onların “tek düze hareketlerine” (otomat) bu bağımlılığı, fabrika sistemi ve disiplini içinde çalışan işçiler ve “gözcüler” olarak ya da “sanayi ordusunun erleri ve çavuşları olarak” bölünmelerine yol açar. Diğer yandan, makineler, fabrika sistemi içinde uyumlu çalışan çok yanlı bir sistem meydana getirdiklerinden, işçilerin makinelerin hareketine bağlanmış bu biçimler üzerinden “uzmanlaşma”ları, makine deviniminin sistemin merkezine oturmasıyla birlikte, herhangi işçinin yerine bir başkasının çalışmasıyla işin kesintisiz sürmesini mümkün hale getirir ve bu da, uzmanlıkların önemsizleşmesine götürür. “Bir ve aynı aleti yaşam boyu kullanmanın verdiği uzmanlık” bu durumda, “bir ve aynı makineye yaşam boyu hizmet etmenin verdiği uzmanlık” halini alır. Artık işçi, makinenin hareketini izlemek, deyiş yerindeyse ona, “falso yapmadan” uyum göstermek zorundadır. Makinenin işçi ile ilişkisini, Marx, “yere serme” olarak tarif eder. Makinelerdeki sürekli iyileştirmeler ve “otomatik sistemdeki gelişmeler”, işçiye karşı, “aletten yana” işlev görürler. İş, giderek artan şekilde, “…bir çocuğun bile denetleyebileceği kendi kendine düzenlenen özel bir mekanizma” tarafından yapılır hale gelir. Çalışma yöntemlerinde ve “toplumsal çalışma organizmasının” niteliğindeki değişimlerle birlikte, nüfusun daha geniş kesimlerinin üretim sürecine çekilmesi, daha az işçinin çalışmasıyla üretimi sürdürme olanağına sahip olan “sermayenin diktasına boyun eğmeye” zorlanan “bir fazla işçi nüfusun” –işsizler ordusu– ortaya çıkmasına yol açar. Böylece, emek zamanının kısaltılması için en güçlü araç, yani makine, yani otomasyon, sermayenin değerini genişletmek amacıyla, emekçi ile ailesinin ömürlerinin kapitalistin emrine verilmesi işlevi gören araç haline gelir.

Makinenin ve iletişim – ulaşım araçlarının teknik gelişimi, emek gücünün gerekli emek zamanını artırmak ve insan soyunun daha rahat yaşamasını sağlamak için değil, üretimin kapitalist yararına artırılması, meta fiyatlarının ucuzlatılması ve işçinin kendisi için çalıştığı “işgünü kısmı”nın kısaltılarak, kapitalist için ve karşılığını almadan çalıştığı “diğer kısmı”nın uzatılması için gerekliydi. Sanayi devriminin “aleti” olarak makinenin üretim aracı olmasıyla, eskiden insan tarafından kullanılan aletler, bir mekanizmanın birbiriyle uyumlu çalışmaları sağlanmış unsurları haline gelirlerken, “bir kez harekete geçirildikten sonra taşıdığı aletlerle, daha önce işçinin benzer aletlerle yaptığı” işi yapan “bir mekanizma” olarak, makine, insan işgücünün bir bölümünün yerini alıyor[21], makineli üretimin genişlemesine paralel olarak, bir yandan daha fazla işgücünün üretim sürecine çekilmesinin, diğer yandan “yerini aldığı” işçi kitlesinin üretim sürecinin dışına atılmasının aracı oluyordu.[22]

Bu, başka şeylerin yanı sıra, emek üretkenliğinde artışa, sermayenin organik bileşiminin canlı emeğe gereksinimi nispi olarak azaltan değişimine, işsizliğin kitlesel boyutlara varmasına yol açıyor, çalışma süresinin mutlak ve nispi uzatılması ve teknik-bilimsel gelişmelerin yaşamın öteki alanlarında da burjuvazi yararına kullanımında “verim artışı”na hizmet ediyordu. Kapitalist, artı değer üretimi için soyut cansız emek aracıyla canlı/somut emeği kullanmak zorundaydı. Bilimsel teknik ilerleme, kapitaliste, daha az sayıda işçi ile daha fazla üretme olanağı sağladığından, o, “kapı dışarı ettiği” emek gücü yerine, işgününü mutlak olarak (şu kadar saat) ve makinenin artan ‘verimliliği’, hızı ve çok amaçlı yetkin kullanımıyla nispi anlamda uzatarak, maliyeti düşürme ve artı değeri yükseltme olanağı buluyor[23]; teknik bilimsel gelişmelerden yararlanan sermayenin nispi artı-değer üretimi için daha geniş olanakları elde etmesi ve emek üretkenliğindeki artış, emek gücü değerinin düşürülmesi olanaklarını genişletirken, işçi sınıfını, maddi ve zihni-manevi gereksinmelerini karşılama olanaksızlığıyla daha fazla karşı karşıya getiriyordu.[24]

Üretimin ve sermayenin yoğunlaşması ve merkezileşmesinde; üretimin ve emeğin toplumsallaşmasında görülen muazzam ilerlemeyle birlikte, emeğin toplumsal üretkenlik gücü devasa boyutlarda artmasına rağmen, emek gücünün artan sömürüsü ve kar oranlarının yükseltilmesi kapitalist hedefi kalıcıydı. Bu temel hedef, burjuvaziyi, bilimin „bilinçli teknik uygulanması”nı ilerleterek bilimi emeğin dolaysız üretken gücüne dönüştürmeye ve böylece emeğin verimliliğini artırarak işgününün işçinin kendini yeniden üretimi için gerekli bölümünü kısaltarak artı –değer üretme zamanını mutlak ve nispi olarak uzatmaya yöneltirken, bu yöndeki ilerleme daha fazla işçinin kapı dışarı edilmesinin olanağına dönüşüyordu.[25]

Kapital’de “her gün değişmeyen bir tek düzelik içerisinde yinelenerek yapılan bir işin”, iş gününün uzatılmasıyla emeğin yoğunlaştırılması arasındaki ilişki bakımından, iş gününün ya düşük bir emek yoğunluğu ile uzatılması ya da tersinden emek yoğunluğundaki artışla kısalması gibi bir ilişkinin “kaçınılmaz sonuç” olarak ortaya çıkaracağına dikkat çekilmişti. İşçi sınıfının mücadele ile işgününün kısaltılmasını sağlaması, kapitalistleri makinelerdeki gelişmeyi hızlandırarak, bant sistemini geliştirerek, nispi artı değer üretimini büyütmeye yöneltmiştir.[26] Marx, “birikmiş pratik deneyimler –der– hazır mekanik araçlar ve sürekli teknik gelişmeler nedeniyle, fabrika sistemindeki olağanüstü gelişme gücü, kısaltılmış işgününün baskısı altında, bu sistemin dev adımlarıyla ilerlemiş olduğunu bize gösterir.[27]

Kapitalizmin gelişmesi içinde dünya pazarını yaratması, bir dünya sistemine dönüşerek emperyalizm aşamasına varması, “dünyanın uluslararası tröstler arasında paylaşılmasının başlaması”; toprakların, hammadde kaynaklarının ele geçirilmesi ve güce bağlı yeniden paylaşılması için rekabet ve kavganın şiddetlenmesi anlamına da geliyordu. Serbest rekabetin tekele yol açması ve dünya pazarının yeniden paylaşımına yönelik rekabet ve güç kullanımı, sermayenin merkezileşmesi ve tekellerin egemenliği, tekniğin “dev adımlarla ilerlemesi”ne gereksinimi artırmıştı. Mali gruplarla sanayicilerin, bilinenler üzerine olanın yanı sıra olası kaynaklar üzerine rekabet ve kavgası ve dünyanın her tarafına “dal budak salma” girişimleri, bunu olanaklı kılacak teknik üstünlükleri ve patentlerin elde tutulmasını gerekli kılıyordu. Lenin, daha 20. yüzyıl başında, bilimsel teknik gelişmelerle üretim ve sermayenin yoğunlaşması ve sermaye ve tekellerin uluslararası faaliyeti üzerinde dururken, “kuşku yok ki, üretim giderlerini azaltma ve uygulanan teknik düzeltme işlemleriyle kârı artırma olanağı, birtakım değişikliklere yol açmaktadır” diye yazmıştı.[28]

Emperyalizmi “karakterize eden” en önemli özelliklerinden biri, asalaklığı ve çürümeyi üst düzeyde geliştirmiş olmasıydı. “Emperyalizmin başta gelen ekonomik temellerinden biri olan sermaye ihracı”, rantiye tabakasının üretimden kopuşunu artırarak, “denizaşırı bazı ülkelerin toptan asalaklaşması”na yol açmaktaydı. Aynı eserinde, Lenin, Hobson’un irdelemelerine değinerek, “Rantiye-devlet, asalak, çürüyen kapitalizmin devletidir; ve bu olgu, genellikle ülkelerin toplumsal ve siyasal koşullarını, özellikle de işçi hareketinin iki temel eğilimini etkilemekten geri kalmamaktadır” diyor ve yine onun vurgulamasını referans göstererek, bu devletlerin “kendi yöneten sınıfını zenginleştirmek ve sakin dursunlar diye alt sınıflarına rüşvet vermek” için diğer ülkeleri sömürdüklerine dikkat çekiyordu. ABD, İngiltere ve Avrupa’nın gelişmiş ülkelerindeki duruma işaret eden Lenin, kapitalist sömürü ve rantiye tabakaların oluşmasının proletarya hareketine nasıl büyük zararlar verdiğini; İngiliz işçi sınıfının durumu üzerine Marx ve Engels’in yazışmalarından bölümler aktararak, ortaya koyuyordu.[29] Emperyalist devletler ve tekeller, “dünyayı soyup soğana çevirerek” sağladıkları aşırı kârlarla “işçi liderlerini ve işçi aristokrasisini oluşturan”, işçilerin “yüksek tabakası”nı bozma olanağı buluyor; “yaşam tarzlarıyla, ücretleriyle, dünya görüşleriyle tamamen küçük burjuva niteliği taşıyan bu burjuvalaşmış işçi tabakası ya da ‘işçi aristokrasisi’..”ni yanlarına alabiliyorlardı. Tekel menajerleriyle üst düzey profesyoneller ve teknik uzmanların hisse payı, yüksek maaş, prim, özel (gizli) ödenekler şeklinde sömürüden aldıkları pay büyürken –sayıları son yıllarda giderek artmıştır–; özel işletmelerin ve “kamu kuruluşları”nın yönetim ve denetim kurullarında, işçi ve emekçilere karşı kılıç kuşanmak üzere görevlendirilen bu kesimlerin sermaye ile ‘bütünleşmeleri’, giderek kurumsal özellik kazanıyordu.

Aradan geçen yüz yılı aşkın süre, bu özellikteki gelişmelere daha fazla ivme kazandırdı. Bugün, yüz, yüz otuz yıl öncesiyle kıyaslanamaz büyüklükte ve düzeyde merkezileşme, kaynakların denetlenmesi, asalaklık ve çürüme, rantiye işlemler hacminde şişme, makinenin yetkinleştirilmesi ve yeni teknik buluşlarla kapitalist emperyalizm, bir dünya sistemi olarak hakimiyetini geliştirmiş, aynı biçimde yıkılmasının maddi koşullarını da daha fazla olgunlaştırmış bulunuyor.

“YENİ BİR KAPİTALİZM”DE; “SANAYİ SONRASI” BİR TOPLUMDA MI YAŞIYORUZ?

Öğretiye eleştirel ve yaratıcı yaklaşım” adına, ekonomik-sosyal olguları işçi sınıfının devrimci davasını zaafa uğratacak biçimde ele alan; “değişimi görememek ve dogmatizme yaslanmak” eleştirisiyle reformizmi, sosyal demokratçılığı ve sol liberalizmi işçi hareketi içinde örgütlemeye çalışan, –kendi deyişleriyle– “post Marksist” teorisyenler, Marx, Engels, Lenin ve Stalin’in kapitalizm ve kapitalist emperyalizme ilişkin olgulara dayalı öngörülerinin, süreç içinde, çok daha belirgin biçimde ortaya çıkan gelişmelerle kanıtlanmasını bir yana bırakarak, bilimsel teknolojik gelişmeleri, “yeni bir toplum ve yeni bir çağ”ın göstergesi saymakta; “endüstri toplumunun irdelenmesiyle yapılmış belirlemelerin geçersiz hale geldiğini” vazetmekte, “endüstrisizleşme” ve “sınıfların sonu” tezleriyle, sınıf hareketi, sınıf mücadelesi ve sınıf bilinci gibi, sınıfların birbirleriyle ilişkileri ve üretim sürecindeki rolleriyle ilgili sorunları bir kalem darbesiyle ortadan kaldırarak (!), proletaryanın üretim sürecindeki ve üretim araçları karşısındaki konumu ve rolünün değiştiği varsayımıyla, burjuvazinin işçi hareketine saldırısına, “içeriden” omuz vermektedirler. Bunlar, bazı büyük kentlerde (Londra, Brüksel, Moskova, kısmen İstanbul) finansal ve hizmetler faaliyetinin yoğunluk kazanması ve bu kentlerdeki işçi yoğun sektör ve işyerlerinin başka alanlara taşınmasını, “sanayisizleşme ve sınıfsızlaşma”nın kanıtı sayıyor, endüstriyel faaliyetlerin büyük kent merkezlerinin dışına taşınmasını ve bir kısım işçinin işsiz kalmasını “sanayisizleşme” olarak gösteriyor[30], “üretimin yoğunlaşmasının bir sonucu olarak” tekellerin doğması ve uluslararası faaliyetini, bu, emperyalist kapitalizmin “genel ve temel bir yasa”sı olmasına karşın, “küreselleşme” adıyla, 1980-90’ların “belirleyici yeni gerçeği” gösteriyor, küçük işletmeciliğin ve özelleştirmenin yaygınlaşmasını ise bu yoğunlaşmaya karşı gelişme olarak sunuyorlar.

Bunlar, Marx’ın, daha Kapital’i yazdığı sırada, “kapitalizmin teorik ve tarihsel bir tahlilini yaparak” (Lenin), serbest rekabetin üretimin yoğunlaşmasını doğurduğunu belirterek, bunun da “belirli bir gelişme aşamasında” tekelciliği yaratacağına işaret ettiğini -eğer cehaletlerinden değilse- görmezden geliyor; Lenin tarafından başlıca temel özellikleri ortaya konan tekelleşme-holding sistemi, üretimin ve sermayenin uluslararasılaşması ve finans kapital egemenliğinin bir kısmı yeni ve fakat ötekileri ‘öteden beri’ uygulanagelen üretim teknikleri, biçimleri, örgütlenmelerini büsbütün “yeni” ve “yeni bir sistem”in göstergeleri olarak sunuyorlar. Tekelci kapitalizmin genel ve hakim bir “evrensel baskı sistemi” olarak şekillenmesini, “Marksizmin çürütüldüğü”ne kanıt göstermekten geri durmayan eski oportünist, “sol” ve liberal iktisatçılarla sosyologların izinde yürüyen eski oportünizmin, bilim ve teknikteki gelişmelerin abartılı değerlendirilmesiyle desteklenmiş yeni temsilcileri, tekellerin uluslararası alandaki hakimiyeti ve sermayenin uluslararası karakterinin güç kazanması ve bilim ve teknikteki gelişmelerle iletişim-ulaşım araçlarının daha fazla mükemmelleşmesini, “yeni bir toplum”un ve yine “Marksizm’in geçersizliği”nin kanıtı olarak reklam ediyorlar. Tekelci sermayenin uluslararası faaliyetini ve taşeron işletmeciliği “yeni bir üretim sistemi”nin olgularından biri olarak gösterenler, 20. yüzyılın başından bu yana tekellerin ve holdinglerin sistemi halinde örgütlenen sermayenin kapitalist dünya pazarındaki faaliyetini de, neredeyse yüz yıl sonrasının bir olgusu olarak gündeme getiriyorlar. Bunlar, Lenin tarafından da işaret edilen, “bütün ülkeyi kaplayan sık bir mali kanallar şebekesinin bütün sermayeleri ve gelirleri merkezileştirerek, binlerce işletmeyi tek bir ulusal kapitalist örgüte ya da tek bir dünya kapitalist örgütüne dönüştürerek” (Emperyalizm, sf. 38, abç) hızla yayılması olgusuyla, üretimin ve sermayenin uluslararasılaşması arasında bir bağ kuramayacak kadar dar kalıpçı, siyasal bakımdan avanak ve kördürler.

Lenin’in “Emperyalizm, Kapitalizmin En Yüksek Aşaması” adlı eserinin yazılış tarihinin 1916 olduğunu, Birikim yazarlarıyla onların Negri, Deleuze, Lazzarato gibi oportünist yol gösterenleri de bilmiyor olamazlar/olamazlardı. Bu eserin beşinci bölümünde, dünyanın kapitalist gruplar arasında paylaşılması ele alınır ve bölüm şu önemli vurguyla başlar: “KAPITALİST tekel grupları –karteller, sendikalar, tröstler– kendi ülkelerinin bütün üretimine, çok ya da az mutlak ölçüde sahip olarak, ilkin iç pazarı paylaşırlar. Ama, kapitalist düzende, iç pazar, zorunlu olarak, dış pazara bağlıdır. Kapitalizm, uzun bir süreden beri dünya pazarını yaratmıştır. Sermaye ihracı arttıkça ve büyük tekel gruplarının yabancı ülkeler ve sömürgelerle ilişkileri ve ‘nüfuz bölgeleri’ her bakımdan genişledikçe ‘pek doğal olarak’, işler, bu gruplar arasında genel bir anlaşmaya ve uluslararası kartellerin kurulmasına doğru yöneliyordu. Sermaye ve üretimde görülen evrensel yoğunlaşmanın bu yeni derecesi, daha önceki dönemlerde görülenlerden çok yüksektir.[31]

Lenin, üretimin yoğunlaşması ve tekel olgusunu irdelediği eserinde, burjuva iktisatçısı Liefmann’a atıfla, onun, “bir ulusal ekonomi ne denli gelişmiş olursa, riskli girişimlere, yabancı ülkelerdeki işletmelere, gelişmek için uzun zaman isteyen işletmelere, en sonu yalnızca yerel önem taşıyan işletmelere yönelir” şeklinde özetlediği kapitalist eğilime dikkat çekiyordu.[32] Sanayiin olağanüstü gelişmesi ve üretimin daha büyük işletmeler içinde hızlı yoğunlaşması süreci, kapitalizmin belirleyici özelliklerinden biriydi ve kapitalizm, daha 19. yüzyıl sonları ve 20. yüzyıl başlarında “evrensel bir sömürgeci baskı sistemine”; gelişmiş “bir avuç ‘ileri’ ülkenin, dünya nüfusunun büyük çoğunluğunu mali yönden boğduğu” bir sisteme dönüşmüştü.[33] Üretimin yoğunlaşması ve tekel, dünya pazarlarının ele geçirilmesi için yöntemlerin geliştirilmesi, sermayenin “sınır tanımaz” yayılmasının uluslararası kapitalist pazarı yaratması; “teknik yetkinleşme ve buluşlar alanında” büyük ilerlemelerin gerçekleşmesi, bu sürecin kaçınılmazlıkları arasındaydı.

Tekelci büyük şirketlerle onların holding türü örgütlenmeleri ve ağlarını ulusal ölçekte olduğu gibi uluslararası ölçekte de örmeleri konusuna değinen Lenin, dönemin Alman iktisatçılarından Heymann’ın, “Yöneticiler, esas-şirketi, [sözcüğü sözcüğüne: “ana-şirket”] o da bağlı şirketleri [“kız-şirketler”], onlar da bağlı şirketlere bağlı şirketleri [“torun-şirketler”] vb. denetlemektedir” sözlerini aktarıyor ve “deneyimler”le gelişmelerin bunu kanıtladığına işaret ediyordu.

Holding sisteminin, tekelcilerin gücünü iyice artırmakla kalmayıp, “onlara, hiçbir ceza korkusu olmaksızın, halkı oyuna getirmek ve en kirli işlere girmek olanaklarını da” sağladığını; çünkü “ana-şirketin” yöneticilerinin bu sayede, “özerk” sayılan bağlı şirketlerin işlerinden “yasalar karşısında sorumlu” olmaktan kurtulduklarını; “bu yüzden de bu bağlı şirketler araçlığıyla, ‘her şeyi’ kabul ettirebilir” hale geldiklerini belirtiyor ve Alman Kurt Heinig’in adını da anarak, General Elektrik Şirketi’nin daha 1912 de, 175 ya da 200 başka şirketin sermayesine katılmasından ve kuşkusuz, bunlara egemen” olarak, “aşağı yukarı 1,5 milyar marklık bir sermayeyi” denetlemesinden söz ediyordu.[34]Bu şekilde büyüyen” AEG’nin (General Elektrik Şirketi) o günkü koşullarda, “yalnızca dış ülkelerdeki temsilciliklerinin sayısı 34’tü”; “bunların 12’si, sermayesi hisse senetlerine bölünmüş şirket olup, 10’dan fazla devlet sınırı içinde” idiler. Şirket “muazzam bir ‘birleşmiş’ işletme”ydi ve “kablo ve yalıtkan malzemeden otomobile, uçağa kadar çok değişik maddeler imal” ediyordu.

Hareketini bir iletim mekanizması aracılığı ile merkezi bir otomattan alan organize bir makineler sistemi,..”ne[35] dayanan modern büyük sanayi, “bugünkü kapitalizm”in de temelini oluşturuyor. Makine, “bugünkü kapitalizm”in de “maddi temeli olan” bir “özel üretim aleti” olmaya devam ediyor. Fabrika ve makineler “kompozisyonu” “günümüz kapitalizmi” için de “ana iskelet” işlevine sahiptir. Bu büyük “otomatik makine sistemi”ne dayanan “günümüz kapitalizmi”, makinenin geliştirilip yetkinleştirilmesiyle birlikte, “insan kuvveti yerine doğal kuvvetlerin konulmasını ve el alışkanlığı yerine bilimin bilinçli uygulanması”na gereksinimi artırırken, buna hizmet eden bilimsel-teknolojik yenilikleri de birlikte getirmektedir/getirmiştir. Hemen tüm kapitalist ülkelerde, toplam üretimin büyük bir kısmı, kapitalist işletmelerin küçük bir azınlığını oluşturan en büyükleri tarafından gerçekleştirilmekte; bunlar örneğin ülkelerin kapitalist gelişmesinin düzeyine de bağlı olarak bazen yüzde-bire (işletmelerin yüzde biri) yüzde seksen (toplam üretimin yüzde 80’i) gibi bir oranı tutturabilmektedirler. Üretimin büyük bölümünün büyük firmalar tarafından gerçekleştirilmesi bugün de devam etmekte, büyük işletmelerde, emek verimliliğinin daha yüksek olması, bu işletmelerde üretimin yoğunlaşmasının, “işçi yoğunlaşmasından çok daha hızlı” olmasını sağlamakta, bu da daha az sayıda işçiyle üretimi mümkün kılmaktadır. “Aynı sanayi kolundaki ya da başka başka sanayi kollarındaki birçok işletme”nin bir büyük “dev işletme”ye bağlanması, ‘ulusal’ ve uluslararası pazarda daha fazla söz sahibi olma; milyonlarca küçük işletmeyi çekip çevirme olanağı demektir. Bu gelişme hızla devam etmekte; bir sanayi kolunda üretim safhalarının birbirini izleyen “işlenme evreleri” şeklinde ilerlemesi, ya da bazen birinin “ötekinin yanında yardımcı bir rol” oynaması (“artıklardan yararlanılması ya da yan ürünlerin kullanılması, ambalaj vb.”) kârlılık durumunun gerekleri olarak ortaya çıkmakta; yoğunlaşma ve merkezileşme, yutma-yedekleme ve kendine bağlama, Lenin’in de işaret ettiği ve tekellerin baş vurdukları “bir takım değişiklikler” kapsamında, fabrikaların bir bölümünü ucuz işgücü alanlarına taşıma, oralarda şirketler satın alarak, ortaklıklar kurarak ya da yan sanayiler oluşturarak yayılma, taşeron firmalara imalatın bir kısmını ihale etme vb. yöntemlerle tekellerin üretim ve etkinlik sahası genişlemekte; üretim ve sermaye, giderek daha az sayıda, ancak daha güçlü ellere geçmektedir. Ekonominin “yeniden yapılandırılması” uygulamalarıyla üretimin ve işyerlerinin “parçalanması”nda görülen artış, büyük işletmenin, “her şey”, milyonlarca küçük işletmenin “hiçbir şey” olması gerçeğini, ilişkinin karakteri bakımından değiştirmemiştir; ve Batı’nın gelişmiş sanayi ülkelerinde, işletmelerin bazı bölümlerinin ya da bazılarının ucuz emek gücü alanlarına taşınmasını, büyük sanayinin “büyük ölçüde tasfiye olması” şeklindeki değerlendirme, sanayi üretiminin önemini ve sanayi işletmelerinin kapitalist gelişme ile artan rolünü örten oportünist liberal bir iddiadan ibarettir.[36]

Tüm çeşitliliği ve eklenen iş türleriyle “günümüz kapitalizmi” de, burjuvazinin üretim araçlarında, çalışma tarzı ve “tüm toplumsal ilişkilerde” değişime gidip yenilikler getirdiği emperyalist kapitalizm sınırlarındaki kapitalizmdir! Tekelci ve dünya çapında bir nitelik gösteren, milyonlarca sermayeyi çekip çeviren büyük şirketlerin merkezileşmeyi çok daha güçlü biçimde sağlayarak dünyanın her tarafında faaliyetlerini artırdıkları günümüzde, bu özellik daha da güç kazanmış, tekelci sermayenin tüm toplumsal iktisadi yaşamı denetleme olanakları genişlemiştir. Tekeller, yüksek teknik donanımlarını rakipleri karşısındaki üstünlüklerinden biri olarak kullanmakta; bu üstünlük sayesinde, her yerde kendilerine yol açmakta; uzay teknolojisinde, yer biliminde, hava, deniz ve kara ulaşımında, elektronik ve telekomünikasyon başta olmak üzere, iletişim teknolojisinde kaydedilen ilerlemeleri, iktisadi-sosyal yaşamı denetlemek için, artan şekilde kullanmaktadırlar. Uluslararası tekellerin faaliyeti, ulusal-bölgesel-yerel işletmelerle kurulan ilişki ağı şeklinde tüm kapitalist pazara genişlerken, aynı pazarlara yönelik rekabet, kapitalistler arası paylaşım kavgasını sertleştirmekte, bu rekabet ve kapışma, işçi sınıfına, düşük ücret, sosyal hakların budanması, artan işsizlik ve yoksullaşma (ve kuşkusuz savaş tehdidi) olarak yansımaktadır.

Bankalar, sanayide tuttukları sermaye ile “gittikçe artan ölçüde birer sanayi kapitalisti haline” gelirken, “gerçekte sanayi sermayesi haline dönüşen” mali sermaye olarak, iktisadi-sosyal yaşam üzerindeki denetimini artırmakta, “küçük işadamlarının, memurların, işçi sınıfının çok ince üst tabakasının her çeşit para gelirlerini de toplamak”la kalmayarak, işçileri, küçük üretici köylüleri kredi borçlandırmalarıyla kendilerine bağlayarak sömürmekte; böylece, tüm iktisadi yaşamı denetleme güç ve olanaklarını artırmaktadırlar. Büyük sanayi işletmelerinin yer değişimi, işyerlerinin küçük işletmelere bölünmesi ve özelleştirme, tekellerin ve tekelleşme eğiliminin; çok çeşitli işyerlerinin bir tek tekel bünyesinde birleştirilmesinin sağladığı güç ve avantajlara alternatif ya da onun etkisini zayıflatan bir gelişme olamazdı. Aksine, büyük işletmelerin bir sanayi dalındaki üretimin %80-90’nını hatta daha fazlasını elinde tutmaları, kendilerine bağlı çeşitli dökümhaneler, makine atölyeleri, boyama bölümleri, tamirhaneler kurarak, büyük işletme olmanın avantajlarından yararlanmaları, günümüz kapitalizmi açısından da önemli özellik ve olgulardan biridir. Tekel, kapitalist gelişmenin vardığı zirvedir ve kapitalist emperyalizmin en önemli özelliği, tekellerin ekonomik yaşamın temeli haline gelmeleridir. “Emperyalizmin başlıca ekonomik temeli tekel” olmaya devam ediyor. Firmaların “parçalara ayrılması”, daha doğru deyişle, bazı bölümlerinin başka topraklara taşınması, tekelci konumunu zayıflatmıyor, aksine güçlendiriyor.

 

* * *

Bilimsel teknik gelişmeleri, iletişim ve ulaşım araçlarındaki ilerlemeleri ve üretimin bu araçlar ve buluşlar kullanılarak yeniden örgütlenmesini “sanayi sonrası” “yeni bir toplum”un göstergesi sayarak, sınıf ilişkileri ve mücadelelerinin ve işçi sınıfının bu ilişkiler sistemindeki ve mücadeledeki yeri ve rolünün önemsizleştiğini vazeden teori, kapitalizme içkin gelişme ve olgular tarafından boşa çıkarılan oportünist bir teoridir. Marksizm “eleştirmeni” neo liberal teorisyenlerle, onları papağanca tekrarlayanların, tezlerini üzerine oturtmaya çalıştıkları bilimsel teknik buluşlar ile onların kapitalist uygulanması, büyük sanayi üretiminin ve onun sermaye yoğunlaşmasıyla hızlanan tekelci gelişiminin gereksinmeleri olarak ortaya çıkmışlardır ve toplumsal üretim ya da üretimin toplumsal niteliği bunların maddi temelini ve dayanağını oluşturmuştur. Burjuvazi, “kapitalist üretim sınırları içersinde” emeğin üretkenliğini artırmak; “işgününde, işçinin kendi yararına olarak çalıştığı sürenin kısaltılması” yoluyla, kapitalist yararına “bedavadan çalışacağı süreyi uzatmak için” tüm tarihi boyunca yeni araç ve yöntemler geliştirmiş ve devreye koymuştur.[37] İşbölümünü en ileri düzeyde gerçekleştiren kapitalizm, işçileri modern büyük üretim içinde bir araya getirerek bir sınıf olarak davranmalarının maddi koşullarını yaratırken, ulus, etnik köken, dini inanç, bölge, işkolu vb. üzerinden bölünmelerini sağlayan araç ve yöntemleri de sürekli yeniden üretmiş; bu bölme/bölünme ve ayrımı, işçilerin patronlara karşı direncini kırmak için sürekli gündemde ve ‘canlı’ tutmaya çalışan burjuvazi, son on yıllarda, buna, işçilerin sınıf içi rekabetini daha etkin tarzda kışkırtacak, ‘işin esnek düzenlemesi’, taşeronculuğun daha etkin kullanımı ve özelleştirme vb. yöntemleri ekleyerek, işgücü “piyasası”nda belirsizlik ve endişenin daha fazla hakim olmasını sağlamıştır.

Kapitalizm, üretimde ve işte yeni biçimler ve teknikler geliştirmeden kendini sürdüremez. Daha ucuza mal etmek ve daha fazla kâr hırsı, değişiklikleri ve yeni buluşları gereksinir. Sermayenin, ücretlerin düşük, toprak fiyatlarının ucuz, kâr oranının yüksek olduğu alanlara yönelişi, tam da kapitalizmin “özü”yle ilgili bir özelliğidir. İşgücünün bölünmesi, taşeron işletmecilik ve fason üretim, aile işletmeciliği ve eve iş verme son birkaç on yılın ortaya çıkardığı biçimler olmayıp, bu arayışlar kapsamında, önceki süreçlerde de uygulandılar. Kapitalist pazarda “ayakta kalma”nın ve büyümenin koşulu, rekabette başkalarını geride bırakma, onların yok oluşunu sağlayacak güce ulaşmaktır. Bu ise, ancak üretim maliyetini en düşük seviyede tutarak pazara mal sürümünü gerçekleştirmekle mümkündür. Bunun için işgünü uzatılır, ücretler düşürülür, sosyal giderler kısıtlanır ya da tümüyle kaldırılır. Buna, esnek üretim sistemlerinin eklenmesi ve taşeron işletmecilik, aile işletmeciliği, eve iş verme, kadın ve çocuk emeğini daha fazla üretim sürecine çekme gibi çok çeşitli biçimlerde emek sömürüsü yöntemleri eşlik etmektedir. İşin, üretimin ve çalışma sürecinin kapitalist yararına örgütlenmesinde başvurulan yöntemlerle bunun eski-yeni araçları, mali sermaye ve tekeller çağı kapitalizminin kendini var etmek için uygulayageldiği biçim, yöntem ve araçlardır. Bunları kapitalist emperyalizmin nitelik değiştirmesinin araç, yöntem ve biçimleri olarak gösterenler, kapitalizmin “sanayi sonrası”na girildiğini vazedenler, olgu ve gelişmeleri olduğu kadar, sınıfların ilişki ve çelişkilerini de burjuvazi yararına yorumlayarak, kapitalizme hizmet ediyorlar. İstihdam güvencesizliği ve sosyal hak yoksunluğunu “neo liberal karşı devrim”e bağlayanlar, “küreselleşme miladı” olarak aldıkları 1970-80’ler öncesi kapitalizmin, “koruyucu çalışma mevzuatı ve istihdam güvencesi”ne ilişkin yasalarla “istihdamı istikrarlı ve güvenceli” kıldığını vazetmekte, bilimsel teknik gelişmeleri bu “milat”la başlayan son otuz-kırk yılın tümüyle yeni buluşları olarak göstermektedirler.[38] Sermaye-emek ilişkilerine bu yaklaşım, diğer yandan, kapitalist üretim sürecinin ortaya çıkardığı ve kapitalizm kapitalizm olmaktan çıkmadıkça da şu ya da bu oranda var olmaya devam edecek olan işsizlik gibi sonuçları son on yılların sorunu sayarak, işsizlik ve yoksunluğun kapitalist temelini de göz ardı etmektedir. Bu teorinin sağlam ve güvenilir en küçük dayanağı bulunmamaktadır.

Makalemizin devamında, bu “sol” ve “Marksist” etiketli oportünist teori kapsamında gündeme getirilen anti Marksist emek değer teorisi ve üretken emek-üretken olmayan emek üzerine görüşleri ele alacağız.


[1] Okur bu makaleleri bir arada değerlendirirse, yazının amacı bir ölçüde de olsa gerçekleşmiş olacak.

[2] Nail Satlıgan, SAV derlemesi, 2005

[3] Birkaç yıl önce, Almanya’nın Bochum kentindeki Opel fabrikasında başlayan bir grevin şirketin başka kent ve ülkelerdeki işletmelerine de yansıyarak genişlemesi, ara sanayi maddelerini de etkilemiş ve kısa sürede kapitalistlerle hükümetlerini telaşa düşürmüştü. Bu “küçük” örnek, sanayinin önemli dallarında baş gösterecek bir grevin, bu işletmelerle yan sanayileri etkileyecek tarzda genişlemesiyle kapitalistlerin çanına ot tıkayacak bir düzey ve etkiye ulaşabileceğini gösteriyordu. Bir diğer örnek, ABD’de GM (GeneralMotors) emekçilerinin direnişiydi.

[4] A. Türkün, Doç. Dr., Yıldız Teknik Üniversitesi, Şehir ve Bölge Planlama Bölümü, ‘Ev eksenli çalışan kadınlar’, SAV-TÜSAM derlemesi, 2005

[5] İş Kanunu Ön Tasarısı Gerekçesi, 2002, aktaran F. Ercan, TÜSAM derlemesi içinde.

[6] Fransa’da 70’lerden 90’lara dek sosyoloji bölümlerinde verilmiş olan doktora tezleri üzerine yapılan bir araştırmaya göre, “sınıf” kavramını referans veren ve kullanan tezlerin oranı %3’ten %0.6’ya düşmüştür. (Chauvel’den aktaran F. Scandella, TÜSAM 2005). Belçika’da bu tutum ifrata vardırılmış, sanayi üzerine alan araştırmaları ya yapılmamış ya da sınıf sorunu tümüyle atlanarak yapılmışlardır. İngiltere de, geleneksel oportünist tutuma uygun düşecek şekilde, Londra’nın “yapısal değişimi” gerekçe sayılarak sınıfın üzeri çizilmiştir. Vb. vb..

 

[7] Marksist teoriye saldırının bir yöntemi, kapitalizmin serbest rekabetçi ve tekelci gelişiminin açığa çıkardığı olguları; bunlar daha önce ortaya çıkmalarına ve toplum yaşamına etkileriyle yol açtıkları sonuçlar teorinin konusu olarak irdelenmelerine rağmen, tümüyle yeni göstermektir. Son birkaç on yılda uygulamaya konan özelleştirme ve “esnek üretim” biçimlerini “piyasa” kavramıyla ilişkilendirenlerin, sermayenin uluslararasılaşması 140 yıla yaklaşan bir sürece yayılmasına karşın, onu 1970’ler sonrasının bir “olgu”su olarak göstermeleri, bu türden bir gerici ve geriden gelme tutumun ifadesidir. “Piyasa bağımlı büyüme”den söz edenler, meta üretimi ve ihracını “piyasa”ya bağımsız ya da dışlanan bir faaliyet olarak sunmaktadırlar.

[8] John Maynard Keynes’in adıyla anılan bu ekonomi politikanın ana ilkeleri, 1936’da yayınlanan “İstihdam, Faiz ve Paranın Genel Teorisi” adlı eserinde ortaya konmuştu.

[9] Sağ ve “sol” liberal ideologlarla kimi sosyologların, bunu, devletin ekonomiden çekilmesi olarak değerlendirdikleri bir vakıadır. Bu “müdahalesizlik” varsayımı, emek-sermaye ilişkilerinin her alanına (iş süresi ve ücretlerin belirlenmesi, grev ve direnişlerin engellenmesi, sendikal-politik örgütlenmelerin baskılanması vb.) sürekli müdahalede bulunan burjuva devletini aklamakta ve Marksist devlet teorisini iğdiş etmektedir.

[10] Otomasyonu büsbütün yeni bir olgu gösterenler, oportünist saptırmalarına dayanak arayışındadırlar. Otomasyon, kapitalist üretim sürecinde makine kullanımıyla ilk biçiminde başlamış, makineler sisteminin mükemmelleştirilmesi çabalarıyla birlikte ilerlemiş, bant sistemiyle daha üst düzeye gelmiştir. Marx, daha Kapital’i kaleme aldığı yıllarda, zarf katlama ve sıralama makinesinden söz ederken bir tür otomasyona işaret etmişti.

[11] Güney Londra’da, 1991’de toplam %52 olan tam günlü erkek işçi istihdamı, 1997’de %45’e düşmüştü ve 2006 da %29’a düşmesi öngörülmekteydi. Aynı dönemde, tam işgünü çalışan kadın işçi oranı, toplam istihdam içinde %22’den %35’e çıkmıştı. Düşük ücretli erkek işgücünün en alttaki %10’luk bölümünün ücretleri en fazla düşüş gösterirken, ailelerin geçimi için gelir sağlayan sayısının artışına ihtiyaç artmış; ihtiyaçların ücretli erkek emekçiler tarafından karşılandığı evlerin oranı, 1979’la 1994 arasında %40’tan %23’e düşmüştü.

1994-98 arası dönemde, İngiltere’de, bir işte çalışan erkeklerin 1/3’ü, “en az bir kez” ve %6’sı iki yıldan fazla işsiz kalmıştı. Bu “sirkülasyon” sonraki yıllarda hız kazandı. Bunun çeşitli nedenlerinden biri de, ücretlerin baskı altında tutulmasıydı. Uygulama, düşük gelir sahibi ya da işsiz kesimlerin en alt tabakalarını oluşturdukları emekçilerin çok önemli bir kitlesinin yoksulluk içine sürüklenmesini sağladı.

[12] Evde ya da eve yakın bir mahalde yapılan ve yüz yıllardır süren bir çalışma biçimi olarak, “ev eksenli çalışma”; modern üretimin ve teknolojinin gelişmesi ve üretimin büyük fabrika komplekslerinde gerçekleşmesi koşullarında bir ölçüde azalmakla birlikte, “esnek üretim” örgütlenmesinin yaygınlık kazandığı son on yıllarda yeniden önemli hale geldi. Bu tür bir çalışmada ağırlıklı olarak kadın ve çocuk emeğine başvurulmaktadır. Ancak Türkiye gibi işsizliğin yüksek olduğu ülkelerde, “eve iş alan” erkek işgücü de giderek artmaktadır. Ev halkının bizzat üretip pazarda satarak geçimini sağladığı üretimi de bu biçim içinde görmek mümkün olmakla birlikte, bu üretimin esasını, sipariş üzerine yapılan “fason” türü üretim oluşturmaktadır. Sipariş üzeri verilen iş, belirlenen para karşılığı-parça başı ya da ‘grup mal’ halinde-belirlenen zamanda teslim edilmek üzere yapılacak ve böylece kendisi de bir kazanç sağlayarak, esas iş sahibi firmanın işini görecektir.

[13] Bu tarz işletmecilik, Türkiye’de ve bağımlı birçok başka ülkede, gemi yapımı, tekstil, halı dokuma, ayakkabıcılık ve inşaat alanında yaygındır. Çok sayıdaki işçinin “iş kazaları”nda can verdiği Tuzla Tersaneleri’ndeki “sistem”in işleyişi bu türdendir. Kaynak işi yapan, boya atan, tesisat döşeyen vb. işleri yapanlarla gemiyi yapan firmalar farklıdır.

[14] K. Manifesto, sf. 50

[15] K. Manifesto, Evrensel Basım Yayın, 1998, sf. 50-51

[16] Kapital, I. Cilt, sf. 462

[17] Kapital, I. Cilt, sf. 422

[18] Kapital, I. Cilt, s. 416

[19] age, sf. 395

[20] age, sf. 392

[21] age, sf. 388

[22] Bu gerçekten hareketle, sanayi işçilerinin sınıf mücadelesindeki rolü ve öneminin değiştiğini vazeden oportünist teori, durumu tümüyle istismar etmekte ve esas gerçeği göz ardı etmektedir. Gerçek o ki, bugün, kapitalist sömürünün malzemesini oluşturan “insanoğlunun sayısı”, yüzyıl öncesiyle, kapitalizmin gelişmesinin en üst aşamasına (emperyalizm) vardığı dönemle kıyas kabul etmez şekilde artmıştır. Dünya nüfusunun yarısına yakını (2.5-3 milyar) işçidir ve bunun işsiz kitlesi 200 milyon kadardır. Kadın ve çocuk emeği daha çok ve büyük kitleler halindeiş pazarı”na çekilmiştir. 200 milyon çocuk (6-15 yaş grubu) “karın tokluğuna” denilemeyecek ücretle izbe koşullarda çalışıyor.

[23] İleri kapitalist ülkelerde, eskiden on binlerce işçinin çalıştığı demir çelik fabrikalarında ve metal işkolunun öteki bölümlerinde, şimdi çok daha az emekçiyle öncesinin birkaç katı üretim gerçekleştiriliyor. ABD’de, United States Steel, 1980’de 120 bin işçi çalıştırırken, on yıl sonra, aynı üretimi 20 bin işçiyle gerçekleştirebilmiştir. Teknik ilerleme sayesinde, eskiden 12 günde üretilen çelik miktarı, 1 saatte üretilir hale gelmiştir. Ford’un Türkiye (İzmit)deki fabrikasında, 2007’de 300 bin araç üretilirken, üretim bandında bir aracın çıkma süresi 102 saniyeden 90 saniyeye düşürüldü. ABD, Almanya gibi başlıca kapitalist ülkelerde ve önemli sanayi firmalarında üretkenlik artarken, çalıştırılan işçi sayısında düşüş görülmüştür. Otomotiv, metal, kimya ve telekominakasyon işletmelerinin en önemlileri işçi çıkarmaya devam etmektedirler.

[24] Bir yandan iş süreci istikrarsızlaştırılır ve daha az işçiyle üretim yapılırken, öte yandan işçiler mutlak ve nispi artı değer kitlesini artırmak üzere daha fazla süre çalıştırılıp, fazla mesailerle bu süre daha da uzatılmaktaydı. Fazla mesai, hemen tüm kapitalist ülkelerde başvurulan bir çalıştırma yöntemi oldu. Örneğin, sadece Almanya’da, 1998 yılı itibariyle, 1,83 milyar saat fazla mesai yapılmıştır. Aynı yılda, primi ödenmeyen ve zaman havuzlarında biriktirilen fazla mesailer 2,4 milyar saati bulmuştur. 2007 itibariyle, bir işçi 41.8 saat fazla mesai yaparken, toplam olarak 1.4 milyar karşılığı ödenmemiş fazla mesai yapılmıştır.

[25] Üretim sisteminde “köklü değişiklikler” gerekçesine bağlanan “post-modern” –”endüstri sonrası” kapitalizm tahlilleri, makinenin icadıyla benzer bir “sanayi sonrası” devrimi getiren herhangi ‘üretim aracı’na dayandırılma olanağına sahip değil. Saçma tezlerini, “post Fordist üretim biçimleri”yle gerekçelendiren Deleuze, Foucault, Negri, Lazzarato gibi teorisyenlerle, Aras Özgün gibi izleyenleri, “merkezi olmayan”, ‘parçalı – esnek üretim’in emek gücü ve makine dışı bir üretim olduğunu (!), doğaldır ki, kanıtlayamazlar.

[26] Makinenin yetkinleştirilmesi ve bilim-teknikteki gelişmeye rağmen –bazı hesaplamalar, gelişmiş ülkelerde gerekli toplumsal emek zamanının 2 ila 4 saate kadar düştüğünü gösteriyor–, işçiler, hâlâ 10-12 saate varan sürelerle çalıştırılıyor ve 8 saatlik işgünü talebi hemen tüm ülkelerde “popüler” kalmaya devam ediyor.

[27] Kapital, I. C., sf. 445

[28] Emperyalizm, Kapitalizmin En Yüksek Aşaması, sf. 107

[29] Bu yazışmalarda, Engels, daha 1858’de, “İngiliz proletaryası giderek daha fazla burjuvalaşmakta” diye dikkat çekerek, “başka uluslara göre daha burjuva olan” İngilizlerin, “bir burjuva aristokrasisi ve bir burjuva proletaryası yaratmaya” yönelmesini “bütün dünyayı sömürmekte” olmasıyla ilişkilendiriyordu.

 

[30] Brüksel, 1974-84 arasında sanayi işçilerinin yarısını (70 bin) kaybetmiş, ancak yine de 1988’e kadar Belçika’nın başlıca sanayi kenti olmuştur.

[31] age, sf. 72, a.b.ç.

[32] Emperyalizm, Kapitalizmin En Yüksek Aşaması. sf. 32

[33] Lenin, Emperyalizm, Sol Yayınları, Kasım 1992, Fransızca ve Almanca baskılara önsöz

[34] age., sf. 53-55

[35] Kapital, I. C., sf. 368

[36] Almanya’nın Dusseldorf kentinde kurulu Daimler Chrysler fabrikasında, yürüyen bant üzerinde, birbirini izleyen dizi halindeki işlemler sonucu, her 97 saniyede bir araba (minibüs), tamamlanmış olarak bandın sonundan “yürüyerek” çıkıyor. Tesiste 7000 işçi, 500 robot çalışıyor. Saatte 30, günde 650 tane, yılda 150 bin araç yapılıyor. İşçilerle robotlar, merkezi kumanda ve ara bilgisayarların uyumlu çalıştırılmasıyla, birlikte iş yapıyorlar. 91 bin kaynak noktası var ve insan elinin ve bedeninin kolayca dönemeyeceği/uzanamayacağı ayrıntılı/tehlikeli yerlere robotlar büyük bir maharetle uzanıp işlemi yapıyorlar. Tabii ki, insan aklı/beyni ve elinin marifetiyle! Bu 500 robot, 4000 işçinin işini yapıyor. Fabrika, aynı zamanda, dünyada en büyük araba camı yerleştirme/yapıştırma tesisine sahip. 18 robot, bu alanda ve kombine şekilde çalışarak, 80 çeşit camı yerlerine yerleştiriyor.

[37] Kapital, I. Cilt, sf. 311

[38] Aziz Çelik, TÜSAV derleme, 2005)

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑