Uluslararası Marksist Leninist Örgütler Konferansı’nın son birkaç oturumunda yapılan tartışmalar ve ortaya çıkan sonuçlar üzerinden hazırlanan “Siyasal ve Örgütsel Platform” geçtiğimiz Kasım ayında yayınlandı. Konferans’a katılan partiler tarafından 10’un üzerinde ülkede aynı anda yayına hazırlanan kitap, Türkiye’de de Evrensel Basım Yayın tarafından “Uluslararası Durum ve Görevlerimiz” başlığıyla yayınlandı*.
Platform’da, temel olarak iki noktadan gelen saldırılara yanıt veriliyor. Bu yanıtlar, bir yandan emperyalizmin işçi sınıfına yönelik saldırılarını karşılarken, diğer yandan da liberal “sosyalist” akımların yol açtığı kafa karışıklığını ortadan kaldırmayı amaçlıyor. Şimdi, bu “çift taraflı” saldırıları ve Platform’da yer alan yanıtları tek tek ele alalım:
YENİ DÜNYA DÜZENİ
“Yeni dünya düzeni, 1990 yılında bu iki olgu ekseninde; kuşkusuz olgular ya örtbas edilerek ya da anlamları tümüyle çarptırılarak ilan edilmişti: Ekonomik krizler, sınıf çatışmaları, emperyalist baskılar, silahlanma yarışları, dahası devrimler ve savaşlar artık tarihte kalacak; dünya, adil paylaşma, kalkınma ve refahın egemen olduğu bir uyum ve barış adası olacaktı vs.!” (s. 24)
Ancak bu iddianın kocaman bir yalandan ibaret olduğu, Platform’un ilk iki bölümünde ayrıntılarıyla ortaya konuyor. “Sermayenin küreselleştiği ve sömürge paylaşımının sona erdiği” tezleriyle “emperyalistler arasında yeni çatışmaların değil karşılıklı anlaşmaların yaşanacağı” iddiaları da boşa çıkmıştı. “a. Büyük mihrakların, ekonomik güçleri ile pazar ve etki alanları arasındaki önceki dönemden devralınmış oransızlıkların; b. Bu ekonomiler ve bunlara bağlı grupların güçleri, büyüme ve gelişmeleri arasındaki eşitsizliklerin dünyadaki gidişatı tersine çevirecek sonuçlar doğurması kaçınılmazdı. Kısaca söylemek gerekirse; dünyanın bir ‘adalet ve barış adası’ olması ve büyük ekonomik güçlerin gönüllü veya gönülsüz ‘barışık’ kalması olanaksızdı. Nitekim, dünya işçi ve halklarına karşı saldırıların bir dalgaya dönüşmesi bir yana; bu iki olgu, gene iki yönü bulunan bir mücadelenin giderek su yüzüne çıkmasının temeli de olmuştur: a- kapitalist grupların, rakiplerini başta kendi merkezleri, dünya pazarında saf dışı bırakmak, tüm pazarı ele geçirmek; b- başlıca emperyalist ülkelerin, etki alanlarını genişletmek, giderek tüm dünyaya egemen olmak üzere giriştikleri rekabet ve mücadeleler. Tekelci kapitalist grup ve büyük emperyalist ülkelerin, dünya pazarını ve tüm dünyayı ‘yeniden fethetme’ mücadelelerinin gündemin ön sıralarında yer tutması kaçınılmazdı.” (s. 28)
Yeni dünya düzeninin (YDD) “ticaret serbestisi”, “barışçı rekabet”, “uyum ve paylaşma yoluyla kalkınma” gibi iddialarının anlamlarını yitirdiği ifade edilen Platform’da, “serbest ticaret” ve “pazarların liberalleşmesi” üzerine hâlâ anlaşma imzalasalar da, koruma önlemleri yanında, gelişmiş ülke hükümetlerinin ülkelerinin küresel çıkarları ve etki noktaları sorunlarıyla giderek daha fazla meşgul olur hale geldikleri vurgulanıyor.
Yugoslavya’nın parçalanması, Afganistan ve Irak’ın işgali ile birlikte ortaya atılan “önleyici savaş doktrini” ve “uluslararası terörizme karşı savaş” gibi gelişmeler, bir “barış adası” olacağı söylenen dünyayı, her an patlamaya hazır yanardağlarla dolu volkanik bir ada haline getirmiş bulunuyor. Savaşların yanı sıra, dünyanın dört bir yanında yaşanan ekonomik ve siyasi krizler de, YDD’nin ne menem bir şey olduğunu defalarca gösterdiler.
“Geride kalan on beş yıllık dönemde; bir yanda ekonomik ve sosyal saldırılara, öte yanda ise emperyalist müdahale, savaş ve işgallere karşı olmak üzere, ‘yeni düzen’in bağrında iki yönde gelişen bu mücadelelerin gösterdiği en temel şey şu idi: Sovyetler Birliği ve Doğu Bloku’nun çöküşü ile öne sürülenin aksine dünya, kişi, sınıf ve halkların ‘barış adası’ olmamıştı. Öte yandan o sadece, kapitalist grup ve emperyalist ülkelerin kavgaları ve işçi sınıfına ve halklara saldırıların bir arenası olarak da kalmayacaktı. Zira onu karakterize eden en önemli olgulardan biri de, kuşku yok ki, dünya işçi sınıfı ve bağımlı ülke halklarının, sermaye ve emperyalizme karşı düşe kalka ilerleyen mücadele ve direnişleri olmuştu.” (s. 47)
İŞÇİ SINIFININ ROLÜ
İddia odur ki; bir yandan küreselleşme ile dünya artık “büyük bir köy” haline gelirken, diğer yandan da kol emeği eski önemini kaybetmektedir. Artık fabrikalarda işçilerin yerine robotlar çalışmakta, ekonominin temelini kol emeği de bilgisayarlar ve piyasalar oluşturmaktadır. Bu iddianın ikinci kısmı da, tıpkı ilk kısmı gibi, asılsız ve temelsiz bir yalandan ibarettir kuşkusuz. Ancak iddianın ikinci kısmı, birinci bölümden farklı ve belki de daha tehlikelidir. Çünkü bu kısım, sadece emperyalistler tarafından değil, kendilerine “sol”, “sosyalist” ya da “sosyal demokrat” ve hatta “Marksist” diyen birçok çevre tarafından da sahiplenilmektedir.
Bu iddiaya verilen yanıt ise, Platform’un, kendini diğer platformlardan ayırmasında kullanacağı temel argümanlardan birini oluşturmaktadır. Daha sonra ele alacağımız, anti-emperyalist mücadele, ulusal hareketler, sendikalar içinde çalışma ve işçi sınıfı partisinin rolü ve önemi gibi konularda Platform’un görüşlerinin anlaşılabilmesi, “işçi sınıfının rolü” ve neden “temel devrimci sınıf” olduğunun kavranmasıyla yakından bağlantılıdır. 21. yy’da umudunu hâlâ işçilere bağlamanın “geri kafalılık” olarak değerlendirildiği, “her renkten”, her tabakadan halk hareketine bel bağlanması gerektiğini savunan “özgürlükçü sosyalistler”in türediği bir dünyada, işçi sınıfının önemi üzerine vurgu yapmak Platform’un olmazsa olmaz bir parçasını oluşturmaktadır.
İşçi sınıfının rolünün değiştiği ve devrimci niteliğini kaybettiği iddiası, iki temel üzerine oturtulmaktadır. Bu temeller, Platform’da şu şekilde ifade edilmektedir:
“Sosyalizmin, Sovyetler Birliği’nin ve Doğu Bloku’nun çöküşüyle özdeşleştirilmesi, ‘teknolojik yeteneksizlik’ ve ‘donmuşluk’la suçlanması ayrı bir sorundur. İşçi sınıfını inkara yönelen bu saldırı, ‘teknik devrim’ ve ‘sonuçları’na dayandırılmıştır ve öyle de yürütülmektedir. Sermayenin muhafazakar, liberal ya da sosyalist, istisnasız tüm siyasal akımlarının propaganda faaliyetine şu veya bu şekilde yön veren görüş; bilimsel teknik devrimin, sanayi toplumunun sınırlarını bütün alanlarda ‘aştığı’ ve toplumu, insanlığın ‘sanayi ötesi’ni temsil eden ‘bilgi toplumu’na daha şimdiden ‘dönüştürdüğü’ görüşüdür: İşçi sınıfı, temel bir sınıf olarak artık tarihe aittir; nüfusu hâlâ kalabalık olsa da, ‘bilgi toplumu’nda bu ‘sınıf’a temel bir yer yoktur; zira o artık, üretimde basit bir öğe olan bir yığından başka bir şey değildir!” (s. 64)
Ancak gerek bilim ve teknikteki ilerlemenin gerekse “sermayenin küreselleşmesi”nin işçi sınıfını küçülteceği, önemini azaltacağı ve sonunda da yok edeceği iddiası, gerçeğin tam tersini söylemek anlamına gelmektedir. Gerçekte, kapitalizm, işçi sınıfının daha da büyümesine ve öneminin artmasına neden olmaktadır. İşçi sınıfının tamamen ortadan kalkması ise; ancak sınıfın karşıtının, yani burjuvazinin, bizzat işçi sınıfı tarafından ortadan kaldırılmasıyla mümkün olacaktır. O zaman da, bilim ve teknolojideki gelişmeler işçiyi sömürmek için değil, işçinin hayatın diğer alanlarında da söz sahibi olabilmesi için kullanılacaktır.
Bilim ve teknikteki gelişmelerin işçi sınıfını yok edeceğine dair iddialar ise, bizzat günümüzde yaşanan örnekler tarafından çürütülmektedir. “Öncelikle vurgulanmalıdır: bilim ve teknikteki ilerleme; makinelerin işçinin yerini alması ve işçi emeğine duyulan ihtiyacın azalması anlamına gelir ve bu yönde bir rol de oynar. Buna karşın teknik devrim, bugün aynı zaman içinde; (suni olarak şişirilmiş ya da gerçek) yeni ‘ihtiyaçlar’ın ortaya çıkması ve yeni sanayi ve iş dallarının oluşmasının olanaklarını da taşır. Bu ise kuşku yok ki, ‘çalışan nüfusun büyümesi’nin bir eğilim olarak teşvik görmesi demektir. Kısaca söylemek gerekirse: eğer önü kriz veya başka etkenlerle kesilmezse, işçi sınıfının çalışan kitlesinin; a- kısmen ekonomilerdeki gelişme ve b- kısmen de işçi hareketinin ilerlemesi ve yeni mevziler kazanması sonucunda büyümeye geçmesi kaçınılmazdır.” (s. 66) Bu noktada, özellikle gelişmiş ülkelerde yaşayanlar için, teknolojinin gelişimiyle ülkedeki işçi sayısında ters orantı olduğu izlenimi oluşabilir. Ancak bu durum, tüm dünya genelinde bakıldığında, gerçeğin ters yüz edilmesinden başka bir şey değildir. Çünkü, kökeni gelişmiş ülkelerde olan ve bu ülkelerdeki sermaye sahipleri tarafından kurulmuş bulunan büyük şirketler, her ne hikmetse (!), teknolojinin gelişkin olduğu kendi ülkelerinde değil de, teknolojinin daha geri olduğu özellikle uzak Asya’daki ülkelerde fabrika açmayı tercih etmektedirler.
“İşçi sınıfının devrimci nitelik ve yeteneklerine gelince: bunlar ona herhangi bir teori ya da ideoloji tarafından ‘ihsan edilmiş’ nitelik ve yetenekler değildir; o, bu nitelik ve yeteneklerini, üretim içindeki yeri, üretim araçları karşısındaki konumu ve makineli sanayi temelinde örgütlenmiş bir sınıf olmasından alır.” (s. 71) Bu pasajda da açıkça belirtildiği üzere, işçi sınıfının sahip olduğu devrimci rol, ne ona Marksistler tarafından yapılmış bir yakıştırmadır, ne de kapitalistler tarafından üzerinden çekilip çıkarılabilecek bir elbisedir. İşçi sınıfı, sanayi devrimi ile birlikte doğmuş bir sınıftır ve ancak karşıtını da kendisi ile birlikte yok edeceği komünist devrimle birlikte ortadan kalkacaktır.
TEK ÜLKEDE DEVRİM
“Küreselleşen dünyada” diye başlayan tahlillerin bir bölümü –en azından soldan gelenleri– şöyle bitmektedir: “mücadele de küresel olmalıdır”. Kuşkusuz bu ifade tamamen yanlış değildir. Ancak kuşkusuz eksik bir ifadedir. Temelinde, tek ülkede devrimin başarılı olamayacağı fikrinin kaynağı olan Troçkist unsurlar barındıran bir ifadedir. Açık ki, her ülkenin işçi sınıfı, uluslararası işçi sınıfının bir parçasıdır ve tek tek her ülkedeki mücadele, uluslararası mücadele ile birleşmeli ve ortak hareket edebilmeyi başarmalıdır. Ancak kendi ülkesinde iktidarı ele geçirmek de, o ülkenin işçi sınıfının görevidir. Proleter devrimin bir dünya devrimi haline gelebilmesi için, öncelikle kendi ülkesindeki devrimi başarmaya yönelmiş olması gerekmektedir: “İşçi sınıfının herhangi bir ülkedeki bir bölüğü, eğer ülkesinde devrimi ve iktidar için mücadeleyi temel almıyorsa, onun dünya devrimi ve enternasyonalizmden söz etmesi demagojiden başka bir şey değildir. Kim ne derse desin; dünya devriminin organik bir parçası olarak gelişen bir devrimi ilerletmek ve örgütlemekten daha temel ve daha enternasyonalist bir görev yoktur.”
Öte yandan, “devrim” kavramının kendisi de birçok çevre tarafından çarpıtılmış, aslından uzaklaştırılmıştır. Ya sosyalizm devrimden arındırılmış ya da sermayeyle boğuşmayan veya devrimi hedeflemeyen “sosyalizm” kavramları icat edilmiştir. “Komünist, sosyalist ve işçi adlarıyla liberal ‘sosyalist’ akımı oluşturan partilerin sosyalizm ve devrim anlayışları, hükümet ortağı veya hükümet kuran bu tür partiler elinde, son on beş yılda denenmiştir.* Dolayısıyla da açıkça görülmüştür: liberal sosyalist akımların mücadele ve ‘devrim’ anlayışları, ‘sermayeye uyum’a sıkı sıkıya zincirlenmiş bir anlayıştır. Oysa, işçi sınıfı açısından devrim, sermayeyi devirecek ve kendini egemen sınıf haline getirecek bir harekettir. Sermayenin gerçekten devrilmesi ve işçi sınıfının egemen sınıf olması için: hükümetlere girmek ya da hükümet kurmak yetmez; bunun için, devlet iktidarının işçi sınıfı tarafından ele geçirilmesi zorunludur.” (s.79)
SENDİKAL HAREKET
Buraya kadar, insanlığın kurtuluşu için tek dayanağın işçi sınıfı olduğu ve işçi sınıfın da, bu amaca, ancak bilimsel sosyalizmin ışığı altında ulaşabileceğini, Platform’dan yaptığımız uzun alıntılarla ele aldık. Peki, işçi sınıfının bu amaca giderken kullanacağı araçlar, yardımına başvuracağı güçler nelerdir? Kuşkusuz gidilecek rotanın doğru belirlenmiş olması önemlidir. Ancak sağlam bir pusula ve gemiyi yürütecek ekip olmadan, hedeflenen noktaya varmak pek de kolay olmayacaktır. “…başarı bir çırpıda elde edilemez; dahası, stratejik hedeflere ‘düz bir yol’dan geçilerek ulaşılamaz. İşçilerin devrime ilerlemesi için: taktik bir anlayış; kitlelerin gündelik mücadelesine katılma tutumu; yani daha küçük hedeflere sahip eylem ve örgüt biçimleri hayati bir zorunluluktur. Kitle mücadelesinin en temel koşullarından biri; ajitasyon ve eylem sloganlarını, işçi ve halk hareketinin ve canlı hayatın aktüel bilgisine (verili sınıf güç ilişkilerine) dayandıran taktik bir anlayışın varlığıdır.”
İşçi sınıfının hedefine ulaşmasında kullanacağı en etkin silah ise, kuşkusuz sendikalardır. Sendikalar, (tüm zaaflarına karşın) bir yandan işyerlerindeki koşulların düzeltilmesi için kapitalistlerle, bir yandan da eski kazanımlarını kaybetmemek için hükümetlerle işçilerin mücadele etme alanlarıdır. “Sendikalar işçi sınıfının sermaye karşısındaki en önemli ve bugün ‘rakipsiz’ birleşme ve mücadele merkezleridir. Sendikaları bu nitelikleri ile tanımak; Uluslararası Komünist Hareket ve mensubu M-L parti ve örgütlerin işçi sınıfı ve işçi hareketi karşısındaki pozisyonlarını tayin eden en önemli zorunluluklardan biridir. Örgütlendikleri sendikalarda çalışılmadığında; işçilere ve taleplerine katılma ve sermaye karşısındaki mücadelelerine destek olmaktan tek bir söz bile edilemez. Bürokrasinin egemenliği; kendi başına, sendikaları işçi örgütleri olmaktan çıkarmayacağı gibi, onlara katılmamanın bir ‘kriteri’ de olamaz.” (s. 87)
Sermayeye karşı mücadelede olduğu gibi, sendika bürokrasisine karşı mücadelede de başarının güvencesi, işçilerin örgütlü gücüne dayanmaktadır. İşçi sınıfı partisi için sendikalar, işçilerin kendi yönettikleri örgütler olarak tanımlanmaktadır. Ancak, bazı sendikalar, diğerlerine göre daha geri pozisyonda hatta tamamen sendikal bürokrasinin denetiminde olabilirler. “… buna karşın işçi sınıfı partileri, işçilerin az çok istikrarlı bir şekilde katıldıkları tüm (kitlesel) sendikalara katılırlar. Ne var ki işçi partileri, genel bir kural olarak; sendikaların daha ileri bir çizgi üzerinde birleşmesi veya işçilerin daha ileri olan sendikalarda toplanması için mücadele etmekten de asla geri kalmazlar. Fakat böyle de olsa, sendikal hareketin gelişmesi ve sendikaların birleşmesi için en hayati faktör, gene de, farklı sendikalara bağlı işçilerin, işyerlerinde oluşturdukları ortak mücadele örgütlerine dayanarak, sendikaları işbirliğine, giderek birleşmeye zorlamalarıdır.” (s. 90)
EMPERYALİZME KARŞI MÜCADELE
Liberal sosyalistlerin emperyalizm ve “küreselleşme” karşısında tutumları, emekle sermaye arasında uyum ve diyalogdan yana aldıkları tutumdan farklı değildir. “Küreselleşme”nin “kaçınılmazlığı” ve “faydaları” hakkındaki liberal söylemler, “Avrupa Birliği işçilerin ortak mücadelesine zemin yaratmaktadır” ve “emperyalizme karşı mücadele işçilere kurtuluş getirmemektedir” gibi ifadelerle açığa çıkmaktadır. Bu söylemler, bir yandan işçi sınıfının emperyalizme karşı mücadelesini bulanıklaştırırken, diğer yanda da ulusal kurtuluş mücadelelerini değersiz ve gereksiz saymaktadır.
Bu noktada, iki gerçeği gözden kaçırmamak gerekmektedir. Birincisi; “sınıflara bölünmüş ama aynı zamanda, emperyalizm tarafından ezen ya da ezilen ulus olarak da konumlandırılmış olan ulusu; bağımsız, demokratik ve sosyalist bir ulus olarak yeniden örgütlemek” ve ikinci olarak da, “tekelci kapitalizm ve emperyalizmin temelli yıkılması ve nihai olarak tasfiyesi için, genelde kapitalizmin yıkılması ve tasfiyesi perspektifi ile hareket etmek”. (s. 96)
Tutarlı bir ulusal özgürlük mücadelesinin öncüsü de işçi sınıfı olmalıdır, ancak böyle olmadığı durumlarda, uluslararası işçi hareketinin tutumu, ulusal hareketleri ve hükümetleri desteklemek, onların emperyalist güçlere karşı güçlenmeleri, daha tutarlı ve ileri mevziler kazanmaları için yardım etmek olmalıdır. “İşçi sınıfı partisi için; bu tür hareketlenme ve hükümetleri destekleme süreci, aynı zamanda: halk yığınlarının ulusal özgürlük ve demokrasi deneyim ve bilincinin gelişeceği; orta sınıfın tutarsızlıklarını aşarak, emperyalizme karşı daha tutarlı bir platforma yöneleceği ve gözlerini işçi sınıfına çevireceği bir süreçtir.” (s. 101)
İŞÇİ SINIFININ YÖNETİCİSİ OLARAK PARTİ
İşçi sınıfını zafere götürecek rotanın doğru belirlenmesinden ve bu rotayı izleyecek gemide bulunması gereken pusula ve gemiyi yürütecek ekipten bahsetmiş; bunlar olmadan hedeflenen noktaya varmanın pek de kolay olmayacağını söylemiştik. İşte, bu rotanın sonundaki hedefe başarıyla ulaşılabilmesinin en büyük garantisi, işçi sınıfının bir parçası ve yöneticisi olan sınıf partisidir. Bağımsız bir parti olarak örgütlenmiş işçi sınıfının sermayeyi devirmesi ve egemen bir sınıf olarak örgütlenmesi kaçınılmaz olacaktır. Tam da bu nedenle, sermayenin bütün saldırıları, işçi sınıfının bağımsız bir partide örgütlenmesini engellemeye yöneliktir. Bu saldırılar, bazen sınıf partilerinin çalışmasını çeşitli yöntemlerle engellemek şeklinde olurken, bazen de partilerin içini boşaltmak şeklinde olmaktadır. “Zira partisi boyun eğmediği ve örgütü bozulmadığı takdirde, işçi sınıfının uzun süre aldatılması veya bastırılması olanaksızdır.” (s. 112)
“Uluslararası Komünist Hareket ve mensubu Marksist-Leninist parti ve örgütler, işçi sınıfının devrimci ve bağımsız partisini, işçi hareketi ile sosyalist (M-L) hareketin birliği olarak görürler. Bu, diğer şeylerle birlikte; toplumsal dinamiğin işçi sınıfı olduğunu, Marksizm-Leninizmi özümseyerek anlayan aydın ve genç aydınların; işçi sınıfına katılma amacıyla, bu sınıfı örgütleyen ve yöneten ileri, bilinçli işçilerle birleşmeleri anlamına gelir.”
SONUÇ
Platform’da ele alınan sorunlar ve çözüm yolları ışığında bir çalışma yapıldığında, işçi sınıfı partisinin ve işçi sınıfı mücadelesine katılmış bir kişinin atacağı her adım, bu sorunların aşılması ve hedefe ulaşılması yolunda atılmış bir adım olacaktır. Gerek işçiler, gerekse kadınlar, gençler, aydınlar, köylüler ya da anti emperyalist halk hareketleri içinde verilen mücadelelerde, yapılan işin, sadece o alanla sınırlı olmadığı unutulmamalıdır. Sorunun ve çözümün uluslararası boyutlu olduğu hiçbir zaman gözden kaçırılmamalı; ancak çözümün de, temel olarak, sorunun yaşandığı bölgenin dinamikleri üzerinden yükselmesi gerektiği bilinciyle hareket edilmelidir. Kazanılan her mevzi, bilinçlenen ve sendikada ya da kendi partisinde örgütlenen her işçi, emperyalizme vurulan bir darbedir.
Platform’da ele alınan konular bu kapsamda değerlendirilmelidir.