Bilim dergisinin pratik faaliyette kullanılması üzerine…

İdeolojik bir akımın, onun dayanağı olarak bir fikrin örgütlenmesinde temel koşul, o fikrin bilimsel bir zemin üzerine oturtulmasıdır. Bilimsel temellere oturmayan bir fikri akım, er ya da geç yok olmaya mahkumdur. Bu nedenle, sosyalizm fikrinin gençlik kesimleri ve akademisyenler arasında yayılmasında da, sosyalizmin temelini oluşturan bilimsel veriler özenle seçilerek kullanılmalı ve sosyalizmin bir bütün olarak bilim dallarına bakışı ve onlardan besleniyor oluşu eksiksiz bir şekilde yansıtılmalıdır. Bu görüşlerin yayılmasında dayanak noktası ise, kuşkusuz diyalektik materyalizm olacaktır. Biliyoruz ki, ne diyalektik materyalizm salt felsefi bir akım, ne de Marksizm sadece iktisadi bir teoridir. Tam tersine, her ikisi de dünyayı anlama ve değiştirme noktasında başvurabileceğimiz temel kaynaklardır ve zaten düşüncenin gelişimi yasalarına ilişkinliğiyle diyalektik materyalizm, Marksizmin başlıca dayanaklarındandır. Bu iki kaynağın gençlik içinde yürütülen çalışmada kullanımı noktasında ise, teorik zeminin kuvvetlendirilmesi ve yayın organlarının doğru ve etkin bir şekilde değerlendirilmesi son derece önemlidir.
Bu açıdan baktığımızda, günlük işçi basınında ve diğer yayın organlarında bir süredir bilim dünyasından kapitalist sisteme karşı yükselen seslerin, İkinci Dünya Savaşı sonrasında sosyalist bilim insanlarının kaleme aldığı makalelerin çevirilerinin ve bilimin toplumun, halkın yararına kullanılması gerektiğine dair yazıların yer almasının bir tesadüf olmadığı açıktır.
Sınıfın partisi de, bilim insanlarının durdukları safları belirlemeleri ve ürünlerinin kullanımı üzerinde söz sahibi olabilmeleri konusunda gerçekleştirilebilecek tartışmalara büyük önem verdiğini sürekli vurgulamaktadır.
Bu noktada, başta üniversite ve liselerde çalışma yürüten devrimci ve sosyalist gençlere, Emek Gençliği’ne büyük görev düşmektedir. Emek Gençliği’nin son yıllarda yaratmaya çalıştığı (ya da en azından hedeflediği) fikir hareketi örgütleme mücadelesi ile, 3. Konferansı’yla birlikte gündeme gelen anti-emperyalist gençlik hareketini örme mücadelesi, sosyalizmin bilime bakışı ve bilim insanlarının ve gençlik yığınlarının sosyalizm fikrine kazanılması noktasında kesişmelidir.
Üniversite ve liselerde örülmeye çalışılan anti-emperyalist gençlik hareketi; sosyalist düşünce ve bu düşüncenin başta bilim, sanat, spor gibi değişik alanlardaki bakış açısı ve değerlendirmeleriyle desteklenmediği sürece, bir ayağı hep boşlukta kalacak, er ya da geç tökezlemeye mahkum olacaktır. Bu nedenle de; gençlik kesimleri içinde yürütülen çalışmalarda, teorik ve pratik mücadele omuz omuza yürütülmeli, bunlardan herhangi biri geride bırakılmamalıdır.

BİLİMİN İÇİNDE BULUNDUĞU DURUM
Emperyalist saldırganlığın doruk noktasına ulaştığı 20. yy’da bilim de bu saldırganlıktan payını almış, bu, 21. yy’a da taşınmıştır. Bilim ve bilim insanları üzerinde tekellerin ve egemenlerin baskıları artmış; bilimsel çalışmaların yerini teknolojik araştırmalar almaya başlamıştır.
Bilimin, ortaya çıkışından günümüze kadar olan gelişmesine baktığımızda, ihtiyaçlar ve bu ihtiyaçları gidermeye yönelik pratik uygulamalar doğrultusunda doğup geliştiğini görüyoruz. Fakat bilimin ilgi alanını oluşturan bu ihtiyaçların belirlenmesinde bilim insanının içinde yaşadığı sistemin etkisi büyüktür. Örneğin; insanlığın ilk dönemlerinde bu ihtiyaçlar, hastalıkların tedavisi, su yollarının yapılması, evlerin inşa edilmesi, hayvanların yakalanması ve bitkilerin yetiştirilmesi için maddelerin, hayvan davranışlarının, insan bedeninin ve bitkilerin araştırılması gibi konulardan meydana gelirken, 19. yy’da bu ihtiyaçları, büyüyen Amerikan iş hayatının haberleşme gereksinimlerini karşılamak için telgrafın geliştirilmesi, genişleyen kentlerin daha kolay ışıklandırılması ya da Alman bira endüstrisinin rekabeti karşısında Fransız biracıların ürünlerini geliştirme çabaları oluşturuyordu.
Kapitalist sistemin gelişmesi ve toplumun büyük kısmını oluşturan kesimle, azınlıkta kalan egemen sınıfın birbirinden gittikçe uzaklaşmasıyla birlikte, bilim de toplumdan uzaklaşmaya, egemen güçlere ve tekellere hizmet etmeye başlamıştır.
Kimyacılar ve fizikçiler artık, toplum için değil, ilaç ya da silah şirketleri için çalışmaya; üniversiteler, biyolojik silah ve kitle yıkımı için diğer araçlar üzerine çalışan özel şirketlerin veya hükümet kuruluşlarının para yatırdığı projelerin merkezinde yer almaya başlamışlardır.
İşçiler üretim araçlarına sahip olmadığı gibi, bilim insanları da günümüzde, çalışmalarında kullandıkları araçlara sahip değillerdir. Bu araç ve gereçler, tamamen kâr amacıyla kurulmuş olan büyük şirketler tarafından bilim insanlarının kullanımına sunulmakta ve bunun karşılığında da şirketlerin ihtiyaçlarını karşılamaya, bilimsel çalışmalardan çok teknolojik uygulamalara zaman ayırmaları istenmektedir. Ekonomik getirisi olmayan çalışmalar maddi açıdan destek bulamamakta ve karanlıkta kalan birçok konu, şirketlere para kazandırmayacağı için aydınlatılamamaktadır.
Bilim insanları, deterjan ya da diş macunu reklamlarında oynar, siyanürün zararsız bir madde oluşundan bahseder veya silah teknolojisinin gelişimine katkı sunar hale gelmişlerdir. Bilim dünyasına hakim kılınan bu bilim dışı anlayışın izlerini, üniversitelerde okutulan ders kitaplarındaki saçmalıklarda ve şarlatanlıklarda da görmek mümkündür. İktisat, kapitalistlerin sömürü ve talanını haklı göstermek için okutulmakta ve özelleştirmeler, yabancı sermaye, aşırı kâr hırsı ve tekelcilik övülüp kutsanırken, kapitalizmin ekonomik krizlerini, güneş lekelerine ya da “azalan marjinal fayda”ya bağlayarak açıklamak, iktisadi doktrinler olarak öğretilmektedir. Matematik, fizik ve kimya, ezberlenmesi gereken karmaşık formüller ve şekillerden ibaret, sadece kârlı yatırımların ölçüm ve proje araçları olarak var olabilmektedir.
Bilim ve bilim insanları üzerindeki bir diğer baskı aracı olarak da milliyetçi çıkar hesaplarını görüyoruz. 1936’da Alman İmparatorluk Günü’nde Göttingen Üniversitesi’nden bir profesör, “Uluslararası bilimi yadsıyoruz. Uluslararası öğrenim dünyasını yadsıyoruz. Araştırma uğruna araştırma yapılmasını yadsıyoruz. Soyut yasaları keşfetmek için değil, diğer halklarla olan rekabetinde Alman halkının araçlarını kuvvetlendirmek için bilimleri öğreniyor ve öğretiyoruz” diyordu.
Bilim üzerinde bu baskılar bulunurken, bilim insanlarını bekleyen bir diğer tehlike de aşırı uzmanlaşmadır. Aşırı uzmanlaşma, bilim insanını bir teknisyene dönüştürebilir ki, bu da, bilime tehlikeli bir nitelik kazandırır. Kendi dar araştırma konusuyla bu alanın dışında kalan toplumsal sorunlar arasında bağlantı kuramayan ve bu sorunlar hakkında görüş sahibi olmayan bir bilim insanının, buluşları ne kadar önemli olursa olsun; üzerine düşen sorumluluğu tam olarak yerine getirdiğini söyleyemeyiz. Çünkü, toplumdan uzak kalan ve halkın ihtiyaçlarını göz önüne almayan bir bilim insanı, bilerek ya da bilmeyerek, egemen güçlerin çıkarlarına hizmet edecektir.
Büyük bir inatla, hiçbir felsefelerinin olmadığını ve bilimin tarafsız olması gerektiğini söyleyen bilim insanları tam bir yanılgı içindedirler. Doğa boşluk tanımaz ve bu yüzden de, tutarlı ve bilinçli bir dünya görüşüne sahip olamayan bilim insanları, ister istemez, içinde bulundukları egemen sistemin düşünce ve ön yargılarından etkileneceklerdir.
Bütün bu olumsuz koşullar altında, bilim insanlarına çok büyük sorumluk düşmektedir. Bilim insanları, bilimi halka indirme, halk için anlamlı kılma yolunda özel bir çaba göstermek durumundadırlar. Elde ettikleri sonuçları ve o sonuçlara ulaşmada kullandıkları metodu, sadece kendilerinin anlayacağı dil ve biçimde ortaya koymakla yetinmeyerek, bunları aynı zamanda, genel ilgiye de hitap edecek biçimde, bilimsel düşünmenin yaratıcı ve entelektüel niteliklerini özellikle belirterek, halka sunma yoluna da gitmelidirler.
Örneğin; George Politzer, yaşamını işçilerin felsefeyi anlamaları çabasına adamıştır. J. Bernal gibi, İngiltere Bilimler Akademisi üyesi bir profesör, işçilerin ve konunun uzmanı olmayan emekçilerin de bilim dünyasında olup bitenleri anlaması için bir “bilimler tarihi” yazmak adına 6 yılını vermiştir.
Bu tür çalışmaların bilim insanları arasında yayılması durumunda, halk açısından bilim, gazetelerden ya da “popüler bilim dergileri”nden takip ettikleri teknolojik gelişmelerin ötesine geçecek ve bilim insanları da büründükleri kutsal elbiselerini çıkararak halkla bütünleşeceklerdir.
Bağımsız Sosyal Bilimciler-İktisat Grubu’nun 2001 krizinde IMF Programı’na alternatif olarak Emek Programı’nı hazırlaması ve bunu katıldıkları panellerle, konferanslarla ve hazırladıkları metinlerle halka tanıtması, bilimin halkın yararına kullanılması ve bilim insanı ile halkın bütünleşmesi konusunda son yıllarda verebileceğimiz nadir örneklerden birisidir. Yine son dönemde, bu grubun, AKP hükümetinin uyguladığı ekonomi politikalarına ilişkin görüşlerini de günlük işçi basınından takip etmekteyiz.
Benzer bir tepki dalgası da, Amerika’nın Irak’ı işgalinden sonra Roma Üniversitesi’nden Dr. Daniel Amit’in Amerikan Fizik Topluluğu’ndan istifa etmesiyle başladı. Amit’in istifasından sonra, bilim dünyasında bilimin “taraflılığı” ve “namusu” üzerine tartışmalar başladı. Kendi alanlarında söz sahibi olan birçok bilim insanı, bilim insanlarının saflarını belirlemeleri ve bilimin namusuna sahip çıkmaları gerektiği yönünde açıklamalarda bulundular. Daha sonra bir grup bilim insanı da, bilim çevrelerine “silah araştırmalarında yer almıyorum” deme çağrısında bulundular.

BİLİM ALANINDA SÜREN TARTIŞMALARIN YAYILMASINDA BİLİM DERGİSİ’NİN KULLANIMI
Bilim dünyasında bu gelişmeler yaşanırken, Emek Gençliği, bu tartışmaları uzaktan izlemek ya da kendi arasında tartışmakla yetinemez. Bu tartışmaları, bulundukları bütün üniversitelerde (ve hatta liselerde) gündem edinmeli, oralarda tartıştırmalı ve namuslu bilim insanlarının bu konularda netlik kazanmalarına dayanaklar sağlamalıdırlar.
Üniversite – lise gençliği içinde bu tartışmaların başlatılması ve namuslu bilim insanlarına ulaşılması noktasında ise, günlük işçi basınından ve Bilim Dergisi’nden, eskiden olduğundan daha fazla yararlanılmalıdır.
Yayına başladığı günden bu yana, safını işçi sınıfının yanında belirlemiş ve bilimin halkın yararına kullanılması şiarını benimsemiş bilim insanlarının makalelerinin yer aldığı Bilim Dergisi, özellikle üniversitelerde örgütlenecek Fikir Hareketi ve buralardaki bilim insanları arasında oluşturulacak kutuplaşmalarda dayanak noktası olarak kullanılmalı; Bilim Dergisi etrafında bir örgütlenme ve örgütleme çalışması başlatılmalıdır.
Emek Gençliği, son yıllarda bir Fikir Hareketi örgütlemekten bahsetmekte, fakat bu hareketin nasıl başlatılacağı ve araçlarının neler olacağı gibi konularda şu ana kadar çok da net bir tutum sergileyememektedir. İşte burada, Bilim Dergisi, bütün Emek Gençliği birimlerinin imdadına yetişecektir. Fakat derginin Fikir Hareketi’ni başlatma ve yayma konusunda bir araç olarak kullanılabilmesi için birkaç noktaya dikkat edilmesi gerekmektedir.

1-    Bilim Dergisi’nin Gençlik İçinde Tanıtılması ve Tartıştırılması

Üniversite gençliği içinde yürütülecek çalışmayı diğer kesimler içinde yürütülen çalışmalardan ayıran en önemli özellik; üniversite gençliğinin dünyada olup biteni izleme ve değerlendirme şansına sahip olmasıdır. Bu özellik sayesinde, üniversite gençliği, ülkenin entelektüel geleceğini belirleyen bir konumda bulunmaktadır. Bu özellik aynı zamanda, egemen sınıf tarafından da bilinmekte ve ya köreltilmeye ya da çarpıtılmaya çalışılmaktadır. Bu saldırılar karşısında ayakta kalabilmek için de, üniversitelerde örgütlenmeye çalışılan fikir hareketi, soyut bir kavram olmaktan çıkarılarak sağlam temeller üzerine oturtulmalı ve somut çalışmalarla desteklenmelidir.
Bu somutlamaların yapılmasında başvurulacak araçlardan birisi olan Bilim Dergisi’nin çıkış amacı ve hedefleri, öncelikle Emek Gençliği birimlerinde tartışılıp anlaşılmalı; daha sonra da bu tartışmanın geniş gençlik kesimleri ve akademisyenler arasında yaygınlaştırılması sağlanmalıdır. Derginin sadece dağıtımının yapılması yeterli görülmemeli (ki bu noktada bile yeterli çalışmanın yapıldığından söz edemeyiz); dergiyi alanlarla, dergideki yazılar hakkında mutlaka tartışılmalıdır. Hatta, mümkünse, dergi okurları, bir süre sonunda dergiye katkı sunabilen (en azından derginin diğer insanlara ulaşması konusunda görev alabilen) kişiler konumuna getirilmelidir.
Bunları yapabilmek için de, öncelikle, Emek Gençleri’nin Bilim Dergisi’ni mecburen aldıkları ve okumaya çalıştıkları bir yükümlülük olarak değil, mutlaka okumaları-okutmaları, tartışmaları–tartıştırmaları ve bir örgütlenme ve örgütleme aracı olarak görmeleri gerekmektedir.
Bilim Dergisi’nin kullanımında ortaya çıkan sorunlar karşısında en sık başvurulan bahanelerden birisi olan “Yazılar çok ağır, hiçbir şey anlamıyoruz!” bahanesini ortadan kaldırmaya yönelik olarak bilim felsefesi, bilim tarihi, diyalektik materyalizm gibi temel konular üzerine eğitim çalışmaları düzenlemek, derginin kullanımı noktasında atılacak ilk adım olmalıdır.
Bundan sonraki adım ise, eğitim çalışmalarında tartışılan konuların ileri gençlik kesimlerinden başlayarak gençlik içinde tartışılır hale gelmesi için gerekli koşulların sağlanmasına yönelik çabalar olacaktır. Bu aşamada, üniversite ve liselerde düzenlenen paneller, konferanslar ve öğrenci kongreleri kullanılmalı ve buralarda gerçekleşen tartışmalara Marksist bakış açısıyla müdahale edilerek tartışmanın yönü değiştirilmelidir. Bu tür etkinliklerin kullanılmasında temel hedef, kuşkusuz, bu etkinlikleri düzenleyen ya da sunum yapan konumunda olmaktır, fakat bu koşulların gerçekleşmediği durumlarda da, etkinlikler mutlaka takip edilmeli ve biraz önce de belirtildiği gibi, tartışmaların istediğimiz yöne kayması için müdahale edilmelidir.
Özellikle sosyoloji, psikoloji, felsefe, iktisat ya da biyoloji gibi kapitalist sistemin dolaysızca kendi çıkarları doğrultusunda kullanma çabasında olduğu alanlara yönelik etkinliklere müdahale edilmeli ve sosyalizmin, bu alanlardaki çalışmaların halkın çıkarları doğrultusunda kullanılabilmesi için tek yol olduğu vurgulanmalıdır. Unutulmamalıdır ki; emeğin özgürlüğü sağlanmadan, bilimin özgürlüğü sağlanamaz!

2-    Bilim Dergisi’nin Akademisyenlere ve Akademisyenlerin de Bilim Dergisi’ne Taşınması
Bilim Dergisi’nin akademisyenlere ulaştırılması noktasında gençliğin bir ileri unsurunun rolü “dergi dağıtan (ya da satan)” bir figüran olmak olmamalıdır. Akademisyenler arasında Bilim Dergisi temelinde yürütülecek çalışma, çok yönlü olmak durumundadır. Bu çalışmadaki temel hedefler; dergide çıkan yazılar ekseninde akademisyenler arasında bir tartışmanın başlatılması, kendi alanlarında söz sahibi olan ve bilimi sahiplenen akademisyenlerin dergiye yazı yazar konuma getirilmesi ve daha da önemlisi, bilimin taraflılığı noktasında bir kutuplaşmanın yaratılmasıdır.
Akademisyenlere ulaşırken, namuslu bilim adamlarının bilimin taraflılığı konusunda yaptığı açıklamaların yer aldığı günlük işçi basını da mutlaka kullanılmalıdır. 
Bilim çevrelerindeki bölünmenin belirtilerinin güçlenmesi ve bu çevrelerin Marksist teoriye olan ilgi ve ondan yararlanma eğilimlerinin artması noktasında Bilim Dergisi, mutlaka kullanılması gereken bir araçtır.
Üniversite gençliğinin ve akademisyenlerin örgütlenmesinde, akademik taleplerin yanında onları düşünsel olarak kazanmak ve ikna edici olmak da önemlidir. Namuslu bilim insanları ve bilimin özgürlüğü mücadelesinde yer alabilecek akademisyenlerle ilişkiler geliştirmek, onlarla birlikte bilimin özgürlüğü, sermayenin bilim üzerindeki baskılarının son bulması ve bunun için üniversite bileşenlerinin ortak mücadelesinin örülmesi görevi, üniversite gençliğinin çalışmalarının merkezinde yer almalıdır. Bu görev yerine getirildiği taktirde, sadece üniversite gençliği değil bu tartışmanın temel öznesi olan akademisyenler de tartışmaya katılacak, demokratik, özerk, bilimsel üniversite mücadelesinin en önemli ayağını oluşturan öğretim üyeleri ve yardımcıları da bilimin özgürlüğü tartışmasının içine çekilmiş olacaktır.

SONUÇ
Amerikan ve İngiliz emperyalizminin Irak’ı işgali ile birlikte bilim insanları üzerindeki baskılar da artmış ve bunun sonucunda bir grup bilim insanının da çağrısıyla bilim dünyasında bir kutuplaşma başlamıştır. Bu kutuplaşma, üniversite ve liselerde çalışma yürüten örgütlerimiz tarafından en iyi şekilde değerlendirilmeli ve bulundukları alanlardaki akademisyenler arasında da bu tür kutuplaşmaların ortaya çıkartılması noktasında cesur davranılmalıdır.
Marksizm’in, bilimsel süreçte kullanılabilecek gerçek bir alternatif ve üniversite mücadelesi açısından çıkış noktası olabilecek öneme sahip olduğu fikrinden hareketle, bu konudaki temel kaynak konumunda olan Bilim Dergisi etrafında bir örgütlenme çalışması acilen başlatılmalıdır.
Bütün bu çalışmaların düzenli ve verimli bir şekilde devam edebilmesi için, üniversite hareketinin olgunlaştığı illerde, Bilim Dergisi Çalışma Grupları oluşturulmalı ve bu grupların birbirleriyle de temasa geçerek, değişik üniversitelerde düzenlenecek olan panel, konferans ve kongrelere katılım sağlanmalı ve buralarda tartışılan konulara sosyalist bakış açısı yansıtılmalıdır.
Sonuç olarak; Fikir Hareketi örgütleme mücadelesi ile anti-emperyalist gençlik hareketi örgütleme mücadelesi, gençliğin sosyalizmle tanışması ve sosyalizme kazanılması potasında birleştirilmeli ve bu konuda başta Bilim Dergisi olmak üzere diğer yayın organlarının kullanımı sistemli bir şekilde planlanmalıdır.

Kaynaklar:
1-    Bilim Felsefesi, Cemal Yıldırım
2-    Din, Bilim ve Felsefe, Howard Selsam
3-    Aklın İsyanı, Alan Woods, Ted Grant
4-    Üniversite Gerçeği, Bilim ve Mücadele, Özgürlük Dünyası, Sayı 105
5-    Üniversite Gençliği ve Gençlik Mücadelesi, Özgürlük Dünyası, Sayı 116
6-    Üniversiteler, Fikri Akım Olma ve Yenilenmiş Genç-Aydın Hareketi, Özgürlük Dünyası, Sayı 117

Yükseköğretim yasa tasarısı kimin?

Dünyada ve ülkemizde “Yükseköğretim Sistemi” yıllar boyunca hem egemen sınıfların hem de ona karşı mücadele veren sınıfların önemle üzerinde durduğu bir konu olagelmiştir. Eğitimi, eğitim sisteminin son halkası olan yükseköğretimi ve yükseköğretimin temel yapı taşı olan üniversiteleri toplumsal yapıdan bağımsız değil de bu yapı içerisinde ve bu yapıyla birlikte değişen-dönüşen birer kurum olarak gördüğümüzde, bu durum gayet doğaldır. Ülkemizde de bu tartışma, son yıllarda hazırlanan yasa taslaklarıyla birlikte, yoğun bir şekilde yürümektedir. Yükseköğretim Kurumu (YÖK) Başkanı Erdoğan Teziç’in başkanlığında, sözde eğitim emekçilerinin ve öğrencilerin görüşleri alınarak hazırlanan “2547 Sayılı Yükseköğretim Kanununun Bazı Maddelerinin Değiştirilmesi Hakkında Kanun” Tasarısı Taslağı ile tartışmalar yeniden alevlenmiştir.
Basından da takip edilebileceği üzere, hem Üniversiteler Arası Kurul (ÜAK) hem Teziç hem eğitim emekçileri hem de öğrenciler  taslağın kendi görüşlerini yansıtmadığını iddia etmekteler.  Dolayısıyla tartışma çok ilginç bir noktada düğümlenmiş gibi gözükmektedir. Yazımızın amacı  tam da bu noktada ortaya çıkıyor. Üniversitelerin toplumsal yapı ile birlikte tarihsel süreç içerisinde değişimini, bu değişimin bugün içerisinde olduğu durumu ve bu değişimin itici gücünün kimler olduğunu, hem TÜSİAD raporları hem MEB hem de Teziç başkanlığında ÜAK tarafından  hazırlanan taslaklar üzerinden değerlendirmek, bu yazının başlıca hedefidir.
Üniversiteyi ve tarihsel geliţimini incelerken konunun toplumsal yapıdan bağımsız olarak ele alınamayacağı açıktır. Toplum sınıflara bölündüğü andan itibaren egemen sınıfın ideolojisi, devlet aygıtının aracılığıyla, toplumsal yapıların egemen ideolojisini oluşturmuştur. Bu egemen ideolojinin temellerinin atılmasında ve yeniden üretiminde eğitim başat rol oynamıştır. Bu anlamda ele alındığında, yükseköğretim, Platon’un Akademi’sinden günümüze uzanan süreçte, içinde bulunduğu toplumsal yapıya göre şekil almış, egemen sınıfın ihtiyaçları doğrultusunda kullanılmış ve değiştirilmiştir. Bütün bu süreç içerisinde, egemen sınıfa karşı mücadele, elbette yükseköğretim kurumlarına da yansımış ve üniversitelerin tarihi, müdahalelerin tarihi olduğu kadar, egemen ideolojiye karşı mücadelenin de tarihi olmuştur. Toplumsal bilginin biriktirildiği yerler olarak üniversiteler, egemen sınıfların baskılarına rağmen, içlerinden ilerici, devrimci fikirleri çıkartabilmiştir.
Kabaca değinmek gerekirse, ortaçağda kiliselerin kontrolünde bir “ehlileştirme” aracı olarak kullanılan üniversiteler, burjuvazinin önderliğinde yeni bir biçim ve içerik kazanmıştır. Burjuvazinin ilericiliğini yitirmesiyle birlikte, üniversiteler, yeniden egemen sınıfın tekelinde ve gerici ihtiyaçları doğrultusunda kullanılan ve en nihayetinde egemen ideolojinin yeniden üretimi noktasında üzerine düşeni yapan bir konum almıştır. Artık eğitimin son halkasını oluşturan yüksek okul ve üniversitelerden çıkanlar, ya okumuş işsiz olmak ya da devrimci sınıfın aydınlarının yanı sıra kapitalist sınıfın yöneticilerini, idarecilerini, asker, polis veya siyasetçilerini ve profesyonel ideolog ve propagandacılarını oluşturmak durumunda olmuşlardır.
Dolayısıyla bugün hazırlanan yasa taslaklarını anlamak için, toplumsal yapıdaki değişiklikleri gözden geçirmek ve bu konuyu bir bütün olarak ele almak gerekir. Emperyalist-kapitalist sistem ve onun ideologları, günümüzde küreselleşme ve neo-liberalizm kavramlarıyla karşımıza dikilmektedir. Bu kavramların çıkışının, aslında, varlık nedeni sosyalizm tehlikesinde olan sosyal devletin, Sovyetler Birliği’nin çöküşü ile birlikte, tasfiyesi sürecine denk geldiği açıktır. Bu bağlamda dergimizde yayınlanan diğer yazılarda bu konu derinlemesine ortaya konulduğundan sürecin genel anlamda nasıl işlediğine değinmeyeceğiz. Bunun yerine, eğitimin bir parçası olan yükseköğretim sistemine yansıyışı ve sonuçları üzerinde duracağız.

EĞİTİMİ YENİDEN YAPILANDIRMA ÇABALARI
Sosyal devletin tasfiyesi, özelleştirmeler, yeni iş yasaları, kamu yönetimi temel yasası gibi alanlarda olduğu gibi, eğitim alanında da kendisini göstermektedir. Her alanda gerçekleştirilmeye çalışılan yeniden yapılandırma çabaları üniversitelerde de çarpıcı bir biçimde su yüzüne çıkmaktadır. Bilim, bilgi, teknoloji gibi kavramlar, baştan aşağı yeniden tarif edilip, basit bir meta olmanın ötesinde, doğrudan sermaye kontrolü altında sermayenin yeniden üretiminde kullanılmak istenmektedir. Daha açık ifade etmek gerekirse; son yirmi yılda, “Bilgi Toplumu”, “İletişim Çağı”, “Bilişim Teknolojisi” gibi kavramlara her yerde rastlıyoruz. ‘İletişim Çağı’nda yaşıyoruz, bilişim teknolojisinin ürünleri (cep telefonları, Internet vb.) yaşamımızda önemli bir yer tutuyor ve bu teknoloji sayesinde de toplum ‘bilgi’ye ulaşıyor. Yani bilgi, bir ürün olarak ortaya konarak, insanlığın (daha doğrusu bir grup insanın) ‘hizmet’ine sunuluyor.
Bu propagandanın asıl amacı ise; yönetilenlerin, üretilmesi giderek daha karmaşık süreçler gerektiren bilgi yığını içinden kendilerine sunulanlarla yetinecek; küçük, ayrıntısal ve temelde çok da önemli olmayan bazı değişikliklerle piyasaya her gün bir üst modeli sürülen bilişim-iletişim teknolojisi ürünlerinin kör tüketicisi konumuna indirgenecek; medya imparatorluğunun sahnelediği gölge oyunlarını seyrederek ülkelerindeki ve dünyadaki gelişmelerden haberdar olduklarını sanacak insanlar konumuna getirilmesidir.
Kapitalizmin kendini yeniden üretmeye çalıştığı bu dönemde, ‘bilgi’ ve ‘hizmet’ gibi kavramların yeniden üretilmesi ihtiyacına paralel bir şekilde, “kuşaklar arası bilgi aktarımını sağlayan bir hizmet alanı” olarak nitelendirilebilecek eğitim kavramı da yeniden tanımlanmaktadır. Yönetilenler ne kadar çok bilgiyi ezberlemek ve arşivlemek zorunda kalırsa, düşünmek ve bu bilgileri eleştirel bir yorumla kullanabilmek için o kadar az zamana sahip olacaklardır. Mekanik, statik, bağlantısız, soyut ve ezberci olan bu eğitim tanımında ,öğrenci, hizmetine sunulan bilgiye talip olan bir alıcı ya da tam da gerçek anlamıyla bir ‘müşteri’dir.
Eğitimin sermaye için bir yatırım alanı olması, içeriğinde de bazı değişikliklere yol açmıştır. Piyasada pazarlanabilen bilgiler ön plana çıkartılırken, tarihsel ve eleştirel bilgi biçimleri eğitim müfredatından uzaklaştırılmıştır.
Eğitimde değişimin sağlanmasında kullanılan araçlardan en önemlileri arasında, IMF ve DB’nin azgelişmiş ya da gelişmekte olan ülkelerle girdikleri ilişkiler sürecinde öne sürdükleri şartların içinde, ‘eğitimin ticarileştirilmesi’ önemli bir yer tutmaktadır. Özellikle yüksek öğretimin bireysel getirisinin sosyal getirisinden fazla olduğu yönündeki propagandayı (bireysel rekabetin toplumsal üretimin yerini aldığı kapitalist sistemde tersini beklemek saflık olur ! ) izleyen öneri; kamu harcamalarında yüksek öğretime ayrılan payın aşağıya çekilmesi yönünde olmuştur. Akademik özgürlüğün, üniversitelerin piyasa koşullarında kendi olanak ya da kaynaklarını yaratması olarak tanımlanması ve kamusal kaynakların hızla kısılması, üniversiteleri piyasa koşullarına uymaya zorlamaktadır. Yapısal Uyum Programları ve Uyum Kredileri için önemli değişkenlerden biri olan ‘yüksek öğretimin ticarileşmesi’ yönündeki vurgu, gelişmekte olan ülkeler için bir yandan IMF ve DB tarafından belirlenirken, diğer yandan bu belirlemeler, ülkelerin kendi içindeki ve/veya uluslararası sermaye kesimleri için özel bir dizi mekanizmanın da ortaya çıkmasına neden olmuştur. Bütün bu ticarileş(tir)me eğilimleri için, eğitim tarihçisi David Labaree’nin de ifade ettiği gibi; “kamu okullarının müdahalelere maruz kalmasının nedeni onların etkin olmamaları değil kamusal olmalarıdır”.
Bütün bu propagandalar eşliğinde bir çok ülkede eğitim sermayenin kucağına itilmiş ve özel eğitim kurumları mantar gibi çoğalmaya başlamıştır. Bununla birlikte, devletin eğitime daha az kaynak ayırması gerektiği yönündeki vurgulara rağmen, özel kesim yoğun bir biçimde devlet desteği almıştır. Özel okulların gelişmesi için en büyük destek devlet tarafından (teşvik kredileri, yatırım indirimleri, vergi muafiyetleri vb.) verilmiştir. Fakat kitlelerin yoksullaşmasına paralel olarak, özel eğitimden yararlanabilen kesim, ABD’de bile, beklenen düzeyin çok altında kalmıştır. Bu sorun karşısında ortaya atılan en çarpıcı çözüm önerisi; devletin eğitim hizmetini üreterek satması yerine, sermayeye devredilen eğitim hizmetini satın almasıdır. Bu çözümün öncülüğünü M. Friedman yapmıştır. Friedman’ın özellikle yoksul siyah kesimin çocuklarının da eğitim olanaklarından yararlanması gibi bir amacı da yerine getireceğini söylediği ve literatürde “voucher sistemi” olarak adlandırılan bu yönteme göre, devletin ailelere, çocuklarının okul seçimi ve eğitim hizmetinin maliyetini karşılaması için bir kupon vermesi önerilmektedir. Böylece, devlet, özel sektörün ürettiği eğitim hizmetini finanse ettiği gibi, ailelerin de çocuklarının eğitimi için farklı seçenekler arasından seçim yapabilecekleri ve bunun da, okullar arası rekabeti arttırarak, eğitimin kalitesini yükselteceği, öne sürülmüştür.
Voucher sistemi, ilk defa Şili’de uygulanmıştır. 1980 Şili’sinde kamu okulları önce yerel yönetimlere bırakılmış ve bir süre sonra da eğitimin %80’e yakını özelleştirilmiştir. Ancak, kriz yıllarında, ailelerin, kendilerine verilen kuponları çocuklarının eğitim harcamalarına ayırmak yerine, bozdurarak başka masraflarını karşılamaya yönelmeleri, bu sistemi çıkmaza sokmuştur.
AKP iktidarı tarafından devlet okullarının yerel yönetimlere devredilmek istenmesi ve MEB’in özel okullarda 10.000 öğrenciyi burslu olarak okutmak için girişimde bulunması, voucher sisteminin Türkiye’deki yansıması olarak değerlendirilebilir. Fakat bu uygulamaların sonunun pek de hayırlı olmadığı Şili örneğinde açık bir şekilde görülmektedir.

YÜKSEKÖĞRETİMİN FİNANSMANI
Sosyal devletin tasfiyesi, hayatın her alanında olduğu gibi, yükseköğretimde de yaşanan bir süreç. Ancak, burada dikkat edilmesi gereken nokta, bu sürecin sadece öğrencilerden alınan har(a)çların belirlenmesi şeklinde olmadığıdır. Sermaye, üniversiteleri sadece kendisine hizmet eden bir pozisyonda tutmak değil, üniversitelerin, dolayısıyla da bilimin, bizzat sahibi olmak istemektedir. 20. yy başlarında Alman sosyolog M. Weber’in Amerikan üniversitelerini incelerken belirttiği “Amerikan üniversitelerinde öğrenci, profesörü hakkında basit bir fikre sahiptir: Nasıl sebze satıcısı annesine lahana satan birisiyse, profesörü de babasının parasına karşılık kendisine bilgi ve yöntem satan birisidir” gerçeği, küreselleşme ve neo-liberalizmin eliyle değişime tabi tutulmaktadır. Artık üniversiteler, bilimin lahana gibi satıldığı yerler olmanın ötesinde, lahananın, ya da sermayenin, yeniden üretiminde temel faktörlerden birisi olarak rol almaktadır.
ABD’de kâr amaçlı üniversitelerin kampus satın almak suretiyle her geçen gün artmaya devam etmesi; Dell, Microsoft, Coca Cola, General Motors Üniversiteleri gibi isimlerin bugün sadece insanların düşüncelerinden ibaret olmayıp bizzat varolmaları bunun en açık kanıtıdır.
ABD’de bu gelişmeler yaşanırken, AB ülkelerinde de, ABD ile her alanda yürütülen rekabetin bir parçası olarak, yükseköğretim sistemi, yine ABD modeli örnek alınarak, yeniden yapılandırılmaya çalışılmaktadır.
Ülkemizde de bu süreç, mevcut alt yapı da gözetilerek, uygun bir şekilde yürütülmektedir. 2001’de bizzat Kemal Gürüz, sonrasında AKP Hükümeti ve son olarak da ÜAK tarafından hazırlanan taslaklar, bu doğrultuda atılan somut adımlardır. Farklı dönemlerde ve farklı kurumlar tarafından hazırlanan bu taslakların temelini ise, TÜSİAD’ın  hazırlattığı raporların oluşturduğu görülmektedir. TÜSİAD raporlarının ilki, 1994’de Kemal Gürüz tarafından hazırlanmıştır. Bu rapordan bir yıl sonra Kemal Gürüz’ün YÖK başkanlığıma getirilmesi , hazırlanan taslakların arka planında kimin olduğunun da göstergesidir. 2000 yılında yine TÜSİAD’ın hazırlattığı “Yükseköğretimin Finansmanı” başlıklı raporun ardından, 2001 yılında Kemal Gürüz’ün bu sefer YÖK Başkanı sıfatıyla hazırladığı taslak, üniversitelerin sermayenin kucağına itilmesi fikrini açık bir şekilde dile getirmiştir. 2003’te AKP Hükümetinin, yükseköğretimde egemen duruma gelen neo-liberal politikaların amaç ve hedeflerinde bir değişiklik yapmadan, bu politikaların yürütüleceği noktalara kendi kadrolarını yerleştirmek istemesi, kamuoyuna ilericilik-gericilik çekişmesi öne çıkarılarak yansıtılmıştır. MEB’in bu doğrultuda hazırladığı taslağın ardından, TÜSİAD, bu sefer “arabulucu” rolü ile ortaya çıkmış, ve 2003 Ekim’inde “Yükseköğretimin Yeniden Yapılandırılması: Temel İlkeler” başlıklı raporu yayınlamıştır. ÜAK taslağı ise, bu raporun ardından gündeme gelmiştir.
Bütün bu raporlar ve taslaklar incelendiğinde, yükseköğretimin finans kaynaklarının neler olacağı ve bu kaynaklar kullanılarak elde edilen “ürünün” kimin hizmetine sunulacağı soruları, işin can alıcı kısmını oluşturmaktadır.
ÜAK’ın hazırladığı taslağa hakim olan esasların belirtildiği bölümde, “…maddi olanaklardan yoksun olanların sorunlarına çözüm bulabilmek için, ‘herkese parasız eğitim’ gibi mutlak eşitliğin aynı zamanda adaletsizlik doğurabilecek popülist yaklaşımlardan uzak durularak, göstermelik çok sınırlı olanaklar yerine, bir yükseköğretim gencine yaraşır daha elverişli koşulların sunulması amaçlanmıştır. Bu konuda cari hizmet maliyetine öğrenci katkı payı en çok dörtte bir ile sınırlanırken, ödeme güçlüğü içinde bulunan öğrenciler için öğrenci katkı payının tamamen Kredi Yurtlar Kurumu’nca karşılanması öngörülmüştür.” ifadesi yer almaktadır. Bu madde ile anlatılmak istenen düşünce, son TÜSİAD raporunda daha açık bir şekilde belirtilmekte ve raporun “ Alınması Gereken Tedbirler” bölümünün 8. maddesinde şunlar ifade edilmektedir: “…ancak devlet üniversitelerinde okuyan öğrencilerin öğrenci başına maliyete katkıları bugünkü sembolik düzeylerden yukarı çekilmeli, böylelikle bu konuda devletin sübvansiyonu kaldırılmalıdır. Bugünkü sistemde her öğrencinin ödediği eşit ve sembolik düzeydeki katkı payları ancak popülist anlamda sosyal adalete uygun gibi gözükür. Gerçekte ise bu uygulama ‘öğrenci maliyeti’ni fazlasıyla kaynak transferidir. Vergi adaletinin oturtulamadığı, dolaysız vergilerin ancak kaynakta el konularak toplanabildiği, dolaylı vergi ve enflasyonun çok yüksek olduğu bir ortamda, vergi yükünün daha az gelirlinin üzerinde olduğu iktisada giriş derslerinde öğretilir. Bu, şu anlama gelmektedir: Basit bir eşit katkıyı öngören bugünkü sistem çerçevesinde, yükseköğretimin maliyeti, alt gelir grubundaki öğrencilerin aileleri ve –katma bütçeden ayrılan kaynağı da düşünürsek– çocukları yükseköğretim imkanlarından faydalanamayan aileler tarafından karşılanmaktadır.” Bu ifadeleri okuduğumuzda, yükseköğretimin maliyetinin düşük gelirli aileler tarafından karşılanıyor olması düşüncesi, yükseköğretimin paralı hale gelmesi fikrine sıcak bakmamıza neden olabilir. Akademik çevre, öğrenciler ve veliler arasında bu fikri sahiplenenlerin varolduğu rahatlıkla gözlemlenebilir. Oysa oynanan oyun gayet basittir. Burada yapılan, sorunun gerçek muhatabı olan kapitalist sistemin ve onun bugün uygulamaya çalıştığı neo-liberal iktisat politikalarının üzerinin örtülmesi ve paralı eğitimin bir çözüm yolu olarak gösterilmesidir. Toplumsal fayda ön planda olduğundan dolayı ilk ve orta öğretimin ücretsiz olması gereği kabul görürken, bireysel faydanın ön plana çıktığı iddiası ile yükseköğretimin paralı olması fikrinin meşrulaştırılma çabasıdır. Dolayısıyla genel anlamda eğitimin son halkası olan yükseköğretim, bir hak olmaktan çıkartılıp, bireysel faydanın ötesinde toplumsal işlevini yitirmiş gibi sunulmaktadır.  Her nedense vergi sisteminin ve gelir dağılımının dengesizliğine işaret ederek paralı eğitimi bir çözüm olarak ortaya atanların, sermaye kesiminin vergilendirilmesi, bankaların içlerinin boşaltılmasının engellenmesi, kamu kuruluşlarının özelleştirilme yoluyla sermaye gruplarına peşkeş çekilmesinin önüne geçilmesi ve yarıdan fazlası faiz ödemelerine ayrılmış bütçenin yeniden düzenlenmesi gibi konularda ağzını bıçak açmamaktadır.
Bunun yanında, yükseköğretim kurumunun özel bütçesinin gelir ve giderlerinin tarif edildiği maddelerde kullanılan “şirket kurma”, “şirketlere ortak olma”, “üretilen her türlü hizmet ve mallardan elde edilecek gelirler” gibi kavramlar, yükseköğretimin finansmanının, neo-liberal eğitim politikaları doğrultusunda ve birer işletme mantığıyla belirlenmek istendiğinin göstergesidir. Sırf bu noktadan bakıldığında bile, yükseköğretim konusunun bağımsız ele alınamayacağı; köklü bir sistem eleştirisinin ve değişikliğinin gerekli olduğu görülebilir.
Bu tartışmalardan daha vahim olan bir husus ise, üniversitelerin genel anlamda sermayenin kucağına itilmesi ve rekabet koşulları içinde değerlendirilmesidir. Yani yukarıda belirttiğimiz soruların ikincisi olan ‘varolan kaynaklar kullanılarak elde edilen “ürün”ün kimin hizmetine sunulacağı’ sorusunun cevabıdır. Daha önce ABD’de ve AB üyesi ülkelerde bu durumun nasıl bir hal ve gidişat içerisinde olduğuna değinmiştik. Ülkemizde yaşanan gelişmeleri ise, hazırlanan taslağın akademik personelin başarı ve terfi kriterlerinde, ana ilkeler bölümünde görmek mümkündür. Vurgu sürekli “rekabet”, “şirket”, “işletme”, “iş dünyası” gibi kelimelerde dolandırılmaktadır. Bu koşullar altında öğretim görevlilerinden beklenilenler ise, araştırma konularını sermayenin taleplerine göre belirleyen, meslek hayatını sanayi ve üniversite işbirliği içerisinde düzenleyen ve bu işbirliğinin yan ürünlerini de, akademik terfi noktasında bir basamak olan uluslararası dergilerde yayınlanacak makaleler şeklinde değerlendiren araştırmacılar olmalarıdır. Ancak tam da bu noktada üniversite sanayi işbirliğine topyekün bir karşı çıkış yanılgısı içerisine düşülmesi muhtemeldir. Üniversite, ürettiği bilgiyi elbette toplumla ve o toplumun üretim süreciyle paylaşacaktır. Meselenin özü, üniversite –toplumsal üretim olarak– sanayi işbirliği değil, sermayenin üniversitelerde üretilecek olan proje ve araştırmaları hem finansal açıdan desteklemesi hem de bu araştırmaların –kâr güdüsüne bağlanmasından başka bir anlamı olmayarak– yine sermaye tarafından sahiplenilmesi ve kullanılmasıdır. Yani bilimin, özü olan toplum için olma, halk için varolma gibi nitelikleri ortadan kaldırılarak, yeniden tarifi ile sermayenin tekeline sunulmasıdır.
Daha net anlaşılması için, Bergama’da yaşananları anımsamakta fayda var. Bilindiği üzere, Normandy Şirketi’nin siyanürle altın çıkarması olayı Bergama köylülerinin mücadelesiyle birlikte ülke gündemine taşınmış, ve bu konu akademik çevre içerisinde de çeşitli tartışmalara yansımıştır. Siyanürle altın çıkarmanın zararlı olduğunu bilimsel açıdan araştırmalarıyla ispat eden akademisyenlerimiz YÖK tarafından soruşturmalarla karşılanmıştır. Bu durum, kapitalist sistemin bilimi nasıl algıladığını çarpıcı bir şekilde gözler önüne sermaye yeter. Şimdi ise, hazırlanan yasa taslakları ile, bu uygulamaların meşru zemini yaratılmaktadır. Akademisyenler şirketlerle, iş dünyasıyla uyumlu ve işbirliği içerisinde çalıştığı sürece hiçbir sıkıntı yoktur. İşte bütün zihniyet bundan ibarettir.

Yüksek öğretimin “denetimi”
Buraya kadar belirtilenlerin ışığında, yükseköğretim kurumlarının sadece birer “eğitim” kurumu olmadıklarını görüyoruz. Yükseköğretim kurumları, verdikleri eğitim hizmetinin yanında egemen sınıfın ideolojisinin yeni nesillere aktarılması ve buralarda üretilen bilimin ve bilgi birikiminin sermayenin kullanımına sunulması bağlamında da özel bir yer tutuyorlar. Bu nedenle, bu kurumların denetimleri ve yönetim birimleri de onlara egemen olmak isteyen kesimler için önem arz etmektedir.
12 Eylül faşizmi ile neoliberalizmin birleşmesi sonucunda bir “hilkat garibesi” olarak dünyaya gelen ve üniversitelere çekidüzen vermekle görevlendirilen YÖK, üniversitelerin burjuvazi ve devletin egemenliğine alınmasında başrolü üstlenmiştir. Gerek soruşturmalar (hem öğretim üyeleri hem de öğrencilere yönelik), sürgünler ve atama ya da yükselme kriterlerinde belirleyici olan disiplin yönetmeliklerinin ağırlığı gerekse bizzat YÖK Başkanı tarafından rektörlere gönderilen genelgeler , egemenlerin üniversitelerden yükselebilecek muhalefeti bastırma niyetini açıkça ortaya koyuyordu. YÖK’ün ilk başkanı olan İhsan Doğramacı’nın bir konuşmasında “Sabah sekiz buçukta zil çaldığı zaman bütün Türkiye’deki İktisadi ve İdari Bilimler Fakültelerinde Pazartesi günü İktisat’a Giriş dersi okutulacak ve bu derste hangi kitabın hangi içerikte okunacağına da biz karar vereceğiz” şeklindeki ifadesi de, YÖK’ün hem öğrenciler hem de öğretim üyelerini kontrol altında tutmak ve dilediği şekilde yönlendirmek istediğini göstermektedir.
“Bir yükseköğretim kurumunun, üniversite olabilmesi için; bütüncül bir bilim anlayışıyla hakikatin aranmasına, bilgi üretimine ve üretilen bilgilerin insanlık yararına kullanılmasına katkıda bulunmalıdır. Katılımcı ve üretken bir yönetim anlayışı kaçınılmazdır” diyen Mersin Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Bilge Kula’nın rektörlük seçimlerinde öğretim üyelerinden en çok oyu almasına rağmen, YÖK tarafından Cumhurbaşkanı’na sunulan üç kişilik rektör adayları listesinde yer al(a)maması, “Parasız, Bilimsel, Demokratik Üniversite” talebini haykırmaktan başka bir “suç”ları olmayan üniversite öğrencilerine açılan soruşturmalardan ayrı düşünülemez.
49. Demirel-İnönü Hükümeti’ninkinde yer alan “YÖK sistemi kaldırılarak yükseköğretim kurumlarının kendi içlerinde seçtikleri organ eliyle yönetilmesi sağlanacaktır. Özgür, özerk üniversite Türkiye’ye kazandırılacaktır” ibaresinden bu yana, neredeyse bütün hükümet programlarında, YÖK’ün kaldırılacağından, üniversiteler arası bir eşgüdüm kurumu haline getirileceğinden, öğrencilerin ve öğretim üyelerinin de üniversite yönetimine katılacağından vs. dem vurulmakta, fakat bu konuda hazırlanan bütün taslaklar, söylenenlerin aksine, üniversitelerin yönetimini ve denetimini yine bilinen “el”lerde toplamaya devam etmektedir. Son hazırlanan taslaklarda da Yükseköğretim Denetleme Kurulu’nun;
1.     Yükseköğretim Kurulu tarafından önerilecek 5 profesör üyeden,
2.     Yargıtay, Danıştay ve Sayıştay tarafından seçilecek birer üyeden,
3.     Genel Kurmay Başkanlığı ve MEB tarafından seçilecek birer üyeden oluşacağı belirtilmektedir.
Fakat bu noktada TÜSİAD “muhalif”bir tutum takınmakta ve böyle bir yönetim anlayışının üniversitelerin hızlı karar alma yeteneklerini körelteceğini iddia etmektedir. Ancak burada TÜSİAD’ın amacı ne üniversiteler üzerindeki baskıcı zihniyetin ortadan kaldırılması ne de üniversitelerin akademik özgürlüklerinin sağlanmasıdır. Tıpkı Kamu Yönetimi Temel Kanunu Tasarısı’yla “hantal devlet yapısından kurtulmak” bahanesi arkasına saklanarak yerel yönetimlerin sunduğu hizmetlerin sermayeye açılmaya çalışılmasında olduğu gibi, burada da asıl hedef, üniversitelerde egemenliği rektörlere bırakarak, bu kurumların sermayeyle bağlantılarının arasındaki bürokratik engelleri yok etmek ve süreci hızlandırmaktır.
Bu arada dikkat çekilmesi gereken bir diğer konu da, Öğrenci Temsilciler Konseyi (ÖTK), kollar, kulüpler ve toplulukların yapılmak istenen değişikliklerden ne şekilde etkileneceğidir. Öğrenci odaklı, öğrencilerin yönetime katılımlarının sağlandığı, onların da görüşlerinin alındığı bir taslak olarak ortaya atılan son taslakta da, öğrenci temsilcilerinin, sadece kendilerini ilgilendiren konularda senato ve üniversite yönetim kurulu toplantılarına katılabileceği ve oy kullanabileceği belirtilmektedir. Öğrenci temsilcilerinin seçimlerinin çoğu zaman oldu bittiye getirildiği, hatta seçim bile yapılmadan doğrudan fakülte yönetimleri tarafından temsilcilerin “seçildiği”düşünüldüğünde, bu katılımın boyutları da tahmin edilebilmektedir.
Mevcut durumda idari baskılar, engellemeler ve keyfi uygulamalar sonucunda “anlamsızlaştırılan ve göstermelik kurumlar haline getirilen” kol, kulüp, topluluk ve ÖTK’ları önümüzdeki süreçte yeni tehditler beklemektedir. Ana ilkeleri arasında “eğitim, öğretim ve araştırma faaliyetlerinde mevcut kaynakları, rekabetçi bir anlayış içinde, şeffaflık ve hesap verebilirlik ilkeleri doğrultusunda etkin ve verimli bir biçimde kullanmak” şeklinde bir maddenin bulunduğu üniversitelerde yer alacak kol, kulüp ve topluluklar da, bu rekabetçi ortamda üzerlerine düşen paydan nasiplerini alacaklardır. Artık bu toplulukların faaliyetleri rekabet koşulları altında değerlendirilebilecek, ve bu durumda da, kâr amacı taşıyan etkinlikler, kâr amacı gütmeyenlere tercih edilecektir. Sponsor bulabilen ya da değişik yollarla etkinliklerinin sonucunu paraya çevirebilen topluluklar, bu rekabette üstünlük sağlayabilecek, diğerleri ise kaderlerine terk edilecektir.   

Sonuç
Toparlamak gerekirse, yükseköğretimin finansmanı ve ortaya çıkan “ürünün” kime hizmet edeceği sorusu kapitalist sistemden bağımsız düşünülemeyeceği gibi, ülkemizde bu işin başını çeken TÜSİAD, MEB, YÖK, MGK gibi kurumların uluslararası sermaye “bağlantısı” da gözden kaçırılmamalıdır. Gerek bu kurumlar, gerekse bu kurumlarla hükümetler arasında zaman zaman ortaya çıkan gerginlikler, öze ilişkin gerginlikler değildir. Şu ana kadar görevini başarı ile yürüten YÖK, sistem açısından artık yeterli görülmemektedir. Sermayenin yeniden üretimi noktasında üniversitelerin üzerine düşeni yapabilmesi açısından yeni bir yapıya ihtiyaç duyulmaktadır, ve bu, ilk olarak MEB’in hazırladığı YEK (Yükseköğretim Eşgüdüm Kurumu) adıyla ortaya çıkmıştır. Teziç başkanlığında son olarak ÜAK tarafından hazırlanan taslak da, öze ilişkin dikkate değer bir değişiklik içermemektedir. Dolayısıyla meselenin özünün sermaye ihtiyaçları doğrultusunda neo-liberal derinleşmenin sağlanması amacına yönelik yeni yapının oluşturulması zorunluluğu olduğu açıktır. Bahsi geçen kurumlar arasındaki gerginlikler ise, bu yapının inşası sürecinde iplerin kimin elinde olacağı ve bu sürecin işletilme süresinin, toplumsal muhalefetin önünü kesmek amacıyla, hızının ayarlanmasında ortaya çıkan değişik görüşler olarak görülmelidir. Bir başka ifadeyle, gerek YÖK’ün, gerekse YEK’in yönetim anlayışları incelendiğinde gericilik-ilericilik gibi bir tartışmanın abesliği rahatlıkla görülebilir. Her ikisinde de rektörler sultası devam ettirilmekte, öğretim üyelerinin ve öğrencilerin yönetime katılımı ya hiç olmamakta  ya da göstermelik düzeyde kalmakta ve disiplin anlayışı akademik özgürlük ve özerklik gibi kavramlarla bağdaşmayacak bir katılıkta sürmektedir. Laiklik temeli üzerinden yürütülen ve kamuoyunun dikkatini bu yöne çekmeye çalışan tartışmalar ise, meselenin yukarıda belirtilen özünü gizleme çabasından ibarettir. Dolayısıyla bütün bu gelişmeler değerlendirildiğinde; uygulanmaya çalışılan yasanın gerçek sahibinin GATS’ı, DB’si, IMF’si ve genel anlamda neo-liberal politikalarıyla burjuvazi olduğu aşikardır.

ABD Terörüne Karşı Küba’yı Savunmak

11 Eylül 2001’de, İkiz Kuleler’e yapılan saldırının ardından, ABD Başkanı George W. Bush, bütün ülkelerin yöneticilerine bir çağrıda bulunmuş ve onları terörizmle savaşta saflarını belirlemeye çağırmıştı: “Uluslararası terörizmle savaşta ya ABD’nin yanında olursunuz ya da teröristlerin.” Bu çağrı üzerine, daha sonra ABD tarafından “şer ekseni” olarak nitelendirilen ülkeler hariç, hemen bütün ülkelerin yöneticileri hizaya gelerek, “uluslararası terörizme karşı savaşta aynı safta yer alacakları”nı açıklamışlardı.

Bu çağrının ardından ABD, İngiltere ile birlikte Afganistan ve Irak’ı işgal ederken, Avrupa ülkeleri ve Türkiye’de Terörle Mücadele Yasaları çıkarıldı. Terörle savaş gerekçe gösterilerek hazırlanan bu yasalar, bireysel özgürlüklerin ve İngiltere örneğinde olduğu gibi, yaşam hakkının yok edilmesi ile sonuçlandı (Londra’da bir genç, sırt çantasıyla metro istasyonunda koşarken polisler tarafından “terörist” sayılarak öldürüldü).

Peki, bütün dünyayı terörizme karşı savaşa çağıran ABD’de, terörizme karşı savaştığınız için tutuklanmanız mümkün müdür? Eğer, söz konusu terörist saldırılar Küba’ya karşıysa ve siz ABD’nin Miami eyaletinde bu saldırılara karşı etkinliklerde bulunuyorsanız, bu sorunun yanıtı “evet”tir. Bundan 9 yıl önce, 12 Eylül 1998’de, beş Kübalı yurtsever, ülkelerine yönelik terörist saldırılar hakkında bilgi toplamak üzere gittikleri Miami’de, FBI tarafından tutuklandı. Casuslukla suçlanan Kübalılar, hiçbir somut delil bulunamamasına rağmen ömür boyu hapse varan cezalara çarptırıldılar.

BEŞ KÜBALI MİAMİ’DE NE ARIYORDU?

1959 yılında Küba’da antiemperyalist halk iktidarı kurulduğunda, Küba’da yaşayan hemen tüm ABD işbirlikçileri Miami’ye kaçtı ve orada kurdukları kontra örgütleri ile Küba’ya yönelik terörist faaliyetlere başladılar. Bu örgütler, ABD’den gördükleri destekle, 47 yılda üç binden fazla insanın ölümüne neden oldular. Küba Hükümetinin tüm girişimlerine karşın, ABD hükümeti Miami’deki bu terör örgütlerine karşı önlem almadığı için, Küba hükümeti kendi vatandaşlarını, bu saldırıları önlemeye yönelik bilgi almak için görevlendirdi.

Gerardo Hernández (Dış İlişkiler Uzmanı), Antonio Guerrero (İnşaat Mühendisi), Ramón Labañino (Ekonomist), René González (Uçuş Eğitmeni) ve Fernando González (Dış İlişkiler Uzmanı), bu amaçla Miami’ye giden ve 1998 yılında FBI tarafından tutuklanarak, 8 Haziran 2001’de, Miami’deki federal mahkeme tarafından 14 bin sayfa dava tutanağı sonrası, ömür boyu hapse varan cezalara çarptırılan beş Kübalı yurtsever.

Beş Kübalı’nın tutuklanma gerekçesi, “ABD karşıtı çalışmalarda bulunmak, ABD askeri üslerini gözetlemek ve ulusal güvenliği tehdit etmek” olarak açıklandı. Fakat Kübalılar, verdikleri ifadelerde, “Miami’de bulunma nedenlerinin ülkelerine yönelik terörist saldırıları engellemek için bu eyalette konuşlanan Küba karşıtı terörist grupların faaliyetlerini izlemek olduğunu” belirttiler. Miami’de bulunma gerekçelerinin ABD’ye yönelik herhangi bir eylemi içermediğini vurgulayan Kübalılar, hiçbir kimseye zarar vermediklerinin ve Miami’de bulundukları süre içinde silah kullanmadıklarının da altını çizdiler.

1961’de Domuzlar Körfezi çıkarmasıyla başlayan karşı devrim hareketi, 40 yıldan fazla bir süre, CIA’nın para ve eğitim desteğiyle ayakta kaldı. Silahlı saldırı, suikast, turistik tesislerin bombalanması ve şeker kamışı tarlalarına biyolojik saldırı gibi eylemlerle uzayıp giden terörist faaliyetlerin kaynağı olan; Miami’de yerleşik; Omega 7, Alpha 66, Brothers to the Rescue, Brigada 2506 ve Commandos F4 gibi Küba karşıtı, karşı devrimci grupların, Küba ve diğer ülkelerdeki birçok öldürme ve yaralama faaliyetlerini önlemek için, Miami’de bulunuyordu beş Kübalı.

Kübalılar, ABD’nin kendi iç mevzuatı açısından bile bütünüyle skandal sayılabilecek bir yargılama sonucunda, ömür boyu hapse varan çok ağır cezalara çarptırıldılar. Öyle ki, ABD 11. Atlanta Temyiz Mahkemesi, beş Kübalı için verilen kararları 9 Ağustos 2005 tarihinde bozarak, “Gerçekleştirilen dava, yasalarca öngörülen şartları yerine getirmemiştir” hükmünü verdi. Öte yandan, Birleşmiş Milletler Keyfi Tutuklamalar Çalışma Grubu, beş Kübalı’nın tutukluluk hallerine son vermek için ABD Hükümetine çağrıda bulundu. Buna karşın  Kübalılar, bütünüyle yasa dışı olarak, sadece çok tehlikeli suçlulara uygulanan azami güvenlik koşulları altında tutulmaya devam ediliyor.

1976 yılında Küba Hava Yolları’na ait bir uçağın düşürülmesinden sorumlu olan Orlando Bosch ve Luís Posada Carriles gibi “tescilli” teröristler ise, Bush yönetimi tarafından destekleniyor. 73 kişilik Küba uçağını bombalayan Carriles, 1985 yılında, Venezüella hapishanesinden kaçırılmıştı. Venezüella ‘dan kaçtıktan sonra El Salvador’da bir gazeteye konuşan Carriles, “Dünyanın her yerinde uluslararası komünizme ve Castro’ya karşı savaş” doktrini içinde yer aldığını söylerken, CIA’daki görevine geri döndüğünün sinyalini veriyordu. ABD’ye yasa dışı yollardan girmekten yargılandığı duruşmadaysa, Carriles, CIA ile 25 yıldan fazla zamandır çalışmakta olduğunu itiraf etmişti ki, bu dönem, 1976’da bir Küba uçağını Barbados üzerinde düşürme planlarını hazırladığı dönemi de içeriyor. Bir süredir ABD’de cezaevinde tutulan ve Venezüella’nın iade talebi reddedilen Posada Carriles, geçtiğimiz hafta, Teksas’ın El Paso kenti federal yargıcı Kathleen Cardone tarafından kefaletle serbest bırakıldı. Bu gelişme karşısında, Küba yönetimi, ABD hükümetini teröre karşı savaşta ikiyüzlü davranmakla, itirafçı suçluları koruyarak, uluslararası yasaları ihlal etmekle ve beş Kübalı’yı haksız yere hapsetmekle suçladı.

“EN BÜYÜK TERÖRİST ABD”

ABD, bir yandan Küba Lideri Fidel Castro’ya karşı suikast planları hazırlayan (bugüne kadar Castro’ya 638 kez suikast girişiminde bulunulduğu ifade ediliyor), diğer yandan da Küba halkına yönelik bombalı saldırı, tarım alanlarının ve içme sularının zehirlenmesi gibi eylemleri gerçekleştiren terörist gruplara milyarlarca dolarlık destek sağlıyor.

Kübalılar ise, “uluslararası terörizme karşı dünya çapında savaş başlatan” ABD’nin dünyadaki en büyük terörist olduğunun farkında. Özellikle beş Kübalı’nın yeniden yargılanması ve serbest bırakılmasına yönelik uluslararası alanda yürütülen kampanya ve Posada Carriles’in ABD tarafından serbest bırakılmak istenmesine karşı Latin Amerika ülkelerinde yükselen tepkiler, Küba’nın son dönemdeki propagandasının önemli bir ayağını oluşturuyor. Küba’nın bir diğer propaganda malzemesi olan “Enerji Devrimi” de, yine özellikle ABD ile arasındaki çatışmadan payını alıyor.

Küba’da düzenlenen “Beş Kahramanla Dayanışma İçin Uluslararası Gençlik Buluşması”nın amacı da, 9 yıldır ABD tarafından cezaevinde tutulan beş Kübalı ile dayanışma ağlarının genişletilmesi ve diğer ülkelerde yaşayan insanların dikkatinin bu konuya çekilmesini sağlamaktı. Genç Komünistler Birliği (UJC)’nin ev sahipliğinde, Başkent Havana’da, Pedagojik Kongre Merkezi Salonu’nda gerçekleşen buluşmaya, 49 ülkeden 500’e yakın delege katıldı. İki gün süren konferansta, tutuklu Kübalıların aileleri ve avukatlarının yanı sıra Küba Komünist Partisi (PCC) yöneticileri de yer aldı. Kübalılar, özellikle “terörle savaş” konusunda ABD’nin ikiyüzlü tutumuna vurgu yaptılar. Gerek Gençlik Buluşması süresince, gerekse sonrasında konuştuğumuz Kübalıların ABD’nin Küba karşıtı terör saldırılarına destek verdiği konusunda bir kuşkuları bulunmuyor.

DEVRİM SAVUNMA KOMİTELERİ

Devrim Savunma Komiteleri (Comités de Defensa de la Revolución), ABD’nin saldırılarına karşı “Küba Devrimini korumak” amacıyla 28 Eylül 1960’da kurulmuş. Tüm ülke çapında, sokak sokak örgütlenen bu komiteler, çift yönlü bir sistem içerisinde çalışıyorlar. Bir yandan, aşağıdan yukarıya doğru belirlenen delegeler aracılığıyla halkın alınan kararlara katılımını amaçlayan bu komiteler, diğer yandan da, hırsızlık, yolsuzluk ve olası saldırılara karşı güvenlik güçleriyle ortak hareket ediyorlar. Küba Komünist Partisi delegeleri de, bu komitelerin temsilcileri tarafından belirleniyor.

Tek partili sisteme sahip olmalarına rağmen, “Size göre demokrasi nedir?” sorusuna Kübalıların hiç tereddüt etmeden “Bize göre demokrasi katılımdır” cevabını vermeleri de, Devrim Savunma Komiteleri’nin işleyiş mekanizması ile doğrudan ilişkili. Bu komiteler, sadece delegelerin seçimi ya da bazı kararların alınması sürecinde değil, sorunların tespiti ve çözümü konusunda da etki ve yetkiye sahipler. Konut sorunundan, çocukların süt ihtiyacına, kimsesiz ve yaşlıların bakımından iş sorununa kadar, hemen hemen tüm sorunlarda, bu komiteler devreye giriyor. Sorunu tespit ederek bir üst komiteye bildiren temsilciler, ihtiyaçların karşılanması ve kullanılan malzemelerin denetimi sürecinde de aktif rol alıyorlar. Bu arada, komite temsilcilerinin herhangi bir ücret almadığını, halk tarafından başarısız olduğu düşünülen bir temsilcinin, herhangi bir süre sınırlaması olmadan hemen görevden geri alınabildiğini de belirtelim.

EKONOMİK BASKI ARACI OLARAK AMBARGO

Öte yandan, ABD’nin Küba üzerindeki baskısı sadece terörist saldırılara destek vermekle de sınırlı değil. ABD tarafından yıllardır uygulanan ekonomik ambargo, Küba’nın ayakta kalmasına yönelik en büyük tehditlerden biri durumunda. Birleşmiş Milletler’in ABD aleyhine aldığı kararlara rağmen, uygulanan ambargonun kapsamı her geçen yıl daha da genişliyor.

ABD Başkanı George W. Bush, Özgür Küba’ya Yardım Komisyonu’nun Küba karşıtı planını 2004 yazında kabul etmişti. Planın ikinci versiyonu ise, 2 Haziran 2005’ten 10 Ekim 2006 tarihine kadarki Küba karşıtı çalışmaları içeriyor. ABD Dışişlerine bağlı Küba İlişkileri Şefi Kevin Whitaker, Temmuz 2005’te, bu yönde belirli bir ilerleme kaydettikleri açıklamasında bulunmuştu. Whitetaker, ABD’lilerin Küba seyahatlerinin seyrekleşmesinden, Küba kökenli ailelerin Küba’ya gönderdiği paranın yüzde altmış oranında azalmasından ve ABD’nin Küba’ya yönelik iç karışıklık çıkarma amaçlı televizyon yayınlarından övgüyle söz ederken, Bush yönetimi, söz konusu komisyona, 2005 yılı için 8,9 milyon dolarlık, 2006 yılı içinse 15 milyon dolarlık bir bütçe ayırdı. Adalet Bakanlığı da, 1967 yılından itibaren mallarına el konan ABD şirketleri ve vatandaşlarının hukuki haklarını arama bahanesiyle Küba üzerine ayrı bir program başlattı. Hazine Bakanlığı’na bağlı Dış Aktifleri Kontrol Ofisi’nin (OFAC) Küba’ya tur düzenleyen seyahat acenteleri üzerinde kontrolünü artırması sebebiyle, geçen yıl, 26 firmanın lisansı iptal edildi. OFAC, aralarında Küba’nın da bulunduğu bazı ülkelerle ilgili kısıtlamalara uymayan ABD bankalarına ceza kesilmesini öngören yeni düzenlemeleri yürürlüğe soktu. ABD’nin Küba temsilcisi Ilena Ros-Lehtinen, Küba petrol sektörüne yatırım yapanların ABD bölgesine girmesini yasaklama amaçlı bir belgeyi BM’ye sundu. 2005 yılında OFAC, sekiz ABD şirketine toplam 44,2 milyar dolarlık ve Küba’ya seyahat ederek ablukayı delen 487 ABD vatandaşına da 529 bin 743 dolarlık ceza kesti. Tahminlere göre, 1961’den 2005’e kadar ablukanın neden olduğu ekonomik zarar, 86 milyar doların üzerinde. Gıda endüstrisindeki zarar ise, 62,9 milyon dolar civarında ve bu miktar, ülkenin süt endüstrisinin yenilenme ve kısmi modernleşme ihtiyacını karşılayacak büyüklükte. Benzer bir durum, abluka nedeniyle adaya giremeyen kuluçka makineleri ve kümes hayvanları endüstrisindeki teknik araç gereç için de geçerli. 2006 yılında, sağlık sektöründeki kaybın 48,6 milyon dolar seviyesinde olduğu ve bu durumun diyaliz, radyoterapi ve AIDS tedavisi gören hastaları olumsuz etkilediği belirtiliyor. Zirai ilaç ve ekipmanlarındaki ambargo da yıkıcı sonuçlar doğuruyor. Ülkenin öğretim gereçleri konusunda 9,8 milyon dolarlık bir kaybı olduğu belirtilirken, 4,4 milyon dolar değerinde kitap ve okul malzemesi eksiği olduğu da kaydediliyor.

Türkiye’de gerek hükümet ve sermaye güçleri, gerekse liberal sol tarafından “özgürlük projesi” olarak ilan edilen Avrupa Birliği de, tarihinde ilk kez, bir ülkeye karşı ortak karar almaya hazırlanıyor. Küba’ya yönelik ABD ambargosunu genişletmeye hazırlanan AB ülkelerinin gerekçesi, “Küba’da demokratik bir sistem tesis etmek.

İNTERNETE SANSÜR!

Küba’da internet ulaşımının yaygın olmadığını, var olan yerlerde de bağlantının çok yavaş olduğunu söylediğimizde, akla gelen ilk soru, “Bu problemin kaynağının, internet erişimi üzerinde Castro yönetiminin uyguladığı sansür olup olmadığı” oluyor. Ayrıca dünya kamuoyuna bu yönde açıklamalar da yapılmış; Küba’da bazı internet sitelerine erişime sansür uygulandığı söylenmişti. Ancak durum, söylenenlerin tam tersi. Etrafı deniz altı internet kablolarıyla çevrili olmasına rağmen, ABD ambargosu nedeniyle, Küba bu kablolara erişemiyor. Uydu üzerinden internet bağlantısı ise dört kat daha pahalı ve 1996’dan beri aynı bant genişliği kullanılıyor. Kübalı yetkilileriyse, kuşkusuz anlaşılır nedenlerle, internetin, doktorlar, bilim insanları, öğrenciler, teknisyenler, araştırma kuruluşları ve aydınlar tarafından yaygın olarak kullanılmasına öncelik veriyor. Bu durum, internet üzerinde sansür tartışmalarının yoğunlaştığı günlerde ayrı bir önem taşıyor. Bir yandan, Türkiye gibi “demokratik” ülkelerde, internet sitelerini kapatmak için mahkeme kararına bile gerek duymayan sansür yasakları çıkarılıyor. Diğer yandan, “iletişim çağı”, “küreselleşen dünyada bilginin önemi” gibi nutuklar atan “demokrasi havarileri”, Kübalıların internet erişimini dahi engelleyen ABD’ye karşı tek bir kelime etmiyorlar.

KÜBA ABD İÇİN TEHDİT OLABİLİR Mİ?

Peki, ABD’nin Küba’ya yönelik bu saldırılarının altında ne yatıyor? 300 milyona yaklaşan nüfusu, dünyanın dört bir yanında askeri operasyonlar gerçekleştirebilen ve gerçekleştiren ordusu ve dünya ekonomisine yön veren gücü ve politikalarıyla emperyalist bir hegemonyaya sahip olan ABD için, 11 milyon nüfusa sahip küçük bir ada ülkesi nasıl bir tehdit oluşturabilir?

Küba’nın ABD’ye yönelik askeri bir saldırıda bulunmasının ya da ekonomik olarak onunla rekabete girmesinin mümkün olmadığı açık. Ancak yine de Küba, ABD için büyük bir tehdit oluşturuyor. Çünkü dünya kamuoyu için, Küba, ABD tarafından propagandası yapılan “yeni dünya düzeni”ne karşı başka bir “düzen”i temsil ediyor. ABD, var olan bütün eksikliklerine rağmen, Kübalıların sosyalizm, eşitlik ve devrim gibi kavramlardan bahsetmelerine bile tahammül gösteremiyor. Öte yandan, ABD’nin hemen yanı başındaki küçük bir ada ülkesine bile söz geçirememesi, dünya liderliği iddiasına dair inandırıcılığını yitirmesine neden oluyor.

Dünya halklarının kurtuluşu olarak ilan edilen “yeni dünya düzeni”nin, tüm gerici burjuva emperyalist propagandalara rağmen, dünyada yaşanan açlık, işsizlik ve yoksulluğu çözmek bir yana, daha da artırması karşısında, Küba’da yaşananlar, emperyalist yalanların teşhiri açısından önem taşıyor:

2006 yılı verilerine göre, 11 milyon 382 bin nüfusa sahip olan Küba’da ortalama ömür, erkeklerde 75, kadınlarda ise 79 yıl. Nüfusun yüzde 95’inin okur yazar olduğu Küba’da, ilköğretimden üniversiteye kadar eğitimin tüm basamakları, devlet tarafından ve herkese ücretsiz olarak sunuluyor. Ayrıca üniversite öğrencilerine aylık ödeme de yapılıyor. Adada 1958’de bir milyon kişi okuma-yazma bilmiyordu ve bir milyondan fazla kişi de, okur-yazarlığını günlük hayatta kullanamıyordu. Bugün ise, her on bir Küba vatandaşından biri üniversite mezunu. 1961’den beri Küba üniversitelerinden mezun olan yabancı öğrenci sayısı ise, 47 binden fazla.

1959’da Küba’da işsizlik oranı yüzde 24 iken, 2006 yılında, bu oran yüzde 1,9’a düşürüldü. Yine 1959’da elektrik sağlanan ev oranı yüzde 56’yı ancak bulurken, 2006’da, elektrik hizmetleri bütün evlerin yüzde 95,56’sına ulaşır hale geldi.

Sağlık hizmetleri ise, Küba halkı için adeta bir gurur kaynağı durumunda. Küba’da her 159 kişiye bir doktor düşüyor. Bu oran, 1958 yılında her 1,076 kişiye bir doktor şeklindeydi. Yine 1958’de 27 bin 052 kişiye bir dişçi düşerken, bugün, her 1,066 kişiye bir dişçi düşüyor. Halk sağlığına ilişkin göstergeler, ortalama yaşam süresinin 77 yıl olduğunu gösteriyor. Bu açıdan Küba, dünyada ortalama yaşam süresi en yüksek 25 ülke arasında yer alıyor. 1950–55 arasındaki dönemde, bu rakam 59,6 yıl olarak tahmin ediliyordu. Bebek ölümleri ise, binde 5,5 ile Latin Amerika’daki en düşük oranda seyrediyor. Elli beş yıl önce, Küba’da bebek ölümleri, binde 118 olarak bildiriliyordu. Küba, tıpkı eğitim gibi, sağlık hizmetlerini de halka ücretsiz olarak sunarken, yetiştirdiği sağlık personeliyle, diğer Latin Amerika ülkelerindeki sağlık sorunlarının çözümüne de yardımcı oluyor. Örneğin Venezüella’da 261 muayenehane ve 341 sağlık ocağında 8 bin Kübalı personel görev yapıyor. Küba’nın yardımıyla, 15 milyon Venezüellalı, ücretsiz sağlık hizmetine kavuşmuş durumda.

Bu rakamlar, devletin eğitim ve sağlık gibi alanlardan elini çekmesiyle ve kamu kuruluşlarının özelleştirilmesiyle halkın refaha ulaşacağı yönündeki neo-liberal politikalara verilen bir yanıt durumunda. Çünkü, söz konusu neo-liberal politikaların merkez üssü olan ABD’de halkın eğitim ve sağlık hizmetlerinden yararlanma imkanı, ABD ambargosu altındaki Küba’nın çok gerisinde kalmış durumda. Küba’da istisnasız herkes sosyal güvenlik güvencesi altındayken, ABD’de nüfusun yüzde 15’i, sosyal güvenlik şemsiyesinin dışında kalmış durumda.

Küba’da çevre ve çevreyi koruma sorunu da önemli bir gelişme gösteriyor. 1959’da Küba topraklarının sadece yüzde 14’ü ormanla kaplıyken, bugün, hükümetin yürüttüğü ağaçlandırma çalışmaları sayesinde, bu oran yüzde 24’e tırmandı. Küba, orman alanlarında artış görülen tek ülke durumunda. Ayrıca Küba yönetimi tarafından ilan edilen Enerji Devrimi ile, küresel ısınmaya karşı mücadele konusunda ciddi adımlar atılacağı açıklandı (Küba’nın Enerji Devrimi ile ilgili ayrıntıları Günseli Bayram’ın “yazının başlığı neyse o” başlıklı yazısında bulabilirsiniz).

LATİN AMERİKA İLE İLİŞKİLER

Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından “yalnız” kalan Küba acısından son yıllarda Latin Amerika ülkelerinde kurulan halkçı iktidarlar büyük önem taşıyor. Küba’nın varlığı, bu ülkelerdeki yönetimler açısından bir güven kaynağı olurken, tersinden, özellikle Venezüella ile kurulan ekonomik ilişkiler de Küba için can simidi oldu.

2007 yılı başında imzalanan 16 işbirliği anlaşmasıyla, Küba ve Venezüella arasındaki ilişkiler, onları stratejik ittifak konumuna yakınlaştıran yeni bir seviyeye ulaştı. Bu anlaşmalar; petrol, çelik endüstrisi, turizm ve iletişim alanlarını kapsıyor. Venezüella’nın başkenti Caracas’taki Miraflores Sarayı’nda yapılan imza töreninde konuşan Venezuela Dışişleri Bakanı Nicolas Maduro’ya göre, bu anlaşmalar, ekonomik sorunların ötesinde, halkı merkeze koyan bir bölgesel entegrasyon planı olan –ve ABD hegemonyasının aracı Amerikalar Serbest Ticaret Anlaşması’nın alternatifi olarak geliştirilmekte olan– “Latin Amerika ve Karayipler için Bolivarcı Alternatif”i (ALBA) güçlendirmeye katkıda bulunmayı amaçlıyor.  İmza törenine katılan Küba Başkan Yardımcısı Carlos Lage, konuşmasında, 2001 ile 2006 yılları arasında yapılan karşılıklı anlaşmaların kapsamının, 36,6 milyondan 840 milyon dolara yükseldiğini ve daha da yükseleceğini belirtti. Anlaşmalar, işletilmekte olan dokuz ortaklığa ek olarak, çeşitli alanlarda 12 yeni ortaklığın kurulmasının zeminini hazırlıyor. Bu projeler, gemi ve liman modernizasyonu ve inşasını, deniz taşımacılığı ve demir yolları için kurumların kiralanmasını, sigorta ve turizm alanlarını içerdiği gibi, ortak petrol arama çalışmalarını ve Karayipler, Orta ve Güney Amerika’ya da uzanan uluslararası telekomünikasyon sisteminin bir parçası olarak sualtı fiber optik kabloların döşenmesini de kapsıyor.

EKONOMİK ÖNLEMLER!

Uygulanan ambargolar, bir yandan Küba halkı için küçümsenemez zorlukta şartlar dayatırken, diğer yandan da Castro yönetimini, ambargo nedeniyle bozulan ekonomiyi ayakta tutabilmek için sosyalizmle uzaktan bile ilişkisiz ekonomik önlemleri uygulamaya itti.

Hükümet, son dönemde bütçe açığını kapatma, işgücü teşvikini çoğaltma ve gıda, tüketim maddeleri ve servis kısıntılarını azaltma yönünde bir dizi “reform”a girişmiş durumda. Bakanlar Kurulu Yürütme Komitesi Sekreteri Carlos Lage Davila, Küba’nın, petrol üretimini bu yıl, 2006’ya göre, 100 bin ton arttıracağını söyledi. Ancak, 2007 boyunca açılacağı duyurulan 39 yeni kuyudan en az 11’inin Küba Petrol Kurumu tarafından, diğerlerinin ise, yabancı ortaklıklar tarafından gerçekleştirileceği belirtiliyor.

Venezüella ve Bolivya’da hidrokarbon alanında devletleştirme operasyonları yapılırken, Küba’da petrol üretiminde yabancı şirketlerin devreye girmesi, Küba’ya yönelik “sosyalizm tartışmaları”na yeni bir boyut kazandıracak gibi görünüyor.

Devrim Savunma Komitesi içinde temsilci olarak çalışan ve yanı sıra komitede yer almayan Kübalılar’ın “Sizin için sosyalizm ne ifade ediyor” sorusuna verdikleri yanıt da düşündürücüydü. “Sosyalizm dayanışma demektir” mealindeki yanıtlar, Küba’da uygulanan sistemin niteliği hakkında ipuçlarını içerisinde barındırıyor aslında. Kuşkusuz sosyalizmin halk arasında “olumlu” bir çağrışım yapması, “ideal bir sitem olarak değerlendirilmesi” önemlidir. Fakat sosyalizm tanımının işçi-emekçi terimlerini kapsamayan genel bir dayanışma fikriyle ifade edilmesi, Küba’nın tarihsel gerçeklerinden bağımsız düşünülemez. İşçi sınıfın örgütlenmesi ve mücadelesi üzerinden değil, ama az sayıda silahlı devrimcinin çabası ve onlarla birlikte hareket eden halkın mücadelesi ile kurulan Küba Cumhuriyeti, Sovyetler Birliği’nin de etkisiyle sosyalizm fikriyle tanışmıştı. Ama gerek Castro yönetiminin, gerekse Sovyetler Birliği’nin tutumlarıyla, Küba ekonomisi, sanayileşme yerine tarım üzerine kurulmuştu.

Sanayiinin ve işçi sınıfının gelişmediği, büyük ölçüde tarıma dayalı Küba ekonomisi için turizmin bir kurtarıcı olması, sistem açısından da sancılı bir sürecin dayanağı oldu. Turizmle birlikte, bir yandan yabancı sermaye ve özel sektörün ekonomideki payı artarken, diğer yandan Kübalılar, kapitalizmin tüketimi kışkırtıcı tuzaklarıyla tanıştılar.

KOMÜNİSTLER VE KÜBA

Hem Küba’daki mevcut durum, hem de Latin Amerika’daki “21. yüzyıl sosyalizmi” tartışmaları dikkate alındığında, Küba’nın “proletarya diktatörlüğü” fikri ve pratiğinden oldukça uzak olduğu açıktır. Diğer yandan, kimi çevreler tarafından Çin ve Kuzey Kore ile birlikte aynı grupta değerlendirilse de, Küba, bu ülkelerden farklı özelliklere sahiptir. Gerek ABD’ye karşı verdiği antiemperyalist mücadele, bu mücadelenin halkçı niteliği ve Küba halkının anti-emperyalist tutumlarının Küba’nın mevcut sistemi ve politikalarının asıl dayanağı oluşu, gerekse diğer Latin Amerika ülkeleriyle ilişkileri ve halkın yaşam standartları açısından değerlendirildiğinde, Küba’nın Çin ve K. Kore’yle karşılaştırılamayacağı ortadadır. Küba’nın anti-emperyalist ve halkçı pozisyonuna karşılık, Çin anti-emperyalizmi de çoktan bir yana bırakmış, vahşi kapitalizmin bir örneği, Kore ise, halkçılıkla ilişkisi kalmamış bir hanedanlık egemenliği olarak belirmektedir.

İçeriği tartışmalı olsa bile Latin Amerika ülkelerinde son yıllarda yükselen “sosyalizm rüzgarı” bakımından Küba esin ve güven kaynağı olmuş, tüm baskılara rağmen ABD’ye karşı yürüttüğü antiemperyalist mücadele ile de ezilen halkların sevgisini kazanmıştır ki, bu anti-emperyalist halkçı niteliği, Küba Devrimi’nin olduğu kadar, onun kıta çapındaki etkisinin de asıl tanımlayanıdır. Küba’nın sürdürdüğü anti-emperyalist mücadelenin güçlenmesi ve başarıyla sonuçlanması; tüm dünya işçilerinin, halklarının ve ezilenlerin isteğidir. Bu anti-emperyalist direnişin en tutarlı savunucuları ise kuşkusuz komünistler olacaktır.

Küresel İklim Değişikliğine Karşı “Yerel Çözüm” Önerileri

Ankara ve İstanbul Belediye Başkanları son günlerde sık sık su sorunu -daha doğrusu susuzluk sorunu- ile ilgili açıklamalar yapıp, uyarı ve önerilerde bulunuyor bizlere. Seçimler nedeniyle su kesintisi yapmayan belediyeler Ağustos’tan itibaren neredeyse hergün su kesintisi yapacaklarını açıkladılar. Bu uyarı ve önerilere konu olan sorunun gerekçesi malum; “küresel ısınma”. Yıllardır Türkiye’nin su kaynaklarının tehlikede olduğuna dair bilim insanlarının uyarılarını dikkate almayan belediyeler, bir anda üzerlerindeki yükü küresel ısınmanın üzerine atmanın rahatlığını yaşıyor gibi görünüyorlar: “Yaz ayları geldi, su sıkıntısı başladı. Gerekçe küresel ısınma”. Suçlu zaten Çevre ve Orman Bakanı Osman Pepe tarafından ilan edilmişti. Kimdi küresel ısınmanın ve yaz aylarında susuz kalmamızın suçlusu? “Ayşe Teyze”. Suçlu Ayşe Teyze olduğuna göre cezalandırılan da kuşkusuz Ayşe Teyze olmalıydı.

İşte belediye başkanlarımızın hem “yeni suçların işlenmesini engelleyecek” hem de “suçluları cezalandıracak” çözüm önerilerinden birkaç örnek: “Halı yıkamayın, banyo yapmayın duş alın, bulaşıklarınızı bulaşık makinesinde yıkayın (tabii evinizde varsa!), hatta yapabiliyorsanız su bile içmeyin(!)”. Çünkü belediye su vermeyecek. Ama bu uyarıları yapanlardan biri olan İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş, parkları, yolları şehir şebeke suyuyla yıkayacak, susuzluğa ve sera etkisine karşı vatandaşa İstanbul’da “teras çatı” yapılmasını[1] ve su tasarrufunu önerecek. Belediye Başkanımız, evlerin çatılarında “ormancıklar” yaratarak yağmur bulutlarını çekecek, sera etkisini en aza indirecekmiş. Böylece İstanbul’un yağmalanan, yıllardır plansız yapılaşmaya açılan; taş ve maden ocaklarına, lüks villa sahiplerine, turizmcilere, golf sahalarına ve tekellere peşkeş çekilen ormanlarının ve su havzalarının tahribatını durdurmak ve bu alanları kurtarmak yerine, çatılara kurulacak ormancıklarla sorunu çözecekmiş! Üstelik çatılarımıza ormancıklar yapmamızı öneren belediye başkanımız, yönetime gelir gelmez, Ömerli içmesuyu havzasında golf tesisleri yapılmasına izin veren Ömerli Su Havzası Çevre Düzenleme Planı hakkında Ali Müfit Gürtuna’nın başkanlığında Büyükşehir Belediyesi tarafından açılan iki davadan feragat etmişti. Bunun üzerine davalar, davaların esası hakkında karar verilmesine yer olmadığı gerekçesi ile sonlanmıştı. Böylece, Ömerli Su Havzası Çevre Düzenleme Planı ile İstanbul’un su ihtiyacının yüzde 40’tan fazlasını karşılayan Ömerli içme suyu havzasında ormanlık alanlar imara açılmıştı.[2]

İstanbul’un barajlarında 100 günlük su kaldığının açıklandığı günlerde DSİ Genel Müdürü Mümtaz Turfan çarpıcı bir açıklama yaparak yaşanan su sıkıntısının asıl nedeninin ortaya koydu. İstanbulluların susuz kalmasının nedeni – en azından sadece- küresel ısınma değil, belediyenin 312 milyon m3’lük suyu depolama alanı olmadığı için Marmara Denizi’ne boşaltmasıydı. İSKİ’nin açıklamasında ise depolama alanı olmadığı için 2006 yılında denize dökülen suyun 312 milyon değil 450 milyon m3 olduğu ifade edildi. İstanbul’un günlük su tüketiminin 2 milyon m3 olduğu düşünüldüğünde, 7 aylık suyun denize döküldüğü açığa çıkıyor.[3]

Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek ise Ankara barajlarında beş aylık su kaldığını ve su kesintilerinin Ağustos ayında başlayacağını resmen ilan etti. 13 senedir bu şehrin belediye başkanlığını yürütmesine rağmen, Gökçek’in üretebildiği tek çözüm halkın suyunu kesmek oldu.

Bir taraftan yöneticiler küresel ısınmaya karşı kendilerince çözüm üretirken diğer yandan bir gecede meclisten geçirilen Orman yasasının 2B maddesiyle ormanların ve sulak arazilerin yok edilmesinin önünü açtılar. Bu arazilerin bir kısmına Golf sahası yapılması gündeme getirildi. Herbiri yılda yaklaşık iki milyon ton su tüketen golf sahalarından ülkemizde yüz tane yapılması planlanmaktadır. TEMA’nın ve diğer bazı çevre örgütlerinin başlattığı “su tasarrufu” kampanyası çerçevesinde İstanbul’un dört bir yanına asılan ilanlarda, “daha kısa süre duş alan, traş olurken, dişini fırçalarken suyu tasarruflu kullanan, bulaşıklarını bulaşık makinesinde yıkayan vs.” bir ailenin yılda ortalama 140 ton suyu “kurtarabileceği” ifade ediliyor. Ancak kaba bir hesap yaparsak, bir golf sahası her yıl 14 bin ailenin “kurtarabileceği” suyu tek başına harcamaktadır. Ayşe Teyze’ye daha az su tüketmesini öneren yöneticiler nedense golf sahalarının su tüketimine ilişkin sessizliklerini koruyorlar.

DEĞİŞİMİN NEDENLERİ

Dünyanın iklimi yüzyıllardır değişikliğe uğramaktadır. Bununla birlikte, yine yıllardır insanlığın doğaya müdahalesi de ekosistemler ve dolayısıyla iklim üzerinde bölgesel değişikliklere yol açmıştır. Ancak son yıllarda küresel iklim değişikliği ya da daha popüler deyimle küresel ısınma[4] yediden yetmişe, akademisyeninden televizyoncusuna kadar herkes tarafından tartışılmaktadır. Peki ne oldu da bu değişiklik gazetelerin Internet sitelerinde kalıcı birer başlık haline geldi?

Her ne kadar iklim değişikliği ülkemiz gündemine daha çok ABD ve Kyoto Protokolü tartışmaları ile girse de, bu süreç aslında daha eskilerde başlamıştır. 1800’lü yılların sonlarında ilk defa sera gazlarının artışından ve bunların olası etkilerinden söz edilmeye başlanmıştır. Ancak bu konu o dönemde çok fazla yankı bulmamıştır. 1979 yılına geldiğimizde ise bir grup bilim insanı, Dünya Meteoroloji Örgütü’nün çağrısı ile 1. Dünya İklim Konferansı’nda biraraya gelerek iklim değişikliğinin önüne geçilebilmesi için hükümetlere çağrıda bulundular. 1985 yılı Ekim ayında Karbondioksit ve diğer sera gazlarının iklim değişiklikleri üzerindeki rollerinin ve ilgili etkilerin belirlenmesi üzerine Avusturya’da toplanan uluslararası konferans, yine iklim değişikliğinin nedenleri ve olası sonuçlarının altını çizmiş ve hükümetlere iklim değişikliğinin önlenmesine ilişkin bir takım önerilerde bulunmuştur. Konferans bileşimi ayrıca karbondioksit salınımının önümüzdeki yüzyılın ilk yarısında iki katına çıkacağını da öngörmüştü.[5]

İklim değişikliği, tüm dünyanın gündemine 1988 yılında, Amerikan Uzay Araştırma Enstitüsü NASA’da iklim uzmanı olarak çalışan, Uzay Araştırmaları Bölümü yöneticisi Dr. James Hansen’in Temsilciler Meclisi’ndeki konuşmasıyla oturdu. Dr. Hansen konuşmasında, “gözlemlenen sıcaklıkla insan faaliyetleri sonucu atmosfere yayılan gazlar arasında güçlü bir neden-sonuç ilişkisi bulunduğunu” dile getirmiştir. Bu konuşma ABD ve dünya kamuoyundaki tartışmaları tetikledi[6]. ABD kamuoyu ve yönetimi bu süreçte iklim değişikliği olgusunu kabul etmek durumunda kaldı. Daha sonra, yaratılan kamuoyunun da etkisiyle Birleşmiş Milletler tarafından IPCC (Hükümetlerarası İklim Değişimi Paneli) yapıldı. Bu panelin sonucunda yayınlanan raporda, atmosfere salınan karbondioksidin yaklaşık %60’ının enerji ve endüstri sektörleri kaynaklı olduğu belirtilmiştir. Bu raporda, karbondioksit tutumu ve depolanması konusunda öneriler de verilmiştir[7]. Daha sonraki yıllarda yazılan IPCC raporlarında ise yeni bilimsel veriler ışığında, iklim değişikliğinin sebepleri ve sonuçları yansıtılmaya ve çözüm önerileri oluşturulmaya çalışılmıştır. Tüm bu raporların işaret ettiği nokta, atmosfere salınan sera gazlarının insan kaynaklı (antropojenik) olduğu yönündedir.

Ancak insan kaynaklı (antropojenik) kavramı kullanılırken kelimenin anlamı bireylere yüklenmekte ve bilinçli bir çarpıtma yapılmaktadır. Bu anlayışa göre, evlerimizdeki su ve enerji tüketimini azaltarak iklimsel değişimi önleyebiliriz. Burada bir noktayı belirtmekte ve gözden kaçırmamakta fayda var. Kaynakların doğru yönetilmesi, boşa harcanmaması iklimsel değişimin yol açtığı sonuçları hafifletecektir ancak bu değişimin sorumlusu bireyin bizzat kendisinin evinde/yaşamında yaptığı hesapsız-düşüncesiz su/enerji tüketiminden çok kapitalist sistemin ta kendisidir.

Kuşkusuz yeryüzü sürekli bir değişim içerisindedir. İnsan da bu sürecin doğal bir parçası olarak doğayı kendi lehine değiştirmekte ve doğaya müdahale etmektedir. Fakat sanayi devrimi ile birlikte kapitalizmin de gelişimine paralel olarak nüfus artışı, kentleşme, makineleşme arttıkça kullanım alanları genişlemiş, doğal kaynaklar kontrolsüzce tüketilmiştir. Tüm bunlar ise doğaya daha kontrolsüz bir müdahaleyi beraberinde getirmiştir. Kapitalizm, doğası gereği planlı ve sürdürülebilir değildir. Kaynakları kısıtlı (sonsuz olmayan) bir gezegende sürekli genişleyen pazarlar, hızlı tüketim ve üretim fazlası üzerine kurulmuştur. Bu nedenlerle doğal kaynakları sınırsız ve plansız kullanma eğilimindedir. Günümüzde kapitalist sistem aşırı tüketimi körüklemektedir. Bunun için küresel ısınmayı bile kullanmaktadır. Bunun en çarpıcı örneğine bir banka reklamında rastladık geçen aylarda. Reklam, küresel ısınmaya gönderme yaparak kendi kredi kartlarının doğa dostu olduğunu vurguluyordu. Yani kapitalizmin sebep olduğu küresel ısınmayı en aza indirecek sözde “doğa dostu” bir kredi kartı! Bir yandan küresel ısınmayı engellemek için insanlardan tasarruf yapmalarını isteyeceksiniz diğer yandan tüketimi artırmaktan başka bir işe yaramayan kredi kartının “doğa dostu” olduğuna dair reklam yapacaksınız. Burjuva ikiyüzlülüğü böyle bir şey olsa gerek.

DEĞİŞİMİN SONUÇLARI

Bilimsel modeller belli konularda ayrışırken, hepsinde ortak olan nokta ise şudur: 2100 yılına kadar yerküre ortalama 2°C ısınacaktır. Bu ısınma azami ve asgari 1 ila 3.5 °C arasında olacaktır. Yani en iyi ihtimalle yeryüzünün sıcaklığı toplamda 1 derece artacaktır. 1 derece gözümüze küçük gelebilir ancak yeryüzü sıcaklığı her bölgede homojen olarak artmayacaktır. Bazı bölgelerde sıcaklık aşırı artış gösterirken bazılarında sıcaklıkta azalma görülebilecektir. Bu aşırı artış ya da azalmalar bölgesel etkiler gösterecektir.

İklimsel değişimin pek çok biyolojik etkisi bulunmaktadır. Bunlardan biri de hiç kuşkusuz biyoçeşitlilik üzerindeki etkileridir. Sıcaklıktaki değişim o bölgenin ekosistemini etkileyeceğinden, orada yaşayan canlı türlerinin doğal ortamlarının değişmesine, dolayısıyla da uyum sağlayamayan türlerin zamanla soylarının tükenmesine yol açacaktır. Örneğin, iklimsel değişim yüksek yerlerdeki/dağlardaki buzulların erimesine ve oranın bitki örtüsünün değişmesine yol açacaktır. Bu süreçten o bitkilerle beslenen hayvanlar da etkilenecektir. Bu durum, tüm besin zincirinin etkilenmesi ile sonuçlanacaktır. Uyum sağlayabilen canlılar elbette yaşamlarını sürdürebilecektir ancak uyum süreci zamana yayılacaktır. Doğadaki besin zincirindeki bozulma besin zincirinin bir parçası olan biz insanları da etkileyecektir. Bugün dünya üzerinde nesli tükenmekte olan ve koruma altına alınan pek çok tür/canlı bulunmaktadır. İklimsel değişimle birlikte şüphesiz bu sayıda da bir artış olacaktır.

İklimsel değişim tarımı da etkilemektedir ve etkileyecektir. Hava sıcaklığındaki artış ve azalışlar o bölgede tarım amaçlı yetiştirilen bitkilerin verimini düşürecektir. Belli başlı bölgelerde bitki verimlerinde kısmi artışlar da görülebilecektir ancak genel olarak verimin düşmesi beklenmektedir. İklimsel değişimin kaçınılmaz sonuçlarından biri de kuraklıktır. İklimsel değişim, nüfus artışı, sanayileşme vb. nedenlerle su kaynaklarının hızla kirlenmesine ve orta kuşak enlemlerde yer alan Türkiye gibi ülkelerde yağış rejimlerinin olumsuz yönde değişmesine ve neticede kuraklığa sebep olmaktadır. Kuraklık ve su kaynaklarının kirlenmesi, azalması beraberinde sıtma gibi parazitlerle yayılan bulaşıcı hastalığı beraberinde getirecektir. Kuraklık toprağı daha da verimsizleştirecek ve tarımı olumsuz etkileyecektir.

Sera gazlarının normal seviyesi yeryüzü üzerini sararak güneşten gelen enerjinin dünya yüzeyine ulaşmasına izin verirken, oluşan ısının da kaybolmasını engellemektedir. İnsan etkinlikleri (fosil yakıt kullanımı, ormansızlaştırma vb.) daha fazla sera gazının atmosferde birikmesine ve artan sera etkisine sebep olmaktadır. Biriken sera gazlarının oluşturduğu daha kalın örtü ise güneşten gelen enerjinin ısı halinde dünya yüzeyinde daha fazla tutulmasına sebep olmaktadır. Bu da iklimsel değişimi tetiklemektedir çünkü dünya yavaş yavaş ısınmaktadır. Sera gazlarının birikiminin neden olduğu iklimsel değişim ve ozon tabakasının incelmesinin/yok olmasının yarattığı etkiler çoğu zaman birbirine karıştırılmaktadır. Ozon tabakası insan etkinlikleri sonucu açığa çıkan CFC (kloroflorokabon) ve halon gazlarının salınımı nedeniyle incelmekte ve yok olmaktadır. Bu gazlar aynı zamanda sera gazlarıdır. Ozon tabakası güneşten gelen zararlı UV (morötesi) ışınları bir süzgeç gibi süzmekte ve dünya yüzeyine ulaşmalarını engellemektedir. Dolayısıyla açığa çıkan sera gazlarının birikmesi hem iklimsel değişimi tetiklemekte, hem de ozon tabakasının yok oluşunu beraberinde getirmektedir. Morötesi ışınlar DNA yapısında değişikliklere (mutasyonlara) yol açabilmekte, deri kanseri başta olmak üzere pek çok kanser türüne neden olabilmektedir (Pek çok kanserde DNA’da biriken birçok mutasyonun rol oynadığı bilinmektedir). İklimsel değişimle birlikte birçok doğal afetin şiddetinin ve sıklığının artması da beklenmektedir. Bu afetler arasında aşırı sıcak hava dalgalarını, sel, fırtına vb. sayabiliriz. Tüm bunlara ek olarak buzulların erimesi, deniz suyu seviyesinin yükselmesine ve pek çok ada ülkesinin ve adanın topraklarının bir kısmının sular altında kalmasına neden olacaktır. Verimli tarım arazilerinin bir kısmı da bu süreçte sular altında kalacaktır. Buna bağlı olarak insan göçlerinin artması da beklenmektedir.

İklimsel değişim nedeniyle oluşan/oluşacak kuraklığın sinyalleri başladı bile. ABD’nin Kaliforniya eyaletinde arıların toplu bir şekilde ortadan kaybolması çeşitli spekülasyonlara sebep oldu. Bir kısım bilim insanı kurak ve ılık geçen kış ayları nedeniyle bu ölümlerin yaşandığını söylerken, diğerleri bir böcek ilacının arıların yön duygusunu etkilediğini iddia etmektedir. Bazıları ise bu büyük ölümlerin/yok oluşların arkasında yapay arı besinlerinin olduğunu savunmaktadır. Arı toplu ölümlerinin nedenleri hala araştırılıyor. Şimdilik fenomeni açıklayacak ortak bir mekanizma bulunamamıştır. Toplu arı ölümleri Kanada, Avrupa ve hatta ülkemizde de görülmüş ve bilim insanlarını endişelendirmiştir. Çünkü ölümler ekonomiyi ve yaşamı doğrudan ve dolaylı olarak önemli ölçüde etkilemektedir. Özellikle arılar pek çok bitkinin polenlerini taşıyarak tozlaşmayı sağladığı için arı ölümleriyle bağlantılı olarak tarım da etkilenecektir. Bu örnek aslında doğadaki küçük bir değişimin yaşamı nasıl etkileyeceğini anlatması bakımından oldukça önemlidir. Şu an görülen arı ölümlerinin sebebi iklimsel değişim olmayabilir ancak iklimsel değişimin pek çok ekosistemi, dolayısıyla canlıyı olumsuz yönde etkilemesi beklenmektedir.

İklimsel değişim yalnızca doğayı ve insan sağlığını etkilemekle kalmayacaktır, iklimsel değişimin ekonomik ve politik etkileri de olacaktır. Günümüzde yaşanan petrol savaşlarının yerini su savaşlarının alması olasıdır. Çünkü bugün bile pek çok ülke su sorunu yaşamaktadır ve bu sorunun katlanarak artacağı açıktır.

TÜRKİYE’YE ETKİLERİ

İklimsel değişim ülkemizi de etkilemektedir. Özellikle son yıllarda yaşanan sel vb. afetlerin sıklığı, bazı bölgelerde yaşanan şiddetli kışlar, yalancı baharlar da aslında bu tabloyu az çok gözler önüne sermektedir. Pek çok akademisyen ve meslek örgütü küresel ısınma ve buna karşı alınacak önlemler konusunda kamuoyunu uyarmakta ve bilgilendirmektedir. Örneğin Ege Üniversitesi Ziraat Fakültesi Tarımsal Sulama Bölüm Başkanı Prof. Dr. Süer Anaç ülkemizde barajların üçte ikisinin boş olduğunu ve ciddi bir kuraklık sorunuyla karşı karşıya olduğumuzu vurgulayarak, Anadolu’da 1877-78 yıllarında yaşanan ve 93 kıtlığı olarak da bilinen büyük kuraklığın neden olduğu sonuçları anlatmıştır. Bu dönemde pek çok ülkede binlerce insan yaşamını yitirmiş, milyonlarca hayvan da telef olmuştur[8]. Rize Üniversitesi Su Ürünleri Fakültesi Dekan Yardımcısı Yrd. Doç. Dr. Cemalettin Şahin, havaların bu sene sıcak geçmesi nedeniyle hamsi sezonunun kısa sürdüğünü açıkladı. Havaların ısınması, hamsi göç yollarının değişmesine ve hamsi sezonunun dört-beş ay yerine bir buçuk ay sürmesine neden olmuştur.[9] Hamsi sezonunun beklenenden bu kadar kısa sürmesi ise ekonomisi daha çok tarıma ve balıkçılığa dayalı olan bölge halkını etkilemektedir. Mayıs ayında Ziraat Mühendisleri Odası Adana Şube Başkanı Ayhan Barut, bu sene yaşanan kuraklık yüzünden Çukurova yöresinde geçtiğimiz yıl 1 milyon 400 bin ton olarak gerçekleşen buğday rekoltesinin yüzde 10-15 oranında azaldığını ve 1 milyon 100 bin tonluk bir rekolte gerçekleşeceğini öngördüklerini belirtti[10]. Tüm bunlara ek olarak yaşanan kuraklıklar sulama maliyetlerini artırarak IMF ve Dünya Bankası’nın emriyle uygulanan tarım politikalarının belini büktüğü çiftçinin üzerindeki yükü daha da artıracaktır.

GERÇEK SORUMLU KİM?

İklim değişikliğinden en fazla zarar gören ülkeler, bu değişimde en az payı olan ve bu zararları bertaraf edebilmek için en az kaynağa ve uyum gücüne sahip olan ülkelerdir. IPCC, “iklim değişikliğinin can kaybı, yatırımlar ve ekonomiye etkisi açısından en fazla gelişmekte olan ülkeleri etkileyeceğini” vurguluyor. Bölge bazında yapılan değerlendirmeler, dünyada birçok bölgenin ciddi bir tehdit altında olduğunu ortaya koyuyor –örneğin Ulusal Araştırma Konseyi’nin yaptığı bir araştırmaya göre, ABD’de de ciddi etkiler beklenmekte–; ancak bu sorundan en fazla etkilenecek olan bölgeler, bu sorunun ortaya çıkmasında en masum olanlar.

İklim değişikliğinin boyutu CO2 yoğunluklarının ne kadar yükseleceğine bağlı; bu da fosil yakıtlarının yakılmasından kaynaklanan karbon emisyonları tarafından belirlenecek. Örneğin sera gazı yoğunluklarının 450 ppmv[asd1] ’de sabit tutulabilmesi için önümüzdeki yirmi yıl içinde yıllık karbon emisyonlarının bugünkü düzeylerin altına, 2100 yılında 2 milyar tona ve daha sonra da 1 milyar tonun altına inmesi gerekecek. Bunun için de küresel karbon emisyonlarının yüzde 70-80 oranında, yani şu anda görüşülen Kyoto değerlerinin çok daha altına indirilmesi gerekiyor.

ABD, dünyada en fazla karbon salınımına yol açan ülke; toplam içindeki payı 1990’da yüzde 22 iken bu oran 2000’de yüzde 24’e çıktı. Kyoto Protokolü, ABD’nin 1990 ile 2008 sonu arasında sera gazı emisyonlarını yüzde 7 azaltması koşulunu getiriyor. Oysa 1990-2000 arasında ABD’nin karbon çıktısı yüzde 18,1 ya da 235 milyon ton arttı. ABD’nin 1990’daki ve 2000’deki emisyonları arasındaki fark, Brezilya, Endonezya ve Güney Afrika’nın toplam yıllık karbon emisyonlarına hemen hemen eşit. ABD’nin yaklaşık 5 ton olan kişi başına emisyonu, dünyanın en yüksek emisyon oranı.

2001’de Bonn’da yapılan görüşmelerde bazı Amerikan sermaye grupları, Bush yönetimini onlara göre ekonomik açıdan riskli ve gereksiz bir anlaşma olan Kyoto Protokolü’nden çekildiği için övdüler. Ayrıca bazı gruplar iklim değişikliğinin varlığı ya da boyutları ile ilgili kuşku uyandıran bilim insanlarının çalışmalarına parasal destek sağlamakla da suçlanıyor. Kyoto’ya karşı en güçlü muhalefeti oluşturan Küresel İklim Koalisyonu, (GCC) güçlü olduğu dönemlerde fosil yakıtları sektörünün en güçlü şirket ve ticaret örgütlerini de yanına çekmişti. Fakat bu grubun, iklim konusunda çalışan bilim insanlarına saldırı düzenlemek gibi eylemleri de içeren aşırı hareketleri geri tepti: BP, DuPont, Royal Dutch/Shell, Ford Motor Company, Daimler Chrysler, Texaco ve General Motors kuruluşlarının tümü 1997-2000 arasında GCC’den ayrıldı. Öte yandan, otomobil ve enerji alanında faaliyet gösteren çokuluslu şirketler, iklim değişikliğine neden olan enerji politikalarına destek vermeye devam ediyorlar.

Yukarıda verilen örnekler açıkça gösteriyor ki, “küresel iklim değişikliği”nin asıl sorumlusu, bulaşıklarını elinde yıkayarak “çok” su harcayan Ayşe Teyze değil, kâr hırsıyla doğayı sömüren “küresel şirketler”dir. Bu nedenle, sorunun çözümü de “bireysel tasarruf”la değil küresel ölçekte enerji, ulaşım ve endüstri politikalarında köklü bir değişimle mümkündür. Tek derdi daha fazla kâr elde etmek olan, doğayı ve insanları sömüren kapitalizmin iklimsel değişimi durdurması değil yavaşlatması bile mümkün değildir. İklimsel değişime karşı verilen mücadelede bu nokta gözden kaçırılmamalı, mücadele, kapitalizmle ilişkisinden koparılmış bir “çevrecilik” temeline değil, doğayı ve insanı sömüren kapitalist sınıfa yönelik “sınıfsal” bir mücadele temeline oturtulmalıdır.



[3] Evrensel Gazetesi, 23.07.2007

[4] Yazı boyunca “küresel ısınma” yerine “iklimsel değişim” terimini kullanacağız. Çünkü her ne kadar iklim değişikliği bugün ısınma şeklinde görülse de, bu değişiklik belli bölgelerdeki sıcaklıklarda düşüşlere de neden olacaktır.

[5] http://www.icsu-scope.org/downloadpubs/scope29/statement.html

[6] http://en.wikipedia.org/wiki/James_Hansen

[7] http://arch.rivm.nl/env/int/ipcc/pages_media/SRCCS-final/SRCCS_Chapter2.pdf


[asd1]Ppm mi ppmv mi???

Biyoyakıtlar: Kurtarıcı mı Yok Edici mi?

Haiti’nin başkenti Port au Prince’de hayat pahalılığını ve gıda fiyatlarındaki artışı protesto eden insanlar kent merkezindeki birçok cadde ile çevresini, otomobil lastikleri yığarak ve büyük ateşler yakarak denetim altına aldılar. Başkanlık sarayına yaklaşmak isteyen göstericileri ise, Haiti’deki BM’ye bağlı askerler göz yaşartıcı gaz kullanarak ve havaya ateş açarak durdurdular. Amerika Kıtası’nın en yoksul ülkesi olan 8.5 milyon nüfuslu Haiti’de yaşanan şiddet olaylarında en az 6 kişi ateşli silahlarla öldürüldü, 40 kadar kişi de yaralandı.

HAİTİ’DE NE OLDU?

Peki, 30 yıl önce neredeyse tüm pirinç ihtiyacını kendisi karşılayan Haiti, nasıl oldu da bugün pirinç kıtlığı ile karşı karşıya kaldı? Aslında Haiti’de yaşananlar, Türkiye’de tarım alanında yaşanmakta olanlardan çok da farklı değil. Tarihleri ve isimleri değiştirdiğimizde, Haiti’de yaşananların bize yabancı olmadığı açıkça görülmektedir.

1986 yılında, diktatör Jean Claude, iktidarı ele geçirmesinin ardından IMF’den 24.6 milyon dolar borç aldı. Ancak IMF, bu borcun karşılığında, pirinç üreticilerine verilen desteği azaltması ve Haiti pazarını diğer ülkelere açmasını şart koştu. Bu durum sonucunda, Haitili üreticiler, Miami pirinci olarak adlandırdıkları ithal pirinçle (pirincin büyük kısmı ABD’den ithal ediliyordu) rekabet edemez duruma geldiler. Bir kısmı “gıda yardımı” olarak ülkeye giren ithal pirinç, bir süre sonra Haiti pazarını tamamen ele geçirdi.

İthal edilen pirinç, Haiti’de üretilenden çok daha ucuza mal oluyordu. Üretici köylüler hızla işlerini kaybetmeye başladılar. İşlerini kaybeden köylüler şehirlere göç etmeye başladı. Bu yıkım yetmiyormuş gibi, 1994 yılında ABD, IMF ve Dünya Bankası (DB), Haiti’nin pazarı tamamen ithal gıda maddelerini açması yönünde baskı yaptı. Sonuç, “pirinç savaşları” ve kaybedilen hayatlar oldu.

Bugün Haiti, dünyanın en yoksul ülkeleri arasında yer alıyor. Uluslararası Kalkınma Ajansı’nın raporuna göre, kişi başı yıllık gelir ortalama 400 dolar. Birleşmiş Milletler (BM) verilerine göre ise, Haiti’de yaşam süresi 59 yıl. Halkın yüzde 78’inden fazlası günde 2 dolardan, yarıdan fazlası ise 1 dolardan daha az kazanıyor.

 

HAİTİ YALNIZ DEĞİL

Türkiye’de de, 2000 yılında uygulamaya giren tarım politikasıyla üretim kısılmaya başlandı. Yine IMF ve DB önerisiyle, Türkiye’de, gübre, yem üreten, süt ve et işleyen KİT’ler özelleştirildi. Bu politikalar sonucu Türkiye gıda maddelerini ithal etmeye başladı. Mısır, Filipinler, Kuzey Kore, Senegal gibi ülkelerde de gıda krizine karşı sinyaller verilmekte ve olası bir kıtlığa karşı halklar uyarılmaktadır. Bir anda patlak veren krizin nedenleri arasında kaynak sorunu gösterilmektedir. Dünyanın yarısından fazlasının tarım ülkesi olduğunu göz önünde tutarsak, kaynak sorunu olmadığını anlayabiliriz. Birleşmiş Milletler Gıda Ve Tarım Örgütü’nün (FAO) verilerine göre, son yıllarda kişi başına gıda üretimi artmış durumda. Buna rağmen dünyanın pek çok yerinde açlık görülmesinin nedeni ise, bütün ülkelerdeki yoksulların gelirinin düşüklüğüdür. Yani sorun, bir kaynak sorunu değil, bir eşitsizlik sorunudur. BM Çevre Programı Başkanı Achim Steiner bile, bugün gezegenimizdeki herkes için yeterli gıdaya sahip olduğumuzu, ama insanların gıdaya ulaşmak konusunda sıkıntı yaşadığını itiraf etmek durumunda kaldı.

Dünyada 1 dolardan daha düşük günlük kazançla yaşamak zorunda kalan insanlar da sadece Haitililer değil. The Economist dergisinin raporuna göre, dünya çapında bir milyar insan günde 1 dolardan az kazanıyor. 850 milyondan fazlası da açlıkla karşı karşıya. Bütün dünyayı etkisi altına alan “gıda krizi”, ekonomistler tarafından “sessiz tsunami” olarak adlandırılıyor. Geçtiğimiz yıl, buğday fiyatları yüzde 77 ve pirinç fiyatları yüzde 16 artarken, Ocak ayından bu yana pirince yüzde 141 zam geldi.

DB Başkanı Robert Zoellick, 33 ülkenin, artan gıda fiyatları nedeniyle “toplumsal ayaklanma” tehlikesiyle karşı karşıya olduğunu söyledi. Bu ülkelerde hükümetlerin ellerinden geldiğince duruma hakim olmaya çalıştıklarını söyleyen Zoellick, buna karşın, daha geniş tabanlı sosyal patlamaların yaşanabileceği uyarısında bulundu. FAO’nun Genel Müdürü Jacques Diouf da, ailelerin gelirlerinin yarısından fazlasını gıdaya harcadığı yoksul ülkelerde toplumsal istikrarsızlığın büyümesi riski bulunduğunu söyledi. Diouf, “Fiyatların yükselmesi yüzünden tüm dünyada durum çok ciddi bir hal aldı. Mısır, Kamerun, Haiti ve Burkina Faso’da isyanlar baş gösterdi” dedi. Diouf, “Gelirlerinin yüzde 50 ila 60’ını gıdaya harcayan ülkelerde bu kargaşanın yayılması riski var” diye uyarıda bulundu. Bu “uyarılar” karşısında hükümetler de gereken “önlemleri” almakta gecikmediler: Hükümetler genel olarak ithalatı sınırlandırmaya yönelirken, Pakistan ve Filipinler gibi kimi ülkelerin hükümetleri ise gıda güvenliği konusunda “askeri” önlem aldılar. Pakistan tahıl ambarlarını korumak için güvenlik güçlerini görevlendirirken; Filipinler’de Devlet Başkanı Gloria Macapagal Arroyo sübvanse edilmiş tahıl satışlarının yönetimini M-16 tüfekli birliklere devretti ve stokçuları ömür boyu hapisle cezalandırmakla tehdit etti. Aynı zamanda dünyanın en büyük pirinç ithalatçısı olan Filipinler, dünyanın en büyük ihracatçısı Vietnam’dan stokları garanti etmesini istedi. Çin, Vietnam, Hindistan, Pakistan ve Kamboçya pirinç ithalatını frenledi. Ekmek fiyatlarının bir kerede yüzde 35 arttığı Mısır’da, orduya ait fırınlarda özel sübvanse edilmiş un ile ekmek üretimine geçildi; Peru’da buğday ve mısır alınamadığı için patatesten ekmek yapılmaya başlandı. Hindistan ve Vietnam dışarıya pirinç satımını durdurdular. Filipinlerde hükümet lokantalarda yemeklerin yanında verilen pilavın yarım porsiyona düşürülmesini önerdi.

Ancak tüm “uyarı” ve “önlemlere” rağmen, Haiti’nin yanı sıra Burkina Faso, Kamerun, Mısır, Gine, Meksika, Fas, Senegal, Özbekistan ve Yemen’in de aralarında bulunduğu çok sayıda ülkede artan gıda fiyatları ve hayat pahalılığına karşı halk sokaklara döküldü.

 

Krizin sebepleri neler?(Büyük Harf)

Her ne kadar ABD Başkanı George W. Bush gıda krizinin nedenini Hindistan ve Çin gibi ülkelerde yaşayan insanların daha fazla pirinç yemeye başlaması olduğunu söylese de, gerçekler ve bilim insanları bu görüşte değil. Krizin asıl nedenlerinden ilki, aşırı kâr amaçlı kapitalist üretim nedeniyle başlayan iklimsel değişim. Birçok bölgede yaşanan seller ve ciddi kuraklıklar nedeniyle hasatlarda önemli düşüş gerçekleşiyor. İki, hatta üç kez yapılan pirinç ekimi, son yıllarda birçok bölgede bir, en fazla iki kez yapılabildi. İkincisi ise, büyük gıda ve tarım tekellerinin iklim değişimi nedeniyle hasılatın düşeceği ve fiyatların artacağı üzerinden yaptıkları spekülasyonlar. Üçüncüsü, değişik tarım bitkilerinin DNA belirlenmesiyle birlikte tohumlar üzerine yapılan patent başvuruları ve bunun üzerine dönen spekülasyonlar. Yüz milyonlarca orta ve küçük üretici ekecek tohum bile bulamaz hale getirildiler. Dördüncüsü ise, mısır gibi temel gıda maddelerinden etanol ve biyodizel gibi akaryakıt elde edilmesi için yapılan planlar ve bunun üzerinden yapılan ek spekülasyonlar. 1998 yılında değişik mali sermaye kuruluşları gıda sektörüne yönelik spekülasyonlar için 10 milyar dolar ayırırken, bu miktar, “Money Week” dergisinin haberine göre, 2007 yılında 148 milyar dolara yükseldi.

Sadece ABD, bir yıl içinde, 300 milyon tondan fazla mısırdan etanol üretmeyi hedefliyor. Değişik Avrupa ülkelerinde ise, mısırın yanı sıra buğdaydan da akaryakıt yapılması için çalışmalar devam ediyor. Bu ise, her yıl yüz milyonlarca ton mısır ve buğday gibi temel gıda maddelerinin piyasalardan çekileceği anlamına geliyor. Mısır veya buğday ekilecek alanlar sınırsız olmadığı için, enerji tekelleri tarafından piyasalardan çekilen mısır ve buğday, tarımda krize neden olarak sayılan diğer etkenlerle birlikte insanlığın nasıl bir geleceğe doğru ilerlediğini gösteriyor; bu, milyonlarca hatta milyarlarca insanın aç kalmasına neden olacaktır.

 

Tahıl için enerjiden enerji için tahıla(Büyük Harf)

Gıda krizine neden olan faktörleri yukarıda kısaca sıraladık. Ancak bu yazı çerçevesinde, son ayların en çok tartışılan konularından biri olan biyoyakıtlar üzerinde duracağız. Konunun boyutlarını ortaya koymak için birkaç istatistik daha verelim: Avrupa, kara araçlarında yakıt ihtiyacının 2010’a kadar yüzde 5.75’ini, 2020’ye kadar da yüzde 20’sini biyolojik kaynaklardan karşılamayı öngörüyor. ABD, yılda 35 milyar galon biyoyakıt üretimi hedefliyor. Bu hedefler, kuzey yarımkürenin tarımsal üretim kapasitesini katbekat aşıyor. Bu durumda, Avrupa’nın ekilebilir topraklarının yüzde 70’ini bu alana seferber etmesi, ABD’nin ise mısır ve soya mahsulünün tamamını etanol ve biyoyakıta dönüştürmesi gerekir. Böylesi bir dönüşüm, kuzey ülkelerinin gıda sistemini alt üst eder. Bu nedenle, Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü (OECD) üyeleri, ihtiyaçlarını karşılamak için güney ülkelerine yöneliyorlar.

Endonezya ve Malezya, Avrupa biyoyakıt pazarının yüzde 20’sini karşılayacak düzeyde palmiye dikimini hızla artırıyor. Brezilya’da, daha şimdiden, tarıma elverişli toprakların biyoyakıt üretimine ayrılan kısmı, İngiltere, Hollanda, Belçika ve Lüksembourg’un toplam alanına eşit; hükümet, şeker kamışı üretimine ayrılan alanı beş katına çıkarmayı öngörüyor. Brezilya’nın hedefi, 2025 yılına kadar dünya benzin tüketiminin yüzde 10’unun yerini doldurmak.

Biyolojik yakıt alanına seferber edilen sermaye ve ilgi de hızla artıyor, yayılıyor. Son üç yılda, bu alandaki risk-sermaye yatırımları sekiz katına çıktı. BP’nin California Üniversitesi’ne yaptığı yarım milyar dolarlık sübvansiyonun yanı sıra, büyük petrol şirketleri, tahıl ve otomobil üreticileri, genetik mühendisliği ile güçlü ortaklık anlaşmaları yapıyor: Archer Daniels Midland Company (ADM) ve Monsanto ortaklığı, Chevron ve Volkswagen, BP, Dupont ve Toyota gibi…

 

AB çark ediyor(Büyük Harf)

8 Şubat 2006 Çarşamba günü, Avrupa Komisyonu tarafından yapılan çağrıda, “sera gazı emisyonları ve petrol ve gaz ithalatına olan bağımlılığı azaltmanın yanı sıra yeni istihdam yaratılmasına yardımcı olmak amacıyla” biyoyakıt kullanım ve üretimini teşvik edici tedbirler öneriliyordu. Fakat başta iklimsel değişim ve petrol krizi gibi hayati konularda kurtarıcı olduğu iddia edilen biyoyakıtlar, ne oldu da, BM Gıda Hakkı Raportörü Jean Ziegler’in, dünyada büyük miktarda biyoyakıt üretiminin “insanlığa karşı işlenen suç” olduğu yorumu yapmasına neden oldu?

AB, Komisyonu’nun çevreden sorumlu üyesi Stravros Dimas, neden “Biyoyakıt özendirme politikasının yol açacağı sorunları öngöremedik” diyor ve Meksika örneğini vererek, gıda fiyatlarının artacağına ve yağmur ormanlarının tahrip edileceğine dair kaygılardan bahsediyordu?

İngiltere Başbakanı Gordon Brown da benzer bir açıklama yaparak, “politikalarımızı gözden geçireceğiz” dedi ve ekledi: “İngiltere’nin yanı sıra başta ABD olmak üzere bütün ülkeler biyoyakıtlar konusunda bir gözden geçirme yapmak zorunda. Eğer bunu yapmazlarsa, gıda fiyatları yükselmeye devam edecek.” Uluslararası Enerji Ajansı’nın Baş Ekonomisti ve Ekonomik Analiz Bölümü Başkanı olan Fatih Birol, gelinen noktayı “at arabası” örneği ile açıklıyor. “Eskiden tarımda verimliliği artırmak için enerji kullanırdı, şimdi enerji için tarım yapılıyor. Böyle tersine bir durum var ama öncelikle önemli olan, insanların karnının doyması. O nedenle atı arabanın önüne koşmak lazım, arkasına değil.

 

Biyoyakıt çevreye faydalı mı?(Büyük Harf)

Biyoyakıt üretimi ile yaşanan gıda krizi arasındaki ilişkiyi ele almadan önce, biyoyakıtların teşvik edilmesinde temel faktörlerden biri olan biyoyakıt-çevre ilişkisine bakalım. Biyoyakıtlar gerçekten iklimsel değişimi durdurabilme yeteneğine sahip mi acaba? Yukarıda da belirttiğimiz gibi, AB, karbon salınımlarını azaltmak için ulaşımda biyoyakıt kullanım oranının 2020’ye kadar yüzde 10’a çıkarılması kararı almıştı. Ancak bilimsel raporlar, bazı biyoyakıtların karbon emisyonlarını neredeyse hiç azaltmadığı uyarısında bulunmuştu. Raporlarda, bazı biyoyakıtların yağmur ormanlarının tahrip edilmesine ve gıda fiyatlarının yükselmesine yol açabildiği de vurgulanmıştı.

Bilim insanları, biyoyakıtların, sera etkisine yol açan gaz salınımlarının daha az olduğunu belirtiyor, ancak ekliyorlar: Biyoçeşitliliğe ve tarım alanına verdikleri zararın faturası çok daha yüksek. İsviçre’de bir enstitünün araştırmasında, yakıt olarak kullanılan 26 farklı biyoyakıttan 21’inin ürettiği sera gazlarının, benzine kıyasla, yüzde 30’dan daha fazla azaldığı gözlendi. Fakat, en az 12 biyoyakıt, çevreye fosil yakıtlardan daha fazla zarar verdi. Bunlar arasında, ekonomik açıdan dikkat çeken ABD’deki mısır etanolü ve Brezilya’daki şeker kamışından üretilen yakıt da bulunuyor.

 

Sera gazını azaltmıyor(Büyük Harf)

İngiltere Parlamentosu’nun Çevre Denetim Komisyonu da, biyoyakıtların sera gazlarının salınımını azaltmak üzerinde bir etkisi olmadığını, pahalı olduğunu ve çevreye zarar verdiğini savundu. Komisyon, otomobillerden salınan gazların çok daha ucuza ve çevreye maliyeti çok daha düşük olacak şekilde azaltılabileceğini belirtti.

Oxfam adlı uluslararası yardım kuruluşunun biyoyakıt politika danışmanı Rob Bailey, AB’nin geçtiğimiz yıllarda almış olduğu, ulaşımda kullanılan yakıtların yüzde 10’unu “yenilenebilir” enerji kaynaklarından karşılama hedefinin tehlikelerine dikkat çekiyor. Bailey, bu hedef çerçevesinde toprakların kullanımında gerçekleşecek değişim nedeniyle 2020 yılında karbon salınımının yüzde 70 artacağını vurguluyor. Zengin ülkelerin biyoyakıt üretiminde kullanılan tarım ürünlerindeki vergileri azaltması ve destek vermesini de eleştiren Bailey, bir ürünün gıda değerinde daha değerli bir karşılığı bulunması halinde o ürünün artık gıda olarak kullanılamayacağını söylüyor. Yani zengin ülkeler, hem iklimsel değişimi daha kötü bir boyuta taşıyorlar, hem de tahıl ürünlerini ve tarım alanlarını gıda üretiminden kopararak, fakirlerin ekmeğini çalıyorlar.

Biyoyakıtların çevreye olan etkilerinde birkaçını şöyle sıralayabiliriz:

-1. Biyoyakıt üretimi nedeniyle yok edilen ormanlardan kaynaklanan yangınlar, nemli, verimli toprakların çoraklaşması, topraktaki karbon kaybı…

. Her bir ton palmiye yağı en az petrol kadar karbon gazı yayıyor.

. Tropikal ormanlarda tarıma açılan alanlarda yetiştirilen şeker kamışından üretilen etanol, aynı miktarda benzinin üretimi ve kullanımından bir buçuk kat daha fazla sera gazı salıyor.

. Greenpeace’in bilim sorumlusu Doug Parr, yeryüzündeki karbon dengesiyle ilgili şunları söylüyor: “Hâlâ mevcut olan ilkel ormanları yok ederek, yalnızca yüzde 5 oranında biyoyakıt üretirsek, karbon kazanımının tamamını kaybederiz.

. Yakıta yönelik endüstriyel tarım, petrol kökenli gübrelerin büyük ölçüde yayılmasını gerektiriyor. Bu gübrelerin yıllık tüketimi (şu an yaklaşık 45 milyon ton), dünyadaki biyolojik azot miktarını iki kat artırdı. Bu durum da, küresel ısınma açısından, karbondioksitten 300 kez daha tehlikeli bir sera gazı olan nitrat oksidin yayılmasına yol açtı.

. Yakında biyoyakıtların büyük bir bölümünü sağlayacak olan tropikal bölgelerde, kimyasal gübrelerin küresel ısınmaya etkisi, dünyanın diğer bölgelerine oranla on ilâ yüz kat daha fazla olacak.

. Bir litrelik etanol üretimi 3 ila 5 litre temiz su gerektiriyor ve 13 litre kirli su üretiyor. Bu kirli suyu kullanabilir hale getirmek için 113 litreye tekabül eden doğal gaz enerjisi gerekiyor. Bu yüzden, bu sular, çoğunlukla olduğu gibi nehirlere akıtılarak çevre kirliliği yaratıyor.

. Yakıta yönelik tarımın hızla artmasının bir sonucu da, özellikle soya üretiminde –Arjantin ile Brezilya’da yılda hektar başına 12 ton, ABD’de 6.5 ton– erozyon vakalarının giderek ciddi bir tehdit haline gelmesine yol açıyor.

. 1998 yılında kimya alanında Nobel ödülü alan Alman bilim adamı Hartmut Michel, biyoyakıtın da yarı yarıya fosil enerji barındırdığı için karbondioksit salınımına neden olduğunu savunuyor. Michel buna örnek olarak etanol üretiminde gübreleme, ulaşım ve alkol damlatması için fosil yatırımına ihtiyaç duyulmasını ve bunun da benzinle çalışan otomobillerin ürettiği kadar karbondioksit salınımına neden olmasını gösteriyor.

.

. Biyoyakıtı savunanlar ne diyor?(Büyük Harf)

Biyoyakıtları savunanlara göre, ekolojik açıdan kötü durumdaki topraklarda gerçekleştirilen üretim, çevrenin korunmasına destek oluyor. Ancak 200 milyon hektarlık tropikal orman, otlak ve bataklık alanlarını “kötü durumdaki topraklar” olarak tanımlayan Brezilya hükümeti de böyle düşünüyor galiba. Halbuki söz konusu alanlar, yerliler, fakir köylüler ve büyük baş hayvan yetiştiricilerinin yaşadığı, çok zengin bir biyolojik çeşitliliği olan ekosisteme sahip topraklar. Zaten Topraksız Köylü Hareketi (MST) de Brezilya’daki biyoyakıt üretiminin durdurulması için mücadele ediyor. MST’nin Beşinci Ulusal Kongresi’nde 18 bin delege, “köylüler ve tarım emekçilerinin çevrenin korunması ve enerji alanında egemenliğin korunması amacıyla tarımsal yakıt üretimine karşı savaşılması” kararı aldı. 
Brezilya’nın biyoyakıtlarının yüzde 40’ı soya üretiminden sağlanıyor. NASA’ya göre, soya fiyatları yükseldikçe, Amazon’un yağmur ormanlarının yok oluşu da hızlanıyor. Endonezya’da biyoyakıt üretiminde kullanılan palmiye ağacı ekiminin giderek artması, bölgedeki orman kaybının temel sebebi. 2020 yılında bu alan 16.5 milyon hektara ulaşarak üç katına çıkacak ve orman alanlarının yüzde 98’inin kaybolmasına yol açacak. Endonezya’nın komşusu Malezya (dünyada birinci palmiye yağı üreticisi), şu ana kadar tropikal ormanlarının yüzde 87’sini kaybetti ve yılda yüzde 7’lik bir oranla ormanlarını tarıma açmayı sürdürüyor.

Bir diğer görüş de, biyoyakıt üretiminin tarımsal kesimin kalkınmasını sağlayacağı yönünde. İddia şöyle: “Tropikal bölgelerde, ailesel tarım yapılan 100 hektarlık bir alan 35 kişi için bir iş imkânı demektir. Aynı alanda palmiye veya şeker kamışı ekimi on, okaliptüs iki, soya ise bir buçuk kişi için iş yaratıyor.” Yakın zamana kadar, biyoyakıtlar, yalnızca yerel pazarlara gönderiliyordu. ABD’de bile, etanol üreten nispeten ufak fabrikaların büyük çoğunluğu çiftçilere aitti. Yani yukarıdaki iddianın gerçeklik payı olabilirdi. Fakat günümüzde yaşanan hızlı artışla büyük sanayi şirketleri devreye girdi ve üretimi merkezileştiren devasa bir yeni ekonomi yarattı. Bugün, petrol ve tahıl şirketleriyle, genetiği değiştirilmiş (GM) tarımsal ürün üreticileri, biyoyakıtların fiyatlarının belirlenmesinde gittikçe büyüyen bir rol oynuyor. Cargill ve ADM dünya tahıl pazarının yüzde 65’ini elinde tutuyor, GM ürünlerin pazarınıysa, Monsanto ve Sygenta kontrol ediyor. Yerel biyoyakıt üreticileri, bütün girdi ve hizmetlerde, giderek daha fazla örgütlü büyük şirket ittifaklarına bağımlı olacak. Muhtemelen küçük tarım üreticileri, pazardan ve topraklarından çıkmaya zorlanacak. Yüz binlerce çiftçi, şimdiden Brezilya’nın güneyi, kuzey Arjantin, Paraguay ve Bolivya’nın doğusundaki 50 milyon hektarlık “soya imparatorluğuna” kaydırıldı.

 

Çözüm tartışmaları(Büyük Harf)

Birleşmiş Milletler’e (BM) bağlı Gıda ve Tarım Örgütü’nün (FAO) ev sahipliğinde, 3 Haziran’da, İtalya’nın başkenti Roma’da bir araya gelen devlet başkanları, küresel gıda krizine “çözüm” ararken, temel tartışma konusu, yine biyoyakıtlardı. Bu konuda, BM Genel Sekreteri Ban Ki-moon, ABD’ye, biyoyakıt üretimine yönelik destekleri kaldırma çağrısı yaptı. Zirve öncesinde bir konuşma yapan Ban, “Bugün kelimenin tam anlamıyla faturayı ödüyoruz. Eğer bu sorunu tüm yönleriyle ele almazsak, ekonomik büyümenin, sosyal gelişimin ve hatta politik güvenliğin etkilenmesi gibi dünya çapında bir dizi krize neden olabilir” dedi.

BM’nin gıda krizi zirvesinde, biyoyakıtların krizin sorumluları arasında gösterilmesi olasılığı ise, biyoyakıt üretimi yapan uluslararası şirketleri tedirgin etti. Zirvenin başlamasından bir gün önce, FAO Başkanı Jacques Diouf’a bir mektup gönderen ABD, Kanada ve Avrupalı biyoyakıt şirketleri, “biyoyakıtlar hakkında dünya liderlerinin acele bir kınama mesajı yayınlamamaları” çağrısında bulundular. Brezilya ise, zirve boyunca şeker kamışından ürettiği biyoyakıtların küresel ısınmaya karşı iyi bir silah olduğunu öne sürdü. Mısır kaynaklı biyoyakıt üreten ABD de, üretimin durdurulması çağrılarına karşı koydu. Böylece sonuç bildirgesinde, sadece “biyoyakıtların ortaya koyduğu fırsatlar ve zorlukların araştırılması” çağrısına yer verildi. AB’nin tarım arazilerinde biyoyakıt üretiminin gıda fiyatlarını yükseltmesini, gıda üretimini kaydırmasını, çiftçileri diğer tarımsal faaliyetleri yerine biyoyakıt üretimine yönlendirmesini engellemek için ne tür adımlar atacağı bilinmiyor. Yani çözüm yine bir başka bahara kaldı: Dünya işçilerileri ve halklarının sonuç alıcı mücadelelerine…

uluslararası durum ve görevlerimiz

 

 

Uluslararası Marksist Leninist Örgütler Konferansı’nın son birkaç oturumunda yapılan tartışmalar ve ortaya çıkan sonuçlar üzerinden hazırlanan “Siyasal ve Örgütsel Platform” geçtiğimiz Kasım ayında yayınlandı. Konferans’a katılan partiler tarafından 10’un üzerinde ülkede aynı anda yayına hazırlanan kitap, Türkiye’de de Evrensel Basım Yayın tarafından “Uluslararası Durum ve Görevlerimiz” başlığıyla yayınlandı*.

Platform’da, temel olarak iki noktadan gelen saldırılara yanıt veriliyor. Bu yanıtlar, bir yandan emperyalizmin işçi sınıfına yönelik saldırılarını karşılarken, diğer yandan da liberal “sosyalist” akımların yol açtığı kafa karışıklığını ortadan kaldırmayı amaçlıyor. Şimdi, bu “çift taraflı” saldırıları ve Platform’da yer alan yanıtları tek tek ele alalım:

 

YENİ DÜNYA DÜZENİ

Yeni dünya düzeni, 1990 yılında bu iki olgu ekseninde; kuşkusuz olgular ya örtbas edilerek ya da anlamları tümüyle çarptırılarak ilan edilmişti: Ekonomik krizler, sınıf çatışmaları, emperyalist baskılar, silahlanma yarışları, dahası devrimler ve savaşlar artık tarihte kalacak; dünya, adil paylaşma, kalkınma ve refahın egemen olduğu bir uyum ve barış adası olacaktı vs.!” (s. 24)

Ancak bu iddianın kocaman bir yalandan ibaret olduğu, Platform’un ilk iki bölümünde ayrıntılarıyla ortaya konuyor. “Sermayenin küreselleştiği ve sömürge paylaşımının sona erdiği” tezleriyle “emperyalistler arasında yeni çatışmaların değil karşılıklı anlaşmaların yaşanacağı” iddiaları da boşa çıkmıştı. “a. Büyük mihrakların, ekonomik güçleri ile pazar ve etki alanları arasındaki önceki dönemden devralınmış oransızlıkların; b. Bu ekonomiler ve bunlara bağlı grupların güçleri, büyüme ve gelişmeleri arasındaki eşitsizliklerin dünyadaki gidişatı tersine çevirecek sonuçlar doğurması kaçınılmazdı. Kısaca söylemek gerekirse; dünyanın bir ‘adalet ve barış adası’ olması ve büyük ekonomik güçlerin gönüllü veya gönülsüz ‘barışık’ kalması olanaksızdı. Nitekim, dünya işçi ve halklarına karşı saldırıların bir dalgaya dönüşmesi bir yana; bu iki olgu, gene iki yönü bulunan bir mücadelenin giderek su yüzüne çıkmasının temeli de olmuştur: a- kapitalist grupların, rakiplerini başta kendi merkezleri, dünya pazarında saf dışı bırakmak, tüm pazarı ele geçirmek; b- başlıca emperyalist ülkelerin, etki alanlarını genişletmek, giderek tüm dünyaya egemen olmak üzere giriştikleri rekabet ve mücadeleler. Tekelci kapitalist grup ve büyük emperyalist ülkelerin, dünya pazarını ve tüm dünyayı ‘yeniden fethetme’ mücadelelerinin gündemin ön sıralarında yer tutması kaçınılmazdı.” (s. 28)

Yeni dünya düzeninin (YDD) “ticaret serbestisi”, “barışçı rekabet”, “uyum ve paylaşma yoluyla kalkınma” gibi iddialarının anlamlarını yitirdiği ifade edilen Platform’da, “serbest ticaret” ve “pazarların liberalleşmesi” üzerine hâlâ anlaşma imzalasalar da, koruma önlemleri yanında, gelişmiş ülke hükümetlerinin ülkelerinin küresel çıkarları ve etki noktaları sorunlarıyla giderek daha fazla meşgul olur hale geldikleri vurgulanıyor.

Yugoslavya’nın parçalanması, Afganistan ve Irak’ın işgali ile birlikte ortaya atılan “önleyici savaş doktrini” ve “uluslararası terörizme karşı savaş” gibi gelişmeler, bir “barış adası” olacağı söylenen dünyayı, her an patlamaya hazır yanardağlarla dolu volkanik bir ada haline getirmiş bulunuyor. Savaşların yanı sıra, dünyanın dört bir yanında yaşanan ekonomik ve siyasi krizler de, YDD’nin ne menem bir şey olduğunu defalarca gösterdiler.

Geride kalan on beş yıllık dönemde; bir yanda ekonomik ve sosyal saldırılara, öte yanda ise emperyalist müdahale, savaş ve işgallere karşı olmak üzere, ‘yeni düzen’in bağrında iki yönde gelişen bu mücadelelerin gösterdiği en temel şey şu idi: Sovyetler Birliği ve Doğu Bloku’nun çöküşü ile öne sürülenin aksine dünya, kişi, sınıf ve halkların ‘barış adası’ olmamıştı. Öte yandan o sadece, kapitalist grup ve emperyalist ülkelerin kavgaları ve işçi sınıfına ve halklara saldırıların bir arenası olarak da kalmayacaktı. Zira onu karakterize eden en önemli olgulardan biri de, kuşku yok ki, dünya işçi sınıfı ve bağımlı ülke halklarının, sermaye ve emperyalizme karşı düşe kalka ilerleyen mücadele ve direnişleri olmuştu.” (s. 47)

 

İŞÇİ SINIFININ ROLÜ

İddia odur ki; bir yandan küreselleşme ile dünya artık “büyük bir köy” haline gelirken, diğer yandan da kol emeği eski önemini kaybetmektedir. Artık fabrikalarda işçilerin yerine robotlar çalışmakta, ekonominin temelini kol emeği de bilgisayarlar ve piyasalar oluşturmaktadır. Bu iddianın ikinci kısmı da, tıpkı ilk kısmı gibi, asılsız ve temelsiz bir yalandan ibarettir kuşkusuz. Ancak iddianın ikinci kısmı, birinci bölümden farklı ve belki de daha tehlikelidir. Çünkü bu kısım, sadece emperyalistler tarafından değil, kendilerine “sol”, “sosyalist” ya da “sosyal demokrat” ve hatta “Marksist” diyen birçok çevre tarafından da sahiplenilmektedir.

Bu iddiaya verilen yanıt ise, Platform’un, kendini diğer platformlardan ayırmasında kullanacağı temel argümanlardan birini oluşturmaktadır. Daha sonra ele alacağımız, anti-emperyalist mücadele, ulusal hareketler, sendikalar içinde çalışma ve işçi sınıfı partisinin rolü ve önemi gibi konularda Platform’un görüşlerinin anlaşılabilmesi, “işçi sınıfının rolü” ve neden “temel devrimci sınıf” olduğunun kavranmasıyla yakından bağlantılıdır. 21. yy’da umudunu hâlâ işçilere bağlamanın “geri kafalılık” olarak değerlendirildiği, “her renkten”, her tabakadan halk hareketine bel bağlanması gerektiğini savunan “özgürlükçü sosyalistler”in türediği bir dünyada, işçi sınıfının önemi üzerine vurgu yapmak Platform’un olmazsa olmaz bir parçasını oluşturmaktadır.

İşçi sınıfının rolünün değiştiği ve devrimci niteliğini kaybettiği iddiası, iki temel üzerine oturtulmaktadır. Bu temeller, Platform’da şu şekilde ifade edilmektedir:

Sosyalizmin, Sovyetler Birliği’nin ve Doğu Bloku’nun çöküşüyle özdeşleştirilmesi, ‘teknolojik yeteneksizlik’ ve ‘donmuşluk’la suçlanması ayrı bir sorundur. İşçi sınıfını inkara yönelen bu saldırı, ‘teknik devrim’ ve ‘sonuçları’na dayandırılmıştır ve öyle de yürütülmektedir. Sermayenin muhafazakar, liberal ya da sosyalist, istisnasız tüm siyasal akımlarının propaganda faaliyetine şu veya bu şekilde yön veren görüş; bilimsel teknik devrimin, sanayi toplumunun sınırlarını bütün alanlarda ‘aştığı’ ve toplumu, insanlığın ‘sanayi ötesi’ni temsil eden ‘bilgi toplumu’na daha şimdiden ‘dönüştürdüğü’ görüşüdür: İşçi sınıfı, temel bir sınıf olarak artık tarihe aittir; nüfusu hâlâ kalabalık olsa da, ‘bilgi toplumu’nda bu ‘sınıf’a temel bir yer yoktur; zira o artık, üretimde basit bir öğe olan bir yığından başka bir şey değildir!” (s. 64)

Ancak gerek bilim ve teknikteki ilerlemenin gerekse “sermayenin küreselleşmesi”nin işçi sınıfını küçülteceği, önemini azaltacağı ve sonunda da yok edeceği iddiası, gerçeğin tam tersini söylemek anlamına gelmektedir. Gerçekte, kapitalizm, işçi sınıfının daha da büyümesine ve öneminin artmasına neden olmaktadır. İşçi sınıfının tamamen ortadan kalkması ise; ancak sınıfın karşıtının, yani burjuvazinin, bizzat işçi sınıfı tarafından ortadan kaldırılmasıyla mümkün olacaktır. O zaman da, bilim ve teknolojideki gelişmeler işçiyi sömürmek için değil, işçinin hayatın diğer alanlarında da söz sahibi olabilmesi için kullanılacaktır.

Bilim ve teknikteki gelişmelerin işçi sınıfını yok edeceğine dair iddialar ise, bizzat günümüzde yaşanan örnekler tarafından çürütülmektedir. “Öncelikle vurgulanmalıdır: bilim ve teknikteki ilerleme; makinelerin işçinin yerini alması ve işçi emeğine duyulan ihtiyacın azalması anlamına gelir ve bu yönde bir rol de oynar. Buna karşın teknik devrim, bugün aynı zaman içinde; (suni olarak şişirilmiş ya da gerçek) yeni ‘ihtiyaçlar’ın ortaya çıkması ve yeni sanayi ve iş dallarının oluşmasının olanaklarını da taşır. Bu ise kuşku yok ki, ‘çalışan nüfusun büyümesi’nin bir eğilim olarak teşvik görmesi demektir. Kısaca söylemek gerekirse: eğer önü kriz veya başka etkenlerle kesilmezse, işçi sınıfının çalışan kitlesinin; a- kısmen ekonomilerdeki gelişme ve b- kısmen de işçi hareketinin ilerlemesi ve yeni mevziler kazanması sonucunda büyümeye geçmesi kaçınılmazdır.” (s. 66) Bu noktada, özellikle gelişmiş ülkelerde yaşayanlar için, teknolojinin gelişimiyle ülkedeki işçi sayısında ters orantı olduğu izlenimi oluşabilir. Ancak bu durum, tüm dünya genelinde bakıldığında, gerçeğin ters yüz edilmesinden başka bir şey değildir. Çünkü, kökeni gelişmiş ülkelerde olan ve bu ülkelerdeki sermaye sahipleri tarafından kurulmuş bulunan büyük şirketler, her ne hikmetse (!), teknolojinin gelişkin olduğu kendi ülkelerinde değil de, teknolojinin daha geri olduğu özellikle uzak Asya’daki ülkelerde fabrika açmayı tercih etmektedirler.

İşçi sınıfının devrimci nitelik ve yeteneklerine gelince: bunlar ona herhangi bir teori ya da ideoloji tarafından ‘ihsan edilmiş’ nitelik ve yetenekler değildir; o, bu nitelik ve yeteneklerini, üretim içindeki yeri, üretim araçları karşısındaki konumu ve makineli sanayi temelinde örgütlenmiş bir sınıf olmasından alır.” (s. 71) Bu pasajda da açıkça belirtildiği üzere, işçi sınıfının sahip olduğu devrimci rol, ne ona Marksistler tarafından yapılmış bir yakıştırmadır, ne de kapitalistler tarafından üzerinden çekilip çıkarılabilecek bir elbisedir. İşçi sınıfı, sanayi devrimi ile birlikte doğmuş bir sınıftır ve ancak karşıtını da kendisi ile birlikte yok edeceği komünist devrimle birlikte ortadan kalkacaktır.

 

TEK ÜLKEDE DEVRİM

Küreselleşen dünyada” diye başlayan tahlillerin bir bölümü –en azından soldan gelenleri– şöyle bitmektedir: “mücadele de küresel olmalıdır”. Kuşkusuz bu ifade tamamen yanlış değildir. Ancak kuşkusuz eksik bir ifadedir. Temelinde, tek ülkede devrimin başarılı olamayacağı fikrinin kaynağı olan Troçkist unsurlar barındıran bir ifadedir. Açık ki, her ülkenin işçi sınıfı, uluslararası işçi sınıfının bir parçasıdır ve tek tek her ülkedeki mücadele, uluslararası mücadele ile birleşmeli ve ortak hareket edebilmeyi başarmalıdır. Ancak kendi ülkesinde iktidarı ele geçirmek de, o ülkenin işçi sınıfının görevidir. Proleter devrimin bir dünya devrimi haline gelebilmesi için, öncelikle kendi ülkesindeki devrimi başarmaya yönelmiş olması gerekmektedir: “İşçi sınıfının herhangi bir ülkedeki bir bölüğü, eğer ülkesinde devrimi ve iktidar için mücadeleyi temel almıyorsa, onun dünya devrimi ve enternasyonalizmden söz etmesi demagojiden başka bir şey değildir. Kim ne derse desin; dünya devriminin organik bir parçası olarak gelişen bir devrimi ilerletmek ve örgütlemekten daha temel ve daha enternasyonalist bir görev yoktur.

Öte yandan, “devrim” kavramının kendisi de birçok çevre tarafından çarpıtılmış, aslından uzaklaştırılmıştır. Ya sosyalizm devrimden arındırılmış ya da sermayeyle boğuşmayan veya devrimi hedeflemeyen “sosyalizm” kavramları icat edilmiştir. “Komünist, sosyalist ve işçi adlarıyla liberal ‘sosyalist’ akımı oluşturan partilerin sosyalizm ve devrim anlayışları, hükümet ortağı veya hükümet kuran bu tür partiler elinde, son on beş yılda denenmiştir.* Dolayısıyla da açıkça görülmüştür: liberal sosyalist akımların mücadele ve ‘devrim’ anlayışları, ‘sermayeye uyum’a sıkı sıkıya zincirlenmiş bir anlayıştır. Oysa, işçi sınıfı açısından devrim, sermayeyi devirecek ve kendini egemen sınıf haline getirecek bir harekettir. Sermayenin gerçekten devrilmesi ve işçi sınıfının egemen sınıf olması için: hükümetlere girmek ya da hükümet kurmak yetmez; bunun için, devlet iktidarının işçi sınıfı tarafından ele geçirilmesi zorunludur.” (s.79)

 

SENDİKAL HAREKET

Buraya kadar, insanlığın kurtuluşu için tek dayanağın işçi sınıfı olduğu ve işçi sınıfın da, bu amaca, ancak bilimsel sosyalizmin ışığı altında ulaşabileceğini, Platform’dan yaptığımız uzun alıntılarla ele aldık. Peki, işçi sınıfının bu amaca giderken kullanacağı araçlar, yardımına başvuracağı güçler nelerdir? Kuşkusuz gidilecek rotanın doğru belirlenmiş olması önemlidir. Ancak sağlam bir pusula ve gemiyi yürütecek ekip olmadan, hedeflenen noktaya varmak pek de kolay olmayacaktır. “…başarı bir çırpıda elde edilemez; dahası, stratejik hedeflere ‘düz bir yol’dan geçilerek ulaşılamaz. İşçilerin devrime ilerlemesi için: taktik bir anlayış; kitlelerin gündelik mücadelesine katılma tutumu; yani daha küçük hedeflere sahip eylem ve örgüt biçimleri hayati bir zorunluluktur. Kitle mücadelesinin en temel koşullarından biri; ajitasyon ve eylem sloganlarını, işçi ve halk hareketinin ve canlı hayatın aktüel bilgisine (verili sınıf güç ilişkilerine) dayandıran taktik bir anlayışın varlığıdır.

İşçi sınıfının hedefine ulaşmasında kullanacağı en etkin silah ise, kuşkusuz sendikalardır. Sendikalar, (tüm zaaflarına karşın) bir yandan işyerlerindeki koşulların düzeltilmesi için kapitalistlerle, bir yandan da eski kazanımlarını kaybetmemek için hükümetlerle işçilerin mücadele etme alanlarıdır. “Sendikalar işçi sınıfının sermaye karşısındaki en önemli ve bugün ‘rakipsiz’ birleşme ve mücadele merkezleridir. Sendikaları bu nitelikleri ile tanımak; Uluslararası Komünist Hareket ve mensubu M-L parti ve örgütlerin işçi sınıfı ve işçi hareketi karşısındaki pozisyonlarını tayin eden en önemli zorunluluklardan biridir. Örgütlendikleri sendikalarda çalışılmadığında; işçilere ve taleplerine katılma ve sermaye karşısındaki mücadelelerine destek olmaktan tek bir söz bile edilemez. Bürokrasinin egemenliği; kendi başına, sendikaları işçi örgütleri olmaktan çıkarmayacağı gibi, onlara katılmamanın bir ‘kriteri’ de olamaz.” (s. 87)

Sermayeye karşı mücadelede olduğu gibi, sendika bürokrasisine karşı mücadelede de başarının güvencesi, işçilerin örgütlü gücüne dayanmaktadır. İşçi sınıfı partisi için sendikalar, işçilerin kendi yönettikleri örgütler olarak tanımlanmaktadır. Ancak, bazı sendikalar, diğerlerine göre daha geri pozisyonda hatta tamamen sendikal bürokrasinin denetiminde olabilirler.  … buna karşın işçi sınıfı partileri, işçilerin az çok istikrarlı bir şekilde katıldıkları tüm (kitlesel) sendikalara katılırlar. Ne var ki işçi partileri, genel bir kural olarak; sendikaların daha ileri bir çizgi üzerinde birleşmesi veya işçilerin daha ileri olan sendikalarda toplanması için mücadele etmekten de asla geri kalmazlar. Fakat böyle de olsa, sendikal hareketin gelişmesi ve sendikaların birleşmesi için en hayati faktör, gene de, farklı sendikalara bağlı işçilerin, işyerlerinde oluşturdukları ortak mücadele örgütlerine dayanarak, sendikaları işbirliğine, giderek birleşmeye zorlamalarıdır.” (s. 90)

 

EMPERYALİZME KARŞI MÜCADELE

Liberal sosyalistlerin emperyalizm ve “küreselleşme” karşısında tutumları, emekle sermaye arasında uyum ve diyalogdan yana aldıkları tutumdan farklı değildir. “Küreselleşme”nin “kaçınılmazlığı” ve “faydaları” hakkındaki liberal söylemler, “Avrupa Birliği işçilerin ortak mücadelesine zemin yaratmaktadır” ve “emperyalizme karşı mücadele işçilere kurtuluş getirmemektedir” gibi ifadelerle açığa çıkmaktadır. Bu söylemler, bir yandan işçi sınıfının emperyalizme karşı mücadelesini bulanıklaştırırken, diğer yanda da ulusal kurtuluş mücadelelerini değersiz ve gereksiz saymaktadır.

Bu noktada, iki gerçeği gözden kaçırmamak gerekmektedir. Birincisi; “sınıflara bölünmüş ama aynı zamanda, emperyalizm tarafından ezen ya da ezilen ulus olarak da konumlandırılmış olan ulusu; bağımsız, demokratik ve sosyalist bir ulus olarak yeniden örgütlemek” ve ikinci olarak da, “tekelci kapitalizm ve emperyalizmin temelli yıkılması ve nihai olarak tasfiyesi için, genelde kapitalizmin yıkılması ve tasfiyesi perspektifi ile hareket etmek”. (s. 96)

Tutarlı bir ulusal özgürlük mücadelesinin öncüsü de işçi sınıfı olmalıdır, ancak böyle olmadığı durumlarda, uluslararası işçi hareketinin tutumu, ulusal hareketleri ve hükümetleri desteklemek, onların emperyalist güçlere karşı güçlenmeleri, daha tutarlı ve ileri mevziler kazanmaları için yardım etmek olmalıdır. “İşçi sınıfı partisi için; bu tür hareketlenme ve hükümetleri destekleme süreci, aynı zamanda: halk yığınlarının ulusal özgürlük ve demokrasi deneyim ve bilincinin gelişeceği; orta sınıfın tutarsızlıklarını aşarak, emperyalizme karşı daha tutarlı bir platforma yöneleceği ve gözlerini işçi sınıfına çevireceği bir süreçtir.” (s. 101)

 

İŞÇİ SINIFININ YÖNETİCİSİ OLARAK PARTİ

İşçi sınıfını zafere götürecek rotanın doğru belirlenmesinden ve bu rotayı izleyecek gemide bulunması gereken pusula ve gemiyi yürütecek ekipten bahsetmiş; bunlar olmadan hedeflenen noktaya varmanın pek de kolay olmayacağını söylemiştik. İşte, bu rotanın sonundaki hedefe başarıyla ulaşılabilmesinin en büyük garantisi, işçi sınıfının bir parçası ve yöneticisi olan sınıf partisidir. Bağımsız bir parti olarak örgütlenmiş işçi sınıfının sermayeyi devirmesi ve egemen bir sınıf olarak örgütlenmesi kaçınılmaz olacaktır. Tam da bu nedenle, sermayenin bütün saldırıları, işçi sınıfının bağımsız bir partide örgütlenmesini engellemeye yöneliktir. Bu saldırılar, bazen sınıf partilerinin çalışmasını çeşitli yöntemlerle engellemek şeklinde olurken, bazen de partilerin içini boşaltmak şeklinde olmaktadır. “Zira partisi boyun eğmediği ve örgütü bozulmadığı takdirde, işçi sınıfının uzun süre aldatılması veya bastırılması olanaksızdır.” (s. 112)

Uluslararası Komünist Hareket ve mensubu Marksist-Leninist parti ve örgütler, işçi sınıfının devrimci ve bağımsız partisini, işçi hareketi ile sosyalist (M-L) hareketin birliği olarak görürler. Bu, diğer şeylerle birlikte; toplumsal dinamiğin işçi sınıfı olduğunu, Marksizm-Leninizmi özümseyerek anlayan aydın ve genç aydınların; işçi sınıfına katılma amacıyla, bu sınıfı örgütleyen ve yöneten ileri, bilinçli işçilerle birleşmeleri anlamına gelir.

 

SONUÇ

Platform’da ele alınan sorunlar ve çözüm yolları ışığında bir çalışma yapıldığında, işçi sınıfı partisinin ve işçi sınıfı mücadelesine katılmış bir kişinin atacağı her adım, bu sorunların aşılması ve hedefe ulaşılması yolunda atılmış bir adım olacaktır. Gerek işçiler, gerekse kadınlar, gençler, aydınlar, köylüler ya da anti emperyalist halk hareketleri içinde verilen mücadelelerde, yapılan işin, sadece o alanla sınırlı olmadığı unutulmamalıdır. Sorunun ve çözümün uluslararası boyutlu olduğu hiçbir zaman gözden kaçırılmamalı; ancak çözümün de, temel olarak, sorunun yaşandığı bölgenin dinamikleri üzerinden yükselmesi gerektiği bilinciyle hareket edilmelidir. Kazanılan her mevzi, bilinçlenen ve sendikada ya da kendi partisinde örgütlenen her işçi, emperyalizme vurulan bir darbedir.

Platform’da ele alınan konular bu kapsamda değerlendirilmelidir.


* Tüm alıntılar Uluslararası Durum ve Görevler adlı kitaptan alınmıştır. Evrensel Basım Yayın, Kasım 2007

* Dünya genelindeki kimi “sosyalist” partilerin devrim ve sosyalizm anlayışları, Özgürlük Dünyası’nın Şubat sayısında ele alınmıştı.

ekim devrimi’nin 90. yılında sosyalizm “tartışmaları”

 

 

2007 sonbaharı, pek çok ülkede Ekim Devrimi’nin 90. yılı nedeniyle düzenlenen etkinliklere tanıklık etti. Ayrıca dünyanın dört bir yanındaki her renkten komünist partiler Ekim Devrimi’ne ait makaleler yayınladılar. Bu makalelerde, genel olarak, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin (SSCB) ve sosyalizmin insanlık açısından kazanımlarına ve tarihsel önemine vurgu yapıldı. Ancak sosyalizmin uğradığı –kuşkusuz ki geçici– yenilgiye ve SSCB’nin yıkılmasına dair analizlerde, Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nin 20. Kongresi’nden itibaren uygulamaya koyulan kapitalizmin yeniden inşasına yönelik politikalara değinilmedi. Partilerin büyük çoğunluğu tarafından yayınlanan makalelere bakılırsa, ne olmuş nasıl olmuşsa koca devlet iki yıl içinde (1989–1991) yıkılmıştı!

Ekim Devrimi’nin 90. yılı dolayısıyla düzenlenen etkinliklerden biri de, 3–5 Kasım 2007 tarihleri arasında, Beyaz Rusya’nın başkenti Minsk’te yapıldı. Minsk, faşist Alman ordusu tarafından neredeyse tamamen yakılıp yıkılmış bir şehir. Ama bu yıkım, “her işte bir hayır vardır” sözünü de akla getiriyor. Çünkü Nazi Almanya’sının yenilgiye uğratılmasından sonra ve Sovyetler Birliği tarafından yeniden inşa edilen Minsk, bir şehrin nasıl kurulması gerektiği konusunda muazzam bir örnek ortaya çıkarmış. Minsk, yeşil alanlarıyla, insan odaklı kent planıyla, sosyalist üretim modelinin izlerini taşıyan tarım kolektifleriyle ve Ekim Devrimi’nin yıldönümü olan 7 Kasım’ın resmi tatil olarak kutlandığı tek başkent olmasıyla, sosyalist mirasın en fazla korunduğu şehirlerden biri olsa gerek.

SSCB, SOSYALİZM VE ÇİN

58 ülkeden 71 partinin katıldığı toplantıda sunulan tebliğler, çeşitli “komünist” partilerin SSCB’ye ve sosyalizme bakış açılarına dair fikir edinmek açısından faydalıydı. Toplantıya katılan partilerin büyük çoğunluğu, SSCB’yi kuruluşundan yıkılışına kadar bir bütün olarak değerlendirirken, benzer bir yaklaşımın sonucu olarak; Çin, Vietnam, Kuzey Kore ve Küba gibi ülkeleri de bugünün sosyalist ülkeleri olarak kabul ettiklerini açıkladılar.

Toplantıya sunulan tebliğlerin hemen hemen tamamında yer alan ortak noktalardan biri, SSCB’nin tarihsel rolüydü. Sosyalizmin ve işçi sınıfı iktidarının ilk pratik uygulaması olan Sovyetler Birliği’nin insanlık tarihi açısından önemi ve yeni devrimler ihtiyacına vurgu yapıldı. Ekim Devrimi’nin bir rastlantı olmadığına, Bolşevik Parti’nin devrimdeki rolüne değinilirken, Lenin ve Stalin’in uygulamalarından, birkaç parti dışında, genellikle övgüyle bahsedildi. Sovyetler’in önderliğinde toplanan Enternasyonal’in diğer ülkelerdeki komünist partilerin güçlenmesinde ve yeni partilerin kurulmasındaki etkinliğine dikkat çeken bazı partiler ise, bugün benzer bir gücün olmamasının komünist hareket açısından bir dezavantaj olduğunu ifade ettiler. Partilerin büyük bir kısmı, komünist partiler arasındaki ilişki ve dayanışmanın artırılması ve yeni bir Enternasyonal kurulması için çalışmalara başlanması gerektiğini söylediler.

Ancak bir yandan Çin, Vietnam, Küba ve Kuzey Kore gibi ülkeler sosyalist ülkeler olarak değerlendirilirken, diğer yandan SSCB’nin ardından dünyada sosyalist bir ülkenin bulunmaması nedeniyle komünist hareketin zor durumda kalmasından yakınılması, bu partilerin çelişkilerinden birini oluşturuyordu.

Rusya Federasyonu Komünist Partisi (RFKP) adına konuşan parti başkanı Gennady Zyuganov, dünya nüfusunun yüzde 40’ının komünist partilerin iktidarda ya da hükümet ortağı olduğu ülkelerde yaşadığını iddia etti. Zyuganov’a göre, bu sayının önemli bir kısmını Çin Komünist Partisi (ÇKP)’nin iktidarda olduğu “sosyalist Çin” oluşturuyordu. Gerek toplantıya sunulan tebliğlere, gerekse toplantı esnasında Çin Komünist Partisi’ni temsil eden heyete verilen öneme bakıldığında, Çin’in, birçok parti tarafından sosyalist ya da en azından “sosyalizme giden yolda ilerleyen bir ülke” olarak değerlendirildiği açıkça ortadaydı.

Toplantıda konuşan ÇKP temsilcisi ise, Ekim ayında gerçekleştirdikleri son parti kongresinde yeni bir yönetim belirlediklerini, Çin’de hayat standardını artıran ve gelir dağılımındaki dengesizliği azaltan yeni reformların hazırlığı içinde olduklarını, sosyalist ekonomi kurallarıyla pazar ekonomisini birleştirdiklerini söyledi. Hele kapitalist küreselleşmenin bunca vurguyla ve başlıca pazar ekonomisi (piyasa) yüceltisiyle tek seçenek olarak ilan edildiği günümüzde, tarihsel olarak önce Buharin ve sonra Mao’nun “kapitalizmle sosyalizmin bütünleşmesi” tezine dayanan “sosyalizmle pazar ekonomisinin birliği” ne demekse… Öte yandan geçtiğimiz Ekim ayında 17. Ulusal Kongresi’ni toplayan ÇKP’nin Parti Tüzüğü’nde yaptığı değişiklikler ise, ülkenin sosyalizme doğru değil, aksine hızla kapitalist bir ülke olarak gelişip ilerlediğini kanıtlıyor. ÇKP Genel Sekreteri ve Devlet Başkanı Hu Jintao tarafından Kongre’ye sunulan raporda ele alınan temel başlıklardan bazıları şunlardı:

“Kalkınmaya bilimsel yaklaşım, reformların ve dışa açılmanın devamı, artan gelir eşitsizliğini düzeltme, parti içi demokrasinin artırılması ve yöneticilik görevlerinde komünist olmayanlara daha fazla yer verilmesi”.

“HATA”DA ISRAR ETMEK

Halen 3 milyon “işadamı” (burjuva) üyesi olan ÇKP’nin hem bu sayının hem de parti yönetiminde komünist olmayanların sayısının artması yönündeki kararını “sosyalizme giden yol”da atılan bir adım olarak değerlendirmek pek de inandırıcı görünmüyor. SSCB 20. Kongresi’nin ardından, devlet mülkiyeti ve merkezi planlama yerine grup mülkiyeti ve giderek piyasanın belirlediği planlama dönemine geçilmesini eleştirmeyerek, SSCB’nin çözülüp yıkılışını 89–91 arasına sıkıştıranlar, aynı “hatayı”, bu kez de hem de daha “ileriden” Çin için yapıyor gibiler. Çin’de kapitalizmin inşasına dair Sovyetler’dekine benzeyen ama çok daha büyük boyutlu olan adımları “sosyalizmden geriye dönüş” olarak değil, aksine, “sosyalizme giden yol” olarak değerlendirenler, Çin’in “resmen” kapitalizmi ilan etmesiyle birlikte, 91’dekinden daha küçük ölçekli olsa da benzer bir “şok”la karşı karşıya kalacaklar. Ölçek “küçüklüğü”, bir “ilk”in gerçekleşmiyor oluşu ile ilgili olduğu kadar, zaten hiçbir zaman sosyalist inşaya girişmemiş olan Çin’in, ekonomisinin uluslararası tekellerle içli dışlılığı, borsası, Dünya Ticaret Örgütü üyeliğiyle ve bir avuç pirinç lapasına çalıştırılmaya varan işçi sınıfı üzerindeki yoğun sömürüyle sahip olduğu kapitalist iktisadın, bizzat onu “sosyalizme giden yol”da değerlendirenler de dahil, herkes tarafından – söylenenler ne olursa olsun – bilinip algılanıyor olmasıdır. Çin’in bir gün komünizmi suçlayarak parti ve devletin adını değiştirmesi, kesin ki, kimseyi SSCB’nin çöküp dağılması kadar şaşırtmayacak!

Bugün yaşanan olayları analiz etmeden, sadece ismindeki ve bazı söylemlerindeki “komünist, sosyalist” gibi ifadelere aldananların elinden, bu durum oluştuğunda, “ne oldu da koskoca ülke iki yıl içinde yıkılıp gitti” diye görünüşte bir yakınmaktan başka bir şey gelmeyecektir. SSCB’nin ardından Çin’in de “yıkılması” ise, komünizm karşıtı propagandacıların eline belki bir miktar koz daha verecektir. Kimi “komünist” partiler tarafından bile sosyalist bir ülke olarak nitelenen Çin’in yıkılması, “Sosyalizmin hayatta kalması mümkün değil. Bu iş artık bitti.” mealindeki saldırıların daha fazla –en azından bu iddiada olanların saflarında– yaygınlaşmasına da dayanak oluşturacaktır. Öte yandan benzer yaklaşımlar, az ya da çok, Küba, Kuzey Kore ve Vietnam için de söylenebilir kuşkusuz. Ama bu ülkeler hakkında yapılan değerlendirmeleri burada bırakarak, SSCB üzerine Minsk’te söylenenlere geri dönelim.

KAPİTALİST YENİDEN İNŞA SÜRECİNE BAKIŞ

“Kalkınmaya bilimsel yaklaşım” ya da “sosyalist ekonomi kurallarıyla pazar ekonomisinin birleştirilmesi” gibi isimler altında ekonomiyi kapitalizme teslim eden Çin’i hala sosyalist olarak değerlendiren partilerin benzer bakış açısını, SSCB tarihine bakışlarında da görebiliyoruz.

Minsk’te yapılan toplantıya sunulan tebliğlerde, SSCB 20. Kongresi sonrasında başlayan kapitalizmin yeniden inşasına dönük derinlikli analizlerin yapılmadığını söylemiştik. Bu konuda Vietnam Komünist Partisi tarafından sunulan tebliğ ise, hem sosyalizme hem de SSCB’ye bakışlarını yansıtması açısından anlamlıydı: “Bize göre, perestroyka [Gorbaçov tarafından başlatılan “reform” programı] ve reformlar kaçınılmazdı, ancak çöküş kaçınılmaz değildi. Bu, sadece belirli bir modelin uzun ve kısa süreli, iç ve dış nedenlerden –ki bunların arasında en önemlisi, politik ilkelerle yönetici partinin ideoloji ve örgütlenmesindeki hatalardı– dolayı çöküşüydü. Düşman güçler tarafından alelacele ortaya atılanın aksine, bu durum ‘komünizmin ölüm fermanını vermek’ anlamına gelmez.”

Bu alıntının ilk cümlesinde açıkça görüldüğü gibi, “reform” olarak adlandırılan kapitalizmin yeniden inşası girişimlerini kaçınılmaz olarak değerlendiren zihniyetin, bugünkü Çin’i sosyalist olarak nitelendirmesinden daha doğal bir şey olamaz. Bu noktada, Lenin’in “Sol” Komünizm Bir Çocukluk Hastalığı adlı eserinde yaptığı uyarılar, hem 20. Kongre sonrası Sovyetler Birliği, hem de Çin üzerine yapılan değerlendirmelere ışık tutuyor: “Proletarya diktatörlüğü, yeni sınıfın kendisinden daha güçlü olan bir düşmana karşı, devrilmesiyle (bu devrilme tek bir ülkede olsa da) direnme gücü on misline çıkan burjuvaziye karşı, en kahramanca ve en acımasız savaşıdır. Burjuvazi gücünü sadece uluslararası sermayenin gücünden, burjuvazinin uluslararası bağlarının kuvvet ve sağlamlığından almaz; burjuvazi gücünü, aynı zamanda alışkanlıklardan, küçük üretimden alır; çünkü ne yazık ki, dünyamızda hala pek, pek çok büyük miktarda küçük üretim vardır; oysa küçük üretim durmadan, her gün, her saat, kendiliğinden ve geniş ölçülerde, kapitalizmi ve burjuvaziyi doğurur. Bütün bu nedenlerden ötürü, proletarya diktatörlüğü zorunludur ve uzun bir savaşı, kıyasıya, amansız bir savaşı, kendine hakimiyeti, disiplini, sağlamlığı, tek ve yenilmez bir iradeyi gerektiren bir ölüm-kalım savaşını göze almadan, burjuvaziyi yenmek mümkün değildir.”

Lenin’in ısrarla üzerinde durmasına rağmen, “özel mülkiyetin ortadan kaldırılması” ve “proletarya diktatörlüğü”nün kurulması yönünde bir çaba göstermeyen, aksine atılan adımlardan da geri dönen SSCB ve ÇKP yönetimlerinin ne “sosyalizmle” ne de “sosyalizme giden yol”la alakalı oldukları apaçık ortadadır.

PROLETARYA DİKTATÖRLÜĞÜ, DEMOKRASİ VE STALİN

Proletarya diktatörlüğü, sosyalizmde demokrasi ve Stalin’in uygulamaları ise, Minsk’teki konferansta ele alınan diğer konuların arasında yer alıyordu. Bu konular hakkında yapılan değerlendirmelerde genel olarak, “proletarya diktatörlüğü ve Stalin’in uygulamalarını eleştirmek” adına yürütülen anti-sosyalist akımın aldığı tutum eleştirildi. Toplantı boyunca Stalin aleyhine tek konuşma Moldova Komünist Partisi’nden geldi. Stalin döneminde Moldova’da kurulan yönetimin demokratik olmadığını, üstten belirlendiğini, bu yüzden de halkın desteğini alamadığını söyleyen, Stalin dönemindeki “hatalar”dan söz eden ve “demokratik sosyalizm” isteyen Moldovalı “komüniste” yanıt ise, Stalin’in kendi topraklarından çıkmasından gurur duyduğunu söyleyen Gürcistan Birleşik Komünist Partisi temsilcisinden geldi. Gürcü temsilci, Stalin’den yaptığı alıntılarla proletarya diktatörlüğünün gerekliliğini işaret ederken, SSCB’nin dağılmasının da Stalin’in ölümüyle başladığını sözlerine ekledi. Yine Bulgaristan Komünist Partisi adına söz alan temsilci de, Leninist parti modeline karşı yaratılmaya çalışan “alternatif” parti modellerini hedefine aldığı konuşmasında, bu akımlara örnek olarak anarşizm ve Troçkizm’i gösterdi.

Son yıllarda kurulan halkçı hükümetler ve “21. yy sosyalizmi” tartışmalarıyla gündeme gelen Güney Amerika ülkelerinden gelen temsilcilerden Bolivya Komünist Partisi temsilcisi, “Stalin, sosyalizmin yükselmesinde önemli bir rol oynadı. Ne yazık ki, yeniden inşa adı altında Stalin karşıtlığı yükseltildi” derken; Brezilya Komünist Partisi temsilcisi ise, “Her ülkenin komünist partisi kendi ülkelerine özgü taktik ve program belirleyebilir, ama sosyalizm enternasyonaldir.” diyerek, sosyalizmin temel ilkelerinin yüzyıla ya da ülkeye göre değişmeyeceğinin altını çizdi.

SONUÇ

Minsk’te toplanan “Komünist ve İşçi Partileri Konferansı” için bir sonuçtan bahsetmek pek mümkün değil aslında. Daha önceki yıllarda “sonuç deklarasyonu”nda yer alacak kavramlar üzerinden yükselen tartışmaların bir “sonuca” bağlanamaması, bu toplantıların herhangi bir sonuç deklarasyonu yayınlamadan sonuçlanmasına yol açmış durumda.

Toplantının Ekim Devrimi’nin yıldönümüne denk gelmesi ve bu nedenle de sunulan tebliğlerin tek bir konu üzerinde yoğunlaşmış olması, partilerin görüşlerinin –temel hatlarıyla da olsa– ortaya çıkması bakımından önemliydi. Kuşkusuz bu tür toplantılarda her partinin kendi görüşlerini söyleyip yerine oturması ve hiçbir partinin diğer partinin konuşması hakkında olumlu ya da olumsuz bir görüş belirtmemesi, toplantının “sonuçsuz” kalmasının nedenlerinden birini oluşturuyor. Ancak, “özgürlükçü sosyalizm”, “21. yy sosyalizmi” ve “dünya sosyalizmi” gibi kavramlara genel olarak eleştirel bir dille yaklaşılması, belki de bu topluluk açısından umut verici bir gelişme olarak değerlendirilebilir.

 

2009’da hiçbir şey eskisi gibi olmayacak

2009’da hiçbir şey eskisi gibi olmayacak

MEHMET ÖZER

 

2008 yılı, kapitalizm ve onun ideologları açısından özel olarak değerlendirilecek, üzerinde düşünülüp ders çıkarılacak bir yıl olarak geride kaldı. Kuşkusuz kapitalizmin her mevkideki savunucuları, 2008’de yaşananları bir kez daha gözden geçirerek, 2009’a dair planlar yapacaklardır. Ancak kapitalizme ve emperyalizme karşı mücadele eden halklar, uluslararası işçi sınıfı, gençler, kadınlar ve bu güçlerin örgütleri de derinlikli bir 2008 değerlendirmesi yapmalıdır.

Geçtiğimiz yıl, birçok açıdan önemli gelişmelere şahit oldu. Kapitalizmin vaat ettiği, ilan ettiği ya da tehdit ettiği ne varsa, kim varsa, hepsinde durum tersine döndü. Çok kullanılan bir ifadeyle özetlersek; 2008 yılında, gün geçmedi ki, kapitalizm tokat yemesin…

2008’in son günlerinde Beyaz Saray sözcüsü Tony Fratto’nun da söylediği gibi, ABD’yi (ve tabii ki, diğer emperyalist güçleri) zor bir yıl bekliyor. Tabiri caizse, kapitalizmin elebaşları bir enkaz devralmaya hazırlanıyor. Bu enkazı tekrar ayakları üzerine oturtup oturtamayacaklarını ise, onlara karşı verilen mücadelenin gücü ve birlikte hareket edebilme yeteneği belirleyecek.

 

2008’İN KIRILMA NOKTALARI

Geçtiğimiz yıl, dünyanın farklı bölgelerinde yaşanan ve birbirinden farklı ya da bağımsız gibi görünen olaylar ve gelişmeler, aslında aynı şeyin işaretini veriyordu. Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı.

Eskisi gibi olmama halinin ilk belirtileri, emperyalizmin kalbi olan ABD’de ortaya çıktı. Ocak ayında başlayan ABD başkanlık yarışında, dikkatler, “Irak’taki ABD askerlerinin geri çekilmesi” gibi vaatlerle ortaya çıkan Demokrat aday Barack Obama’ya çevrildi. “Değişim”, “Yapabiliriz” gibi sloganlarla ortaya çıkan bu pop yıldızı görünümlü başkan adayı, yılın sonunda yarışı kazandı. Obama 44. ABD Başkanı oldu, ama eline geçen, yüzyılın en büyük ekonomik krizinin başlangıç noktasından başka bir şey olmadı. Ekonomik kriz konusuna ileride değinmek üzere, 2008 yılı içindeki kırılma noktalarını kronolojik olarak ele alalım.

GREVDEN DİRENİŞE YUNANİSTAN

2008’in Şubat ayında, Yunanistan’da işçi ve emekçiler, sosyal güvenlik hakları için alanlara çıkmaya, 24 saatlik genel grevler örgütlemeye başladılar. Grevlerin yüksek katılımla gerçekleştiği komşuda, yürüyüşlere gençliğin katılımı dikkat çekiyordu. Orta öğrenimden üniversitelere kadar öğrenci örgütleri boykotlar düzenliyor, binlercesi alanlara çıkıyordu. Yunanistan’daki bu hareket, belki Sosyal Güvenlik Yasa Tasarısı’nın parlamentoda kabul edilmesine engel olamadı. Ancak artan yoksulluk, geleceksizlik ve hükümete olan güvensizlik, yılın son günlerinde yakılan kıvılcımla bütün ülkeyi ateşe verdi. 6 Aralık akşamı, 16 yaşında bir gencin polis kurşunuyla öldürülmesine verilen yanıt, hükümeti sarsacak boyutlara ulaştı. Fakat, 2008 yılını “sokakta” geçirenler sadece Yunanistan gençliği değildi.

 

GENÇLİK KÜRSÜYÜ SOKAĞA KURDU

Yunanistan’ın yanı sıra, Fransa, İtalya ve Almanya’da hükümetlerin hazırladıkları eğitim “reformları” gençlerin direnişiyle karşılandı. Bu ülkelerde, gençler, adeta bütün bir yılı eylemde, boykotta geçirdiler. Ders kürsüleri sokağa taşındı. Öğrenciler, kendi talepleriyle işçi ve emekçilerin taleplerini birleştirdi. Özellikle genel grev günlerinde düzenlenen yürüyüşlere öğrencilerin katılımı yüksekti.

Bu ülkelerde yaşanan gençlik eylemlerine birkaç örnek verip, 2008 yolculuğumuza devam edelim.

Fransa genelinde, 300 bin kamu emekçisi, öğretmen ve öğrenci Mayıs ayında meydanlardaydı. Yüz binlerce emekçi, Sarkozy ve hükümetinin eğitimi ve kamu sektöründeki saldırılarını protesto etti. Ortaokul ve liselerde greve katılım oranı yüzde 55’leri bulurken, ilkokullarda yüzde 63’e kadar çıktı.

Almanya’da, Kasım ayında, lise öğrencileri dersleri boykot ederek sokağa çıktı. Toplam 40 kentte gerçekleştirilen ve on binlerce lise öğrencisinin katıldığı eylemlerde, elemeci eğitim sistemi yerine herkese tek okul ve parasız eğitim talepleri öne çıktı.

İtalya’da, Ekim ayında Senato’da onaylanarak yasalaşan “eğitim reformu”, okullardaki grev ve ülke genelinde gösteri ve oturma eylemleriyle protesto edildi. Sendikalar ve muhalefetin de desteğiyle, öğrenciler ve öğretim üyelerinin, başkent Roma’da düzenledikleri protesto yürüyüşüne yaklaşık 1 milyon kişi katıldı. Roma’daki yürüyüş ülke genelinden büyük destek görürken, Milano, Torino, Floransa, Bologna gibi kentlerde de protesto mitingleri düzenlendi. Yunanistan’da yaşanan olayların da etkisiyle gençlik eylemlerinin büyümesinden korkan hükümet, reform kararını erteledi. Ancak gençler, yasa tasarısı tamamen geri çekilene kadar eylemlerine devam edeceklerini duyurdular.

 

DÜNYANIN KUTUPLARI KAYIYOR!

2008’in ilk aylarında Avrupa’da ortaya çıkan “yeni” durumlardan biri de, Kosova’nın tek taraflı olarak Sırbistan’dan bağımsızlığını ilan etmesiydi. AB ve ABD bayraklarıyla bağımsızlık kutlamalarının yapıldığı Kosova, 1998 yılında Yugoslavya’ya karşı başlatılan NATO operasyonunun son adımıydı. Kürtlerin en küçük hak taleplerini dahi “bölücülük” olarak değerlendiren Türkiye, ABD ile birlikte, Kosova’nın bağısızlığını tanıyan ülkelerin başında geliyordu.

Kosova-Sırbistan geriliminde ABD ile karşı saflarda yer alan Rusya içinse, durum, birkaç ay sonra farklı bir boyut kazanacaktı. ABD ile Rusya arasında yaşanan gerilim açısından da, 2008, zirvenin yaşandığı bir yıl oldu. Sovyet Bloku’nun dağılmasının ardından ortaya atılan “tek kutuplu dünya” iddiası, Yeni Dünya Düzeni’nin (YDD) 2008’de yerle bir olan iddialarından ilki sayılabilir.

Dünyanın dikkati “komünist” Çin’de düzenlenen Olimpiyat Oyunlarının açılış törenine kilitlenmişken, “eski komünist” Rusya sınırında yaşanan sıcak gelişme, dengeleri altüst etti. Gürcistan’ın ABD destekli devlet başkanı Saakaşvili, destekçisinin Ortadoğu’daki “özgürleştirme” operasyonlarına özenmiş olsa gerek, Güney Osetya’yı “özgürleştirme ve anayasal düzeni yeniden sağlama operasyonu” başlattı. Operasyon kapsamında, Güney Osetya’nın başkenti Tshinvali ağır ateşe tutuldu. Gürcistan’ın Güney Osetya’ya saldırmasının ardından, Rus tankları, Tshinvali’ye hareket etti.

Gürcistan ve Rusya arasındaki çatışmalar devam ederken ABD Başkanı George Bush, Gürcistan’ın toprak bütünlüğünü desteklediğini söyledi. Kosova’nın bağımsızlık kararını ilk tanıyan ülke olan ABD, sıra Güney Osetya ve Abhazya gibi, Rusya’nın “etki alanı”ndaki bölgeye gelince, birden toprak bütünlüğünü savunmaya başlamıştı. Benzer durum, Türkiye için de söz konusuydu. Başbakan Erdoğan da, “müttefiki” Bush gibi, Gürcistan’ın toprak bütünlüğünden dem vuruyor ve her ne kadar o kargaşada kimse umursamasa da, Kafkasya’da “İstikrar ve İşbirliği Platformu”ndan bile söz ediyordu. Ancak Rusya’nın tavrı netti. Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov, “Gürcistan’ın toprak bütünlüğünü unutun. Çünkü Güney Osetya ve Abhazya’yı, tekrar Gürcistan devleti içinde yer alma mantığına zorlama konusunda ikna etmenin imkansız olduğuna inanıyorum” diyerek durumu özetlemişti.

YDD ile tek kutuplulaştırılmak istenen dünya, bir kez daha kutuplaşmaya doğru gidiyordu. Öyle ki, ABD ile araları zaten bozuk olan Latin Amerika ülkeleri, bu gerilimde açıkça Rusya’nın yanında yer aldılar.

 

AMERİKALAR’IN ARASI AÇILIYOR

Bir süre öncesine kadar “arka bahçesi” olan Karayipler ve Latin Amerika, ABD için, son yıllarda dikenli bir patika halini almış durumda. Küba ile başlayan ABD politikalarından kopuş, Venezuela’da Chavez’in iktidara gelmesiyle hız kazanmıştı. 2008 ise, bu ayrılığın zirve yaptığı bir yıl oldu.

Önce Nikaragua, Güney Osetya ve Abhazya’nın bağımsızlığını tanıdı. Ardından Chavez, Gürcistan hükümetini, “Amerikan İmparatorluğuna” dahil olmakla suçladı. Kasım ayında ise, savaş gemilerinden oluşan Rusya filosu, Venezuela ile ortaklaşa gerçekleştirilecek deniz tatbikatına katılmak amacıyla bu ülkeye gitti. Rusya devlet başkanı Medvedev, “Rusya ve Venezuela çok kutuplu bir dünya ve verimli küresel bir güvenlik yapısının kurulması için işbirliğini devam ettirecek” diyerek, dünyanın artık tek kutuplu olmadığını ilan ediyordu.

Yılın son ayında Brezilya’daki Latin Amerika ve Karayip zirvesine ise, ABD çağrılmadı. ABD’nin dışarıda bırakıldığı zirve, ABD ve Avrupa’dan hiçbir gücün katılmadığı en büyük bölgesel toplantı oldu. Latin Amerika ve Karayip ülkeleri liderleri, ABD’den bağımsız bölgesel bir birlik oluşturulması ve ABD’nin Küba’ya uyguladığı ambargoya son vermesi çağrısında bulundu. Venezuela Devlet Başkanı Hugo Chavez de, zirveyi bağımsızlık yolunda bir ilk adım olarak niteledi.

BAHAR BEREKET GETİRMEDİ

Mart ayının sonlarına doğru, Güneydoğu Asya ülkelerinde artan pirinç fiyatları nedeniyle, halk sokaklara dökülmeye başladı. Yaklaşan bir gıda krizinin habercisi olan bu durum karşısında, ABD Başkanı George W. Bush, “Asya ülkelerinde ekonomik düzeyi iyileştiği için daha fazla pirinç tüketen Hindistan ve Çin halklarını” suçladı. Ancak gerçekler ve hatta kendi “silah arkadaşları” bile Bush’u yalanlıyordu.

Birleşmiş Milletler (BM) Genel Sekreteri Ban Ki-moon, küresel gıda stoklarının son yıllardaki en düşük seviyeye ulaştığını, bu durumun fiyatları yukarı ittiğini ve milyonlarca insanı açlığa sürüklediğini söylüyordu. Yaşanan kıtlığa karşı ayaklanmalara ilk kanlı yanıt, bir güney Afrika ülkesi olan Haiti’den geldi. Yoksulluk ve pahalılığı protesto gösterilerine müdahale eden polis, 5 kişiyi öldürdü, 200 kişiyi yaraladı. Haiti’yi, bir başka Afrika ülkesi, Mısır izledi. Bu kez sokağa çıkanlar, Mahlalla’daki tekstil işçileriydi. Günde 11 dolarla yaşamaya çalışan, ucuz ekmek kuyruklarında birbirini öldüren Mahallalıların biraz daha iyi bir yaşam için aldıkları grev kararına, hükümet, polis şiddetiyle yanıt verdi. Grevin bir halk ayaklanmasına dönüştüğü olaylarda, 2 kişi hayatını kaybetti.

Batı Afrika ülkesi Burkina Faso, birçok kentte düzenlenen ve toplam 300 kişinin tutuklandığı eylemlerden sonra, Şubat’ta temel gıda maddelerindeki gümrük vergilerini düşürmek zorunda kaldı. Vergilere ve hayat pahalılığına karşı yürüyüşler düzenleyen ve kamu sektöründeki ücretlerin artırılmasını talep eden sendikalar, 8-9 Nisan’da genel grev gerçekleştirdi.

Şubat ayında, 100’den fazla kişinin hayatını kaybettiği, 1671 kişinin tutuklandığı ayaklanmadan sonra, Kamerun Devlet Başkanı Paul Biya, kamu ücretlerini yüzde 15 artırdığını ve balık, pirinç, yemeklik yağ gibi temel gıda maddelerinde gümrük vergisini kaldırdığını açıkladı.

Güneydoğu Asya ülkelerinden Kamboçya ve Endonezya’da, pirinç fiyatlarındaki dalgalanmalar ve açlık nedeniyle, binlerce insan sokaklara döküldü.

Arjantinli çiftçilerin başlıca gıda ihraç kalemlerine konulan vergilerin artırılmasını protesto için başlattıkları grev, üç hafta sürdü.

Fildişi Sahilleri, Moritanya, Mozambik, Senegal, Özbekistan, Yemen ve Bolivya, açlık ve yoksulluğa karşı kitlesel gösterilere sahne oldu.

BM Gıda ve Tarım Örgütü (FAO), bu ayaklanmaların yayılmasından endişe duyduğunu açıkladı. FAO Genel Müdürü Jacques Diouf, Mısır, Kamerun, Haiti ve Burkina Faso’da isyanların baş gösterdiğine dikkat çektiği Hindistan gezisinde, “ailelerin gelirlerinin yarıdan fazlasını gıdaya harcadığı yoksul ülkelerde toplumsal istikrarsızlığın büyümesi riski bulunduğunu” söyledi.

BM Gıda Hakkı Raportörü Jean Ziegler de, aynı endişeyi taşıyordu. Küresel gıda fiyatları artışının “sessiz bir katliama” yol açtığını söyleyen Ziegler, yoksul ülkelerdeki kitlesel açlığın sorumlusunun Batı olduğunu ifade etti. “Dünyanın zenginliğinin tek elde toplanmasından” küreselleşmenin sorumlu olduğunu ve çok uluslu şirketlerin bir tür “yapısal şiddet” uyguladığını belirten Ziegler, “Eşitsiz ve dehşet verici bir dünya yaratan ve giderek vahşileşen bir borsa simsarları, spekülatörler ve mali haydutlar çetesiyle karşı karşıyayız. Buna bir son vermeliyiz” dedi. Ziegler, yaşanan durumu, Fransız devrimiyle mukayese ederek, “günün birinde aç insanların zalimlere karşı ayaklanacağını düşündüğünü” söyledi.

FAO’nun gıda güvenliği ve dünya çapında yaşanan gıda krizine ilişkin sorunları ele aldığı zirveden de sonuç çıkmadı. Zirvenin sonuç deklarasyonunda, en büyük anlaşmazlık biyoyakıtların gıda fiyatları üzerindeki etkisi üzerine yaşanırken, zirveye katılan ülkeler, gıda üretimini 20 yılda iki kat artırma ve gelişmekte olan ülkelerdeki çiftçilere 6 milyar dolardan fazla yardım yapma taahhüdünde bulundular. Venezüella, Küba, Arjantin gibi Latin Amerika ülkeleri, yoksulluk ve açlıkla mücadele için dile getirilen çözüm önerilerinin deklarasyona yeterince yansıtılamamış olduğunu ve deklarasyonu tatmin edici bulmadıklarını söylediler. Brezilya ise, zirve boyunca, şeker kamışından ürettiği biyoyakıtların küresel ısınmaya karşı iyi bir silah olduğunu öne sürdü. Mısır kaynaklı biyoyakıt üreten ABD de, üretimin durdurulması çağrılarına karşı koydu. Böylece, sonuç bildirgesinde, sadece “biyoyakıtların ortaya koyduğu fırsatlar ve zorlukların araştırılması” çağrısına yer verildi.

Gıda krizinin ele alındığı BM oturumunda söz alan Bolivya Devlet Başkanı Evo Morales, daha önce Venezuela’nın halkçı lideri Hugo Chavez’den duymaya alışkın olduğumuz ifadelerle, gıda krizini yorumladı: “Eğer gezegenimizi kurtarmak istiyorsak, kapitalist sistemi sona erdirmek zorundayız.

GOP’A VEDA BUSESİ

ABD’nin Ortadoğu’yu işgal planı olan “Genişletilmiş Ortadoğu Projesi”nde ilk çatlak, Merkez Kuvvetler komutasında yaşandı. ABD’nin Irak ve Afganistan’daki işgal birliklerinin komutanı Orgeneral William Fallon, Mart ayında görevi bıraktığını açıkladı. Fallon’un bu kararı almasının gerekçesi ise, İran konusunda Beyaz Saray ile fikir ayrılığına düşmesiydi. ABD’nin İran’a yönelik olası bir operasyonunu onaylamayan Fallon için, istifa etmekten başka çare kalmamıştı. Fallon’un yerine atanan Orgeneral David Petraeus, Irak’ta zafer elde edildiğini hiçbir zaman söyleyemeyeceğiz diyordu. Benzer bir itiraf da, Afganistan’daki İngiliz birliklerinin komutanı Tuğgeneral Mark Carleton-Smith’den geldi. Smith, bu ülkede kesin bir askeri zaferin mümkün olmadığını, Taliban’ın ise uzun vadede çözümün bir parçası olabileceğini söyledi.

ABD, içine düştüğü Irak ve Afganistan batağından çıkabilmek için her iki ülkeye de daha fazla işgal gücü gönderiyor, fakat çırpındıkça daha fazla batıyordu. 2008’in son günlerinde, Afganistan’a 30 bin asker daha göndereceğini açıklayan ABD’nin başkanı, kendine yaraşır bir veda partisiyle Ortadoğu’dan uğurlandı. Afganistan’dan önce Irak’a “sürpriz” bir ziyarette bulunan Bush, Irak Başbakanı Nuri el Maliki’yle birlikte katıldığı basın toplantısı sırasında, Iraklı bir gazetecinin saldırısına maruz kalmıştı. Iraklı gazeteci, Bush’a “köpek” diye bağırıp, birer birer ayakkabılarını fırlatmasının hemen ardından, güvenlik güçlerince yakalanmıştı.

Haziran ayında Hamas ve diğer Filistinli örgütlerle İsrail arasında ilan edilen ateşkesin Aralık ayında sona ermesinin ardından, Gazze, bir kez daha kan gölüne döndü. İsrail’in Gazze’ye başlattığı hava operasyonu, dergimiz baskıya girdiğinde hâlâ devam ederken, bir kara operasyonu ihtimalinden söz ediliyordu. ABD yönetiminin Gazze’de yaşanan katliam karşısındaki açıklaması gayet açıktı: 300 kişiyi öldüren, binden fazlasını da yaralayan İsrail değil, Hamas saldırılarına son vermeliydi. İsrail ise, (eğer mümkünse) sivil can kayıpları konusunda dikkatli olmalıydı. ABD’nin Ortadoğu’ya barış getireceğine inanan “saf”ların akıllarını başlarına alması için, daha ne yaşanmalı acaba bu topraklarda?!

VE (KAPİTALİZM İÇİN) SONBAHAR

Neoliberalizme, küreselleşmeye, serbest piyasa ekonomine dair ortaya atılan ne kadar iddia varsa hepsini yerle bir eden ekonomik krizin, ilk olarak, kamyon kasalarında, balıkçı teknelerinde taşındığını söylemek abartı olmaz sanırım.

2008’in sonbaharında, küresel finansal krizin başladığına dair haberler gazetelere manşet olmaya başladı. Ancak bunun sadece finansal bir kriz olmadığının, olayın boyutlarının daha büyük olduğunun belirtileri daha yaz aylarında ortaya çıkmıştı aslında.

Mayıs’ın son günlerinde, İngiltere ve Galler’de, yüzlerce kamyon şoförü yollara döküldü. Son aylarda hızlı bir şekilde yükselen petrol fiyatlarını protesto eden kamyoncular, Başbakan Gordon Brown’ın derhal önlem almasını ya da istifa etmesini istediler. İngiltere’deki kamyoncuların ardından, Fransa, İtalya, Portekiz ve İspanya’da balıkçılar, benzin ve mazot fiyatlarındaki artışı protesto etmek için gösteriler düzenledi ve greve başladıklarını açıkladı.

Kamyoncuların İspanya’daki büyük kentlerde yolları kapatmaları nedeniyle otoyollarda uzun kuyruklar oluştu. Özellikle Katalonya bölgesinde, bütün kamyoncuların greve katılması sonucu, çok sayıda benzin istasyonunda yakıt kalmadı. Otomobil üreticisi Seat, parça eksikliğinden dolayı 1400 aracın üretiminin durdurulduğunu açıkladı.

Petrol fiyatları arttığı için otomobil satışlarının düştüğü gerekçesiyle, işçi çıkarma kararını ilk alan şirket ise, General Motors (GM) oldu. Amerikan otomotiv devi GM, Kuzey Amerika’daki 4 fabrikasını süresiz kapatma kararı aldığı açıklandı. Kapatılmasına karar verilen fabrikalarda 10 bini aşkın işçi çalışıyordu. “Dünya piyasalarında artan ham petrol fiyatları sebebiyle yükselen benzin fiyatları sebebiyle, satışlarında büyük düşüş yaşadığını” iddia eden GM yönetimi, kararın, bir süreliğine değil, kalıcı olduğunu açıkladı. Kapitalizmin finansal bir kriz içinde olduğunun, daha sonra, bu finansal krizin ekonomik bir kriz haline geldiğinin “itiraf” edilmesinden sonra ise, GM, Ford ve Chrysler gibi otomotiv devleri, Beyaz Saray’ın bahçesinde kredi beklemeye başladılar. Eylül ayının sonunda, televizyonda ABD halkına seslenen Bush, “Ciddi bir mali kriz içindeyiz ve federal hükümet buna bitirici bir eylemle karşılık veriyor” diyerek, ABD halkını, 700 milyar dolarlık “ekonomiyi kurtarma planı”na (aslında şirket kurtarma planı) destek vermeye çağırdı. Piyasanın “düzgün işlemediği” uyarısında bulunan Bush, yaygın bir güven kaybı bulunduğuna, belli başlı sektörlerin risk altında olduğuna ve ilk batan bankaların yanı sıra başka bankaların da başarısız olarak, ABD ekonomisini durgunluğa (resesyona) sürüklemekle tehdit ettiğine işaret etti. Bush, “Bunun olmasına izin vermemek zorundayız” dedi.

Bush’un itirafının ardından, bir karamsar açıklama da, İngiltere Başbakanı Gordon Brown’dan geldi. “Dünya, küreselleşme çağının ilk gerçek finansal kriziyle karşı karşıya” diyen Brown, ekonomik krizin üstesinden gelinmesi için yeni bir küresel finansal düzen kurulmasını istedi.

Küreselleşmenin merkezinde yaşanan bu depremin yarattığı hasar ABD’de ve diğer kapitalist ülkelerde açıklanan “kurtarma paketleri”yle tamir edilmeye çalışıldı. Ancak bu çabanın pek de başarılı olmadığı, yine bizzat kapitalizmin ideologları tarafından ilan ediliyordu.

Kurtarma paketlerinin başarısız olması bir yana, böyle bir paketin açıklanması, batan bankaların hisselerinin devletler tarafından alınması, neo-liberalizmin üzerine inşa edildiği özelleştirme ve piyasalaşma kavramlarının tersyüz edilmesi de, sistemin içine düştüğü başka bir krizdi. Öyle ki, ekonomik kriz konusunda, rakibi Cumhuriyetçi aday John McCain’e göre daha halkçı (orta sınıfçı diyelim) vaatlerde bulunan Obama, “sosyalist” olmakla suçlandı! Bush, ABD halkına veda ettiği konuşmada, “piyasaları kurtarabilmek adına piyasa ekonomisine ters düşen kararlar almak zorunda kaldıklarını” söyledi.

Gazetelerde köşeler, “Marx haklı mıydı?” tartışmalarıyla doldu, taştı. Keynes’in öne sürdüğü fikirlerin tekrar geçerli olup olamayacağı tartışıldı. Ancak, bu tartışmalarda eksik kalan yan, Keynes’in ekonomi modelinin içinde bulunduğu “küresel” konjonktürden yalıtılarak değerlendirilmesiydi. Keynes’in, temelde kapitalist unsurların üzerine inşa edilen modeli, Sovyetler’in estirdiği sosyalizm rüzgarının etkisiyle “sosyal devletçi” bir model olarak uygulanmıştı. Yoksa bugün Keynes’in fikirlerini, o zamanki güç dengelerinden yalıtarak, tekrar uygulamaya çalışmak, en fazla Obama’nın “sosyalist” olması kadar gerçekçi olabilir.

Öte yandan, patronların kriz gerekçesiyle başvurduğu ilk yöntem, işçi atmak oldu. Tüm ülkelerde, şirketlerin ardı ardına işçi çıkaracakları haberleri gelmeye başladı. Öyle ki, birer ikişer değil, biner biner işçi atılacağı/atıldığı haberleri, gazetelerde hava durumu verilir gibi, sıradan bir hal almaya başladı.

Yazının başında da söylendiği gibi, kapitalistler ve onları fikir yürütücüleri, bu sonbaharın ardından, ikinci bir bahar yaşamak üzere gereken dersleri çıkarmak için çoktan kolları sıvamış durumdalar. Karşı taraf da, sonbaharı kışa çevirmenin ve kapitalizmi kara, çamura gömmenin hazırlığı içinde olmalıdır.

Bu hazırlığın belirtileri de yok değil aslında. Yaşanan ekonomik krizinin faturasının işçi ve emekçilere kesilmesine karşı, ülkemizde ve diğer ülkelerde eylemler yapıldı. Ekonomik krize karşı ilk genel grevin yapıldığı İtalya’da, ülke genelinde yüz binlerce emekçi greve katıldı. Yunanistan’da ise, Aralık ayında yaşanan polis şiddetine karşı yükselen tepki, (daha önceden planlanan) genel grevle birleşti. Gençlerin talepleriyle işçi sınıfının talepleri, bu grev ve eylemlerde bileşti.

Türkiye’de de, gerek yerel düzeyde, gerekse ülke çapında krize karşı platformlar kuruldu. Bazı sendikalar, eksik ve yanlış yönleri olmakla birlikte, krize karşı alternatif çözüm programları hazırladılar. Ancak bu programların ya da hazırlanacak yeni ve daha “doğru” bir programın uygulanabilir olması, işçi sınıfının talepleri, çıkarları ve mücadele gücü üzerinden yükselecek bir çalışma olup olmadığına bağlı. 2008 yılında yaşananlar ve yılın son aylarında yükselen halk ve işçi hareketi, önümüzdeki yıl, artık, hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağının işaretlerini fazlasıyla taşıyor.

 

Bilim ve Provokasyon

İçinde bulunduğumuz yılın Darwin Yılı olduğu nihayet ülkemizde de hatırlandı. Ancak bu hatırlama, ne üniversitelerimizde yapılan çalışmalar ne de düzenlenen geniş katılımlı etkinlikler sayesinde oldu. Bir kez daha, Türkiye’ye özgü bir şekilde, olumsuz bir olay sonrasında akıllara geldi bu yılın Charles Darwin’e atfedildiği.
TÜBİTAK tarafından yayınlanan Bilim ve Teknik dergisinde son anda yapılan ‘darbe’ ile evrimin kapak konusu olması engellendi. Bu ‘darbe’, gazete ve televizyonlarda oldukça geniş bir şekilde yer buldu. Öyle ki, Radikal gazetesi, Bilim ve Teknik dergisinde Darwin kapağını hazırlayan ve bu nedenle de görevden alınan Dr. Çiğdem Atakuman’ın basın açıklamasının tamamına yakınını yayınladı. Gazete ve televizyonlarda, bilime yönelik sansür uygulaması sert bir dille eleştirildi. Hükümetin bilimin yerine dini geçirmek istediği üzerinden yorumlar yapıldı. Köşe yazarları, Darwin ve evrim kuramı hakkında yazılar yazdılar. Burada dinci basının olayı nasıl ele aldığını yazmaya bile gerek yok sanırım. Onların sayfaları Harun Yahya tarafından verilen tam sayfa yaratılış ilanlarıyla dolu olduğundan, bu haberlere yer kalmamıştı.
Ancak TÜBİTAK’ta yaşanan bu sansür uygulamasından dolayı hükümete yüklenen, halkın bilimsel veriler yerine dinsel dogmalara mecbur edilmesini eleştiren medyanın bu durumda hiç mi payı yok? Daha bir ay önce Türkiye’nin altı ilinde (İstanbul, Ankara, Diyarbakır, Eskişehir, İzmir ve Adana) onlarca akademisyenin yanı sıra Eğitim Sen, TTB, TMMOB, TYS gibi kurumlar bir araya gelip Darwin Yılı’na dair açıklamalar yaparken bu gazeteler neredeydi? Neden Evrensel dışında hiçbir gazete, içinde bulunduğumuz yıl boyunca halkın evrim konusunda aydınlatılması için atılan bu adımı okurlarına ulaştırma sorumluluğunu taşımadı?
Medyanın evrim konusundaki çelişkili konumunu bir kenara bırakıp konumuza dönelim.  Eğer TÜBİTAK Başkan Yardımcısı Prof. Dr. Ömer Cebeci, zamanında olayın farkına varıp evrim kapağını dergiden çıkarmasaydı, ne olurdu halimiz? Maazallah seçim öncesinde yeni bir provokasyonla karşı karşıya kalabilirdik!1 Belki de bu “bilimsel” darbe yaşanmasaydı, bu fırsatı değerlendiren provokatörler, ülkeyi yeni bir kargaşa ortamına sürükleyebilirdi!
Kuşkusuz Cebeci’nin haklı olduğu bir nokta var. Bilim, doğası itibariyle provokatiftir. Ya da Türkçe karşılığıyla “kışkırtıcıdır”. İnsanları merak etmeye, sorgulamaya ve değiştirmeye kışkırtır. Bu yüzden gerici egemen sınıflar bilime düşmandır. Yapabildikleri ölçüde bilimin ilerlemesini durdurmak için çaba sarf ederler. Bilimin önünde duramadıklarında ise, onun halka ulaşmasını engellemeye ya da en azından çarpıtılarak ulaşmasını sağlamaya çalışırlar.
Bu konuda en büyük çatışmanın yaşandığı konu da evrim kuramı olagelmiştir. Heraklit başta olmak üzere, filozof ve bilim insanlarının doğada ve canlılardaki değişimi fark ederek bu değişimin kaynağını araştırmaya başlaması, egemen ideolojiye vurulmuş en büyük darbelerden biridir. Çünkü değişim, bugünün dünden farklı olduğunu söyler. Eğer bugün dünden farklıysa, yarın da bugünün aynısı olmayacaktır. Bu basit denklem, içinde yaşadığımız sistemin değişmemesi üzerine inşa edilen tüm kurumları tehdit etmektedir. Bu kurumların başında da, egemenliği pekiştirmek için dini de kullanan kapitalist sistem gelmektedir.
“Evrimin özü değişimdir. Doğada durağanlık yerine her zaman ve her yerde bir değişim ve dönüşüm vardır; değişen koşullar, canlı ya da cansız, doğada mutlaka değişikliklere yol açarlar. Darwin’in kuramı da dahil, evrim kuramları hep bunu gösterir, bunu kanıtlarlar. Bugün dahil, 2500 yıldır evrime karşı çıkanların karşı çıkışlarının asıl nedeni tam da burada yatar. Esasında evrimin bu düşüncesine, bu değişim fikrine karşı çıkılmaktadır. Çünkü egemen sınıflar ve temsilcileri iktidar ve egemenliklerini binlerce yıldır geniş kesimlerin sistemin devamı ve statükonun korunmasına ikna edilmesiyle sağladılar. Değişiklik fikri, bu açıdan, egemenliklerinin devamı açısından tehdit oluşturduğu için tehlikelidir, bu yüzden de karşı çıkılmalıdır. Egemen sınıflar ve onların temsilcileri, bu tehdit yüzünden dün olduğu gibi bugün de evrim fikrini reddediyor ve ona karşı mücadele ediyorlar ya da Sosyal Darwinizm veya sosyobiyoloji/evrimci psikoloji örneğinde olduğu gibi, evrim düşüncesinin sağladığı bu asıl fikrin içeriğini bozuşturup sistem ve statükonun korunmasına yardım edecek fikirler toplamı haline getirdikten sonra sunulmasına çalışıyorlar.”2
Bilim ve Düşünce kitap dizisinin 5. sayısı işte bu çatışmayı ele alıyor. Evrensel Basım Yayın tarafından, “Dünü ve Bugünüyle Evrim Teorisi” başlığıyla okuyuculara sunulan kitapta evrim kuramının karşısına çıkan iki temel tehdit inceleniyor.

EVRİM VE YARATILIŞÇILIK
Bilim ve Düşünce’nin ikinci bölümü, evrimle ilgili tartışmalarda ilk akla gelen konuyu ele alıyor. Ülkemizde yaratılışçılığın bizzat Milli Eğitim Bakanlığı tarafından desteklendiğini düşünürsek, bu bölümün öneminden bahsetmeye gerek yok sanırım. Yazımızın girişinde değindiğimiz sansür vakasının geniş halk kitleleri tarafından tepkiyle karşılanabilmesi için, bu bölümde yer alan yazıların mümkün olan en geniş kitleye ulaşmasının faydası büyük.
Darwin’den önce evrim fikrinin ortaya çıkış serüveniyle başlayan bu bölüm, yaratılışçıların “evrimi çürüttüklerini” iddia ettikleri savlara bilimin verdiği cevaplarla son buluyor.
“Ne biyoloji bilimi ne de evrim düşüncesi Darwin’le ortaya çıkmadı, ondan önceleri vardı. Ancak, örneğin biyoloji bilimi, Darwin’den önce, daha çok yaşamla ilintili birbirinden kopuk bilgilerin toplamıydı. Darwin, bir anlamda, biyolojinin dilbilgisini oluşturdu. Yine örneğin evrim düşüncesi, ilk olarak Antik Yunanistan’ın felsefeci ve doğa bilginlerince –hem de Darwin’inkine oldukça benzeyen bir biçimde– ortaya atıldı. Bununla birlikte, günümüzde, biyolojideki temel süreçlerin anlaşılmasına yardım eden modern evrim kuramını ve büyük ölçekli bir kanıt ve deneysel veri yığını eşliğinde biyolojik ya da organik evrimin işleyiş mekanizmalarını açıklayan esas olarak Darwin oldu.”
Bu alıntıdan anlaşılacağı üzere, kitapta evrim kuramı Darwin’den öncesi ve sonrasıyla ele alınıyor. Kitapta, yeryüzünde yaşamın ortaya çıkmasından (Aleksandr Oparin) maymundan insana geçişte emeğin rolüne (Friedrich Engels) kadar geniş bir yelpazede makaleler bulunuyor. Gerek doğrudan yaratılışçı söylemler, gerekse “bilimsel” bir karşı duruş maskesi altında ortaya atılan bilinçli tasarıma karşı makaleler yer alıyor bu bölümde.

EVRİM VE EVRİM TARTIŞMALARI
Bilim ve Düşünce’de yukarıda bahsettiğimiz yaratılışçılığa (bilinçli tasarımı da bu kapsamda değerlendirebiliriz) karşı sunulan makaleler, biyolojiyle ilgilensin ya da ilgilenmesin, “değişim”den yana olan herkes için faydalı birer araç durumunda.
Ancak özellikle kitabın ilk bölümünde, “Evrim ve Evrim Tartışmaları” başlığı altında yer alan makaleler, konunun farklı bir noktasına dikkat çekiyor: “Günümüzde, evrim kuramını en katıksız biçimde savunur gibi görünen bazı kesimler, aslında Darwin’in kuramına en az yaratılışçılık kadar zarar veriyorlar. Kuramın içinin boşaltılması ile sonuçlanan ve günümüzde ‘sosyobiyoloji’, ‘evrimci psikoloji’, ‘genetik determinizm’ gibi adlarla anılan çeşitli tezleri savunanlar, lafızda evrim kuramını en hızlı savunur görünürlerken, aslında toplumsal süreçleri biyolojik süreçlere indirgeme çabasına girerek, evrim kuramını ‘içeriden’ yıkıma uğratıyorlar.”
Bu bölümde yer alan makaleler, biyoloji konusunda daha önce pek okuma yapmamış olanlar için, karmaşık gelebilir. Ancak bu konu üzerine kafa yoranlar için ayrı bir öneme sahip her biri. Piyasada evrim kuramı üzerine yazılmış kitaplar ve bilim dergileriyle karşılaştırıldığında, bu makalelerin farkı açıkça ortaya çıkacaktır.

ADAPTASYON VE DOĞAL SEÇİLİM
Darwin’in evrim kuramında adaptasyon (uyum) ve doğal seçilime atfedilen büyük role karşı çıkmak, bilimin “kışkırtıcı” özelliğinden Bilim ve Düşünce’nin payına düşen noktalardan sadece biri. “Köstebekler neden kördür, zürafaların boyu neden uzundur, ördeklerin neden perdeli ayakları vardır.” Bu sorulara evrimi savunan biyologlar tarafından verilen “Darwinci” yanıtlar, Bilim ve Düşünce’nin sayfalarında eleştiriliyor. Özellikle doğal seçilimin, Darwin aksini vurgulamış olmasına rağmen, evrimciler tarafından tüm soruların yanıtı gibi gösterilmesi, bu bölümdeki makalelerde farklı yönleriyle ele alınıyor.
Stephen Jay Gould ve Richard Lewontin imzalı makalede bu konu şu ifadeyle ele alınıyor: “Evrimci biyologlar arasında evliyalık (belki ilahlık) mertebesine ulaşmasından bu yana Darwin, herkes tanrının müttefikliğini de istediği için, diğer mekanizmalara sadece zorunlu geri adımlarında ve kalıtımsallığın işleyişi hakkında çağının hüzünlü cehaleti sonucu başvuran, radikal bir seçilimci olarak gösterildi. Bu görüş yanlıştır. Darwin, seçilimin evrensel mekanizmalarının arasında en önemlisi olduğuna inanmasına rağmen (ki bu görüşü paylaşıyoruz), hiçbir şey onu rakiplerinin teorisini tamamen doğal seçilime dayandıran seviyesiz karikatürize ve küçümseme çabaları kadar kızdırmamıştır.” Makalenin devamında ise, Darwin’in Türlerin Kökeni’nin son baskısına eklemek zorunda kaldığı, “Doğal seçilimin değişimde asıl fakat tek etken olmadığına inanıyorum” ifadesinin altı çiziliyor.
Steven Rose’un kaleme aldığı makalede ise, adaptasyon ve doğal seçilime “ilahi” bir güç atfedilmesi, bazı evrimcilerin katı birer ateizm savunucu gibi görünmelerine rağmen farkında olmadan da olsa yeni tanrılar yaratması olarak ele alınıyor. “Doğal seçilim, evrimden amacı çıkartmıştır ve sonuç olarak bazıları, amacın insan yaşamının kendisinden de çıktığını hissetmiştir. Dine meyilli evrimsel biyologların daha sonraki kuşakları, bu nedenle evrimsel süreçlere amaç ve yönü yerleştirmeye çalışmıştır” diyen Rose’un eleştirilerini temellendirdiği şu paragrafla yazımıza son verelim: “Benim eleştirim hiçbir şekilde gezegenimizde yaşayan organizmalara dair olan evrim gerçeğine ya da Darwin’in kendisinin önerdiği doğal seçilim mekanizmalarına karşı değildir. Burada yaratılışçılığa, köktenci dinlere ya da Yeniçağ mistisizmine yer yoktur. Benim ana hedefim ultra-Darwinciliğin sunduğu genlerin gözünden oluşturulan dogmatik dünya görüşüdür.”

 

  1. Cebeci’ye göre Darwin kapağı, “Türkiye’nin içinde bulunduğu hassas ortamda provokatif bir konu” imiş.
    Bilim ve Düşünce Kitap Dizisi 5, Evrensel Basım Yayın, s.36

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑