güncel görevlerin üstesinden gelecek bir örgütsel dönüşüm için çalışma*

 

Konferans’ın başından beri, gerek kürsüdeki arkadaşlarımız, gerekse toplantıyı yöneten arkadaşlarımız konferansımızın amaçları hakkında epeyce şey söylediler. Kuşkusuz bu amaçlar önemli ve bu amaçların elde edilmesi açısından baktığımızda, bu amaçların arka planı da çok önemli. Yani, partimizin nasıl bir parti olduğu, nasıl bir ulusal ve uluslararası misyona sahip olduğu, Türkiye’deki görevleri açısından hangi tarihsel sorumluluklar taşıdığı konusunda da, konuşmacı arkadaşlar epeyce vurgu yaptılar.

Ben, biraz daha bu konunun farklı bir yönünü ele almak istiyorum. Ama önce, bir iki noktada hatırlatma yapmakta yarar görüyorum.

Biz, Emek Partisi’nin kuruluşu döneminde, “nasıl bir parti kurmalıyız” tartışmaları yürütürken, gerek dışımızdaki sol, ilerici çevrelerden, gerekse içimizden birçok arkadaş, “Emek Partisi gibi bir partinin aslında devrimci bir parti olamayacağını, bir devrimci partinin ancak gizli olabileceğini, Emek Partisi gibi bir partinin ancak reformlar uğruna mücadele eden, reformcu bir parti olabileceğini” öne sürdüler. Ve bunun için, “Emek Partisi böyle tarif edilip kurulursa iyi olur” diye de “temennilerini” ilettiler. O zaman bu partinin kurucuları şöyle demişti; “Eğer Lenin, Bolşevik Partisi’ni 1896’da değil de 1996’da kursaydı, Emek Partisi’ni kurardı!”

Bu, doğru bir tanımlamaydı. Ve geçen süre içinde de, ancak böyle bir partiye ihtiyaç olduğu ve ancak böyle bir partinin ayakta kalma ve mücadele etme imkanının olacağı görüldü. Ve bunun içindir ki, partimizin hedefi de, bütün uluslararası işçi partilerinin hedefleri gibi, sınıfsız toplumu kurmaktır. Ama bu yolda giderken, tabii ki, sistemin kendisine sunduğu bütün imkanlardan sonuna kadar yararlanacaktır ve onun biçimi de bu imkanların sınırları tarafından belirlenecektir. Bu tartışmaları kuruluş sürecinde yaptık. Ondan beri, görevlerimizi, biz, hep bu perspektifle tarif ettik. Bugün de arkadaşlarımız buna dikkat çektiler. Bu süreç içerisinde de, partimiz, gerçekten de gerek uluslararası planda gerek ulusal planda bu kendi tarihsel misyonu konusunda ciddi bir hata yapmadan ilerlemeye ve elindeki her şeyle bu misyonu yerine getirmeye çalıştı. Ve birçok arkadaşın da değindiği gibi, kamuoyu açısından, “Emek Partisi nasıl bir partidir. Acaba hakikaten devrimci amaçları var mıdır” diye bir tartışma, sadece belki hasetlik duyan fraksiyonların tartışmaları içinde yer alabilecek bir şey olarak, marjinal olarak kalmıştır diyebiliriz. Bu bakımdan, ben, işin bu tarafının üstünde çok durmak istemiyorum.

1996 yılı, belki de tarihsel bir rastlantı da sayılabilir; ama ihtiyaçlar bakımından baktığımızda, bunun bir rastlantı olmadığını, birçok çabamızın kaçınılmaz bir sonucu olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü 95, 96 ve sonrasındaki yıllar, Türkiye’de burjuvazinin de kendi parti sistemini yenilediği, artık eski partilerle gidemeyeceğini anladığı bir dönemdir. 2002 seçimleri, zaten artık, burjuvazinin sezgisi ve ihtiyaçlarını, tartışılmayacak bir biçimde ortaya koydu ve o yıllarda parlamentoda olan beş parti, bir seçimde parlamentonun dışına düştü. Yani aslında, o güne kadar gelen burjuva partiler sistemi çöktü. Ve AKP bunun üstünde, bu çöküşün ürünü olarak ortaya çıktı. Dolayısıyla şimdi AKP’yi, burjuvazinin kendi parlamenter sistemini yenilemesinin partisi olarak görürsek, doğru yapmış oluruz. Partimizin güncel politik görevlerini tartışırken, ben bu noktadan hareket etmek istiyorum. Buradan bakarak, “AKP burjuvazinin partisi mi?”, “Onunla çelişiyor”, “TÜSİAD, ben CHP’liyim diyor” gibi tartışmalar, aslında işin teferruatıdır. Ve tabii ki, TÜSİAD’ın da çelişkisidir: “Ben CHP’ye oy vereceğim, ama AKP kazansın istiyorum” diyor TÜSİAD’ın ağır topları. Şimdi bu, ilk bakışta, sınıf bilinçli bir burjuvazinin tavrı gibi gözükmez, ama sınıf bilinçli bir burjuva tavırdır. Çünkü kökleri ile geleceği arasındaki bağı kurmayı, geçmişi ve geleceği arasında bir uyum yakalamayı amaçlamaktadır. Yoksa, bu laflar, ne dikkat çekmek için, ne rasgele, ne de aptallıktan edilmiş laflardır. Bir miktar belki şaşkınlık taşımaktadır, ne yapacağı konusunda belirsizlikleri yansıtmaktadır, bir miktar da burjuvazinin henüz belki kendi kurumlarına sahip olamamış olmasının itirafıdır; ama rasgele edilmiş laflar değildir. Evet, orduyla TÜSİAD arasında hâlâ problemler vardır. AKP ile TÜSİAD ve öteki burjuva kurumlar arasında ya da devlet kurumlarıyla TÜSİAD veya diğer egemen sınıf kuruluşları arasında problemler vardır. Bu “farklar”, örneğin Almanya ya da ABD’de olduğundan daha fazladır ve daha çok pürüzlüdür. Ama bu sorunlar ve pürüzler, Marksist devlet kuramı ve sınıf mücadelesinin bilimi açısından anlaşılmaz şeyler olmadığı gibi, tersine, onları doğrular mahiyetteki çelişki ve çatışmalardır. Ve bunlar, burjuvazinin kendi siyasi sitemini yenileme girişimlerinin sancılarıdır aynı zamanda.

Böyle bir konferansta bu nokta üzerinde durmam gereksiz gibi görülebilir tabii. Ama şuraya gelmek istiyorum: AKP, burjuvazinin en ileri çıkarlarının ifadesi olan “reformlar” (karşı reformlar)  yapmaktadır. AKP’nin yaptıkları, emek düşmanı ve burjuvazinin çıkarlarının en ileriden ifadeleridir. Buradan baktığımızda, AKP, “her konuda bir çözüm üreten” (Çözümlerin doğruluğu yanlışlığı değil, TÜSİAD ve IMF’nin istekleri doğrultusu olması burada belirleyicidir) tek partisidir burjuvazinin. Kürt sorunu karşısında bir “çözümü” vardır. Alevilik meselesinde bir “çözümü” vardır. Sağlık, eğitim, sosyal güvenlik, özelleştirme, işsizlik, yoksulluk, bütün bu konularda bir “çözümü” vardır ve dikkat edersek, bütün diğer sermaye partilerinden farklı olarak, her konuda bir “çözüm”le çıkmaktadır ve süreç ilerledikçe de, AKP, sermaye güçlerinin isteklerini daha iyi anlayıp, onlara daha uygun görünecek çözümler geliştirmekte; deyim yerindeyse, eksik yanlarını tamamlamaktadır. Yani “öğrenmektedir” de. Bu bakımdan, giderek burjuvaziyle çelişkilerini de hallederek ilerleyen süreçte, geçmişteki ANAP gibi, Adalet Partisi gibi, onun her bakımdan artık tartışılmaz bir partisi olma yolunda ilerlemektedir. Bu mesele, çeşitli yanlarıyla belki çok konuşulabilir; ama burada söylemek istediğim şudur: Eğer Emek Partisi, bugün sisteme karşı gerçek bir mücadele vermek istiyorsa, o zaman, AKP’nin bütün bu yapmak istediği “reformlara” karşı bir mücadeleyi de örgütlemek, sermaye çözümleri karşısında emek güçlerinin çıkarları doğrultusundaki çözümler için pratikte savaşmak zorundadır. Yani bizim partimizin tarihsel misyonu, sosyalizm karşısındaki konumu, elbette belirleyici önemdedir. Ama bu konferansı toplama amacımızla birlikte düşünüldüğünde, bu konferanstan bir sonuç almak istiyorsak; buradan çıkarken, sermayenin AKP üzerinden gerçekleştirmek istediği hedeflere karşı alternatif bir mücadele hattında ilerleyen, bu konferanstan tam bir irade birliği sağlayan bir parti olarak çıkabilsek, Emek Partisi kendi misyonunu yerine getirecek ve o zaman, 1996’daki kuruluşumuzdaki, “Emek Partisi 1896’daki Bolşevik Partisi’nin 1996’da Türkiye’deki karşılığıdır” derkenki iddiamızda ısrar etmiş olacağız.

 

****

Bu sadece boş bir iddia olarak kalmayacaksa; bir iki noktaya daha dikkat çekmek istiyorum. Kürt sorunu konusunda bütün burjuva partiler açısından ortak tutum nedir? “Çözümsüzlükte ısrar”dır. Yani gelenekseldir. AKP bunlar içerisinden şöyle bir noktaya hareket etti. Birinci seçimde kaybettiği ve başaramadığı şeyi görerek, bunu tamamladı. Kendi içindeki Kürt milletvekillerini de kullanarak, şimdi DTP’yi ve PKK’yi karşıya koyarak ve böylece milliyetçi tepkiyi de arkasına alarak, Kürt sorununun, DTP ve PKK gibi Kürtlerin taleplerinin radikal temsilcilerini dışlayarak, ağalar, şeyhler ve Kürt burjuvazisi üstünden bir çözümünü geliştirmeye girişti. Bu, devrimci ve demokrasi güçleri bakımından çok tehlikeli bir girişimdir. Yani bu saldırıyı, bu girişimi püskürtemezsek, bu, şu demektir ki, ilerleyen süreç içinde, AKP, Kürtleri çeşitli yönleriyle kazanacaktır. Ve bugün Kürt hareketinin az çok, başlıca talepleri etrafındaki  birliğini bile bölmeyi amaçlamakta, bu amaçla harekete geçmiş bulunmaktadır.

Kürt sorunu, Türkiye’nin demokrasi mücadelesinde, demokratikleşme taleplerinin en merkezinde olan bir sorundur. Dolayısıyla, burjuvazi bu merkezdeki güçleri parçalarsa, Türkiye’deki demokrasi mücadelesini de, demokratik talepleri de, ABD’nin, TÜSİAD’ın çizgisine, AB çizgisine çekecektir. Ve bu çizgi içine hapsedecektir. Bu bakımdan, Kürt sorunu ve onun üstünde AKP’nin faaliyetlerini, belki de “Kürt sorunu yoktur” diyen güçlerden daha çok ciddiye almamızın önemini görmemiz gerekiyor.

İkincisi, Kürt sorunu, burjuvazi açısından; “terördür”, şudur budur, ama en sonunda Kürtlerin bazı talepleri karşılanarak (şimdi Fikret Bila’ya konuşan generaller de bunu itiraf ediyor), Kürtlerin demokrasi mücadelesinin kontrol altına alınmasıdır.

DTP açısından Kürt sorunu nedir?

DTP açısından “özerklik sorunu”dur, sonuçta, en ileri gittikleri nokta budur.

Bizim partimiz açısından, Kürt sorunu bunlarla sınırlı değildir. Bizim partimiz açısından, Kürt sorunu, aynı zamanda uluslararası kapitalizme ve emperyalizme karşı mücadelenin en önemli, en merkezi sorunlarından biridir. Çünkü bu bölgede egemen olmak isteyen güçler, Kürt sorunu üstünden ve Kürtleri yedekleyerek zafer kazanmak istemektedir. Amerika’nın BOP planı, bunun için, Kürtleri merkezine koyan bir haritanın üzerine oturmaktadır. Bu planın bozulması gerekir. Nasıl AKP, içeride Kürtleri demokrasi gücü olmaktan çıkarıp, bugünkü düzenin yedek gücü haline getirmek istiyorsa, Amerika da, Kürtleri, ezilen, sömürülen halkların anti-emperyalist mücadelesinin dayanağı olmaktan çıkararak, onları kendi amaçlarına uygun biçimde (yani Kürtlere sistem içinde bir rant sağlayarak, onlara “bağımsızlık”, “özerklik” vaat ederek) yedeklemek istiyor. Çünkü Ortadoğu’da, bugün, özgürlük ve ulusal talepler bakımından en “aç” halk Kürtlerdir. İranlılara, Türklere, Araplara Amerika özgürlük vaat ederek bir şey elde edemez. Ama Kürtlere özgürlük vaat ettiği zaman, elde edeceği çok şey vardır. Çünkü bu halk, burada en çok itilen, kakılan ve en hor görülen, tarihsel bakımdan da belli bir mücadele aşamasına gelmiş bir halktır.

Partimiz, şimdi bu gerçek üzerinden hareketle, “Kürt sorunu”nun demokratik çözümü etrafında birleşecek Kürt halkını, içeride demokrasi mücadelesinin, uluslararası planda da emperyalizme karşı mücadelenin başlıca güçlerinden biri olarak görmektedir ve buna bağlı olarak, Ulusların Kendi Kaderlerini Tayin Hakkı (UKKTH) zemininde oluşacak demokrasi, Ortadoğu’da emperyalizme karşı mücadelenin de dayağı olacaktır. Ve bu da, ancak, Kürt halkının bu hakkının gerçekleşmesi veya bunun mücadelesi etrafında olabilir bir şeydir. Bu halk, henüz kendi devletinin kontrolü altında değildir. Tam tersine, buradan, özgürce gelişme imkanını da taşımaktadır. Bu gerçekleri görmeden konuşmak, “Kürtler şudur”, “Kürtler budur”, “Kürtler sözünde durmadı”, “AKP’ye oy verdi”, “DTP’yi bile savunmuyor” tür iddialarda bulunmak ciddiye alınamaz. Bunları ve daha fazlasını Türkler için de söyleyebilirsiniz. Kürtler oy verirken ihanet etti de, Türkler etmedi mi? Çok daha fazlasını etti. Bu, gericilerin propagandasıdır; bir halka etnik kökenine dayandırılan suçlamalar yapmak ırkçılıktır ve bizim partimizde de, seçimden sonra (her seçimden sonra demek doğru olur), milliyetçi odaklardan gelen bu propagandanın şu veya bu ölçüde etkisi olmuştur, olacaktır, ama mücadeleyi burada bırakmayacağız tabii ki. Hem dışarıda, hem de partimizdeki etkilerine karşı mücadeleyi elden bırakmamamız gerekir. Yaşananlar bunu açıkça göstermektedir.

Kürt sorunu açısından bizim çözümümüz, başka bir çözümdür. Ve biz, DTP’yi de, bütün diğer Kürt siyasi çevrelerini de, Türkiye’nin sol, aydın, ilerici güçlerini de, Kürt ve Türk kökenli işçileri ve emekçileri de, Kürt sorununun bu devrimci çözümüne kazanmak istiyoruz. Derdimiz budur, yoksa bırakırsan; AKP “kendince” çözecektir. Baraj yapacaktır, yeni fabrikalar kuracaktır. Parası vardır devletin, bu işleri yapacak kadar. Dünkü devlet gibi değil. Burjuvazinin parası var artık. Nasıl kentleri yeniden zapt ediyorsa, bölgeye de yeniden onlarca fabrika kurabilir, istediği zaman. Bunun için milyar dolarlar vardır hazinelerinde. Veya bazı özgürlükler tanımak için imkanları vardır. Bunu yapar. Ama mesele bu değildir. Biz meseleye bu sınırlar içinde bakarsak, milliyetçiliğin ya da burjuvazinin sınırları içinde kalırız. DTP’nin sınırları da, dediğim gibi, Kürtlere “özgürlük” ve “özerklik”tir. Bizimki bunu aşan bir şeydir ve “Kürt halkının kurtuluşu” meselesidir; ve bu kurtuluş, öncelikle Türkiye’nin demokratikleştirilmesine, Türkiye halkının kurtuluşuna, sonra da bölge ve dünya halklarının emperyalizmden kurtuluşuna bağlanan bir mücadele programıdır. Bizim Kürt sorununa ilişkin anlayışımızın esası budur.

EMEP meseleleri bu anlayış üzerinden tartışamazsa, bu tartışmada bir odak olarak, buradan ilerleyemezse, yığın hareketini buradan güçlendiremezse, bu sorunu, muhtemeldir ki, AKP (Türk ve Kürt burjuvazisi, ağaları) kendince çözecektir. Yani, önümüzdeki 10 ya da 20 yıl içinde, Kürtlerin talepleri karşılanmayacak, Kürtler özgürleşmeyecek, ama bu talepler etrafında ileri kesimlerin birleştiği (Kürtler din, mezhep, küçük güncel çıkarlar, aşiret vb. nedenlerle bölündüğü için) bir mücadele de kalmayacaktır.

 

***

Partimizin literatüründe “Cumhuriyet, bir burjuva cumhuriyetin çözebileceği iki temel sorunu çözememiştir” saptaması sıkça yapılmaktadır. Bu sorunlardan birincisi Kürt sorunu, ikincisi de laisizm sorunudur. Son birkaç haftadaki gelişmelere bakarsak, AKP kazandığı ikinci seçimden sonra bir hamle daha yapmış; Kürtleri, AKP’li Kürt milletvekilleri aracılığı ile bölüp, askeri gücü de kullanarak “AKP çözümü”nü tek seçenek olarak dayatmaya yönelirken, Alevileri de kazanmaya girişmiştir. Yani Cumhuriyet’in çözemediği iki temel sorunun burjuvazi farkındadır ve AKP’yi bu iki temel sorunu çözmek üzere yükümlendirmiştir. Kürt sorununda, Kürt kökenli AKP’li milletvekillerini ileriye sürerek kullanan Tayyip Erdoğan, Reha Çamuroğlu gibi Alevi kökenli AKP’li vekillerle Aleviler üzerinde de “Hızır Paşa Operasyonu” diyebileceğimiz bir operasyon yürütmektedir. Bu girişimin amacı, kuşkusuz ki Alevileri bölmek, onları CHP’nin “kapalı av alanı” olmaktan çıkarmaktır. Belki hayırlı bir iştir Alevileri CHP’nin “kapalı av alanı” olmaktan çıkarmak, ama AKP’nin niyeti hayırlı değildir. Bunu yaparken, bir yandan laisizm meselesini tümüyle muallak duruma getirmek, yani dinler arasındaki rekabete indirgemek ve buradan da laisizm düşmanlığı da dahil pek çok şeyin üstün örtmek istemektedir. Bugün dedelere maaş bağlanmasına göz yumulursa; yarın tarikatların da maaşa bağlanmasına kimse bir şey diyemeyecektir. Nasıl dedelere vermişse, tarikatlara da verir adam. Bunlar tabii tartışılacak. Belki Cumhuriyet gazetesinin daha fazla öne çıkaracağı şeylerdir bunlar, ama bizim burada dikkat noktamız asıl şudur: Laisizm meselesi AKP ya da burjuvazinin sınırları içerisinde “çözülürse”, görünen odur ki, dedelerinin de statüsünün yükseltilip Diyanet’e bağlanmasıyla, Diyanet’te bir Alevi işleri bölümü açılarak halledilebilir bu sorun ve burada din kaygısı yoktur Tayyip Erdoğan ve partisinin. Aleviliğin şöyle ya da böyle olması tartışılacaktır, ama –ne kadar din sayıldığı sayılmadığı vb.– buralarda itiş kakışlar olsa bile, bir anlaşmazlık çıkmayacaktır. Burada asıl dikkat edilmesi gereken nokta şudur; nasıl Kürtler özgürlüğe, kendi devletlerini kurma hakkına açsa, Aleviler de, bu, ezilmişlik ve sömürülmüşlüğün en çok baskı altında tuttuğu kesimlerden biri olarak, buradan AKP’ye ve onun politikalarına, daha çok da sisteme bağlanmak istenmelerine çok ses çıkarmayacaklardır. Bizim buradaki politikamız; kaçınılmaz olarak, gerçek bir laisizmi savunmak ve Alevi emekçilerini, Alevi halkını kendi içinde birbirine düşürerek bölme girişimine karşı, Alevilerin gerçek bir laisizmin gücü olarak, dolayısıyla Türkiye’nin demokratikleşmesinin de gücü olarak (zamanla Kürtlerle ittifak eden bir güç olarak) kazanılması ihtiyacıdır ve partimizin, bu konuyu görmezden gelme, küçümseme, geriye itme gibi bir şansı yoktur, bugün açısından. Tersine, bu noktada, yani Alevilerin demokrasi gücü olarak kazanılması konusunda, onların Kürtlerle ittifakını sağlama konusunda yeni bir imkandır bu bizim açımızdan. Çünkü devlet bunu yaparken, burjuvazi, Alevileri kendine bağlama ve kendince yeniden laisizm konusunu ve çeşitli problemleri çözeyim derken, aynı zamanda, tabii bizim için de geniş bir alan açmaktadır ve bu gidişata müdahale etme şansı ortaya çıkmaktadır. Emek Partisi burada müdahale edemezse, sonuçta bu, Alevilerin CHP ile AKP arasında bölünmesi gibi, bugünkünden daha da kötü bir duruma yol açacaktır. Dolayısıyla bizim buradaki çözümümüz, Alevileri sistemle bütünleştirme, onların yaptığı az çok bir muhalefeti bile bölme girişimlerine karşı, buradan bir güç çıkarmaktır. Bunun imkanları var mıdır? Vardır. Buna biraz sonra değineceğim.

 

*

Bu iki sorun dışında da, AKP ile pek çok noktada çatışmaktayız biz. Bakarsak; burjuva iktidar ve muhalefetin kendi içinde (belki çeşitli nüans farklılıklarıyla) fikir birliği halinde olduğu eğitim sorunu, sağlık sorunu, konut sorunu (barınma) özelleştirme politikaları, enerji sorunu, sosyal güvenlik ve sağlık sigortası, esnek çalışmanın yaygınlaştırılması ve işçilerin, emekçilerin kazanılmış hakların gasp edilmesi gibi vatandaşın en acil günlük ihtiyaçları konusunda bile, Emek Partisi, AKP ve burjuvazinin bu konulara getirdiği çözümle tamamen zıt bir noktada bulunmaktadır. Onlar bütün bu meseleleri piyasaya bağlamışlardır. Burjuvazinin, “çözümsüzlüğü” marifet düzeyine yükselten “statükocu” kanadı ise, Kürt sorununda olduğu gibi, sistemi ve statükoyu savunmaktadır. Yani “eski sistem, sosyal devlet iyidir” noktasındadır, ama artık onun temeli kalmadığı için, böyle bir sistemin geri geleceğine en basit emekçiler bile inanmamaktadır. Çünkü o sistem, dünyanın başka bir yerindeki büyük devrimin, Ekim Devrimi’nin kapitalist ülkelerdeki yansımasıydı. Aslı ortadan kalkmışsa, onun yansımalarının uzun süre devan etmesi, işin kuralına aykırıdır. Dolayısıyla Emek Partisi’nin buradaki çözümü de, bütün bu talepler etrafındaki mücadeleyi, aslında kapitalist sistemi, piyasa sitemini yıkma hedefine yöneltme ve bağımsız demokratik Türkiye mücadelesini aynı zamanda emekçi mücadelesiyle birleştirme ve bu mücadeleyle sosyalizm arasındaki dolaysız bağın ortaya çıkmasını sağlamaktır. AKP’nin bütün bu alanlarda önümüzdeki üç beş aya veya yıllara bağlanmış planları var. Anayasa değişikliği, aslında bu büyük planın ortasında duran bir şeydir. Yani bu alanlarda bir mücadele olmazsa ve karşıt bir şey çıkaramazsak Anayasayı istedikleri gibi yaparlar.

Bu, her şeyin sonu mu? Değil, elbette! O, işin ayrı bir yanı, ama böyle bakamayız biz. “Arkasına devleti, hükümeti almış AKP’nin politikalarına karşı Emek Partisi 5–10 bin üyesiyle ne yapabilir?” sorusu akla gelebilir. Bu bakış açısı yanlıştır ve en çok da Marksizm-Leninizm öğretisiyle, onun emekçilere, halka duyduğu güvenle çatışır. Ama 1980 sonrası, sosyalizmin çöküşünün en büyük darbesi, aslında bizim cephemizde miskin, içine kapanan ve kendisine bile güvenmeyen, ama bunu belli etmemek için etrafına güvensizlik duyan bir “solculuk” cereyanına güç vermek olmuştur. Bu cereyan, bizim partimiz de dahil, bütün güçleri etkisi altında tutmaktadır ve bu kendine güvensizlik, etrafındaki büyük güçleri, sisteme karşı oluşan büyük muhalefeti görmezden gelmektedir. Biz, burada bunu görmek zorundayız. Partimiz bunu görürse, AKP’ye karşı mücadelenin imkanlarını da yakalamış olacaktır. Bizim partimizin birikimi, 500, 5 bin ya da 10 bin üyesi değildir. Bu, çok önemlidir. Ama partinin asıl gücü, milyonlarca emekçinin ihtiyaçları ve bu ihtiyaçların nasıl karşılanacağı konusundaki tartışmaya müdahale edebilme ve yol gösterebilme yeteneği göstermesinden gelir. O zaman bu, toplumumuzun belki de 200 yıllık demokrasi mücadelesi birikimi, emekçilerin binlerce yıllık sağduyu birikimi, bütün bir sosyalizm ve önceki çağlardan birikerek gelen devrimci halk kültürü, onun olanakları ve imkanları bizim dayanaklarımızdır. Ve tabii ki, emekçilerin bugün az-çok kendi deneyimleriyle gördükleri ve bildikleridir. Bu dayanakları doğru değerlendirirsek, göreceğiz ki, AKP’ye karşı mücadele edebiliriz ve bir daha göreceğiz ki, AKP’ye karşı mücadele edebilecek bizden başka bir güç yoktur. Ve dahası görebiliriz ki, biz bu gücü edindikçe, AKP güçsüzleşip yok olacaktır. Çünkü o emekçilerin gücünü emekçilere karşı kullanmak üzere örgütlenmiş bir partidir.

“AKP’ye karşı” derken, işi daraltıyor gibi görünebilirim, ama ben, somut konuşmak istiyorum. Çünkü bu mücadele, burjuvazinin en ileri partisinin emekçilerin en ileri partisiyle karşı karşıya gelme mücadelesidir. Somut hayatta olan ve olacak olan budur. Soyutlarsak, tabii, tarihsel karşıtlıklar daha geniş gözükür. Birkaç örnek vermek istiyorum. Tersane işçileri şunu yaptılar: Kendi taleplerini TMMOB’a, TTB’ye, sendikalara anlattılar. Belki çoğu ortaokulu bitirmemiş bir grup işçiydi bunlar. Ve bu kurumlar bütün imkanlarını işçilere açtılar. Sosyal güvenlik tartışması oldu. Biz emekçi semtlerinde toplantılar yaptık. TTB’den, başka kurumlardan nerede destek istediysek fazlası geldi. Hiç kimse ben bunu yapmam demedi. Ama Emek Partisi’nin mitingine çağırsak gelmezler. Emek Partisi burada bir iş yapıyorsa, bu ülkede bu birikimi taşıyan kurumlar, bu işin ucundan tutacaktır. Bundan hiç şüpheniz olmasın. Çünkü bu, onlar için de, başka türlü davranamayacakları bir durumdur. 

Yine örneğin hepimizi ilgilendiren konut sorununda burjuvazinin çözümü nedir? “Kentsel dönüşüm”dür. Yani eskisini yıkıp, yerine rant ve kâr sağlayacak yeni binalar dikmek. Parasını ödeyeni de oralarda oturtturmak. Vatandaşa da diyor ki, sana şu kadar süreliğine kira yardımı yaparım. Şu kadar para ödersen, sana (cehennemin dibinde bir yerde) ev de veririm. Buna karşı biz karşıt bir şey geliştiremezsek, yani “kentsel dönüşüm”ün niteliğini açıklayarak, emekçilerin kendi konutlarına kavuşması mücadelesini başaramazsak, yaptığımız iş ya gecekonduculuğu ya da konut tekellerini savunmak olur. Ama biz gereğini yaparsak, mühendisleri, mimarları, şehir plancıları, üniversiteleri ile yeni bir mihrak çıkacaktır ortaya. Ve bunların her biri, birçok işimizde olduğu gibi, buraya, bütün bilgileri, birikimleri, bağlantıları ve iyi niyetleriyle koşacaklardır. İşte bu, üniversitedeki bilim alanındaki tartışmaların da hattını değiştirmektir. Bu, teknolojinin kimin malı olduğunu tartıştırmaktır. Bu, sağlığın, eğitimin, kimin hizmetinde ve ne için yapılması gerektiğini, piyasa için mi yoksa insanların ihtiyacı için mi yapılması gerektiğinin de zeminini değiştirmektir. Partimizin bunları değiştirme ihtiyacı vardır. Bunu yaparken, ince düşünmek, plan yapmak, her alandaki ihtiyaçları doğru değerlendirmek; bu konudaki uluslararası bilgi ve deneyimi olduğu kadar, ulusal çapta biriken bilgiyi, değerleri ortaya çıkarmak, bu alandaki güçlerle birleşmek ve doğru araçlarla yürütmek gerekmektedir.

Telekom grevinden önce, biz orada bir seçime girseydik ne olacaktı? EMEP’lilerle, CHP’lilerin, AKP’lilerin  MHP’lilerin ayrışması olacak ve bunlar arasında çıkar esaslı ittifaklar, uzun pazarlıklar, ayak oyunları, katakulliler gündeme gelecek; işçi de partilere, bölgelere, mezhep ve etnik kökenlere, taraf olduğu sendikacının adına göre bölünecekti. Ama grevden sonra, istese de böyle bir ayrışma yapamaz kimse. Levent Dokuyucu “ben EMEP listesi olarak çıkıyorum” dese, EMEP’lilerden itirazlar gelir. Ya da Haber-İş Genel Başkan’ı “MHP’lileri yanıma çağırıyorum” dese, dünkü MHP’lileri birleştiremez. Çünkü başka bir duygu ve düşünce geldi ortaya şimdi. Çünkü grev, bütün bu eskiden oluşmuş kategorileri belirsizleştirirken, mücadele edenlerle etmeyenler biçiminde bir ayrıma yol açan daha kalın çizgilerle belirlenmiş yeni bir kategori oluşturdu O zaman, bugün bir seçim olsa, iki liste çıksa; bu listeler grevde mücadele edenlerle etmeyenlerin listesi olacaktır. Böyle bir durum çıktı ortaya. Telekom işçilerinin bu grevden önce; bizim gazetemiz, partimiz, görüşlerimiz ve hatta Kürt sorunu gibi konular hakkında düşünceleri neydi dersek, şunu söyleyebiliriz sanıyorum: Bugünkü görüşleri dünküler gibi değildir ve bugün onlar bütün bu meselelerde bize çok yakın düşünmektedirler. Grev, burada bir şok etkisi yapmıştır ve insanları sarsmıştır. Bu, her yerde vardır. Bugün bu, orada grevle olmuştur; başka bir gün öbür tarafta gecekondu yıkımıyla olmaktadır. Bir yerde esnek çalışma, bir yerde toplu işten çıkarma, bir yerde patronun paraları ödememesi, sendikayı kabul etmemesi,…. gibi. Emekçiler, her gün aslında bu etkiyle karşı karşıyadır. Ama bizim partimiz her yerde hazır ve nazır olursa, bu durum karşısında yeniden bir saflaşmayı yönlendirebilirse, ortaya, büyük gücün oluşacağı bir mihrak, bir çekim merkezi de çıkmış olacaktır. Emekçiler, bu saflaşmaya, dün oluşan MHP’li, AKP’li, Kürt, Türk, Alevi, Sünni gibi bütün ayrımları yıkan başka bir saflaşmayla karşılık verir. Telekom grevinden belki de çıkaracağımız en önemli ders budur. Yani Telekom grevi, önceki yüz yıllık önyargıların karşısına yeni bir saflaşmayı getirmiştir. Grevden önce, Telekom’daki saflaşma, yüz yıllık, kronikleşmiş ve hastalıklı haldir. Bugün birçok yerde bu hastalıklı hal egemendir. Yani çeşitli burjuva partilerinin, sağcılığın solculuğun, milliyetçiliğin, Aleviciliğin, Sünniciliğin, dinciliğin…  birçok şeyin kendiliğinden saflaştırdığı bir durum vardır. Biz, bu saflaştırmalar böyle kalırken, halkı birleştiremeyiz. Bunu yıkmalıyız. Bu yıkılış lafla olmaz. Bu yıkılış, ancak emekçilerin sistemin güçleriyle karşı karşıya geldikleri noktalarda –bugün grevle, yarın başka bir taleple, öbür gün Alevilik meselesinde, Kürt meselesinde– doğru müdahaleler yaparsak, partimiz orada hazır ve nazır olarak çalışıyor olursa, o zaman biz, yeni bir saflaşma yaratma, dolayısıyla burjuvazinin Türkiye’yi yeniden kendi ihtiyaçlarına göre inşa etme planına karşı, emekçilerin Türkiye’sini inşa etme planını bir seçenek olarak çıkarma şansını elde etmiş oluruz. Partimiz, bunu yapabilir durumda olmak zorundadır. Bunun birinci şartı gazeteyi, televizyonu kullanmak, bunları yaşatmak ve onların üstünden o fikirler etrafında parti örgütlerini biçimlendirmektir.

 

***

Patırtı, gürültü yapmak bazen ihtiyaçtır tabii mücadelede, ama bu, ancak zaman zaman yapılacak bir şeydir. Kampanya yapmak, bazen ihtiyaçtır, ama bu, ancak, zaman zaman yapılırsa anlamlıdır. Günlük her durumu ve her ihtiyacı değerlendirmeyi beceremeyen bir parti, kendisini kampanyalarla çalışmaya yöneltirse, hepimizin eleştirdiği durumlar ortaya çıkar. Onun için bugün partimiz, demek ki, kendisini başka bir şeyle –ÖDP’nin şöyle yapması, milletvekili kazanıp kazanmama, DTP’yle olan bir meselede önde gitme arkada kalma meseleleriyle– ölçemez. Veya kendisini buralardan kalkarak demoralize eden ya da moral kazandıran şeyler oluşturamaz. Onun mücadelesi hakikaten burjuvazinin Türkiye’yi, siyasi ve ekonomik sistemini, ideoloji oluşturan kurumlarını yeniden inşa etme girişimine karşı, emekçilerin; bağımsız ve demokratik bir Türkiye kurma planıyla, sömürüsüz ve sınıfsız bir insanlık toplumu idealine dayanarak mücadele etmektir. Bunun birikimine sahiptir partimiz. Televizyon, gazete dediğimiz şeyler, bu planın halka anlatılmasında ihtiyacımız olan şeylerdir. Dolayısıyla buradan kalkarak, şunu diyemeyiz. “Zaten gazetemiz şu kadar satarken, televizyonu neden kuruyoruz? Bir de televizyon yükü üstümüze yüklendi” dersek, o zaman biz, bu yarışı daha baştan kaybederiz. Ya da “bu kadar parayı nasıl toplarız” gibi yakınmalar parti içinde güç kazanırsa, bu, partimizin kuruluş iddialarından vazgeçtiği anlamına gelir ve 1996’da öne sürdüğümüz iddiamızı gerçekleştirecek perspektifi kaybederiz.

Demek ki, Emek Partisi, çeşitli siyasi gruplar gibi “gücünün yettiği” işlerle uğraşan, kendisine dert ettiği meselelerle kendisi uğraşan bir parti olursa, aslında Emek Partisi olmaktan çıkıp, düzene ne kadar sert eleştiriler yöneltirse yöneltsin, bir düzen partisine dönüşür. Oysa biz halkın sorunlarını çözeceksek, o zaman bu partinin bir televizyona ihtiyacı vardır. Gazeteye ihtiyacı vardır. Ve bu parti bu araçlarını doğru kullanmama lüksüne sahip değildir.

 

***

Uzunca bir zamandan beri, biz, iyi planlar, iyi tartışmalar, iyi konuşmalar yapıyoruz. Ama işlerimiz hep bir noktada tıkanıyor. Nerede? Şunu yapalım dediğimizde, parti örgütlerimiz, ilk adımı, ikinci adımı atıp, üçüncü adımda geri dönüyorlar ve onu anlamadık, bunu yapamadık diye unutmaya bırakılıyor. Bu şikayetler ve tutum aşağıda da kalmıyor, en üst parti örgütlerini de etkisine alıyor. Buradan baktığımızda, bir dönüşüm ihtiyacını gerçekleştirmek zorundayız. Bu örgütsel olarak dönüşüm olmak zorundadır.

Bunu nasıl başaracağız?

Bir kere, az önce dediğimiz gibi, asıl gücümüz dediğimizde, emekçi sınıfların birikimini, bütün insanlığın, Türkiye toplumun ortak demokrasi, kültür ve bütün alanlardaki birikimini kast ediyoruz. Onun insan gücü derken, bu insan gücünün en başında parti örgütlerimiz vardır. Bu gücü, bu dışımızdaki, dağılmış ve henüz kendisinin bile farkında olmayan gücü toparlayıp birleştirecek olan parti, kendi elindeki en önemli materyal olan insan gücünü doğru yönetemezse, bu işin üstesinden gelemez. Eğer halkın muhalefetini, halkın gücünü, sermayenin Türkiye’yi 21. yy’ın ihtiyaçlarına göre yeniden inşa etme planının önüne, onu emekçilerin Türkiye’sine dönüştürmek üzere bir barikat olarak dikeceksek, o zaman burada örgütsel bakımdan da bu gücü birleştirip harekete geçirecek bir düzeye çıkarmak zorundayız. Çünkü bunu yapacak olan bu partinin gücüdür.

Nedir bu partinin insan gücü?

Birincisi, tabii ki, onun merkez örgütüdür. İkincisi burasıdır. Burada 473 kişi var. Buna biz bir 200–250 kişi daha katabiliriz. Bu sayının az olmasının nedeni salonun sınırlarıydı. Yani bir 750 kişi rahat çıkacaktır böyle bir durumda. Bu 750 kişi, bu partinin iskeletidir. Peki, 10 bin üyemiz varsa, demek ki, geri kalan 9 bin üyeyi, biz bu 750 kişi etrafında örgütleyip seferber etmeliyiz. Yani ileri 750 partili etrafında 10 bin üyenin örgütlü bir güç olarak davranması. Bunu yaratamazsak, bunu başaramazsak, biraz önce sözünü ettiğimiz görevleri yerine getiremeyiz.

Bunun insan karşılığı ise, 750 tane ileri partilinin etrafında birleşmiş 10 bin Emek Partilinin, Türkiye’nin bütün bu olumlu birikimini kullanarak, burjuvazinin, egemen sınıfların karşısına dikilmesidir. Uluslararası burjuvazinin karşısına da dikmektir bunu. Eğer biz burada bu gücü yaratırsak, bu, dünya ölçüsünde başka bir gelişmeye yol açacaktır. Uluslararası Platform denilen şey, Kürt sorunu karşısında uluslararası planda partimizin tutumuna dikkat çekilmesi hep bununla ilgilidir. Emek Partisi burjuvazinin karşısına ciddi bir güç olarak dikildiği ölçüde, bütün dünyada, kendisine “solcuyum”, “sosyalistim” diyen partiler, çevreler –bunların hepsinin Marksist ve bizim gibi düşünüyor olması gerekmiyor– hepsi yeniden saflaşacaktır. Bu, tarihsel bir görevdir ve bu görevi, bizim partimiz yerine getirmek zorundadır. Dolayısıyla buradan hareket etmeliyiz ve bu konferanstan biz, buradaki her arkadaşımız, kendi etrafında, bıraktığımızda bir şey yapmayan, bir işe yaramadığını düşündüğümüz partilileri de alarak, kendi bölgesinde, kendisini, kendi yerel talepleri etrafında bir çalışmayı örgütlemek üzere görevlendirmek üzere çıkmalıdır. Bunu rasgele ve kafadan ayrı ses çıkarak yapacak değiliz. İl örgütleriyle konuşup tartışacağız ve örgütlenme meselesini çözeceğiz. Dolayısıyla, bu, aynı zamanda, bizim gazetemizi her partilinin alması ve kendi etrafında dağıtmaya başlaması, gazeteye yazmaya başlaması demektir.

Bu, aynı zamanda, kumbaraların zamanında alınıp verilmesi, televizyon üzerine konuşulması ve kumbaraların para meselesi olmaktan çıkıp, onları, sisteme karşı mücadelede partinin desteklenmesi olarak gören bir görüşün yerleştirilmesi demektir.

Bu, aynı zamanda, partinin materyallerinin okunup tartışıldığı ve buralardan kendimize sonuçlar çıkarıldığı ve bunların kullanılmaya başlandığı bir çalışma demektir.

Bu, aynı zamanda, gece gündüz, yatıp kalkarken, yarın nasıl olur da biz bu çalışmayı bir adım daha ilerletiriz diyen partililerin sayısını hızla artırmak anlamına gelmektedir.

 

***

Burada bağış kampanyası için de birkaç şey söylemek istiyorum.

Parti, diğer faaliyetlerde olduğu gibi, partinin maddi olarak desteklenmesini de bir kampanya olarak görürse, bu yanlış olur. Çünkü kampanyalar uzadığında bir yorgunluk oluşuyor ve bazıları, hiçbir maddi destek yapmadığı halde, sürekli maddi destek veriyor havasına giriyor. Çünkü sürekli bir kampanya var ortada. En çok da maddi destekte bulunmayan arkadaşlarda böyle bir duygu uyanıyor. Bundan hızla çıkmamız lazım ve partimiz evvela kendi üyelerinin partiye katkılarını artırırken, öbür taraftan parti çevresinin mali imkanlarını da sürekli olarak partiye taşımayı düzenli bir hale dönüştürmelidir. Çalışmamızı doğal, her gün sürdürdüğümüz bir çalışma, hayatımızın bir parçası olarak yapmaya alışamazsak ve olağan hale getiremezsek, “yorgunluk” kaçınılmaz olur. Yani “gün boyu iş yaptım, bir de parti çalışması yapayım” diye bir şey yok. Gün boyu iş yaparken, etrafımızdaki insanlarla konuşursak, yani partinin çalışmasını yerelleştirirsek, çalışmamızı ailemiz, çevremiz, akrabalarımız, komşularımız, işyerindeki arkadaşlarımıza indirgersek, hepimiz her şeyi çok kolay anlatırız. Ben şimdi gitsem, dışarı çıksam, “arkadaşlar, bu memlekette Kürtlerin de kendi kaderini tayin hakkı vardır” desem, kesinlikle saldıranlar çıkar. Ama o kahveye her gün uğrayan birisi, kahvedekilere, bunu her gün söylese, kimse bir şey demez; çünkü o insanı tanıyordur, bir art niyeti olmadığını bilir, yaşantısını biliyordur. “Bu Türkiye’yi bölmek isteyen bir vatandaş değil” diye düşünür ve en çok, “Bu kadar da olmaz, ne demek istiyorsun” derler ve o da ne demek istediğini anlatır. Biz çalışmamızı bu hale getiremezsek, “Acaba burada söylesek mi söylemesek mi?” sıkıntısı hep çıkar. Bu yüzden de, biz, partin fikirlerini her yerde söylemeliyiz, ama her yerde usulüne göre söylemenin en kolay yolu, bizim bildiğimiz, bizim de bilindiğimiz, geçmişimizin de bugünümüzün de bilindiği yerde çalışmaktır. Buna, biz, partinin çalışmasının yerelleştirilmesi diyoruz. Demek ki, her ileri partilinin etrafında diğer partililerin örgütlenmesi demek, aynı zamanda, partinin çalışmasının yerelleştirilmesi demektir. Çünkü artık parti “merkezi”ni oraya taşımıştır. Gazeteden, dergiden, TV’den ne yapacağını alacaktır, ama nasıl yapacağına sonuçta kendisi karar verecektir. Nasıl o mahallenin muhtarı, bir taraftan devletin genelgelerini okuyor, öbür taraftan Başbakan’ın söylediklerini dikkate alarak, kendi mahallesinde bir şey yapıyorsa, bizim parti örgütümüz de, merkezi de dinleyecektir, gazetesine de bakacaktır, ama orada, sonuçta kendi mahallesinde uygulamak üzere, oradaki çalışmayı, kendi görevi ve sorumluluğu olarak, hesabını kendi vereceği bir iş olarak yapacaktır. Bu konferans, bence, asıl bu işi sağlayan; yani partimizin çalışmasını yerelleştiren, yani partimizin, ileri 750 üyesi etrafında geri kalan partilileri seferber ettiği, örgütlediği, gazetesini bunun aracılığıyla dağıttığı ve buradan gazeteye yazdığı, televizyonu bunun aracılığıyla desteklediği, televizyonu buradan tartıştığı, haberini buradan yaptığı ve sonuçta yine burada vatandaşla, kendi etrafındaki insanlarla konuşup tartıştığı bir hayat tarzına dönüştürmek ihtiyacında hepimizin ortaklaştığı bir konferans olmak durumundadır. Çünkü partimiz, ancak o zaman kendi görevini yapabilir.

Tarif etmemden, görevin çok zor olduğunu düşünebilirsiniz. Yani, lafla anlatmak zor, ama eğer biz, parti bizden ne istiyor diye düşünüp anladığımız şeyi yapmaya çalışırsak, bence görevlerimizin yüzde 90’ını yapmış olacağızdır. Geri kalanı yetenektir, ustalıktır, birinin diğerinden farklı olarak katacağı renktir; ama yüzde doksanı, aslında partinin ne dediğini anlayıp, bunu, etrafındaki diğer partililerle uygulamak üzere harekete geçen partili demektir. Bu konferans, bu konuda bir ilerleme sağlayacaksa, faydası olacaktır. Onun için, bence, il yönetimleriyle illerden gelen delege arkadaşlarımızın, döndüklerinde, elbirliği ile yapacakları ilk iş; kaç üyemiz var ve bunu nerelerde nasıl örgütleriz sorusunu pratik olarak yanıtlamaktır. Herkesi kendi olduğu yerde -genel üyemizi- örgütlediğimiz örgütlere dönüştürerek, bunu hızla tamamlamak ve buradan gazetemizi, televizyonumuzu destekleyen, onunla yazışan, onun maddi ihtiyaçlarını kendi derdimiz haline getiren ve giderek bizim gibi düşünen, bizim gibi çalışan partililerin sayısını hızla artırmak ve en önemlisi de daha çok emekçiyi partiye kazanacak bir çalışma içerisinde bulunmaktır. Ki, en az yaptığımız işlerden birisi budur.

Yeni insanları partiye kazanmak son derece önemli. Bir parti örgütümüz, bir yerde bir sene çalışıyor ve etrafında yeni beş partili daha kazanmamışsa, bir partili iki olmamışsa, dönüp, çalışmasına herhalde ben bir hata yapıyorum diye bakması lazım. Çünkü bizim her yaptığımız doğru değildir. Birçok şey yaparız, ama doğru olmayabilir. Oysa, partili sayımızı artırmak çok önemlidir.

Telekom grevi süresince ilişkiler kurduk, ama bir sene sonra Telekom’da yeni bir partili kazanmamışsak bu ilişkilerden, herhalde bir yerde yanlış yapıyoruz demektir. Telekom grevini destekleyerek iyi yaptık, ama başka bir konuda bir yanlış yapıyoruz diye kendi çalışmasını sorgulaması gerek. Tabii ki, “yukarı”dan “siz ne yapıyorsunuz, hiç adam kazanamadınız mı?” diye bir soru gelmiyorsa bile.

 

***

Belki daha çok konuşacağımız şeyler vardır, partimizin çalışmasına dair birçok eleştiri yapılabilir, ama bütün bu eleştirileri ortadan kaldırmanın, bütün bu eleştirilerin üstesinden gelmenin yolu, partinin kendisini örgütsel bakımdan dönüştürmesi ve daha çok üyesinin iş yapar bir pozisyona geçmesinden geçecektir. Bunun olmasının yolu da, gazetesini onun merkezine koyması, bütün diğer araçlarını, televizyonunu, mali bakımdan partinin desteklenmesi gibi şeyleri ayırmadan, bunların her birimizin görevi olduğunu düşünerek, kendi durumunun yeniden bir değerlendirmesini yapmaktan geçer. Bu konferanstaki asıl hedefimiz bu olmalıdır. Bunu hayata geçirmekse, bu konferanstan sonraki iştir, yani bu tutumun gerektirdiği parti biçimine varma işidir ve bunu, konferansın arkasından yapılacak partimizin her kademedeki örgütlerinin işi olarak görmek gerekir.

Hepinize başarılar diliyorum.

 

 


* İhsan Çaralan tarafından …. tarihinde toplanan EMEP Genel Konferansı’ında yapılan konuşma.

 

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑