Türkiye Barış Meclisi Kuruluş Bildirgesi

Uğruna verilen onca mücadeleye rağmen barış, insanlığın temel özlemi olmaya devam ediyor.

Yeni paylaşım arayışlarının ortaya çıkardığı sorunların, çatışmaların, eşitsizlikler ve yönlendirilebilir ekonomik krizlerin, barış için sürekli tehditler yarattığı bir dünyada yaşıyoruz.

Ülkemiz, uzun yıllardır süregelen ve gittikçe ciddi bir iç savaş biçimi alma eğilimi gösteren bir çatışma ve şiddet ortamında yaşıyor.

Bugün, dünyada, savaşın olduğu kadar barışın da merkezi bölgemizdir. Emperyalist saldırının yarattığı tüm düğümler buradadır, çözüm de buradadır.

“Türkiye’nin barışı”, bölge ve hatta belki de dünya barışının gerçekleştirilebilmesi mücadelesinde öncelikli bir öneme sahiptir.

13-14 Ocak 2007 tarihlerinde Ankara’da gerçekleşen “Türkiye Barışını Arıyor Konferansı” sonuç bildirgesinde şöyle denilmekteydi;

Sonuç olarak bu konferans, aynı zamanda bir barış meclisi işlevi görmüştür. Ancak, ortaya çıkan program taslağının olgunlaştırılması, topluma mal edilmesi ve siyasetin gündemi haline getirilmesi için uzun erimli ve toplumsal katılımla zenginleşecek, örgütlü bir çalışmaya ihtiyaç vardır. Amacımız, bu konferansın barışı inşa edecek bir toplumsal örgütlenmeye öncülük etmesidir.

İşte bu kararın sonucu olarak oluşan Türkiye Barış Meclisi, evrensel, tarihsel deney ve birikimlerin ışığında güncel sorunları değerlendirerek, ülkemizde barışın kazanılması için aşağıdaki program ve iç işleyiş kurallarını kabul etmektedir.

I. BÖLÜM

TÜRKİYE BARIŞ MECLİSİ’NİN PROGRAMI

1) Silahlı çatışmaların durdurulması ve Kürt Sorununun barışçıl çözümü başta olmak üzere, Türkiye’de ayrımsız herkes için demokrasinin, insan haklarının, özgürlüklerin ve sosyal adaletin tesisi barış çalışmalarının temel amacıdır.

2) Türkiye Barış Meclisi, bu amacın gerçekleşmesine yönelik, TBMM başta olmak üzere toplumun her kesiminden geliştirilecek olan tüm öneri, program, eylem ve çalışmaları destekleyecek, güçlendirilmesi ve koordine edilmesi yönünde çaba harcayacaktır.

BARIŞIN TESİSİ İÇİN ASGARİ SİYASİ TALEPLER:

3) Barış dilde başlatılmalı; özellikle siyasetin dili, şiddete yol açan ayrımcılıktan ve milliyetçilikten arındırılmalı, ötekileştirici, yabancılaştırıcı ve düşmanlaştırıcı tüm söylemler terk edilmelidir. Çünkü siyasette soy mensubiyetine dayandırılan milliyetçi söylem ve özcü yaklaşımlar, karşıtını da doğurmakta, yurttaşlar arasındaki güven ve birlik ortamının oluşmasına zarar vermektedir.

4) Herkesin, etnik kökeni, dinsel inançları, mezhebi, cinsiyeti, cinsel yönelimi, siyasal görüşleri nedeniyle ya da başkaca bir nedenden dolayı ayrımcılığa uğramaksızın eşit hak ve sorumluluklar ile siyasal alanda aktif özne olarak yer alabilmesinin önündeki tüm engeller kaldırılmalıdır. Bunun için;

· Bugün adil temsilin önünde bir engel olan yüksek seçim barajı kaldırılmalıdır.

· Siyasi partilerin faaliyetlerini kısıtlayıcı ve yasaklayıcı engellerden kurtulmalarını sağlayacak, demokrasinin ve siyasal alanın tesisinde bağımsız ve etkin bir rol oynayabilmelerinin yolunu açacak yeni bir siyasi partiler yasası çıkarılmalıdır.

· Yerinden yönetimin yolu açılmalı, böylelikle temsil ve katılımın önündeki engeller kaldırılmalıdır.

· Toplumun, barış talebini yükseltebileceği, tüm unsurlarıyla müzakerelere katılabileceği ve çeşitli çözüm önerileri geliştirebileceği, özgürlükçü ve barışçıl bir siyasal iklimin oluşturulmasına çalışılmalıdır.

· TBMM’de “Kürt Sorunu’nu Araştırma ve Çözüm Komisyonu” kurulmalıdır.

· TBMM’de “Azınlık Haklarını, İzleme, Koruma ve Güçlendirme Komisyonu” kurulmalıdır.

· Barışın tesisi sürecinde Kürtlerin siyasal temsilcileri, partileri ve Türkiye Barış Meclisi her düzeyde meşru ve gerçek muhataplar olarak kabul görmelidir.

5) Ülkede barış ve demokrasiyi tesis etmeye yönelik,

· Militarizmden, güvenlik rejimi zihniyetlerinden arınmış;

· Yurttaşlığı, herkesin, etnik kökeni, dinsel inançları, mezhebi, cinsiyeti, cinsel yönelimi, siyasal görüşleri nedeniyle ya da başkaca bir nedenden dolayı ayrımcılığa uğramaksızın eşit hak ve sorumluluklar ile donatılacağı biçimde yeniden tanımlayan;

· Yurttaşların temel hak ve özgürlüklerini, sosyal adaletin tesisi yönünde çalışanların ekonomik ve sosyal haklarını, doğal ve kültürel çevre ve varlıkların korunmasını güvence altına alan;

· Yurttaşların birlikte yaşama iradesinin bir ifadesi olacak;

yeni bir anayasa hazırlanmalıdır.

6) Çatışmalarda evladını kaybetmiş anaların oluşturacakları ortak bir komisyon, barışın inşasına yönelik çabalarımızı çok güçlendirecektir.

7) Türkiye’de herkesin etnik kökeni, dinsel inançları, mezhebi, cinsiyeti, cinsel yönelimi, siyasal görüşleri nedeniyle yada başkaca bir nedenden dolayı ayrımcılığa uğramaksızın sivil, resmi, siyasi kurum ve kurullarda görev, yetki ve sorumluluk alabilmesinin önündeki tüm yasal ve fiili engeller kaldırılmalıdır.

8) Toplumsal, kamusal ve siyasal yaşama katılımı sağlayacak, planlanmış bir siyasi af ve demokratik katılım programı geniş olarak tartışmaya sunulmalı ve yürürlüğe konma yolunda somut adımlar atılmalıdır.

9) Olağanüstü hal rejiminin tüm izlerinin silinmesi ve olağan şartlar altında, hukukun geçerli olduğu bir yaşam biçimi yaygın olarak teşvik edilmelidir. Bu çerçevede;

· Faili meçhul cinayetler aydınlatılmalı, suçlu resmi görevliler korunmamalı, adil bir şekilde yargılanıp cezalandırılmalıdır.

· Koruculuk sistemi kaldırılmalı, korucular sosyal güvenceleri ile birlikte başka istihdam alanlarına kaydırılmalıdır.

· Zorunlu göçün neden olduğu ekonomik, sosyal ve psikolojik tüm yıkımların etkilerini giderecek önlemler alınmalıdır.

· Bütün bölge acilen mayınlardan temizlenmelidir.

BARIŞIN TESİSİ İÇİN ASGARİ EKONOMİK TALEPLER:

1) Bölgedeki yoğun yoksulluğu ve bölgelerarası dengesizliği giderici pozitif ayrımcılığı esas alan kalkınma plan ve projeleri gerçekleştirilmelidir.

2) Bölgenin kalkınmasında öncü rolü oynayacak Erzurum, Van, Diyarbakır, Batman gibi iller bölgesel ekonomik, kültürel ve toplumsal cazibe merkezleri haline getirilmesinin etkin yararı olacaktır.

3) Bölgenin doğal kaynaklarından ve enerji işletmelerinden (su, elektrik, petrol vb.) sağlanan üretim değerlerinin bir bölümü bölge kalkınması ve yoksullukla mücadele amacıyla kullanılmak üzere tahsis edilmelidir.

4) Sulanan tarım alanlarının daha verimli hale getirilmesi için gerekli yatırımlar acilen yapılmalı, mayınların temizlenmesi ile kazanılacak topraklar, organik tarıma açılmalıdır.

5) Bölge koşullarına uygun düşen ve istihdam yaratacak nitelikte sanayi yatırımları teşvik edilmelidir.

6) Bölgede 0-14 yaş arası çok büyük bir nüfus kesimi bulunmaktadır. Bu genç nüfusun gelecek kaygısı taşımayan, sahip oldukları öz kaynakları değerlendirme becerisi edinmiş üretken bireyler haline gelmelerini sağlayacak eğitim, öğretim ve iş imkanlarına kavuşmaları barış ve sosyal adaletin tesisi, bölgenin refahı için zorunludur.

BARIŞIN TESİSİ İÇİN SOSYAL VE KÜLTÜREL TALEPLER:

1) Ülkemizde farklı kültürlerin varlığı, tarihsel ve sosyolojik bir gerçek olarak kabul edilmeli, kültürel yıkıma yol açan her türlü inkarcı ve yasaklayıcı uygulamalar son bulmalıdır.

2) Bu toprakların binlerce yıllık ortak kültürünün oluşumunda etkili olmuş bütün dil ve kültürlerin araştırılması, geliştirilmesi, eğitim ve öğretiminin önündeki yasal ve fiili engeller kaldırılmalıdır. Söz konusu kültürlerin varlığının göstergesi olan her türlü dini ya da dini olmayan mimari yapı, eser vb. tüm kültür mirası, koruma altına alınmalı, restore edilmeli ve barış kültürünün oluşumunun bir aracı olarak günlük yaşamda işlevlerine uygun biçimde kullanılır hale getirilmedir.

3) Kürt dili ve edebiyatının araştırılması, geliştirilmesi ve eğitimi önündeki engeller kaldırılmalı, Kürt dili ve edebiyatının geliştirilmesi teşvik edilmelidir.

4) Resmi dil olan Türkçe’nin yanı sıra Kürtçe’nin ve diğer azınlık dillerinin kamusal alanda serbestçe kullanılabilmesi için yasal ve hukuki düzenlemeler yapılmalı, “çok dilli resmi hizmet ve siyasi faaliyet” serbestliği sağlanmalıdır.

5) Eğitim ve yönetim pratiklerinde devletle toplum arasında olduğu kadar, toplumun farklı kesimleri arasında gerilim yaratan etnik ve dinsel aidiyet vurguları son bulmalıdır.

BARIŞIN TESİSİ İÇİN MEDYA VE TOPLUMSAL İLETİŞİM ALANINA YÖNELİK TALEPLER:

1) Kürt sorunu “şiddet ve terörizm sorunu” olarak adlandırılmaktan vazgeçilmelidir. Çünkü sorunun tarafları sadece silah taşıyan güçler değildir. Sorun kentiyle, kırıyla, sivil toplumu, siyasi örgütleri, resmi kurumları ve diğer sosyal kesimleriyle tüm Türkiye’nin sorunudur.

2) Medya, çatışmaları meşrulaştıran, olağanlaştıran dili terk etmeli, “farklı toplumsal kesim ve kimliklerin birbirini anlaması ve birlikteliğini” vurgulayan bir dil kullanmalıdır. Medya barışın dilini, ahlakını ve değerlerini oluşturmada sorumluluk üstlenmelidir.

3) Sorunun tüm taraflarına ilişkin doğru, nesnel bilgi ve haber üretmek medyanın ahlaki zorunluluğudur.

II. BÖLÜM

TÜRKİYE BARIŞ MECLİSİ’NİN İÇ İŞLEYİŞ KURALLARI

1. Türkiye Barış Meclisi’nin, amacı I. Bölüm’deki “Programı” gerçekleştirmektir.

2. Türkiye Barış Meclisi, sivil ve bağımsız bir meclistir. Her türlü kimlik hiyerarşisini, tüm şiddet biçimlerini ve her türlü ayrımcılığı reddeder. Türkiye Barış Meclisi, barış kültürünü ve demokrasiyi öncelikle kendi içinde gerçekleştirmeyi önemser, amaçlar.

3. Türkiye Barış Meclisi, barış için çalışması ve emeği olan kişilerden oluşur. Türkiye Barışını Arıyor Konferansı’nın çağrıcıları ve düzenleyicileri, akademisyenler, yazarlar, sanatçılar, medya mensupları, emek örgütlerinin, meslek örgütlerinin, demokratik toplum örgütlerinin, diğer barış gruplarının mensupları ve yerel barış meclislerinin üyeleri Türkiye Barış Meclisi’nin üyeleridir.

4. Türkiye Barış Meclisi, sorun çözen ve bunu sorunun sahipleriyle paylaşan bir yöntemi benimser. Bu nedenle de;

· Türkiye Barış Meclisi, meclisi oluşturan bireylerin siyasal düşüncelerinden bağımsız ve bağlı oldukları örgütlerin dışında bir yapılanmadır. İlişkilerde hak eşitliği, karşılıklı saygı, bağımsızlık ve içişlerine karışmama temel ilkedir.

· Türkiye Barış Meclisi, iç işleyiş ve çalışmalarında katılımcılığı önemser ve teşvik eder.

· Kararlar, iknaya dayalı olarak konsensus yöntemi ile alınır, oylama yapılmaz.

· Çalışma ve eylemliliklerde “ortak karar, ortak uygulama” esastır.

· Konsensusun sağlanamadığı koşullarda genel eğilim dikkate alınır. Bu durumda karara katılmayanların çalışma ve eylemliliklere katılmama hakkı vardır. Ancak, çalışma ve eylemliliklerin aleyhine faaliyet yürütülemez.

5. Etkinlik, çalışma ve ortak programların giderleri, Türkiye Barış Meclisi üyeleri ve yerel barış girişimlerince karşılanır. Üyeler, her ay için en az 10 en çok 100 YTL aidat öder.

6. Türkiye Barış Meclisi, altı ayda bir toplanır. Ancak, Sekretarya’nın yada yerel barış meclislerinin gereksinim duyduğu hallerde olağan üstü toplanır.

7. Türkiye Barış Meclisi, bünyesinde oluşturulan Sekretarya, çalışma grupları vb. organizasyonlarda kadın temsili konusunda ilkesel olarak tam eşitlik esası benimser. Ancak görev ve sorumluluk üstlenmede gönüllülük esastır.

8. Barış Meclisi çalışmalarını ilkesel olarak çok dilli yapmayı benimser. (Olanaklar ölçüsünde)

9. Türkiye Barış Meclisi, kendi içinden, içerdiği tüm farklı görüş ve anlayışları temsil edecek bir Sekreterya seçer. Sekreterya;

· 25 kişiden oluşur. Kendi içinde iletişim ve koordinasyonu sağlayacak yedi kişilik koordinasyon kurulu seçer.

· En az ayda bir kez toplanır. Koordinasyon kurulu ise her hafta toplanır.

· Türkiye Barış Meclisi’nin aldığı kararları yürütür.

· Yerel barış meclislerinin, çalışma gruplarının ve diğer barış gruplarının çalışmalarının eşgüdümünü sağlar.

· Türkiye Barış Meclisi’nin aldığı kararlar çerçevesinde görüş açıklar.

· Bunun için, altı aylık süreyle görev yapacak üç sözcü seçer. Açıklamalar sadece bu sözcüler aracılığıyla yapılır. Bunun dışında hiçbir bireysel açıklama Türkiye Barış Meclisi’ni bağlamaz.

· Bir önceki toplantıda alınan kararların uygulanması ve mali konular hakkında Türkiye Barış Meclisi’ni bilgilendirir.

10. Türkiye Barış Meclisi, barış çalışmalarının toplum içinde yaygınlaşması ve kök salması için yerel barış meclislerinin kurulmasını teşvik eder. Yerel barış meclisleri;

· Çalışma ve işleyiş biçimlerini kendileri düzenler.

· Türkiye Barış Meclisi Sekreteryası ile eşgüdüm içerisinde çalışacak bir sekreterya seçer.

· Gerçekleştirdikleri çalışma ve etkinliklerle ilgili olarak Türkiye Barış Meclisi Sekreteryası’nı bilgilendirir.

11. Türkiye Barış Meclisi, gerekli gördüğü konularda çalışma grupları oluşturur.

· Çalışma grupları, Türkiye Barış Meclisi içinden ya da dışından oluşturulur. Grupların oluşumunda uzmanlık, ilgi alanı, emek ve enerji esas alınır.

· Çalışma grupları en az beş kişiden oluşur. Kişi sayısı ihtiyaca göre arttırılır.

· Çalışma grupları ilk toplantılarını Sekretarya’nın daveti üzerine gerçekleştirirler. Daha sonra toplantı ve çalışma düzenlerini kendileri oluşturur.

· Çalışma gruplarının koordinasyonu Sekreterya tarafından yapılır.

· Çalışma grupları, faaliyetleri konusunda Türkiye Barış Meclisi’ne karşı sorumludur. Çalışmalarının sonucunu rapor haline getirerek Sekretarya’ya yazılı olarak iletirler. Raporlar, Türkiye Barış Meclisi’nin ilk toplantısında görüşülmek üzere gündeme alınır.

ÖNGÖRÜLEN ÇALIŞMA GRUPLARI:

– İletişim Çalışma Grubu

– Uluslararası İlişkiler Çalışma Grubu

– Hukuk ve Anayasa Çalışma Grubu

– Ayrımcılık İzleme Grubu

– Azınlık Hakları Çalışma Grubu

– Geçmişle Yüzleşme ve Gerçekleri Araştırma Çalışma Grubu

– Göç Çalışma Grubu

– Kadın Sorunları Çalışma Grubu

– Çocuk Hakları Çalışma Grubu

– Sosyal Adalet Çalışma Grubu

– Barış Kültürü ve Dili Çalışma Grubu

– Kültür ve Sanat Çalışma Grubu

 

2008 bütçesi üzerine

GİRİŞ

Büyük Millet Meclisi’ne sunulmuş olan 2008 Malî Yılı Bütçesi ile ilgili görüşlerimi yansıtmadan önce, genelde kamu bütçesi felsefesi üzerine söylenecek birkaç sözün anlamamıza daha bir derinlik katacağını düşünüyorum.

Ekonomi fakültelerinde bütün bir dönem bütçe dersi okutulur. Bu derslerin içeriğinde, bütçenin niteliği, ilkeleri ve denetleme süreçleri detaylı olarak anlatılır. Ama pratikteki bütçe uygulaması ile teorik açıklamaların fazla uyuşmadığı görülür. Bu uyuşmazlığın temel nedeni, normatif ölçütlerle ve oldukça idealize edilmiş olarak verilen bütçelerin, kapitalist toplumlarda, aslında özel kesimdeki güç ilişkilerinin hakimiyeti altında oluşturulup, uygulanıyor olmasıdır. Başka bir ifade ile, teorik bütçe açıklamaları bir ideal olarak verilmekle beraber, özel kesimin baskıcı tavrı bu ideali ortadan kaldırmakta ve kamu bütçesini de kendi çıkar ve manevraları doğrultusunda oluşturmaktadır. Normatif yaklaşımla pozitif durum arasındaki bu çelişkiyi birkaç örnekle şöylece açıklayabiliriz.

Normatif bütçe anlatımı ile fiili durum arasındaki birinci ayrışma noktası, bütçenin bir hükümet programı olduğu görüşüdür. Bu görüşe göre, hükümet ve siyasal erk, bütçe büyüklüğünü saptayarak, toplumsal kaynakları, toplumun refahını yükseltecek biçimde yönlendirmeye çalışır.

Bu görüşü tamamlayan ve devlet erkine dayandırılan ikinci konu ise, kamu bütçesinde, aile bütçesinden farklı olarak, önce harcamaların saptandığı, böylece belirlenen harcamaları karşılayacak olan kaynakların ise, devlet erki ile cebri olarak temin edildiği görüşüdür. Nitekim, bütçelerin birinci cetveli harcama tahminlerini, ikinci cetveli ise gelir tahminlerini içerir.

İdeal ile fiilî durum arasındaki farklılık olarak vurgulanması gereken üçüncü konu ise, bütçenin hazırlanışında samimiyet ilkesine uyulması zorunluluğudur. Zira, hükümetin bir yıllık icra programının mali tablosu olarak nitelenen bütçe, aynı zamanda Meclis’ten hükümete verilen icra yetkisi olduğundan, bütçenin hazırlanmasında Meclis’e ve topluma doğru ve sağlıklı bilgi vermek temel kural olmalıdır diye düşünülmektedir.

Ancak, geçmiş yıllar bütçelerini ve aşağıda açıklamaya çalışacağım 2008 Malî Yılı Bütçesi’ni yukarıdaki konular açısından gözden geçirdiğimizde, uygulama ile teorinin birbiri ile ilgisi olamadığını görmekteyiz. Bu bağlamdaki açıklamalara, önce bütçenin bir hükümet programı olduğu konusunu irdeleyerek başlayalım. Eğer bu sav doğru ise, yâni bütçeler gerçekten hükümetin gönlünde yatan ya da siyasî fırsatçılığa uygun malî tablolar ise, geçmiş yıllar bütçelerine ve 2008 Malî Yılı bütçesine baktığımızda, görürüz ki, hükümet, kamu çalışanlarını perişan ederek, topluma sunduğu hizmetlerin kalitesini eriterek, kısacası devleti çökerterek sadece toplumu perişan etmekle kalmamakta, aynı zamanda kendi siyasal hayatını da törpülemektedir. Nitekim, geçmişte hemen tüm partilerin oy oranı barajın çok altına düşmüş durumdadır. Böyle bir siyasal davranışın siyasal akıl ve hesapla açıklanacak bir yönü olabilir mi!?

Normatif bütçe görüşü ile fiilî durum arasındaki farklılığı açıklamaya yönelik ikinci test konusunu da, kamu bütçesinin aile bütçesinden farklı olduğu görüşü oluşturmaktadır. Bu görüşe göre, aile bütçesinde harcamalar gelire göre saptanırken (ayağın yorgana göre uzatılması), kamu bütçesinde, buna ters olarak, devlet erkine dayanılarak, gelirler harcamalara göre saptanır ve sağlanır (yorganın ayağa göre oluşturulması). Bir yandan teorik olarak kamu bütçesinde gelirlerin harcamalara uydurulduğu savı ileri sürülürken, diğer yandan da bazı harcamalar için devletin kaynağının olmadığı” görüşü ileri sürülmektedir. Kapitalist sistemlerde devlet belirli kesimlerden vergi alıp topluma hizmet sunan siyasal bir örgüt olduğuna göre, herhangi bir hizmetin görülmesi için toplumda gerekli kaynakların yeterli olup olmadığı tartışılabilir, ama devletin kaynağının olup olmadığı tartışılamaz. Çünkü devlet, toplumsal kaynaklar veri olarak, topladığı vergi kadar kaynağa sahip demektir. Kaldı ki, bu durumda da, kaynak devletin değil, milletindir. Görülüyor ki, mülk devlet niteliğinde olmayan kapitalist sistem devletleri, siyasal kararlarda ve uygulamalarda tam bağımsızlığa sahip değildir.

Üçüncü konumuz ise, bütçenin hazırlanmasında samimiyet ilkesine uyulması gerekliliğidir. Geçmiş yıllar bütçelerinde seyreden enflasyona rağmen, oldukça düşük deflatör (memur maaşları ve sair kamu harcamalarında uygulanan artış katsayısı) kullanılması, bütçe samimiyetiyle bağdaştırılamayacak siyasal manevradır. Bu samimiyetsizlik, geçmiş yıllar bütçelerinde görüldüğü gibi, aşağıda anlatılacağı üzere, 2008 Malî Yılı Bütçesi’nde de görülmektedir. Samimi isek, bütçeye değil, daha derinde başka ilişkilere yönelmeliyiz.

Niçin bu sakatlıklar ortaya çıkmaktadır? Bu sorunun yanıtını, muhtelif yıllar bütçelerini bir zaman boyutunda kabaca gördükten sonra vermeye çalışalım. Bu sorunun yanıtını sağlıklı vermeden, salt bütçeleri eleştirmenin, yanıltıcı etki yaratma dışında, hiçbir önemi yoktur. 2008 Bütçesi de dahil, tüm bütçeler sistemle tutarlıdır ve fevkalade geçerlidir.

BÜTÇELERİN MEKANİK YAPISI

Bu kısa açıklamaların ışığında, bütçe ile ilgili teorik yaklaşım karşısında ampirik müşahedelerin geçerliliğini, hem tarihsel perspektifi, hem de 2008 Bütçesi’ni ele alarak irdeleyelim.

Tablo – 1

Yıllar İtibariyle Çeşitli Bütçe Büyüklüklerinin GSMH Oranları

Kons. Bütçe Reel Kons. Bütçe Birincil Faiz Dahil Nihaî

Yıllar Harcamaları. Gelirleri Denge Faiz Harcamalar Denge 1975-79 18.76 17.10 – 1.66 0.49 19.25 – 2.15

1980-84 16.86 15.50 – 1.36 1.17 18.03 – 2.53

1985-89 13.40 13.60 0.20 3.00 16.40 – 2.80

1990-94 16.46 16.70 0.24 5.00 21.46 – 4.76

1995-99 18.10 20.44 2.34 10.04 28.14 – 7.70

2000 20.90 26.60 5.70 16.30 37.20 -10.30

2001 22.40 29.20 6.80 23.30 45.70 -16.50

2002 23.40 28.10 4.70 19.10 42.50 -14.40

2003 22.97 28.42 5.45 18.45 41.42 -13.00

2004 20.12 28.00 7.88 15.73 35.85 – 7.85

2005 20.59 28.86 8.27 11.73 32.32 – 6.06

2006 23.30 30.60 7.7 8.20 31.20 – 0.50

2007 23.80 29.80 5.7 7.60 31.40 – 1.60

2008 23.20 28.50 5.3 7.80 31.00 2.7

2009 22.70 27.90 5.3 6.30 29.00 1.1

2010 21.90 27.20 5.3 5.50 27.40 0.2

Kaynak: Muhtelif Yıllar Bütçe Gerekçeleri ve Ekonomik Raporlar .

Tablo-1’den şu sonuçları üretmek olasıdır:

– Yaklaşık otuz yıllık uzun bir süre boyunca, konsolide bütçe reel harcamalarının GSMH içindeki oranı, yaklaşık 4 puana yakın bir artış kaydetmiştir. İleriye yönelik tahminlerde ise, söz konusu oranın geriletilmesinin plânlandığı görülmektedir. Faiz dahil harcama kalemlerini dikkate aldığımızda, 2008 yılından itibaren bütçe hacminin küçültülmesine çalışıldığını gözlemekteyiz. 1975-2008 döneminin otuz yılı aşkın süresi içinde reel kamu harcamalarının milli gelir içindeki oranı ise, % 18.76’dan ancak % 23.20’ye çıkabilmiştir. 2010 yılına kadar, bu oranın da küçültülmesi düşünülmektedir.

– Buna karşın, aynı süre içinde, gelirlerde, faiz yüküne koşut olarak önemli artış kaydedilmiş olmakla beraber, son yıllarda gerileme görülmektedir. Bu gelişme, faiz hariç bütçe boyutunun küçültülmesi felsefesi ile tutarlıdır.

– 1980 politikaları çerçevesinde, Hazine ile Merkez Bankası’nın ilişkisinin kesilmesi sonucunda, faiz haddi yükselmiş ve bütçenin faiz yükü artmıştır. Bütçenin faiz yükü artışına paralel olarak, nihaî bütçe dengesi ciddî olarak sarsılmış, bu durum, bütçe açığı ve faiz sarmalı sorunu oluşturmuştur. Bu sorunun aşılabilmesi için, IMF, milli gelirin % 6.5’u oranında faiz-dışı fazla oluşturulmasını dayatmış ve bu politika uzun süre uygulanmıştır. 1995 yılından itibaren uygulamaya konulmuş olan faiz-dışı fazla politikasına 2000 yılından itibaren hız verilmiş ve 2000-2007 yılları arasında şu yüzdeler tutturulmuştur: 5.7; 6.8; 4.2; 5.1; 6.1; 8.1. 5.7. 2008 ve onu izleyen iki yıl için ise, faiz-dışı fazlanın milli gelire oranının % 5.3’ü olacağı planlanmış bulunmaktadır. Açıktır ki, faiz-dışı fazla ayırma politikası, bütçede reel harcamalar üzerine baskı yaptığı gibi, bütçe açığını da büyütmektedir.

– 2005 yılından itibaren faizlerin milli gelir içindeki payı azalmaya yüz tutunca, gelirlerde artış sağlanmadan, bütçe dengesi iyileştirilmeye başlamıştır.

Bütçenin ekonomi üzerindeki etkisi yanında sosyal etkisinin de netleştirebilmesi için, çeşitli yıllar itibariyle harcamaların GSMH oranlarına bir göz atmak gerekmektedir. Aşağıda, Tablo-2, bu konuda bir fikir vermektedir.

Tablo – 2

İşlevsel Bütçe Büyüklerinin GSMH’ya Oranı

1981 1990 2001 2002 2005 2007 2008 2009 2010

Genel Hizmetler 5,0 4,5 8,3 8,1 11,3 13.2 13.7 11.9 10.7

Savunma 3,9 3,1 3,8 3,5 2,1 2.1 1.8 1.8 1.7

Adalet-Emniyet 1,0 1,2 1,0 1,2 1,8 2.0 1.8 1.8 1.7

Bayındırlık 0,3 0,3 0,1 0,1 0,1 0.7 0.3 0.4 0.3

Eğitim 3,0 4,4 3,5 3,5 3,8 4.2 4.0 3.8 3.6

Sağlık 0,8 1,1 0,8 0,8 1,5 1.2 1.6 1.6 1.5

Kültür-Turizm 0,2 0,2 0,1 0,1 0.5 0.5 0.4 0.4 0.4

Sosyal Hizmetler 0,1 0,2 0,1 0,1 5.0 5.3 5.4 5.3 5.3

Kaynak: İlgili yıllar Bütçe Gerekçeleri.

Not: Bütçe harcama tasnifindeki değişiklikler nedeni ile, 2005 yılı bazı harcama kalemleri, eski tasnif düzeninde verilmemektedir.

Sosyal Hizmetler” kaleminde 2005 yılından itibaren görülen anormal artış, bütçe tasnifinden kaynaklanmaktadır.

Tablo-2’nin genel görüntüsü şunu göstermektedir ki, 1981 yılından 2000 yıllarına doğru Genel Hizmetler kaleminde önemli bir artış olmuştur, ancak önümüzdeki yıllarda, söz konusu artış hızının kesilmesi planlanmaktadır. Savunma harcamaları gerilerken, diğer kalemlerde önemli artışların kaydedilmiş olduğu görülmektedir. Ancak, önemli artışların kaydedildiği ifade edilen kalemlerin başlangıç değerleri çok düşük olduğundan dolayı, ulaşılan nihaî değerler tatminkâr olmaktan uzaktır. Örneğin, genç nüfusa sahip ülkemizde eğitim harcamalarının milli gelir içindeki payının % 4 düzeylerinde tutulması, % 8 – 11 arasında değişen diğer ülkeler yanında tatminkâr olmaktan çok uzaktır. 2007 yılından itibaren faiz giderlerinin yükü hafifletilirken, böylece serbest kalan fonların eğitim gibi toplumsal açıdan yaşamsal öneme sahip alana kaydırılmamış olması, kaynak dağılımı açısından açıklanabilir nitelikte görülemez. Aynı sav, sağlık harcamaları için de geçerlidir. Kamu harcamalarındaki bu olumsuz gelişmeleri ancak özelleştirme yaklaşımı ile açıklamak olasıdır ki, bu yaklaşımın da, gelir dağılımının fevkalade bozuk olduğu toplumumuzda olumlu karşılanması hiçbir şekilde olası görülemez.

Ekonomik ölçüte göre bütçe büyüklükleri ise, bize daha başka manzara vermektedir. Böyle bir analize yönelebilmek için, Tablo-3’deki değerlerin incelenmesine geçebiliriz.

Tablo – 3

Seçilmiş Yıllar İtibariyle Kamu Harcamalarının Ekonomik Ölçüte Göre GSMH Oranları

Yıllar Cari H. (Personel Öd.) Yatırım H. Faiz Öd.

1980 10,3 ( 6.4) 9,3 0,6

1990 10,0 ( 7.2) 8,6 3,5

2000 13,2 ( 7.9) 5,3 22,9

2007 10.2 ( 6.8) 1.8 7.6

2008 10.0 ( 6.8) 1.6 7.8

2009 9.7 ( 6.6) 1.7 6.3

2010 9.2 ( 6.3) 1.7 5.5

Kaynak: Ekonomik ve Sosyal Göstergeler (1950-2001), DPT, Ankara, 2001

Muhtelif yıllar Bütçe Gerekçeleri.

Not: “Personel Ödemeleri” kalemi “Carî Harcamalar” kaleminin içinde yer almaktadır.

Tablo-3’ün analizi de, Tablo-2’nin analizi ile benzer sonucu vermektedir. Şöyle ki, bütçe üzerindeki faiz yükü görece gerilerken, serbest kalan kaynaklarla carî ve yatırım harcamalarının artırılması yoluna gidilmemekte, devletin temel faaliyeti olan kamu hizmetleri nicel ve nitel olarak zayıflatılmaktadır. Kamu yatırım harcamalarının geriletilmesi, ekonomik alt-yapının idamesi ve genişletilmesi önünde önemli bir engeldir. Bu gerileme, tüm ekonominin verimli çalışmasını sınırlamakta ve enflâsyonu besleyen gizli potansiyel oluşturmaktadır.

Carî harcamaların geriletilmesi ise, kamu harcamalarında beşeri sermaye ve hizmet kalitesinin erimesine neden olmaktadır. Kamu hizmetlerinin nicel ve nitel olarak eritilmesi, toplumsal maliyetlerin artmasına yol açarken, aynı zamanda, temel ihtiyaçlarını kamu hizmetleri yoluyla karşılayan orta ve alt gelir grupları üzerinde de önemli bir yük oluşturmaktadır.

Kamu harcamalarının ana finansman kaynağı, kuşkusuz, vergilerdir. Vergiler, kamu hizmetlerinin finansmanını sağladığı gibi (malî amaç), birincil gelir dağılımını olumlu yönde değiştirebilen güçlü bir araç olarak da kullanılabilir (sosyal amaç). Vergilerin söz konusu işlevlerini gözden geçirebilmek için Tablo-4 düzenlenmiştir.

Tablo – 4

Seçilmiş Yıllarda Kamu Gelirlerinin Milli Gelir Oranları

Yıllar Bütçe Glr. Vergi Glr Vergi Dışı Glr Bütçe Açığı / Milli Gelir

1980 17.0 14.1 3.0 3.1

1990 13.7 11.4 2.4 – 3.0

2000 27.8 21.2 4.0 – 9.5

2007 29.1 23.4 5.7 – 2.3

2008 30.1 26.1 4.6 – 2.4

2009 29.6 26.1 3.0 – 1.1

2010 27.2 23.2 3.3 – 0.1

Kaynak: Muhtelif yıllar Bütçe Gerekçesi

Bütçe gelirlerinin milli gelir payının 2000-2010 yılları arasındaki gelişme seyri, aynı yıllardaki ekonomik gelişme seyrine uygun olmamıştır. Zira, 2001 yılında yaşanmış olan % 9.5 oranındaki çöküş bir yana, tüm diğer yıllarda önemli artışlar sağlanmıştır. Milli gelirdeki artış oranları, 2002 yılında % 7.9; 2003 yılında % 5.9; 2004 yılında % 9.9; 2005 yılında % 7.6 ve 2006 yılında ise % 6.0 şeklinde gerçekleşmiştir. Bu artışlar karşısında sağlanan vergi gelişmesi olumlu ve uyumlu görülemez.

Vergi dışı gelirlerin gelişme seyrindeki yalpalama ve özellikle de 2007 yılında görülen önemli artış, özelleştirme gelirleri ile ilgilidir. Örneğin, Telekom hisse satış geliri, 2007 yılı bütçe gelirlerinin % 3’ünü sağlamıştır. Aynı yılda, kurumlar vergisinin bütçe gelirlerindeki payı ise, sadece % 7’dir. Bu özel gelir kalemi, belirli boyutta olarak, 2008 yılında da sürecektir, ama onu izleyen dönemde böyle bir gelir kalemi mevcut değildir. Bu yönü ile özelleştirme gelirlerini bir gelir kalemi olarak kabul etmek doğru değildir. Özelleştirmeler, toplumsal birikime el koyarak, kamusal sermayeyi özel sektör sermaye birikimine mal etmekten başka bir anlam taşımamaktadır. Üstelik de, bu işlem gerçekleştirilirken, özelleştirilen sermeye stoku değersizleştirilerek, ucuza kapatılmaktadır.

Tablo – 5

Seçilmiş Yıllar Bazı Bütçe Büyüklük Oranları

Yıllar D.sız Vrg/ D.lı Vrg Vergi Glr / Reel Hrc. Vergi Glr / Faiz

1980 1.7 1.1 23.4

1990 1.1 1.3 3.3

2000 0.7 1.6 1.3

2007 0.4 0.9 3.8

2008 0.4 1.0 3.1

2009 0.4 1.1 3.8

2010 0.4 1.1 4.2

Kaynak: Muhtelif yıllar Bütçe Gerekçesi.

Tablo-5, iki noktayı açığa çıkarmaktadır. Bunlardan birincisi, vergi yapısının adaletsizliğini ortaya koymaktadır. Dolaysız vergilerin dolaylı vergilere oranı küçüldükçe, sistemde dolaylı vergi hakimiyetinin yükseldiği ve sistemin adaletsizleştiği anlaşılır. Tablonun gösterdiği ikinci olgu ise, faiz yükünün vergilerin dörtte birine yaklaştığı yapıda, vergilerin reel harcamaları ancak karşılayabilen durumda olmasıdır. Bunun doğal sonucu olarak, faiz dışı fazla ile karşılanamayan yıllık faiz ödentileri, geri kalan bölümü ile borç stokunu yükseltme potansiyelini içinde barındırmaktadır. Örneğin, 2008 bütçesinde 56 000 milyon YTL olarak verilmiş olan faiz yüküne karşın, ayrılan faiz dışı fazla 38 244 milyon YTL’dir. Şu hale göre, son yılların en yüksek faiz karşılama oranının tahmin edildiği 2008 yılında dahî, faiz yükünün ancak 2/3’ü vergi gelirleriyle karşılanabilmekte, geri kalan faiz yükü için diğer gelir kaynaklarına baş vurulmakta ya da yeni kaynak ihtiyacı ortaya çıkmaktadır.

GELİŞMELERİN YORUMU

Tüm ekonomi ve tarihsel süreç dikkate alınmadan salt bir dönem bütçesinin incelenmesi, ekonomik işleyişi ve bu işleyişin bütçe politikalarına yansımasını net olarak göstermediği için, fazla anlamlı görülemez. Bunun nedeni, genel yargının aksine, bütçenin boşlukta hazırlanmış bir siyasal belge olmayıp, ekonomik işleyiş ve süreçlerin siyasal yansıması olmasıdır. Bu görüşün arkasında ise, siyasetin ekonomiyi değil, ekonominin siyaseti yönettiği gerçeği yatmaktadır. Hal böyle olunca, teorik bütçe açıklamaları bir ideal olarak verilmekle beraber, özel kesimin gücü ve baskıcı tavrı bu ideali ortadan kaldırmakta ve tüm siyasal süreçleri olduğu gibi, kamu bütçesini de kendi çıkar ve manevraları doğrultusunda oluşturmaktadır. Bu çelişkiyi birkaç örnekle açıklamak olasıdır.

Son yıllar bütçelerini ve konumuz olan 2008 Bütçesi’ni yukarıdaki konular açısından gözden geçirdiğimizde, uygulama ile teorinin birbiri ile hiç alakası olamadığını görmekteyiz. Önce, bütçenin bir hükümet programı olduğu görüşü doğrultusunda, son yıllar bütçelerine, 2008 Bütçesi’ne ve ileriye yönelik hükümet tahminlerine baktığımızda, hükümetin kamu çalışanlarının özlük haklarını olduğu kadar, topluma sunduğu hizmetleri de nicel ve nitel olarak baskıladığını görmekteyiz. Bu yürüyüş çizgisi, 2000 yılından itibaren sıkı bir şekilde uygulanan IMF programının bir sonucudur. Vaşington Uzlaşması doğrultusunda IMF tarafından dayatılan programa göre, kamu kesiminin boyutları daraltılacak, devlet temel kamu hizmetleri üretiminin dışına çıkmayacaktır. Böyle bir programın halk-yanlı değil, sermaye-yanlı olduğu ortadadır. Kapitalist sistemlerde özel sermaye gruplarının siyasal ajanı niteliğinde olan hükümetlerin başka şansı yoktur. Söz konusu politikaların ekonomik yorumu, giderek toplumun piyasalaştırıldığı ve bütçe içinde görülen bazı hizmetlerin piyasaya bırakılarak orta ve düşük gelir grupların refah düzeylerinin geriletildiği anlamını taşımaktadır. Türkiye’de de olduğu gibi, bu denli sermaye gruplarına hizmet sunan siyasal kadroların, nasıl olup da halktan bu denli yüksek oy alabildiklerini, modern toplum yaklaşımı ile değil de, cemaatçi toplum yaklaşımı ile açıklamak olasıdır.

Teori ile pratiğin uyuşmadığı ikinci konu olan, aile bütçesi ile kamu bütçesi arasındaki farkı ele aldığımızda da, giderek kamu bütçesinin aile bütçesine dönüştürüldüğünü görüyoruz. Aile bütçesinde hakim olan gelire göre harcama plânlaması görüşünün, giderek kamu bütçesinde de hakim olduğuna tanık oluyoruz. Örneğin, ele alınan bir hizmet için, devletin kaynağı yok ifadesi, bunun en açık kanıtıdır. Devlet, belirli kesimlerden vergi alıp topluma hizmet sunan bir siyasal örgüt olduğuna göre, teorik olarak, toplumun kaynağının yeterli olup olmadığı tartışılabilir, ama devletin kaynağı tartışılamaz. Çünkü devlet, ne kadar vergi alırsa, o kadar kaynağa sahip demektir. Kaldı ki, bu durumda da kaynak devletin değil, milletindir. Görülüyor ki, mülk devlet niteliğinde olmayan kapitalist toplum devletleri, siyasal kararlarda ve uygulamalarda tam bağımsızlığa sahip olmayıp, yaratılan katma değer üzerinde söz sahibi konumundaki özel sermaye çevreleri, neyin ne miktarda üretileceği konusunda devlete komut vermektedir. Kamu hizmetlerinin tür, miktar ve kalitesine dahî özel sermaye gruplarının karar verdiği bir sisteme, ne iktisadî anlamda liberalizm”, ne de siyasal anlamda demokrasi” adı verilebilir.

Üçüncü konumuz ise, bütçenin hazırlanmasında samimiyet ilkesine uyulması gerekliliğidir. Bütçede samimiyet ilkesi, çok geniş açılardan ele alınan bir meselesidir. İlk ve en basit hali ile samimiyet ilkesi, rakamsal boyutlarda ele alınır. Bu bağlamda, samimiyet ilkesi, plânlanan yıl için enflâsyon oranının doğru tahmin edilmesi yanında, çeşitli harcama kalemlerine yapılan tahsislerin gerçek toplumsal gereksinimi karşılayabilecek düzeyde olması ilkesine riayet edilmesi gerektiğini ifade eder. Çok gerilere gitmeden, 2006, 2007 ve 2008 yılları enflâsyon tahminlerine baktığımızda gerçekleşmelerin tahminleri önemli ölçüde aştığını görmekteyiz. 2006 yılı enflasyon tahmini, TÜFE olarak, % 5.0, gerçekleşme % 9.6 (% 92 oranında artış); 2007 yılı TÜFE tahmini % 4.0, gerçekleşme % 6.5 (% 62 oranında artış). Böylesi fevkalade isabetsiz tahminler üzerine kuruluşmuş olan bütçelerin, etkin kamu hizmeti ürettiği ve personel özlük haklarına saygılı davrandığı ileri sürülemez. 2008 yılı için TÜFE tahmini % 4.0 olarak verilmektedir. Gerek geçmiş yıllar deneyimlerinin, gerekse saptanmış olan tahmini değerin ışığı altında, bu yıl için yapılan tahminin isabetli olduğu iddia edilemez. Rakamsal samimiyetsizlik bağlamında, bazı gelir kalemlerinin olabileceğinden yüksek, buna karşın bazı harcama kalemlerinin ise olabileceğinden düşük gösterilmesi, böylece bütçe açığının küçük yansıtılması da sıkça yaşanmış gerçeklerdir.

Bütçe hazırlanmasında fevkalade önemli olan, ancak genellikle irdelenmeyen diğer bir samimiyetsizlik alanı ise, bütçe yapısı ve felsefesi ile ilgilidir. Geçmiş yıllar bütçelerinde olduğu gibi, 2008 yılı bütçesini de ele alarak, yapısal samimiyetsizlik görüntülerini şöylece örnekleyebiliriz.

Eğitim, sağlık ve sosyal hizmetler gibi bazı hizmet kalemlerinde, genel bütçe artış oranının üzerinde önemli artışlar olduğu gözlenmektedir. Ancak, söz konusu harcamaların taban değerleri çok düşük olduğundan, bu düşük değerler üzerinde sağlanan yüksek oranda artışlar da amaca hizmet edememektedir. Eğitim harcamasını ele aldığımızda, söz konusu harcamaların milli gelirdeki payının % 4–5 dolayına çıkmış olmasına rağmen, Batılı ülkelerdeki % 7–9 oranlarından çok uzak kaldığı görülmektedir. Kaldı ki, Türkiye genç nüfusa sahiptir ve gelişmiş ülkeleri yakalayabilmek için eğitim hamlesi yapmak zorunda olan bir ülkedir. Aynı sav, sağlık harcamaları için de geçerlidir. Son otuz yıl içinde yaklaşık % 100 oranında yükseltilmiş olan sağlık harcamaları, hâlâ milli gelirin ancak % 1.5 dolayında bir pay oluşturmaktadır.

Bu konuda diğer bir örneği de, personel harcamalarının milli gelire oranının 1980-2010 döneminde sabit kalması oluşturmaktadır. Bu durum, artan teknoloji kullanımı karşısında personel tasarrufu yapıldığı şeklinde açıklanmaya çalışılabilirse de, böyle bir sav geçerli görülemez. Zira, eğitim vb. gibi çoğu kamu hizmetleri emek-yoğun niteliklidir. İkinci olarak, teknolojik atılımın yapıldığı durumlarda yüksek nitelikli emek istihdamına gidileceğinden, ücretlerin yüksek olması kaçınılmaz olur. Şu hale göre, kamu personeli özlük haklarının baskılanmasından başka bir şey ifade etmeyen politika, samimiyetsiz bütçe içinde kamufle edilmektedir.

Samimiyetsiz bütçe politikası ile kamufle edilen personel özlük haklarının baskılanması meselesi, vergilerin dolaysız/dolaylı oranında da açıkça görülmektedir. Vergilerin dolaysız/dolaylı oranı küçüldükçe, bozulan vergi adaletine koşut olarak, emekçilerin özlük hakları da zedelenmektedir. Piyasada oluşan bozuk gelir dağılımına ilaveten, kamu hizmetlerinin nitel ve nicel olarak eritilmesi ve dolaylı vergilerin ağırlığı, üçlü bir yapı içinde kamu ve özel emekçilerin üzerinde önemli bir yük oluşturmaktadır.

Bütçe yapısındaki samimiyetsizlik, kamu kaynaklarının israfına da yol açabilmektedir. Şöyle ki, tasarruf ve bütçe disiplini söylemleri ile harcamaların aşırı derecede kısılması, optimal harcama miktarının altına indiği derecede tüm harcama israf edilmiş olmaktadır. Diğer yandan, carî ve yatırım harcamalarının optimal bileşimde gelişmemesi de, yapılan yatırımların verimsiz kullanılmasına yol açarak, yine kaynak israfına neden olmaktadır.

Niçin bu sakatlıklar ortaya çıkmaktadır? Bütçeyi, siyasal erkin mutlak serbesti ve bağımsızlık ortamında ve toplumun genel yararı doğrultusunda hazırladığı görüşü doğru ve geçerli kabul edilirse, ortaya çıkan sonucu bir tür aksaklık olarak nitelemek doğru olur. Buna karşın, ekonomik sistemlerde devletin işlevinin tanımlanması sistem mantığı doğrultusunda yapılırsa, uygulanan politikalarda ve yaşanan reel durumda bir aksaklık görülmez. Klâsik maliye öğretisinde devletin görevi; kaynak dağılımının sağlanması, gelir dağılımının düzeltilmesi ve ekonomik istikrarın sağlanması olarak belirlendiğinde, kamu bütçesinin bu amaçları sağlamaya gücü yetmediği görülür. Buna karşın, radikal görüşe göre, devletin zaten böyle bir görevi yoktur. Radikal görüşe göre, devletin aslî görevi, bütçe ve sair kamusal kaynaklarla özel sermaye birikimine katkı yaparak, bu kesimin yükünü hafifletmek ve bu amaçla kamu harcamalarını olduğu kadar, kamu gelir ve vergi sistemlerini de düzenlemektir. Hal böyle olunca, bütçeyi tüm kamuya hizmet götüren bir araç olmaktan çok, genellikle sermaye kesimine hizmet sağlayan bir araç olarak görmek ve böylece şekillenen harcama ve gelir kalemlerinin sistem gereği olduğunu kabul etmek gerekmektedir. Bu arada, sistemi meşrulaştırmak ve topluma kabul ettirebilmek için, bütçeye, doğal olarak, doğrudan sermaye kesimine yarar sağlamayan bazı harcama bazı kalemlerinin de koyulduğu bir gerçektir. Söz konusu sapmaları ise, sistemi meşrulaştırma ve topluma kabul ettirme “bedeli” olarak görmek gerekmektedir. Bu yaklaşım çerçevesinde, bütçede sosyal harcamaların baskılanmasını ve vergi yapısının vasıtalı vergilere kaydırılmasını, sistem gereği ve olağan olarak görmek gerekmektedir.

Bu kısa açıklama çerçevesinde, kamu bütçesinin soyut ortamda incelenmesi söz konusu olamaz. Zira bütçe, farklı ekonomik sistemlerde, devletin yüklendiği işlevlere paralel olarak, farklı niteliklere sahiptir. Kapitalist sistemde devletin temel görevi, özel sermaye birikimine katkı yaparken, aynı zamanda sistemi yumuşatıp, meşrulaştırmaktır. Bu bağlamda bütçenin işlevi de, kamu hizmetleri maliyetini baskılamak ve baskılanmış maliyetleri de, olabildiğince sermayeyi rahatsız etmeyecek şekilde tüm topluma yaymaktır. Meclis, böyle bir işlev, felsefe ve yapıyla hazırlanan bütçe tasarısını yasaya dönüştürürken, teorik şemada verilenin aksine, toplumsal güç dengeleri (daha doğrusu, dengesizlikleri) ile oluşan sosyal pazarlığın sonuçlarını da yasa gücüne bağlamış ve güçlünün çıkarlarını kamu korumasına almış olur.

Bu görüşler çerçevesinde, yeterli olmadığı, gelir dağılımını düzeltmediği, sosyal harcamalara yeteri kadar yer vermediği vb. gibi eleştirilerle salt bütçeyi ele almanın, sahte demokratik bir görüntü oluşturma ve yanıltıcı etki yaratma dışında, hiçbir önemi yoktur. 2007 Bütçesi de dahil, tüm bütçeler, sistemle tutarlı ve geçerlidir. Bütçeler üzerine yapılacak samimi eleştiriler, doğrudan bütçeye değil, daha derinde, sistemik ilişkilere yönelmek durumundadır. Ancak, böyle derin çözümleme yöntemleri ile bütçelerin ana felsefeleri açıklanabilir ve bütçe kalemlerinin işlevi net olarak anlaşılabilir.

SONUÇ

– IMF direktifleri doğrultusunda bütçelerin milli gelir içindeki ağırlığı geriletilmekte, geçmişte bir nebze de olsa gündemde tutulamaya çalışılan sosyal bütçe” kavramı eritilerek, bütçe disiplini ile ikame edilmeye başlanmıştır. Tüm bu çabalara rağmen, vergi gelirleri gereği biçimde artırılamadığı için, bütçe açığının milli gelire oranının % 25 dolaylarında gerçekleşeceği iyimser tahminle öngörülmektedir.

– Kamu kesimi içinde üretilen kamulaştırılmış hizmetler kısmen piyasaya bırakılmakta, kamu kesimi içinde kalanları ise, nitelik ve nicelik olarak zayıflatılmaktadır.

– Kamu kesimi maddî ve beşerî alt-yapı oluşumunda başat rol oynamaktan çekilerek, piyasa aktörlerinin bu sahaya girmesine meydan vermektedir. Bu yönü ile bütçe, maddî ve sosyal alt-yapı oluşturma işlevini yitirmektedir.

– Vergi vermeyen varsıl kesimin oluşturduğu borçlanma, kamu kesimi borç gereği şeklinde kavramsallaştırılırken, faizi ile birlikte sosyalize edilerek bir yandan özelleştirmelerle kamu mülk satışları, diğer yandan da faiz-dışı fazla politikasıyla tüm topluma yıkılmaktadır. Ciddî borç sarmalına girmiş olan ekonomide kamu kesiminin iç borçları yükselirken ( Temmuz 2007 itibariyle 256 milyar YTL), dış borçlarında hafif bir iyileşme gözlenmektedir. (Temmuz 2007 itibariyle 68 milyar dolar dolayında.) Tüm bu borçlar karşılığında, önemli miktarda faiz ödemesi yapılmaktadır.

– Dar ve orta gelir grubuna dahil vatandaşlar, piyasada oluşan bozuk gelir dağılımı yanında, eritilen kamu hizmetleri ve ağır dolaylı vergilerle bir kez daha yük altına itilmiş olmaktadır. Bu yönü ile bütçenin hiçbir sosyal işlevi söz konusu değildir.

– Faiz-dışı fazla politikası ile topluma büyük yük yıkılırken, borçların eritilmesi fazla mümkün olmamış, bu amaçla, özelleştirmeler devreye sokularak, Telekom, Petkim vb. gibi gözde kamu kuruluşları yerli ve yabancı özel sermaye çevrelerine devredilmiş bulunmaktadır.

neo-liberal eğitim, üniversite sanayi işbirliği ve teknoparklar

Toplumsal yaşamın yeniden üretimi ve sosyal yaşamın sürekliliğini sağlamak için gerekli olan bilgi, deneyim ve tecrübeleri yeni nesillere aktarmanın en önemli aracı olan eğitim, ideolojik yönüyle, sistemin yeniden üretimini sağlamak gibi bir işlev yüklenmiştir. Buna bağlı olarak, kapitalist bir toplumda, eğitimin temel işlevlerinden biri, ekonomik üretimin bir girdisi olan ‘insan kaynağı’ ya da ‘beşeri sermaye’ ihtiyacının karşılanması olmuş ve olmaktadır. Neo-liberal politikalar eşliğinde, temel bir insan hakkı olan eğitim olanaklarından alt gelirli ve yoksul kesimler giderek daha da fazla dışlanırken, toplumsal eşitsizlik derinleşmektedir. Üniversite ve yüksek eğitim açısından böylesi bir sürecin sonucu, emekçi-yoksul ailelerin çocuklarının üniversite kapılarından geri dönmesi, üniversite eğitiminin kendisinin de, bireysel yarar, maliyet-fayda ve kâr-zarar hesabı mantığı çerçevesinde piyasalaştırılmasıdır.

Günümüzde, kapitalist ülkelerin hemen hepsi, kalkınma ve ekonomik büyüme açısından çözüm olarak gördükleri neo-liberal politikalar eşliğinde, eğitim sistemini baştan aşağı yenilemektedirler. Bu yeniliği, iki temel başlıkta toplamak mümkündür. Bunlardan birincisi, eğitimin piyasalaştırılarak kamu hizmeti olmaktan çıkarılması, yani parası olanın yararlanabildiği ticari bir hizmete dönüştürülmesidir. Bunun gereği olarak, bir yandan temel eğitimden yüksek eğitime kadar özel okullar ve üniversitelerin kurulması kamunun olanaklarıyla teşvik edilmekte, öte yandan, devlet okulları ve üniversiteleri piyasa mantığına göre şekillenmekte ve harç, katkı payı gibi çeşitli uygulamalarla kamusal eğitim ticarileştirilmektir. Neo-liberal politikalarla eğitim sistemlerinde yaşanan değişimin ikinci boyutu ise, içeriğini piyasa ve sermayenin belirlediği bir eğitim sürecine girilmesidir. Eğitimin bütün aşamalarında kendini hissettiren bu değişim, özellikle de üniversite-sanayi işbirliği şeklinde görülmektedir.

Türkiye’de teknoparklar, eğitim sistemindeki neo-liberal dönüşümün bir ürünü olarak ortaya çıktı. 2001’deki Teknoloji Geliştirme Bölgeleri Yasası’na bağlı olarak mantar gibi türeyen teknoparklar, üniversiteleri, sermayenin tahakkümünde projeler üreten birer fabrika ve ticari işletmeye dönüştürmüş durumda. Başta ODTÜ olmak üzere, 20’yi aşkın teknopark, binlerce çalışan, öğrenci ve öğretim elemanıyla, sermayenin talep ettiği proje ve programlar doğrultusunda “kuluçkalarda” yoğun bir faaliyet yürütüyor. Ortaya çıkan tablo ise, hiç de iç açıcı değil. Teknopark’lar her türlü vergi ve harçtan muaf olduğu gibi, gelir ve kurumlar vergisine tabi firmaların yazılım ve AR-GE’ye dayalı üretim faaliyetlerinden elde ettikleri kazançları 5 yıl süreyle vergiden de muaf tutuluyor. Bölgede çalışan araştırmacı, yazılımcı ve araştırma-geliştirme (AR-GE) personelinin de ücretlerinden 10 yıl süre ile vergi alınmıyor. Teknoloji geliştirme, ürün tasarlama, ürün ve üretim süreçlerinde iyileştirme ve yenilik yaparak Türkiye’de faaliyet yürüten firmaların rekabet gücünü artırmaya çalışmak üzere kurulması teşvik edilen teknoparklar, çoğu üniversite tarafından sadece bir gelir kaynağı olarak görülürken, şirketler ise, yasanın tanıdığı vergi muafiyetlerinden yararlanmak ve vergi kaçırmak üzere buralara yöneliyor. Üniversite öğrencilerinin de stajyer statüsü altında sömürüldüğü bu alanlar, üniversiteler ve şirketler açısından oldukça kârlı yatırım alanları olarak görülüyor.

Bu çalışmanın amacı, özellikle teknoparkların kurulmasıyla yaşanan deneyim üzerinden Türkiye üniversitelerindeki dönüşümün mantığını sorgulamak ve sakıncalarına dikkat çekmektir.

NEO-LİBERAL POLİTİKALAR VE EĞİTİM

Karanlık çağlardan beri eğitimin yaygınlaştırılmasında, ilk defa bu kadar büyük ölçekli bir gerileme gerçekleşmiştir. (Stewart, 1995, aktaran F. Ercan)

Uluslararası kapitalist sistem, 70’lerde yaşadığı krizden çıkmak üzere neo-liberal politikalara sarılmıştır. Esnek bir sermaye birikim rejimi, özelleştirmeler ve kamu sektörünün tasfiyesi, kuralsızlaştırma, sendikasızlaştırma, esnek çalışma ve yoğun sömürü, büyük ölçekli üretimden küçük ölçekli üretime yönelme, fason ve taşeron üretim, enformel sektörün büyümesi, serbest ticaret vb. uygulamalar, sistemin krizden çıkmak üzere yeniden yapılanmasının temel argümanları olmuştur. Bütün bu politikalar, yerli ve yabancı sermaye grupları, IMF, DB, DTÖ gibi uluslararası kuruluşların talepleri doğrultusunda yapısal uyum ve istikrar programları kapsamında, devlet eliyle, hükümetler tarafından 1980’lerden bu yana adım adım hayata geçirilmektedir. Kapitalist sistemin yaşadığı neo-liberal dönüşümle birlikte beslenme, barınma, sağlık ve eğitim gibi toplumun en temel ihtiyaçlarının karşılanması, bütünüyle piyasanın insafına bırakılmak istenmektedir. Başta eğitim, sağlık ve sosyal güvenlik olmak üzere, kamusal hizmetlerin piyasalaştırılmasına temel oluşturan belge ise, Dünya Ticaret Örgütü’nü kuran anlaşmanın ekinde yer alan anlaşmalardan biri olan Hizmet Ticareti Genel Anlaşması (General Agreement on Trade in Services-GATS)’dır. DTÖ’nün ilan edildiği 15 Nisan 1994 tarihinde Marakeş’de imzalanan Uruguay Raundu Sonuç Belgesi (Nihai Senet) kapsamında yer alan Hizmet Ticareti Genel Anlaşması (GATS), uluslararası hizmet ticaretine ilişkin temel kavram, kural ve ilkeleri ortaya koyan ilk çok taraflı anlaşmadır.( www.hazine.gov.tr)

En az maliyet ve mümkün olan en fazla kâr, piyasanın temel mantığıdır. Piyasa ekonomisi içinde insan ihtiyaçlarını karşılamak üzere mal ve hizmet üretimini gerçekleştiren ulusal ve uluslararası şirketler ise, sermaye birikimlerini artırabilmek, katma değeri yükseltmek, rakiplerine üstünlük sağlayabilmek ve sürekli büyüyebilmek için birbirleriyle yoğun bir rekabet içindedirler. Böylesi bir rekabet ortamı, ürünlerde, üretim süreci ve tekniklerinde ve organizasyonel yapılanmada sürekli bir yenilenmeyi, değişimi, güncel deyişle inovasyonu gerektiriyor. Mal ve hizmet üretim, dağıtım ve pazarlamasını yapan şirketlerin sermaye birikiminin sürdürülebilmesinin önemli koşullarından biri, bu süreçlerin gerektirdiği nitelikte kafa ve kol emeğinin, faaliyet yürüttükleri ülkelerin eğitim sistemi, eğitim veren kamu ya da özel kuruluşları tarafından sağlanmasıdır. İnsan kaynağı ya da beşeri sermaye olarak adlandırılan insan gücünün, bir girdi olarak şirketlerin hizmetine sunulabilmesi açısından, eğitim sistemi yoğun bir değişim süreci içindedir. Yarı kamusal bir mal/hizmet olarak görülen eğitimin kendisi de, fayda ve maliyet, kâr ve zarar hesabı mantığıyla parası olanın yararlanabildiği ticari bir metaya dönüştürülürken, eğitimin en temel işlevleri, sistem ideolojisine uygun birey ve de piyasanın talep ettiği niteliklere sahip personel yetiştirmek oluyor. Türkiye’nin eğitim sisteminde yapılan değişiklerin mantığı da bu kapsamda açığa çıkıyor.

Arz, talep ve fiyat sistemi üzerine kurulu piyasa işleyişinin kaynakların etkin kullanımını sağlayacağını, böylelikle de bireysel fayda ve kârlılığın maksimum düzeyde gerçekleşeceğini savunan neo-liberal düşünürlerin savına göre, özellikle orta ve yüksek eğitim hizmetlerinin piyasa mekanizmaları aracılığıyla sağlanması, kaynakların bu alanda daha etkin, verimli ve rasyonel kullanımına neden olacaktır. 70’lerden bu yana, DB uzmanlarının vurgusu hep bu yönde olmuştur. Neo-liberalizmin etkin isimlerinden biri olan M. Friedman, kamusal hizmetlerin kötü performansını “bürokratik sistem” dolayısıyla kamusal mantığa bağlarken, üretimde düşüşler ve ekonomide “kara delikler”e neden olarak kamusal eğitimi gösteriyor. DB eğitim politikalarının belirlenmesinde önemli bir isim olan, DB uzmanlarından P. Psacharopoulos, sürdürdüğü çalışmalar sonucunda, devletin eğitime ve özellikle orta ve yüksek eğitime yaptığı harcamalardan, daha çok toplumun üst gelir gruplarının yararlandığını sonucuna ulaşıyor. Yüksek eğitimin özel faydasının sosyal faydadan daha fazla olduğunu, dolayısıyla bireysel olarak yüksek eğitim hizmetlerinden yararlananların bu hizmetlerin faydasına katlanması gerektiğini belirten Psacharopoulos, eğitimin özel kesim tarafından gerçekleştirilmesinin, sınırlı kaynakların adil olmayan dağılımını ortadan kaldıracağını savunuyor. (Psacharopoulos, 1994, aktaran F. Ercan)

Gelişmiş ya da azgelişmiş olsun, eğitimin sermayeye bırakılması için ileri sürülen temel sav; piyasa sürecinde fiyat politikaları dolayımında belirlenen bir eğitim arz ve talebinin, kamusal olarak sunulacak eğitimden kaynakları kullanma açısından daha etkin olacağı yönündedir.” (Colclouch, 1996, a.g.e, s 27)

TÜBİTAK Başkanı Namık Kemal Pak, yazdığı makalede, üniversitelerde neo-liberal dönüşüm yönünde gerçekleşen üniversite sermaye işbirliğinin mantığını oldukça iyi ifade ediyor. Pak, devlet bütçesinden yüksek öğrenime ayrılan yüzde iki payda olağanüstü artışların beklenemeyeceğini vurgulayarak, şunları belirtiyor.

Bu durumda, özel sektörün de üniversite eğitimine daha fazla katkıda bulunması gereği ortaya çıkıyor. Bu, endüstriye nitelikli uzman ve araştırmacı yetiştirmenin değil, bir misyon duygusunun da gereği. Araştırmada, inovasyonda ileri gitmiş ülkelerde bu korelasyon kendini çarpıcı biçimde ortaya koyuyor. Ülkemizde özel vakıf üniversiteleri, toplam öğrenci sayısının yalnızca % 4’üne eğitim veriyor. Oysa bu oran Güney Kore’de % 78, Hindistan’da % 60, ABD’de % 24.” (İşveren Dergisi, 2002)

SERMAYENİN ÜNİVERSİTEYE DOĞRUDAN MÜDAHALESİNİN ADI: TEKNOPARKLAR

Tüm dünyada, özellikle son 30 yıl içinde elde edilen bilimsel bilginin teknolojinin ve sermayenin hizmetine sunulabilmesi için, başta ABD olmak üzere, İngiltere, Fransa, Almanya ve Japonya gibi gelişmiş ülkelerde ve yeni sanayileşen ülkelerde bilim ve teknoloji parkları oluşturuluyor. Türkiye, bu sürece geç katılanlardan. Teknoparklarda gelişmekte olan Çin, Güney Kore, İsrail ve Hindistan gibi ülkeler ise, ağırlık kazanıyor. (Bkz. Ek 1)

Teknoparklar, 20. yüzyılın son çeyreğinden itibaren emek-yoğun teknolojilerin yerini bilgi-yoğun teknolojilerin almaya başlamasının ve küresel ticarette köklü değişim ve dönüşümlerin simgesi sayılıyor. İlk örneği, 2. Dünya Savaşı’nın ardından, ABD’nin Kaliforniya eyaletinde kurulan Silikon Vadisi. Şu anda, dünya üzerinde, çeşitli ülkelerde kurulmuş 1000 teknopark var. Amerika’nın 1950’li yıllarda dünya liderliğini ele geçirmesinin önemli bir nedeni olarak, teknoparklarda ortaya çıkan buluşları paraya çevirmesi gösteriliyor. Stanford Üniversitesi bünyesinde 1951 yılında kurulan Stanford Araştırma Parkı, Silikon Vadisi’nin oluşumunu sağladı. Stanford Üniversitesi’ndeki bilim adamları ile sanayi kuruluşlarının oluşturduğu sinerji, yaratıcı Ar-Ge çalışmaları, teknoparkı bir “zenginlik fabrikası”na dönüştürdü. Microsoft firmasının sahibi Bill Gates ve ortağı Paul Allen, işte böyle bir mekanizma sonucu dolar milyarderi oluyor. (www.milliyet.com.tr, 20.01.1998)

TÜRKİYE’DE TEKNOPARKLARIN GELİŞİMİ

Türkiye’de, ‘80 sonrası ihracata dayalı büyüme, dışa açılma ve yeni sermaye birikim stratejisi doğrultusunda, üniversitelerin misyonu da neo-liberal bir çizgide tarif edilmiş, bu doğrultuda yeniden yapılanma sürecine girilmiştir. Üniversitelere dair bu yöndeki teşhis ve analizler, YÖK, TÜBİTAK, TÜSİAD, DB ve Avrupa Çerçeve Programları’nın raporlarında yoğun olarak işlenmiştir. Üniversite eğitimi ile ilgili şura, toplantı, karar ve raporlara oldukça net bir şekilde yansıyan bu tespitlerin sonucunda, devlet üniversitelerinin yapısı ve eğitim içeriği, sermaye birikiminin ihtiyaçları doğrultusunda belirlenmiştir.

M. Özuğurlu, 1. Bilim-Teknoloji Şurası’nda, ezici çoğunluğunu üniversitelerden ve işveren çevrelerinden yaklaşık oranlarda gelen üyelerin oluşturduğu Üniversite-Endüstri-Devlet İşbirliği Komisyonu tarafından hazırlanan 1990 tarihli raporun, Üniversite Sanayi İşbirliği (ÜSİ) yolunda atılmış en kapsamlı fikri hazırlık olduğunu belirtiyor.

Komisyon belgelerinde akademik kadroların yeni esaslara göre düzenlenmesinden, müfredata ve döner sermaye mevzuatına kadar uzanan ve sayısı 120’yi bulan değişiklik önerileri yer alıyor. Yeni YÖK yasa taslağına da feyiz vermiş olması muhtemel olan bu çalışma, üniversite sisteminde piyasanın yarattığı kaotik sonuçları sistemleştirerek, üniversiteyi sanayi(ci) ile işbirliğine hazırlıyor. ÜSİ’nin temelinde Ar-Ge faaliyeti yer aldığı için, önerilerin öncelikli ve ağırlıklı konusunu, araştırma olanaklarının düzenlenmesi oluşturuyor. Üniversitenin detaylı bir şekilde yeniden yapılanması, bu önceliğe bağlı olarak tanımlanıyor. Bu amaçla geliştirilen politika önerileri, ana hatlarıyla şöyle özetlenebilir:

-Üniversitelerde gerçekleştirilen araştırmaların yüzde 90’ını oluşturan ve lisansüstü eğitimin bir parçası olarak yapılan çalışmalar, salt akademik derece amacına bağlı olmaktan çıkarılmalı ve büyük ölçüde sanayi işbirliğinin ihtiyaçlarına yöneltilmelidir.

-Lisansüstü araştırma konuları, sanayinin gündemindeki konulardan seçilmeli; güdümlü araştırmaların denetiminde sanayiciler de yer almalıdır. “Sanayicilerin yönetiminde gerçekleşecek uygulamalı araştırma projeleri ÜSİ için kalkış noktası” oluşturacak ve böylece “profesyonel bilim ve teknoloji yönetimi”nin tesisi mümkün olacaktır.

-Profesyonel yönetim anlayışı içinde üniversite elemanları ve sanayiden uzmanlar -birbirlerinin programlarında kolayca yer alıp çalışabilmelidir. Aynı şekilde akademisyenlerin sanayide uzun süreli çalışmaları için yasal düzenlemelere gidilmelidir.

ÜSİ, üniversite özerkliği ve özgür bilimsel faaliyet gibi, üniversitelerimizin temel sorunlarını da çözecektir. Yeter ki, “sanayici, bilimcilerin bağımsız entelektüel faaliyetlerine kaba müdahaleler yapmamak için duyarlı” olsun. Zira yeni düzenleme ile “akademik ortamın özel koruma gerektiren yapısı, belki de devletten çok sanayicinin sorumluluk alanına” girecektir.” (Özuğurlu, 2006)

Türkiye’de teknopark uygulaması, 1980’li yılların ortalarında gündeme gelmiş ve İstanbul Sanayi ve Ticaret Odası ile İstanbul Teknik Üniversitesi’nin işbirliği ile 1985 yılında uygulaması başlatılmıştır. Bu teknopark, 1986 yılında faaliyete geçmiştir. Daha sonraki yıllarda, İstanbul Teknik Üniversitesi ile KOSGEB arasında imzalanan bir anlaşma gereğince kurulan teknopark ise, Teknoloji Geliştirme Merkezi’dir. Ankara’da ODTÜ bünyesinde kuruluşunu tamamlayan teknoparkla birlikte İzmit Gebze TÜBİTAK MAM içerisinde oluşturulan teknoparklar, ilk örnekler arasındadır. DPT ve Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı (UNDP) Teşkilatı, 1990 yıllarında İTÜ, ODTÜ, Ege Üniversitesi, Anadolu Üniversitesi ve TÜBİTAK – MAM’da beş teknopark kurulmasına karar vererek, çalışmalara başlıyor. Bunun ardından, dört üniversite KOSGEB ile ortaklaşa, TÜBİTAK Marmara Araştırma Merkezi (MAM) is,e tek başına, Teknoloji Geliştirme Merkezi kurdu. Teknoparklarla ilgili 2001 yılında çıkan yasanın ardından, üniversiteler, hızla teknopark kurma sürecine girdiler. Şu anda, Türkiye’deki teknopark sayısı 24 ve bu sayının artması yönünde çok sayıda üniversite yoğun bir çaba içinde. (www.milliyet.com.tr, 20.01.1998)

Türkiye’de neo-liberal politikalara uygun olarak eğitim sistemi ve üniversiteler yeniden yapılandırılırken, üniversitelerin tümüyle sermayenin egemenliği altına girmesi yönünde girişimler, 2001’de, meyvesini teknoparklar şeklinde veriyor. 2001’de yayınlanan Teknoparklar Yasası ile üniversiteler piyasalaşma yönünde çok hızlı bir dönüşüm süreci içine giriyor. Bölgesel Kalkınma Projeleri’nin bir ayağı olarak da görülen teknoparklar, bu tarihten sonra, deyim yerindeyse, mantar gibi türemeye başlıyor. (Bkz. Ek 2)

4691 sayılı yasaya göre; yeni teknolojilere yönelik sanayicilerin (firmaların) üniversite veya diğer AR-GE kuruluşları olanaklarından istifade ile teknoloji veya yazılım ürettikleri, geliştirdikleri sitelere “teknopark” deniyor.

6 Temmuz 2001’de Resmi Gazete’de yayınlanarak yürürlüğe giren, 26 Haziran 2001 tarihli ve 4691 sayılı Teknoloji Geliştirme Bölgeleri Kanun Yönetmeliği’nde, amaç şöyle belirtiliyor: “Üniversiteler, araştırma kurum ve kuruluşları ile sanayinin işbirliği sağlanarak ülke sanayiinin uluslararası rekabet edebilir ve ihracata yönelik bir yapıya kavuşturulması maksadıyla teknolojik bilgi üretmek, üründe ve üretim yöntemlerinde yenilik yapmak, ürün kalitesini veya standardını yükseltmek, verimliliği artırmak, üretim maliyetlerini düşürmek, teknolojik bilgiyi ticarileştirmek, teknoloji yoğun üretim ve girişimciliği desteklemek, küçük ve orta ölçekli sanayicilerin yeni ve ileri teknolojilere uyumunu sağlamak, Bilim ve Teknoloji Yüksek Kurulu’nun önerileri de dikkate alınarak teknoloji yoğun alanlarda yatırım olanakları yaratmak, araştırmacılara ve yaratıcı girişimciliğe yönelik kişilere iş imkanı yaratmak, teknoloji transferine yardımcı olmak ve yabancı sermayenin araştırma – geliştirme birimleriyle birlikte ülkeye girişini hızlandıracak teknolojik altyapıyı sağlamak üzere oluşturulmuş ve içinde modern makina, donanım ve yüksek yazılıma sahip, Araştırma ve Geliştirme Merkezleri veya Enstitüleri, yeni ve yüksek teknolojilere dayalı ve çevre dostu üretim birimleri içerebilen, bünyesinde veya yakınında en az bir üniversitenin veya araştırma kurumunun bulunduğu, akademik, ekonomik ve sosyal yapının bütünleştiği Teknoparkların kurulup işletilmesidir.

Teknoparklarda verilecek hizmetler ise, iki başlık altında toplanmış. Bunlar;

Danışmanlık Hizmetleri: Firma kuruluş danışmanlığı, Teknoloji danışmanlığı, Üretim planlaması danışmanlığı, Finansal sorumluluklar, Muhasebe ve finansman danışmanlığı, Hukuk danışmanlığı, Pazarlama danışmanlığı, Girişimcilere işletme denetimi danışmanlığı

Teknik Hizmetler: Sekreterlik ve haberleşme hizmetleri, Fotokopi, bilgisayar vb. kırtasiye dosyalama ve raporlama hizmetleri, Yazılım paketleri, Kütüphane, Laboratuar ve atölye imkanları, Sergi alanları, Patent katalogları, Veri tabanı ve uluslararası bilgi bankalarına ulaşım imkanı, ayrıca sosyal ve sağlık hizmetlerinin verilmesi için gerekli tedbirler alınır. (www.alomaliye.com)

TEKNOPARKLARDA SERMAYEYE SUNULAN AVANTAJLAR

Yerli girişimciler için:Bölgede yer alan gelir ve kurumlar vergisi mükelleflerinin, münhasıran bu bölgedeki yazılım ve AR-GE’ye dayalı üretim faaliyetlerinden elde ettikleri kazançları, faaliyete geçilmesinden itibaren beş yıl süre ile gelir ve kurumlar vergisinden müstesnadır” hükmünden yararlanabiliyor.

Yerli veya yabancı girişimciler için: “Yatırımlarda Devlet Yardımları Hakkında Karar” uyarınca Yatırım Teşvik belgesi almaları halinde; teknoloji geliştirme bölgeleri gibi özel amaçlı belgelerde AR-GE yatırımları, bilişim teknolojisi yatırımları, yazılım geliştirme yatırımları, elektronik sanayi yatırımları, Bilim ve Teknoloji Yüksek Kurulu veya Türkiye Bilimsel ve Teknik Araştırma Kurumu tarafından belirlenecek öncelikli teknoloji alanında yapılacak yatırımlar ile bu bölgede yapılacak yatırımlar ve ileri teknoloji gerektiren katma değeri yüksek yatırım yaptıklarında;
a) Gümrük Vergisi ve Toplu Konut Fonu İstisnası
b)Yatırım İndirimi
c) Katma Değer Vergisi İstisnası
d) Vergi, Resim ve harç istisnası
e) Kredi tahsisi şeklinde T.C. devletinin destek unsurlarından yararlanacaktır.
Destek unsurları:
-Yatırıma konu makine ve teçhizat ithalinde gümrük vergisi ve toplu konut fonundan istisna
-İthal ve yerli teslimlerde Katma Değer Vergisi istisnası
-Yüzde 100 oranında Yatırım İndirimi
-Tüm yatırımlarda Bakanlığın uygun görmesi halinde, sabit yatırımın yüzde 30’una kadar kredi tahsisi.
-Devlet bütçesinden yatırım ve işletme kredisi

Yabancı veya yerli/yabancı girişimciler için:
-Yabancı Sermaye Kanunu hükümlerinden istifade
-Sermayenin nakden ya da makine ve teçhizat şeklinde konabilmesi, Royalty, lisans, patent ve marka gibi fikri hakların sermaye olarak kullanılması
-Kârın serbestçe transferi.
-Serbest hisse transferi

Ar-Ge Projelerine destek: TÜBİTAK (TİDEB), Türkiye Teknoloji Geliştirme Vakfı (TTGV), Dış Ticaret Müsteşarlığı İhracatı Geliştirme Etüd Merkezi (İGEME) , İhracat Pazar Araştırması Desteği (İPAD), (www.kobi-efor.com.tr.)

DEVLET SERMAYENİN HİZMETİNDE

18’inin tamamlandığını belirterek, teknoparkları yaygınlaştıracaklarını söyleyen Başbakan Yardımcısı Devlet Bakanı Abdüllatif Şener, üniversite sanayi işbirliğinde devletin üzerine düşeni yaptığına dikkat çekiyor.

Faaliyette olan 10 teknoparkımız içinde toplam 382 firma var. Bunların 252’si yazılım, 54’ü elektronik, 24’ü telekomünikasyon, 43’ü savunma, 23’ü medikal-biyomedikal teknolojilerle ilgili araştırma geliştirme faaliyetleri yürütüyor. Oransal olarak ifade edersek; Türkiye’de teknoparklarda yer alan firmaların yüzde 72’si bilgi ve iletişim teknolojileri alanında, bunların yüzde 66’sı ise yazılım alanında faaliyet gösteriyor… Bu firmalardan 45’i akademisyenlerce kurulmuş veya akademisyen personel bu firmaların ortağı konumunda… Girişimciler, kendi ayakları üzerinde durabilecek seviyeye gelene kadar belirli bir dönem desteklenebilir. Bu konuda da halihazırda desteklerimiz mevcut. Yapılan son düzenlemelerle teknoparklar dışındaki firmalara da benzeri destekler verilebiliyor… Bu konuda belirtmek istediğim husus, devletimizin üzerine düşen görevi yapmış olduğudur. Yani arz tarafı hallolmuştur. Talep tarafında ise; devlet olarak sanayicimizin, girişimcimizin daha fazla Ar-Ge faaliyeti yapmasını, sunduğumuz bu imkânlardan daha fazla yaralanmasını bekliyoruz… (Bilişim Dünyası, Aralık 2005)

Çukurova Üniversitesi Teknoloji Merkezi’nin temel atma törenine katılan Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik ise, Türkiye’nin teknoloji geliştirme bölgelerini açmada geç kaldığına dikkat çekerek, 2002’de 3 olan teknokent sayısının 23’e ulaştığını ve buralarda 576 şirketin faaliyet gösterdiğini, 25’i yabancı sermayeli şirketlerin teknokentler aracılığıyla 450 milyon dolarlık yatırım yaptığını belirtiyor. (Ekspres Gazetesi, 28.03.2007)

TEKNOPARKLAR VE AB 6. ÇERÇEVE PROGRAMI

Tek para konusunda attığı adımlardan sonra, Avrupa Birliği, ekonomik alanda ABD ve Japonya’yı geçmek için çerçeve programları geliştiriyor. Avrupa Komisyonu tarafından Aralık 1999’da kabul edilen eAvrupa Girişimi, Avrupa’yı dünyanın en dinamik ve rekabet gücü en yüksek, bilgiye dayalı ekonomisine dönüştürmeyi amaçlıyor. (İşveren Dergisi, 2002) 2002 yılında oluşturulan ve Avrupa’nın AR-GE kaynaklarının büyük bölümünü yönlendirme olanağına sahip olan Çerçeve Programları, üye ülkelerin çeşitli vergiler vb. yollardan yaptıkları katkıların yanı sıra, ortak üye konumundaki ülkelerin GSMH’ları oranında ödemek zorunda oldukları katılım paylarından oluşuyor. Türkiye de “AB 6. Çerçeve Programı” üyesi. Bu programların amacı, AB politikaları ile ters düşmeyecek bilimsel çalışmaları finanse ederek kalkınmayı sürdürmek ve yaşamı daha kolay kılmak olarak ifade ediliyor. 6. Çerçeve Programı diye adlandırılan bu programa, Türkiye de, yaklaşık 250 Milyon Avro vererek katılmış. Programdan alabildiğinin ise, 50 milyon Avro civarında olduğu söyleniyor. Üye ülkelerin fon ayırarak katıldığı Çerçeve Programları’nda, Türkiye, kattığından daha az pay alabilmiş. İsrail ise, kattığından daha fazla alan ülkeler arasında. Bu programın amacı, başta üniversite araştırmacıları olmak üzere, KOBİ’lere büyük bütçelerle destek vermek. Türkiye de, teknoparklarda kurulan koordinasyon ofisleri aracılığıyla AB’nin KOBİ’ler için ayırdığı 1.320 Milyar Avroluk miktardan mümkün olduğu kadar pay alabilmeye çalışıyor. (Sukan ve Temel, 2003)

“TÜRKİYE’DE İKLİM DEĞİŞİKLİĞİ VE AKADEMİDEKİ ZİHNİYET DEĞİŞİMİ”

Devletin nikah kıyıcılığında, teknoparklar şeklinde, üniversite ve sermaye arasında yaşanan evlilik süreçleri, akademi ve iş dünyasını oldukça birbirine benzetmiş. Sürecin işleyişine dair iş dünyası ve akademiden yapılan tespitler ve açıklamalar birebir örtüşüyor. Bölgesel kalkınma planlarının da bir parçası olarak, Türkiye üniversitelerinde çok hızlı bir şekilde yaşanan dönüşüm sürecinde alan memnun, satan memnun.

Tablonun daha iyi anlaşılması için, yaşanan pratiğe ışık tutan nitelikte derlediğim makale, dergi ve gazete haberlerini aşağıda özetledim. Aşağıda çeşitli yayınlardan aldığım bölümler, üniversite, devlet ve sermaye arasındaki ilişkilerin niteliğini ortaya koyması açısından olduğu kadar, eğitimin piyasalaştırılmasının üniversitede yarattığı “zihniyet değişimi”ne de ayna tutması bakımından önem arz ediyor.

Teknoparklar konusunda araştırma yapan A. Göker, çalışmasında önemli bilgiler sunuyor. Göker, üniversite-sanayi ilişkilerinin “Ulusal İnovasyon Sistemi” kavramı çerçevesinde ele alınışını XIX. Yüzyıl’ın ilk yarısına, o dönem iktisatçılarından Friedrich List’e (1789-1846) kadar gittiğini belirtiyor:

Teknoloji, üretim makinalarında, üretim yöntemlerinde, ürünlerde ‘yenilik’ yaratmayı; bu yenilikler de, üretimi artırmayı, prodüktiviteyi yükseltmeyi, dolayısıyla da, rekabet üstünlüğü ve kârı artırmayı sağladığı için önemliydi. List’in Almanya için ortaya koyduğu teknoekonomi politikası, bu ulusal inovasyon sistemini kurmayı hedef almaktaydı. Bu sistemin üç ana unsuru vardı: Sanayi, Devlet Mekanizması ve Üniversite… Almanya bu çabayla 30 yılda İngiliz sanayisine yetişiyor.”… İnovasyon süreci olarak tanımlayabileceğimiz bu süreç, aslında, bugünün terminolojisi ile ve biraz da basitleştirerek söylersek, bilginin ekonomik bir faydaya (örneğin, ticari bir ürüne) dönüştürülmesini ifade eder. List’in modelinde, bilgiyi üretecek, bunun için gerekli araştırmaları yapacak olan üniversitedir; bunu ticari bir ürüne dönüştürecek olan da sanayidir. Ama, bu iki ayrı unsurun, beklenen işlevleri yerine getirebilecek düzeyde geliştirilebilmesi ve inovasyon sürecinin doğası gereği, sistemsel bir bütünlük içinde çalıştırılabilmesi için gerekli önlemleri devlet alacaktır.” (Göker, 2000, vurgular yazara ait)

M. Halis ve S. Bayrak, üniversite-sanayi işbirliğini piyasa temelinde bir toplumun kalkınabilmesinin vazgeçilmezi olarak görenler arasındalar. Denizli’deki Teknopark için çalışma yürüten Halis ve Bayrak, teknoparklar ve piyasa ekonomisinin üniversitelere ayrılan kaynakların israfını önleyeceğini savunarak şunları kaydediyorlar:

Günümüz iş dünyasında bilgi, yeni zenginlik kaynağı ve rekabet silahıdır… Özellikle çok geniş yeni pazarlar açan ve kaçınılmaz olarak çok sayıda yeni rakipler getiren küreselleşme ve giderek sertleşen küresel rekabet, işletmelerin katma değerinde bilginin ve bilgiye dayalı entelektüel sermayenin değerini her geçen gün biraz daha artırmaktadır… Üniversitelerin yapacakları araştırma ve incelemeler, yetiştireceği insan kaynakları, toplumsal hayat ve ekonomik sektörler için optimum yarar sağlayacak bir arz-talep dengesi içerisinde olmalıdır… TKY kapsamında, bütün mal ve hizmet üreten organizasyonların faaliyetlerinde, müşteri odaklı olunması gerekliliği, müşteri-tedarikçi ilişkilerinin üniversite kurumları için de geçerli bir yaklaşım olduğunu göstermektedir… Sanayiye cevap vermeyen bir üniversite, uygulamaya geçirilemeyen bilgi üretimi nedeniyle potansiyel bir yük olur. Bilgiyi üretme, taşıma ve harekete geçirmede rekabeti ve piyasa mekanizmasını dışlayan dolayısıyla bilgiyi yönetemeyen bir üniversite için Betty Zucker şöyle demektedir: ‘Böyle bir üniversite zeki insanların koleksiyonudur, ama kolektif zekanın örnekleri değil’ (Stewart, 1997: 82) Yastık altındaki para gibi, paylaşılmayan bir bilgi, hareket etmeyen bir entelektüel sermaye yararsızdır…” (Halis ve Bayrak, 2002)

Hem üniversitede hem de özel sektörde görev üstlenmiş olan ODTÜ Bilgisayar Mühendisliği Bölümü’nden Doç. Dr. Veysi İşler, Türkiye’de bir iklim değişikliğinin yaşanmakta olduğunu söylüyor. Teknoparkların özel sektör ile üniversitelerin uzlaştırılmasına önemli katkı sağladığına belirten İşler, pek çok vergi muafiyetiyle birlikte sorgulanmaya başlanan teknoparklardaki suiistimallerin ise ihmal edilebilir olduğunu savunuyor. Yazılım dışında bir gözlük üreteceksiniz, bu gözlüğün yeni özellikleri olacak, o da AR-GE olarak tanımlanabiliyor. O da muafiyetlerden ya­rarlanabiliyor” şeklinde açıklamada bulunan İşler, teknoparklardaki şirketlerin muafiyet kapsamını genişleterek kârlarını artırabilmesi, şirketlerin vergiden kaçmak üzere buralara yönelmesi gibi durumlar için, “Pire yüzünden yorganı yakmayalım” diyor. Üniver­sitelerde zihniyet değişikliği olmaya başladığını söyleyen İşler, bu değişim ise şöyle belirtiyor: “Artık öğretim üyelerinden daha fazla proje yap­maları isteniyor. Bunlara dokunmamak, aksine teşvik etmek lazım.” (www.emo.org.tr)

Teknoparklar konusunda Türkiye’nin en başarılı örneği olarak ODTÜ gösteriliyor. ODTÜ Teknopark’ta, yazılım dışındaki en önemli yatırım alanı ise savunma sanayii. ODTÜ Rektör Yardımcısı, Ortadoğu Teknopark A.Ş Yönetim Kurulu Başkanı Prof. Dr. Canan Çilingir, Türkiye’nin ucuz işgücüyle tekstil, gıda, mobilya, ayakkabı gibi alanlarda rekabet etme şansının kalmadığını ve teknolojide rekabet edebilmesi gerektiğini belirtiyor: “Üniversitenin altyapısı zengin, teknolojik altyapısı çok iyi, internet ortamımız çok iyi. Bu şirketler için iyi bir olanak yaratır. Ankara aslında bir sanayi şehri değil. Ama yazılım türü, savunma sanayi türü girişimlerin Ankara’da ağırlıklı olabileceği ortaya çıktı… Bugün 2000’in üzerinde çalışan var. Bunun yüzde 80’i fen veya mühendislik eğitimi almış kişiler. Bu da ciddi bir AR-GE potansiyelini ortaya çıkarıyor. 2 bine yakın araştırıcının, üniversitede de o kadar araştırıcı olduğunu düşünürsek 4 bin araştırıcının aynı mekânda buluştuğu büyük bir araştırma parkı haline geldi… Asıl önemli olan, Türkiye’nin geçtiğimiz yıllarda AB 6. Çerçeve Programı’na girmesiyle birlikte Teknopark şirketlerinin üniversite birimlerimizin ortak proje önerileri ortaya çıkmaya başladı. Kızılötesi sensörler, mesela bazı helikopterlerin, Skorsky gibi, yazılımları ODTÜ Teknopark’ta geliştiriliyor. 2004 yılında teknoparkın cirosu, iş hacmi 60 milyon dolardı. Bunun içinde 15 milyon doları yurtdışına ihracattı. Türkiye için 15 milyon dolar para değil. Ama bu bir başlangıçtı. Bunun üzerine çok şey inşa edebiliriz diye düşünüyorum. Türkiye’nin artık geleneksel ürünlerle dünyada rekabet etmesi çok zor. Bir Çin olgusunu hepimiz biliyoruz. Tekstil, gıda, mobilya, ayakkabı üretimiyle rekabetçi olamıyoruz. Çünkü artık ucuz değiliz, bizden daha ucuzları var. O yüzden tek rekabet edebileceğimiz alan teknoloji alanı kaldı… Bugün dünyada yarışıyoruz dersek, çok doğru olmayabilir. Adımımızı attık… Şu anda tekno­parkta bir araştırmada çalışan 50-60 öğretim üyemiz vardır. Geçtiğimiz 2 yılda 200 dolayın­da öğretim üyemizi teknopark­taki şirketlerde görevlendirdik. Öteden beri, ‘Üniversite sanayi işbirliğini geliştiremiyoruz’ diye şikayet ederdik. Teknoparkların en büyük yararı bu oldu. Bu ola­yın bir boyutu. İkinci boyutu, bizim öğrencilerimiz, part time, stajyer öğrenci olarak teknopark­ta çalışmaya başladılar. TÜBİTAK projelerine, AB projelerine ortak teklif verebiliyoruz. Bu daha kri­tik bence. Öğretim üyesi sadece bir danışman gibi değil de bir partner gibi davrandığı için pro­je fikri baştan birlikte geliştiri­liyor, projenin gelişimi birlikte izleniyor, projenin daha baştan bilimsel temellere oturmuş olma­sı sağlanıyor. Bu üniversiteye ve üniversitenin de onlara bir kat­kısı diye düşünüyorum…(www.emo.org.tr)

SERMAYE DURUMDAN MEMNUN

Devlet, sermaye ve üniversite üçgeninde işleyen teknopark sürecine dair bir de iş dünyasından bir yoruma yer vererek bu bölümü kapayalım. ODTÜ Teknopark’ta yeri bulunan Koç System Test Entegrasyon ve Bakım Birim Yöneticisi Nihat Tüfekçi, Bilişim Dergisi’ne şunları belirtiyor:

Ulaşım sorunu var, altyapı yeterli değil Yaklaşık 2000 yılından beri ODTÜ Teknokent’teyiz. Beşinci yılımızı dolduruyoruz. Buraya geliş amacımız, üniversitenin araştırma olanaklarından ve öğretim üyelerinin projelerimizdeki ortak çalışmalarından faydalanabilmek, devletin sunduğu vergi avantajlarından yararlanabilmek ve teknolojik olarak burada var olan altyapıyı kullanarak diğer firmalarla da işbirliği yapabilmekti. Bunların ne kadarını yapabiliyoruz diye bakarsak, vergi avantajından tabii ki faydalanıyoruz. Belirli koşullar çerçevesinde öğretim üyelerinden, öğrencilerden faydalanma imkânımız da var. Stajyer bulmak çok rahat… (Bilişim Dünyası, Aralık 2005)

HANİ BİZİM UZAY ÜSSÜ GİBİ TEKNOPARKLARIMIZ OLACAKTI!”

Devlet erkânı, akademi ve iş çevreleri teknoparklar hakkında oldukça olumlu değerlendirmeler yaparken, Bilişim Dünyası, Aralık 2005 sayısında, tablonun pek de parlak olmadığını gözler önüne sermiş. Teknoparklara karşı olmamakla birlikte, ortaya çıkan tablo karşısında, Bilişim Dergisi hayal kırıklığını ifade ediyor. “Amaç kâr değil teknoloji olmalı” başlıklı haberin giriş kısmında mevcut tablo iyi yansıtıldığı için, önemli bir kısmını aktarıyorum:

Hani bizim uzay üssü gibi teknoparklarımız olacaktı! 2001’de çıkan yasayla mantar gibi teknoparklar bitmeye başladı Türkiye’de… Dünya Bankası’nın desteğiyle de Ar-Ge yapan sanayiciye ucuz kira, iletişim altyapısı gibi avantajlar sağlayan, ağır vergi yükünden muaf tutan teknoloji geliştirme merkezleri kurulacaktı. Ancak bu toz pembe rüya çabuk bitti. Şimdi teknopark gibi görünen arazilerin üzerinde ot bitiyor, kâr amacı güden merkezlerin kiraları ise el yakıyor. 90’ların sonunda bir rüya gördük. Tozpembe renklerin hâkim olduğu bu rüya, Sanayi Bakanlığı ve Dünya Bankası’nın vaatleri sayesinde gerçek olacaktı. Çok yakında teknoloji fakiri ülkemiz mantar gibi kurulacak merkezlerde dünyayla yarışan teknolojiler geliştirecek, araştırma geliştirmeye para harcayamayan şirketler ve parlak beyinler bu merkezler sayesinde hayallerini gerçekleştirecekti. Teknoparklar, Ar-Ge yapmak isteyen şirketlere kapılarını sonuna kadar açacak, uygun kiralarla düşük maliyetli internet ve telefon gibi iletişim altyapısı hizmetleri verecekti. 2001 yılında yasanın kabulü ve Dünya Bankası’nın teknopark kuracak şirketlere sunduğu geri dönüşümsüz krediyle birlikte başvurularda patlama yaşandı. Birçok üniversite teknopark şirketi kurdu, destekler alındı. Öyle ki Türkiye bir anda teknopark cenneti oldu. Ancak rüyanın sonu pek de hayırlı görünmüyor. Birkaç masa, bir sekreter. Hiç de hoş olmayan tabloya göre, kağıt üzerinde teknopark şirketi görünen birçok arazinin üstünde bugün otlar bitiyor. Başarılı olup, bir teknoloji merkezi haline gelenlerin ise kâr amacı güden şirketler haline geldiği eleştirileri sıklıkla gündeme gelen tartışmaların ana maddesini oluşturuyor. Birkaç başarılı örnek hariç tutulursa, gerek teknoparklardaki şirketlerin gerekse bu merkezlerden yararlanmak isteyen yazılım şirketlerinin ortak şikayeti kiraların hiç de cazip olmadığı. Üstelik iletişim altyapısı da teknopark yönetimleri tarafından sağlanmıyor, buralarda ofis açan şirketler kendi başlarının çaresine bakıyor. Şikayetler bunlarla da sınırlı değil. Teknoparkların şehir dışına kurulması, ulaşım ve sosyal hayatın sınırlanması gibi olumsuzlukları beraberinde getiriyor. Geriye bir tek avantaj kalıyor, o da vergi muafiyeti. Hal böyle olunca da bazı şirketlerin sadece bu avantajdan faydalanmak için teknoparkta açtıkları ofislere birkaç masa ve sandalye koyup, bir de sekreter bulundurdukları söyleniyor. Gerçekten Ar-Ge yapan, ürün geliştiren şirketlerin çoğu da gerek bu tür dezavantajlar gerekse başvuru kuyruklarının uzun olması nedeniyle teknoparklarda yer alamıyor. Onların ortak talebi, teknoloji merkezine sağlanan vergi muafiyetlerinin tüm bilişim sektörüne genelleştirilmesi. Bu saydıklarımız buzdağının sadece görünen kısmı. Gerek Türk sanayisi gerekse bilişim sektörü yıllardır teknoparkları tartışıyor. Bilişim Dünyası’nın bu sayısında Türkiye’nin kanayan yaralarından biri olan teknoparkları ele aldık, A’dan Z’ye bir dosya hazırladık. İşte tozpembe rüyanın sonunda Türkiye’nin geldiği nokta… (a.g.e, 2005)

DEĞERLENDİRME: ÜNİVERSİTE-SANAYİ İŞBİRLİĞİ VE TEKNOPARKLAR

Üniversite-sermaye ve devlet ilişkisinin bir ürünü olan teknoparklardaki mevcut durum tespiti üzerine yukarıdaki ifadeler, söyleyecek fazla şey bırakmıyor. İşin trajik tarafı, tablo içler acısı bir durumdayken, üniversite-sermaye işbirliğini savunan akademisyenlerden bu yönde şikâyetlerin olmaması. Bu da, şirketleşme mantığının akademik yaşam üzerindeki etkisinin boyutunu gösteriyor. Üniversitelerin ve bilginin işlevi, üniversite ve üretim süreçleri arasındaki ilişkinin tarzı üzerine eleştirel yaklaşan az sayıda bilim insanı dışında, ne yazık ki, akademisyenlerin çoğu piyasa mekanizması içinde üniversite ve sermaye arasındaki işbirliği fikrini içselleştirmiş. Hatta bazı akademisyenler (yukarıdaki alıntılarda görülebileceği gibi), eleştiri adına, işi, bu yönde çaba ve yapılanma içine girmeyen üniversiteleri toplumun sırtında gereksiz bir yük görmeye kadar vardırıyor. Üniversitelerdeki bu durum, neo-liberal düşüncenin hâkimiyetinin ve bilginin ticari bir metaya dönüşmesi fikrinin içselleştirildiğinin çok somut bir göstergesi. Bu fikrin akademik kadrolarca içselleştirilmesi ise, mevcut yapının bile olumsuzluklarının görmezden gelinmesine neden oluyor. Neredeyse, işverenler, sürece dair, akademiden daha fazla eleştiri yapıyor!

ÜSİ yaklaşımı içinde ‘sanayi’ kavramı, bütün aktörleri ile sınai yapıyı değil, sadece sanayiciyi içermekte; resmi metinlerde ‘sanayi’ ve ‘sanayici’ kavramları, bağlamına göre, birbirinin yerine sorunsuz bir şekilde kullanılmaktadır… Böylece firmanın, dolayısıyla sanayinin, dolayısıyla ekonominin rekabet gücünü yükseltmek, üniversiteler ve bilim insanları açısından, sırasıyla, ulusaI bir ödev, toplumsal bir sorumluluk ve bilimsel faaliyet için yaşamsal bir ihtiyaç olmaktadır. Görüldüğü gibi, üniversiteler ve akademisyenler, sanayi ile işbirliği yolunda globalizmin egemen söylemiyle yoğrulmuş baskıcı bir retorikle karşı karşıyadır. Zira ÜSİye kuşkuyla bakanların çağdaşlığı ve bilimselliğinden olduğu kadar, topluma ve ulusa karşı sorumluluklarından da kuşku duyulacaktır.” (Özuğurlu, 2006)

“Küresel” bir dünyada ekonomi yarışında başarılı olmanın önemli bir dayanağı olarak görülen teknoparklar, bölgesel ve ulusal kalkınmanın yolu olarak gösteriliyor. Sürecin mantığını savunan akademi çevresi, ne pahasına olursa olsun teknoloji geliştirmenin şart olduğu düşüncesinden hareket ediyor. USİ’yi savunan akademi ve bilim dünyası, “ulusal bilim ve teknoloji” politikasının öznesi olan girişimci firmaların kazanç ve rekabet gücünün artmasını ülkenin kazancı olarak görüyor. Sürece dair yapılan değerlendirmelerin hemen hepsinde bu durum açık bir şekilde görülüyor. Şirketlerin gelişmesi, maliyetlerin düşmesi, kârların artması, ürün ve teknolojinin gelişmesi bütün toplumun gönenci ve ortak çıkarıymış gibi yansıtılıyor. Sosyal sınıflardan oluşan toplumun bu yönü görmezden gelinerek, süreç “ortak iyi”ye işaret eden ideolojik bir yaklaşımla ele alınıyor. Bütün değerlendirmelerde tozpembe bir tablo çiziliyor. Yaratılan istihdamdan, vergi muafiyetlerinden, şirket ve üniversitelerin kazançlarından sıklıkla bahsedilirken, teknoparklarda yoğun bir çalışma ortamında sömürülen stajyer öğrencilerin, kafa ve kol emekçilerinin aldığı ücretler ve çalışma koşullarına dair tek bir satır dahi görülmüyor. Devlet erkânı, akademisyenler ve şirket yöneticileri sunulan vergi avantajlarına değinirken, yoksul kesimlerden ve emekçilerden alınan dolaylı vergilerin arzı arttırmak adına sermaye kesimine desteğe dönüştürüldüğüne dair bir tek tespite yer verilmiyor. Doktora öğrencilerinin, araştırma görevlilerinin, öğretim elamanlarının nasıl şirketlerin nitelikli bir personeline dönüştüğü üzerine ufak bir şikâyet dahi ifade edilmiyor. Onlara göre, teknokentlerde mutlu bir yaşam, tozpembe bir gelecek ve kalkınmış bir ülke bizi bekliyor.

Üniversitelerin sermayenin tahakkümüne girmesine karşı çıkanlar açısından, sorun, üniversite ve sanayi arasında bir ilişkinin olması değil, üniversite sanayi işbirliği ve ilişkisinin niteliği üzerinedir. Dolayısıyla biz bilimsel faaliyetlerin sistematik bir tarzda yürütüldüğü, bilimsel düşünce ve tekniklerin üretildiği, bilimsel keşiflerin gerçekleştirildiği kuruluşlar olarak üniversitelerin, demokratik ve özerk bir ortamda faaliyetlerini sürdürmesinden yanayız. Ancak böylesi bir ortamda bilimsel faaliyet yürüten üniversiteler, doğal-fiziki çevreyi, ekolojik dengeyi bozmayacak nitelikte bilgi, teknik ve yöntemleri toplumun hizmetine sunabilir. Oysa ki piyasa temeli üzerinden kurulan üniversite sanayi işbirliği, üniversitelerin özerk yapısını bütünüyle zedelerken, bilimsel özgürlüğü ise yok ediyor. Teknoparklarda üretilen bilimsel bilgi, şirketlerin sermaye birikimini artırmak üzere temel bir girdi olarak kullanılıyor. Neo-liberalist yönde eğitim parası olanın yararlanabildiği bir metaya dönüşürken, üniversiteler de kâr amacı güden ve sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda projeler üreten bir fabrika haline geliyor. Teknoparklar aracılığıyla sermaye grupları halkın vergileriyle oluşturulan kamu olanaklarından ‘sınırsız’ bir şekilde yararlanmakla birlikte, bilim insanları, akademik personel ve öğrencilerin beyin gücünü sömürerek kârlarını artırıyor. Kıt kaynakların kullanım hakkının maksimum kâr, etkenlik ve verimlilik esaslarına göre şekillenen piyasa ekonomisinin yoğun rekabeti ortamında sermaye birikiminin dizginlerine bırakılması, toplumu ve doğayı yıkımlara sürüklemiş ve sürüklemektedir. Emek sömürüsü, silahlanma yarışı, nükleer ve kimyasal silah üretimi, çevreyi zehirleyen ve yok eden sanayiler, kapitalist üretim tarzı ve sermaye birikimi, 20. yüzyılda dünyayı iki büyük savaş ve yıkımla karşı karşıya bırakmıştır. Bugün de, yoğun rekabet ortamı, bölgesel savaşlar ve yıkımlar şeklinde sürüyor. Ekolojik denge giderek bozulmakta, küresel ısınma toplum yaşamını tehdit etmektedir. Zenginlik ve yoksulluk iki ayrı kutupta birikmekte, işsizlik artmakta, toplumsal sınıflar arasında eşitsizlik derinleşmektir. Bu olgulara dair yığınla veri vardır. Dolayısıyla kapitalist sermaye birikiminin toplumsal sonuçlarını dikkate almayan, sermaye grupları arasındaki yoğun rekabetin toplum ve doğa yaşamı üzerindeki etki, tehdit ve tahribatlarını görmeyen bir yaklaşımla, piyasa ilişkisi üzerinden körü körüne üniversite sermaye işbirliğini savunmak, bilim insanı etiğine de sığmayacak bir yaklaşımdır.

Üniversite-Sanayi işbirliğinin program eleştirisini yapan Özuğurlu, süreci özgür bilim pratiği açısından eleştirel bir şekilde sorguluyor:

Üretimin bilime dayalı yapısıyla gelişen ilişkiler setini ulusal ölçekte sistemleştiren ve kısaca ‘bilim politikası’ başlığıyla adlandıran müdahaleci devlet politikaları ise, II. Dünya Savaşı’ndan sonra ortaya çıkmıştır. Bilim politikası, Keynes’gil makro iktisadın ve kalkınma iktisadının tamamlayıcı unsuru olmuştur… Bu süreç boyunca üniversite kurumu, ulusal bilim politikası içinde genellikle devlet dolayımıyla yerini alırken, 1970’lerle birlikte bu ilişki biçimi çeşitlenerek dönüşmeye başlamıştır. Yaşanan dönüşümün en çarpıcı yanını, üniversitenin kurum olarak özel sanayi sermayesi ile girdiği organik ilişki oluşturmuştur… 1980’lerle birlikte üniversite, yenilik (inovation) sisteminin bir parçası olarak araştırma-geliştirme faaliyetlerine girmek ve global pazarda rekabet edebilecek “insan sermayesini” yetiştirmek seçenekleriyle karşı karşıya bırakıldı. Artık üniversiteden, “teknoloji belirlenimli ekonomide, yeni sanayilerin ‘kuluçka makinası’ olması beklenmektedir. ÜSİ’yi, bu beklentinin programatik ifadesi olarak değerlendirmek mümkündür…

Öyle anlaşılıyor ki, bilim topluluğu yeni yüzyıla, bilimsel bilginin hangi saiklerle üretileceği ve hangi yollarla yayılacağı gibi kadim sorular etrafında yeniden saflaşarak girecektir. Bilgi üretimi kendi meşruiyetini insanın özgürleşme (emancipation) ereğine mi, sermayenin kâr motifine mi dayandıracaktır? Sermaye, 19. yüzyılın sonlarında olduğu gibi, 20. yüzyılın sonlarında da bu soruyu güncelleştirmiştir…” (a.g.e, 2006)

SONUÇ YERİNE

Bilimin gayesi insanlığın gönenci doğrultusunda bilgi ve teknolojilerin üretilmesidir. Bu bağlamda, bir yandan mevcut olanı geliştirme ve yeni buluşlar gerçekleştirme yönünde bilimsel bir çaba içinde bulunan bilim insanlarının, öte yandan bilim ve teknolojinin sadece belirli kesimlerin çıkarlarına değil, doğal çevreye zarar vermeyecek, ekolojik dengeyi bozmayacak şekilde toplumun ortak çıkarlarına kullanımını sağlamak yönünde bir sorumluluğu vardır. Onun için, bilimsel faaliyetlerin sistematik bir çerçevede yürütüldüğü bilim yuvaları olarak üniversitelerin, sanayi ile olan ilişkilerini bu temelde kurması gerekir.

Burjuvazinin eğitim hakkını savunduğu aydınlanma dönemindeki ilerici işlevi kapitalist ilişkilerin gelişmesi ile büyük ölçüde işlevini yitirmiştir. Kapitalist toplumsal ilişkilerin belirleyiciliğinin artması, ‘eğitim hakkı’nın kapitalist toplumsal ilişkilerin tanımladığı ‘hiyerarşik’ yapı içinde hızla dönüştürülmesine, dahası eğitimin ‘içerik’ olarak insanın ‘yaratıcı özne’ potansiyelini kapitalist ekonominin tanımladığı yarar ilkesi içinde yeniden tanımlanmasına neden olmuştur.” (Ercan, 1996c) Neo-liberal politikalar, başta üniversiteler olmak üzere, eğitimi, sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda hızla yeniden yapılandırıyor. Piyasa ekonomisi üzerinden üniversite-sanayi işbirliği de sermayenin eğitim üzerindeki tahakkümü olarak işlev görürken, bu süreç, toplumsal eşitsizliği ise derinleştiriyor. Oysa ki adalet, eşitlik, özgürlük ilkeleriyle insan haklarını geliştirme ve insan yaşamını ilerletmeye yönelik bilimsel bir çaba içinde olması ve bilimsel faaliyetleri bu yönde kullanması gereken üniversiteler, bilginin metalaştırıldığı bir ticari kuruluşa dönüşüyor. Bağımsızlığını tümüyle yitiren üniversitelerin şirketleşmesi, üniversite öğrencileri, çalışan ve öğretim kadrolarını sermayeye hizmet eden birer personele dönüştürüyor. Teknoparklar üzerinden Türkiye üniversitelerinde yaşanan değişim de bu yönde. Dolayısıyla bugün üniversite sanayi işbirliği şeklinde gelişen eğitim ve öğretim süreci, bilimi bir yol ayrımıyla karşı karşıya bırakmıştır: Ya sermayenin kâr ve rekabet güdüsüyle toplum ve doğayı uçuruma sürüklemesine seyirci kalmak ve onay vermek ya da toplumun ve doğanın sermayenin tahakkümüne girmesine karşı çıkmak.

KAYNAKÇA

Bilişim Dünyası Dergisi, Aralık 2005

Eğitim Hakkı, (2005) 4. Demokratik Eğitim Kurultayı, Ankara: Eğitim-Sen Yayınları

Ekspres Gazetesi, 28.03.2007

Ercan, Fuat. (1998) Eğitim ve Kapitalizm, İstanbul: Bilim Yayıncılık

Özuğurlu, Metin. (2006) Üniversite-Sanayi İşbirliği Programının Eleştirisi, Sosyal Araştırmalar Vakfı

www.tisk.org.tr

www.alomaliye.com

www.universite-toplum.org

www.inovasyon.org

www.manas.kg

www.emo.org.tr

www.kobi-efor.com.tr
www.milliyet.com.tr

www.hazine.gov.tr

EK 1- Teknoparkların dünyadaki durumu:

ABD:

*Araştırma Üçgeni Parkı (Research Triangle Park ), North Carolina (1959): 1994’de 65 araştırma şirketi, 55 hizmet şirketi, 34.000 çalışan…

*Roude 128 (128. Karayolu), Massachusetts Institute of Technology (MIT): Boston yakınlarında bulunuyor.

*Silikon Vadisi ( Silicon Valley), Stanford Üniversitesi (Kalifornia):1950’de kuruldu. 3000 firma, 40.000 işçi, 6000 araştırmacı çalışıyor. ABD’de teknopark gelişimine örnek olarak “Silikon Vadisi” bulunuyor. Bilgisayar ağırlıklı çalışmaları ile dünyada adını duyuran Silikon Vadisi, dünyanın çeşitli ülkelerinden toplanan 1.6 milyon insanı bölgede topluyor. Bölgede dünya devleri IBM, Hewlett Packard gibi 250 firma yer alıyor.

İngiltere:

*Heriot-Watt Araştırma Parkı,

*Science Park (Cambridge) (İngiltere’de en büyük bilim parkı ),

*Science Park (Merseyside) (1982),

*Science Park (Oxford) 1988’de İngiltere’nin teknoloji bölgesi UK’da Teknoloji Parkı sayısı 38’e ulaşmıştır.

Fransa:

20 dolayında Teknoloji Parkı bulunuyor. Bilgisayar, elektronik ve otomasyon, tıp, eczacılık, kimya biyoteknoloji ve eğitim alanlarında çalışan 600 şirket var.

*Sophia Antipolus (1969),

*Grenoble – Meylan,

*Toulose

Japonya: Japonya Teknoloji Geliştirme Merkezlerini Teknopolis adı altında kuruyor. Teknopolislerden sorumlu kuruluş Uluslararası Ticaret ve Sanayi Bakanlığı (MITI) olup etkin bir işleve sahip. Avustralya’daki benzer oluşumlara destek veriyor.

Çin: İlk teknoparkını 1985 yılında kurdu. 20 yılda 52 teknopark oluşturdu.

İsrail: İsrail’de 1946 yılında özel sektör girişimi ile ilk teknopark kurulmuştur. Staf Weirtheimer tarafından kurulan 4 adet teknopark halen dünya çapında rekabet edebilir ürünler üretmektedir. (Sanayi ve ekonomi dergisi KobiEfor, Ocak 2000)

EK 2-

Türkiye’nin faaliyette olan 19 Teknopark (2005)

ODTÜ Teknokent Teknoloji Geliştirme Bölgesi,

TÜBİTAK Marmara Araştırma Merkezi Teknoparkı,

İzmir Teknoloji Geliştirme Bölgesi,

Ankara Teknoloji Geliştirme Bölgesi,

GOSB Teknopark Teknoloji Geliştirme Bölgesi,

Hacettepe Üniversitesi Teknoloji Geliştirme Bölgesi,

İTÜ Arı Teknokent Teknoloji Geliştirme Bölgesi,

Kocaeli Üniversitesi Teknoloji Geliştirme Bölgesi,

Eskişehir Teknoloji Geliştirme Bölgesi,

Yıldız Teknik Üniversitesi Teknoloji Geliştirme Bölgesi,

İstanbul Üniversitesi Teknoloji Geliştirme Bölgesi,

Selçuk Üniversitesi Teknoloji Geliştirme Bölgesi,

Batı Akdeniz Teknokenti Teknoloji Geliştirme Bölgesi,

Trabzon Teknoloji Geliştirme Bölgesi,

Çukurova Teknoloji Geliştirme Bölgesi,

Erciyes Üniversitesi Teknoloji Geliştirme Bölgesi.

2006 yılı içinde Erzurum Atatürk Üniversitesi, İzmir Dokuz Eylül Üniversitesi ve Mersin Üniversitesi’nde teknoparkların faaliyete başlaması bekleniyor…

Kaynak: www.kobi-efor.com.tr

EK 3: ODTÜ TEKNOPARK’TA FİRMALARIN SEKTÖREL DAĞILIMI

 

(www.emo.org.tr)


SİNAN ARAMAN*

* Marmara Üniversitesi Kalkınma Kürsüsü Yüksek Lisans Öğrencisi

sunu

 

Bu sayımızla yeni bir yıla, 2008’e “merhaba” diyoruz.

Hızla gerici burjuvazinin ve dinci özelliklerine karşın modern burjuva devletin has partisi haline gelmekte olan AKP’nin ikinci seçim zaferini kazandığı 2007’yi geride bırakıyoruz. Cari açıkta, dış ticaret dengesinde ve son çeyreğin büyüme rakamlarındaki bütün aksi göstergelere, neredeyse tamamlanan özelleştirmeler, taşeronlaştırma ve çalışma yaşamının esnekleştirilmesi, eğitim ve sağlıkla birlikte sosyal güvenlik sisteminin yıkılmasıyla gelir dağılımındaki uçurumun aşırı büyümesine karşın “büyüyoruz”, “ekonomi iyi yolda” iddialarıyla geride bırakılan bir yıl oldu 2007. Her şeye rağmen, kendi propagandif uğraşlarının ürünü olan ve olmayan (çoğu gerici şoven rakiplerince sunulan imkanlarla) yanılsamalar, dağıtılan “yardımlar” yanında, AKP’nin ülkenin on yılların çözümsüz sorunlarına kendince “çözümler” oluşturmasının sonucu olarak, 2007’nin AKP için “başarılarla geçen bir yıl” olduğunu söylemek yanlış olmayacak. “Nereye kadar?” sorusunun yanıtı henüz ortadadır ve asıl olarak işçi sınıfı ve partisinin çalışmasıyla yanıtlanmayı beklemektedir.

Yeni bir yılın ilk sayısından itibaren, her ay dergimizin bir diğerinden farkedilmesinin iyi olacağını düşündük. Bu nedenle, her ay Özgürlük Dünyası, diğer aylardan farklı bir kapak rengi kuşağıyla elinizde olacak. Ve bundan böyle her yılın aynı ayında aynı renkle karşınıza çıkacağız. Bu ay, üç kış ayının mavi tonlarından birindeyiz. Şubat, mavinin tonu koyulaşacak.

İçeriğe gelince..

Yeni yıl dönümünü, 2007 kapanırken üçüncüsü de gerçekleştiren sınır-ötesi harekatlar kapsamında ele alan bir makalemiz var. Bir de, barış mücadelesinin artan önemi açısından, barış mücadelesi kapsamında oluşan “benzerleri”nden ciddi farklılıklara en azından potansiyel olarak sahip olan Türkiye Barış Meclisi üzerine bir yazımız var. Bunlarla birlikte, EMEP’in bir dizi siyasi partiye ulaştırdığı, demokrasi güçlerinin “çatı partisi” ihtiyacıyla ilgili önerisine yer veriyoruz. İ. Çaralan’ın hem AKP değerlendirmesi hem de Kürt ve laiklik sorunu üzerine değerlendirmeleriyle ufuk açıcı olduğunu düşündüğümüz, yine EMEP’in gectiğimiz ay düzenlediği Genel Konferans’ta yaptığı konuşmayı sunuyoruz.

İki önemli makalemizden biri İzzettin Önder Hoca’nın bütçe değerlendirmesine ilişkin; diğeriyse, geçtiğimiz ay başarıyla sona eren Telekom grevinin yürütücü ve yönlendiricilerinden Türkiye Haber-İş Sendikası İstanbul 1 Nolu Şube Başkanı Levent Dokuyucu ile yapılan söyleşi. İki yazının da öğretici olduğuna inanıyoruz. Son yazımız, teknokentler üzerine bir inceleme.

İyi ve başarılı bir mücadele yılı diliyoruz.

sınır ötesine taşan bir yıl sona ererken…

  

Türkiye, 2007’yi, sınır ötesi hava harekatlarıyla kapatıyor. Ve şu ana kadarki işaretler, bu harekatların 2008’e sarkan yönünün, politik, diplomatik ve ekonomik etkileriyle de sınırlı olmadığı gösteriyor. Görünen o ki, tüm bu etkilerle birlikte, bu hava harekatları 2008’de de devam edecek.

Washington’da yapılan Bush-Erdoğan görüşmesinin ardından, ABD’nin Türkiye’nin sınır ötesi operasyonuna “anlık istihbarat” vereceğinin açıklanmış olması ve PKK’nin Bush tarafından “ortak düşman” olarak nitelendirilmesi, Türkiye yönetenleri, medyası ve gerici sermaye partileri cephesinde ciddi bir “moral etki” yaratmıştı. Türkiye’nin PKK’ye sınır ötesi operasyon düzenlemesine izin vermediği gerekçesiyle ABD’ye küskün, kırgın ve hatta biraz da “kızgın” olan “çılgın Türkler”, ABD Başkanı’nın bu tavrıyla yatışmış, ABD’nin “sadık müttefiki” rolü, bu çevrelerce yine büyük bir gönüllülükte sahiplenilmişti. ABD’nin istihbarat ve diplomatik desteğiyle 2007’nin son 15 günü içinde arka arkaya gerçekleştirilen hava saldırıları, “sahte anti-Amerikancılar”ın maskelerini düşürüp, onları yeniden ABD’nin saflarına kazandırdı.

Sınır ötesi hava harekatlarıyla girilen süreç, sadece irili ufaklı sağ ve “sol” milliyetçi parti ve hareketler için değil, devletin zirvesi bakımından da yeni bir döneme girildiğinin işaretlerini veriyor. Örneğin devletin zirvesinden en rahat haber alan gazetecilerden biri olan Milliyet’ten Fikret Bila’nın, “Türkiye-ABD ilişkilerinde yeni dönem” üst başlığı ve Çuval artık geride kaldı (25 Aralık 2007) başlığı ile manşetten verilen yazısı, bu gelişmeleri ele alıyordu. Bila, ABD’nin verdiği istihbarat doğrultusunda K.Irak’ta PKK’ya yönelik art arda operasyon düzenlenirken devletin zirvesinde işte bu tür yorumlar yapılıyor dedikten sonra, şöyle devam ediyor: Yapılan değerlendirmelerde hakim görüş şöyle: 1 Mart tezkeresinin geri çevrilmesi ve çuval olayından bu yana iki ülke ilk kez birbirine bu kadar çok yakınlaştı. ABD’nin tavır değişikliği ve somut işbirliğine yönelmesi ilişkilerdeki sıkıntının geride kaldığını gösteriyor.

Bu değerlendirmeleri aktaran Bila, devletin zirvesinde henüz belirlenmiş, mutabık kalınmış, sonuçlandırılmış bir metin olmadığını, ancak çalışmaların sürdüğünü belirttikten sonra, Ancak devlet katında, özellikle güvenlik cephesinde benimsenen temel anlayışı yansıtabiliriz.

Bileşik kaplar etkisi

Devletin, PKK’yla mücadelede ‘bileşik kaplar’ etkisi gösterecek üç ayaklı bir anlayışı benimsediğini söyleyebiliriz:

1- PKK’nın dağ kadrosuyla silahlı mücadeleyi sürdürmek, istihbarat alındığında operasyonlara devam etmek,

2- PKK’ya katılımı en aza indirecek önlemleri hızla yürürlüğe koymak,

3- Eşzamanlı olarak dağ kadrosunu indirmeye yönelik önlemler almak.

Devletin güvenlik otoriteleri, bu üç ayağın aynı anda çalıştırılmasının PKK üzerinde ‘bileşik kaplar’ etkisi göstereceği düşüncesinde.

‘Nasıl’ sorusuna verilen yanıt şöyle:

PKK’ya katılımı azaltacak önlemler devreye girerse, dağdan inme eğilimi de artar. Örgüte katılımın azaldığını gören dağ kadrosu da dağdaki koşullardan kurtulmaya çalışır. Dağdan inme başlarsa, PKK’ya katılmayı düşünenler de bundan vazgeçer.

Bir yandan örgüte katılımı frenleyecek olanaklar geliştirilir, dağdakiler inme eğilimine girer, diğer yandan da dağdaki silahlı güce karşı etkili operasyonlar sürdürülürse, bileşik kaplar gibi PKK aynı anda aşağı çekilir.

 

1 MART’IN “YÜKÜNDEN” KURTULMAK

TBMM’nin 1 Mart 2003’te işgalci Amerikan güçlerinin savaşta Türkiye topraklarını kullanmasına ve Türk askerlerinin de Irak’a girmesine karşı çıkışı, hem AKP kurmayları hem de işbirlikçi Türkiye medyası tarafından hep bir “stratejik hata” olarak görülmüştü. Hürriyet’in Genel Yayın Yönetmeni Ertuğrul Özkök’ün, o tezkerenin geçmesi için yazdığı ve halktan, demokrasi ve emek güçlerinden gelen baskılar sonucunda tezkerenin reddedilmesinin ardından da devam ettiği yazılar hâlâ hafızalarda. Bu, elbette onun sadece kişisel görüşünün değil, medyanın hakim kanadı ile devletin içindeki çok önemli bir kesimin de görüşünün ifadesiydi. Başbakan Erdoğan da, zaman içinde bu konudaki serzenişlerini daha açık bir dille ifade etmeye başlamıştı. Örneğin, Başbakan ve AKP lideri Tayyip Erdoğan, tezkerenin reddinin dördüncü yılı olan 1 Mart 2007’deki bir televizyon konuşmasındaki söyleşisinde, 1 Mart’ta verilen kararın doğru olmadığını, Türkiye’nin bu nedenle Irak’ta denklem dışı kaldığını savmuştu.

Erdoğan’ın bu değerlendirmesine, Beyrut Stratejik Araştırmalar Merkezi Direktörü Muhammed Nureddin, Birleşik Arap Emirlikleri gazetesi Haliç’te, 1 Mart tezkeresi kimseyi utandırmasın (12 Mart 2007) başlıklı yazısıyla yanıt verdi. “Irak savaşına girmediği için Ankara’nın Kuzey Irak denkleminin dışında tutulduğunu ima eden Erdoğan yanılıyor. Türkiye savaşa girseydi yasaları çiğnemekle kalmayıp, Araplarla ilişkilerini de zedeleyecekti. Üstelik bu şikâyetlerin kaynağı savaş değil, Türkiye’nin kendi Kürt politikası” saptamasını yapan Muhammed Nureddin, Türkiye açısından kınanması gerekenin Kürtler değil, ABD olması gerektiğini de vurguladı.

Nureddin’in bu değerlendirmeleri, 1 Mart tezkeresinin, Türkiye’ye Ortadoğu ve Arap coğrafyasındaki komşularının gözünde kazandırdığı itibarı göstermesi bakımından anlamlıdır. Ayrıca benzer değerlendirmelerin dünyanın birçok başka ülkesinde de yapıldığı, 1 Mart tezkeresinin reddiyle birlikte dünya kamuoyunun dikkatlerinin Türkiye’ye çevrildiği açıktır. Dolayısıyla, 1 Mart tezkeresi, uzun yıllar sonra Türkiye Meclisi’nin, Türk dış politikasına dair –elbette ki güçlü bir sokak baskısıyla– aldığı en onurlu karardı.

NATO’ya girilmesiyle birlikte, hem askeri, hem siyasi, hem de ekonomik olarak yörüngesini belirlerken, hep ABD emperyalizmine angaje olmaya koşullanmış olan Türkiye egemenleri için, 1 Mart tezkeresi ürkütücü bir gerçeklikti.

“Çuval olayı”nın ise, ABD emperyalizminin hem 1 Mart’tan duyduğu rahatsızlığa ilişkinin tepkinin bir ifadesi, hem de Türkiye’nin Irak’ın kuzeyine ilişkin “kırmızı çizgileri”nin geçersizleştirilmesine yönelik diplomatik bir hamle anlamına geldiği biliniyordu.

Türkiye’de, 1 Mart’ın arkasında, en tutarlı olarak, onun reddinin gerçek sahipleri olan demokrasi ve emek güçleri durdular. Onun dışında, generaller ve AKP iktidarı bakımından, 1 Mart’ın, bir an önce etkilerini “üzerimizden atmamız gereken” bir yük olarak görüldüğü çok açıktı. Yukarıda da vurgulandığı gibi, buna, PKK’ye karşı mücadelede Türkiye’ye gerekli desteği vermediği gerekçesiyle ABD’ye “kırgın ve kızgın” olan “sağ” ve “sol” milliyetçi çevreleri de eklemek gerekiyor. 2007’nin sonlarına yaklaşırken gerçekleşen Bush-Erdoğan görüşmesi, bu çevreler açısından bu havayı değiştiren bir milat gibi oldu. Bush’un PKK’den “ortak düşman” olarak söz etmesi ve “arkasından” ABD desteğiyle ve ABD’nin 1. Körfez Savaşı sırasında yaptığının yöntem olarak bir benzerini içeren hava harekatı, artık Bila’nın yazısında da görülen, “Türkiye-ABD ilişkilerinde yeni dönem” değerlendirmelerinin devletin zirvesinde hakim olmasını getirdi.

Bu gelişmenin, Türkiye’nin, bulunduğu bölgedeki geleceği bakımından kendisine başka ilişkiler arama ve başka dengelere yönelmeye yönelik kısmi ve kuşkusuz içe sinmeyen eğilimlerini de frenleyip, ABD politikalarına tam teslimiyeti getireceğini söylemek, bundan sonrası açısından bir kehanet olmayacaktır. Bu açıdan, Türkiye-ABD ilişkilerinde, 1991 öncesi “pürüzsüz dönemine” dönüşün başladığı söylenebilir.

 

THE ECONOMİST’İN HABERİ

Bush-Erdoğan görüşmesi konusunda dünyanın etkin basın organları da, tartışma yaratan kimi haberlere yer verdiler. Örneğin, İngiliz Dergisi The Economist, Sınır ötesi operasyonlar başlığı altındaki haberinde, “Başbakan Erdoğan’ın, George Bush’a bazı sözler verdiği sanılıyor. Bunlar, Kürlerin bölgesel hükümetinin tanınmasını ve PKK savaşçıları için daha liberal bir affı içeriyor” iddiasında bulundu.

Türkiye’nin Kuzey Irak’ta son yılların en büyük sınır ötesi harekatını gerçekleştirdiğine işaret eden dergi, Irak’taki Amerikan işgalcilerinin, böyle bir operasyonun yapılmasını önlemek için son aylarda büyük bir çaba göstermelerine karşın Türkiye’nin en üst düzey generalinin, Amerikalıların sadece hava operasyonuna onay vermediğini, aynı zamanda gerekli istihbarat sağladığını söylediğini yazdı.

Bunun hassas bir balans ayarının sonucu olabileceğini belirten dergi, şunları yazdı:

Belki Amerika ve Türkiye bir anlaşma yaptı. Amerika’nın sınırlı Türk operasyonlarına desteği ve Iraklı Kürtlerin PKK’ya karşı harekete geçmeleri emrini verme sözünün karşısında Türkiye’nin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’ın George Bush’a bazı sözler verdiğine inanılıyor. Bunlar, Kürtlerin Irak’taki bölgesel hükümetinin tanınmasını ve PKK savaşçıları için daha liberal bir affın getirilmesini içeriyor.

Önceki affın sonuç vermediğini öne süren dergi, Şimdi hükümet, şiddete karışmayan tüm PKK savaşçılarını af edebilir. 20 yıldır asilere karşı verilen mücadelenin ardından Türkiye, askeri önlemlerin tek başına Kürt sorununu çözemeyeceğini biliyor değerlendirmesinde bulundu.

Derginin bu haberi, Türkiye kamuoyunda, başta CHP ve MHP olmak üzere, Kürt sorununda şoven politikalarında en küçük bir esneme göstermeyen parti ve güçler açısından, AKP Hükümeti’ni sıkıştırmanın vesilesi yapıldı.

Bush-Erdoğan görüşmesine dair The Economist’in gündeme getirdiği haber, AKP Hükümeti’nin “eve dönüş” yasası hazırlıklarıyla birlikte değerlendirilebilir. Birçok çevre de, söz konusu haberi, hükümetin bir süredir gündemine aldığı TCK’nın 221. maddesindeki değişiklik hazırlığıyla birlikte değerlendirdi. Hükümet yetkililerinin yaklaşımı açısından şu ana kadar kamuoyuna yansıyanın, daha önce çıkartılan ve kabul görmeyen içerikleriyle işlevsiz kalan “pişmanlık yasaları”ndan bir farkı bulunmuyor. Ancak buna rağmen, CHP Genel Başkanı Baykal, hükümeti Kürt sorunu üzerinden sıkıştırmak adına, henüz hazırlık aşamasındaki bu geri düzenlemeyi bile “ateşi benzinle söndürmeye” benzetti. (12 Aralık 2007). CHP lideri, 24 Aralık akşamı katıldığı bir televizyon programında da, PKK’ye karşı düzenlenen sınır ötesi hava operasyonlarını olumlu bulduklarını dile getirirken, “En güç şey, Hükümeti terörle mücadele konusunda ikna etmekti” değerlendirmesinde bulundu. MHP’nin yaklaşımının da bu minvalde olduğu açıktır ve her iki parti de Genelkurmay’ı kutlarken, hükümeti de “terörle mücadeleden taviz vermeme” baskısı altında tutmayı kendilerine temel bir politika edinmiş durumdadır. CHP ve MHP genel başkanları, daha ilk sınır ötesi operasyonda, bu adımı “olumlu” ancak “geç kalınmış” bir adım olarak değerlendirdiler.

Tüm bu gelişmeler, iktidar ve muhalefetiyle burjuva partilerin yaşadığı çürüme ve çöküşün de göstergelerini oluşturuyor. İktidarı ve muhalefetiyle, generallerin politikalarına angaje olmuş olan burjuva partiler, aslında bu yönleriyle, siyasi parti olma gerekçelerini de terk etmiş durumdalar.

Sınır ötesi operasyonun bir uzantısı olarak, içeride DTP’ye yönelik yoğunlaştırılan baskı partinin genel başkanının tutuklanmasına ve Anayasa Mahkemesi’nde partinin kapatılması davasının açılmasına kadar vardırılmış, PKK ile birlikte DTP’nin de tasfiyesine girişilmiştir. Kürt halkının oylarıyla Meclis’e girmiş olan DTP’li vekiller, iktidarı ve muhalefetiyle sermaye partilerinin günlük hedefi halinde gelmiş bulunmaktadır. Sermaye medyasının tutumu da bu yöndedir.

 

İÇERİDEKİ VE DIŞARIDAKİ KÜRT POLİTİKASI

Sınır ötesi harekatın “PKK’nin kökü kazınana” kadar sürmesi, içeride de “DTP’nin tasfiye edilmesi” planını yürütenler, Kürt sorununun çözümü konusunda oluşmuş imkanları da tüketmeye girişmiş bulanmaktadır.

AKP Hükümeti’nin Kürtlere yönelik temel politikasının, DTP’yi kendi seçmeni gözünde yıpratma, itibarsızlaştırma ve giderek bölge illerinde onun yerini alma üzerine kurulu olduğunu açıktır. DTP’ye yönelik siyasi linç girişiminin, Meclis’in açıldığı ilk günden başlayarak Başbakan Erdoğan tarafından yapılan açıklama ve dayatmalarla başladığı bilinmektedir. Bölge illerinde, Gülen cemaatinin “genç işadamları derneği”, “sivil yardım kuruluşları” eliyle yürütülen girişimler ve yapılan sistemli yardımlar, AKP ile dirsek teması halinde sürmektedir ve generaller de, bu çalışmalara, “terörle mücadele” politikalarının bir gereği sayarak, dolaylı –dokunmayarak– destek verme konumundadırlar. Kürt kimliğinin ve taleplerinin tanınması, demokratik çözüm olanaklarının önünün açılmasına yönelik düzenlemeler yerine “İslam kardeşliği” içinde sorunu eritmeye yönelik politika, “terörle mücadele” adı altında yürütülen politikanın bölge illerindeki kolu durumundadır.

Türkiye yönetenlerinin, ABD ile kurulan ilişkinin de bir gereği olarak, Irak’ın kuzeyindeki bölgesel Kürt Yönetimi’ne yönelik politikasını, zaman içinde onu tanımaya doğru kaydırması muhtemel gözükmektedir. Bunun, The Economist’in haberinde de olduğu gibi, ABD’nin Türkiye’ye verdiği desteğin bir karşılığı olması da şaşırtıcı değildir. ABD; batağa saplandığı bir bölgede nispi bir temel dayanağını, Türkiye’nin “kaprisleri” yüzünden yitirmek istememekte, bu durumu, kendisinin Ortadoğu ve tüm bölge üzerindeki uzun vadeli çıkarları açısından sakıncalı görmektedir. Bu açıdan bakıldığında, Ankara siyasetinin zamanla Irak’taki Kürt yönetimiyle belirli bir uyuma doğru gelişip bu zemine oturması ihtimali güç kazanırken, Türkiye’nin kendi Kürtleriyle kurduğu ilişkinin de tamamen denetim altında tutucu bir boyutta sürmesi muhtemel gözükmektedir. Bugüne kadar, Irak’ta bir Kürt devleti oluşumunun kendi Kürtlerinde de bu türden eğilimlerini ve duyguları güçlendireceği endişesini taşıyan Türkiye egemenleri, bundan sonra da bu endişenin doğal bir sonucu olan adımlar atacaklardır. Şu an için yürürlükte olan politikanın, ülkenin güneyinde ve doğusundaki Kürtleri AKP üstünden devlet politikasına “kazanmaya” yönelik olduğu görülmektedir.

 

ENVERVARİ HAYALLER VE YENİ ROLLER

TSK’nın yürüttüğü “sınır ötesi” harekatın 2008’de de bir süre daha süreceği tahmin edilirken, bu gelişmelerin, Türkiye’nin, ABD’nin Irak ve bölge politikasındaki yeni rolünü de şekillendirici bir yöne doğru evrilmesi muhtemel gözükmektedir. Gelişmelerin seyrine göre, ilişkiler daha belirginleştikçe detaylandırılabilecek olan bu eğilimin bir yönü Türkiye’yi işgalci ABD güçlerinin yardımcı kolu durumuna sokmayı içerirken, diğer bir yönü de, ABD’nin uzun bir süredir hedefe koyduğu İran’a yönelik politikalarında anlam bulmaktadır.

Türkiye’nin işbirlikçi egemenleri, kendilerine hem istihbarat hem de diplomatik yönden açık bir destek veren ABD’den gelecek talepler karşısında çekinceli davranma “lükslerini” artık tamamen kaybetmiş durumdadırlar.

Kaldı ki, ABD’nin işgali altında bulunan ve dünyanın dikkatlerinin üzerinde olduğu bir bölgeye, o bölgenin hava sahasına ABD’nin izniyle giren tek bölge gücü olmak, Türkiye egemenlerinin “Envervari” damarını da yeniden kabartmaktadır, kabartacaktır. Bu açıdan da değerlendirildiğinde, bölgenin diğer büyük gücü İran karşısında elini güçlendirmek, onun etki alanlarını kendi etki alanı haline getirmek, Türkiye yönetenleri açısından, ABD işaretine gerek kalmadan tercih edilebilecek bir gerçekliktir.

ABD emperyalizminin politikalarına bağlı olarak, ülkeler ve halklar arasına nifak sokma, gerilim çıkarma konusunda mahir olan CIA gibi kuruluşların, bundan sonraki süreçte, İran ile Türkiye arasındaki ilişkileri gerecek, Türkiye’nin bu açıdan da ABD’nin bir “maşası”na dönüşmesini sağlayacak girişimlerde bulunmaları şaşırtıcı olmayacaktır.

“Laiklik” anlayışlarını geçmişte ABD’nin “yeşil kuşak” projesine dayandıran, onun içinde eriten Türkiye’deki sözde “zinde güçler”in, ABD’nin bugün yürüttüğü politikalara uygun bir biçimde İran’a yönelik bir kampanyanın “ağına düşmeleri” hiç de şaşırtıcı olmayacaktır.

Tüm bu ihtimaller, içine girdiğimiz yeni yılda ya da sonrasında ortaya çıkabilecek olan gelişmeler arasında değerlendirilebilir. Ve elbette, Türkiye egemenlerinin kendi arasındaki ilişki ve çatışmalardan, bölgesel güçlerin ilişkileri, onlarla Türkiye’nin işbirlikçi egemenlerinin kurduğu ilişkinin seyrine kadar bir dizi faktör, başka bazı gelişmelerin açığa çıkmasına da vesile olabilecektir.

2008 açısından kesin olan şey ise, Kürt sorununun çözümü başta olmak üzere, Türkiye’nin bütün temel sorunlarının, ancak emek ve demokrasi güçlerinin, ezilen halkların ve onların örgütlerinin mücadelesiyle çözülebileceği gerçeğidir.

Hangi taraftan olursa olsun, ABD’ye bağlanan ümitler, sonuçta bu ümidi taşıyanlara ya büyük hayal kırıklıkları yaşatmakta ya da onları ABD politikalarının bir unsuruna dönüştürmektedir.

Bugün Kürt sorununun çözümü için verilen mücadelenin bir yönü Türkiye’nin inkarcı egemenleriyle mücadeleye, diğer yanı da ABD emperyalizmine karşı mücadeleye bağlanmak durumundadır.

2007’nin sonlarına doğru, ezilenler cephesinde bu eğilimin işaretleri de görülmeye başlanmıştır. Sınır ötesi operasyon eylemlerinin bir ucu ABD Konsolosluklarına siyah çelenk bırakma biçiminde gerçekleşmiş, operasyon karşıtı bütün eylemlerde ABD de hedefe konulmuştur.

Bu eğilim, 2008 ve sonrası açısından güçlendirilmesi gereken eğilimdir. Türkiye’nin Kürt sorununun, köklerinin de, çözüm imkanlarının da “içeride”, ülke içinde olduğu kesindir. Türkiye’nin Türk ve Kürt emekçileri, barış ve demokrasi güçleri, ancak bu gerçeğin bilinciyle, önümüzdeki dönem ortak mücadelelerini daha da güçlendirerek, çözümü yakalayabilirler.

Türkiye’nin Kürt sorununun, içerideki ortak mücadeleyle çözüme ulaştırılması, bölge halkları açısından da ciddi bir moral etki yapabilecek ve halkların kurtuluş yolu emperyalist planların dışında aranmaya çalışılacaktır.

Bugün Kürt sorunu nasıl ki işbirlikçi egemen sınıfların ve onların partilerinin, kurmaylarının izlediği yöntemlerle uluslararası bir sorun haline gelmişse, aynı ilişkinin doğal bir sonucu olarak, bu sorununun, içeride, işçi ve emekçilerin, barış ve demokrasi güçlerinin ortak mücadeleleriyle çözülmesi ya da demokrasi mücadelesinin ciddi bir yükselişiyle çözüm yoluna girmesi, emperyalist ilişkiler zincirine de büyük bir darbe indirmiş olacaktır. Bu, hemen kazanılabilecek ve başarılabilecek bir şey olmayabilir, ancak bu yolda verilen ısrarlı mücadeleler, bizi kuşkusuz bu başarıya her gün biraz daha fazla yaklaştıracaktır.

telekom grevi ve mücadeleci anlayış

 

Hiç şüphesiz 2007 yılının en büyük işçi mücadelesi Telekom grevi oldu. 16 Ekim’de başlayan grev, 44 gün sonunda patronun geri adım atmasıyla son buldu. Telekom’un uluslararası tekel olan Oger’e satılmasının ardından başka bir döneme giren ve başka bir yapı içinde çalışmaya başlayan Telekom işçileri, grevle birlikte, hem kendilerini, hem de işçi sınıfı mücadelesini de yeniden yapılandırdılar. Daha doğrusu, işçi sınıfının öldüğü, hakların mücadeleyle değil sosyal diyalogla alındığı vaazlarının neredeyse tek geçerli yaklaşımlar olmaya başladığı bir süreçte, bu safsataları bir anda yırtıp attılar. Grevin işçi sınıfının en önemli silahı olduğunu; hakların, sermayenin ve hükümetlerin belirlediği sınırlar içinde değil fiili mücadele ile elde edildiğini tarihin sayfalarından alarak yeniden sınıfın bilincine çıkarttılar. Bu yönüyle Telekom grevi, sınıfa verdiği moral etkinin de ötesinde büyük bir aşama anlamına geldi.

Bu mücadelede, sermaye basınının kara propagandasının yanı sıra polisin, mahkemelerin ve devletin sınıfsal yapısıyla da yüzleşen işçiler, çok güçlü görünen bu kesimlerin, işçilerin birliği karşısındaki aczine de tanıklık ettiler.

Şoven rüzgârların estiği bir dönemde, işçi sınıfı içerisinde olası milliyetçi bölünme ve kışkırtmaya karşı da duvar oldu bu grev.

Grev süresince sermaye ve onların güçleri ile en fazla çatışmanın yaşandığı yer ise, İstanbul oldu. ’89 Bahar Eylemleri ve özelleştirme süresince de diri olan ve kora kor mücadele veren İstanbul Telekom işçilerinin temsilcisi Haber-İş İstanbul 1 No’lu Şube Başkanı Levent Dokuyucu, greve gelinen süreç, grevde yaşananlar, işçilere ve Türkiye işçi sınıfına etkileri ve bundan sonra yapılması gerekenler ile ilgili Özgürlük Dünyası’nın sorularını yanıtladı.

 

Telekom işçileri nasıl bir dönemde toplusözleşme dönemine geldi?

2005’in Kasım ayı itibariyle Telekom’un yüzde 55’i Oger’e devredildi. Bu sürece gelinene kadar, Telekom işçileri 10 yıllık bir özelleştirme mücadelesi yaşadı. Ve bu mücadeleyi başarıya ulaştıramadık. Başarılı olamamamızın temel nedenlerinden bir tanesi, sendikal örgütlülüğün bütünü olarak, özelleştirmeye karşı bir cephe oluşturulamamasıydı. İstanbul’da çatışmalara, gaz bombalı saldırılara varana kadar bir mücadele vardı, ama diğer bölgelerde bu yaşanmadı. Hatta bazı bölgelerde, sendikacılar, özelleştirmenin artık kaçınılmaz olduğu anlayışındaydılar.

Ama özelleştirme mücadelesinin ortaya çıkardığı sonuçlardan biri, sendika yönetiminin yenilenmesi oldu. Son kongremize gelen süreç, merkez yönetiminden 4 kişinin gitmesi ve çeşitli şubelerdeki yönetimlerin değişmesiyle sonuçlandı. Genel merkez seçimlerinden sonra ise, şöyle bir çalışmaya girdik: Özelleştirme mücadelesinde başarısız olduk, ama yeni bir patron var ve çeşitli saldırılarla Telekom işçisine yönelecekti. İşveren artık devlet değil uluslararası bir şirketti. Siyasi iktidarın müdahalesiyle, kurum içindeki yapılanma değişti. Bu süreçte, sendikamız, 25 bin işçiyle yüz yüze gelen çalışmalar yaptı. Politik olarak da, AKP’nin 4 yıllık icraatının ülke emekçileri için getirdiği sorunlar dile getirilerek, açıktan, AKP’ye oy verilmemesi istendi. Buna rağmen, Telekom işçilerinin de büyük kısmı (Türkiye genelinde iki kişiden biri), AKP’ye oy verdi.

Böylece toplusözleşme çalışmalarına başladık. Ve bir çıta belirledik. Kurum içindeki dengelere bakıldığında, patronun yakınındaki kadroların kayrıldığı görülüyordu. Biz, bir yıl boyunca, özellikle “eşit işte çalışanlara eşit ücret” talebiyle çalışmalarımızı yürüttük. İstanbul açısından, 15 yıllık bir mücadelenin sonucunda toplusözleşme sürecine girdik. Özelleştirmeye karşı kurduğumuz işyeri komitelerini, TİS döneminde de TİS komiteleri olarak yeniledik. Hazırlık döneminde ve görüşmelerle ilgili işçileri bilgilendirmeyi bu komiteler yoluyla yaptık. Hatta diğer illerdeki işçi arkadaşlarımızla ilişkiye geçerek, onları da organize ettik, bu komiteler yoluyla. Biz hazırlıklarımızı yaparken Hava-İş grev süreci yaşandı.

 

Hava-İş’in THY’de yaşadığı süreç Telekom işçileri üzerinde nasıl bir etki yarattı?

THY’nin önemli bir bölümü halka arz edildi. Toplu sözleşmesi, bizim gibi, özel sektör sözleşmesi sayıldı. Ama tek fark olarak, devletin atadığı yöneticiler işin başındaydı orada. Hava-İş’te gergin dönem başlayana kadar, Telekom işçileri arasında, sanki kamu sözleşmelerine hazırlanıyormuş havası vardı. Biz, her zaman grev söz konusu olduğunu söyledik. Ama aslında ilk günlerde biz de tam olarak kavrayamamıştık. İşte bu süreçte Hava-İş’in yaşadıkları, bizim açımızdan moral verici ve ön açıcı oldu. THY’de, patronun zoruyla yapılan grev oylamasından “Evet” çıktı. Üstelik, basının kışkırtmasına, hükümetin ve patronların baskısına karşın. Bu sonuç, bizim işyerlerimizde de mücadeleyle hak alma düşüncesini güçlendirdi. Zaten Telekom patronunu, son 60 günlük sürecin ancak 59. gününde, o da, kabul edilemez tekliflerle gelince, işin rengi belli oldu.

 

Grev süreci nasıl başladı?

Patron, 59. günde, ilk yıl yüzde 4, ikinci yıl yüzde 4+4, esnek çalışma, kapsam dışının genişletilmesi ve fazla olduğunu iddia ettiği personel sayısının sendikayla birlikte azaltılmasını dayattı. Yani işçi ve sendikadan, sendikayı yok edecek taleplerde bulundu. “Uluslararası tekeliz, güçlüyüz ve bizim eğilimimiz budur” diye çıktılar karşımıza. Ve bu durum bizi greve götürdü.

 

Grev başladığında ertelenir, bir iki gün içinde çözülür gibi bir hava vardı, ama 44 gün sürdü…

İletişim sektörü, çağımızın sektörü. Buradaki hizmet durursa, her şey allak bullak oluyor. Ama grev, neticede tecrübe işi. Şunu baştan düşünemedik: Sabah greve çıktık ve üç beş günde biter dedik. Patron da 3-5 günde bunlar çözülür, dayanamaz diye bekliyordu. Bizim grevin erken biteceğine dair düşüncemiz, olağan arızaların artacak olması ve bunlara müdahale edilmeyeceğine yönelik düşünceydi. Ama böyle olmadı. Patron kendi cephesinden akıllı davrandı. Grev saatinden itibaren, “şu kadar sabotaj yapıldı” diyerek ortaya çıktı ve elimizi kolimizi bağlayan bir manevra yaptı. Müdahale olmaksızın oluşacak arızaların faturası üzerimizde kalacak korkusu yaşandı. Bulunduğumuz sınırlar içinde bekleyerek, büyük bir arıza olduğunda müdahaleden çekinen bir yapı oluştu. Bunları İstanbul için değil, genel olarak konuşuyorum. Bu manevraya ancak 3-5 gün sonra yanıt verdik ve toparladık. Taktiksel olarak, yanıt verememenin dağınıklığın yaşadık.

 

Dağınıklığı gidermek için neler yaptınız?

Eğer biz bunu aşamazsak, grev kırıcılığı ile grevin biteceğini gördük. Öncelikle kendimizi halka anlatan bir çalışma yürüttük. Genel merkez, bu amaçla, 1 milyon bildiri bastırdı. Grev komitelerinin (TİS komiteleri grevin ardından grev komiteleri olmuştu) grev kırıcılarına karşı arkadaşları daha fazla eğitmesi, merkezi anlamda bir iletişimin sağlanması ve grev ve lokavt yasasının bize tanımadığı hakları da kullanma yoluna gittik. İşçi şunu gördü: Evet Anayasa’da grev hakkımız var, ama içi boş. Yasaklarla dolu. Yasaklara riayet ettiğiniz zaman ekmeğiniz küçülecek, işiniz elinizden alınacak. Yasaya bakınca grev çadırı kurmak yasak.. Grev yerinde 4 kişiden fazla beklemek yasak.. Çalışana niye çalışıyorsun demek yasak.. İçeri giren çıkana karışmak yasak.. Döviz yasak, ses çıkartmak yasak… Elimizde tek bir şey var Çalışma Bakanlığı’nın raporu: “Grevdeki işçinin işi başka bir işçiye yaptırılamaz.” Ama devletin kurumları bunu tanımıyor.

Yani fiili olarak bu haklarımızı kullanabileceğimizi, kullanmamız gerektiğini kavradı işçiler. Bu açıdan ilk bir hafta on gün bizim açımızdan zor geçti.

Aynı zamanda dayanışmanın örülmesi gerekiyordu. Sadece Telekom içiyle sınırlı kalarak, bu yükün altından kalkmak mümkün değildi: Halka anlatmak, çevredeki insanları bu mücadeleye katmak, ailesini grev çadırına getirmek… Bu süreçte, işçi moral buldu ve toparlandı. İstanbul 1 No’lu Şube’nin geleneğinden kalan, bütün grev ve direnişlerle dayanışma geleneğinin sonuçlarını da gördük. İstanbul’da büyük bir dayanışma gördük. Türk-İş’e Bağlı Sendikaların İstanbul Şubeler Platformu’nun başlattığı “5 YTL’ni paylaş” kampanyası, maddi olarak yetersiz olabilir; ama Ümraniye İMES, Tuzla tersaneleri ya da Kıraç’ta 419 YTL alan işçi, 5 YTL’sini verdiğinde, başka bir duygu oluştu.

Dayanışma komiteleri, esnafla olan ilişkilerle, grev ikinci haftasına geldiğinde, artık taşlar yerli yerine oturmuştu.

 

Grevin ertelenmemesini neye bağlıyorsunuz?

Özelleştirme sürecinde, biz kurumun “stratejik olduğunu” söylüyorduk, hükümetse “hayır” diyordu. “Stratejik değil”! Böyle bir sürecin sonunda grev başlamıştı. Birden bir propaganda: “Mehmetçik ailesiyle görüşemeyecek”, “F-16’lar kalkmayacak”! Hükümet önceden demişti halbuki: “Telekom’un Mehmetçik’le, uçaklarla filan alakası yok.” Ama sendikadan talihsiz bir açıklama yapıldı, bu dönemde; “Gerekirse grevi biz bitiririz” diye. Bu, “sendika grevi sürdüremiyor” diye algılandı. Bunun böyle olmadığını anlatmaya çalıştık. Sorun, sermayenin yeniden yapılandırılması ve bunun için her yola başvurulacak.

Bir başka yönü ise, patronların, Telekom işçisini yenerek, tüm işçilere geri adım attırmak istemesiydi. Böylece taşeron, esnek çalışma, sendikasız çalışma daha rahat uygulanacaktı. Bunun için, maddi yönü de öne çıkardılar. Oysa bizim istediğimiz 170 trilyon liraydı. Ama işçiyi ve iradesini ezip geçmek isteyen patron, grev süresince 700 trilyon lira zarar etti. Yani iş maddi konu değildi. Bunu, bir yerde, işçi sınıfı mücadelesini ezmek için bir fırsat olarak da kullanmaya çalıştı sermaye, ama işin kötüye gittiğini görünce, geri adım attı.

 

 

Kötüye gitme kısmını biraz daha açar mısınız?

Kamudan gelen, 42-44 yaş arasındaki, “milliyetçi muhafazakar” diye tabir edilen yapının 44 gün grev yapabileceğini de hesap edemediler. 81 ilde 700 ana noktada ve yüzlerce uzantısında sürdü grev. Onlara göre, Ankara’da sağcı, İstanbul’da solcu sendika birbirine girecekti. Biz nasıl tecrübesizlikten doğan hatalar yaşadıysak, onlar da taktik hataya düştü. Grevin gittiği noktayı hesap edemediler. Grev devam ettikçe, işçiler, siyasi partiler, kitle örgütleri, emek örgütleri, halk işçiyle birleşmeye, kenetlenmeye başladı. Bu dönemde, hem Türk-İş, hem hükümet yetkilileri araya girdi. Çünkü grev sürerken, Türk-İş Kongresi olsaydı, biz, İstanbul’dan en az 1000 işçiyle katılacaktık. O zaman, Türk-İş’te, ne Başbakan ne Cumhurbaşkanı konuşamayacaktı. Kongre’de koltuk kavgası değil, mücadele konuşulacaktı. Yani işin nasıl tehlikeli bir yere gittiğini gördü sermaye.

 

Grev işçide nasıl bir değişim yaşattı? Telekom işçileri milliyetçi-muhafazakar diye tabir ediliyor. Nasıl çelişkiler yaşadı?

Devletin gerçek yüzünü gördük diyen yüzlerce arkadaşımızla karşılaştık. Mesela grevi kırmak için bir yere taşeron geliyor, yüzlerce polis geliyor. Bir telefonla 500 Telekom işçisi bir araya geliyor. Bakarsan, o işçi MHP’ye oy vermiş, AKP’ye oy vermiş ya da başka bir partiye. Ama bakıyor; polis set çekmiş, taşeronu çalıştırıyor. İşçiler arkadan bağırıyor. Ölümüne artık, ne olursa olsun. Ekmeğimiz işimiz gidiyor. Polise diyoruz ki; grev kırılıyor, Çalışma Bakanlığı, yasa falan filan.. “Biz tanımayız” diyor. Savcı, “ne yasası, tanımıyorum” diyor. Valilik? Zaten valilik emretmiş. Bütün kesimleriyle devlet, işçilerin Anayasal haklarını kullandırtmıyor.

İşte bu süreçte şunu anlattık ve işçi de bunu somut olarak gördü: Bu grev sadece Telekom işçisinin kendi haklarını alma grevi değil, sermaye kesiminin yeni çalışma sisteminin oturtmak istemesine karşı verilen mücadeledir. Sermaye, onun basını ve onun kolluk güçleri ortak davranacaktır. Bunu çok yerde anlatmaya çalıştık. Daha önce “Polisle niye kavga ediyorsunuz” diyen kişilerin kendisi polisle kavga eder hale geldi. İşçilerin yarısı karakolda ifade verdi. Bize “siyaset yapmayın, sendikacılık yapın” diyenler, bugün, “siz haklıymışsınız” diyorlar. İşyerine ve hayata bakışında değişiklikler var işçilerin.

Mesela grevden sonra yaptığımız ilk toplantıda, arkadaşlarımız, Yörsan işçileri (Balıkesir Susurluk’ta Tek Gıda-İş’e üye oldukları için işten atılan 400 işçi) için ne yapacağız diye soruyorlar. Diyarbakır’da halen cezaevinde olan arkadaşlarımızın akıbetini takip ediyorlar. Bunlar çok güzel gelişmeler. Mesela grevin ilk günü şöyle bir olay yaşadık. Bir müdürlükte, düşman gibi olan iki arkadaşı grev gözcüsü yazdık. Akşam 8 sabah 8. Yazarken, fırça da yedik. Sabah baktık, çay ve börek almışlar, sarmaş dolaş kahvaltı ediyorlar. Yani grev, Telekom işçileri içindeki tartışmaların biçimini de değiştirdi.

 

Grevde işçi dostunu da tanıdı demiştiniz?

En son özelleştirme eylemlerinde, çeşitli siyasi parti ve kitle örgütleri destek verdi. Ama bunlar hep tartışma yarattı: “Niye geldiler?” Ama grev, işçinin politikaya bakışını da değiştirdi. Gazeteye bakarken, daha farklı baktı. Siyasi partilerin ziyaretlerine bakışı olumlu oldu. Kendi içindeki tartışmalarda daha hoşgörülü oldu. Mesela, Kürt meselesini tartışmada anlayışlı oldu. İşte, grev sonrası, “Emek Partisini ziyaret edelim”, “Hayat Televizyonunu ziyaret edelim”, “Evrensel’i ziyaret edelim” dediler. Grevde yanlarında görmüş, grev haberlerini okuyup izlemişlerdi. Politik tartışmalar içinde değişim de söz konusu. 2000 yılında işe alınanlar var. Bunlar grevi en çok sahiplenenler oldu. Eskiden, politik olarak düşmanca tutum takınıyorlardı. Şimdi ise, bizim dışımızda bir hareketlerinin olmayacağını söylüyorlar. MHP’li bakan tarafından alınan, MHP’li ailelerden gelen işçilerdi. Dayanışmayı, kardeşliği ve devletin tutumunu gördüler. En önemlisi de, paylaşımı gördüler.

 

Taşeron işçileri örgütleme konusunda bir çağrınız var…

Taşeron, bütün dünyada kazanılmış hakların tasfiyesine yönelik bir sistem. Her işkolunda var. Bunun için taşeronla çok kavga ettik, ama bu işin kavga ederek çözülmeyeceği ortada. Bu işçiler sendikaya kazanıldığında, ya taşeron vazgeçiyor ya da zaten fiili olarak bu sistem çöküyor. Bunu yaparsak, düşük ücret-yüksek ücret tartışması ve yüksek ücretli işçilerin baskılanması da sona erecektir. Biz de, taşeronları da örgütleyip, işyerinin parçası haline getireceğiz. Gücümüz yeter mi; ama, Telekom işçisinin bundan sonraki görevi budur.

 

Grev diğer işkollarındaki işçileri nasıl etkiledi?

Birçok emek örgütü, bu yasayla greve çıkılamayacağını bilmiyor. Biz, yasalara rağmen bir grev yaptık. Toplusözleşmenin işçiyle birlikte yürütülmesi ve hakkın grevle alınması, karşı propagandayı da kırdı. İşçi sınıfı üzerinde olumlu etkiler yarattı. Grevin bittiği gün, metal işçileri, belediye işçileri aradı. Ne yapabiliriz, ne yapmalıyız diye. Çünkü bir yandan “işçi sınıfı bitti” deniyor, “sosyal diyalog” tartışılıyor, bir yanda grevle hak kazanılıyor. Grev örgütsüz milyonlar üzerinde, özelleştirme ve sözleşme dönemi yaşayan tabandaki işçiler üzerinde çok olumlu etki yarattı.

Bu dönemde grev olumsuz sonuçlansaydı, biz de zan altında kalırdık.

Bir yandan da, Türk-İş Genel Kurulu’nu yaşadık. Grev, birkaç sendika dışında, kürsüden dile getirilmedi. Bu, özel bir tutumdu. Yukarıdakiler, “Aman tehlikeli bir sürece gidiyoruz, grevi Kongre’ye sokarsak, ne yapacağız, ne edeceğiz” diye düşündüler.

 

Bazı konuları biraz daha açmakta fayda var. Şoven milliyetçi bir kışkırtmanın olduğu dönemde greve çıkıldı… Grev bu havayı nasıl etkiledi?

Bunu anlatabilmek kolay değil. Çok zor bir dönem. Ama kimse bu kışkırtmaları, bunu tartışmadı. 10 yıllık çalışmamızın da bunda etkisi var. Sürekli kardeşliği savunduk. Geçmişten bu yana arkadaşlarımıza anlatmak için çaba gösterdik. Aynı işyerinde çalışan iki arkadaşın birbirine düşmanca bakması kabul edilemez. Bu dönemde, sadece bir kişi, bir yürüyüşte slogan atmaya çalıştı, ama kimse uymadı. “Telekom işçisi direnişin simgesi” diye yanıt verdiler, bu kışkırtmaya. Şöyle bir örnek vereyim. Biz Diyarbakır’daki Akyıl işçileri için para toplarken, “oradaki işçiye, hatta oradaki Kürt’e niye para topluyoruz?” diyen vardı. Şimdi bu arkadaşlarımız, Diyarbakır’daki tutuklu arkadaşlarımıza kart gönderen kişiler haline geldi. O dönemki duygusunun ne kadar yanlış olduğunu gördü. Aynı mücadeleyi verdiklerini de gördü. Ve onun görüşlerini dinlemeyi, anlamaya çalışmayı öğrendi.

 

Şimdi sınır ötesi operasyon başladı ve tartışmaları sürüyor… Halkların kardeşliği, işçilerin birliği nasıl sağlanır konusunda grev yol gösterici olabilir mi?

Türk-İş Genel Kurulu’nda bu konuya kimse değinmedi (Sadece Petrol-İş Genel Başkanı Mustafa Öztaşkın, bir cümle ile operasyona karşı çıktı). Türk-İş’e bağlı sendikalar ve şubeler bu sorunu görmezlikten geliyorlar. Cesaretle tutum alamıyorlar. Aslında yönetimlere baktığımızda, işçilerin birliğini ve halkların kardeşliğini savunan onlarca sendikacı var. Ama işletme üzerinden çalışma yaparken, bunları anlatmakta çekiniyor. İşte grev döneminde, böyle sorunların yaşandığı yerlerde, arkadaşların birbirine yakın durduğunu ve tartışabildiğini gördüm. Grev yerlerinde yaptığımız konuşmalarda şoven saldırılara da değindik ve tepkiyle karşılanmadık. Grev, hakikaten okul gibi. İş ve ekmek kavgasına girdiğinde, bu sorunlar yaşanmıyor. Grev süresi içinde en büyük mücadeleyi veren, bir iki büyük il dışında, bölge illeridir. Bu da görüldü. Grev kırıcılığına karşı, OHAL yaşanmış bölgelerde, aktif mücadeleci bir tutum gösterdiler. Ve bizim konuşmalarımızın önemli bir bölümü kardeşlik üzerine oldu. Çok yerde şuna da rastladık. Grev nöbetlerinde ailelerin ziyaretleri oldu. Baktığımızda, Kürt aileler de gelmiş, yemek yapmış, beraber yiyip içiyorlar. Sorun yok, ama genel bir siyasi ortamda da bunun sıkıntısını yaşıyor. Ama ben, yine, insanların cesaretiyle ilgili olduğunu düşünüyorum. Şoven dalganın olduğu bir dönemde, bunu cesaretle savunmak zor, ama bunun başka bir yolu yok. Cesaret edemeyenler, ileriye değil, günü kotarmaya dönük bakıyorlar. Oysa işçilerin birliğini sağlamak için, bu konuda cesaretle tutum almak gerekir. Telekom grevi gibi, benzer mücadeleler geliştikçe, mücadelenin, kavganın olduğu yerde, bu sorunlar çok rahat konuşulacaktır. Ve işçilerin ekmek mücadelesi ile demokrasi mücadelesinin birleşmesinin de olanakları yakalanacaktır. Bu yüzden, bizim, mücadelenin ivmesini yükseltecek olanakları aramamız gerekiyor. Burada görev işçilere düştüğü kadar, yerellerde kurulan platformlara, ileri sendikacılara da düşüyor. Şöyle özetleyebiliriz; Sosyal Sigortalar ve Genel sağlık Sigortası’na karşı yapılan eyleme 500 değil, 5000 kişiyle katılırsak, Kürt sorununu da, başka sorunları da daha rahat tartışabiliriz.

Anayasa değişikliği tartışmasında, bu sorunu görmezden gelemeyeceğiz. Ya kendi şoven anlayışında tartışacak ya da biz taleplerimizle gidersek bu tartışılacak. Sendikalar cephesinde, işçilerin yaklaşım ve tutumunu, sadece kendi hakları ile sınırlı bir mücadele ve tartışmanın dışına çıkarmak gerekir.

 

Bu aynı zamanda başka bir sendikal anlayış gerektiriyor?

Avrupa’da “iş için birlik” ve “sosyal diyalog” tartışılıyor. Avrupa’da işçi haklarının geldiği noktaya baktığımızda ise, gerilediğini görürüz. Bu uzlaşmacılık, bir mücadele sonucu uzlaşmak değildir. Kendini sermayeye teslim etmektir. Ama uluslararası tekelin dayatmalarını reddettiğiniz zaman, mücadeleyi de göze almak zorundasınız. Bunun başka bir yolu, ara yolu yok. Bu, biraz önce bahsettiğimiz Kürt sorununa bakışta da geçerli. Bu konudaki ikircikli bakış, Akyıl işçilerini başarıya götürecek atağı yapmayı da engelliyor. “Akyıl işçilerinin yanındayız, bir hafta içinde işçilere işbaşı yaptırın” dese Türk-İş, bu iş çözülür. Ve bu bölgedeki işçiler üzerinde de büyük bir etki yapar. Ama bunun için mücadeleci sendikacılık anlayışının tartışılması ve yerleştirilmesi gerekir. Bu sendikal anlayış; sadece iş, ekmek, işte yüzde şu kadar fazla zam almayı değil, ülkenin temel sorunlarına da eğilmesini gerektirir. Halkların kardeşliğinden yana da olmak gerekir. Yoksa biz şovenist rüzgara kapılmış olsaydık, grev sürmezdi. Ne sendika kalırdı, ne de işçi kalırdı. Esnek çalışma ile operasyon arasındaki bağı, Akyıl işçilerinin örgütlenmesi ile bağını kurmak ve cesaretle anlatmak gerekiyor. Bunlar sendika yöneticisi için kolay şeyler değil, ama sendika yöneticisiysen, bunu yapmak zorundasın. Mücadeleci anlayış bunu gerektiriyor.

 

Borsacılar yaşanan arızanın ardından “Telekom’u kamulaştırın” diye çağrı yapmak zorunda kaldı…

Bu açıklama iyi oldu. Özelleştirmeye karşı açtığımız dava sürüyor. Dava lehimize sonuçlanacak ve bunun sonunda Telekom kamuya devredilmeli. Bir yandan da, Genel Müdürlük, grev öncesi, “önlemimiz aldık, hiçbir aksaklık yaşanmayacak” dedi. Ama böyle olmadığını gördük. Kapitalizmin ana üslerinden birinin bile ayakta durmasının işçi sayesinde olduğu ortaya çıktı. Unutturulmaya çalışılan işçi sınıfının ve değerinin var olduğunu gösterdi, bu. Grevin bitmesinin bir nedeni de bu oldu. Ama biz şimdilik galip geldik. Onlar “b” planı çalışması yapacaklar. Grev ve lokavt yasasını sermayenin istediği biçimde değiştirmeye çalışacaklar. En basiti, grev süresince işçi almak yasak, bunu değiştirmek isteyecekler. Dolayısıyla sadece grev boyutuyla bakmayalım. İşçi hakları hedefte. Başbakan, en son Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu (TİSK) Genel Kurulu’nda, sermayenin ayağının altında çakıl taşı bırakmayacağını açıkladı. Biz de buna karşı önlemimizi almalıyız.

 

İşçi basını ve televizyonunun greve etkisi nasıl oldu?

İletişim araçlarının bizim için nasıl önemli olduğu gördük. Grev süresince Telekom işçileri açısından baktığımızda, ilk kez karşılaştığımız bir şey grev ve tecrübe yok. Sadece İstanbul işçisinin mücadele birikimi ve diğer grevlerden öğrendikleri var. Bu tecrübesi olmayan yerler de var. Biz şunu söyledik: “Grev yeri ilk adresimiz, ikinci adresimiz ise evimiz olacak.” Grevden artan sürede orada olacağız. Fiili mücadelenin yöntemleri, hukuki yanıtlar ve grevin yönetilmesi. Bunu, kendi kurallarımız içinde, grev noktalarını gezerek sağlamaya çalıştık. Ulaşamadığımız yerler de oldu. Türkiye geneline baktığımızda ise, tüm işyerlerine ulaşmak imkansız. İşçi basınının, televizyonun bize sağladığı inanılmaz olanaklar oldu. Televizyon programının ardından Bitlis’ten aradı biri. 40-50 kişi birlikte dinlemişler. Grev yerinde 4 kişiden fazla beklemiyorlarmış. Grev çadırı kurmamışlar. Taşeron konusunda da yine aynı. “Sizi izleyince yönelimimiz değişti” dediler. Diyarbakır, Urfa, Mersin’den arayanlar oldu. Taşeronla kavga konusunda da, yapılan programlar etkili oldu. Yıllardır işçi basını etrafında örgütlenelim diye konuşuyoruz, bunu somut olarak yaşadık. Hakikaten ihtiyaç ve ışık hızı gibi bir şey televizyon. Telefonu alsan tek tek anlatsan yapamazsın. Ekranda seni ve yaşadıklarını izliyor. Ders çıkartıyor ve uyguluyor. Televizyonun ve gazetenin bu anlamıyla işçi sınıfının kendi mücadelesinde ne kadar önemli bir araç olduğunu gördük. Her yerde anlatıyoruz. Yaygın bir mücadelede işçilerin birbirlerinden haberdar olmaları konusunda bulunmaz bir fırsat.

Bir diğer yönü ise, sermaye basınının karalamasına karşı aydınlatma faaliyeti yürütmesi. Grevin başından bu yana, sermaye basını, bizi vatan hainliğine kadar suçladı. Halkı kışkırtmaya çalıştı. Buna karşı işçi basını halkı aydınlattı, taleplerimizi tam olarak yansıttı.

Bu süreç işçiler için de öğretici oldu. Daha önceleri de, özelleştirme sırasında, sermaye basınını anlatıp okumamalarını istiyorduk. Ama etkili olmuyordu. Şimdi bunu gördüler. İşçiyi sabotajcılıkla suçlayan haberin yanında tam sayfa Telekom ilanını gördü işçiler. Gerçi ilan olmasa da, sermayenin yapılandırmasına uygun bir gazetecilik yapacaklardı zaten. İşçiler bunun ayırdına vardı. Zaman gazetesine 3500’e yakın protesto faksı gitti. İşçiler ATV’yi protesto etmek istedi. Sultanahmet’te suç duyurusunda bulunurken, işçiler, kameramanlara saldırdı. Tasvip etmedik ve engelledik, ama işçinin sermaye basınına duyduğu öfkesini anlamak açısından önemli bir örnek. Basın tarafı da işçinin dostunu düşmanının tanıma konusunun bir parçasıydı.

 

Grev bitti saldırı yasaları gündemde…

Bizim tarif ettiğimiz kazanım, sadece rakamsal kazanım değil. Esnek çalışmanın engellenmesi, sermayeye karşı cephede bir zaferdir. Ama bu şimdilik bir kazanım.

Grevi Telekom işçisinin grevi olarak görürsek, bitmedi. İşçi sınıfının kavgası olarak görürsek, yine bitmedi. Emekçilerin sorunları var, diğer taraftan saldırılar sürüyor. Emeklilik yaşı, Anayasa, sendikal yasalar, kıdem tazminatı… Evet, grevi kazandık, ama bu geçici. Telekom açısından, Haber-İş açısından saldırı bitmeyecek. Hükümet hem halka saldırıyor, hem de emekçilere yöneliyor. 2008 yılı, aynı zamanda, enflasyon hesaplarının da alt üst olacağı bir dönem olacak. Halka yönelik bir çalışmayla da bütünleştirme çabaları olmalı. Grev bitti, ama bunun verdiği güçle, iki kat daha fazla saldırılara karşı durmak zorundayız. Çok şey öğretti bize. Umarım başkalarıyla da paylaşma olanağını buluruz.

Örneğin özelleştirme… Sadece hukuki mücadeleyle sınırlı kalınırsa, kaybedilir. Adam Anayasa’yı da değiştireceğiz diyor. Sadece dava süreciyle sınırlı bir mücadelenin sonuç vermeyeceği ortada.

 

Telekom işçisinin yeri nerede olacak?

TEKEL işçilerinin mücadelesi için, Telekom grevi ve özelleştirmeye karşı verdiği mücadele öğretici olacaktır. “Kavga etmeden sorunları çözeceğiz” diyenlere güvenmemesi gerekiyor işçilerin.

Karşında AB, patronlar, hükümet ve tüm güçler var. Arkanda sendikadan başka bir şey yok. Bu yeterli değil. Artık politikayı konuşmak ve bunu yapabilecek kişileri kazanmak gerekiyor. İşyerlerinde çalışmalarımız var. Kazanımlarımızdan biri de bu olacak. Gerek GSS, Anayasa ve yasalar. Bunlar, merkezi çalışmadan ziyade, yerel ayaklar üzerinden yürümeli. Genel Sağlık Sigortası eylemi oldu, bütün temsilcileri kattık. Bu olmalı, ama Telekom grevinin çadırını kurulduğu her yerde Telekom işçisi mücadeleyi örgütleyen öncü güç olmazsa, grevin de bir anlamı olmaz. Emek Platformu’nun yeniden canlandırılması da buradan olur. Biz verilen mücadeleleri yerellerde bütünleştirebilirsek ve kalıcı bir çalışmaya dönüştürebilirsek, daha verimli olacak. Yerel çalışmanın halkla bütünleşme şansı daha fazla. Birleşmemiz ve mücadeleci bir yıla hazırlanmamız gerekiyor. Seferberlik ilan etmemiz gerekiyor.

emek partisi’nin demokrasi güçlerinin bir “çatı partisi” girişimi için taslak önerisi

22 Temmuz seçimi, ilerici, demokrasi isteyen güç odaklarının güçlerini birleştirme ve emekçi halk yığınlarıyla ilişkilerin yenileme ihtiyacını daha açık bir biçimde dayattı. Dahası bu seçim sürecinde olanlar; saflaşmaları da netleştirdi.

Şu açıkça görüldü ki; Türkiye’de siyaset alanı, son 4–5 yıl içinde, kendilerinin tanımladıkları siyasal çerçeve, izledikleri çizgi, Türkiye’nin başlıca sorunları karşısında aldıkları tutum açısından bakıldığında üç başlıca mihrak üstünden şekillenmiştir.

1-) AKP’nin merkezinde olduğu liberal-muhafazakâr mihrak. DP bu mihraka yakın duran bir çizgi üstünde hareket etmektedir. ANAP’ı da bir parti olarak varlığı olduğu kadarıyla bu odakla dirsek temasında görebiliriz. Hak-İş, Kamu sen, Memur Sen, MÜSİAD, genel tutumuyla Türk-İş’e bağlı büyük sendikalar, bu odağın yedeğinde davranmaktadır. TÜSİAD, TİSK, TOBB gibi sermaye örgütleri bu odakla, özellikle AKP ile ekonomik politikalar bakımından tam bir uyum içindedirler. Ama laisizm, devletin yapısı gibi konularda bu odakla çelişmektedirler.

2-) CHP-MHP’nin merkezinde olduğu, asker ve sivil kendisini Kemalist olarak tanımlayan çevrelerin de içinde yer aldığı, geleneksel güç odaklarını oluşturduğu milliyetçi-“laik” odak. Sağın ve “sol”un Kızılelmacıları da, CHP ya da MHP’ye bütün sert eleştirilerine karşın, dönüp dolaşıp bu odağın etrafında birleşmektedirler. Burada MHP ve BBP’nin bir yandan ırkçı bir milliyetçilik öte yandan da İslamcılık gibi konularda CHP ile çatışacağı düşünülürse de; CHP’nin son yıllardaki yönelimleri, bu farklılıkları önemsizleştirmiştir. DİSK ve bağlı sendikalar, Türk-İş’e bağlı bazı sendikalar, Eğitim-İş ve bazı odalar, Atatürkçü Düşünce Dernekleri, çeşitli legal ve illegal “kuvvacı” güçler, resmi ya da gayri resmi odaklarla bağlantılı çete organizasyonları bu  CHP-MHP merkezli milliyetçi-statükocu odakla paralel bir hatta hareket etmekte, daha doğrusu aynı stratejinin unsurları olarak davranmaktadırlar.

3-) Demokrasi güçleri odağı: Kürtlerin özgürlük mücadelesi ve Alevilerin gerçek bir laisizm temelindeki talepleri ile Türkiye’nin emek ve demokrasi güçlerinin demokrasi talepleri etrafındaki mücadelesi bu hareketin üstünde yükseldiği temeli oluşturmaktadır. DTP’den EMEP’e, ÖDP’den SDP’ye ve çeşitli sol siyasi çevreleri, aydınları, geniş bir ilerici, demokrat (sol ya da sağ bir kökenden gelebilir) çevreyi, bu odak etrafında görebiliriz. Ayrıca, TTB, TMMOB, KESK, kimi emek örgütü ve sendikalar ile Türk-İş ve DİSK’in bazı şubeleri (bazı merkezlerle de) ile her konuda olmasa da, önemli ölçüde ortaklaşılabilmektedir.

***

Bugün Türkiye’nin başlıca sorununun demokratikleşme olduğu göz önüne alındığında; 84 yıllık cumhuriyet tarihinin, demokratikleşmesinin başlıca iki sorununun Kürt sorun ve laisizm sorunu (*) olduğu, cumhuriyetin, demokratik bir cumhuriyet olmanın da ilk koşulu olan bu sorunların çözümünde başarısız olduğu ortadadır. Bunun içindir ki; asker ve sivil kimi güç odakları kendilerini, “cumhuriyetin koruyucu ve kollayıcısı” olarak ortaya atıp, bundan ekonomik, siyasi rant sağlamaktadır. Dahası, cumhuriyet, demokrasi, özgürlükler gibi kavaram ve haklar üstünde yaratılan bulanıklıktan yararlanan bu güçler, “cumhuriyetin tehdit altında” olduğu üstünden yarattıkları gerilim de bu sorunların çözümünde gelmiş geçmiş iktidarların başarısız olduklarının kanıtıdır.

Nitekim Kürt sorunu ve laisizm sorunu (Şeriat tehlikesi) üstünden yaratılan gerilimle ifade ve basın özgürlüğü, örgütlenme özgürlüğü de baskı altında tutulmuş, özgürlük ve demokrasi talepleri “bölücülüğün”, Türkiye’yi tehdit eden dış güçlerin oyunu olarak gösterilmiştir, gösterilmektedir.

Öte yandan son çeyrek yüzyılda uygulanan ekonomik politikaların esası ise, Türkiye’nin batı kapitalizmine entegre olmaya indirgenmiş olup emeğin haklarının gaspı, işsizlik ve yoksulluğun emekçiler için kaçınılamaz bir kader yapılması çizgisi üstünde şekillenen IMF-TÜSİAD çizgisi bir dayatma haline getirilmiştir. Ve bu neo liberal ekonomik program tüm düzen partilerinin ortak programlı olarak benimsenmiştir.

***

Toplam üstünden bakıldığında; yukarıda sözü edilen ilk iki siyasi mihrakın; Türkiye’nin demokratikleşmesinin merkezinde olan Kürt sorunun demokratik çözümü, laisizmin gerçek temelleri üstüne oturtulması, ifade ve örgütlenme özgürlüğü gibi konularda hiçbir gerçekçi çözümlerin bulunmadığı; tersine bunların aralarında küçük farklar üstünde iktidar ve muhalefet olmalarına göre de bu yerlerin değiştiği görülmektedir. 22 Temmuz seçiminde bu partilerin seçim programlarında bu temel sorunlar ilişkin hiçbir vaat yer almadığı gibi son Anayasa değişikliği tartışmalarında da “türban” sorunu dışında aralarında kavgaya değer bir değişiklik olmadığı görülmüştür.

Neo liberal politikalar bakımından da yukarda belirtilen sermaye partileri bloklarının fikir birliği içinde oldukları, tartışmalarının bu programı kimin daha iyi uygulayacağı üstüne olduğunu artık herkes bilmektedir.

Bu yüzdendir ki; çok sayıda sermaye partisi ve birbirine karşıymış gibi görünen iki mihrak oluşmasına karşın aslında bu partiler ve bloklar mevcut statükonun korunması, uluslararası sermaye güçlerinin stratejisine bağlanmış olma konusunda hem fikirdirler. Burada AKP, mevcut statükoyu değiştirmek için reform üstüne reform yapan bir parti olarak kendisin öne atsa da; rejimin temelleri ve statükonun ana dayanakları konusunda diğerlerinden farklı bir noktada değildir. Zaten bu “reformlar” da; rejimle ilgili değil; örneğin emekçilerin haklarının gasp etme olarak şekillenen iş yasasının değiştirilmesi, sosyal güvenlik siteminin, eğitimin, kamu hizmetleri alanın piyasanın ihtilaçlarına ve genel olarak neo liberal ekonominin ihtiyaçlarına göre yeniden düzenlenmesi alanlarındadır. Örneğin Kürt sorun çözümü konusunda bir demokratik girişim, laisizm konusunda Diyanet’in kaldırılması, devletin din alanından çekilmesi gibi konularda ne laiklik şampiyonu partilerin ne de inanç ve vicdan özgürlüğünü türban sorununa indirgeyen partilerin ve odakların bir girişimi olmamıştır. “Anayasayı yeniden yazmak” iddiasıyla ortaya çıkan AKP de; aslında rejimin asıl dayanaklarına (Anayasa’nın gerekçesi ve değiştirilmesi teklif edilemeyecek ilk üç maddesine) dokunmayacağını şimdiden ilan etmiştir

Onun içidir ki Türkiye’nin sorunlarını çözme yoluna girmenin tek seçeneği; yukarda 3. Sırda sözü edilen “demokrasi güçleri odağı”nın oluşturacağı ittifakın güç ve etkinlik kazanarak halkın iktidarı için adımlar atabilmesidir. Çünkü Kürt sorununu demokratik çözümü, laisizmi ayakları üstüne oturtmak, özgürlüklerin sınırsız bir biçimde gelişmesi ve neo liberal ekonomik program karşısında ülkenin ekonomik olanakları üstünde dinamizmin açığa çıkarılarak halkçı bir ekonomik programa seçeneğini ortaya koyabilecek tek güç odağı; bu ilerici, demokrat güçlerin ittifakının oluşturacağı güç odağıdır.

Yukarıda, “demokrasi güçleri odağı” olarak ifade ettiğimiz partiler ve çevreler, bugüne kadar iki genel bir yerel seçimde çeşitli düzeylerde işbirliği yapmışlardır. Elbette bu bile, Türkiye gibi ittifak kültürün son derece zayıf olduğu bir ülkede çok önemlidir. Ve bugün yapacağımız girimler için de seçim ittifakları son derece güçlü dayanaklar sağlayacak mahiyette ittifaklardır. Ancak bu seçim ittifakları seçimler sonrasında adeta unutulmuş, ne doğrular  geliştirilebilmiş ne de yanlışlardan ders çıkaran bir sağlıklı ve sistemli bir ilişki sürdürme imkanı oluşabilmiştir. Tersine iki seçim arasındaki geniş arlıklarında bu işbirliği, basit günlük kimi kendiliğinden “iyi ilişkilere” ve yerel örgütlerin çabalarına terk edilmiştir. Ancak bir sonraki seçim kapıya dayandığında, Seçim Kanunu’nun gerektirdiği hızda yeni bir ittifak görüşmesi başlatılmış, adeta daha önce yaşananlar yok sayılarak ilerlenmiştir.

Şimdi şu açıkça görülmektedir ki; seçimden seçime yapılan ittifaklar elbette partilerin tabanlar arasında bir sıcaklık, bir işbirliği isteği yaratmıştır. Ama aynı zamanda bu demokrasi güçlerinin her günkü mücadele içinde birlikleri önemlidir. Bugün yaşadıklarımız, sadece siyasi talepler doğrultusunda değil, sendikal (sendikalar içinde ortak tavır alma ve işçilerin sendikalaşma mücadelelerinin örgütlenmesinde ortak hareket etme) ve sosyal (eğitim sağlık, konut edinme, yerel yönetimden istenen taler, sosyal güvenlik vb konularda) talepler, hayatın bütün alanlarında ortak mücadelenin gereği dayatmış bulunmaktadır. Özellikle 22 Haziran seçimi sonrası yapılan değerlendirmeler; demokrasi güçleri odağının hızla istikrarlı, disiplinli bir birlik sağlamak üzere hareket geçmesini zorunlu kılmıştır. Türkiye’nin başlıca sorunlarını çözecek bir yapıya kavuşmak üzere; gerçek bir Türkiye “çatı partisi” için kaybedecek zaman kalmamıştır.

“Çatı partisi” programı şu başlıca beş madde ekseninde ele alınabilir:

1-) Kürt sorunun demokratik çözümü: “Türkiye Barışını Arıyor Konferansı”nın sonuç bildirgesinde yer alan talepler ve sorun çözümüne dair öneriler, programını Kürt sorun demokratik çözümü için dayanak olarak değerlendirilebilir. Dahası böylece; girişim; bu konferansın mirasına sahip çıkmasıyla; bu konferansın katılımcısı yüzlerce aydınla da daha baştan fikri bir bağ içine girmiş olur.

2-) Laisizmin gerçek temellerine oturtulması: Diyanet işlerin kapatılması, zorunlu din derslerinin müfredattan çıkarılması, devletin imam ordusu  yetiştirip istihdam etmesine son verilmesi ve devletin din karşısında tümüyle yansız olacağı bir çizgiye çekilmesini esas alan bir laisizm savunulması.

3-) Emekçilerin kazınılmış haklarının korunması ve geliştirilmesi ile neo liberal ekonomik politikalara karşı halkın çıkarlarını savunan ekonomik ve sosyal (parasız sağlık ve eğitim, konut sorun çözümü, yerele yönetim hizmetlerinin adil ve parasız verilmesi, bölgeler arasında eşitsizliğin giderilmesi önlemlerin taleplerin karşılanmasına ilişkin politikalar geliştirilmesi,

4-) Doğa’nın ve tarihin korunmasını esas alan çevre politikalarını savunmak ve artık insanlığın varlık yokluk davası haline gelen doğanın korunmasını programın önemli bir maddesi olarak ele almak.

5-) Irkçı, milliyetçi, dinci, Ortaçağ kalıntısı kültürel değerlere karşı insanlığın ileri değerler birikimini savunan, bunları halka mal etmeyi amaçlayan  halkaların kardeşliğin esas alan bir kültürü yamak için çalışmak “çatı partisi” için vazgeçilmez olmak durumundadır.

****

Kuşkusuz günümüzün ihtiyacı olan bir “çatı partisi”nin kurulması, sadece bazı siyasi parti ve çevrelerin katılımıyla olamayacağı gibi, sadece bu partilerin çevrelerinden ibaret de olamaz, olmamalıdır. Tersine; bu partiler sadece girişimci olarak özel bir sorumluluk yüklenmelidir ve Türkiye’ni geniş aydın çevreleri başta olmak üzere bugünkünden çok daha geniş bir yelpazeyi daha kuruluş aşamasından itibaren çalışmaya katmayı esas alan bir tutum geliştirmelidirler. Ortaya konacak ve demokrasi eksenli programla birleşebilecek ülke çapında ya da yerel düzeyde demokrat ilerici biri birer kişilerin katılımı önemsemeden başlayarak, sendikaları, çevre örgütlerini, ezilen milliyet ve mezheplerin, yöre derneklerine kadar az çok toplumda etkisi olan her çevrenin katılım önemsenmelidir. Daha kuruluş aşamasında program; bu çevrelerin de katıldığı; az çok örgütlülüğü olan işyerleri, hizmet kurumları, her düzeyde sendika örgütlenmeleri, meslek örgütleri ve her türden emek örgütünde tartışılarak oluşturulmalıdır. Burada katılım, tartışmaların rutinleşmesine izin verilmeden ve saptırılmadan yürütülmesinde girişimci partilere herkesten çok çaba, yetenek gösterme ve görev düşer.

Kuşkusuz bu çevrelerin katlımı, “çatı partisi”nin her kademedeki kurumunda hissedilmelidir. Özellikle ülke çapında örgütlü sendikalar ve çeşitli emek örgütlerinin durumu göz önüne alındığında; bu örgütlerin ülke çapında ve genel merkezler düzeyinde katılması çok sınırlı olacaktır. Ama yerel, iller ilçeler düzeyinde el alındığında; bu örgütlerin şubeleri, temsilcilikleri ve yerel ölçekte pek çok çevre örgütü, hemşehri dernekleri ve yöreye has etkin örgütlerin bu çalışmaya katılması mümkündür. Ve partilerimizin yerel örgütleri yeterince enerji harcar ve yaratıcı olurlarsa; yerel örgütlenmelerin oldukça geniş kesimleri kucaklayabileceği ortadadır. Hele bu çalışma; geleneksel, delege ağalığı ve genel merkezler diktası altındaki “particiliğin” eleştirisiyle birlikte ele alınır ve bu kesimlerin katılımı görünüşü aşan bir ciddiyetle sağlanabilirse; “çatı partisi”nin yeni  umutların yeşerip yayılmasında önemli bir dayanak olacağını şimdiden söyleyebiliriz. . Dahası çatı partisi böylesi geniş bir perspektifle ve kendi iç demokrasisi bakımından da diğer partilerden farklı bir parti olduğu duygu ve heyecanını yaratamazsa, daha baştan hayal kırıklığı olarak doğar. Bu yüzden de partinin programın ne olacağı kadar onun kuruluşun nasıl gerçekleştireceğimiz ve hangi çevrelerin ne etkinlikte katacağımız da önemli olacaktır.

Çatı partisini bir yandan il ve ilçeler hatta büyük işletmeler ve hizmet kurumlarına kadar inecek bir örgütlemeye ve Türkiye’nin en önemli ve yüz yıllık çözüm bekleyen sorunlarının çözmeye aday olarak çıkacağı gözlendiğinde elbette ki; ortaya çıkışı da bu iddiaya uygun olmak durumundadır.

Bugün CHP’den çeşitli sol çevrelere; birer birer aydınların, demokratların işçi ve emek çevrelerinin arayışlarına yanıt verildiğinde, mecliste bir guruba sahip olarak da doğacak bir partinin toplumda yeni bir heyecan dalgası yaratacağından kuşku duymamız için bir neden yoktur. Dahası bugün böyle bir seçenek ötesinde haklar indinde umut olabilecek bir seçenek de yoktur.

güncel görevlerin üstesinden gelecek bir örgütsel dönüşüm için çalışma*

 

Konferans’ın başından beri, gerek kürsüdeki arkadaşlarımız, gerekse toplantıyı yöneten arkadaşlarımız konferansımızın amaçları hakkında epeyce şey söylediler. Kuşkusuz bu amaçlar önemli ve bu amaçların elde edilmesi açısından baktığımızda, bu amaçların arka planı da çok önemli. Yani, partimizin nasıl bir parti olduğu, nasıl bir ulusal ve uluslararası misyona sahip olduğu, Türkiye’deki görevleri açısından hangi tarihsel sorumluluklar taşıdığı konusunda da, konuşmacı arkadaşlar epeyce vurgu yaptılar.

Ben, biraz daha bu konunun farklı bir yönünü ele almak istiyorum. Ama önce, bir iki noktada hatırlatma yapmakta yarar görüyorum.

Biz, Emek Partisi’nin kuruluşu döneminde, “nasıl bir parti kurmalıyız” tartışmaları yürütürken, gerek dışımızdaki sol, ilerici çevrelerden, gerekse içimizden birçok arkadaş, “Emek Partisi gibi bir partinin aslında devrimci bir parti olamayacağını, bir devrimci partinin ancak gizli olabileceğini, Emek Partisi gibi bir partinin ancak reformlar uğruna mücadele eden, reformcu bir parti olabileceğini” öne sürdüler. Ve bunun için, “Emek Partisi böyle tarif edilip kurulursa iyi olur” diye de “temennilerini” ilettiler. O zaman bu partinin kurucuları şöyle demişti; “Eğer Lenin, Bolşevik Partisi’ni 1896’da değil de 1996’da kursaydı, Emek Partisi’ni kurardı!”

Bu, doğru bir tanımlamaydı. Ve geçen süre içinde de, ancak böyle bir partiye ihtiyaç olduğu ve ancak böyle bir partinin ayakta kalma ve mücadele etme imkanının olacağı görüldü. Ve bunun içindir ki, partimizin hedefi de, bütün uluslararası işçi partilerinin hedefleri gibi, sınıfsız toplumu kurmaktır. Ama bu yolda giderken, tabii ki, sistemin kendisine sunduğu bütün imkanlardan sonuna kadar yararlanacaktır ve onun biçimi de bu imkanların sınırları tarafından belirlenecektir. Bu tartışmaları kuruluş sürecinde yaptık. Ondan beri, görevlerimizi, biz, hep bu perspektifle tarif ettik. Bugün de arkadaşlarımız buna dikkat çektiler. Bu süreç içerisinde de, partimiz, gerçekten de gerek uluslararası planda gerek ulusal planda bu kendi tarihsel misyonu konusunda ciddi bir hata yapmadan ilerlemeye ve elindeki her şeyle bu misyonu yerine getirmeye çalıştı. Ve birçok arkadaşın da değindiği gibi, kamuoyu açısından, “Emek Partisi nasıl bir partidir. Acaba hakikaten devrimci amaçları var mıdır” diye bir tartışma, sadece belki hasetlik duyan fraksiyonların tartışmaları içinde yer alabilecek bir şey olarak, marjinal olarak kalmıştır diyebiliriz. Bu bakımdan, ben, işin bu tarafının üstünde çok durmak istemiyorum.

1996 yılı, belki de tarihsel bir rastlantı da sayılabilir; ama ihtiyaçlar bakımından baktığımızda, bunun bir rastlantı olmadığını, birçok çabamızın kaçınılmaz bir sonucu olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü 95, 96 ve sonrasındaki yıllar, Türkiye’de burjuvazinin de kendi parti sistemini yenilediği, artık eski partilerle gidemeyeceğini anladığı bir dönemdir. 2002 seçimleri, zaten artık, burjuvazinin sezgisi ve ihtiyaçlarını, tartışılmayacak bir biçimde ortaya koydu ve o yıllarda parlamentoda olan beş parti, bir seçimde parlamentonun dışına düştü. Yani aslında, o güne kadar gelen burjuva partiler sistemi çöktü. Ve AKP bunun üstünde, bu çöküşün ürünü olarak ortaya çıktı. Dolayısıyla şimdi AKP’yi, burjuvazinin kendi parlamenter sistemini yenilemesinin partisi olarak görürsek, doğru yapmış oluruz. Partimizin güncel politik görevlerini tartışırken, ben bu noktadan hareket etmek istiyorum. Buradan bakarak, “AKP burjuvazinin partisi mi?”, “Onunla çelişiyor”, “TÜSİAD, ben CHP’liyim diyor” gibi tartışmalar, aslında işin teferruatıdır. Ve tabii ki, TÜSİAD’ın da çelişkisidir: “Ben CHP’ye oy vereceğim, ama AKP kazansın istiyorum” diyor TÜSİAD’ın ağır topları. Şimdi bu, ilk bakışta, sınıf bilinçli bir burjuvazinin tavrı gibi gözükmez, ama sınıf bilinçli bir burjuva tavırdır. Çünkü kökleri ile geleceği arasındaki bağı kurmayı, geçmişi ve geleceği arasında bir uyum yakalamayı amaçlamaktadır. Yoksa, bu laflar, ne dikkat çekmek için, ne rasgele, ne de aptallıktan edilmiş laflardır. Bir miktar belki şaşkınlık taşımaktadır, ne yapacağı konusunda belirsizlikleri yansıtmaktadır, bir miktar da burjuvazinin henüz belki kendi kurumlarına sahip olamamış olmasının itirafıdır; ama rasgele edilmiş laflar değildir. Evet, orduyla TÜSİAD arasında hâlâ problemler vardır. AKP ile TÜSİAD ve öteki burjuva kurumlar arasında ya da devlet kurumlarıyla TÜSİAD veya diğer egemen sınıf kuruluşları arasında problemler vardır. Bu “farklar”, örneğin Almanya ya da ABD’de olduğundan daha fazladır ve daha çok pürüzlüdür. Ama bu sorunlar ve pürüzler, Marksist devlet kuramı ve sınıf mücadelesinin bilimi açısından anlaşılmaz şeyler olmadığı gibi, tersine, onları doğrular mahiyetteki çelişki ve çatışmalardır. Ve bunlar, burjuvazinin kendi siyasi sitemini yenileme girişimlerinin sancılarıdır aynı zamanda.

Böyle bir konferansta bu nokta üzerinde durmam gereksiz gibi görülebilir tabii. Ama şuraya gelmek istiyorum: AKP, burjuvazinin en ileri çıkarlarının ifadesi olan “reformlar” (karşı reformlar)  yapmaktadır. AKP’nin yaptıkları, emek düşmanı ve burjuvazinin çıkarlarının en ileriden ifadeleridir. Buradan baktığımızda, AKP, “her konuda bir çözüm üreten” (Çözümlerin doğruluğu yanlışlığı değil, TÜSİAD ve IMF’nin istekleri doğrultusu olması burada belirleyicidir) tek partisidir burjuvazinin. Kürt sorunu karşısında bir “çözümü” vardır. Alevilik meselesinde bir “çözümü” vardır. Sağlık, eğitim, sosyal güvenlik, özelleştirme, işsizlik, yoksulluk, bütün bu konularda bir “çözümü” vardır ve dikkat edersek, bütün diğer sermaye partilerinden farklı olarak, her konuda bir “çözüm”le çıkmaktadır ve süreç ilerledikçe de, AKP, sermaye güçlerinin isteklerini daha iyi anlayıp, onlara daha uygun görünecek çözümler geliştirmekte; deyim yerindeyse, eksik yanlarını tamamlamaktadır. Yani “öğrenmektedir” de. Bu bakımdan, giderek burjuvaziyle çelişkilerini de hallederek ilerleyen süreçte, geçmişteki ANAP gibi, Adalet Partisi gibi, onun her bakımdan artık tartışılmaz bir partisi olma yolunda ilerlemektedir. Bu mesele, çeşitli yanlarıyla belki çok konuşulabilir; ama burada söylemek istediğim şudur: Eğer Emek Partisi, bugün sisteme karşı gerçek bir mücadele vermek istiyorsa, o zaman, AKP’nin bütün bu yapmak istediği “reformlara” karşı bir mücadeleyi de örgütlemek, sermaye çözümleri karşısında emek güçlerinin çıkarları doğrultusundaki çözümler için pratikte savaşmak zorundadır. Yani bizim partimizin tarihsel misyonu, sosyalizm karşısındaki konumu, elbette belirleyici önemdedir. Ama bu konferansı toplama amacımızla birlikte düşünüldüğünde, bu konferanstan bir sonuç almak istiyorsak; buradan çıkarken, sermayenin AKP üzerinden gerçekleştirmek istediği hedeflere karşı alternatif bir mücadele hattında ilerleyen, bu konferanstan tam bir irade birliği sağlayan bir parti olarak çıkabilsek, Emek Partisi kendi misyonunu yerine getirecek ve o zaman, 1996’daki kuruluşumuzdaki, “Emek Partisi 1896’daki Bolşevik Partisi’nin 1996’da Türkiye’deki karşılığıdır” derkenki iddiamızda ısrar etmiş olacağız.

 

****

Bu sadece boş bir iddia olarak kalmayacaksa; bir iki noktaya daha dikkat çekmek istiyorum. Kürt sorunu konusunda bütün burjuva partiler açısından ortak tutum nedir? “Çözümsüzlükte ısrar”dır. Yani gelenekseldir. AKP bunlar içerisinden şöyle bir noktaya hareket etti. Birinci seçimde kaybettiği ve başaramadığı şeyi görerek, bunu tamamladı. Kendi içindeki Kürt milletvekillerini de kullanarak, şimdi DTP’yi ve PKK’yi karşıya koyarak ve böylece milliyetçi tepkiyi de arkasına alarak, Kürt sorununun, DTP ve PKK gibi Kürtlerin taleplerinin radikal temsilcilerini dışlayarak, ağalar, şeyhler ve Kürt burjuvazisi üstünden bir çözümünü geliştirmeye girişti. Bu, devrimci ve demokrasi güçleri bakımından çok tehlikeli bir girişimdir. Yani bu saldırıyı, bu girişimi püskürtemezsek, bu, şu demektir ki, ilerleyen süreç içinde, AKP, Kürtleri çeşitli yönleriyle kazanacaktır. Ve bugün Kürt hareketinin az çok, başlıca talepleri etrafındaki  birliğini bile bölmeyi amaçlamakta, bu amaçla harekete geçmiş bulunmaktadır.

Kürt sorunu, Türkiye’nin demokrasi mücadelesinde, demokratikleşme taleplerinin en merkezinde olan bir sorundur. Dolayısıyla, burjuvazi bu merkezdeki güçleri parçalarsa, Türkiye’deki demokrasi mücadelesini de, demokratik talepleri de, ABD’nin, TÜSİAD’ın çizgisine, AB çizgisine çekecektir. Ve bu çizgi içine hapsedecektir. Bu bakımdan, Kürt sorunu ve onun üstünde AKP’nin faaliyetlerini, belki de “Kürt sorunu yoktur” diyen güçlerden daha çok ciddiye almamızın önemini görmemiz gerekiyor.

İkincisi, Kürt sorunu, burjuvazi açısından; “terördür”, şudur budur, ama en sonunda Kürtlerin bazı talepleri karşılanarak (şimdi Fikret Bila’ya konuşan generaller de bunu itiraf ediyor), Kürtlerin demokrasi mücadelesinin kontrol altına alınmasıdır.

DTP açısından Kürt sorunu nedir?

DTP açısından “özerklik sorunu”dur, sonuçta, en ileri gittikleri nokta budur.

Bizim partimiz açısından, Kürt sorunu bunlarla sınırlı değildir. Bizim partimiz açısından, Kürt sorunu, aynı zamanda uluslararası kapitalizme ve emperyalizme karşı mücadelenin en önemli, en merkezi sorunlarından biridir. Çünkü bu bölgede egemen olmak isteyen güçler, Kürt sorunu üstünden ve Kürtleri yedekleyerek zafer kazanmak istemektedir. Amerika’nın BOP planı, bunun için, Kürtleri merkezine koyan bir haritanın üzerine oturmaktadır. Bu planın bozulması gerekir. Nasıl AKP, içeride Kürtleri demokrasi gücü olmaktan çıkarıp, bugünkü düzenin yedek gücü haline getirmek istiyorsa, Amerika da, Kürtleri, ezilen, sömürülen halkların anti-emperyalist mücadelesinin dayanağı olmaktan çıkararak, onları kendi amaçlarına uygun biçimde (yani Kürtlere sistem içinde bir rant sağlayarak, onlara “bağımsızlık”, “özerklik” vaat ederek) yedeklemek istiyor. Çünkü Ortadoğu’da, bugün, özgürlük ve ulusal talepler bakımından en “aç” halk Kürtlerdir. İranlılara, Türklere, Araplara Amerika özgürlük vaat ederek bir şey elde edemez. Ama Kürtlere özgürlük vaat ettiği zaman, elde edeceği çok şey vardır. Çünkü bu halk, burada en çok itilen, kakılan ve en hor görülen, tarihsel bakımdan da belli bir mücadele aşamasına gelmiş bir halktır.

Partimiz, şimdi bu gerçek üzerinden hareketle, “Kürt sorunu”nun demokratik çözümü etrafında birleşecek Kürt halkını, içeride demokrasi mücadelesinin, uluslararası planda da emperyalizme karşı mücadelenin başlıca güçlerinden biri olarak görmektedir ve buna bağlı olarak, Ulusların Kendi Kaderlerini Tayin Hakkı (UKKTH) zemininde oluşacak demokrasi, Ortadoğu’da emperyalizme karşı mücadelenin de dayağı olacaktır. Ve bu da, ancak, Kürt halkının bu hakkının gerçekleşmesi veya bunun mücadelesi etrafında olabilir bir şeydir. Bu halk, henüz kendi devletinin kontrolü altında değildir. Tam tersine, buradan, özgürce gelişme imkanını da taşımaktadır. Bu gerçekleri görmeden konuşmak, “Kürtler şudur”, “Kürtler budur”, “Kürtler sözünde durmadı”, “AKP’ye oy verdi”, “DTP’yi bile savunmuyor” tür iddialarda bulunmak ciddiye alınamaz. Bunları ve daha fazlasını Türkler için de söyleyebilirsiniz. Kürtler oy verirken ihanet etti de, Türkler etmedi mi? Çok daha fazlasını etti. Bu, gericilerin propagandasıdır; bir halka etnik kökenine dayandırılan suçlamalar yapmak ırkçılıktır ve bizim partimizde de, seçimden sonra (her seçimden sonra demek doğru olur), milliyetçi odaklardan gelen bu propagandanın şu veya bu ölçüde etkisi olmuştur, olacaktır, ama mücadeleyi burada bırakmayacağız tabii ki. Hem dışarıda, hem de partimizdeki etkilerine karşı mücadeleyi elden bırakmamamız gerekir. Yaşananlar bunu açıkça göstermektedir.

Kürt sorunu açısından bizim çözümümüz, başka bir çözümdür. Ve biz, DTP’yi de, bütün diğer Kürt siyasi çevrelerini de, Türkiye’nin sol, aydın, ilerici güçlerini de, Kürt ve Türk kökenli işçileri ve emekçileri de, Kürt sorununun bu devrimci çözümüne kazanmak istiyoruz. Derdimiz budur, yoksa bırakırsan; AKP “kendince” çözecektir. Baraj yapacaktır, yeni fabrikalar kuracaktır. Parası vardır devletin, bu işleri yapacak kadar. Dünkü devlet gibi değil. Burjuvazinin parası var artık. Nasıl kentleri yeniden zapt ediyorsa, bölgeye de yeniden onlarca fabrika kurabilir, istediği zaman. Bunun için milyar dolarlar vardır hazinelerinde. Veya bazı özgürlükler tanımak için imkanları vardır. Bunu yapar. Ama mesele bu değildir. Biz meseleye bu sınırlar içinde bakarsak, milliyetçiliğin ya da burjuvazinin sınırları içinde kalırız. DTP’nin sınırları da, dediğim gibi, Kürtlere “özgürlük” ve “özerklik”tir. Bizimki bunu aşan bir şeydir ve “Kürt halkının kurtuluşu” meselesidir; ve bu kurtuluş, öncelikle Türkiye’nin demokratikleştirilmesine, Türkiye halkının kurtuluşuna, sonra da bölge ve dünya halklarının emperyalizmden kurtuluşuna bağlanan bir mücadele programıdır. Bizim Kürt sorununa ilişkin anlayışımızın esası budur.

EMEP meseleleri bu anlayış üzerinden tartışamazsa, bu tartışmada bir odak olarak, buradan ilerleyemezse, yığın hareketini buradan güçlendiremezse, bu sorunu, muhtemeldir ki, AKP (Türk ve Kürt burjuvazisi, ağaları) kendince çözecektir. Yani, önümüzdeki 10 ya da 20 yıl içinde, Kürtlerin talepleri karşılanmayacak, Kürtler özgürleşmeyecek, ama bu talepler etrafında ileri kesimlerin birleştiği (Kürtler din, mezhep, küçük güncel çıkarlar, aşiret vb. nedenlerle bölündüğü için) bir mücadele de kalmayacaktır.

 

***

Partimizin literatüründe “Cumhuriyet, bir burjuva cumhuriyetin çözebileceği iki temel sorunu çözememiştir” saptaması sıkça yapılmaktadır. Bu sorunlardan birincisi Kürt sorunu, ikincisi de laisizm sorunudur. Son birkaç haftadaki gelişmelere bakarsak, AKP kazandığı ikinci seçimden sonra bir hamle daha yapmış; Kürtleri, AKP’li Kürt milletvekilleri aracılığı ile bölüp, askeri gücü de kullanarak “AKP çözümü”nü tek seçenek olarak dayatmaya yönelirken, Alevileri de kazanmaya girişmiştir. Yani Cumhuriyet’in çözemediği iki temel sorunun burjuvazi farkındadır ve AKP’yi bu iki temel sorunu çözmek üzere yükümlendirmiştir. Kürt sorununda, Kürt kökenli AKP’li milletvekillerini ileriye sürerek kullanan Tayyip Erdoğan, Reha Çamuroğlu gibi Alevi kökenli AKP’li vekillerle Aleviler üzerinde de “Hızır Paşa Operasyonu” diyebileceğimiz bir operasyon yürütmektedir. Bu girişimin amacı, kuşkusuz ki Alevileri bölmek, onları CHP’nin “kapalı av alanı” olmaktan çıkarmaktır. Belki hayırlı bir iştir Alevileri CHP’nin “kapalı av alanı” olmaktan çıkarmak, ama AKP’nin niyeti hayırlı değildir. Bunu yaparken, bir yandan laisizm meselesini tümüyle muallak duruma getirmek, yani dinler arasındaki rekabete indirgemek ve buradan da laisizm düşmanlığı da dahil pek çok şeyin üstün örtmek istemektedir. Bugün dedelere maaş bağlanmasına göz yumulursa; yarın tarikatların da maaşa bağlanmasına kimse bir şey diyemeyecektir. Nasıl dedelere vermişse, tarikatlara da verir adam. Bunlar tabii tartışılacak. Belki Cumhuriyet gazetesinin daha fazla öne çıkaracağı şeylerdir bunlar, ama bizim burada dikkat noktamız asıl şudur: Laisizm meselesi AKP ya da burjuvazinin sınırları içerisinde “çözülürse”, görünen odur ki, dedelerinin de statüsünün yükseltilip Diyanet’e bağlanmasıyla, Diyanet’te bir Alevi işleri bölümü açılarak halledilebilir bu sorun ve burada din kaygısı yoktur Tayyip Erdoğan ve partisinin. Aleviliğin şöyle ya da böyle olması tartışılacaktır, ama –ne kadar din sayıldığı sayılmadığı vb.– buralarda itiş kakışlar olsa bile, bir anlaşmazlık çıkmayacaktır. Burada asıl dikkat edilmesi gereken nokta şudur; nasıl Kürtler özgürlüğe, kendi devletlerini kurma hakkına açsa, Aleviler de, bu, ezilmişlik ve sömürülmüşlüğün en çok baskı altında tuttuğu kesimlerden biri olarak, buradan AKP’ye ve onun politikalarına, daha çok da sisteme bağlanmak istenmelerine çok ses çıkarmayacaklardır. Bizim buradaki politikamız; kaçınılmaz olarak, gerçek bir laisizmi savunmak ve Alevi emekçilerini, Alevi halkını kendi içinde birbirine düşürerek bölme girişimine karşı, Alevilerin gerçek bir laisizmin gücü olarak, dolayısıyla Türkiye’nin demokratikleşmesinin de gücü olarak (zamanla Kürtlerle ittifak eden bir güç olarak) kazanılması ihtiyacıdır ve partimizin, bu konuyu görmezden gelme, küçümseme, geriye itme gibi bir şansı yoktur, bugün açısından. Tersine, bu noktada, yani Alevilerin demokrasi gücü olarak kazanılması konusunda, onların Kürtlerle ittifakını sağlama konusunda yeni bir imkandır bu bizim açımızdan. Çünkü devlet bunu yaparken, burjuvazi, Alevileri kendine bağlama ve kendince yeniden laisizm konusunu ve çeşitli problemleri çözeyim derken, aynı zamanda, tabii bizim için de geniş bir alan açmaktadır ve bu gidişata müdahale etme şansı ortaya çıkmaktadır. Emek Partisi burada müdahale edemezse, sonuçta bu, Alevilerin CHP ile AKP arasında bölünmesi gibi, bugünkünden daha da kötü bir duruma yol açacaktır. Dolayısıyla bizim buradaki çözümümüz, Alevileri sistemle bütünleştirme, onların yaptığı az çok bir muhalefeti bile bölme girişimlerine karşı, buradan bir güç çıkarmaktır. Bunun imkanları var mıdır? Vardır. Buna biraz sonra değineceğim.

 

*

Bu iki sorun dışında da, AKP ile pek çok noktada çatışmaktayız biz. Bakarsak; burjuva iktidar ve muhalefetin kendi içinde (belki çeşitli nüans farklılıklarıyla) fikir birliği halinde olduğu eğitim sorunu, sağlık sorunu, konut sorunu (barınma) özelleştirme politikaları, enerji sorunu, sosyal güvenlik ve sağlık sigortası, esnek çalışmanın yaygınlaştırılması ve işçilerin, emekçilerin kazanılmış hakların gasp edilmesi gibi vatandaşın en acil günlük ihtiyaçları konusunda bile, Emek Partisi, AKP ve burjuvazinin bu konulara getirdiği çözümle tamamen zıt bir noktada bulunmaktadır. Onlar bütün bu meseleleri piyasaya bağlamışlardır. Burjuvazinin, “çözümsüzlüğü” marifet düzeyine yükselten “statükocu” kanadı ise, Kürt sorununda olduğu gibi, sistemi ve statükoyu savunmaktadır. Yani “eski sistem, sosyal devlet iyidir” noktasındadır, ama artık onun temeli kalmadığı için, böyle bir sistemin geri geleceğine en basit emekçiler bile inanmamaktadır. Çünkü o sistem, dünyanın başka bir yerindeki büyük devrimin, Ekim Devrimi’nin kapitalist ülkelerdeki yansımasıydı. Aslı ortadan kalkmışsa, onun yansımalarının uzun süre devan etmesi, işin kuralına aykırıdır. Dolayısıyla Emek Partisi’nin buradaki çözümü de, bütün bu talepler etrafındaki mücadeleyi, aslında kapitalist sistemi, piyasa sitemini yıkma hedefine yöneltme ve bağımsız demokratik Türkiye mücadelesini aynı zamanda emekçi mücadelesiyle birleştirme ve bu mücadeleyle sosyalizm arasındaki dolaysız bağın ortaya çıkmasını sağlamaktır. AKP’nin bütün bu alanlarda önümüzdeki üç beş aya veya yıllara bağlanmış planları var. Anayasa değişikliği, aslında bu büyük planın ortasında duran bir şeydir. Yani bu alanlarda bir mücadele olmazsa ve karşıt bir şey çıkaramazsak Anayasayı istedikleri gibi yaparlar.

Bu, her şeyin sonu mu? Değil, elbette! O, işin ayrı bir yanı, ama böyle bakamayız biz. “Arkasına devleti, hükümeti almış AKP’nin politikalarına karşı Emek Partisi 5–10 bin üyesiyle ne yapabilir?” sorusu akla gelebilir. Bu bakış açısı yanlıştır ve en çok da Marksizm-Leninizm öğretisiyle, onun emekçilere, halka duyduğu güvenle çatışır. Ama 1980 sonrası, sosyalizmin çöküşünün en büyük darbesi, aslında bizim cephemizde miskin, içine kapanan ve kendisine bile güvenmeyen, ama bunu belli etmemek için etrafına güvensizlik duyan bir “solculuk” cereyanına güç vermek olmuştur. Bu cereyan, bizim partimiz de dahil, bütün güçleri etkisi altında tutmaktadır ve bu kendine güvensizlik, etrafındaki büyük güçleri, sisteme karşı oluşan büyük muhalefeti görmezden gelmektedir. Biz, burada bunu görmek zorundayız. Partimiz bunu görürse, AKP’ye karşı mücadelenin imkanlarını da yakalamış olacaktır. Bizim partimizin birikimi, 500, 5 bin ya da 10 bin üyesi değildir. Bu, çok önemlidir. Ama partinin asıl gücü, milyonlarca emekçinin ihtiyaçları ve bu ihtiyaçların nasıl karşılanacağı konusundaki tartışmaya müdahale edebilme ve yol gösterebilme yeteneği göstermesinden gelir. O zaman bu, toplumumuzun belki de 200 yıllık demokrasi mücadelesi birikimi, emekçilerin binlerce yıllık sağduyu birikimi, bütün bir sosyalizm ve önceki çağlardan birikerek gelen devrimci halk kültürü, onun olanakları ve imkanları bizim dayanaklarımızdır. Ve tabii ki, emekçilerin bugün az-çok kendi deneyimleriyle gördükleri ve bildikleridir. Bu dayanakları doğru değerlendirirsek, göreceğiz ki, AKP’ye karşı mücadele edebiliriz ve bir daha göreceğiz ki, AKP’ye karşı mücadele edebilecek bizden başka bir güç yoktur. Ve dahası görebiliriz ki, biz bu gücü edindikçe, AKP güçsüzleşip yok olacaktır. Çünkü o emekçilerin gücünü emekçilere karşı kullanmak üzere örgütlenmiş bir partidir.

“AKP’ye karşı” derken, işi daraltıyor gibi görünebilirim, ama ben, somut konuşmak istiyorum. Çünkü bu mücadele, burjuvazinin en ileri partisinin emekçilerin en ileri partisiyle karşı karşıya gelme mücadelesidir. Somut hayatta olan ve olacak olan budur. Soyutlarsak, tabii, tarihsel karşıtlıklar daha geniş gözükür. Birkaç örnek vermek istiyorum. Tersane işçileri şunu yaptılar: Kendi taleplerini TMMOB’a, TTB’ye, sendikalara anlattılar. Belki çoğu ortaokulu bitirmemiş bir grup işçiydi bunlar. Ve bu kurumlar bütün imkanlarını işçilere açtılar. Sosyal güvenlik tartışması oldu. Biz emekçi semtlerinde toplantılar yaptık. TTB’den, başka kurumlardan nerede destek istediysek fazlası geldi. Hiç kimse ben bunu yapmam demedi. Ama Emek Partisi’nin mitingine çağırsak gelmezler. Emek Partisi burada bir iş yapıyorsa, bu ülkede bu birikimi taşıyan kurumlar, bu işin ucundan tutacaktır. Bundan hiç şüpheniz olmasın. Çünkü bu, onlar için de, başka türlü davranamayacakları bir durumdur. 

Yine örneğin hepimizi ilgilendiren konut sorununda burjuvazinin çözümü nedir? “Kentsel dönüşüm”dür. Yani eskisini yıkıp, yerine rant ve kâr sağlayacak yeni binalar dikmek. Parasını ödeyeni de oralarda oturtturmak. Vatandaşa da diyor ki, sana şu kadar süreliğine kira yardımı yaparım. Şu kadar para ödersen, sana (cehennemin dibinde bir yerde) ev de veririm. Buna karşı biz karşıt bir şey geliştiremezsek, yani “kentsel dönüşüm”ün niteliğini açıklayarak, emekçilerin kendi konutlarına kavuşması mücadelesini başaramazsak, yaptığımız iş ya gecekonduculuğu ya da konut tekellerini savunmak olur. Ama biz gereğini yaparsak, mühendisleri, mimarları, şehir plancıları, üniversiteleri ile yeni bir mihrak çıkacaktır ortaya. Ve bunların her biri, birçok işimizde olduğu gibi, buraya, bütün bilgileri, birikimleri, bağlantıları ve iyi niyetleriyle koşacaklardır. İşte bu, üniversitedeki bilim alanındaki tartışmaların da hattını değiştirmektir. Bu, teknolojinin kimin malı olduğunu tartıştırmaktır. Bu, sağlığın, eğitimin, kimin hizmetinde ve ne için yapılması gerektiğini, piyasa için mi yoksa insanların ihtiyacı için mi yapılması gerektiğinin de zeminini değiştirmektir. Partimizin bunları değiştirme ihtiyacı vardır. Bunu yaparken, ince düşünmek, plan yapmak, her alandaki ihtiyaçları doğru değerlendirmek; bu konudaki uluslararası bilgi ve deneyimi olduğu kadar, ulusal çapta biriken bilgiyi, değerleri ortaya çıkarmak, bu alandaki güçlerle birleşmek ve doğru araçlarla yürütmek gerekmektedir.

Telekom grevinden önce, biz orada bir seçime girseydik ne olacaktı? EMEP’lilerle, CHP’lilerin, AKP’lilerin  MHP’lilerin ayrışması olacak ve bunlar arasında çıkar esaslı ittifaklar, uzun pazarlıklar, ayak oyunları, katakulliler gündeme gelecek; işçi de partilere, bölgelere, mezhep ve etnik kökenlere, taraf olduğu sendikacının adına göre bölünecekti. Ama grevden sonra, istese de böyle bir ayrışma yapamaz kimse. Levent Dokuyucu “ben EMEP listesi olarak çıkıyorum” dese, EMEP’lilerden itirazlar gelir. Ya da Haber-İş Genel Başkan’ı “MHP’lileri yanıma çağırıyorum” dese, dünkü MHP’lileri birleştiremez. Çünkü başka bir duygu ve düşünce geldi ortaya şimdi. Çünkü grev, bütün bu eskiden oluşmuş kategorileri belirsizleştirirken, mücadele edenlerle etmeyenler biçiminde bir ayrıma yol açan daha kalın çizgilerle belirlenmiş yeni bir kategori oluşturdu O zaman, bugün bir seçim olsa, iki liste çıksa; bu listeler grevde mücadele edenlerle etmeyenlerin listesi olacaktır. Böyle bir durum çıktı ortaya. Telekom işçilerinin bu grevden önce; bizim gazetemiz, partimiz, görüşlerimiz ve hatta Kürt sorunu gibi konular hakkında düşünceleri neydi dersek, şunu söyleyebiliriz sanıyorum: Bugünkü görüşleri dünküler gibi değildir ve bugün onlar bütün bu meselelerde bize çok yakın düşünmektedirler. Grev, burada bir şok etkisi yapmıştır ve insanları sarsmıştır. Bu, her yerde vardır. Bugün bu, orada grevle olmuştur; başka bir gün öbür tarafta gecekondu yıkımıyla olmaktadır. Bir yerde esnek çalışma, bir yerde toplu işten çıkarma, bir yerde patronun paraları ödememesi, sendikayı kabul etmemesi,…. gibi. Emekçiler, her gün aslında bu etkiyle karşı karşıyadır. Ama bizim partimiz her yerde hazır ve nazır olursa, bu durum karşısında yeniden bir saflaşmayı yönlendirebilirse, ortaya, büyük gücün oluşacağı bir mihrak, bir çekim merkezi de çıkmış olacaktır. Emekçiler, bu saflaşmaya, dün oluşan MHP’li, AKP’li, Kürt, Türk, Alevi, Sünni gibi bütün ayrımları yıkan başka bir saflaşmayla karşılık verir. Telekom grevinden belki de çıkaracağımız en önemli ders budur. Yani Telekom grevi, önceki yüz yıllık önyargıların karşısına yeni bir saflaşmayı getirmiştir. Grevden önce, Telekom’daki saflaşma, yüz yıllık, kronikleşmiş ve hastalıklı haldir. Bugün birçok yerde bu hastalıklı hal egemendir. Yani çeşitli burjuva partilerinin, sağcılığın solculuğun, milliyetçiliğin, Aleviciliğin, Sünniciliğin, dinciliğin…  birçok şeyin kendiliğinden saflaştırdığı bir durum vardır. Biz, bu saflaştırmalar böyle kalırken, halkı birleştiremeyiz. Bunu yıkmalıyız. Bu yıkılış lafla olmaz. Bu yıkılış, ancak emekçilerin sistemin güçleriyle karşı karşıya geldikleri noktalarda –bugün grevle, yarın başka bir taleple, öbür gün Alevilik meselesinde, Kürt meselesinde– doğru müdahaleler yaparsak, partimiz orada hazır ve nazır olarak çalışıyor olursa, o zaman biz, yeni bir saflaşma yaratma, dolayısıyla burjuvazinin Türkiye’yi yeniden kendi ihtiyaçlarına göre inşa etme planına karşı, emekçilerin Türkiye’sini inşa etme planını bir seçenek olarak çıkarma şansını elde etmiş oluruz. Partimiz, bunu yapabilir durumda olmak zorundadır. Bunun birinci şartı gazeteyi, televizyonu kullanmak, bunları yaşatmak ve onların üstünden o fikirler etrafında parti örgütlerini biçimlendirmektir.

 

***

Patırtı, gürültü yapmak bazen ihtiyaçtır tabii mücadelede, ama bu, ancak zaman zaman yapılacak bir şeydir. Kampanya yapmak, bazen ihtiyaçtır, ama bu, ancak, zaman zaman yapılırsa anlamlıdır. Günlük her durumu ve her ihtiyacı değerlendirmeyi beceremeyen bir parti, kendisini kampanyalarla çalışmaya yöneltirse, hepimizin eleştirdiği durumlar ortaya çıkar. Onun için bugün partimiz, demek ki, kendisini başka bir şeyle –ÖDP’nin şöyle yapması, milletvekili kazanıp kazanmama, DTP’yle olan bir meselede önde gitme arkada kalma meseleleriyle– ölçemez. Veya kendisini buralardan kalkarak demoralize eden ya da moral kazandıran şeyler oluşturamaz. Onun mücadelesi hakikaten burjuvazinin Türkiye’yi, siyasi ve ekonomik sistemini, ideoloji oluşturan kurumlarını yeniden inşa etme girişimine karşı, emekçilerin; bağımsız ve demokratik bir Türkiye kurma planıyla, sömürüsüz ve sınıfsız bir insanlık toplumu idealine dayanarak mücadele etmektir. Bunun birikimine sahiptir partimiz. Televizyon, gazete dediğimiz şeyler, bu planın halka anlatılmasında ihtiyacımız olan şeylerdir. Dolayısıyla buradan kalkarak, şunu diyemeyiz. “Zaten gazetemiz şu kadar satarken, televizyonu neden kuruyoruz? Bir de televizyon yükü üstümüze yüklendi” dersek, o zaman biz, bu yarışı daha baştan kaybederiz. Ya da “bu kadar parayı nasıl toplarız” gibi yakınmalar parti içinde güç kazanırsa, bu, partimizin kuruluş iddialarından vazgeçtiği anlamına gelir ve 1996’da öne sürdüğümüz iddiamızı gerçekleştirecek perspektifi kaybederiz.

Demek ki, Emek Partisi, çeşitli siyasi gruplar gibi “gücünün yettiği” işlerle uğraşan, kendisine dert ettiği meselelerle kendisi uğraşan bir parti olursa, aslında Emek Partisi olmaktan çıkıp, düzene ne kadar sert eleştiriler yöneltirse yöneltsin, bir düzen partisine dönüşür. Oysa biz halkın sorunlarını çözeceksek, o zaman bu partinin bir televizyona ihtiyacı vardır. Gazeteye ihtiyacı vardır. Ve bu parti bu araçlarını doğru kullanmama lüksüne sahip değildir.

 

***

Uzunca bir zamandan beri, biz, iyi planlar, iyi tartışmalar, iyi konuşmalar yapıyoruz. Ama işlerimiz hep bir noktada tıkanıyor. Nerede? Şunu yapalım dediğimizde, parti örgütlerimiz, ilk adımı, ikinci adımı atıp, üçüncü adımda geri dönüyorlar ve onu anlamadık, bunu yapamadık diye unutmaya bırakılıyor. Bu şikayetler ve tutum aşağıda da kalmıyor, en üst parti örgütlerini de etkisine alıyor. Buradan baktığımızda, bir dönüşüm ihtiyacını gerçekleştirmek zorundayız. Bu örgütsel olarak dönüşüm olmak zorundadır.

Bunu nasıl başaracağız?

Bir kere, az önce dediğimiz gibi, asıl gücümüz dediğimizde, emekçi sınıfların birikimini, bütün insanlığın, Türkiye toplumun ortak demokrasi, kültür ve bütün alanlardaki birikimini kast ediyoruz. Onun insan gücü derken, bu insan gücünün en başında parti örgütlerimiz vardır. Bu gücü, bu dışımızdaki, dağılmış ve henüz kendisinin bile farkında olmayan gücü toparlayıp birleştirecek olan parti, kendi elindeki en önemli materyal olan insan gücünü doğru yönetemezse, bu işin üstesinden gelemez. Eğer halkın muhalefetini, halkın gücünü, sermayenin Türkiye’yi 21. yy’ın ihtiyaçlarına göre yeniden inşa etme planının önüne, onu emekçilerin Türkiye’sine dönüştürmek üzere bir barikat olarak dikeceksek, o zaman burada örgütsel bakımdan da bu gücü birleştirip harekete geçirecek bir düzeye çıkarmak zorundayız. Çünkü bunu yapacak olan bu partinin gücüdür.

Nedir bu partinin insan gücü?

Birincisi, tabii ki, onun merkez örgütüdür. İkincisi burasıdır. Burada 473 kişi var. Buna biz bir 200–250 kişi daha katabiliriz. Bu sayının az olmasının nedeni salonun sınırlarıydı. Yani bir 750 kişi rahat çıkacaktır böyle bir durumda. Bu 750 kişi, bu partinin iskeletidir. Peki, 10 bin üyemiz varsa, demek ki, geri kalan 9 bin üyeyi, biz bu 750 kişi etrafında örgütleyip seferber etmeliyiz. Yani ileri 750 partili etrafında 10 bin üyenin örgütlü bir güç olarak davranması. Bunu yaratamazsak, bunu başaramazsak, biraz önce sözünü ettiğimiz görevleri yerine getiremeyiz.

Bunun insan karşılığı ise, 750 tane ileri partilinin etrafında birleşmiş 10 bin Emek Partilinin, Türkiye’nin bütün bu olumlu birikimini kullanarak, burjuvazinin, egemen sınıfların karşısına dikilmesidir. Uluslararası burjuvazinin karşısına da dikmektir bunu. Eğer biz burada bu gücü yaratırsak, bu, dünya ölçüsünde başka bir gelişmeye yol açacaktır. Uluslararası Platform denilen şey, Kürt sorunu karşısında uluslararası planda partimizin tutumuna dikkat çekilmesi hep bununla ilgilidir. Emek Partisi burjuvazinin karşısına ciddi bir güç olarak dikildiği ölçüde, bütün dünyada, kendisine “solcuyum”, “sosyalistim” diyen partiler, çevreler –bunların hepsinin Marksist ve bizim gibi düşünüyor olması gerekmiyor– hepsi yeniden saflaşacaktır. Bu, tarihsel bir görevdir ve bu görevi, bizim partimiz yerine getirmek zorundadır. Dolayısıyla buradan hareket etmeliyiz ve bu konferanstan biz, buradaki her arkadaşımız, kendi etrafında, bıraktığımızda bir şey yapmayan, bir işe yaramadığını düşündüğümüz partilileri de alarak, kendi bölgesinde, kendisini, kendi yerel talepleri etrafında bir çalışmayı örgütlemek üzere görevlendirmek üzere çıkmalıdır. Bunu rasgele ve kafadan ayrı ses çıkarak yapacak değiliz. İl örgütleriyle konuşup tartışacağız ve örgütlenme meselesini çözeceğiz. Dolayısıyla, bu, aynı zamanda, bizim gazetemizi her partilinin alması ve kendi etrafında dağıtmaya başlaması, gazeteye yazmaya başlaması demektir.

Bu, aynı zamanda, kumbaraların zamanında alınıp verilmesi, televizyon üzerine konuşulması ve kumbaraların para meselesi olmaktan çıkıp, onları, sisteme karşı mücadelede partinin desteklenmesi olarak gören bir görüşün yerleştirilmesi demektir.

Bu, aynı zamanda, partinin materyallerinin okunup tartışıldığı ve buralardan kendimize sonuçlar çıkarıldığı ve bunların kullanılmaya başlandığı bir çalışma demektir.

Bu, aynı zamanda, gece gündüz, yatıp kalkarken, yarın nasıl olur da biz bu çalışmayı bir adım daha ilerletiriz diyen partililerin sayısını hızla artırmak anlamına gelmektedir.

 

***

Burada bağış kampanyası için de birkaç şey söylemek istiyorum.

Parti, diğer faaliyetlerde olduğu gibi, partinin maddi olarak desteklenmesini de bir kampanya olarak görürse, bu yanlış olur. Çünkü kampanyalar uzadığında bir yorgunluk oluşuyor ve bazıları, hiçbir maddi destek yapmadığı halde, sürekli maddi destek veriyor havasına giriyor. Çünkü sürekli bir kampanya var ortada. En çok da maddi destekte bulunmayan arkadaşlarda böyle bir duygu uyanıyor. Bundan hızla çıkmamız lazım ve partimiz evvela kendi üyelerinin partiye katkılarını artırırken, öbür taraftan parti çevresinin mali imkanlarını da sürekli olarak partiye taşımayı düzenli bir hale dönüştürmelidir. Çalışmamızı doğal, her gün sürdürdüğümüz bir çalışma, hayatımızın bir parçası olarak yapmaya alışamazsak ve olağan hale getiremezsek, “yorgunluk” kaçınılmaz olur. Yani “gün boyu iş yaptım, bir de parti çalışması yapayım” diye bir şey yok. Gün boyu iş yaparken, etrafımızdaki insanlarla konuşursak, yani partinin çalışmasını yerelleştirirsek, çalışmamızı ailemiz, çevremiz, akrabalarımız, komşularımız, işyerindeki arkadaşlarımıza indirgersek, hepimiz her şeyi çok kolay anlatırız. Ben şimdi gitsem, dışarı çıksam, “arkadaşlar, bu memlekette Kürtlerin de kendi kaderini tayin hakkı vardır” desem, kesinlikle saldıranlar çıkar. Ama o kahveye her gün uğrayan birisi, kahvedekilere, bunu her gün söylese, kimse bir şey demez; çünkü o insanı tanıyordur, bir art niyeti olmadığını bilir, yaşantısını biliyordur. “Bu Türkiye’yi bölmek isteyen bir vatandaş değil” diye düşünür ve en çok, “Bu kadar da olmaz, ne demek istiyorsun” derler ve o da ne demek istediğini anlatır. Biz çalışmamızı bu hale getiremezsek, “Acaba burada söylesek mi söylemesek mi?” sıkıntısı hep çıkar. Bu yüzden de, biz, partin fikirlerini her yerde söylemeliyiz, ama her yerde usulüne göre söylemenin en kolay yolu, bizim bildiğimiz, bizim de bilindiğimiz, geçmişimizin de bugünümüzün de bilindiği yerde çalışmaktır. Buna, biz, partinin çalışmasının yerelleştirilmesi diyoruz. Demek ki, her ileri partilinin etrafında diğer partililerin örgütlenmesi demek, aynı zamanda, partinin çalışmasının yerelleştirilmesi demektir. Çünkü artık parti “merkezi”ni oraya taşımıştır. Gazeteden, dergiden, TV’den ne yapacağını alacaktır, ama nasıl yapacağına sonuçta kendisi karar verecektir. Nasıl o mahallenin muhtarı, bir taraftan devletin genelgelerini okuyor, öbür taraftan Başbakan’ın söylediklerini dikkate alarak, kendi mahallesinde bir şey yapıyorsa, bizim parti örgütümüz de, merkezi de dinleyecektir, gazetesine de bakacaktır, ama orada, sonuçta kendi mahallesinde uygulamak üzere, oradaki çalışmayı, kendi görevi ve sorumluluğu olarak, hesabını kendi vereceği bir iş olarak yapacaktır. Bu konferans, bence, asıl bu işi sağlayan; yani partimizin çalışmasını yerelleştiren, yani partimizin, ileri 750 üyesi etrafında geri kalan partilileri seferber ettiği, örgütlediği, gazetesini bunun aracılığıyla dağıttığı ve buradan gazeteye yazdığı, televizyonu bunun aracılığıyla desteklediği, televizyonu buradan tartıştığı, haberini buradan yaptığı ve sonuçta yine burada vatandaşla, kendi etrafındaki insanlarla konuşup tartıştığı bir hayat tarzına dönüştürmek ihtiyacında hepimizin ortaklaştığı bir konferans olmak durumundadır. Çünkü partimiz, ancak o zaman kendi görevini yapabilir.

Tarif etmemden, görevin çok zor olduğunu düşünebilirsiniz. Yani, lafla anlatmak zor, ama eğer biz, parti bizden ne istiyor diye düşünüp anladığımız şeyi yapmaya çalışırsak, bence görevlerimizin yüzde 90’ını yapmış olacağızdır. Geri kalanı yetenektir, ustalıktır, birinin diğerinden farklı olarak katacağı renktir; ama yüzde doksanı, aslında partinin ne dediğini anlayıp, bunu, etrafındaki diğer partililerle uygulamak üzere harekete geçen partili demektir. Bu konferans, bu konuda bir ilerleme sağlayacaksa, faydası olacaktır. Onun için, bence, il yönetimleriyle illerden gelen delege arkadaşlarımızın, döndüklerinde, elbirliği ile yapacakları ilk iş; kaç üyemiz var ve bunu nerelerde nasıl örgütleriz sorusunu pratik olarak yanıtlamaktır. Herkesi kendi olduğu yerde -genel üyemizi- örgütlediğimiz örgütlere dönüştürerek, bunu hızla tamamlamak ve buradan gazetemizi, televizyonumuzu destekleyen, onunla yazışan, onun maddi ihtiyaçlarını kendi derdimiz haline getiren ve giderek bizim gibi düşünen, bizim gibi çalışan partililerin sayısını hızla artırmak ve en önemlisi de daha çok emekçiyi partiye kazanacak bir çalışma içerisinde bulunmaktır. Ki, en az yaptığımız işlerden birisi budur.

Yeni insanları partiye kazanmak son derece önemli. Bir parti örgütümüz, bir yerde bir sene çalışıyor ve etrafında yeni beş partili daha kazanmamışsa, bir partili iki olmamışsa, dönüp, çalışmasına herhalde ben bir hata yapıyorum diye bakması lazım. Çünkü bizim her yaptığımız doğru değildir. Birçok şey yaparız, ama doğru olmayabilir. Oysa, partili sayımızı artırmak çok önemlidir.

Telekom grevi süresince ilişkiler kurduk, ama bir sene sonra Telekom’da yeni bir partili kazanmamışsak bu ilişkilerden, herhalde bir yerde yanlış yapıyoruz demektir. Telekom grevini destekleyerek iyi yaptık, ama başka bir konuda bir yanlış yapıyoruz diye kendi çalışmasını sorgulaması gerek. Tabii ki, “yukarı”dan “siz ne yapıyorsunuz, hiç adam kazanamadınız mı?” diye bir soru gelmiyorsa bile.

 

***

Belki daha çok konuşacağımız şeyler vardır, partimizin çalışmasına dair birçok eleştiri yapılabilir, ama bütün bu eleştirileri ortadan kaldırmanın, bütün bu eleştirilerin üstesinden gelmenin yolu, partinin kendisini örgütsel bakımdan dönüştürmesi ve daha çok üyesinin iş yapar bir pozisyona geçmesinden geçecektir. Bunun olmasının yolu da, gazetesini onun merkezine koyması, bütün diğer araçlarını, televizyonunu, mali bakımdan partinin desteklenmesi gibi şeyleri ayırmadan, bunların her birimizin görevi olduğunu düşünerek, kendi durumunun yeniden bir değerlendirmesini yapmaktan geçer. Bu konferanstaki asıl hedefimiz bu olmalıdır. Bunu hayata geçirmekse, bu konferanstan sonraki iştir, yani bu tutumun gerektirdiği parti biçimine varma işidir ve bunu, konferansın arkasından yapılacak partimizin her kademedeki örgütlerinin işi olarak görmek gerekir.

Hepinize başarılar diliyorum.

 

 


* İhsan Çaralan tarafından …. tarihinde toplanan EMEP Genel Konferansı’ında yapılan konuşma.

 

barış ve demokratikleşme mücadelesi ve türkiye barış meclisi

  

Uğruna verilen onca mücadeleye rağmen barış, insanlığın temel özlemi olmaya devam ediyor.

Yeni paylaşım arayışlarının ortaya çıkardığı sorunların, çatışmaların, eşitsizlikler ve yönlendirilebilir ekonomik krizlerin, barış için sürekli tehditler yarattığı bir dünyada yaşıyoruz.

Ülkemiz, uzun yıllardır süregelen ve gittikçe ciddi bir iç savaş biçimi alma eğilimi gösteren bir çatışma ve şiddet ortamında yaşıyor.

Bugün, dünyada, savaşın olduğu kadar barışın da merkezi bölgemizdir. Emperyalist saldırının yarattığı tüm düğümler buradadır, çözüm de buradadır.

‘Türkiye’nin barışı’, bölge ve hatta belki de dünya barışının gerçekleştirilebilmesi mücadelesinde öncelikli bir öneme sahiptir.

13–14 Ocak 2007 tarihlerinde Ankara’da gerçekleşen ‘Türkiye Barışını Arıyor Konferansı’ sonuç bildirgesinde şöyle denilmekteydi:

Sonuç olarak bu konferans, aynı zamanda bir barış meclisi işlevi görmüştür. Ancak, ortaya çıkan program taslağının olgunlaştırılması, topluma mal edilmesi ve siyasetin gündemi haline getirilmesi için uzun erimli ve toplumsal katılımla zenginleşecek, örgütlü bir çalışmaya ihtiyaç vardır. Amacımız, bu konferansın barışı inşa edecek bir toplumsal örgütlenmeye öncülük etmesidir.

İşte bu kararın sonucu olarak oluşan Türkiye Barış Meclisi, evrensel, tarihsel deney ve birikimlerin ışığında güncel sorunları değerlendirerek, ülkemizde barışın kazanılması için aşağıdaki program ve iç işleyiş kurallarını kabul etmektedir.* (‘Türkiye Barış Meclisi Kuruluş Bildirgesi’ giriş bölümü)

Türkiye Barış Meclisi; bazı bölgelerde ileri boyutta olmak üzere, tüm Türkiye çapında ırkçı ve gerici kampanyanın sürdürüldüğü, Kürt sorununda savaş ve şiddetin tek çözüm yolu olarak kutsandığı, Türk ve Kürt halkı arasındaki güçlü kardeşlik bağlarının tahrip edilerek, militarizme kurban edilmek istendiği ve Türk şovenizminin linç girişimleriyle ayyuka çıkarıldığı koşullarda ve aynı zamanda, Türkiye, Bölge, Ortadoğu ve dünyada barışa ve barış hareketine büyük ihtiyaç duyulan bir zamanda kuruldu.

Türk, Kürt liberal burjuva çevrelerden, Kürt ulusal demokratik hareketine, İslami çevrelerden, Alevi kesimlere, reformist çevrelerden, Marksistlere kadar, farklı geleneklerden birçok parti, örgüt, dernek, akım ve çevreyi kapsayan; aydınları, akademisyenleri, politikacıları, sendikacıları, işçileri, kadınları ve gençleri bünyesinde barındıran demokratik bir mücadele mevzisi olarak kurulan Türkiye Barış Meclisi (TBM), aynı zamanda, yeni ve özgün bir birleşik mücadele deneyimi olması açısından da önemlidir ve üzerinde durmayı gerekli kılmaktadır.

Türkiye’nin birçok bölgesinden Kürt, Türk, Arap, Laz, Ermeni, Çerkez… farklı uluslardan, her inanç ve farklı düşünceden 375 Türkiye Barış Meclisi üyesinin katıldığı bir toplantıyla, Ankara’da Dünya Barış Günü olan 1 Eylül 2007’de kuruluşunu ilan eden Türkiye Barış Meclisi, illerde ve ilçelerde bir süreden beri devam eden barış ve demokratikleşme mücadelesinin ürünü ve toplamı olarak doğdu. Birçok ilde, ilçede, üniversite ve çeşitli alanlarda bir araya gelen ve barış için bir şeyler yapma çabası gösterenlerin, Türkiye Barış Meclisi üyesi, aktivisti olma ya da onunla ilişki kurarak çalışmayı ilerletme ihtiyacı duyması gibi gelişmelerin de gösterdiği gibi, Türkiye Barış Meclisi, barış sorununa ilişkin şimdiye kadar sürdürülen hemen tüm çalışmalardan daha kapsayıcı ve güçlenme potansiyeli olan bir çalışma olarak ilgi görmektedir.

Barış sorununu soyut ya da uzak bir geleceğin sorunu olarak değil, güncel, somut ve gerçekleşebilir bir mücadele sorunu, hak ve özgürlüklerin kazanılması, Türkiye’nin demokratikleşmesi ve Kürt sorununun demokratik çözümü için mücadeleyi güçlendirerek ilerletmek amacıyla ele alan ve kitleselleşmeyi amaçlayan demokratik bir örgüt olarak ve hemen her kesimin dikkatlerini üzerine çekerek doğan TBM, aynı zamanda, çok farklı kesimlerin ortak bir çalışma yürütmeleri bakımından da önemli bir deneyim sunmaktadır.

Özgün koşullarda oluşup gelişen ve daha önce geçici ve kalıcı amaçlarla kurulan insan hak ve özgürlüklerinden yana çeşitli mücadele ve müdahale araçlarından, benzer amaçlarla kurulan ve halen faaliyet sürdüren oluşumlardan farklı olan ve kendine özgü bir gelişim seyri izleyerek ilerleyen TBM, kuruluşunu yerel meclislerin çalışmalarına dayandırarak ve yerellerde heyecan yaratarak ilan etti.

TBM, çeşitli alanlarda çalışma sürdüren ‘dernek’, ‘vakıf’, ‘koalisyon’, ‘platform’, ‘girişim’, ‘inisiyatif’ gibi oluşumları da kapsayan, farklı partilerde çalışan isimlerin yer aldığı, bu oluşumlarda bulunanların da önemli oranda temsil edildiği, ancak bünyesinde yer alan bu oluşumların tek tek toplamı olmayan, kendine has bir program, tarz ve üslup geliştiren, örgüt, parti ve çevrelerin bileşimi ve koalisyonu değil, yeni ve özgün bir örgütlenme modeli olarak kurulan ve çalışmalarını bu yaklaşımla sürdüren bir örgütlenme. Türkiye Barış Meclisi, şimdiki haliyle henüz olmasa da, güçlü ve kitlesel bir demokratik hareket olmaya aday.

Programında da belirtildiği gibi, barışı inşa edecek bir toplumsal örgütlenmeye öncülük etmeyi amaçlamakta olan TBM’nin daha güçlü ve kapsayıcı olması ve daha yaygın hale getirilmesi hedefini bir yana bırakarak söyleyecek olursak; yerel temsiliyete sahip meclisler üzerine oturan Türkiye Barış Meclisi, İHD, Barış Derneği, Mazlum-Der gibi her biri farklı zeminde ve/veya ihtiyaçlardan doğan ve çalışmalarını insan hak ve özgürlüklerine yönelik saldırı ve kısıtlamalara karşı sürdüren oluşumlardan farklı bir içeriğe ve çalışma tarzına sahip bulunuyor. Yine, Barış Girişimi, Küresel BAK vb. gibi sınırlı kalan, genişleme potansiyeli ve perspektifine sahip olmayan, yine fraksiyonel davranan ve dönem dönem etkinlikler düzenleyen oluşumlarla da kıyaslanmayacak bir bileşim genişliği, kapsayıcılık, harekete geçirme yeteneği potansiyeli ve etkiye sahip bulunuyor.

Eğer doğru değerlendirilebilir, sorumlu davranılır ve gerekli özen gösterilebilirse, Türkiye Barış Meclisi, yerellerde tüm barış ve demokrasi güçlerini bir araya getirebileceği gibi, çeşitli nedenlerle bu yönlü bir çalışma içinde olmayan ya da olamayan saygın ve güvenilir isimleri, barış ve kardeşlikten yana tek tek insanları, “kanaat önderleri”ni, saygın isimleri ve her kesimden çevreleri kapsayan, bir araya getiren, halk güçlerine moral ve umut veren oldukça güçlü bir demokratik mevzi haline gelebilir. Gelişmeler karşısında tutarlı ve doğru bir tutum alması, tüm mağdur ve mazlum kesimleri gözetmesi, devletten, hükümetten ve anti demokratik güçlerden gelen tüm saldırılara karşı, barışta ve demokratikleşmede ısrar ve kararlılık göstermesi ve tabii ki darlaşma zaafına düşmeden, genişleme perspektifiyle hareket etmesi halinde, gücüne güç katan demokratik bir güven ve mücadele merkezi olmaması için hiçbir neden bulunmamaktadır.

İzah ettiğimiz tüm özelliklere ve potansiyele sahip olan, güçlü bir zemine oturan Türkiye Barış Meclisi, daha girişim aşamasındayken, 13–14 Ocak 2007’de Ankara’da gerçekleştirdiği “Türkiye Barışını Arıyor Konferansı” ile güçlü bir ses verdi. Dünyaca ünlü, Kürt asıllı, ancak Türkçe yazan ve Türkiye’nin en saygın edebiyatçılarının başında sayılan Yaşar Kemal’in açılış konuşmasıyla açılan söz konusu Konferans büyük yankı uyandırdı. Kürt sorununun tartışılması ve diyalog yolunun açılmasında önemli bir güç oldu. Kürt sorununun şiddetten arındırılarak diyalog ve demokratik adımlar atılarak çözülmesi yönlü fikrin daha da güç kazanmasında ilgi uyandırdı. Kürt sorununda süregelen inkârcı tutumun ve şiddet yöntemlerinin kaynaklık ettiği ve ortaya çıkardığı silahlı hareketi ve çatışma ortamını demokratik barışçı yola sevk edecek yöntemin veya yöntemlerin tartışılması ve bulunmasında önemli bir sorumluluk üstlenebileceğini de gösterdi.

Programının birinci bölümünde, amacını, “1) Silahlı çatışmaların durdurulması ve Kürt Sorununun barışçıl çözümü başta olmak üzere, Türkiye’de ayrımsız herkes için demokrasinin, insan haklarının, özgürlüklerin ve sosyal adaletin tesisi barış çalışmalarının temel amacıdır” biçiminde ifade eden Türkiye Barış Meclisi, Türkiye’nin demokratikleşmesi ve Kürt sorunun demokratik çözümünden yana olan, bunun için mücadele eden emek, barış ve demokrasi güçlerinin büyük bir bölümünü kapsayan ve bu kapsamda değerlendirilen tüm güçlerin enerji ve potansiyelini bünyesinde toplayacak program ve perspektife sahip bulunuyor. Aynı zamanda Türkiye aydın birikiminin önemli bir bölümünü daha şimdiden temsil eder hale gelen TBM, sürdürdüğü çalışmalarını yerellerde daha da güçlendirme ihtiyacı ile karşı karşıya bulunuyor.

 

TÜRKİYE BARIŞ MECLİSİ TÜRKİYE’NİN HER YANINDA ÖRGÜTLÜ BİR GÜÇ HALİNE GETİRİLEBİLİR

Barış ve demokrasi güçlerini birleştirme ve ilerletme amacında olan sınıfın partisi bakımından bu çalışma oldukça önemsenen bir çalışmadır. Programı ve perspektifiyle önümüzdeki süreçte önemli bir mücadele merkezi oluşturmaya aday bu çalışma, tüm işçi sınıf devrimcileri, aydınlar ve ilerici güçler tarafından sarıp sarmalanması gereken bir çalışma olmalıdır. Aynı zamanda farklı gelenek ve kültürlerden, farklı meslek ve düzeyden temsiliyetlerin ortak bir çalışma yürütmeleri, ortak çalışma kültürü geliştirmeleri ve bu alanda yetkinleşmeleri bakımından da önemli olanaklar sunan TBM, her alanda örgütlenebilir.

TBM çalışması, sadece merkezi düzeyde sürdürülen bir çalışma olmadığı gibi, yalnızca Ankara, İstanbul, İzmir gibi metropollerde sürdürülecek ve dönem dönem bazı etkinlikler düzenlemekle sınırlı olan bir çalışma veya bir süre yoğunlaşılan bir kampanya çalışması da değildir. Söz konusu merkezlerde mevcut durumundan daha da ileride olması gerektiği, hâlâ eksik ve zaafları olduğu bilinerek, buraların güçlendirilmesi için bu alanda çalışma yürütecek görevlendirmelere ihtiyaç duyulduğu görülmektedir. Yine çalışmayı sadece örgütlerimizin bulunduğu iller ve ilçelerde değil, mevcut gelişmelerden, anti demokratik uygulamalardan, baskı ve şiddetten rahatsız olunan her yerde ve bir araya gelme potansiyeli taşıyan her alanda sürdürmek rahatlıkla mümkün. Türkiye Barış Meclisi çalışması, her yerde ve her alanda başlatılabilir ve ilerletilebilir bir çalışma olarak düşünülmelidir. Bu çalışmayı başlatmak ve sürdürmek için, mutlaka birkaç partinin ya da değişik çevrelerin bir araya gelip toplantılar yapması ve kararlar almasını beklemek de gerekmiyor. Sınıfın partisince başından beri önemsenen ve içinde yer alınan bu çalışmanın bize gösterdiği, bu çalışmanın ve Türkiye Barış Meclisi’nin Türkiye’nin barış ve demokratikleşme mücadelesinde önemli bir işleve sahip olduğudur. Bu durum, TBM’ye karşı görev ve sorumluluklarımızı daha da arttırmaktadır.

 

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑