Toplumsal yaşamın yeniden üretimi ve sosyal yaşamın sürekliliğini sağlamak için gerekli olan bilgi, deneyim ve tecrübeleri yeni nesillere aktarmanın en önemli aracı olan eğitim, ideolojik yönüyle, sistemin yeniden üretimini sağlamak gibi bir işlev yüklenmiştir. Buna bağlı olarak, kapitalist bir toplumda, eğitimin temel işlevlerinden biri, ekonomik üretimin bir girdisi olan ‘insan kaynağı’ ya da ‘beşeri sermaye’ ihtiyacının karşılanması olmuş ve olmaktadır. Neo-liberal politikalar eşliğinde, temel bir insan hakkı olan eğitim olanaklarından alt gelirli ve yoksul kesimler giderek daha da fazla dışlanırken, toplumsal eşitsizlik derinleşmektedir. Üniversite ve yüksek eğitim açısından böylesi bir sürecin sonucu, emekçi-yoksul ailelerin çocuklarının üniversite kapılarından geri dönmesi, üniversite eğitiminin kendisinin de, bireysel yarar, maliyet-fayda ve kâr-zarar hesabı mantığı çerçevesinde piyasalaştırılmasıdır.
Günümüzde, kapitalist ülkelerin hemen hepsi, kalkınma ve ekonomik büyüme açısından çözüm olarak gördükleri neo-liberal politikalar eşliğinde, eğitim sistemini baştan aşağı yenilemektedirler. Bu yeniliği, iki temel başlıkta toplamak mümkündür. Bunlardan birincisi, eğitimin piyasalaştırılarak kamu hizmeti olmaktan çıkarılması, yani parası olanın yararlanabildiği ticari bir hizmete dönüştürülmesidir. Bunun gereği olarak, bir yandan temel eğitimden yüksek eğitime kadar özel okullar ve üniversitelerin kurulması kamunun olanaklarıyla teşvik edilmekte, öte yandan, devlet okulları ve üniversiteleri piyasa mantığına göre şekillenmekte ve harç, katkı payı gibi çeşitli uygulamalarla kamusal eğitim ticarileştirilmektir. Neo-liberal politikalarla eğitim sistemlerinde yaşanan değişimin ikinci boyutu ise, içeriğini piyasa ve sermayenin belirlediği bir eğitim sürecine girilmesidir. Eğitimin bütün aşamalarında kendini hissettiren bu değişim, özellikle de üniversite-sanayi işbirliği şeklinde görülmektedir.
Türkiye’de teknoparklar, eğitim sistemindeki neo-liberal dönüşümün bir ürünü olarak ortaya çıktı. 2001’deki Teknoloji Geliştirme Bölgeleri Yasası’na bağlı olarak mantar gibi türeyen teknoparklar, üniversiteleri, sermayenin tahakkümünde projeler üreten birer fabrika ve ticari işletmeye dönüştürmüş durumda. Başta ODTÜ olmak üzere, 20’yi aşkın teknopark, binlerce çalışan, öğrenci ve öğretim elemanıyla, sermayenin talep ettiği proje ve programlar doğrultusunda “kuluçkalarda” yoğun bir faaliyet yürütüyor. Ortaya çıkan tablo ise, hiç de iç açıcı değil. Teknopark’lar her türlü vergi ve harçtan muaf olduğu gibi, gelir ve kurumlar vergisine tabi firmaların yazılım ve AR-GE’ye dayalı üretim faaliyetlerinden elde ettikleri kazançları 5 yıl süreyle vergiden de muaf tutuluyor. Bölgede çalışan araştırmacı, yazılımcı ve araştırma-geliştirme (AR-GE) personelinin de ücretlerinden 10 yıl süre ile vergi alınmıyor. Teknoloji geliştirme, ürün tasarlama, ürün ve üretim süreçlerinde iyileştirme ve yenilik yaparak Türkiye’de faaliyet yürüten firmaların rekabet gücünü artırmaya çalışmak üzere kurulması teşvik edilen teknoparklar, çoğu üniversite tarafından sadece bir gelir kaynağı olarak görülürken, şirketler ise, yasanın tanıdığı vergi muafiyetlerinden yararlanmak ve vergi kaçırmak üzere buralara yöneliyor. Üniversite öğrencilerinin de stajyer statüsü altında sömürüldüğü bu alanlar, üniversiteler ve şirketler açısından oldukça kârlı yatırım alanları olarak görülüyor.
Bu çalışmanın amacı, özellikle teknoparkların kurulmasıyla yaşanan deneyim üzerinden Türkiye üniversitelerindeki dönüşümün mantığını sorgulamak ve sakıncalarına dikkat çekmektir.
NEO-LİBERAL POLİTİKALAR VE EĞİTİM
“Karanlık çağlardan beri eğitimin yaygınlaştırılmasında, ilk defa bu kadar büyük ölçekli bir gerileme” gerçekleşmiştir. (Stewart, 1995, aktaran F. Ercan)
Uluslararası kapitalist sistem, 70’lerde yaşadığı krizden çıkmak üzere neo-liberal politikalara sarılmıştır. Esnek bir sermaye birikim rejimi, özelleştirmeler ve kamu sektörünün tasfiyesi, kuralsızlaştırma, sendikasızlaştırma, esnek çalışma ve yoğun sömürü, büyük ölçekli üretimden küçük ölçekli üretime yönelme, fason ve taşeron üretim, enformel sektörün büyümesi, serbest ticaret vb. uygulamalar, sistemin krizden çıkmak üzere yeniden yapılanmasının temel argümanları olmuştur. Bütün bu politikalar, yerli ve yabancı sermaye grupları, IMF, DB, DTÖ gibi uluslararası kuruluşların talepleri doğrultusunda yapısal uyum ve istikrar programları kapsamında, devlet eliyle, hükümetler tarafından 1980’lerden bu yana adım adım hayata geçirilmektedir. Kapitalist sistemin yaşadığı neo-liberal dönüşümle birlikte beslenme, barınma, sağlık ve eğitim gibi toplumun en temel ihtiyaçlarının karşılanması, bütünüyle piyasanın insafına bırakılmak istenmektedir. Başta eğitim, sağlık ve sosyal güvenlik olmak üzere, kamusal hizmetlerin piyasalaştırılmasına temel oluşturan belge ise, Dünya Ticaret Örgütü’nü kuran anlaşmanın ekinde yer alan anlaşmalardan biri olan Hizmet Ticareti Genel Anlaşması (General Agreement on Trade in Services-GATS)’dır. DTÖ’nün ilan edildiği 15 Nisan 1994 tarihinde Marakeş’de imzalanan Uruguay Raundu Sonuç Belgesi (Nihai Senet) kapsamında yer alan Hizmet Ticareti Genel Anlaşması (GATS), uluslararası hizmet ticaretine ilişkin temel kavram, kural ve ilkeleri ortaya koyan ilk çok taraflı anlaşmadır.( www.hazine.gov.tr)
En az maliyet ve mümkün olan en fazla kâr, piyasanın temel mantığıdır. Piyasa ekonomisi içinde insan ihtiyaçlarını karşılamak üzere mal ve hizmet üretimini gerçekleştiren ulusal ve uluslararası şirketler ise, sermaye birikimlerini artırabilmek, katma değeri yükseltmek, rakiplerine üstünlük sağlayabilmek ve sürekli büyüyebilmek için birbirleriyle yoğun bir rekabet içindedirler. Böylesi bir rekabet ortamı, ürünlerde, üretim süreci ve tekniklerinde ve organizasyonel yapılanmada sürekli bir yenilenmeyi, değişimi, güncel deyişle inovasyonu gerektiriyor. Mal ve hizmet üretim, dağıtım ve pazarlamasını yapan şirketlerin sermaye birikiminin sürdürülebilmesinin önemli koşullarından biri, bu süreçlerin gerektirdiği nitelikte kafa ve kol emeğinin, faaliyet yürüttükleri ülkelerin eğitim sistemi, eğitim veren kamu ya da özel kuruluşları tarafından sağlanmasıdır. İnsan kaynağı ya da beşeri sermaye olarak adlandırılan insan gücünün, bir girdi olarak şirketlerin hizmetine sunulabilmesi açısından, eğitim sistemi yoğun bir değişim süreci içindedir. Yarı kamusal bir mal/hizmet olarak görülen eğitimin kendisi de, fayda ve maliyet, kâr ve zarar hesabı mantığıyla parası olanın yararlanabildiği ticari bir metaya dönüştürülürken, eğitimin en temel işlevleri, sistem ideolojisine uygun birey ve de piyasanın talep ettiği niteliklere sahip personel yetiştirmek oluyor. Türkiye’nin eğitim sisteminde yapılan değişiklerin mantığı da bu kapsamda açığa çıkıyor.
Arz, talep ve fiyat sistemi üzerine kurulu piyasa işleyişinin kaynakların etkin kullanımını sağlayacağını, böylelikle de bireysel fayda ve kârlılığın maksimum düzeyde gerçekleşeceğini savunan neo-liberal düşünürlerin savına göre, özellikle orta ve yüksek eğitim hizmetlerinin piyasa mekanizmaları aracılığıyla sağlanması, kaynakların bu alanda daha etkin, verimli ve rasyonel kullanımına neden olacaktır. 70’lerden bu yana, DB uzmanlarının vurgusu hep bu yönde olmuştur. Neo-liberalizmin etkin isimlerinden biri olan M. Friedman, kamusal hizmetlerin kötü performansını “bürokratik sistem” dolayısıyla kamusal mantığa bağlarken, üretimde düşüşler ve ekonomide “kara delikler”e neden olarak kamusal eğitimi gösteriyor. DB eğitim politikalarının belirlenmesinde önemli bir isim olan, DB uzmanlarından P. Psacharopoulos, sürdürdüğü çalışmalar sonucunda, devletin eğitime ve özellikle orta ve yüksek eğitime yaptığı harcamalardan, daha çok toplumun üst gelir gruplarının yararlandığını sonucuna ulaşıyor. Yüksek eğitimin özel faydasının sosyal faydadan daha fazla olduğunu, dolayısıyla bireysel olarak yüksek eğitim hizmetlerinden yararlananların bu hizmetlerin faydasına katlanması gerektiğini belirten Psacharopoulos, eğitimin özel kesim tarafından gerçekleştirilmesinin, sınırlı kaynakların adil olmayan dağılımını ortadan kaldıracağını savunuyor. (Psacharopoulos, 1994, aktaran F. Ercan)
“Gelişmiş ya da azgelişmiş olsun, eğitimin sermayeye bırakılması için ileri sürülen temel sav; piyasa sürecinde fiyat politikaları dolayımında belirlenen bir eğitim arz ve talebinin, kamusal olarak sunulacak eğitimden kaynakları kullanma açısından daha etkin olacağı yönündedir.” (Colclouch, 1996, a.g.e, s 27)
TÜBİTAK Başkanı Namık Kemal Pak, yazdığı makalede, üniversitelerde neo-liberal dönüşüm yönünde gerçekleşen üniversite sermaye işbirliğinin mantığını oldukça iyi ifade ediyor. Pak, devlet bütçesinden yüksek öğrenime ayrılan yüzde iki payda olağanüstü artışların beklenemeyeceğini vurgulayarak, şunları belirtiyor.
“Bu durumda, özel sektörün de üniversite eğitimine daha fazla katkıda bulunması gereği ortaya çıkıyor. Bu, endüstriye nitelikli uzman ve araştırmacı yetiştirmenin değil, bir misyon duygusunun da gereği. Araştırmada, inovasyonda ileri gitmiş ülkelerde bu korelasyon kendini çarpıcı biçimde ortaya koyuyor. Ülkemizde özel vakıf üniversiteleri, toplam öğrenci sayısının yalnızca % 4’üne eğitim veriyor. Oysa bu oran Güney Kore’de % 78, Hindistan’da % 60, ABD’de % 24.” (İşveren Dergisi, 2002)
SERMAYENİN ÜNİVERSİTEYE DOĞRUDAN MÜDAHALESİNİN ADI: TEKNOPARKLAR
Tüm dünyada, özellikle son 30 yıl içinde elde edilen bilimsel bilginin teknolojinin ve sermayenin hizmetine sunulabilmesi için, başta ABD olmak üzere, İngiltere, Fransa, Almanya ve Japonya gibi gelişmiş ülkelerde ve yeni sanayileşen ülkelerde bilim ve teknoloji parkları oluşturuluyor. Türkiye, bu sürece geç katılanlardan. Teknoparklarda gelişmekte olan Çin, Güney Kore, İsrail ve Hindistan gibi ülkeler ise, ağırlık kazanıyor. (Bkz. Ek 1)
Teknoparklar, 20. yüzyılın son çeyreğinden itibaren emek-yoğun teknolojilerin yerini bilgi-yoğun teknolojilerin almaya başlamasının ve küresel ticarette köklü değişim ve dönüşümlerin simgesi sayılıyor. İlk örneği, 2. Dünya Savaşı’nın ardından, ABD’nin Kaliforniya eyaletinde kurulan Silikon Vadisi. Şu anda, dünya üzerinde, çeşitli ülkelerde kurulmuş 1000 teknopark var. Amerika’nın 1950’li yıllarda dünya liderliğini ele geçirmesinin önemli bir nedeni olarak, teknoparklarda ortaya çıkan buluşları paraya çevirmesi gösteriliyor. Stanford Üniversitesi bünyesinde 1951 yılında kurulan Stanford Araştırma Parkı, Silikon Vadisi’nin oluşumunu sağladı. Stanford Üniversitesi’ndeki bilim adamları ile sanayi kuruluşlarının oluşturduğu sinerji, yaratıcı Ar-Ge çalışmaları, teknoparkı bir “zenginlik fabrikası”na dönüştürdü. Microsoft firmasının sahibi Bill Gates ve ortağı Paul Allen, işte böyle bir mekanizma sonucu dolar milyarderi oluyor. (www.milliyet.com.tr, 20.01.1998)
TÜRKİYE’DE TEKNOPARKLARIN GELİŞİMİ
Türkiye’de, ‘80 sonrası ihracata dayalı büyüme, dışa açılma ve yeni sermaye birikim stratejisi doğrultusunda, üniversitelerin misyonu da neo-liberal bir çizgide tarif edilmiş, bu doğrultuda yeniden yapılanma sürecine girilmiştir. Üniversitelere dair bu yöndeki teşhis ve analizler, YÖK, TÜBİTAK, TÜSİAD, DB ve Avrupa Çerçeve Programları’nın raporlarında yoğun olarak işlenmiştir. Üniversite eğitimi ile ilgili şura, toplantı, karar ve raporlara oldukça net bir şekilde yansıyan bu tespitlerin sonucunda, devlet üniversitelerinin yapısı ve eğitim içeriği, sermaye birikiminin ihtiyaçları doğrultusunda belirlenmiştir.
M. Özuğurlu, 1. Bilim-Teknoloji Şurası’nda, ezici çoğunluğunu üniversitelerden ve işveren çevrelerinden yaklaşık oranlarda gelen üyelerin oluşturduğu Üniversite-Endüstri-Devlet İşbirliği Komisyonu tarafından hazırlanan 1990 tarihli raporun, Üniversite Sanayi İşbirliği (ÜSİ) yolunda atılmış en kapsamlı fikri hazırlık olduğunu belirtiyor.
“Komisyon belgelerinde akademik kadroların yeni esaslara göre düzenlenmesinden, müfredata ve döner sermaye mevzuatına kadar uzanan ve sayısı 120’yi bulan değişiklik önerileri yer alıyor. Yeni YÖK yasa taslağına da feyiz vermiş olması muhtemel olan bu çalışma, üniversite sisteminde piyasanın yarattığı kaotik sonuçları sistemleştirerek, üniversiteyi sanayi(ci) ile işbirliğine hazırlıyor. ÜSİ’nin temelinde Ar-Ge faaliyeti yer aldığı için, önerilerin öncelikli ve ağırlıklı konusunu, araştırma olanaklarının düzenlenmesi oluşturuyor. Üniversitenin detaylı bir şekilde yeniden yapılanması, bu önceliğe bağlı olarak tanımlanıyor. Bu amaçla geliştirilen politika önerileri, ana hatlarıyla şöyle özetlenebilir:
-Üniversitelerde gerçekleştirilen araştırmaların yüzde 90’ını oluşturan ve lisansüstü eğitimin bir parçası olarak yapılan çalışmalar, salt akademik derece amacına bağlı olmaktan çıkarılmalı ve büyük ölçüde sanayi işbirliğinin ihtiyaçlarına yöneltilmelidir.
-Lisansüstü araştırma konuları, sanayinin gündemindeki konulardan seçilmeli; güdümlü araştırmaların denetiminde sanayiciler de yer almalıdır. “Sanayicilerin yönetiminde gerçekleşecek uygulamalı araştırma projeleri ÜSİ için kalkış noktası” oluşturacak ve böylece “profesyonel bilim ve teknoloji yönetimi”nin tesisi mümkün olacaktır.
-Profesyonel yönetim anlayışı içinde üniversite elemanları ve sanayiden uzmanlar -birbirlerinin programlarında kolayca yer alıp çalışabilmelidir. Aynı şekilde akademisyenlerin sanayide uzun süreli çalışmaları için yasal düzenlemelere gidilmelidir.
–ÜSİ, üniversite özerkliği ve özgür bilimsel faaliyet gibi, üniversitelerimizin temel sorunlarını da çözecektir. Yeter ki, “sanayici, bilimcilerin bağımsız entelektüel faaliyetlerine kaba müdahaleler yapmamak için duyarlı” olsun. Zira yeni düzenleme ile “akademik ortamın özel koruma gerektiren yapısı, belki de devletten çok sanayicinin sorumluluk alanına” girecektir.” (Özuğurlu, 2006)
Türkiye’de teknopark uygulaması, 1980’li yılların ortalarında gündeme gelmiş ve İstanbul Sanayi ve Ticaret Odası ile İstanbul Teknik Üniversitesi’nin işbirliği ile 1985 yılında uygulaması başlatılmıştır. Bu teknopark, 1986 yılında faaliyete geçmiştir. Daha sonraki yıllarda, İstanbul Teknik Üniversitesi ile KOSGEB arasında imzalanan bir anlaşma gereğince kurulan teknopark ise, Teknoloji Geliştirme Merkezi’dir. Ankara’da ODTÜ bünyesinde kuruluşunu tamamlayan teknoparkla birlikte İzmit Gebze TÜBİTAK MAM içerisinde oluşturulan teknoparklar, ilk örnekler arasındadır. DPT ve Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı (UNDP) Teşkilatı, 1990 yıllarında İTÜ, ODTÜ, Ege Üniversitesi, Anadolu Üniversitesi ve TÜBİTAK – MAM’da beş teknopark kurulmasına karar vererek, çalışmalara başlıyor. Bunun ardından, dört üniversite KOSGEB ile ortaklaşa, TÜBİTAK Marmara Araştırma Merkezi (MAM) is,e tek başına, Teknoloji Geliştirme Merkezi kurdu. Teknoparklarla ilgili 2001 yılında çıkan yasanın ardından, üniversiteler, hızla teknopark kurma sürecine girdiler. Şu anda, Türkiye’deki teknopark sayısı 24 ve bu sayının artması yönünde çok sayıda üniversite yoğun bir çaba içinde. (www.milliyet.com.tr, 20.01.1998)
Türkiye’de neo-liberal politikalara uygun olarak eğitim sistemi ve üniversiteler yeniden yapılandırılırken, üniversitelerin tümüyle sermayenin egemenliği altına girmesi yönünde girişimler, 2001’de, meyvesini teknoparklar şeklinde veriyor. 2001’de yayınlanan Teknoparklar Yasası ile üniversiteler piyasalaşma yönünde çok hızlı bir dönüşüm süreci içine giriyor. Bölgesel Kalkınma Projeleri’nin bir ayağı olarak da görülen teknoparklar, bu tarihten sonra, deyim yerindeyse, mantar gibi türemeye başlıyor. (Bkz. Ek 2)
4691 sayılı yasaya göre; yeni teknolojilere yönelik sanayicilerin (firmaların) üniversite veya diğer AR-GE kuruluşları olanaklarından istifade ile teknoloji veya yazılım ürettikleri, geliştirdikleri sitelere “teknopark” deniyor.
6 Temmuz 2001’de Resmi Gazete’de yayınlanarak yürürlüğe giren, 26 Haziran 2001 tarihli ve 4691 sayılı Teknoloji Geliştirme Bölgeleri Kanun Yönetmeliği’nde, amaç şöyle belirtiliyor: “Üniversiteler, araştırma kurum ve kuruluşları ile sanayinin işbirliği sağlanarak ülke sanayiinin uluslararası rekabet edebilir ve ihracata yönelik bir yapıya kavuşturulması maksadıyla teknolojik bilgi üretmek, üründe ve üretim yöntemlerinde yenilik yapmak, ürün kalitesini veya standardını yükseltmek, verimliliği artırmak, üretim maliyetlerini düşürmek, teknolojik bilgiyi ticarileştirmek, teknoloji yoğun üretim ve girişimciliği desteklemek, küçük ve orta ölçekli sanayicilerin yeni ve ileri teknolojilere uyumunu sağlamak, Bilim ve Teknoloji Yüksek Kurulu’nun önerileri de dikkate alınarak teknoloji yoğun alanlarda yatırım olanakları yaratmak, araştırmacılara ve yaratıcı girişimciliğe yönelik kişilere iş imkanı yaratmak, teknoloji transferine yardımcı olmak ve yabancı sermayenin araştırma – geliştirme birimleriyle birlikte ülkeye girişini hızlandıracak teknolojik altyapıyı sağlamak üzere oluşturulmuş ve içinde modern makina, donanım ve yüksek yazılıma sahip, Araştırma ve Geliştirme Merkezleri veya Enstitüleri, yeni ve yüksek teknolojilere dayalı ve çevre dostu üretim birimleri içerebilen, bünyesinde veya yakınında en az bir üniversitenin veya araştırma kurumunun bulunduğu, akademik, ekonomik ve sosyal yapının bütünleştiği Teknoparkların kurulup işletilmesidir.”
Teknoparklarda verilecek hizmetler ise, iki başlık altında toplanmış. Bunlar;
Danışmanlık Hizmetleri: Firma kuruluş danışmanlığı, Teknoloji danışmanlığı, Üretim planlaması danışmanlığı, Finansal sorumluluklar, Muhasebe ve finansman danışmanlığı, Hukuk danışmanlığı, Pazarlama danışmanlığı, Girişimcilere işletme denetimi danışmanlığı
Teknik Hizmetler: Sekreterlik ve haberleşme hizmetleri, Fotokopi, bilgisayar vb. kırtasiye dosyalama ve raporlama hizmetleri, Yazılım paketleri, Kütüphane, Laboratuar ve atölye imkanları, Sergi alanları, Patent katalogları, Veri tabanı ve uluslararası bilgi bankalarına ulaşım imkanı, ayrıca sosyal ve sağlık hizmetlerinin verilmesi için gerekli tedbirler alınır. (www.alomaliye.com)
TEKNOPARKLARDA SERMAYEYE SUNULAN AVANTAJLAR
Yerli girişimciler için: “Bölgede yer alan gelir ve kurumlar vergisi mükelleflerinin, münhasıran bu bölgedeki yazılım ve AR-GE’ye dayalı üretim faaliyetlerinden elde ettikleri kazançları, faaliyete geçilmesinden itibaren beş yıl süre ile gelir ve kurumlar vergisinden müstesnadır” hükmünden yararlanabiliyor.
Yerli veya yabancı girişimciler için: “Yatırımlarda Devlet Yardımları Hakkında Karar” uyarınca Yatırım Teşvik belgesi almaları halinde; teknoloji geliştirme bölgeleri gibi özel amaçlı belgelerde AR-GE yatırımları, bilişim teknolojisi yatırımları, yazılım geliştirme yatırımları, elektronik sanayi yatırımları, Bilim ve Teknoloji Yüksek Kurulu veya Türkiye Bilimsel ve Teknik Araştırma Kurumu tarafından belirlenecek öncelikli teknoloji alanında yapılacak yatırımlar ile bu bölgede yapılacak yatırımlar ve ileri teknoloji gerektiren katma değeri yüksek yatırım yaptıklarında;
a) Gümrük Vergisi ve Toplu Konut Fonu İstisnası
b)Yatırım İndirimi
c) Katma Değer Vergisi İstisnası
d) Vergi, Resim ve harç istisnası
e) Kredi tahsisi şeklinde T.C. devletinin destek unsurlarından yararlanacaktır.
Destek unsurları:
-Yatırıma konu makine ve teçhizat ithalinde gümrük vergisi ve toplu konut fonundan istisna
-İthal ve yerli teslimlerde Katma Değer Vergisi istisnası
-Yüzde 100 oranında Yatırım İndirimi
-Tüm yatırımlarda Bakanlığın uygun görmesi halinde, sabit yatırımın yüzde 30’una kadar kredi tahsisi.
-Devlet bütçesinden yatırım ve işletme kredisi
Yabancı veya yerli/yabancı girişimciler için:
-Yabancı Sermaye Kanunu hükümlerinden istifade
-Sermayenin nakden ya da makine ve teçhizat şeklinde konabilmesi, Royalty, lisans, patent ve marka gibi fikri hakların sermaye olarak kullanılması
-Kârın serbestçe transferi.
-Serbest hisse transferi
Ar-Ge Projelerine destek: TÜBİTAK (TİDEB), Türkiye Teknoloji Geliştirme Vakfı (TTGV), Dış Ticaret Müsteşarlığı İhracatı Geliştirme Etüd Merkezi (İGEME) , İhracat Pazar Araştırması Desteği (İPAD), (www.kobi-efor.com.tr.)
DEVLET SERMAYENİN HİZMETİNDE
18’inin tamamlandığını belirterek, teknoparkları yaygınlaştıracaklarını söyleyen Başbakan Yardımcısı Devlet Bakanı Abdüllatif Şener, üniversite sanayi işbirliğinde devletin üzerine düşeni yaptığına dikkat çekiyor.
“Faaliyette olan 10 teknoparkımız içinde toplam 382 firma var. Bunların 252’si yazılım, 54’ü elektronik, 24’ü telekomünikasyon, 43’ü savunma, 23’ü medikal-biyomedikal teknolojilerle ilgili araştırma geliştirme faaliyetleri yürütüyor. Oransal olarak ifade edersek; Türkiye’de teknoparklarda yer alan firmaların yüzde 72’si bilgi ve iletişim teknolojileri alanında, bunların yüzde 66’sı ise yazılım alanında faaliyet gösteriyor… Bu firmalardan 45’i akademisyenlerce kurulmuş veya akademisyen personel bu firmaların ortağı konumunda… Girişimciler, kendi ayakları üzerinde durabilecek seviyeye gelene kadar belirli bir dönem desteklenebilir. Bu konuda da halihazırda desteklerimiz mevcut. Yapılan son düzenlemelerle teknoparklar dışındaki firmalara da benzeri destekler verilebiliyor… Bu konuda belirtmek istediğim husus, devletimizin üzerine düşen görevi yapmış olduğudur. Yani arz tarafı hallolmuştur. Talep tarafında ise; devlet olarak sanayicimizin, girişimcimizin daha fazla Ar-Ge faaliyeti yapmasını, sunduğumuz bu imkânlardan daha fazla yaralanmasını bekliyoruz…” (Bilişim Dünyası, Aralık 2005)
Çukurova Üniversitesi Teknoloji Merkezi’nin temel atma törenine katılan Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik ise, Türkiye’nin teknoloji geliştirme bölgelerini açmada geç kaldığına dikkat çekerek, 2002’de 3 olan teknokent sayısının 23’e ulaştığını ve buralarda 576 şirketin faaliyet gösterdiğini, 25’i yabancı sermayeli şirketlerin teknokentler aracılığıyla 450 milyon dolarlık yatırım yaptığını belirtiyor. (Ekspres Gazetesi, 28.03.2007)
TEKNOPARKLAR VE AB 6. ÇERÇEVE PROGRAMI
Tek para konusunda attığı adımlardan sonra, Avrupa Birliği, ekonomik alanda ABD ve Japonya’yı geçmek için çerçeve programları geliştiriyor. Avrupa Komisyonu tarafından Aralık 1999’da kabul edilen eAvrupa Girişimi, Avrupa’yı dünyanın en dinamik ve rekabet gücü en yüksek, bilgiye dayalı ekonomisine dönüştürmeyi amaçlıyor. (İşveren Dergisi, 2002) 2002 yılında oluşturulan ve Avrupa’nın AR-GE kaynaklarının büyük bölümünü yönlendirme olanağına sahip olan Çerçeve Programları, üye ülkelerin çeşitli vergiler vb. yollardan yaptıkları katkıların yanı sıra, ortak üye konumundaki ülkelerin GSMH’ları oranında ödemek zorunda oldukları katılım paylarından oluşuyor. Türkiye de “AB 6. Çerçeve Programı” üyesi. Bu programların amacı, AB politikaları ile ters düşmeyecek bilimsel çalışmaları finanse ederek kalkınmayı sürdürmek ve yaşamı daha kolay kılmak olarak ifade ediliyor. 6. Çerçeve Programı diye adlandırılan bu programa, Türkiye de, yaklaşık 250 Milyon Avro vererek katılmış. Programdan alabildiğinin ise, 50 milyon Avro civarında olduğu söyleniyor. Üye ülkelerin fon ayırarak katıldığı Çerçeve Programları’nda, Türkiye, kattığından daha az pay alabilmiş. İsrail ise, kattığından daha fazla alan ülkeler arasında. Bu programın amacı, başta üniversite araştırmacıları olmak üzere, KOBİ’lere büyük bütçelerle destek vermek. Türkiye de, teknoparklarda kurulan koordinasyon ofisleri aracılığıyla AB’nin KOBİ’ler için ayırdığı 1.320 Milyar Avroluk miktardan mümkün olduğu kadar pay alabilmeye çalışıyor. (Sukan ve Temel, 2003)
“TÜRKİYE’DE İKLİM DEĞİŞİKLİĞİ VE AKADEMİDEKİ ZİHNİYET DEĞİŞİMİ”
Devletin nikah kıyıcılığında, teknoparklar şeklinde, üniversite ve sermaye arasında yaşanan evlilik süreçleri, akademi ve iş dünyasını oldukça birbirine benzetmiş. Sürecin işleyişine dair iş dünyası ve akademiden yapılan tespitler ve açıklamalar birebir örtüşüyor. Bölgesel kalkınma planlarının da bir parçası olarak, Türkiye üniversitelerinde çok hızlı bir şekilde yaşanan dönüşüm sürecinde alan memnun, satan memnun.
Tablonun daha iyi anlaşılması için, yaşanan pratiğe ışık tutan nitelikte derlediğim makale, dergi ve gazete haberlerini aşağıda özetledim. Aşağıda çeşitli yayınlardan aldığım bölümler, üniversite, devlet ve sermaye arasındaki ilişkilerin niteliğini ortaya koyması açısından olduğu kadar, eğitimin piyasalaştırılmasının üniversitede yarattığı “zihniyet değişimi”ne de ayna tutması bakımından önem arz ediyor.
Teknoparklar konusunda araştırma yapan A. Göker, çalışmasında önemli bilgiler sunuyor. Göker, üniversite-sanayi ilişkilerinin “Ulusal İnovasyon Sistemi” kavramı çerçevesinde ele alınışını XIX. Yüzyıl’ın ilk yarısına, o dönem iktisatçılarından Friedrich List’e (1789-1846) kadar gittiğini belirtiyor:
“Teknoloji, üretim makinalarında, üretim yöntemlerinde, ürünlerde ‘yenilik’ yaratmayı; bu yenilikler de, üretimi artırmayı, prodüktiviteyi yükseltmeyi, dolayısıyla da, rekabet üstünlüğü ve kârı artırmayı sağladığı için önemliydi. List’in Almanya için ortaya koyduğu teknoekonomi politikası, bu ulusal inovasyon sistemini kurmayı hedef almaktaydı. Bu sistemin üç ana unsuru vardı: Sanayi, Devlet Mekanizması ve Üniversite… Almanya bu çabayla 30 yılda İngiliz sanayisine yetişiyor.”… “İnovasyon süreci olarak tanımlayabileceğimiz bu süreç, aslında, bugünün terminolojisi ile ve biraz da basitleştirerek söylersek, bilginin ekonomik bir faydaya (örneğin, ticari bir ürüne) dönüştürülmesini ifade eder. List’in modelinde, bilgiyi üretecek, bunun için gerekli araştırmaları yapacak olan üniversitedir; bunu ticari bir ürüne dönüştürecek olan da sanayidir. Ama, bu iki ayrı unsurun, beklenen işlevleri yerine getirebilecek düzeyde geliştirilebilmesi ve inovasyon sürecinin doğası gereği, sistemsel bir bütünlük içinde çalıştırılabilmesi için gerekli önlemleri devlet alacaktır.” (Göker, 2000, vurgular yazara ait)
M. Halis ve S. Bayrak, üniversite-sanayi işbirliğini piyasa temelinde bir toplumun kalkınabilmesinin vazgeçilmezi olarak görenler arasındalar. Denizli’deki Teknopark için çalışma yürüten Halis ve Bayrak, teknoparklar ve piyasa ekonomisinin üniversitelere ayrılan kaynakların israfını önleyeceğini savunarak şunları kaydediyorlar:
“Günümüz iş dünyasında bilgi, yeni zenginlik kaynağı ve rekabet silahıdır… Özellikle çok geniş yeni pazarlar açan ve kaçınılmaz olarak çok sayıda yeni rakipler getiren küreselleşme ve giderek sertleşen küresel rekabet, işletmelerin katma değerinde bilginin ve bilgiye dayalı entelektüel sermayenin değerini her geçen gün biraz daha artırmaktadır… Üniversitelerin yapacakları araştırma ve incelemeler, yetiştireceği insan kaynakları, toplumsal hayat ve ekonomik sektörler için optimum yarar sağlayacak bir arz-talep dengesi içerisinde olmalıdır… TKY kapsamında, bütün mal ve hizmet üreten organizasyonların faaliyetlerinde, müşteri odaklı olunması gerekliliği, müşteri-tedarikçi ilişkilerinin üniversite kurumları için de geçerli bir yaklaşım olduğunu göstermektedir… Sanayiye cevap vermeyen bir üniversite, uygulamaya geçirilemeyen bilgi üretimi nedeniyle potansiyel bir yük olur. Bilgiyi üretme, taşıma ve harekete geçirmede rekabeti ve piyasa mekanizmasını dışlayan dolayısıyla bilgiyi yönetemeyen bir üniversite için Betty Zucker şöyle demektedir: ‘Böyle bir üniversite zeki insanların koleksiyonudur, ama kolektif zekanın örnekleri değil’ (Stewart, 1997: 82) Yastık altındaki para gibi, paylaşılmayan bir bilgi, hareket etmeyen bir entelektüel sermaye yararsızdır…” (Halis ve Bayrak, 2002)
Hem üniversitede hem de özel sektörde görev üstlenmiş olan ODTÜ Bilgisayar Mühendisliği Bölümü’nden Doç. Dr. Veysi İşler, Türkiye’de bir iklim değişikliğinin yaşanmakta olduğunu söylüyor. Teknoparkların özel sektör ile üniversitelerin uzlaştırılmasına önemli katkı sağladığına belirten İşler, pek çok vergi muafiyetiyle birlikte sorgulanmaya başlanan teknoparklardaki suiistimallerin ise ihmal edilebilir olduğunu savunuyor. “Yazılım dışında bir gözlük üreteceksiniz, bu gözlüğün yeni özellikleri olacak, o da AR-GE olarak tanımlanabiliyor. O da muafiyetlerden yararlanabiliyor” şeklinde açıklamada bulunan İşler, teknoparklardaki şirketlerin muafiyet kapsamını genişleterek kârlarını artırabilmesi, şirketlerin vergiden kaçmak üzere buralara yönelmesi gibi durumlar için, “Pire yüzünden yorganı yakmayalım” diyor. Üniversitelerde zihniyet değişikliği olmaya başladığını söyleyen İşler, bu değişim ise şöyle belirtiyor: “Artık öğretim üyelerinden daha fazla proje yapmaları isteniyor. Bunlara dokunmamak, aksine teşvik etmek lazım.” (www.emo.org.tr)
Teknoparklar konusunda Türkiye’nin en başarılı örneği olarak ODTÜ gösteriliyor. ODTÜ Teknopark’ta, yazılım dışındaki en önemli yatırım alanı ise savunma sanayii. ODTÜ Rektör Yardımcısı, Ortadoğu Teknopark A.Ş Yönetim Kurulu Başkanı Prof. Dr. Canan Çilingir, Türkiye’nin ucuz işgücüyle tekstil, gıda, mobilya, ayakkabı gibi alanlarda rekabet etme şansının kalmadığını ve teknolojide rekabet edebilmesi gerektiğini belirtiyor: “Üniversitenin altyapısı zengin, teknolojik altyapısı çok iyi, internet ortamımız çok iyi. Bu şirketler için iyi bir olanak yaratır. Ankara aslında bir sanayi şehri değil. Ama yazılım türü, savunma sanayi türü girişimlerin Ankara’da ağırlıklı olabileceği ortaya çıktı… Bugün 2000’in üzerinde çalışan var. Bunun yüzde 80’i fen veya mühendislik eğitimi almış kişiler. Bu da ciddi bir AR-GE potansiyelini ortaya çıkarıyor. 2 bine yakın araştırıcının, üniversitede de o kadar araştırıcı olduğunu düşünürsek 4 bin araştırıcının aynı mekânda buluştuğu büyük bir araştırma parkı haline geldi… Asıl önemli olan, Türkiye’nin geçtiğimiz yıllarda AB 6. Çerçeve Programı’na girmesiyle birlikte Teknopark şirketlerinin üniversite birimlerimizin ortak proje önerileri ortaya çıkmaya başladı. Kızılötesi sensörler, mesela bazı helikopterlerin, Skorsky gibi, yazılımları ODTÜ Teknopark’ta geliştiriliyor. 2004 yılında teknoparkın cirosu, iş hacmi 60 milyon dolardı. Bunun içinde 15 milyon doları yurtdışına ihracattı. Türkiye için 15 milyon dolar para değil. Ama bu bir başlangıçtı. Bunun üzerine çok şey inşa edebiliriz diye düşünüyorum. Türkiye’nin artık geleneksel ürünlerle dünyada rekabet etmesi çok zor. Bir Çin olgusunu hepimiz biliyoruz. Tekstil, gıda, mobilya, ayakkabı üretimiyle rekabetçi olamıyoruz. Çünkü artık ucuz değiliz, bizden daha ucuzları var. O yüzden tek rekabet edebileceğimiz alan teknoloji alanı kaldı… Bugün dünyada yarışıyoruz dersek, çok doğru olmayabilir. Adımımızı attık… Şu anda teknoparkta bir araştırmada çalışan 50-60 öğretim üyemiz vardır. Geçtiğimiz 2 yılda 200 dolayında öğretim üyemizi teknoparktaki şirketlerde görevlendirdik. Öteden beri, ‘Üniversite sanayi işbirliğini geliştiremiyoruz’ diye şikayet ederdik. Teknoparkların en büyük yararı bu oldu. Bu olayın bir boyutu. İkinci boyutu, bizim öğrencilerimiz, part time, stajyer öğrenci olarak teknoparkta çalışmaya başladılar. TÜBİTAK projelerine, AB projelerine ortak teklif verebiliyoruz. Bu daha kritik bence. Öğretim üyesi sadece bir danışman gibi değil de bir partner gibi davrandığı için proje fikri baştan birlikte geliştiriliyor, projenin gelişimi birlikte izleniyor, projenin daha baştan bilimsel temellere oturmuş olması sağlanıyor. Bu üniversiteye ve üniversitenin de onlara bir katkısı diye düşünüyorum…” (www.emo.org.tr)
SERMAYE DURUMDAN MEMNUN
Devlet, sermaye ve üniversite üçgeninde işleyen teknopark sürecine dair bir de iş dünyasından bir yoruma yer vererek bu bölümü kapayalım. ODTÜ Teknopark’ta yeri bulunan Koç System Test Entegrasyon ve Bakım Birim Yöneticisi Nihat Tüfekçi, Bilişim Dergisi’ne şunları belirtiyor:
“Ulaşım sorunu var, altyapı yeterli değil Yaklaşık 2000 yılından beri ODTÜ Teknokent’teyiz. Beşinci yılımızı dolduruyoruz. Buraya geliş amacımız, üniversitenin araştırma olanaklarından ve öğretim üyelerinin projelerimizdeki ortak çalışmalarından faydalanabilmek, devletin sunduğu vergi avantajlarından yararlanabilmek ve teknolojik olarak burada var olan altyapıyı kullanarak diğer firmalarla da işbirliği yapabilmekti. Bunların ne kadarını yapabiliyoruz diye bakarsak, vergi avantajından tabii ki faydalanıyoruz. Belirli koşullar çerçevesinde öğretim üyelerinden, öğrencilerden faydalanma imkânımız da var. Stajyer bulmak çok rahat…” (Bilişim Dünyası, Aralık 2005)
“HANİ BİZİM UZAY ÜSSÜ GİBİ TEKNOPARKLARIMIZ OLACAKTI!”
Devlet erkânı, akademi ve iş çevreleri teknoparklar hakkında oldukça olumlu değerlendirmeler yaparken, Bilişim Dünyası, Aralık 2005 sayısında, tablonun pek de parlak olmadığını gözler önüne sermiş. Teknoparklara karşı olmamakla birlikte, ortaya çıkan tablo karşısında, Bilişim Dergisi hayal kırıklığını ifade ediyor. “Amaç kâr değil teknoloji olmalı” başlıklı haberin giriş kısmında mevcut tablo iyi yansıtıldığı için, önemli bir kısmını aktarıyorum:
“Hani bizim uzay üssü gibi teknoparklarımız olacaktı! 2001’de çıkan yasayla mantar gibi teknoparklar bitmeye başladı Türkiye’de… Dünya Bankası’nın desteğiyle de Ar-Ge yapan sanayiciye ucuz kira, iletişim altyapısı gibi avantajlar sağlayan, ağır vergi yükünden muaf tutan teknoloji geliştirme merkezleri kurulacaktı. Ancak bu toz pembe rüya çabuk bitti. Şimdi teknopark gibi görünen arazilerin üzerinde ot bitiyor, kâr amacı güden merkezlerin kiraları ise el yakıyor. 90’ların sonunda bir rüya gördük. Tozpembe renklerin hâkim olduğu bu rüya, Sanayi Bakanlığı ve Dünya Bankası’nın vaatleri sayesinde gerçek olacaktı. Çok yakında teknoloji fakiri ülkemiz mantar gibi kurulacak merkezlerde dünyayla yarışan teknolojiler geliştirecek, araştırma geliştirmeye para harcayamayan şirketler ve parlak beyinler bu merkezler sayesinde hayallerini gerçekleştirecekti. Teknoparklar, Ar-Ge yapmak isteyen şirketlere kapılarını sonuna kadar açacak, uygun kiralarla düşük maliyetli internet ve telefon gibi iletişim altyapısı hizmetleri verecekti. 2001 yılında yasanın kabulü ve Dünya Bankası’nın teknopark kuracak şirketlere sunduğu geri dönüşümsüz krediyle birlikte başvurularda patlama yaşandı. Birçok üniversite teknopark şirketi kurdu, destekler alındı. Öyle ki Türkiye bir anda teknopark cenneti oldu. Ancak rüyanın sonu pek de hayırlı görünmüyor. Birkaç masa, bir sekreter. Hiç de hoş olmayan tabloya göre, kağıt üzerinde teknopark şirketi görünen birçok arazinin üstünde bugün otlar bitiyor. Başarılı olup, bir teknoloji merkezi haline gelenlerin ise kâr amacı güden şirketler haline geldiği eleştirileri sıklıkla gündeme gelen tartışmaların ana maddesini oluşturuyor. Birkaç başarılı örnek hariç tutulursa, gerek teknoparklardaki şirketlerin gerekse bu merkezlerden yararlanmak isteyen yazılım şirketlerinin ortak şikayeti kiraların hiç de cazip olmadığı. Üstelik iletişim altyapısı da teknopark yönetimleri tarafından sağlanmıyor, buralarda ofis açan şirketler kendi başlarının çaresine bakıyor. Şikayetler bunlarla da sınırlı değil. Teknoparkların şehir dışına kurulması, ulaşım ve sosyal hayatın sınırlanması gibi olumsuzlukları beraberinde getiriyor. Geriye bir tek avantaj kalıyor, o da vergi muafiyeti. Hal böyle olunca da bazı şirketlerin sadece bu avantajdan faydalanmak için teknoparkta açtıkları ofislere birkaç masa ve sandalye koyup, bir de sekreter bulundurdukları söyleniyor. Gerçekten Ar-Ge yapan, ürün geliştiren şirketlerin çoğu da gerek bu tür dezavantajlar gerekse başvuru kuyruklarının uzun olması nedeniyle teknoparklarda yer alamıyor. Onların ortak talebi, teknoloji merkezine sağlanan vergi muafiyetlerinin tüm bilişim sektörüne genelleştirilmesi. Bu saydıklarımız buzdağının sadece görünen kısmı. Gerek Türk sanayisi gerekse bilişim sektörü yıllardır teknoparkları tartışıyor. Bilişim Dünyası’nın bu sayısında Türkiye’nin kanayan yaralarından biri olan teknoparkları ele aldık, A’dan Z’ye bir dosya hazırladık. İşte tozpembe rüyanın sonunda Türkiye’nin geldiği nokta…” (a.g.e, 2005)
DEĞERLENDİRME: ÜNİVERSİTE-SANAYİ İŞBİRLİĞİ VE TEKNOPARKLAR
Üniversite-sermaye ve devlet ilişkisinin bir ürünü olan teknoparklardaki mevcut durum tespiti üzerine yukarıdaki ifadeler, söyleyecek fazla şey bırakmıyor. İşin trajik tarafı, tablo içler acısı bir durumdayken, üniversite-sermaye işbirliğini savunan akademisyenlerden bu yönde şikâyetlerin olmaması. Bu da, şirketleşme mantığının akademik yaşam üzerindeki etkisinin boyutunu gösteriyor. Üniversitelerin ve bilginin işlevi, üniversite ve üretim süreçleri arasındaki ilişkinin tarzı üzerine eleştirel yaklaşan az sayıda bilim insanı dışında, ne yazık ki, akademisyenlerin çoğu piyasa mekanizması içinde üniversite ve sermaye arasındaki işbirliği fikrini içselleştirmiş. Hatta bazı akademisyenler (yukarıdaki alıntılarda görülebileceği gibi), eleştiri adına, işi, bu yönde çaba ve yapılanma içine girmeyen üniversiteleri toplumun sırtında gereksiz bir yük görmeye kadar vardırıyor. Üniversitelerdeki bu durum, neo-liberal düşüncenin hâkimiyetinin ve bilginin ticari bir metaya dönüşmesi fikrinin içselleştirildiğinin çok somut bir göstergesi. Bu fikrin akademik kadrolarca içselleştirilmesi ise, mevcut yapının bile olumsuzluklarının görmezden gelinmesine neden oluyor. Neredeyse, işverenler, sürece dair, akademiden daha fazla eleştiri yapıyor!
“ÜSİ yaklaşımı içinde ‘sanayi’ kavramı, bütün aktörleri ile sınai yapıyı değil, sadece sanayiciyi içermekte; resmi metinlerde ‘sanayi’ ve ‘sanayici’ kavramları, bağlamına göre, birbirinin yerine sorunsuz bir şekilde kullanılmaktadır… Böylece firmanın, dolayısıyla sanayinin, dolayısıyla ekonominin rekabet gücünü yükseltmek, üniversiteler ve bilim insanları açısından, sırasıyla, ulusaI bir ödev, toplumsal bir sorumluluk ve bilimsel faaliyet için yaşamsal bir ihtiyaç olmaktadır. Görüldüğü gibi, üniversiteler ve akademisyenler, sanayi ile işbirliği yolunda globalizmin egemen söylemiyle yoğrulmuş baskıcı bir retorikle karşı karşıyadır. Zira ÜSİ’ye kuşkuyla bakanların çağdaşlığı ve bilimselliğinden olduğu kadar, topluma ve ulusa karşı sorumluluklarından da kuşku duyulacaktır.” (Özuğurlu, 2006)
“Küresel” bir dünyada ekonomi yarışında başarılı olmanın önemli bir dayanağı olarak görülen teknoparklar, bölgesel ve ulusal kalkınmanın yolu olarak gösteriliyor. Sürecin mantığını savunan akademi çevresi, ne pahasına olursa olsun teknoloji geliştirmenin şart olduğu düşüncesinden hareket ediyor. USİ’yi savunan akademi ve bilim dünyası, “ulusal bilim ve teknoloji” politikasının öznesi olan girişimci firmaların kazanç ve rekabet gücünün artmasını ülkenin kazancı olarak görüyor. Sürece dair yapılan değerlendirmelerin hemen hepsinde bu durum açık bir şekilde görülüyor. Şirketlerin gelişmesi, maliyetlerin düşmesi, kârların artması, ürün ve teknolojinin gelişmesi bütün toplumun gönenci ve ortak çıkarıymış gibi yansıtılıyor. Sosyal sınıflardan oluşan toplumun bu yönü görmezden gelinerek, süreç “ortak iyi”ye işaret eden ideolojik bir yaklaşımla ele alınıyor. Bütün değerlendirmelerde tozpembe bir tablo çiziliyor. Yaratılan istihdamdan, vergi muafiyetlerinden, şirket ve üniversitelerin kazançlarından sıklıkla bahsedilirken, teknoparklarda yoğun bir çalışma ortamında sömürülen stajyer öğrencilerin, kafa ve kol emekçilerinin aldığı ücretler ve çalışma koşullarına dair tek bir satır dahi görülmüyor. Devlet erkânı, akademisyenler ve şirket yöneticileri sunulan vergi avantajlarına değinirken, yoksul kesimlerden ve emekçilerden alınan dolaylı vergilerin arzı arttırmak adına sermaye kesimine desteğe dönüştürüldüğüne dair bir tek tespite yer verilmiyor. Doktora öğrencilerinin, araştırma görevlilerinin, öğretim elamanlarının nasıl şirketlerin nitelikli bir personeline dönüştüğü üzerine ufak bir şikâyet dahi ifade edilmiyor. Onlara göre, teknokentlerde mutlu bir yaşam, tozpembe bir gelecek ve kalkınmış bir ülke bizi bekliyor.
Üniversitelerin sermayenin tahakkümüne girmesine karşı çıkanlar açısından, sorun, üniversite ve sanayi arasında bir ilişkinin olması değil, üniversite sanayi işbirliği ve ilişkisinin niteliği üzerinedir. Dolayısıyla biz bilimsel faaliyetlerin sistematik bir tarzda yürütüldüğü, bilimsel düşünce ve tekniklerin üretildiği, bilimsel keşiflerin gerçekleştirildiği kuruluşlar olarak üniversitelerin, demokratik ve özerk bir ortamda faaliyetlerini sürdürmesinden yanayız. Ancak böylesi bir ortamda bilimsel faaliyet yürüten üniversiteler, doğal-fiziki çevreyi, ekolojik dengeyi bozmayacak nitelikte bilgi, teknik ve yöntemleri toplumun hizmetine sunabilir. Oysa ki piyasa temeli üzerinden kurulan üniversite sanayi işbirliği, üniversitelerin özerk yapısını bütünüyle zedelerken, bilimsel özgürlüğü ise yok ediyor. Teknoparklarda üretilen bilimsel bilgi, şirketlerin sermaye birikimini artırmak üzere temel bir girdi olarak kullanılıyor. Neo-liberalist yönde eğitim parası olanın yararlanabildiği bir metaya dönüşürken, üniversiteler de kâr amacı güden ve sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda projeler üreten bir fabrika haline geliyor. Teknoparklar aracılığıyla sermaye grupları halkın vergileriyle oluşturulan kamu olanaklarından ‘sınırsız’ bir şekilde yararlanmakla birlikte, bilim insanları, akademik personel ve öğrencilerin beyin gücünü sömürerek kârlarını artırıyor. Kıt kaynakların kullanım hakkının maksimum kâr, etkenlik ve verimlilik esaslarına göre şekillenen piyasa ekonomisinin yoğun rekabeti ortamında sermaye birikiminin dizginlerine bırakılması, toplumu ve doğayı yıkımlara sürüklemiş ve sürüklemektedir. Emek sömürüsü, silahlanma yarışı, nükleer ve kimyasal silah üretimi, çevreyi zehirleyen ve yok eden sanayiler, kapitalist üretim tarzı ve sermaye birikimi, 20. yüzyılda dünyayı iki büyük savaş ve yıkımla karşı karşıya bırakmıştır. Bugün de, yoğun rekabet ortamı, bölgesel savaşlar ve yıkımlar şeklinde sürüyor. Ekolojik denge giderek bozulmakta, küresel ısınma toplum yaşamını tehdit etmektedir. Zenginlik ve yoksulluk iki ayrı kutupta birikmekte, işsizlik artmakta, toplumsal sınıflar arasında eşitsizlik derinleşmektir. Bu olgulara dair yığınla veri vardır. Dolayısıyla kapitalist sermaye birikiminin toplumsal sonuçlarını dikkate almayan, sermaye grupları arasındaki yoğun rekabetin toplum ve doğa yaşamı üzerindeki etki, tehdit ve tahribatlarını görmeyen bir yaklaşımla, piyasa ilişkisi üzerinden körü körüne üniversite sermaye işbirliğini savunmak, bilim insanı etiğine de sığmayacak bir yaklaşımdır.
Üniversite-Sanayi işbirliğinin program eleştirisini yapan Özuğurlu, süreci özgür bilim pratiği açısından eleştirel bir şekilde sorguluyor:
“Üretimin bilime dayalı yapısıyla gelişen ilişkiler setini ulusal ölçekte sistemleştiren ve kısaca ‘bilim politikası’ başlığıyla adlandıran müdahaleci devlet politikaları ise, II. Dünya Savaşı’ndan sonra ortaya çıkmıştır. Bilim politikası, Keynes’gil makro iktisadın ve kalkınma iktisadının tamamlayıcı unsuru olmuştur… Bu süreç boyunca üniversite kurumu, ulusal bilim politikası içinde genellikle devlet dolayımıyla yerini alırken, 1970’lerle birlikte bu ilişki biçimi çeşitlenerek dönüşmeye başlamıştır. Yaşanan dönüşümün en çarpıcı yanını, üniversitenin kurum olarak özel sanayi sermayesi ile girdiği organik ilişki oluşturmuştur… 1980’lerle birlikte üniversite, yenilik (inovation) sisteminin bir parçası olarak araştırma-geliştirme faaliyetlerine girmek ve global pazarda rekabet edebilecek “insan sermayesini” yetiştirmek seçenekleriyle karşı karşıya bırakıldı. Artık üniversiteden, “teknoloji belirlenimli ekonomide, yeni sanayilerin ‘kuluçka makinası’ olması beklenmektedir. ÜSİ’yi, bu beklentinin programatik ifadesi olarak değerlendirmek mümkündür…
“Öyle anlaşılıyor ki, bilim topluluğu yeni yüzyıla, bilimsel bilginin hangi saiklerle üretileceği ve hangi yollarla yayılacağı gibi kadim sorular etrafında yeniden saflaşarak girecektir. Bilgi üretimi kendi meşruiyetini insanın özgürleşme (emancipation) ereğine mi, sermayenin kâr motifine mi dayandıracaktır? Sermaye, 19. yüzyılın sonlarında olduğu gibi, 20. yüzyılın sonlarında da bu soruyu güncelleştirmiştir…” (a.g.e, 2006)
SONUÇ YERİNE
Bilimin gayesi insanlığın gönenci doğrultusunda bilgi ve teknolojilerin üretilmesidir. Bu bağlamda, bir yandan mevcut olanı geliştirme ve yeni buluşlar gerçekleştirme yönünde bilimsel bir çaba içinde bulunan bilim insanlarının, öte yandan bilim ve teknolojinin sadece belirli kesimlerin çıkarlarına değil, doğal çevreye zarar vermeyecek, ekolojik dengeyi bozmayacak şekilde toplumun ortak çıkarlarına kullanımını sağlamak yönünde bir sorumluluğu vardır. Onun için, bilimsel faaliyetlerin sistematik bir çerçevede yürütüldüğü bilim yuvaları olarak üniversitelerin, sanayi ile olan ilişkilerini bu temelde kurması gerekir.
“Burjuvazinin eğitim hakkını savunduğu aydınlanma dönemindeki ilerici işlevi kapitalist ilişkilerin gelişmesi ile büyük ölçüde işlevini yitirmiştir. Kapitalist toplumsal ilişkilerin belirleyiciliğinin artması, ‘eğitim hakkı’nın kapitalist toplumsal ilişkilerin tanımladığı ‘hiyerarşik’ yapı içinde hızla dönüştürülmesine, dahası eğitimin ‘içerik’ olarak insanın ‘yaratıcı özne’ potansiyelini kapitalist ekonominin tanımladığı yarar ilkesi içinde yeniden tanımlanmasına neden olmuştur.” (Ercan, 1996c) Neo-liberal politikalar, başta üniversiteler olmak üzere, eğitimi, sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda hızla yeniden yapılandırıyor. Piyasa ekonomisi üzerinden üniversite-sanayi işbirliği de sermayenin eğitim üzerindeki tahakkümü olarak işlev görürken, bu süreç, toplumsal eşitsizliği ise derinleştiriyor. Oysa ki adalet, eşitlik, özgürlük ilkeleriyle insan haklarını geliştirme ve insan yaşamını ilerletmeye yönelik bilimsel bir çaba içinde olması ve bilimsel faaliyetleri bu yönde kullanması gereken üniversiteler, bilginin metalaştırıldığı bir ticari kuruluşa dönüşüyor. Bağımsızlığını tümüyle yitiren üniversitelerin şirketleşmesi, üniversite öğrencileri, çalışan ve öğretim kadrolarını sermayeye hizmet eden birer personele dönüştürüyor. Teknoparklar üzerinden Türkiye üniversitelerinde yaşanan değişim de bu yönde. Dolayısıyla bugün üniversite sanayi işbirliği şeklinde gelişen eğitim ve öğretim süreci, bilimi bir yol ayrımıyla karşı karşıya bırakmıştır: Ya sermayenin kâr ve rekabet güdüsüyle toplum ve doğayı uçuruma sürüklemesine seyirci kalmak ve onay vermek ya da toplumun ve doğanın sermayenin tahakkümüne girmesine karşı çıkmak.
KAYNAKÇA
Bilişim Dünyası Dergisi, Aralık 2005
Eğitim Hakkı, (2005) 4. Demokratik Eğitim Kurultayı, Ankara: Eğitim-Sen Yayınları
Ekspres Gazetesi, 28.03.2007
Ercan, Fuat. (1998) Eğitim ve Kapitalizm, İstanbul: Bilim Yayıncılık
Özuğurlu, Metin. (2006) Üniversite-Sanayi İşbirliği Programının Eleştirisi, Sosyal Araştırmalar Vakfı
www.tisk.org.tr
www.alomaliye.com
www.universite-toplum.org
www.inovasyon.org
www.manas.kg
www.emo.org.tr
www.kobi-efor.com.tr
www.milliyet.com.tr
www.hazine.gov.tr
EK 1- Teknoparkların dünyadaki durumu:
ABD:
*Araştırma Üçgeni Parkı (Research Triangle Park ), North Carolina (1959): 1994’de 65 araştırma şirketi, 55 hizmet şirketi, 34.000 çalışan…
*Roude 128 (128. Karayolu), Massachusetts Institute of Technology (MIT): Boston yakınlarında bulunuyor.
*Silikon Vadisi ( Silicon Valley), Stanford Üniversitesi (Kalifornia):1950’de kuruldu. 3000 firma, 40.000 işçi, 6000 araştırmacı çalışıyor. ABD’de teknopark gelişimine örnek olarak “Silikon Vadisi” bulunuyor. Bilgisayar ağırlıklı çalışmaları ile dünyada adını duyuran Silikon Vadisi, dünyanın çeşitli ülkelerinden toplanan 1.6 milyon insanı bölgede topluyor. Bölgede dünya devleri IBM, Hewlett Packard gibi 250 firma yer alıyor.
İngiltere:
*Heriot-Watt Araştırma Parkı,
*Science Park (Cambridge) (İngiltere’de en büyük bilim parkı ),
*Science Park (Merseyside) (1982),
*Science Park (Oxford) 1988’de İngiltere’nin teknoloji bölgesi UK’da Teknoloji Parkı sayısı 38’e ulaşmıştır.
Fransa:
20 dolayında Teknoloji Parkı bulunuyor. Bilgisayar, elektronik ve otomasyon, tıp, eczacılık, kimya biyoteknoloji ve eğitim alanlarında çalışan 600 şirket var.
*Sophia Antipolus (1969),
*Grenoble – Meylan,
*Toulose
Japonya: Japonya Teknoloji Geliştirme Merkezlerini Teknopolis adı altında kuruyor. Teknopolislerden sorumlu kuruluş Uluslararası Ticaret ve Sanayi Bakanlığı (MITI) olup etkin bir işleve sahip. Avustralya’daki benzer oluşumlara destek veriyor.
Çin: İlk teknoparkını 1985 yılında kurdu. 20 yılda 52 teknopark oluşturdu.
İsrail: İsrail’de 1946 yılında özel sektör girişimi ile ilk teknopark kurulmuştur. Staf Weirtheimer tarafından kurulan 4 adet teknopark halen dünya çapında rekabet edebilir ürünler üretmektedir. (Sanayi ve ekonomi dergisi KobiEfor, Ocak 2000)
EK 2-
Türkiye’nin faaliyette olan 19 Teknopark (2005)
ODTÜ Teknokent Teknoloji Geliştirme Bölgesi,
TÜBİTAK Marmara Araştırma Merkezi Teknoparkı,
İzmir Teknoloji Geliştirme Bölgesi,
Ankara Teknoloji Geliştirme Bölgesi,
GOSB Teknopark Teknoloji Geliştirme Bölgesi,
Hacettepe Üniversitesi Teknoloji Geliştirme Bölgesi,
İTÜ Arı Teknokent Teknoloji Geliştirme Bölgesi,
Kocaeli Üniversitesi Teknoloji Geliştirme Bölgesi,
Eskişehir Teknoloji Geliştirme Bölgesi,
Yıldız Teknik Üniversitesi Teknoloji Geliştirme Bölgesi,
İstanbul Üniversitesi Teknoloji Geliştirme Bölgesi,
Selçuk Üniversitesi Teknoloji Geliştirme Bölgesi,
Batı Akdeniz Teknokenti Teknoloji Geliştirme Bölgesi,
Trabzon Teknoloji Geliştirme Bölgesi,
Çukurova Teknoloji Geliştirme Bölgesi,
Erciyes Üniversitesi Teknoloji Geliştirme Bölgesi.
2006 yılı içinde Erzurum Atatürk Üniversitesi, İzmir Dokuz Eylül Üniversitesi ve Mersin Üniversitesi’nde teknoparkların faaliyete başlaması bekleniyor…
Kaynak: www.kobi-efor.com.tr
EK 3: ODTÜ TEKNOPARK’TA FİRMALARIN SEKTÖREL DAĞILIMI
(www.emo.org.tr)