sınır ötesine taşan bir yıl sona ererken…

  

Türkiye, 2007’yi, sınır ötesi hava harekatlarıyla kapatıyor. Ve şu ana kadarki işaretler, bu harekatların 2008’e sarkan yönünün, politik, diplomatik ve ekonomik etkileriyle de sınırlı olmadığı gösteriyor. Görünen o ki, tüm bu etkilerle birlikte, bu hava harekatları 2008’de de devam edecek.

Washington’da yapılan Bush-Erdoğan görüşmesinin ardından, ABD’nin Türkiye’nin sınır ötesi operasyonuna “anlık istihbarat” vereceğinin açıklanmış olması ve PKK’nin Bush tarafından “ortak düşman” olarak nitelendirilmesi, Türkiye yönetenleri, medyası ve gerici sermaye partileri cephesinde ciddi bir “moral etki” yaratmıştı. Türkiye’nin PKK’ye sınır ötesi operasyon düzenlemesine izin vermediği gerekçesiyle ABD’ye küskün, kırgın ve hatta biraz da “kızgın” olan “çılgın Türkler”, ABD Başkanı’nın bu tavrıyla yatışmış, ABD’nin “sadık müttefiki” rolü, bu çevrelerce yine büyük bir gönüllülükte sahiplenilmişti. ABD’nin istihbarat ve diplomatik desteğiyle 2007’nin son 15 günü içinde arka arkaya gerçekleştirilen hava saldırıları, “sahte anti-Amerikancılar”ın maskelerini düşürüp, onları yeniden ABD’nin saflarına kazandırdı.

Sınır ötesi hava harekatlarıyla girilen süreç, sadece irili ufaklı sağ ve “sol” milliyetçi parti ve hareketler için değil, devletin zirvesi bakımından da yeni bir döneme girildiğinin işaretlerini veriyor. Örneğin devletin zirvesinden en rahat haber alan gazetecilerden biri olan Milliyet’ten Fikret Bila’nın, “Türkiye-ABD ilişkilerinde yeni dönem” üst başlığı ve Çuval artık geride kaldı (25 Aralık 2007) başlığı ile manşetten verilen yazısı, bu gelişmeleri ele alıyordu. Bila, ABD’nin verdiği istihbarat doğrultusunda K.Irak’ta PKK’ya yönelik art arda operasyon düzenlenirken devletin zirvesinde işte bu tür yorumlar yapılıyor dedikten sonra, şöyle devam ediyor: Yapılan değerlendirmelerde hakim görüş şöyle: 1 Mart tezkeresinin geri çevrilmesi ve çuval olayından bu yana iki ülke ilk kez birbirine bu kadar çok yakınlaştı. ABD’nin tavır değişikliği ve somut işbirliğine yönelmesi ilişkilerdeki sıkıntının geride kaldığını gösteriyor.

Bu değerlendirmeleri aktaran Bila, devletin zirvesinde henüz belirlenmiş, mutabık kalınmış, sonuçlandırılmış bir metin olmadığını, ancak çalışmaların sürdüğünü belirttikten sonra, Ancak devlet katında, özellikle güvenlik cephesinde benimsenen temel anlayışı yansıtabiliriz.

Bileşik kaplar etkisi

Devletin, PKK’yla mücadelede ‘bileşik kaplar’ etkisi gösterecek üç ayaklı bir anlayışı benimsediğini söyleyebiliriz:

1- PKK’nın dağ kadrosuyla silahlı mücadeleyi sürdürmek, istihbarat alındığında operasyonlara devam etmek,

2- PKK’ya katılımı en aza indirecek önlemleri hızla yürürlüğe koymak,

3- Eşzamanlı olarak dağ kadrosunu indirmeye yönelik önlemler almak.

Devletin güvenlik otoriteleri, bu üç ayağın aynı anda çalıştırılmasının PKK üzerinde ‘bileşik kaplar’ etkisi göstereceği düşüncesinde.

‘Nasıl’ sorusuna verilen yanıt şöyle:

PKK’ya katılımı azaltacak önlemler devreye girerse, dağdan inme eğilimi de artar. Örgüte katılımın azaldığını gören dağ kadrosu da dağdaki koşullardan kurtulmaya çalışır. Dağdan inme başlarsa, PKK’ya katılmayı düşünenler de bundan vazgeçer.

Bir yandan örgüte katılımı frenleyecek olanaklar geliştirilir, dağdakiler inme eğilimine girer, diğer yandan da dağdaki silahlı güce karşı etkili operasyonlar sürdürülürse, bileşik kaplar gibi PKK aynı anda aşağı çekilir.

 

1 MART’IN “YÜKÜNDEN” KURTULMAK

TBMM’nin 1 Mart 2003’te işgalci Amerikan güçlerinin savaşta Türkiye topraklarını kullanmasına ve Türk askerlerinin de Irak’a girmesine karşı çıkışı, hem AKP kurmayları hem de işbirlikçi Türkiye medyası tarafından hep bir “stratejik hata” olarak görülmüştü. Hürriyet’in Genel Yayın Yönetmeni Ertuğrul Özkök’ün, o tezkerenin geçmesi için yazdığı ve halktan, demokrasi ve emek güçlerinden gelen baskılar sonucunda tezkerenin reddedilmesinin ardından da devam ettiği yazılar hâlâ hafızalarda. Bu, elbette onun sadece kişisel görüşünün değil, medyanın hakim kanadı ile devletin içindeki çok önemli bir kesimin de görüşünün ifadesiydi. Başbakan Erdoğan da, zaman içinde bu konudaki serzenişlerini daha açık bir dille ifade etmeye başlamıştı. Örneğin, Başbakan ve AKP lideri Tayyip Erdoğan, tezkerenin reddinin dördüncü yılı olan 1 Mart 2007’deki bir televizyon konuşmasındaki söyleşisinde, 1 Mart’ta verilen kararın doğru olmadığını, Türkiye’nin bu nedenle Irak’ta denklem dışı kaldığını savmuştu.

Erdoğan’ın bu değerlendirmesine, Beyrut Stratejik Araştırmalar Merkezi Direktörü Muhammed Nureddin, Birleşik Arap Emirlikleri gazetesi Haliç’te, 1 Mart tezkeresi kimseyi utandırmasın (12 Mart 2007) başlıklı yazısıyla yanıt verdi. “Irak savaşına girmediği için Ankara’nın Kuzey Irak denkleminin dışında tutulduğunu ima eden Erdoğan yanılıyor. Türkiye savaşa girseydi yasaları çiğnemekle kalmayıp, Araplarla ilişkilerini de zedeleyecekti. Üstelik bu şikâyetlerin kaynağı savaş değil, Türkiye’nin kendi Kürt politikası” saptamasını yapan Muhammed Nureddin, Türkiye açısından kınanması gerekenin Kürtler değil, ABD olması gerektiğini de vurguladı.

Nureddin’in bu değerlendirmeleri, 1 Mart tezkeresinin, Türkiye’ye Ortadoğu ve Arap coğrafyasındaki komşularının gözünde kazandırdığı itibarı göstermesi bakımından anlamlıdır. Ayrıca benzer değerlendirmelerin dünyanın birçok başka ülkesinde de yapıldığı, 1 Mart tezkeresinin reddiyle birlikte dünya kamuoyunun dikkatlerinin Türkiye’ye çevrildiği açıktır. Dolayısıyla, 1 Mart tezkeresi, uzun yıllar sonra Türkiye Meclisi’nin, Türk dış politikasına dair –elbette ki güçlü bir sokak baskısıyla– aldığı en onurlu karardı.

NATO’ya girilmesiyle birlikte, hem askeri, hem siyasi, hem de ekonomik olarak yörüngesini belirlerken, hep ABD emperyalizmine angaje olmaya koşullanmış olan Türkiye egemenleri için, 1 Mart tezkeresi ürkütücü bir gerçeklikti.

“Çuval olayı”nın ise, ABD emperyalizminin hem 1 Mart’tan duyduğu rahatsızlığa ilişkinin tepkinin bir ifadesi, hem de Türkiye’nin Irak’ın kuzeyine ilişkin “kırmızı çizgileri”nin geçersizleştirilmesine yönelik diplomatik bir hamle anlamına geldiği biliniyordu.

Türkiye’de, 1 Mart’ın arkasında, en tutarlı olarak, onun reddinin gerçek sahipleri olan demokrasi ve emek güçleri durdular. Onun dışında, generaller ve AKP iktidarı bakımından, 1 Mart’ın, bir an önce etkilerini “üzerimizden atmamız gereken” bir yük olarak görüldüğü çok açıktı. Yukarıda da vurgulandığı gibi, buna, PKK’ye karşı mücadelede Türkiye’ye gerekli desteği vermediği gerekçesiyle ABD’ye “kırgın ve kızgın” olan “sağ” ve “sol” milliyetçi çevreleri de eklemek gerekiyor. 2007’nin sonlarına yaklaşırken gerçekleşen Bush-Erdoğan görüşmesi, bu çevreler açısından bu havayı değiştiren bir milat gibi oldu. Bush’un PKK’den “ortak düşman” olarak söz etmesi ve “arkasından” ABD desteğiyle ve ABD’nin 1. Körfez Savaşı sırasında yaptığının yöntem olarak bir benzerini içeren hava harekatı, artık Bila’nın yazısında da görülen, “Türkiye-ABD ilişkilerinde yeni dönem” değerlendirmelerinin devletin zirvesinde hakim olmasını getirdi.

Bu gelişmenin, Türkiye’nin, bulunduğu bölgedeki geleceği bakımından kendisine başka ilişkiler arama ve başka dengelere yönelmeye yönelik kısmi ve kuşkusuz içe sinmeyen eğilimlerini de frenleyip, ABD politikalarına tam teslimiyeti getireceğini söylemek, bundan sonrası açısından bir kehanet olmayacaktır. Bu açıdan, Türkiye-ABD ilişkilerinde, 1991 öncesi “pürüzsüz dönemine” dönüşün başladığı söylenebilir.

 

THE ECONOMİST’İN HABERİ

Bush-Erdoğan görüşmesi konusunda dünyanın etkin basın organları da, tartışma yaratan kimi haberlere yer verdiler. Örneğin, İngiliz Dergisi The Economist, Sınır ötesi operasyonlar başlığı altındaki haberinde, “Başbakan Erdoğan’ın, George Bush’a bazı sözler verdiği sanılıyor. Bunlar, Kürlerin bölgesel hükümetinin tanınmasını ve PKK savaşçıları için daha liberal bir affı içeriyor” iddiasında bulundu.

Türkiye’nin Kuzey Irak’ta son yılların en büyük sınır ötesi harekatını gerçekleştirdiğine işaret eden dergi, Irak’taki Amerikan işgalcilerinin, böyle bir operasyonun yapılmasını önlemek için son aylarda büyük bir çaba göstermelerine karşın Türkiye’nin en üst düzey generalinin, Amerikalıların sadece hava operasyonuna onay vermediğini, aynı zamanda gerekli istihbarat sağladığını söylediğini yazdı.

Bunun hassas bir balans ayarının sonucu olabileceğini belirten dergi, şunları yazdı:

Belki Amerika ve Türkiye bir anlaşma yaptı. Amerika’nın sınırlı Türk operasyonlarına desteği ve Iraklı Kürtlerin PKK’ya karşı harekete geçmeleri emrini verme sözünün karşısında Türkiye’nin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’ın George Bush’a bazı sözler verdiğine inanılıyor. Bunlar, Kürtlerin Irak’taki bölgesel hükümetinin tanınmasını ve PKK savaşçıları için daha liberal bir affın getirilmesini içeriyor.

Önceki affın sonuç vermediğini öne süren dergi, Şimdi hükümet, şiddete karışmayan tüm PKK savaşçılarını af edebilir. 20 yıldır asilere karşı verilen mücadelenin ardından Türkiye, askeri önlemlerin tek başına Kürt sorununu çözemeyeceğini biliyor değerlendirmesinde bulundu.

Derginin bu haberi, Türkiye kamuoyunda, başta CHP ve MHP olmak üzere, Kürt sorununda şoven politikalarında en küçük bir esneme göstermeyen parti ve güçler açısından, AKP Hükümeti’ni sıkıştırmanın vesilesi yapıldı.

Bush-Erdoğan görüşmesine dair The Economist’in gündeme getirdiği haber, AKP Hükümeti’nin “eve dönüş” yasası hazırlıklarıyla birlikte değerlendirilebilir. Birçok çevre de, söz konusu haberi, hükümetin bir süredir gündemine aldığı TCK’nın 221. maddesindeki değişiklik hazırlığıyla birlikte değerlendirdi. Hükümet yetkililerinin yaklaşımı açısından şu ana kadar kamuoyuna yansıyanın, daha önce çıkartılan ve kabul görmeyen içerikleriyle işlevsiz kalan “pişmanlık yasaları”ndan bir farkı bulunmuyor. Ancak buna rağmen, CHP Genel Başkanı Baykal, hükümeti Kürt sorunu üzerinden sıkıştırmak adına, henüz hazırlık aşamasındaki bu geri düzenlemeyi bile “ateşi benzinle söndürmeye” benzetti. (12 Aralık 2007). CHP lideri, 24 Aralık akşamı katıldığı bir televizyon programında da, PKK’ye karşı düzenlenen sınır ötesi hava operasyonlarını olumlu bulduklarını dile getirirken, “En güç şey, Hükümeti terörle mücadele konusunda ikna etmekti” değerlendirmesinde bulundu. MHP’nin yaklaşımının da bu minvalde olduğu açıktır ve her iki parti de Genelkurmay’ı kutlarken, hükümeti de “terörle mücadeleden taviz vermeme” baskısı altında tutmayı kendilerine temel bir politika edinmiş durumdadır. CHP ve MHP genel başkanları, daha ilk sınır ötesi operasyonda, bu adımı “olumlu” ancak “geç kalınmış” bir adım olarak değerlendirdiler.

Tüm bu gelişmeler, iktidar ve muhalefetiyle burjuva partilerin yaşadığı çürüme ve çöküşün de göstergelerini oluşturuyor. İktidarı ve muhalefetiyle, generallerin politikalarına angaje olmuş olan burjuva partiler, aslında bu yönleriyle, siyasi parti olma gerekçelerini de terk etmiş durumdalar.

Sınır ötesi operasyonun bir uzantısı olarak, içeride DTP’ye yönelik yoğunlaştırılan baskı partinin genel başkanının tutuklanmasına ve Anayasa Mahkemesi’nde partinin kapatılması davasının açılmasına kadar vardırılmış, PKK ile birlikte DTP’nin de tasfiyesine girişilmiştir. Kürt halkının oylarıyla Meclis’e girmiş olan DTP’li vekiller, iktidarı ve muhalefetiyle sermaye partilerinin günlük hedefi halinde gelmiş bulunmaktadır. Sermaye medyasının tutumu da bu yöndedir.

 

İÇERİDEKİ VE DIŞARIDAKİ KÜRT POLİTİKASI

Sınır ötesi harekatın “PKK’nin kökü kazınana” kadar sürmesi, içeride de “DTP’nin tasfiye edilmesi” planını yürütenler, Kürt sorununun çözümü konusunda oluşmuş imkanları da tüketmeye girişmiş bulanmaktadır.

AKP Hükümeti’nin Kürtlere yönelik temel politikasının, DTP’yi kendi seçmeni gözünde yıpratma, itibarsızlaştırma ve giderek bölge illerinde onun yerini alma üzerine kurulu olduğunu açıktır. DTP’ye yönelik siyasi linç girişiminin, Meclis’in açıldığı ilk günden başlayarak Başbakan Erdoğan tarafından yapılan açıklama ve dayatmalarla başladığı bilinmektedir. Bölge illerinde, Gülen cemaatinin “genç işadamları derneği”, “sivil yardım kuruluşları” eliyle yürütülen girişimler ve yapılan sistemli yardımlar, AKP ile dirsek teması halinde sürmektedir ve generaller de, bu çalışmalara, “terörle mücadele” politikalarının bir gereği sayarak, dolaylı –dokunmayarak– destek verme konumundadırlar. Kürt kimliğinin ve taleplerinin tanınması, demokratik çözüm olanaklarının önünün açılmasına yönelik düzenlemeler yerine “İslam kardeşliği” içinde sorunu eritmeye yönelik politika, “terörle mücadele” adı altında yürütülen politikanın bölge illerindeki kolu durumundadır.

Türkiye yönetenlerinin, ABD ile kurulan ilişkinin de bir gereği olarak, Irak’ın kuzeyindeki bölgesel Kürt Yönetimi’ne yönelik politikasını, zaman içinde onu tanımaya doğru kaydırması muhtemel gözükmektedir. Bunun, The Economist’in haberinde de olduğu gibi, ABD’nin Türkiye’ye verdiği desteğin bir karşılığı olması da şaşırtıcı değildir. ABD; batağa saplandığı bir bölgede nispi bir temel dayanağını, Türkiye’nin “kaprisleri” yüzünden yitirmek istememekte, bu durumu, kendisinin Ortadoğu ve tüm bölge üzerindeki uzun vadeli çıkarları açısından sakıncalı görmektedir. Bu açıdan bakıldığında, Ankara siyasetinin zamanla Irak’taki Kürt yönetimiyle belirli bir uyuma doğru gelişip bu zemine oturması ihtimali güç kazanırken, Türkiye’nin kendi Kürtleriyle kurduğu ilişkinin de tamamen denetim altında tutucu bir boyutta sürmesi muhtemel gözükmektedir. Bugüne kadar, Irak’ta bir Kürt devleti oluşumunun kendi Kürtlerinde de bu türden eğilimlerini ve duyguları güçlendireceği endişesini taşıyan Türkiye egemenleri, bundan sonra da bu endişenin doğal bir sonucu olan adımlar atacaklardır. Şu an için yürürlükte olan politikanın, ülkenin güneyinde ve doğusundaki Kürtleri AKP üstünden devlet politikasına “kazanmaya” yönelik olduğu görülmektedir.

 

ENVERVARİ HAYALLER VE YENİ ROLLER

TSK’nın yürüttüğü “sınır ötesi” harekatın 2008’de de bir süre daha süreceği tahmin edilirken, bu gelişmelerin, Türkiye’nin, ABD’nin Irak ve bölge politikasındaki yeni rolünü de şekillendirici bir yöne doğru evrilmesi muhtemel gözükmektedir. Gelişmelerin seyrine göre, ilişkiler daha belirginleştikçe detaylandırılabilecek olan bu eğilimin bir yönü Türkiye’yi işgalci ABD güçlerinin yardımcı kolu durumuna sokmayı içerirken, diğer bir yönü de, ABD’nin uzun bir süredir hedefe koyduğu İran’a yönelik politikalarında anlam bulmaktadır.

Türkiye’nin işbirlikçi egemenleri, kendilerine hem istihbarat hem de diplomatik yönden açık bir destek veren ABD’den gelecek talepler karşısında çekinceli davranma “lükslerini” artık tamamen kaybetmiş durumdadırlar.

Kaldı ki, ABD’nin işgali altında bulunan ve dünyanın dikkatlerinin üzerinde olduğu bir bölgeye, o bölgenin hava sahasına ABD’nin izniyle giren tek bölge gücü olmak, Türkiye egemenlerinin “Envervari” damarını da yeniden kabartmaktadır, kabartacaktır. Bu açıdan da değerlendirildiğinde, bölgenin diğer büyük gücü İran karşısında elini güçlendirmek, onun etki alanlarını kendi etki alanı haline getirmek, Türkiye yönetenleri açısından, ABD işaretine gerek kalmadan tercih edilebilecek bir gerçekliktir.

ABD emperyalizminin politikalarına bağlı olarak, ülkeler ve halklar arasına nifak sokma, gerilim çıkarma konusunda mahir olan CIA gibi kuruluşların, bundan sonraki süreçte, İran ile Türkiye arasındaki ilişkileri gerecek, Türkiye’nin bu açıdan da ABD’nin bir “maşası”na dönüşmesini sağlayacak girişimlerde bulunmaları şaşırtıcı olmayacaktır.

“Laiklik” anlayışlarını geçmişte ABD’nin “yeşil kuşak” projesine dayandıran, onun içinde eriten Türkiye’deki sözde “zinde güçler”in, ABD’nin bugün yürüttüğü politikalara uygun bir biçimde İran’a yönelik bir kampanyanın “ağına düşmeleri” hiç de şaşırtıcı olmayacaktır.

Tüm bu ihtimaller, içine girdiğimiz yeni yılda ya da sonrasında ortaya çıkabilecek olan gelişmeler arasında değerlendirilebilir. Ve elbette, Türkiye egemenlerinin kendi arasındaki ilişki ve çatışmalardan, bölgesel güçlerin ilişkileri, onlarla Türkiye’nin işbirlikçi egemenlerinin kurduğu ilişkinin seyrine kadar bir dizi faktör, başka bazı gelişmelerin açığa çıkmasına da vesile olabilecektir.

2008 açısından kesin olan şey ise, Kürt sorununun çözümü başta olmak üzere, Türkiye’nin bütün temel sorunlarının, ancak emek ve demokrasi güçlerinin, ezilen halkların ve onların örgütlerinin mücadelesiyle çözülebileceği gerçeğidir.

Hangi taraftan olursa olsun, ABD’ye bağlanan ümitler, sonuçta bu ümidi taşıyanlara ya büyük hayal kırıklıkları yaşatmakta ya da onları ABD politikalarının bir unsuruna dönüştürmektedir.

Bugün Kürt sorununun çözümü için verilen mücadelenin bir yönü Türkiye’nin inkarcı egemenleriyle mücadeleye, diğer yanı da ABD emperyalizmine karşı mücadeleye bağlanmak durumundadır.

2007’nin sonlarına doğru, ezilenler cephesinde bu eğilimin işaretleri de görülmeye başlanmıştır. Sınır ötesi operasyon eylemlerinin bir ucu ABD Konsolosluklarına siyah çelenk bırakma biçiminde gerçekleşmiş, operasyon karşıtı bütün eylemlerde ABD de hedefe konulmuştur.

Bu eğilim, 2008 ve sonrası açısından güçlendirilmesi gereken eğilimdir. Türkiye’nin Kürt sorununun, köklerinin de, çözüm imkanlarının da “içeride”, ülke içinde olduğu kesindir. Türkiye’nin Türk ve Kürt emekçileri, barış ve demokrasi güçleri, ancak bu gerçeğin bilinciyle, önümüzdeki dönem ortak mücadelelerini daha da güçlendirerek, çözümü yakalayabilirler.

Türkiye’nin Kürt sorununun, içerideki ortak mücadeleyle çözüme ulaştırılması, bölge halkları açısından da ciddi bir moral etki yapabilecek ve halkların kurtuluş yolu emperyalist planların dışında aranmaya çalışılacaktır.

Bugün Kürt sorunu nasıl ki işbirlikçi egemen sınıfların ve onların partilerinin, kurmaylarının izlediği yöntemlerle uluslararası bir sorun haline gelmişse, aynı ilişkinin doğal bir sonucu olarak, bu sorununun, içeride, işçi ve emekçilerin, barış ve demokrasi güçlerinin ortak mücadeleleriyle çözülmesi ya da demokrasi mücadelesinin ciddi bir yükselişiyle çözüm yoluna girmesi, emperyalist ilişkiler zincirine de büyük bir darbe indirmiş olacaktır. Bu, hemen kazanılabilecek ve başarılabilecek bir şey olmayabilir, ancak bu yolda verilen ısrarlı mücadeleler, bizi kuşkusuz bu başarıya her gün biraz daha fazla yaklaştıracaktır.

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑