“Son yüzyıl içinde, üstünde en çok spekülasyon yapılan kavramların başında ‘demokrasi’ kavramı gelmiştir” dersek abartı yapmış olmayız. “Demokrasi”, kimi zaman sınıflar üstü, “halkın halk tarafından yönetimi” olarak idealleştirilip, insanlığın varabileceği son düzenin adı olarak ilan edilmiş, kim zaman “burjuvazinin egemenliğinin örtüsü” olarak lanetli bir kavram olarak ilan edilip, onun yarattığı imkanlardan yararlanmayı savunmak bile “burjuva reformisti” olmaya yetmiştir. Öyle ya da böyle; “demokrasi”, 20. yüzyılın bu en popüler siyasi kavramı, aynı zamanda en yalama olmuş kavram olarak da siyaset piyasasında var olmuştur. Bugün de aynı; kimi zaman idealize edilmiş bir sınıfsız, zümresiz yönetimi tarif etmek üzere, kimi zaman da aşağılama sıfatı olarak kullanılmaya devam edilmektedir. Ve öyle görünmektedir ki, daha hayli bir zaman “demokrasi” kavramı, siyaset piyasasında tedavülde kalmaya devam edecektir.
Ekim Devrimi’nin* 90. yılında, “demokrasi” üstüne bir tartışma, bir yandan bir ironiye karşılık gelirken, öte yandan da, burjuva propagandanın “demokrasi” ve Ekim Devrimi için yaratmaya çalıştığı sis perdesini aralamak için güncel bir ihtiyaçtan da kaynaklanmaktadır.
Demokrasinin ne olduğu, gerçekten her derde deva bir yönetimi tarzına mı karşılık geldiği açısından bakıldığında, Ekim Devrimi, burjuva demokrasisinin (burjuva demokrasilerinin değil) sonunu ilan ederken, aynı zamanda, onları, aşılanarak kendilerini yenilemeye zorlayan bir güç odağı, bir baskı odağı olarak da rol oynamıştır.
BURJUVAZİNİN EGEMENLİĞİNİ SAKLAMANIN ARACI OLARAK DEMOKRASİ
Demokrasi kavramına karşılık gelen yönetim biçimleri, ilk sınıflı toplum olan kölecilikten beri; krallıkların, monarşik yönetimlerin karşıtı olarak kullanılagelmiştir. Ve genelde, “halkın doğrudan ya da temsilcileri aracılığı ile kendi kendini yönettiği düzen” biçiminde anlaşılmıştır. Bu yüzden de, örneğin Aristoteles, Platon, Makyavelli gibi ünlü düşünürler ve devlet kuramcıları tarafından “toplumda anarşiye, başı boşluğa yol açtığı” için eleştirilse de, “halkın kendi kendini yönetmesi” gibi sihirli bir tanıma sahip olduğu için, her zaman popüler bir talep olmuştur.
Demokrasi; tanımındaki, bütün o; “halkın kendi kendini yönetmesi” gibi cazip ifadeye karşın, Antik Yunanistan’da, Roma’da köleci, feodal İngiltere’de feodal bir demokrasi biçiminde şekillenmiş, ama, “halkın kendi kendini yönettiği bir yönetim biçimi” olarak değil; açıkça köle sahipleri ya da derebeyleri için/açısından bir demokrasiyken, en demokratik dendiği dönemlerde bile, köleler ya da serfler üstünde bir diktatörlük olarak cereyan etmiştir.
Köleciler, feodal krallar ya da egemenler; güçlerini tanrısallıklarından ya da soylarındaki, kanlarındaki asaletten alırken, demokrasiye, sadece mecbur kaldıklarında; ezilenlerin baskıları karşısında egemen sınıfın kendi arasındaki çatışmalara son veren bir uzlaşma için başvurmuşlardır. Dolayısıyla demokratik yönetimler, feodal ve köleci düzenlerde rastlantısal ve gelip geçiciyken, kapitalizm çağında demokrasi, burjuvazinin klasik yönetim biçimi olarak, kapitalizmle, burjuvazinin egemenliği ile özdeşleşen bir yönetim biçim olmuştur. Çünkü burjuvazi egemenlik hakkını tanrısal bir güçten ya da kan bağından almıyor, tersine tümüyle sermayeye, üretim araçlarının mülkiyetine sahip olmak gibi dünyevi dayanaklardan alıyordu. Dolayısıyla da; burjuvazinin, egemenliğine, toplumun çoğunluğu karşısında bir meşruiyet sağlaması için (kendi egemenliğini gizlemek için), demokrasinin ikiyüzlülüğüne ihtiyacı vardı. Yani hem burjuvazi, egemen sınıf olarak, devlet olarak örgütlenecek, hem de onun bu egemenliği; başta işçi sınıfı olmak üzere tüm halk tarafından sanki kendi egemenliğiymiş gibi algılanacaktı, burjuvazinin ihtiyacı buydu. Buna, tarihsel bakımdan, bir prestije sahip olan ve “halkın halk tarafından yönetilmesi” olarak bilinen (sanılan) demokrasiden daha iyi uyan bir üst yapı olamazdı. Daha doğrusu, demokrasi, kapitalizmin, özel mülkiyet hakkını kutsamayı temel alan burjuva egemenliğinin temeli olmuştur.
BURJUVAZİNİN DEVRİMCİ ÇAĞI VE DEMOKRASİ
Kuşkusuz ki; burjuva demokrasisi bakımından, zirve, Büyük Fransız Devrimi’dir. Silahlanmış işçi ve köylüleri peşine takan burjuvazi, soyluluğun ve Kilise’nin egemenliğine son verirken, “Özgürlük Eşitlik ve Kardeşlik” sloganı etrafında amaçlarını tüm uygar dünyaya yaymanın da yolunu açmıştır.
Devrimin eski düzene ve kalıntılarına karşı mücadelesi; herkese eşitlik ve özgürlük getireceği umudu; yoksul köylü yığınları ve kentlerde oluşmaya başlayan işçiler arasında büyük bir heyecanla karşılanmıştır. Dahası aydınlar, sanatçılar devrimin tüm toplumu özgürleştireceğini umarak, heyecanla devrimin ideallerine sarılmışlardır. Ama aradan çok geçmeden, işçi ve köylü yığınlarını silahlarından tecrit eden burjuvazi, aristokrasiyle, eski düzenin kalıntılarıyla ittifak kurarak, kendi egemenliğini pekiştirme yoluna girmiş, hem emekçi yığınlar hem de aydınlar arasında büyük hayal kırıklığına yol açmıştır.
Bu hayal kırıklığı, önce burjuva aydınlar, ütopik sosyalist düşünürler ve burjuva-sosyalist çevreler tarafından bir kapitalizm eleştirisi olarak biçimlendirilirken; bu eleştirici tutum, 19. yüzyılın ortalarında, Marks ve Engels tarafından bilimsel temellere oturtulmuş ve kapitalizmi yıkma stratejisi üstüne temellendirilen bir teorinin, Marksizmin biçimlenmesiyle; siyasetin, ekonominin ve felsefenin pek çok temel kavramı gibi, demokrasinin içeriği de sorgulanmış, demokrasi, işçi sınıfı ile burjuvazinin kendi dünyalarını kurma mücadelesi açısından yeniden anlamlandırılmıştır.
Böylece “Eşitlik Özgürlük, Kardeşlik” sloganında dile gelen idealler, 19. yüzyıl boyunca, hatta nispeten 20. yüzyılda da, demokrasi ve özgürlük bayrağının dalgalandığı her yerde uğruna ölümlerin göze alındığı idealler olmaya devam etmiştir; ama, iktidarı ele geçirdiği her yerde, burjuvazinin ilk yaptığı işin, arkasından sürüklediği emekçileri yeniden tarlalara, fabrikalara sürme, eski düzen kalıntılarıyla ittifak ederek, emekçi yığınların taleplerini bastırarak, onları basit ücretli kölelere dönüştürme olması geleneği, yıllar ilerledikçe daha katı bir kural olarak işlemiştir.
İlk kez 1640 İngiliz Devrimi’nden başlayarak, burjuvazinin önderlik ettiği bütün devrimler aynı kaderi paylaşmıştır. Slogandaki özgürlük; gerçek hayatta, burjuvazini mülk edinme özgürlüğü ile serflerin (toprak kölelerinin) ücretli köleler olarak “yaşama” ya da açlıktan ölme özgürlüğü olarak şekillenmiştir. Herkese verildiği ilan edilen ifade özgürlüğü, inanç ve vicdan özgürlüğü gibi özgürlükler ise, burjuvazinin çıkarlarıyla bağlı olarak ve sadece yeterince servete sahip olanların kullanabileceği özgürlükler olarak, işçiler ve köylü yığınları tarafından ulaşılamaz kalmıştır. Ulusların özgürlüğüne dair söyleneler ise; burjuvazin bu en devrimci çağının aynı zamanda sömürgeciliğin en parlak çağı olmasından bile anlaşılır ki; bu özgürlük, sadece Avrupa’nın zengin uluslarına ait ve onların çıkarıyla uyumlu olduğu ölçüde meşru görülen bir özgürlüktür.
“Eşitlik”; gerçekleşme koşullarından yoksun olarak, herkesin yasalar önünde eşitliğine indirgenmiştir. “Kardeşlik” ise, kapitalist rekabet tarafından çoktan çöpe atılmış; ana-baba bir kardeşlerin bile birbiriyle rekabete girdiği bir kurtlar sofrası olan kapitalizmde sadece bir cila olarak kalmıştır.
EKONOMİDEKİ SERBESTLİK VE SİYASAL ÖZGÜRLÜKLER SORUNU
17. yüzyılın ortalarından başlayıp 19. yüzyılın sonuna kadar süren burjuvazinin bu en devrimci dönemine toplam olarak bakıldığında; kapitalizmin yaptığı en devrimci şeyin, feodalizm tasfiye ederek, serfleri özgürleştirmesi ve meta üretiminin evrenselleşmesini sağlaması olduğunu görebiliriz. Bu, ekonomik temeldeki dönüşüm, siyasal üst yapıda burjuva demokrasisi; genel oyla seçilen vekillerden bileşen temsili meclislerin oluşması olarak yansır.
Ülkeden ülkeye araçları ve biçimleri değişse de; burjuva demokrasisinin geldiği en ileri aşama budur. Ancak, kapitalizmin bu devrimci çağında demokrasinin en gelişkin olduğu yerlerde bile, burjuvazi, temsilcilerin, vekillerin seçimini hep sınırlamış, meclisler genellikle yetişkin erkelerin seçtiği seçimlerle olmuştur. Seçilme ise daha da zor olmuş, İngiltere gibi bir ülkede bile, uzunca bir zaman, belirli bir vergi ödeyecek kadar mülke sahip olanların seçilme hakkının olduğu bir seçim sistemi yürürlükte kalmıştır. Kadınların oy hakkı ve seçilme hakkı ise, birkaç ülke dışında, ancak 1930’lardan sonra mümkün olmuştur.
Bu iki buçuk yüzyıllık döneme bakıldığında, bugün kimi önyargılara karşı mücadele bakımından iki şey önemlidir.
Bunlardan birincisi; seçimlerin, herkesin eşit olarak (bir oy) oy kullandığı ve herkesin aday olabildiği ideal haline gelmesinin, burjuvazinin ve onun demokrasisinin bir lütfu olduğuna dair ön yargıdır. Son çeyrek yüzyılda, neo-liberal iktisatçıların (ve düşünürlerin) iddiası da buydu. “Eğer, devlet ekonomik alandan, mal ve hizmet üretiminden çekilir, piyasa kuralları her alanda tam uygulanırsa, kaçınılmaz olarak demokrasi de gelir; çünkü ekonomik serbestlik siyasette de özgürlüğü gerektirir” diyorlardı. Mantıksal bakımdan oldukça makul görünen bu iddia gerçeği yansıtmamaktadır, gerçekte hiç böyle olmamıştır. Burjuvazi, bütün 18. ve 19. yüzyıl boyunca ekonomide serbestiyi savunmuştur, ama demokrasi konusunda, tam tersine; kendi egemenliği için her önlemi almış; burjuva demokrasinin en olmazsa olmazı sayılan oy hakkını, yığınların oylarıyla devlet yönetimine katılmasını, siyaseti etkilemesini engellemek için olmadık seçim sistemleri geliştirmiş; kadınların, köylü yığınlarının, yerine göre işçilerin oylarının sonucu etkilemesini önleyen sınırlamalar getirmiştir. Tıpkı bugün en gelişmiş ülkelerde bile uygulanan seçim barajları; partiler arasında eşitsizlik yaratacak uygulamalar; halkın oylarının yaratabileceği istikrasızlıklardan parlamentoları koruma amaçlı seçim sistemleri icat edilmesi gibi…
Başka bir söyleyişle, burjuva demokrasisinin, işçi ve köylü yığınlarının demokratik haklarından, özgürlüklerden az çok yararlandıkları dönemlerinin, sadece devrimci ayaklanma dönemleri, yığınların silahlanarak bir güç olabildikleri, en azından örgütlülüklerinin onları bir güç olarak sahneye sürdüğü dönemler olduğu görülür. Yani demokrasi denilen şeyden emekçilerden yararlanması, günümüz burjuva liberalleri ve sosyalistlerinin söylediği gibi, her şeyin burjuvazi için güllük gülistanlık olduğu, toplumda “sükunet”in hüküm sürdüğü koşullarda değil, tersine toplumsal ilerlemenin yığınların devrimci atımları tarafından ilerletildiği dönemlerde olabilmiştir.
EKİM DEVRİMİ VE BURJUVA DEKMOKRASİSİ
Lenin, 1917 Şubat Devrimi sonrasının Rusya’sını değerlendirirken; “Feodal, Avrupa’nın en geri ülkesi olan Rusya bir anda dünyanın en demokratik ülkesi oldu” der. Çünkü yasalarda demokratik haklar; örgütlenme vc ifade özgürlüğü, halkların kaderlerini tayin etme hakları bakımından bir ilerleme olmamıştır; ama devrim eski düzeni parçalarken köylüleri serbestleştirmiş, işçi ve köylü yığınları Şubat Devrimi’nin getirdiği özgürlük ortamı içinde hakların savunmak için Sovyetler içinde örgütlenip silahlanmışlar; demokrasiyi ilerleterek, demokrasi mücadelesini, işçi sınıfının kendi düzenini kurma (sosyalizm) mücadelesinin bir dayanağı olarak geliştirmek üzere davranmışlardır.
Böylece işçiler hakların savunmak ve görüşlerini serbestçe ifade etmek üzere grevlere, mitinglere başvurmuşlardır. Kendi matbaalarına, kağıda, izin almadan toplantılar ve hakları için gösteri yapma hakkına kavuşmuşlardır. Dolayısıyla feodal-monarşist, otokratik Rusya, bir anda demokratik bir ülke olup çıkmıştır. Üstelik de, herhangi bir Avrupa ülkesinden farklı olarak, işçilerin örgütlenme ve ifade özgürlükleri, kağıt üstünde bir hak olmanın ötesinde, fiilen kullanılabilir duruma gelmiştir.
Burjuva Kerenski Hükümeti, bu özgürlüklere sadece 6 ay tahammül etmiş; 1917 Temmuz’unda işçi önderleri tutuklanmış, matbaaları basılıp mühürlenmiş, bildiri, broşür ve gazete çıkarmaları yasaklanmıştır. Ama altı aylık demokratik bir düzen ve açık alanda yürütülen demokrasi mücadelesi bile, işçilerin eğitiminde, onların kendi aralarında birleşme ve öteki sınıflarla ilişkilerinde (özellikle köylülükle ittifak konusunda) olağanüstü bir ilerleme sağlamıştır.
Yukarıdan beri söylenenler göz önüne alındığında; 1917 Şubat’ı sonrasında Rusya’da olanlar bir rastlantı değildir. Çünkü tarihte, bütün egemenler; kendi düzenlerin kurarken yoksulları (köylüleri, serfleri, işçileri) silahlandırmış ya da onların silahlanmasına göz yummuştur. Ta ki, kendisi iktidara gelip egemen sınıf olarak örgütlenerek, devleti, ezilen ve sömürülenler üstünde bir baskı aracı olarak kullanmaya başlayıncaya kadar. Ancak Rusya’da, bütün kapitalizm çağı boyunca Avrupa’da gördüğümüzden farklı bir şey vardı. O da; işçi sınıfının, devrimci bir sınıf olarak, devrime, kendi partisinin önderliğinde örgütlenmiş, iktidarı almaya aday bir sınıf olarak katılmış olmasıydı. Bunu, burjuvazi yakın bir tehdit olarak gördü ve en acil işi olarak, silahını işçilere, köylülere yöneltti. Daha işçilerle ve köylülerle ittifak içinde Çarlığa karşı savaşırken bile, işçilerin ve köylülerin taleplerine karşı Çarlığın kalıntılarıyla ve emperyalist burjuvaziyle işbirliğine yönelmekten çekinmeyen Rus burjuvazisi ve onun siyasi temsilcileri, Menşevikler, sosyalist devrimciler gibileri, devrimi bir karşı devrimle tamamlamak üzere, silahların işçilere, köylülere, onların partilerine ve Sovyetlere yöneltmekte tereddüt göstermediler. Bu yüzden de, Lenin’in sözün ettiği Rusya’nın Avrupa’nın en demokratik ülkesi olması tespiti, ancak 1917’nin Temmuz’una kadar sürebildi. Şubat Devrimi’nden sonra, burjuvazi, yönetici egemen bir güç olarak, sadece 8 ay yaşayabildi. Bolşevik Partisi’nin önderliğinde birleşen Rusya’nın işçi, köylü ve asker Sovyetleri, burjuvazinin iktidarını alaşağı ederek, tarihin ilk sosyalist devrimini gerçekleştirdiler.
Bu, tarihin, “Ekim Devrimi’den önce ve Ekim Devrimi’nden sonra” olarak, gerçekten ikiye bölünmesiydi. Çünkü Ekim Devrimi’nden önceki tarih, mülk sahibi sınıfların arasndaki bir egemenlik mücadelesiydi ve tarihin ilerlemesi, bir mülk sahibi sınıfın ötekinin yerine geçmesiyle olurken, Ekim Devrimi’yle birlikte, ilk kez, ezilen, sömürülen bir sınıfın, işçi sınıfının, son mülk sahibi sınıf olan burjuvazinin iktidarını yıkması ve yerine işçi sınıfının iktidarını kurması, sınıfsız bir insanlık toplumunun kurulma yolunun açılması anlamına geliyordu.
Ekim Devrimi, aynı zamanda dünyanın orta yerinden ikiye bölünmesi; kapitalist ve sosyalist dünya olarak ikiye bölünmesi demekti. Üstelik bu bölünme, siyasi literatürde sözü edilen, yoksulların dünyası, zenginlerin dünyası, işçinin dünyası kapitalistlerin dünyası, ezilen halkların dünyası, emperyalistlerin dünyası gibi, edebi, propagandif anlamda bir bölünmeden çok öte; gerçek, ele tutulur bir bölünmeydi. Çünkü, dünya coğrafyasının altıda biri üstünde, yeni; sömürüsüz, baskısız, işçilerin, köylülerin egemen olduğu ve insanlığın sınıfsız, savaşsız bir dünya idealinin büyütüldüğü bir düzen kurulması demekti. Ve artık dünyanın altıda biri üstünde; kapitalizmin ekonomik yasaları, ideolojik, siyasi, hukuki, kültürel, sanatsal değerlerinin geçerli olmadığı anlamına geliyordu.
Hani son yıllarda popülist kim siyasi çevrelerin, “önemli” bir gelişme olduğunda, “artık hiç bir şey eskisi gibi olamaz” diye parlak nutuklar attıkları (tabii, bugün olduğu gibi, vırt zırt her değişikliğe bakıp, huşu içinde, “artık hiçbir şey eskisi gibi olamaz” naraları atanların söylediği anlamda değil) anlamda değil, ama gerçekten “hiçbir şeyin artık eskisi gibi olmadığı” bir dünyanın kapısını açtı Ekim Devrimi.
Böylesine bölünmüş bir dünyada; hiçbir şeyin artık eskisi gibi olmasının mümkün olmadığı bir dünyada, elbette burjuva devletin ideal biçimi olarak tanımlanan demokrasi de artık eskisi gibi kalamazdı. Çünkü eskisi gibi kalırsa, artık burjuvazinin yığınları aldatması için bile bir işe yarayamazdı.
Bu açıdan bakıldığında, Ekim Devrimi, kapitalizm çağının sonunu ilan ederken (proleter devrimleri çağını açtı), burjuva demokrasisinin de tarihsel bakımdan ömrünü tamamladığını ilan etti.
2. Enternasyonalcilerin önderi Karl Kautsky’nin, Ekim Devrimi’ne yönelttiği en temel eleştirisi; “Bolşeviklerin demokrasiye kılıç çekmiş olması”dır. Kautsky, burada, elbette, burjuva demokrasisine hayranlığını dile getirmekte, proletaryanın iktidarının burjuvazinin iktidarına göre daha az demokratik olduğunu, hatta baskıcı, kaba saba bir diktatörlük olduğunu ifade etmektedir. Kautsky, bu gerekçesi bakımdan elbette haksızdır ve burjuvazinin ucuz propagandacılarından biri olarak davranmaktadır. Ama bu eleştiri, aynı zamanda, Bolşeviklerin ve Ekim Devrimi’nin burjuva demokrasisi çağının sonunu ilan ettiklerini ifade etmesi bakımından da anlamlıdır. Kautsky gibi burjuvaziye hayran bir eski Marksist’in bunu sezmiş olması da, onun için bir erdem sayılmalıdır!
EKİM DEVRİMİ’NİN BÖLDÜĞÜ DÜNYADA DEMOKRASİNİN İÇERİĞİ
Elbette burada Ekim Devrimi’nin burjuva demokrasisinin sonu ilan etmesinden kasıt, artık hiçbir ülkenin burjuva demokrasisiyle yönetilen ülke olarak kalamayacağı ya da kalmadığı değildir. Tersine, tıpkı 1789 Büyük Fransız Devrimi’nin burjuvazinin egemenliğinin zaferini ilan etmesine karşın, daha yüz yıllarca feodal yönetimlerin de (mutlak krallıklar ve imparatorluklar) Avrupa başta olmak üzere dünyanın her yanında hüküm sürmeye devam etmesi gibi, elbette Ekim Devrimi’nden sonra da dünyada pek çok ülke burjuva demokrasisiyle yönetilmiş, kimi devrimler burjuva karakterde bir demokrasiyle sonuçlanmıştır. Ama şu da bir gerçektir ki; Ekim Devrimi sonrasının dünyasında, artık burjuva demokrasisi, insanlığın en ileri, en devrimci yönetim biçim olmaktan çıktığı ve eskiye ait bir yönetim biçimine dönüştüğü gibi, burjuva demokrasileri de artık eskisi gibi kalamamış; ancak sosyalizm tarafından “aşılanıp” terbiye edilmiş çeşitli versiyonlarıyla yaşamayı sürdürmüştür.
Burjuva demokrasilerinin nasıl biçimleneceğini ve özgürlüklerin ne ölçüde geçerli olacağını belirleyen ise, işçi sınıfı ve öteki emekçi sınıfların yeni devrimlerdeki etkisi olmuştur. Örneğin Türkiye gibi, işçi sınıfının, emekçilerin bağımsız siyasi güçler olarak devrimde yer alamadığı ülkelerde, yeni burjuva rejimler, despotik özellikleri ağır basan burjuva yönetimler olarak biçimlenirken; Doğu Avrupa ve Asya’da, işçilerin ve köylülerin etkisinin daha derin olduğu, emekçilerin ve işçi sınıfı partilerin bağımsız politik tutumlarla katıldığı devrimlerde, devrimlerin karakteri burjuva olmasına karşın, derin işçi ve emekçi damgası, bu ülkelerdeki demokrasileri, burjuva demokrasisini bir hayli aşan “halk demokrasileri” olarak adlandırılan biçimler olarak şekillendirmiştir. Ya da, İkinci Dünya savaşı sonrasında Avrupa’nın eski faşist yönetimlerinin yıkılmasıyla veya faşizmin baskısı altındaki ülkelerde kurtuluş mücadelesi sonucu kurulan devletlerde, burjuva özgürlükler, savaş öncesi ya da Ekim Devrimi öncesiyle kıyaslanamayacak biçimde bireysel özgürlüklere önem verir biçimde oluşup şekillenmişlerdir. Sadece bireysel özgürlükler bakımından değil; emekçi sınıfların hakları ve sınıfsal özgürlükleri bakımından da, savaş sonrasının Avrupa demokrasileri, emekçi sınıfların haklarını açıkça tarif eden; grev hakkı, örgütlenme hakkı bakımından, bu hakları onaylayan yasa ve anayasalarla güvenceye alındı. Bu dönemde, gelişmiş Avrupa ülkelerinde (Fransa, Almanya, İtalya gibi ülkeler başta olmak üzere) anayasalar, 1936 Sovyetler Birliği Anayasası’nda yer alan özgürlükleri kendi anayasalarına koymak zorunda kaldılar.
Bu “zorunluluğun” birinci nedeni, Ekim Devrimi’nin böldüğü dünyada; dünyanın öteki yarısının da faşizm ve onun zulmünden dünyanın sosyalist yarısı olan SB tarafından kurtarılmasıdır. Burjuva demokrasilerindeki işçi damgasının ikinci nedeni ise; bütün İkinci Dünya Savaşı içinde, halkların, komünist partilerin ve işçi sınıfının nasıl gerçek yurtseverler olduklarını, burjuvazinin ise nasıl vatan satıcılığı yaptığını görmelerinden de güç alarak, bu ülkelerde işçi sınıfının, burjuvaziyi iktidardan alaşağı edemese de, örgütlenme seviyesini ondan büyük tavizler koparacak kadar yükseltmiş ve burjuvazi karşısındaki ağırlığını artırmış olmasıdır.
Daha genel bakıldığında ise, şu söylenebilir: Evet, 1917 Ekimi’nde işçiler ve köylüler Rusya’da devrimi yapmışlardır; ama, bu devrimin bütün kapitalist ülkelerde reformcu sonuçları olmuştur. Kapitalist ülkelerin burjuvazisi; az ya da çok, bir biçimde SB’nin yarattığı baskı karşısında kendisine çeki düzen vermiş; işçilerin, emekçilerin, halkın isteklerini gözetmek, onların istemlerini ciddiye almak, bu nedenle, daha demokratik rejimlere rıza göstererek, politikalarını ve egemenliğinin koşullarını yenilemek zorunda kalmıştır. Daha genel olarak söylersek; sosyalist Sovyetler Birliği’nin tarih sahnesine çıkması; emperyalizmi ve emperyalist ülkeleri; dünya üstündeki egemenliklerini serbestçe sürdürmeleri, emperyalist ülkelerin kendi aralarındaki rekabeti sonuna kadar götürmeleri, ülkeleri yağmalama, halkları sınırsız bir biçimde sömürüp baskılama gibi emperyalizmi emperyalizm yapan pek çok bakımdan sınırlamıştır. Yani, emperyalist sistem, sosyalist sistem tarafından eli kolu bağlanan bir sistem olarak, sürekli kendisine çeki düzen vermek zorunda olan bir sistem olarak kalmıştır.
Başka bir söyleyişle, Ekim Devrimi sonrasının dünyasında, ulusal ve uluslararası çapta gelişen bütün başlıca politik olaylar, devrimler, karşı devrimler, reformcu girişimler; sosyal-kültürel yaşamadaki önemli her gelişme, Ekim Devrimi’nin etkisi hesap edilmeden anlaşılamaz olacak kadar, bu devrimin damgasın taşımıştır.
Konumuz (demokrasi) açısından bakıldığında, Ekim Devrimi’nin iki önemli boyutunun olduğunu söyleyebiliriz. Bunlardan birincisi, uluslararası alanda, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkının kayıtsız koşulsuz kabulü üstüne oturtulan bir devletler arası ilişkiyi egemen kılarak, sömürgelerin kurtuluş mücadelesine yeni bir dinamizm getirirken; aynı zamanda, sömürgelerin kendi ulusal tarımları ve sanayilerini geliştirmelerinin yolunu açarak, burjuva ulusçuluğun bittiği bir çağda, yeni ve emperyalizmin manevra alanlarını sınırlayacak ulusal devletlerin ortaya çıkmasının imkanlarını geliştirmiştir. Bu, gelişmiş kapitalist (emperyalist) ülkelerin, neredeyse iki yüz yıllık uluslararası diplomasi ve uluslar arasındaki ilişkileri yönlendirme tekelinin yıkılması; dolayısıyla, bu ilişkilerin demokratikleşmesi anlamına geliyordu. İkincisi ise; Ekim Devrimi öncesi dünya, özel mülkiyetin korunması üstüne kurulan ve bireysel özgürlüklerin, sadece biçimsel ve sadece belirli bir mali güce sahip kişi ve çevrelere özgü (burjuva toplumda bireysel özgürlükler emekçiler için olanak olarak vardır, yasalar tarafından tanınır, ama emekçiler bu özgürlüklerden fiiliyatta yararlanamaz. Bunun içindir ki, burjuva demokrasisi iki yüzlü bir yönetim biçimidir) olduğu bir dünyadır. Ekim Devrimi, öncelikle Sovyetler Birliği’nde bu özgürlükleri kullanılır hale getirirken, diğer ülkelerde de işçi sınıfının örgütlenme ve mücadele düzeyine yaptığı katkı ve özgürlüklerin yasa ve anayasalarla güvenceye alınmasının yolunu açmasıyla da; bu ülkelerde işçilerin burjuva demokrasisinin imkanlarından yararlanmalarının imkanlarını artırmıştır. Örneğin Ekim Devrimi öncesi dünyasında, işçilerin sendika ve sınıf partilerini kurma hakkı, sosyal güvenlik, parasız eğitim, sağlık hakları gibi haklar, sadece gelişmiş birkaç ülkede tanınan (o da kısmen) haklarken; Ekim Devrimi sonrası dünyasında, bu haklar, uluslararası standartlara kavuşturularak, her uygar sayılan ülkede tanınan, yasal ve anayasal güvencelere bağlanan haklar olmuştur. Öyle ki, bu hakların tanımadığı ülkeler, demokratik ülkeler olarak görülmez olmuştur.
Ancak, sosyalizmin baskısı karşısında, sosyalizme taviz olarak ortaya çıkan ve “sosyal devlet” denilen, devletin sosyal yükümlülüklerini, burjuvazi, nasıl ki sosyalizme karşı bir tuzağa dönüştürdüyse (sınıf mücadelesinin yerine reformları ve kapitalist refahtan pay almayı geçiren modern revizyonistler ve sosyal demokrasinin desteği ile); demokrasi ve özgürlükler alanında, Ekim Devrimi ve sosyalist dünyanın baskısıyla yenilediği “demokrasi normlarını” da, soğuk savaş silahına dönüştürmüştür. Bu yüzden de; özellikle ikinci savaş sonrası dönemde, “demokrasi”, sosyalizme karşı bir ideolojik silaha dönüştürülmüştür.
Bugün kapitalizmin ideologları, bireysel özgürlüklerin önemi üzerine kampanyalar sürdürüyorlar. Onlara göre; kitlesel örgütlerde birleşmek, ortak eylemlerle taleplerde bulunmak, bireyin gelişmesini engellemektedir. Bireyin gelişmesinin yolu, bireysel özgürlüklerin geliştirilmesinden, bireyin bu haklarını kullanmasından geçmektedir.
Son çeyrek yüzyılda burjuva propagandasının ana iddiası budur ve bu tutumun, burjuva özgürlüklerin iyice biçimselleştirilip “sanallaştığı” bir dönemde öne çıkması şaşırtıcı da değildir. Çünkü; bireysel özgürlükler ne kadar idealize edilirse edilsin; işçilerin, emekçilerin bunları etkin olarak kullanmasının imkanları azalmaktadır.
Örneğin, burjuva özgürlüklerin merkezinde olan ifade özgürlüğünün kullanımı bile, ancak büyük sermaye sahipleri için olanaklıdır. Gazete, TV ve öteki tür yayın araçları yoluyla yayılamayan fikrin bir kıymetinin kalmadığı bir dönemden geçiyoruz. Ve işçilerin, emekçilerin bunu başarmasının tek yolu; kendi gazetesini çıkaracak, kendi televizyon kanalını kuracak, kendi yayın evlerini oluşturacak kadar örgütlenebilmelerinden geçmektedir. Emetçiler de, kapitalist bir toplumda, bunları, ancak kendi ekonomik, siyasi ve entelektüel güçlerini birleştirerek yapabilirler. Yani, örgütlenerek, imkanlarını birleştirerek. Aksi halde, dünyanın en kusursuz ifade özgürlüğünün bile emekçilere bir faydası olamaz. Bugün bunu çok açıkça görüyoruz. Ve işçiler, emekçiler, ancak kendi partileri etrafında birleşerek, burjuva sistemin kendilerine tanıdığı özgürlüklerden yararlanabilmekte; kendi dünyalarını kurmak için burjuva özürlüklerini kullanabilmektedirler.
EKİM DEVRİMİ’NİN DAMAGASINI SİLME SAVAŞI
Son çeyrek yüzyılda, neo-liberal ekonomi politikalarının (küreselleşme politikaları da denilebilir) pratik amacı, “Ekim Devrimi’nin dünyaya vurduğu damga”yı silmektir.
“Peki, Ekim Devrimi’nin (sosyalizmin) insanlığa vurduğu damga nedir?” sorusuna, nicelik bakımından; şu alanda şu, bu alanda bu diye pek çok yanıt verebiliriz. Hatta yukarıdan beri söylenenleri göz önüne alırsak, “Ekim Devrimi’nin damgasını yememiş bir tek taş bile gösterilemez dünyada” diyebiliriz. Tersten de sorabiliriz. Ancak, söylenenlerin anlaşılır olması bakımından, bu soruya başka bir soruyla yanıt da verilebilir: Eğer Ekim Devrimi olmasıydı; dünya nasıl bir dünya olurdu?
Örneğin Ekim Devrimi emperyalizm ve emperyalist devletlerin elini kolunu bağlamamış olsaydı; sömürgelerin ve ezilen ulusların kurtuluşu ve ulusal bağımsızlığına sahip yeni ülkeler (onlarca ve onlarca) olanaklı olabilir miydi?
Avrupa Hitlerci faşizmi yenilgiye uğratabilir, dünyanın faşist imparatorluklar tarafından yönetilmesi önlenebilir miydi?
Dizginlenmemiş kapitalizm koşullarında, işçi sınıfı ve emekçi sınıfların haklarının yasalara geçirilmesi, anayasal güvencelere alınması ve bütün demokratik ülkelerin uyması gereken uluslararası standartlar haline gelmesi olanaklı olabilir miydi?
İnsan hakları ve demokrasi normları bakımından, dünya, 19. yüzyıldan farklı olabilir miydi; ya da tam tersine, gericileşen ve çürüyen kapitalizm çağı olan emperyalizm çağında, emekçiler ve ezilenlerin, önceki işçi sınıfı mücadeleleri ve devrimler içinde kazandığı haklar bile, –hele faşizmin olası zaferi düşünüldüğünde– emperyalist burjuvazinin ayakları altında kalmaz mıydı?
Burjuvazinin bir zamanlar pek öğündüğü, burjuva ideologlarının bir bölümünün (kimi ekollerini hâlâ savunduğu) “sosyal devlet” diye ifade edilen ve aslında sosyalizm karşısında burjuvazinin işçi ve emekçi sınıflara vermek zorunda kaldığı tavizlerin terbiye ettiği burjuva devlet versiyonu ortaya çıkabilir miydi?
Bu tür sorular, bilimden sanata, kültürden siyasete kadar hayatın her alanındaki ilerlemeleri kapsamak üzere çoğaltılabilir. Ama tarih, bu tersten sorulara verilen tersten yanıtlar olarak yazılamaz elbette. Çünkü tarih, “öyle olmasaydı nasıl olurdu?”nun tartışıldığı bir spekülasyon alanı değil, olanların neden, nasıl ortaya çıktığının anlaşılmasının bilimidir. Bu yüzden, tersten sorular ve yanıt sorular, sadece ufuk açmak bakımından önemlidir. Ama şu da bir gerçektir: Ekim Devrimi sonrasının dünyası, emperyalist burjuvazinin isteğine göre ya da sadece emperyalist ülkelerin aralarındaki çelişmelerin biçimlendirdiği* bir dünya değildir. Sosyalizmin bastırması karşısında kapitalist dünyanın razı olduğu, boyun eğmek zorda olduğu bir dünyadır. Onun içidir ki, son çeyrek yüzyılda daha açıkça görüldüğü gibi, SB’nin çökmesiyle kollarındaki bağlar çözülen emperyalizm; Ekim Devrimi’nde simgelenen, işçi sınıfının dünyaya vurduğu damgayı silmek için çalışmaktadır. Özelleştirmelerden ulusal ekonomilerin çökertilmesi planlarına, esnek çalışmanın yaygınlaştırılmasından IMF ve DTÖ üstünden dünya ekonomisinin yeniden şekillendirilmesine, eğitim, sağlık, belediye hizmetleri gibi temel kamusal alanlarda üretilen tüm mal ve hizmetlerin tümüyle piyasalaştırılmasına yönelik plan ve programların uygulanmasına kadar ulusal ve uluslararası sermaye güçlerinin tüm çabası, Ekim Devrimi’nin insanlık tarihine vurduğu damgayı silmek içindir. Belki buradan dönüp, eğer Ekim Devrimi olmasıydı, emperyalizmin insanlığa sunacağı dünya nasıl olurdu sorusuna yanıt verebiliriz, Bu dünya, sermayenin ve onun dolaşımının önündeki tüm engellerin kaldırıldığı; sömürü ve yağmanın sınırsız geliştirildiği, milyarlarca insanın açlık, yoksulluk ve doğal afetlerle yok olmaya terk edildiği bir teknolojik barbarlık dünyası olurdu. Tıpkı, bugün insanlığın böyle bir dünyaya sürükleniyor olması gibi.
İNSANLIK VE İŞÇİ SINIFI KAZANIMLARINI UNUTMAZ
Peki, burjuvazi bu çabasında başarılı olabilir mi?
Yani Ekim Devrimi’nin başarılarını, izlerini tümüyle ortadan kaldırabilir, bu devrimi olmamış gibi yapabilir mi?
Elbette ki, bu olanaksızdır. Çünkü; bir kez o devrim olmuş, insanlık tarihi o damgayla şekillenmiştir. Karşı devrimin onu geri döndürme çabaları kısmen başarılı olabilir, ama onu yaşanmamış hale getiremez. Nitekim de; ulusal ve uluslararası alanda devasa olanaklarla saldırmalarına karşın, sermaye güçlerinin çabaları başarısızlıklarla sonuçlanmaktadır. SB’nin yıkılmış olması onlara büyük bir moral vermiş, işçi sınıfı ve devrimci güçler cephesinde çok önemli moral bozukluğu ve dağılmalara yol açmış olmasına kaşın; sermaye güçleri, adeta bu “tek kale oynuyor” göründüğü “maç”ı kazanacak umudu da taşımamaktadır. Onu için de, sürekli olarak, bugünkü başarısızlıklardan bile, Lenin’i, Stalin’i, yetmezse Marks ve Engels’i suçlamaktadır. Bu suçlamaların bir bölüm karalamak içindir, ama bir bölümü, özellikle kapitalizmin çözümsüzlükleri ve hayatiyetine yöneltilen tehditlerle ilgili burjuvazinin söyledikleri büyük ölçüde gerçektir. Başka bir söyleyişle, bugün de, kapitalizm her yerde Ekim Devrimi ve sosyalizmin insanlığa vurduğu damgayla savaşmaktadır ve çözümsüzlükleri büyüdükçe, korkuları da büyümekte; sadece işsizlik, yoksulluk, açlık değil, ama aynı zamanda dünyanın doğasını da yok ederek insanlığın geleceğini tehdit eden bir düzen olduğu görüldükçe de, Ekim Devrimi’nin yol göstermiş olduğu güçlerin birleşip yeniden insanlığın kaderini eline almasının imkanları büyümektedir. Yani kapitalizmin mezar kazıcılarının birleşerek, Ekim Devrimi’nin izinden ilerlemelerinin imkanları genişlemektedir. Dahası, bugün işçi sınıfı, olduğu kadarıyla sınıf partileri ve insanlığın, Ekim Devrimi sonrasının zafer ve yenilgilerinin dersleriyle de donanmış olarak ve bilim ve teknolojideki devasa gelişmelerin yaratacağı imkanları da arkasına alarak ilerlediği ve yeni devrimlerle taçlandırılması için her gün pek çok olanağın ortaya çıktığı bir dönemden geçmektedir.
* Bu yazı boyunca Ekim Devrimi, bazen dar anlamda Ekim Devrimi kastedilerek, bazen de işçi sınıfının bütün mücadele ve kazanımlarının ve bütün devrimci güçlerin insanlığı ileriye götürme çabasının simgesi olarak geniş anlamda kullanılmıştır. Ki, Ekim Devrimi’ni, 250 yıllık işçi sınıfı mücadelelerinin olduğu kadar, önceki bütün devrimlerin, tarihin her çağındaki tüm ileri doğru hamlelerin de temsil edildiği bir devrim, bir zirve olarak görmek gerçeğin bir ifadesidir.
* Ekim Devrimi sonrasının dünyası, emperyalist ülkeler arasındaki çelişmenin yanı sıra; sosyalizmle kapitalizm, işçi sınıfı ile burjuvazi, emperyalist ülkelerle ezilen halklar arasındaki çelişmelerin de artık dünyanın başlıca çelişmeleri durumunda olduğu bir dünyadır.