Geçtiğimiz aylarda gündeme sürülen ve hâlâ güncelliğini koruyan tartışma AKP ile “askeriye” arasında uzun süredir süren “gerilim”in bugün geldiği noktaya dair yürütülüyor. Neredeyiz ve nereye gidiyoruz? Bu iki sorunun yanıtı taraflarca farklı veriliyor.
Tartışma bundan ibaret olsa, “öteden beri sürdürülen tartışmadır” denip geçilebilirdi. Ama tartışmanın bizim katılımımızı da koşullandıran asıl özelliği, belli başlı politik olgu, kurum ve kavramların altüst edilerek ele alınıp yürütülmesi. Demokrasi, faşizm, askeri ve sivil faşizm, bürokrasi, ordu, diktatörlük, hükümet, sistem ve devlet ve tabii ki darbe… Bütün bunlar keyfe göre çekiştirilip, anlamları bozuşturularak ve dayanakları anlaşılmaz kılınarak, yürütülüyor tartışma.
Tartışmanın güncellenmiş alevlenişi, herhalde ilk olarak köşe yazarı Nuray Mert’in Vatan’da çıkan söyleşisiyle başladı. Yoksa tartışma, AKP’nin Kasım 2003 seçimlerini kazanıp hükümeti kurmasına, hatta öncesine, seçimlere giderken hükümet olabileceğinin sezilip öngörülmesine kadar götürülebilir. Hiç değilse, boynu büküklüğü bir yana bırakarak, AKP’nin diklenmesine kadar…
Ama son güncellenişi, herhalde N. Mert’in söyleşini önceleyen Ruşen Çakır’ın 2009 sonunda Vatan’da “Ben bu işte taraf değilim ve olmayacağım” diye yazması ve ardından Milliyet’te Kadri Gürsel’in yüksek sesle benzer tutumunu ilan etmesiydi. Mert’se, etraflıca ortaya koydu tezi: “İktidar, demokrasi adına her icraatında daha da otoriterleşiyor. Basın susturulmaya çalışılıyor. Kurumlar yıpratılıyor. Türkiye yokuş aşağı gidiyor. Maalesef bunun sonucunu 2010’da göreceğiz. Tarih bu dönemi çok karanlık bir dönem olarak yazacak. Buna eminim!” E. Özkök, Vatan’daki bu söyleşiyi “N. Mert’in ‘Türkiye’nin totaliter bir tek parti rejimine gitme tehlikesinden’ söz eden mülakatı” olarak niteledi.
Ardından konuya ilişkin yazmayan kalmadı.
Tartışmanın özeti ise, tartışmaya dahil olanlar ve izleyenlerce fikir birliği halinde şöyle yapıldı: “Türkiye birinci sınıf bir demokrasi mi oluyor? Yoksa baskıcı tek parti rejimine mi gidiyoruz?”
İşte bu tartışma Türkiye’yi ve gidişatını nitelemek üzere yürütülüyor ve siyasal gündeme damgasını vuruyor.
TARAFLAR KİMLER?
Tartışmanın ekseni, tarafları da ortaya koyuyor. Tartışmanın taraflarını değil, tartışılan tarafları…
Türkiye “demokratikleşiyor mu?”, “birinci sınıf bir demokrasi mi oluyor?” ve bunun önünü kesmeyi hedef edinmiş bir darbe ve darbeye karşı mücadele sürecinden mi geçiyor? Askeri darbe ihtimalini bertaraf eden ve “askeri vesayet”e son veren bir “demokratikleşme” mi yaşıyoruz?
Yoksa…
“Darbe” tahdidinin bertaraf edilmesi görüntüsü ardında “gizli ajanda” mı hayata geçiyor? Askeri darbe karşıtı söylem, “kurumların yıpratılması”nı mı örtüyor? Darbe karşıtı demokrasi söylemi, basın özgürlüğünü çiğneyip muhalifleri sindirerek, “korku toplumu”nu hâkim kılarak, herhalde “parlamenter demokrasi” olan günümüzde geçerli “müesses nizam”ın otoriterleştirilmesini mi gizliyor? “Baskıcı tek parti rejimine mi gidiyoruz?” Gidiş, “sivil faşizm”e mi?
Kim neyi savunuyor? Ya da taraflar kim? Kim kime karşı? İleri sürülen argümanların, kavramsal çerçeveleriyle birlikte, nesnel durumu ifade etmediğini, değiştirmeye ve bozuşturmaya yönelik olduğunu incelemeye ve görmeye başlamadan kimler tarafından ileri sürüldüklerini görmeliyiz.
Argümanlar ve savunucularından önce çatışma halindeki gerçek taraflar kim?
Kolay olan, görünürdekiyle yetinip analize girişmektir ki, göreceğiz, tartışmacılar öyle yapmaktadırlar.
Taraflar ve Yıpranan Ordu!
Çatışma, hükümet ile ordu arasında görünmektedir. Burjuva devletin iki kurumunun çatışmasına tanık olduğumuz ileri sürülmektedir. “Kurumlar çatışması” sözü, hemen herkesin diline pelesenk olmuştur. Hemen eklemektedirler, fikir birliği halinde: “Kurumları yıpratmayalım”! Çünkü herkes görmektedir ki, kurumlar ve en başta bugüne kadar hemen hiç darbe almamış, ne yapsa yanına kâr kalan ordu yıpranmaktadır. Süregelen çatışma, bu çatışmanın Genelkurmay’ı açığa düşüren olguları ve seyri, bu çatışmaya paralel yürüyen “askeri vesayet”, “darbe” vb. türü tartışmalar, ordu üzerinden yürümektedir. Ordu, kuşkusuz yönetimi aracılığıyla, Genelkurmay dolayımıyla, çatışma ve tartışmalarda hem özne hem de nesne durumundadır. Doğal olarak yıpranmaktadır. Uzun vadeli bakan, günlük hırslar gözünü bürümemiş düzenin temsilci, sözcü ve yandaşlarının “kurumların yıpranmaması” konusunda fikir birliği etmeleri, bu nedenle anlaşılmaz değildir.
Gerçi kendini kaptırıp “yıpranıyorsa yıpransın” tutumu alanlar yok değildir! Bir bölümü “sonunda taşlar yerine oturur”, ama “normalleşme” için “öncelikle tam bir ‘zafer’ gerekir”, “öyleyse yıpranan yıpransın” umursamaz tutumu almaktadır. Örnek Ahmet Altan’dır; “cesurca” “askeriye”ye saldırmakta, yıpranmasından çekinmemekte, lafını esirgememektedir. Kısa süre için Türkiye’ye, tabii ki mevcut kapitalist düzene, uluslararası sermaye ve “küresel” çıkarlarına, onunla birleşmiş yerli büyük sermayeye yönelik ciddi bir tehdit görmediği için, bir güvenlik zaafı doğmaz ve “nasıl olsa düzelir”, “yıpransa bile toparlanır” diye düşünmektedir: “…sivillerin yaptığı tek bir anayasayı görmemiş bir ülke bu, askerin dış politikadan eğitime kadar her konuya karıştığı bir düzen bu, devletin içinde çetelerin cuntaların fink attığı bir yapı bu.”1, “Disiplinsiz, içinde cuntaların fink attığı, darbe planları yapan bir ordumuz var. Buna ilaveten, ordunun ‘askerî’ yetenekleri ve refleksleri de epeyce su götürür… artık ordunun ciddi bir denetim altına alınması ve her insan kaybının hesabının sorulması gerekiyor, yoksa böyle ‘şifre’ çözemeyen, aldığı istihbaratı değerlendiremeyen, her baskını ‘şaşkınlıkla’ karşılayan ve sürekli darbe planları yapan cuntası bol bir orduyla çok insan ölür bu ülkede.”2
Bir de “Zaman” ve “Vakit” türü yayınların gözü kara yazarları var “yıpranma” sorununu pek dikkate almayan. Herhalde “yıpransın”, “lağvedilir”, “yenisi kurulur” diye düşünmeye yatkındırlar. İran’da Şah’ın ordusunun lağvedilip yeni bir ordunun, “devrim muhafızları” teşkilatıyla birlikte kurulmuş olması örneğini yüksek sesle dillendirmeseler bile, bilir ve benimserler, dolayısıyla “eski”sinin yıpranmasından kaygı duymazlar. Eski ırkçı faşist Mümtaz’er Türköne, bu ekibin bir prototipi olmamakla birlikte, benzeri görüşleri kaleme almıştır: “Bize Nizam-ı Cedit Ordusu lâzım”, “Ülkenizi savunmak için ordu istihdam ediyorsunuz. Zamanla bu ordu bozuluyor veya pusulasını şaşırıyor. Ne yapacaksınız? Ya esaslı bir reformdan geçireceksiniz, ya da -baktınız olmuyor- lağvedip yenisini kuracaksınız.”3
En “ileri gitmiş” bu iki örnek, A. Altan ve M. Türköne de içinde, tartışmanın tüm tarafları, “zamanla taşlar yerine oturur” ya da “yenisi iyi olur” türü düşünme eğilimine sahip olsalar bile, “orduya olan ihtiyacı” bilirler ve yıpranmasını istemezler. İran’da yaşamadıklarından haberdardırlar örneğin ve İran türü olsa da, bir devrimin gölgesinden bile korkar, böyle bir “yenilenme”yi akıllarının ucundan bile geçirmezler. Lafımız “bıçak kesmez” Şeriatçılara değildir, böyleleri de vardır; ancak örneğin Türköne onlardan değildir. Altan’ın da en korktuğu şey, kökten bir yenilenme olan devrimdir. O, her şeyi “küresel dünya” kurgusu ve Batı ve burjuva egemenliği koşullarında düşünüp varsaymaktadır. Öyleyse, bu iki kategoriye de bir “ordu” lazımdır ve –düşünsel ve pratik– eylemleri sonucu ordunun belirli ölçüde yıpranması kaçınılmaz olsa bile, orduyu bilerek ve isteyerek yıpratmaya yönelmezler. Tabii ki Türköne’nin “yeniçeri ordusu”ndan “asakiri Muhammediye”den söz etmesi, “Bize Nizam-ı Cedit Ordusu lâzım” diye yazması tuluattır. Tabii ki A. Altan da, o da, bu iki “küreselci” neoliberal, İran “Devrim Muhafızları” türü bir başka ordu peşinde değillerdir. Burjuva devlet ve dayanağı burjuva ordu, sürekli ordu, militarizm, ne denli “askeri vesayet” karşıtlığı yaparlarsa yapsınlar, onlara lazım olan ve başkasını düşünmediklerinden kuşku duyulamayacak ordudur.
Dinsellik Ve Asker Ağırlığının Tarihselliği
Aslında çatışma, AKP henüz seçim kazanıp hükümet olmadan başlamıştır. Erbakan’ın Refah’ından beri sürmektedir. Hatta çatışma öncesine kadar gider, kökleri Kurtuluş Savaşı ve öncesine kadar uzanmaktadır. Karmaşıklaşan bir çatışmadır. Feodal Sultanlığın yerini burjuva devletin alması ve modernleşme süreci olarak başlamıştır. Üstten devrimin, yukarıdancılığın olanca bozuşturuculuğuyla, sultanlık-yobazlık’a karşı halktan kopuk bir savaşın, burjuva iktidarını kurup sağlamlaştırma sürecinin bir yandan tekçi milliyetçi, öte yandan “dine karşı savaş” biçimine/görüntüsüne bürünerek yürütülmesinin ürünü bir karmaşa haline gelmiştir. Yeni burjuva iktidarı kurma sürecinde, yerine yapay bir “devlet dini” geçirilmek üzere eski askeri feodal Şeriat devletine biçimini veren ve Padişahlık-Hilafet iktidarının dayanaklarından olan yüzyıllardır halk içinde kök salmış dini örgütlenme ve sıradan inanış ve ibadet biçimleri dışlanarak, bürokrat kapitalizme uygun bir bürokratik despotluk burjuva devlete biçimini verirken, militarizm de, genç Cumhuriyet’in örgütlenmesinin sadece temel bir dayanağı değil, ama biçiminin de önemli ve karakteristik bir yönü olarak belirmiştir. Konu bu değil, uzatmak gerekmiyor; ama, çatışmanın köklerinin derinde olduğu bilinmelidir.
Cumhuriyetin Kurucusu Ordu
Ordu, yeni Cumhuriyet’in kurucusudur. Doğrudur, asker olarak halk savaşmış, cephe gerisinde de halk çile çekip savaşı beslemiştir; ama işçi ve ezici çoğunluğuyla köylüler, savaşan asıl yığını oluşturmalarına ve savaşın asıl yükünü çekmelerine rağmen, yalnızca kendi çıkarlarını bütün halkın çıkarı olarak göstermeyi ve bu “ortak çıkar”ın temsilciliğini üstlenmeyi başaran burjuvazinin egemenliğine eşitlenen bağımsızlık kazancıyla yetinmiş, ama Cumhuriyet’e kendi damgalarını vuramamış, ona halkçı bir karakter verememişler; iktidarı, burjuvazi elinde toplamıştır. Orduysa, bu iktidarın başlıca örgüt biçimi ve temel dayanağı olarak rol oynamıştır. Halk örgütsüzdür, ama eski Osmanlı ordusunun kalıntıları, örgüt yetenekleriyle, kuşkusuz halkı yedekleyip asker yazarak yeni Cumhuriyet Ordusu’nu oluşturmuşlardır. Ordu, bir yandan ülkenin işgaline son veren ve buradan prestiji tavan yapan bir kurum, öte yandan köylü karşısında “jandarma zulmü”yle belirginleşen yeni burjuva iktidarının güç kaynağı olmuştur.
Son derece geri, kapitalizmi gelişmemiş yarı-feodal bir ülke olan Türkiye’de piyasa da dahil, kapitalist kurumlar ve örgüt biçimlerinin gelişmediği bu koşullarda, yeni Cumhuriyet’in tüm kurumları geçmişten devralmasından, bunlar içinde de, asıl olarak, en örgütlü olana dayanmasından doğalı yoktur. Ama aynı zamanda, iktidar, bir elden diğerine, padişah-halife etrafından birleşmiş merkezi Sultanlık’tan Mustafa Kemal çevresinde birleşmiş tefeci tüccar nitelikli ulusal burjuvaziye geçmekte, padişahlık ve Hilafet’in yerini Cumhuriyet almaktadır. Tüm üsttenliğine ve burjuvazinin feodallerle, toprak ağalarıyla ittifakına karşın, işgalciyle birleşen merkezi feodaliteyi, Saray çevresi ve Padişah/Halifeyi, onun dayanaklarını dışlayıp hedef almak zorunda oluşu, kuşkusuz sancılı olmuştur. Başka türlü iktidarın bir elde toplanamayacak oluşu, eski dayanaklarıyla birlikte saltanatın ve kuşkusuz dinsel dayanaklarının gücünün kırılması yolunda girişimleri kaçınılmaz kılmış; ama bunun sonucunda da, henüz geleneksel inançlarının güçlü etkisinden kurtulma imkanı bulamayan halkın; bir yanda “vatan”, “vatanın kurtarılmış olması”, “bağımsızlık”, “millet”, özetle milli bilinç; diğer tarafta geleneksel inançlar, “ümmet olarak yaşama”, özetle dinsel önyargılar arasında kafa karışıklığı içinde kalmasına sebep olunmuştur. Halk “vatan” “millet” saikiyle yeni iktidarı desteklerken, inanç ve din saikiyle de iktidardan kopuş halinde olmuştur. Üstüne halkın çıkarlarının farklılığından gelen taleplerin jandarma zulmüyle bastırılmaya çalışılması, Kürt ulusal isyanlarına bu yolla müdahale edilmesi eklenmiş ve giderek jandarma zulmünün ordunun bütününü kucaklayarak genelleşmesiyle birlikte, burjuva iktidarı çürüten, bağımsızlık savaşından gelen itibarını eriten, ama aynı zamanda giderek daha fazla –zaten kuruluşun da asli unsuru olan– orduya dayanmasına götüren/orduyu öne çıkaran tabloyu ortaya çıkarmıştır.
Asker Ağırlığı ve Din Siyaseti
Sonra Cumhuriyet tarihi boyunca, din siyasetinin nesnel zemini olarak bu tablodaki çelişkiler, kapitalizmin gelişmesi ve modernleşmeye rağmen varlığını ve işlevselliğini korumuş; hem Hizbullah türü Şeriatçı örgütlenmelere dayanaklık etmiş, hem de din siyaseti ve mukaddesatçılık özellikle muhafazakâr burjuva parti ve hükümetler bakımından geçer akçe olmuş, çünkü “para” etmiş ya da parlamenter rejimde “oy” demek olmuştur.
Din siyaseti ya da dinin istismarı, Menderes’in DP’sinden başlayarak, Demirel’in AP’si, Özal’ın ANAP’ı vb. tarafından olduğu gibi, MHP türü şoven, ırkçı ve faşist partiler tarafından da, sömürülen kitleleri yedekleyecek bir kaldıraç olarak kullanılmış olmakla birlikte, Said-i Nursi (ya da Kürdi) ve Fethullah Gülen orijinalitelerinde sosyal örgütlenmenin (toplumsal örgütlenmenin tarikatlara ikame edilmesi ) temeli ve Erbakan orijinalitesinde siyasal parti olarak örgütlenmenin asli unsuru olarak da kullanılmıştır.
Özetle, din ve din siyasetiyle “yobazlık” ya da “irticaya karşı mücadele” Türkiye siyasal yaşamının sürekli bir motifi olmuş, siyaset ya da devlet işlerinin bir yönü hep bu motif üzerinden şekillenmiştir. Devlet kimi dönemlerde bir yandan laikliği savunurken değir yandan onu ters yüz ederek dini siyasetin bir aleti olarak kullanmaktan çekinmemiştir. Din siyaseti ve laiklik ihtiyaç duyulan her fırsatta dozu değişen ölçülerde tercih edilen ideolojik motifler haline gelmiştir.
Erbakan’ın Refah Partisi’nin Çillerin DYP’si ile ortak olduğu hükümete karşı “post modern” olarak adlandırılmış bir darbeyle 28 Şubat’ta devrilmesi de, din, irtica ve laiklik motifli bu yönlü bir çatışma zemininde gerçekleşmiş; “Milli Görüş”ü savunan ve “ulusalcı” kampta yer alan RP “neoliberal politikalar”ın uygulanmasında ayak bağı olduğu için laikliğe aykırı tutumları gerekçe gösterilerek devrilmiş ve parçalanması dayatılmıştır. Kemalist modernleşmenin devamı olarak düşünebileceğimiz “küreselleşme” sürecine entegre olmayı kolaylaştırmak amacıyla Kemalist-Laik ordu tarafından düzenlenen bu darbe yine din üzerinden siyaset yapan ama ABD’nin ılımlı İslam projesiyle uyumlu, kapitalizmin son dönem yönelimlerini gerçekleştirmeye uygun bir partiyi, AKP’yi ortaya çıkarmıştır. Ve şimdilerde de asker, AKP ile din ve laiklik temelinde süren bir çatışmanın taraflarından biri olarak görünmeye devam etmektedir.
TARAF OLARAK AKP
Bugünkü taraflardan biri olan AKP, 28 Şubat’ın ürünüdür. “Değiştik” argümanıyla, din siyaseti yapılmasının bir anlamda “özeleştirisi” yapılarak, eski “dinci” ve “milli görüşçü” partinin suçlanması üzerinden kurulmuştur.
AKP’nin geldiği yer, evet, hem “din siyaseti”dir, hem “milli görüş”tür. Ancak iki yönüyle de, AKP; RP’den farklılaşmıştır. Hâlâ din siyaseti yapmak ve dini istismar ederek dini dayanaklarından beslenip güç almakla birlikte, artık AKP’nin “dinci parti” olduğundansa, din istismarı yapan bir parti düzeyine geldiğini söylemek daha doğru olacaktır. AKP’nin artık Türkiye’nin düzenini dini esaslara göre yenilemeyi öngören şeriatçı bir parti olduğu ileri sürülemez ki, önceli RP’nin bile, dayanakları arasında ciddi şeriatçı eğilim ve örgütlenmeler olmakla birlikte şeriatçı bir parti olduğu zor iddia edilirdi. AKP’nin “dini imanı para” olan bir parti olarak şekillendiği ve hisseli şirketten farksız olduğu, sanırız kanıta ihtiyaç göstermeyecek kadar açık bir gerçektir.
Dinî Motif
Bununla, AKP’nin hâlâ dini ve dinî inançları kullandığı inkâr edilmemektedir. AKP’ye rengini veren “etken madde”, evet, hâlâ dindir; dini motifler, onun biçimini veren başlıca unsurdur. Doğrudur. Ama AKP artık Hizbullah ya da Aczmendiler türünden bir örgüt değildir. Sadece AKP değil, Fethullah tarikatı da bu türden örgütlerden değildir. AKP, dini ve dinî önyargıları kullanan bir burjuva partisidir; hem de öyle dinle içli dışlı orta sınıfların, tekel-dışı burjuvazinin, başlangıçta çok söylendiği gibi “Anadolu Kaplanları”nın değil, büyük burjuvazinin partisidir. (Fethullahçılık da, büyük burjuvazinin çıkarlarının gerçekleştirilmesine bağlanmış bir burjuva sosyal dayanışma örgütlenmesidir.)
Başlangıçta Erbakan hareketi içinde (Milli Nizam Partisi’nden başlayıp RP’ye gelen hareket ve partileşme), doğrudur, esnafın ötesinde “Anadolu Kaplanları” birleşmiştir. Doğaldır ki, “dini bütün” muhafazakâr herkes vardı hareket içinde, ancak, hareketin yönetimi, “Anadolu Kaplanları” da denen, sosyal bir kategori olarak MÜSİAD içinde birleşmiş tekel dışı burjuvazideydi. Aralarında, dini bağlar dolayısıyla daha “iri” olanları da vardı; ama bir “yerli-ulusal” karakter ve uluslararası ve ulusal tekeller tarafından (payları verilmeyerek, kredi vb. mekanizmalarda zorluklarla yüz yüze bırakılarak, devlet olanaklarından hemen hiç yararlanamayarak) dışlanmış olmanın tepkisiyle “Milli Görüş” programında birleşenler, asıl olarak “en büyükler”den olmayan, ancak olmaya can atanlardı. Aynı zamanda “mürteci” yükünü taşımaları dolayısıyla da yan yana gelmekteydiler. Ancak, ilerici anti-emperyalist bir ulusal arayıştan çok, birleşmeye can attıkları emperyalizm ve uluslararası büyük sermaye tarafından horlanmanın neden olduğu bir tepkiyle “milli görüşçü”ydüler ve ideolojik olarak, belirli ve cılız bir “milli” yönelimle birlikte, bundan daha çok, Osmanlıcı, ümmetçi, İslam’ın birleştiriciliğine önem veren, buradan Osmanlı’nın boşalttığı eski –ezici çoğunluğu İslam olan– topraklara göz diken ve Enver Paşa ve İttihatçılar örneğinde olduğu gibi, kolaylıkla işbirliğine ve emperyalizmin taşeronluğuna dönüşebilecek bir yönelim sahibiydiler.
Süreç içinde “Anadolu Kaplanları”nın bir kısmı büyüdü. Bunlar giderek uluslararası sermaye ile girdikleri ortaklıklar ve yaptıkları işbirliği sayesinde pazarlarını da büyüterek büyük burjuvazinin saflarına dahil oldular. Refah partisi dönemindeki “kaplanlar” ile AKP döneminin “Müslüman İşadamları” arasında böyle niceliksel ve niteliksel bir fark da doğmuş oldu.
AKP ve Büyük Burjuvazinin Genişlemesi
Refah Partisi’nden koparak ortaya çıkan ve “değiştik” söylemini benimseyen AKP, hem sosyal dayanaklarının iktisadi bir büyümesi üzerine oturdu, hem de bir çırpıda boş verdiği “milli görüşçülük”ten, bu büyüme üzerinden, emperyalizmle işbirliğine yöneldi ve taşeronluğa dönüşümün siyasal gereklerini yerine getirmeyi üstlendi. Dini motiflere önem veren, (tarikatçılıkla sermaye sahipliğini son derece gelişkin bir biçimde birleştirmiş Fethullahçılığın ciddi katkılarıyla) aralarında bir ticari-iktisadi dayanışmayı çoktan kurmuş, belediyelerde “iktidar” olanaklarını elde etmenin sonuçlarını başarıyla derleyerek büyümesini sürdürerek en iriler arasına katılma noktasına ilerleyen, kimilerinin “Anadolu Kaplanları”, kimilerinin “yeşil sermaye” dediği sermaye, emperyalizmle siyasi birleşmenin kolaylaştırıcılığında, ihtiyaç duyduğu bu birleşmeyi de kolaylaştırmak üzere, hızlı bir palazlanma süreci yaşadı.
RP hükümetinin ardından AKP’nin yedi yılı bulan hükümeti sürecinde, bu palazlanma, artık yerel yönetim olanaklarının ötesinde, merkezi hükümetin ele geçirilmesine dayanarak tüm devlet olanaklarından yararlanmayla ciddi boyutlara ulaştı.
Türkiye kapitalizmi, en başından sahip olduğu bürokratik niteliğiyle, devlet olanaklarının en ileri biçimde yağmalanmasıyla gelişti ve egemen büyük sermaye, daima devlet olanaklarıyla semirdi. Özelleştirme sürecinin AKP hükümeti döneminde görülmemiş atakla milyarlarca dolarlık satışla ilerlediği ve satılmadık devlet işletmesi bırakılmadığı hatırlanırsa, bu kaynakların, devlet olanaklarıyla sözü edilen palazlanmaya “katkısı” tahmin edilecektir. Eskiden hükümetlerce “arpalık” olarak değerlendirilen ve “yandaş” istihdamı açısından taşıdığı bu anlamın ötesinde ihaleleriyle ve ürün satışlarıyla “bir puan” getirebilir olan KİT’ler, özelleştirilirken “yüz puan” getirmişlerdir. İlaveten, TOKİ göz önüne alındığında ve neredeyse bütün büyük inşaat faaliyetleriyle bağlantısı düşünüldüğünde, palazlanmanın boyutu hakkındaki fikirler berraklaşacaktır. Ve özelleştirme bağlantılı olarak bankaların kredi kolaylıklarından yararlanma olanaklarının büyümesi, yalnızca Sabah-ATV satışında Erdoğan’ın damadının, CEO’su olduğu şirketin Halk Bank ve Vakıf Bank’tan karşılıksız sağlayabildiği 1 milyar dolara yakın kredi göz önünde bulundurulduğunda, devlet olanaklarıyla palazlanmanın dev boyutu üzerine herhalde hiçbir kafa karışıklığı kalmayacaktır.
Sonuç odur ki, kısa bir süre öncesinden (’90’larda) başlayan ve AKP hükümeti döneminde genişleyerek süren devlet olanaklarıyla palazlanma, büyük sermayenin kapsamını genişletmiş; eksiden MÜSİAD içinde örgütlü durumlarıyla büyük sermayenin dışında duran/kalan ve bu sermayenin olanaklarına imrenme ve hasetle bakan, vahşi bir sömürü ve iç-dayanışmayla ve elde ettiği tüm olanakları değerlendirerek büyüklere ulaşmaya çalışan “yeşil sermaye” içinden en azından bir bölümünün –eski ilişkilerini ve dayanışmasını kullanmaya devam edip çevresini de peşi sıra sürükleyerek– büyük sermayeye dahil olduğu bir süreç yaşanmıştır/yaşanmaktadır. Şimdi büyük sermaye, yeni katılımlarla genişleyen yapısıyla işlevseldir. Ve üstelik yeni katılanlar, TOBB’un bir dizi kuruluşunun yönetimini çoktan ele geçirecek kadar güçlenmiş, TÜSİAD’ın yönetimini etkileyecek güce ulaşmıştır. Eskiden birliği zerrece bozulmadan hükümetler devirmiş olan TÜSİAD (’70’lerde Ecevit Hükümeti’ni gazete ilanlarıyla devirdiği hatırlansın), şimdi kendi iç toplantısında Hükümet’i eleştirmeyi başaramamakta, ciddi tepki almakta, buradan yönetim sorunu oluşmakta ve yeni başkan bulmakta ciddi biçimde zorlanmaktadır.
Büyük sermaye kuruluşları içinde ciddi bir yer tutar hale gelen, Batı ve özellikle Amerikan emperyalizmiyle tam bir işbirliği içine giren, politikalarını Amerikan egemenlik stratejisinin ihtiyaçları üzerinden geliştiren, Fethullahçılık başta olmak üzere, dinsel-siyasal-iktisadi-mali örgüt olarak tarikatlarda, siyasal (hisse senetli şirket görünümünde olan ve rant ve devlet olanaklarının dağıtımının da örgütlenmesini yapan yönleri küçümsenemeyecek olan başlıca yönü siyasal) örgüt olarak AKP’de, onun politikalarında ifadesini bulan/temsil edilen eğilim, büyük sermaye saflarındaki genişlemeden beslenen, asıl olarak bu saflara yeni katılanların çıkarlarıyla şekillenen bir büyük sermaye eğilimi olarak ortaya çıkmıştır. Kendisine yer açmaya yönelmiş, sadece “pastadan aldığı pay”ı büyütmeye değil, bu “pay”la uyumlu siyasal söz hakkı, etki, kısacası egemenlik “payı”nı büyütmeye çalışmakta, iktidar istemektedir; bu taleple iktidar mekanizmalarının yenilenmesini gündeme getirmiştir.
Çatışma ve gelişmeleri, çok yönlülüğü içinde anlamaya çalışanlardan biri Hürriyet’in neo-liberal yazarı Cüneyt Ülsever’dir. Vatan’daki söyleşisinde siyaset-iktisat ilişkisine ve AKP’nin sosyal temeline değinmektedir:
“TSK’yı zayıflatmak istemelerinin bir nedeni de gücü ellerinde tutmak istemeleri. Bu güçlerden biri de hiç kuşkusuz ranttan yani ekonomik güçten faydalanmak. Bunun adı paylaşım kavgası. Türkiye’de bu kavga bitmedi. Bu kavga bitmeden de demokrasi gelmez. Bence uzlaşma sözcüğü Türkiye için çok erken. 28 Şubat’ın içinde de ekonomik bir kavga vardı. İktidar kelimesi çok güçlü bir kelimedir. Bu elbette sadece ekonomik anlamda değil. İktidar olmak, kararları da ellerinde tutmak demektir. Benim söylediğim geçerli olsun, benim bürokratım atansın şeklinde bir egemenlik tutumudur. Uzlaşma savaşı bitmeden de bu savaş bitmez… AKP’nin etkisinin ne olduğu son yıllarda açıkça görülebiliniyor. Örneğin medyaya, gazete sayısına baktığımız zaman iktidar yanlısı gazete ve televizyonların sayısının arttığını açıkça görebiliriz. Sadece medya alanında değil, ekonomik alana da ne kadar etki ettiklerini rahatlıkla görebiliriz. İnşaat sektöründe çok önemli bir bölüm AKP ile sıcak ilişkiler içerisinde. Duble yolların yapımını üstlenen firmalara bakmamız gerek. Bu tür ihalelerin kimlere gittiğini irdelememiz gerek.”4
Bir “taraf” budur; büyük burjuvazinin genişlemesinden beslenen ve sosyal temeline buradan oturan AKP.
YA DİĞER TARAF?
Bu anlatıdan “diğer taraf” herhalde anlaşılmış olmalıdır: Şimdiye kadar sosyal temelini, tabii ki yine Batı ve özellikle Amerikan emperyalizmiyle işbirliği ilişkisi içindeki geleneksel büyük burjuva kesimde, yani Koçlarıyla, Sabancılarıyla, Eczacıbaşılarıyla, Doğan grubuyla vb. büyük burjuvazinin yerleşik kesiminde bulmuş; işbirlikçi tekellerin çıkarlarını –süreç içinde giderek neredeyse nüansları bile ortadan kalkmaya yüz tutan ve tekleşme belirtileri gösteren benzer programlarla (en son AKP’nin izlemeye devam ettiği IMF-Derviş programı)– savunmayı üstlenen büyük burjuva eğilimi. Bu eğilim, programları fazlasıyla benzeşen birden fazla gerici burjuva fraksiyon tarafından temsil edilmiştir. Zamanında Demirel, uzun süre bu eğilimin ve bu eğilim üzerinden örgütlendirilmiş “derin devlet” denen çekirdeğin başında bulunmuş, AKP öncesi DSP-ANAP-MHP hükümeti bu eğilimin kurduğu son hükümet olmuştur. Şimdi “ulusalcı” şoven gericiliği savunan MHP ve CHP tarafından temsil edilmektedir.
Hedefte Ordu mu Var? Taraf, Ordu mu?
Peki, ordu? Ve, bu “askeri vesayet”, “sivilleşme” ya da “sivil faşizme gidiş”, “tek parti diktatörlüğü” tartışması nereden çıkmaktadır?
Siyasal olarak, bir tarafta AKP varken, karşısında MHP ve CHP vardır; ancak bu “taraf”, bu iki partiden ibaret değildir. Ülsever, örneğin, yine Vatan’daki söyleşisinde, “Muhalefet partilerine MHP ve CHP’ye bakınca kimsenin içerde olduğunu görmüyoruz. Neden? Çünkü iktidar tarafından bir karşıt olarak görülmüyorlar. Ortada Cumhuriyeti kuran Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) hedeftedir” demektedir.
Doğrudur, taraflar mahkemelik olarak, çatışmaktadırlar. AKP, Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılmaktan son anda kurtulmuş, ama bu mahkeme tarafından neredeyse oy birliğiyle“irtica odağı” olarak suçlanmıştır. Türkiye, “irtica odağı” olan bir hükümet tarafından yönetilmektedir, üstelik şimdi bu “odak” siyasal iktidarı, devlet iktidarını ele geçirme gayretindedir. Ama “karşı taraf” da mahkemelerde “sürünmekte”, en başta Ergenekon davalarında yargılanmaktadır ki, Ülsever’in dediği gibi, –Doğu Perinçek’in İP’i bile “taraflar”dan biri içinde sayılır ve yargı önüne çıkarılırken–, zamanında CHP’li olmuş olanlar ve Kerinçsiz gibileri sayılmazsa CHP ve MHP’li kimse yoktur yargılanan; ama çok sayıda emekli ve –son zamanlarda sayıları giderek artmakta olan– muvazzaf subay vardır.
Yine de Ülsever’inki ya dil sürçmesidir ya da sosyal bilimlerden uzaklıkla izah edilebilecek bir saflık! TSK kuşkusuz “hedefte” değildir. Ancak “hedef”le bir bağlantı içinde olduğu, yine “taraf” olmasa da, “taraf”lardan biriyle bağlantılı olduğu herhalde kesindir.
Ordunun tartışmanın hiçbir tarafınca gözden çıkarılmış olmadığını/olmayacağını söylemiştik. “Taraf”, ordu değildir. Zaten bu nedenle gözden çıkarılmamaktadır. Ordu, militarizm, askeri bürokrasi, özel silahlı adam birlikleri, açık ve nettir ki, her devletin, şüphesiz burjuva devletin de temel bir kurumu, devlet aygıtının asıl ve önde gelen, tabii ki gözden çıkarılamayacak “koruyucu/kollayıcı” başlıca organıdır. Bir şiddet aletinden başka bir şey olmayan devletin bu şiddetinin temel ve başlıca uygulayıcı aracı/kurumudur. Kapitalist düzeni ve burjuva devleti tehdit eden/edecek, sadece “dış” değil, “iç” tehlike ve “düşmanlar”a da karşı koruyup, bekçilik etme, tarihsel olarak tüm devletlerde ve günümüzün burjuva devletlerinde, ordunun varlık nedeni ve işlevinin esası ve özüdür. AKP’nin kendisi de, örneğin Kürt savaşında orduyu kullanmaktadır. En başta Demirel ve Oktay Ekşi’nin tartışma konusu edip şiddetle karşı çıktıkları, Genelkurmay’ın bilgi ve kontrolü dışında silah ithalatıyla “polis ve MİT’in ağır silahlarla donatılması”na ilişkin yasa teklifi, “iç düşmanlar”a karşı bu güçlere ağırlık verilme eğiliminin belirtisi sayılsa bile, –ki sonunda tekliften vazgeçilmiştir–, ordu, yine de, başlıca silahlı güç olarak işlevsel kalmayı sürdürecektir.
Ordunun Bağlantılılığı
Ancak ordunun bu başlıca işlevi ve gözden çıkarılamayacak oluşu gerçeğin bir yanıyken, gerçeğin diğer yanı da, ordunun, MHP ve CHP’nin de yer aldığı “taraf”la bağlantılı olmasıdır.
Nedir bu bağlantı?
Tekleşme eğilimi gösteren, benzeşen programlarla uzun süre Türkiye’yi yönetmiş olan siyasal partiler, bu program tekleşmesi eğiliminin de bir kanıtını sunduğu üzere, “devlet partisi”nin fraksiyonlarından olmuşlar ve bu “parti”nin içinde, pek çok darbe yapıp muhtıralar vererek sürekli siyaset içinde bulunan, siyasal yaşama müdahaleleri gel-geç değil sürekli ve yerleşik olan askeri şefler, –az sayıdaki, Hilmi Özkök türü, siyasete karşıt eğilimle katılanlarla birlikte– ordunun yönetimini elinde tutan tümü Amerikan eğitiminden geçmiş generaller de yer almışlardır. Bu katılım, devletin oligarşik yapısını da vermektedir. İktisadi, mali, siyasi, askeri “en iriler”i belirten oligarklardan oluşan oligarşi, kapitalist devletin yönetim dizginlerini elinde tutan tekelci zümreden başkası değildir. Tekelci kapitalizmde, burjuva devlet iktidarını çekip çeviren ve her alanda kendisini ve çıkarlarını dayatıp gerçekleştiren bu tekelci zümredir. Ve tabii ki, en irileri olan generalleri, onların özellikle Çevik Bir, Yaşar Büyükanıt vb. türünden Amerikan desteği almış karizmatik olanları aracılığıyla yukarıdan aşağıya hiyerarşik yapısı içinde askeri bürokrasiyi (eratı da katınca “ordu” demek olmaktadır) hem temsil etmekte, hem yönlendirmekte, hem de tatlı tazminat ve harcırahlarla iyice doygunlaştırılmış yüksek maaşların yanında OYAK vb. aracılığıyla “doyurmaktadır” da.
Kurum olarak burjuva devletin temel örgütü ve dayanağı olmanın ötesinde, ordu, buradan, devlet yönetimine bağlanmaktadır ve yine buradan, burjuva devlet ve yönetiminin tarihsel şekillenişi içinde belirli bir ağırlığı olan bir yer tutmuştur.
Bağlantılılığın Tarihselliği
Yazının başında “askeri ağırlık”ın tarihselliğinden söz ederken değinilen, Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet’in kuruluşunda askeri bürokrasinin burjuva iktidarın güç kaynağı ve başlıca dayanağı oluşundan bugünkü oligarşik egemenliğe gelinirken, şüphesiz kapitalizmin gelişkinlik düzeyi ciddi bir farklılaşma göstermiş, bağlantılı olarak, hem egemen sınıflar ve hem de burjuva ordu belirli bir nitel değişim geçirmiştir.
’20’lerde Türkiye’de kapitalizm hemen hiç gelişmemiştir, çok cılızdır. Sanayi yok denecek kadar azdır ve az-çok yaygın denebilecek kiremit ve tuğla “fabrikaları” ile un değirmenlerinin ötesinde sınırlı sayıda dokuma atölyesi ve kibrit ve içki üretimi dışında, kapitalizm, başlıca ticari kapitalizm durumundadır, kırların pazara açılması bile henüz başlangıç aşamasındadır. Limanlarda sarayla içli dışlı olan ve emperyalizmle işbirliği içindeki levantenler (komprador karakterli liman burjuvazisi) bir yana bırakıldığında, burjuvazi, başlıca ticaret burjuvazisi niteliğindedir, kırların feodalizme (toprak ilişkisi üzerinden sömürüye) bağlı olarak para ticareti (ipotekler aracılığıyla) yapan tefecileriyle de iç içe yarı-feodal (ya da feodal burjuva) bir sınıf olarak, bu ticari burjuvazi, tefeci-tüccarlar, söylendiği gibi, toprak ağalarıyla ittifak içinde Kurtuluş Savaşı’na önderlik etmiş ve zaferin ardından iktidarı almışlar, feodal “prangaları” olan bir burjuva devletin inşasına girişmişlerdir.
Ordu, belirtildiği gibi, gerek Kurtuluş Savaşı, gerekse yeni Cumhuriyet’in kuruluşunda ağırlıklı ve başat bir rol üstlenmiştir. Bu, hem görmezden gelinemeyecek ağırlıkta, hem de siyasal bağımsızlığın kazanılması gibi ilerici devrimci bir eylemin başlıca örgütlü yürütücü/vurucu gücü olmaktan gelen ve yenip yenip tüketilemeyen “kurtarıcılık” prestiji getirmiş olan bir roldür.
Burjuvazinin, önderliğini gerçekleştirmesinin önde gelen dayanağı olan askeri bürokrasi/ordu, Kurtuluş Savaşı sürecindeki örgütsel faaliyetini sürdürürken de, Cumhuriyet’in kuruluşu yıllarında, bağımsızlıkçı kurtarıcı prestijini kullanarak, önemli ve ağırlıklı bir kurucu/yönetsel rol üstlenirken de, burjuvazi ve fiilen önderliği elinde tutan askeri şefler, başta M. Kemal, Osmanlı ve öncesinin beylik, hanlık ve Sultanlıklarının biriktirdiği devlet geleneğinin askeri niteliğinden beslenmiş, güç almıştır. (Kara Kuvvetleri arşivlerinde ordunun kökü M.Ö. 209 yılında bir darbeyle babası Teoman’ı devirerek iktidara gelen Mete Han’ın, barbarları kendi etrafında askeri olarak örgütlemesine kadar götürülmektedir.5) Sonradan bu askeri karakter, “ordu-millet”, “asker-millet” türünden teorileştirilmiştir de.
Devlet ve Ordunun Despotik Niteliği
Zaten feodalizme, toprağa ve kişiye bağımlılık ilişkilerine karşı mücadele olarak gelişmeyen, işçi ve köylülerin demokrasi mücadelesiyle birleşmeyen ulusal mücadele olarak Kurtuluş Savaşı’nın ardından, Alman faşizminin etkisi ve tek parti ve milli şeflik, despotizmi besler ve militarizme hem dayanak olarak ihtiyacı artırır, hem de onu güçlendirirken, II. Paylaşım Savaşı’nın ardından, Soğuk Savaş koşullarında, “Hür Dünya”nın (Batı kapitalizminin) bir cephe ülkesi olarak “komünizme karşı mücadele”, ve yanı sıra, 40’larla birlikte giderek büyüyen, ’60 ve ’70’lerde doruğuna yükselen işçi ve sömürülen yığınlarla gençliğin mücadelesine karşı (ulusal ve sosyal devrim ihtimaline karşı) darbelerle birlikte sürdürülen “püskürtme” ve “temizlik” hareketinde, kapitalist düzenin olağan aygıtları yetersiz kaldıkça, militarizme, orduya olan ihtiyaç tırmanmış ve ordu siyasal olarak öne çıkmıştır. Süreç, siyasal ağırlığının, ordunun, kendisini iktisadi sosyal yönleriyle, OYAK vb. gibi araçlarla “teçhizatlandırarak” çok yönlü pekişip yayılmasıyla ilerlemiş, son olarak Kürt Savaşı içinde, bir yandan orduya olan ihtiyaç artarken, bir yandan da ordunun etki ve ağırlığı, yönetsel cihaz içinde tuttuğu yer büyümüştür.
Yaşanan sürecin, çoğu liberal tarafından ileri sürülen Bonapartizm ile bir ilişkisi yoktur. Ordu, başından bu yana burjuva ordu olarak işlevsel olmuş ve bütün bu süreç boyunca ne burjuvazi ve burjuva devletin despotik niteliği, ne de ordunun bazen açıktan bazen da perde arkasından devlet yönetiminde taşıdığı ağırlıkla biçimlenmiş bu despotizmin belirgin askeri yönü değişmiştir. Değişen, yalnızca, başlangıçta ulusal burjuvazinin sınıf iktidarının aygıtı olan burjuva devletin, oligarşik bir karakter kazanarak, yönetiminin, bu süreç içinde, emperyalizmle birleşen ve aynı zamanda tekelleşme süreci yaşayan üst kesiminin, tekelci burjuvazinin eline geçmesi olmuştur. Artık devletin ve asıl dayanağı olarak ordunun ulusal karakterinden de geriye bir şey kalmamış, devlet yönetimi, emperyalizmin işbirlikçilerinin elinde toplanmıştır.
Askeri Şefler Taraftır
Gerek ulusal gerek işbirlikçi karakter taşırken burjuva devletin temel kurumu ve dayanağı olmayı sürdüren ordu, oligarşinin içinde yer alan askeri şefleri aracılığıyla, daima, devlet işlerinin yürütülmesi demek olan siyasetin içinde olmuş, bu içindelik, ordunun kurum olarak burjuva devletin dayanağı, koruyucusu ve kollayıcısı oluşuyla girift biçimde birlik halinde, devletin yasal yapılanmasını oluşturmuştur. 9. Cumhurbaşkanı Demirel’in hiç gereğini yapmasa da hep söyleyegeldiği, orduya “Cumhuriyetin koruyucu-kollayıcısı” görevini veren iç hizmet yasasının 35. maddesi değil sadece kuşkusuz, ama tüm Anayasa ve yasalarla, ordunun devlet yapılanması içindeki bu özel ve özgün yeri kayıt altına alınmıştır. Örneğin ordu mensuplarının yargılandığı mahkemeler ayrıdır, örneğin Genelkurmay Başkanı izin vermezse alt rütbeli subayların soruşturulması/yargılanması olanaksızdır, örneğin subay terfi ve atamalarını Yüksek Askeri Şura yapmaktadır ve kararları yargı denetimi dışındadır, örneğin Sıkıyönetim koşullarında tüm devlet yönetme yetkisi ordunun eline geçer, örneğin Türkiye daima ordunun açıktan işbaşında olduğu darbe vb. koşullarda yapılmış Anayasalarla yönetilmiştir ve hâlâ son anayasanın, darbecilerin yargılanmasına olanak vermeyen geçici 15. maddesi değiştirilememektedir, üstelik böyle bir madde tarafından engellenmemiş olsa da düpedüz bir darbe olan 28 Şubat’ın gerçekleştiricilerinin yargılanmasının lafı bile edilmemektedir. Daha çok örnek sayılabilir. Ancak kesindir ki, ordu devlet içinde özel ve özgün bir yere sahiptir ve ülke yönetiminde dikkate alınmazlık edilemeyecek bir ağırlık taşır.
Tüm bunlar, ordunun sürmekte olan güncel çatışmada nasıl bir “taraf” olduğunu açıklayabilir niteliktedir. Ama bu, AKP’nin ortadan kaldırmayı istediği, isteyebileceği bir taraf olduğu anlamına gelmez. Örneğin AKP’nin kapatılmak istenmesi gibi, karşı taraf da, orduyu “kapatmak” ya da Türköne’nin önerdiği türden “lağvetmek” durumunda değildir.
Sadece ordu gibi devletin temel bir kurumu olmayan YÖK örneği bile öğretici olacaktır. Taraflardan biri olan AKP, yakın zamana kadar YÖK’ü karşısına almış görünmekte ve YÖK AKP karşıtı tarafın içinde sayılmaktaydı! Ama yönetiminin değiştirilmesi imkânının bulunması, YÖK’ün hiç de “karşı taraf”ın bir unsuru olmadığını göstermiştir. YÖK, burjuva devlet sisteminin, 12 Eylülcü rejimin –üstelik temel nitelikte olmayan– bir kurumuydu ve eski yönetimi AKP karşıtı taraftayken, yeni yönetimi AKP tarafındadır. Ve YÖK bile, hiç de lağvedilmemiş, burjuvazinin genel çıkarlarıyla çelişmeden, onun belirli bir siyasal ekibinin hizmetine girmiştir.
Ordu bakımından da Hilmi Özkök zamanında Genelkurmay’ın tutumu farklıyken, sonradan farklılaşmıştır, bugün de farklıdır. Dolayısıyla taraf olan ordu değildir. Ama ordunun başındaki askeri şefler, kuşkusuz başında oldukları orduya tanınmış ayrıcalıkların (iktisadi, sosyal, yönetsel, hukuki vb.) devamı ve askeri bürokrasinin söz hakkı ve yaptırım gücünün sürdürülmesi bakımından, tabii ki genellikle tüm orduyu peşlerinden sürükleyerek, taraftırlar. Oligarşi içinde, kapitalizmin “devletçi”, bürokratik yapılanmasının taşıdığı ağırlıkla koşut olarak, bugüne kadar, ciddi bir ağırlık taşımışlar, işler istenilen biçimde gitmediğinde, burjuvazinin genel çıkarları doğrultusunda, darbe vb. aracılığıyla devlet yönetimine doğrudan el koymuşlardır. Ordu, böylece bir “taraf”la bağlantılı olmuş, ama asıl olarak, askeri bürokrasi, tabii ki ayrıcalıklarını da savunurken, burjuvazinin genel çıkarlarının savunulmasını, burjuva devletin bekasını üstlenmiştir.
Son yılların orduyu da taraflardan biriyle bağlantılı kılan çatışması, bir yandan özelleştirmelerle ilerleyen devlet müdahaleciliğinin azaltıldığı neo-liberal sürecin, bir yandan da büyük burjuvazinin genişlemesinin bir sonucu olarak oluşmuştur.
AMERİKAN TARAFI
AKP’nin amaçları, siyasal şekillenişi ve yönelimindeki dini motif, din siyaseti yapmakta oluşu ve “iktidar mücadelesi”nin dayanağı olarak büyük burjuvazideki genişleme –tümü gerçektir; ancak gerçeğin yarısıdır–; AKP’nin kendine yeterli ve bağımsız bir taraf olarak ortaya çıkmasına yetmemiştir, yetmemektedir.
Evet, son genel seçimlerde ciddi bir oy (yüzde 47) almıştır, geniş bir tabana sahiptir; bunun en çok kullandığı dini motifle bağlantısı vardır. Ama o kadar! Göreceğiz ki, tartışmacıların yüksek sesle iddia ettikleri gibi “demokrasilerde” oy, parlamentoda çoğunluk vb. önemsiz değildir, ama her şey demek de değildir; kararlaştırıcı olmamaktadır. Hele Türkiye türünden demokratik olmayan ülkelerde, bu, tümüyle böyledir: Parlamenter zeminde ulaşılan “güç”, oy sayısı vb., teorik bir bilgi olmanın ötesinde, bugüne kadar çok kez görülmüştür ki, devlet iktidarına sahip olabilmek için yetmemektedir. Sadece başarıyla gerçekleşmiş darbeler bile, kanıt olarak yeterlidir.
Burjuva siyasal sistemin, devlet örgütlenmesinin kararlaştırıcılığından kuşku duyulamayacak mekanizmaları (yargı bürokrasisi de içinde bürokratik ve militarist aygıt ve organları) üzerindeki ağırlığı, sadece ağırlığı da değil, bizzat bu mekanizmanın temel kurumlarının başında bulunmaları dolayısıyla bürokrat ve asker oligarkların neredeyse işlevsizleştirilmeleri, AKP’nin oy gücü ve Fethullah başta olmak üzere tarikatlardan aldığı destekle gerçekleştirebileceği şey değildir.
Fethullahçıların özellikle polis örgütü içinde ciddi mevziler tuttukları söylenmektedir ki, yanlış olması için ciddi bir neden yoktur. Ancak bu mevzilerin yanına AKP tarafının devlet kurumları içinde tuttuğu tüm mevziler de eklendiğinde, bu güç, bazı gelişmeleri açıklamaya yetmemektedir. Genelkurmay’ın gücünü aşacak bir güç, elindeki olanakları yetersizleştirecek bir güç değildir bu güç. Sadece “darbecilerin yargılanması” davası olarak sunulan Ergenekon Davası değil, ama bu davaya bağlanmaya girişilmiş çeşitli soruşturmalar, bu doğrultuda delillerin elde edilmesi, ortam vb. dinlemeler vb. AKP’nin geliştirdiği güçlerce altından kalkılacak işler türünden görünmemektedir.
Sadece darbe girişimlerinin savuşturulması ya da başarısız kalması bile, bugüne kadarki başarılı darbelerin başlıca koşulu olan Amerikan desteğinin olmadığına ya da Amerikan emperyalizminin “ters” tarafta durduğuna işarettir. “Kozmik” dinlemeler, Genelkurmay’ın neredeyse yatak odasına bile girilebilmesi ve askeri şeflerin nefes alışlarının bile takip edilebilmesi, başka şeylerin yanın sıra büyük bir teknolojik gücün başarabileceği işlerdendir, ki bu başarı yalnızca AKP’ye ait varsayılamaz.
Öyle görünmektedir ki, AKP’nin, askeri şefleri sıkıştıran belirli gelişmelerden hatta sonradan haberi olmaktadır. Belirli “planlar”ın vb. ortaya çıkarılması, hükümet ya da ona bağlı savcılar veya kolluk kuvvetleri tarafından değil, ama örneğin CIA bağlantısı herhalde açık olan bir gazete tarafından “başarılmaktadır”!
Olan-bitenin ya da süregelen çatışmanın, “askeri vesayet rejimine karşı bir mücadele”, artık darbelerin olanaksızlaştırılması yolunda hesaplaşma vb. ve buradan da bir “demokrasi mücadelesi” olduğu yolundaki görüşler yalnızca görüntüye ilişkindir, tevatürdür! Görüntünün ötesine geçildiğinde bir tasfiye sürecinin işlediği görülecektir.
Asker ağırlığı ya da askeri şeflerin önemli bir güç kaynağı olan ve Amerikan emperyalizmince, NATO’ya bağlı olarak oluşturulduğu bilinen Kontrgerilla da içinde olmak üzere çeşitli devlet kurumlarının başına çöreklenmiş ve YAŞ, HSYK vb. organlar aracılığıyla kendisi tarafından kendi süregenliği sağlanan bir ekip (sadece askeri şeflerden değil, yargı vb. yüksek bürokratlardan, siyasetçilerden vb. oluşmaktadır) tasfiye edilmektedir. Kurumlar kuşkusuz yerli yerinde durmakta, ekip değiştirilmektedir.
Bu ekibin Amerikan emperyalizmi tarafından oluşturulduğu, yıllardır onun işini gördüğü ve politikalarına hizmet ettiği tartışmasızdır. Ancak Irak Savaşı’nın desteklenip desteklenmemesi tartışması ile başlayan, K. Irak’ta kontrgerilla timlerinin başına çuval geçirilmesiyle devam eden askeri-bürokratik siyasi ekibin Amerikan çıkarları ve politikalarını –hiç değilse yüksek komisyon isteyerek– tartışmaları, uygulanması sürecinde mırın-kırın etmeleri, Avrasyacılık vb. laflarının edilmeye başlanması, Türk-Amerikan ilişkilerini gerdiği gibi, ABD’nin bu ilişkileri yeniden “rayına oturmak” üzere, çıkar ve politikalarına tartışmasız uyumu dayatarak, “uyumsuz” ekibin tasfiyesine girişmesine neden olmuştur. AKP, tartışmasız uyumu kabullenen Amerikancı neoliberal bir parti olduğu ve üstelik bölgeye yönelik Amerikan stratejik plan ve hesapları (Ilımlı İslam) bakımından sahip olduğu olanaklarla önem taşıdığı için ABD tarafından sırtı sıvazlanarak desteklenmiş, “taraf”lardan biri olarak öne sürülüp lanse edilmiştir. Gerçek taraf Amerikan emperyalizmidir ve Türkiye ve devlet yapılanmasına yeni bir şekil vermeye girişmiş olan güç odur.
Bu nedenle, “asker ağırlığı”nın ya da darbeciliğin sonuna gelindiği ve demokrasiye gidildiği türü hayallere kapılmamak özellikle gereklidir. Bugün Amerikan çıkarları böyle gerektirdiği için belirli gelişmelere tanıklık ediyoruz; yarın bu çıkarlar bir darbe gerektirdiğinde, hiç kuşku duyulmamalıdır ki, halk örgütlü güçleriyle önünü kesemediği durumda, böyle bir gelişme yine yaşanacaktır.
SİSTEM VE DEMOKRASİ SORUNU
“Taraflar” sorununa, son yılların gazete manşetleriyle TV haber bültenlerinin ilk sıralarını işgal eden çatışmanın, bir “taraf”ın darbe tehlikesi ve hazırlıklarıyla darbeciliğe karşı mücadele, diğer “taraf”ın da başlangıçta “şeriat”, “irtica tehlikesi”, ve “irticaya karşı mücadele”, sonra “korku imparatorluğu kurmak”, “otoriter rejim” ya da “sivil faşizm”e gidiş olarak tarif ettikleri çatışmanın “tarafları” sorununa bunca yer ayırmamızın nedeni, bir yandan çatışmanın tarihsel arka planıyla birlikte etraflıca kavranması, diğer yandan da tarafların niteliğinin doğru olarak belirlenebilmesi içindir.
H. Cemal, ihtiyat kaydı koyarak şöyle yazıyor köşesinde: “Hükümetler hiç kuşkusuz eleştirilecek. Muhalefet ayağı olmayan rejimlere demokrasi adı verilemez. Bu çerçevede Başbakan Erdoğan’ın, AKP hükümetinin eleştirilecek çok yanı vardır. Hükümettir, eleştirilir.” Ve örneklemeye girişiyor: “Basın özgürlüğü ve bu bağlamda örneğin Doğan Grubu’na ilişkin astronomik vergi cezası… Deniz Feneri’nde sergilenen tutum… Erdoğan’ın medya üstünde uzamakta olan gölgesi… Dış politikada ince ayar gerektiren alanlardaki özensizlik… Ergenekon davasını ilgilendiren bazı konular… ‘Demokratik açılım’da yapılan yanlışlar, ‘kelepçe’ler…”6
H. Cemal, yalnızca “sisteme ilişkin” diye düşündüğü konuları ayırıyor, eleştirmiyor. Sonra Ve “ama” diyerek devam ediyor: “…sadece bu pencerelerden bakarak Tayyip Erdoğan’a demokrasi notu verilemez.” “Çünkü” diyor; “Öteden beri Türkiye’de tam anlaşılamayan bir konudur. Hükümete muhalefet ile ‘sistem’e muhalefet arasından geçen çizgi diye tarif edilebilir. Ya da şöyle özetlenebilir: Türkiye’de hükümet vardır, seçim sandığından milletin oyuyla çıkan… Bir de yerleşik sistem ya da devlet yapılanması vardır, atamayla gelen… Bu ‘sistem’de, ‘devlet yapılanması’nda köşebaşlarını asker-sivil bürokrasi oluşturur. Bu ‘sistem’in kökleri orduya, yargıya, üniversite düzenine, medyaya doğru yayılır.
“Oysa demokrasilerde güçlü olan, son sözü söyleyen seçim sandığından çıkan ‘sivil otorite’dir, ‘hükümet’lerdir. Ama bizde böyle değildir, hiç böyle olmadı. Bizde sistem, devlet her zaman seçim sandığından çıkan hükümet karşısında ağır bastı, çok daha güçlü oldu. Bizdeki bu sistemin çekirdeğine gelince… Bu çekirdeği ordu, asker oluşturdu. Onun için de Türkiye’de hükümete muhalefet kolaydı, sisteme karşı çıkmak zordu.”
H. Cemal, “sistem” ya da “sistemle ilgili” diye, “AB’ye uyum yasalarıyla demokrasi yolunda atılan adımlar”ı.. “Bu çerçevede asker-sivil ilişkileriyle ilgili yasal düzenlemeler”i.. “Kıbrıs’ta sergilenen siyasal iradenin de bir ürünü olarak AB’de açılan müzakere kapısı”nı.. “Ergenekon’un arkasına koyulan iradeyle, yapılan bazı yasal değişikliklerle ‘darbe tertipleri’nin de hesabını paşalardan” sorulmaya başlanmasını.. “Faili meçhul cinayetleri kovalamaya başlayan bir yargı ortamı” oluşturulmasını.. “..sivil yargıçların içine girebildikleri ‘kozmik oda…’”yı, “‘Kürt sorunu’nu içeren ‘demokratik açılım’ın önemi”ni.. “27 Nisan Muhtırası ve hükümetin duruşu vesaire” yi örnek veriyor.
“..bütün bunlar Türkiye’de demokrasiyi, günlük deyişle, damardan ilgilendiren konulardır.” diyor. Ve sonuca şöyle bağlıyor: “..seçim sandığından çıkan sivil otorite, devlet yönetiminde tam olarak son sözü söyler hale gelmeden bu ülkede demokratik hukuk devleti olmaz.”
Doğru, demokrasi, hükümet sorunu değil, devlet sorunudur, sistem değişikliği sorunudur. Ama H. Cemal’in verdiği örneklerin hangisi “sistemle ilgili”dir?
AB ile uyum yasalarıyla demokrasinin ne ilgisi vardır? Avrupa ülkelerindeki “sistem”le Türkiye’deki sistem arasında ne fark vardır? Sistem dendiğinde, anlaşılması gereken şey, şu hükümetin yapıp bu hükümetin yapmayacağı şeyler, bir dizi politik uygulamalar değil, ama bütün uygulamaların üzerinde cereyan ettiği temel, izlenen politikalar da içinde, hukukun, kültür ve ideolojinin çıkış noktası ve yansıdığı maddi toplumsal zemin olan iktisadi yapı ve buna uygun devlet anlaşılmalıdır. Nedir bu? Kapitalist sistem ve burjuva devlet değil midir?
Kapitalist sistem içinde yaşamıyorsak neyle tanımlayacağız “sistemimiz”i? Ya da devletimiz bir burjuva devlet sistemine sahip değilse neye sahiptir?
Öyleyse “AB uyum yasaları” ne anlam ifade etmektedir “sistem” açısından? Uyum yasaları çıkmış olsa da olmasa da, hem Avrupa ülkeleri hem de Türkiye aynı kapitalist sisteme sahip türdeş burjuva devletler olmaktan farklılaşacak mıdır? Ya da Kıbrıs ve AB ile “müzakere kapısı açılması” sistem açısından ne tür bir fark yaratmaktadır?
H. Cemal’in, şimdiye kadar olmamış olanlara değinerek, “faili meçhul yargılamaları”nın, “asker-sivil ilişkileriyle ilgili düzenlemeler”in, “kozmik oda”nın, “darbe tertiplerinin hesabının paşalardan sorulması”nın sözünü etmesi de sistem sorununa ilişkinlik bakımından durumu değiştirmemektedir… Bunların hangisi Türkiye’nin toplumsal ve siyasal olarak örgütlenmesinin temelini veren kapitalist sistemin, kapitalist toplumsal örgütlenme ve burjuva devlet örgütlenmesinin değişmesini gereksinmektedir? “Kozmik oda” aranırken, sistem mi değiştirilmiştir ya da bu ve benzeri aramalar, sistemi değiştirmekte olan türden işlerden midir?
Peki, “Kozmik Oda” ve onda cisimleşen asıl aygıt olan Kontrgerilla, kuşkusuz “darbe” ve “darbeciler” dendiğinde en başta akla gelen, “her taşın altından çıkan” ve “karanlık” ve “gizlilik”le birlikte devlette militer olanla birlikte anılan bu devletin “derini”, örneğin “Gladio” adıyla İtalya ve “P-2 Locası” adıyla İsviçre’de bir “temizlik” işleminden geçirildiğinde, bu ülkelerde sistem mi değişti? De Gaulle’ün ikinci başa gelişinden önce Cezayir üzerinden General Satan darbeye kalkıştığında da, bu darbe püskürtüldüğünde de Fransa’nın –kapitalist olan– ne toplumsal ne de siyasal sistemi değişmişti.
Türkiye’de de, varsayalım ki, AKP, çok önemli değişiklikler yapmaya yönelmiş, darbecilerle hesaplaşmaya girişmiştir; bunun için “sistem değişikliği” gerekli olmayacaktır. Mevcut sistem içinde tümü yapılabilir şeylerdir ve AKP’yi sistem karşıtı ve onu değiştirmeye girişmiş bir “güç” olarak göstermek “sistem” kavramını ve onunla ifade edilen olguyu çarpıtmak demek olacaktır.
Bunlar bir yana, Türköne’nin lafını ağzında yuvarladığı gibi TSK lağvedilip yerine yeni bir ordu kurulmasına girişilse bile, sistem dışına çıkılmış olunmayacaktır. İran örneğin; bugün de, tıpkı dünkü gibi gelişmemiş kapitalist bir ülkedir.
“Sistem” değişikliği, askerlik alanı söz konusu olduğunda, burjuva devletin temel dayanağı olan sürekli ordunun, halktan kopuk olarak örgütlenmiş özel silahlı birliklerin lağvedilmesini kapsar. Bu yoksa ve bunun da temeli olarak kapitalist toplumsal sistemin değiştirilmesine (en azından tekellere el konulup sınırlandırılmasına) girişilmemişse, “sistem değişikliği” lafı sadece yakıştırmadır!
Tartışmacılar AKP’nin Sistem Karşıtlığında Hemfikir
“Otoriter yönetime gidiyoruz”7 değerlendirmesi yapan ve AKP hükümetinin –başlıca darbelere ve darbecilere karşı mücadele ederek– Türkiye’yi demokratikleştirmekte olduğunu ileri sürenlerin, örneğin “Hasan Cemal’in ve onun gibi düşünlerin mantığı baş aşağı duruyor”8 diye yazan Milliyet yazarı Kadri Gürsel de olanca fikir ve tutum farklılığına ve karşıt saflarda bulunmalarına rağmen, “sistem” konusunda, tıpkı H. Cemal gibi düşünmektedir: “AKP, sistemin hukuk ve demokrasi dışı müdahaleleri karşısında varoluşuna yönelik bir tehdit algılamış olabilir… Haklıdır da… Ve bu sistemi etkisizleştirmek üzere bir iktidar mücadelesi başlatmış da olabilir… Ancak bunlar AKP’yi otomatikman demokrat yapmaz.” (Agy)
Burada, birbirine karşıt pozisyonlu her iki tartışmacıya şunları sormak zorunlu: AKP “sistem dışı” bir parti midir? Neden sistemin tüm despotluğunu temsil edip uygulayan AKP’yi sistem karşıtı olarak gösteriyorsunuz? Neden “sistem karşıtı” olsun? İktidar mücadelesi; evet, sistemi değiştirme mücadelesidir ve H. Cemal’in haklı olarak vurguladığı gibi “hükümete muhalefet” başkadır, “sisteme muhalefet” başka… Hükümetler gelir gider ve değişirler, ama bununla sistem değişmez. Ve iktidar olmak için hükümet olmak yetmez, iktidar, egemenlik sistemi olarak, iktisadi ve siyasal egemenlik olarak bütündür ve sınıf iktidarıdır ve burjuvazinin ellerindedir, onun devletince temsil edilir. “Yürütme komitesi”nden başka bir şey olmayan hükümet hangisi olursa olsun!
Ve sorulara devam: AKP, günümüzde geçerli olan iktisadi egemenliğe, burjuvazinin ekonomiye egemen oluşuna karşı mıdır, bu egemenliğin yerine bir başkasını mı önermektedir? Örneğin “milli görüş”ün “faizsiz ulusal sistemi” (!) türünden bir şey mi öngörmektedir? Ya da burjuva devletin yerine bir başka devlet iktidarı mı istemektedir? AKP, Kimilerince zaman zaman Erdoğan’a densizce bir övgü olarak dillendirildiği bilinen Halifeliği ya da padişahlığı –tümüyle tevatür bir varsayım olmakla birlikte– geri getirecek ve devletin böyle bir örgütlenme biçimi parlamentarizmin, hatta Cumhuriyet olarak örgütlenmenin yerine geçecek olsa bile, bu, kapitalist egemenliğin olağan bir siyasal ürünü ve görünümü olan burjuva devlet sisteminin değiştirilmesini mi gerektirir? İngiliz monarşisi örneğin, burjuva devletle sistematik bir çelişme mi içindedir?
Toplumsal sistemi değiştirmek toplumsal devrim, siyasal iktidarı değiştirmek ise siyasal devrimdir. Her ikisi de iktidar değişikliği olmadan olmaz. AKP ise, işçi ve emekçiler karşısında hem sosyal hem siyasal bakımdan karşı devrimi savunup temsil etmekte ve uygulamaktadır.
AKP sistem içi bir partidir ve Amerikan emperyalizminin dünya ve özellikle Avrasya’ya yönelik stratejik çıkar ve hesapları, bu çıkar ve hesaplarla dolaysızca bağlı olan 28 Şubat darbesi ve özelleştirmeler gibi devlet olanakları üzerinden palazlanma yoluyla büyük burjuvazinin genişlemesiyle ilişkili bir üründür.
Sistem ve Siyasal Biçimi Sorunu
AKP “sistem karşıtı” ve “demokrasi mücadelesi veren” “demokratik” bir güç değildir?
Her şeyden önce, sistemi değiştirmeye girişmek bir yana, AKP, örneğin H. Cemal’in saydığı konuların hiçbirinde ciddi bir değişikliğe girişmemiştir. Ne Ergenekon Davası, ne faili meçhul davaları, ne Kürt sorunu…
Sisteme karşı parmağını oynatmadığı kesindir. Kapitalizme karşı olmak bir yana, kapitalist sistemin bütün nimetlerinden yararlanan, bu nimetleri paylaştıran ve tekelci büyük burjuvazinin çıkarlarını savunup sözcülüğünü yapan bir burjuva sistem partisidir.
“Sistem”le kastedilen siyasal sistemse, burjuva devletse, AKP’nin siyasal tutumlarında burjuva devlete yönelik tek bir talep ve eylem bulunamaz. “Sistem” dendiğinde, devletin biçiminin, siyasal rejimin sözü ediliyorsa, AKP’yi rejim karşıtı bir parti olarak da tanımlamaktan kaçınmak gerektir. Ancak burjuva kapitalist sistemle AKP’nin en küçük bir sürtüşmesinden söz edilemeyeceğine göre, tartışmanın, “sistem”i “rejim”e eşitleyerek kavramsal olarak değiştirip daraltan böyle bir eksende yürütülmekte olduğu bellidir.
Kimileri, örneğin CHP bugünkü siyasal sistemin biçimini ya da rejimi demokrasi varsaymakta, AKP’nin bunu değiştirmeye giriştiğini ve “tek parti egemenliği”ne “sivil faşizm”e, “otoriter yönetim”e gidilmekte olduğunu ileri sürüyorlar. Kimileriyse, bugünkü siyasal sistemi ya da rejimi “askeri vesayet rejimi” olarak tanımlayıp, buna karşı mücadele eden AKP’nin Türkiye’yi demokratikleştirmeye çalıştığını iddia etmektedirler.
Mevcut Rejim Demokrasi mi?
Demokrasiyle uzaktan ilişkisiz bir despotluğu sahiplenen CHP ve benzeri şoven milliyetçi gerici partilerin iddialarının geçersizliği kanıta ihtiyaç göstermiyor. 12 Eylül’ün kurduğu faşist rejimin oluşturduğu hemen istisnasız tüm kurumlarla rejimin çerçevesini belirleyen temel yasa olan Anayasasının geçerli olmaya devam ettiği biliniyor. Devletin şiddetten başka şey olmayan özünü belirten bürokratik militarist aygıtın burjuva niteliğiyle tamamen yerli yerinde durmasının sözünü bile etmiyoruz. Burada bir değişikliğe ilişkin tartışma zaten yoktur. Ama devletin biçimine gelindiğinde de, 12 Eylül rejiminden farklı olarak, yalnızca başlangıçtaki –darbeci beş generale danışmanlık yapan biçimsel bakımdan da yetkisiz– “Danışma Meclisi”nin yerini darbecilerin faaliyetini geçici olarak tatil ettiklerini açıkladıkları TBMM yeniden çalışmaya başlamıştır. Anayasası durduğu gibi, tüm devlet organları onun tanımladığı gibi çalışmayı sürdürmekte, özel –yetkilendirilmiş– yargı kurumlarıyla savcı ve hakimleri, YÖK’ü, özel kuvvetleri ya da Gladio’su veya Kontrgerillası, JİTEM’i, korucuları vb., hatta geliştirilerek varlıklarını korumaktadırlar. Üstüne tüm anti demokratik yasal çerçeve, ceza yasası, usul yasası, Memurin Muhakematı Yasası, Terörle Mücadele Yasası vb. eklenmiştir. Başlı başına bürokratik militarist aygıtın varlığı demokrasiyle çelişir ve buradan –tarihselliği de göz önüne alındığında– bütün ağırlığıyla bir militarist eğilimin kaynaklanıp etkili olmasının kaçınılmazlığını görüp anlayabilmek için kâhin olmaya hiç gerek yokken, Anayasası ve 12 Eylül’le kurulan ya da yeniden düzenlenen özel örgütlenmelerin demokrasiyle bağdaşmaz karakteri ortadayken, böyle bir rejimi “demokrasi” adına sahiplenmek, sahiplenicisini demokrat yapmaz. Mevcut rejim, ne denli adına “demokratik, laik, sosyal hukuk devleti” denmesi adet olmuşsa da, devletin az-çok demokratik bir örgütlenme biçimi değildir.
AKP Demokrasi Mücadelesi mi Yürütüyor?
Öte yandan “askeri vesayet rejimi” olduğu ileri sürülerek bu rejimi değiştirmeye giriştiği iddia edilen AKP’nin, çözeceğini iddia ettiği hiçbir sorunda ısrarlı ve dönüştürücü bir tutum almadığı gibi, bürokratik-militarist aygıt bir yana, 12 Eylül faşist rejiminin kurduğu ya da yeniden düzenlediği kurumlara ve Anayasasına dokunmamakta ve genel olarak demokratik hak ve özgürlüklerle ilişkili olarak fazlasıyla demokrasi düşmanı bir noktada durmaktadır.
Kurumlar demokrasinin ölçütü değildir, biçim olarak benzeşen kurumlar değişik niteliklere sahip olabilir ve tamamen farklı sınıf çıkarlarını yansıtıp farklı politik ihtiyaçları karşılayabilir, farklı görevler yerine getirebilir denebilir. Ayrıntısına girmeden, “her devletin bir ordusu olur” harcıalem tezi hatırlanabilir. Ordu, şüphesiz milis olarak örgütlenmiş halk ya da bütün halkın silahlanmış olması değil, ama sürekli ordu, düzenli (hiyerarşik) emir-komuta zincirine sahip ordular bizatihi demokrasi fikriyle çelişiktirler. Devlete ve onun temel kurumu olan orduya ilişkin görüşlerinde Marksizm burjuva ideolojisinin tüm biçimlerinden, sosyalizm kapitalizmden ve proletarya diktatörlüğü burjuva diktatörlüğünden burada ayrılır; sosyalizm bürokratik militarist aygıtın parçalanması zorunluluğunu kabul eder ve bütün halkın silahlanmasını halktan kopuk özel birlikler olarak silahlanmanın yerine geçirir. Ama yine de “Kızıl Ordu” ya da “Halk Ordusu” ile burjuva ordular, ordu olarak özdeş kabul edilip “sosyalist Ordu” da olsa “burjuva ordusu” da olsa, ordu ordudur denebilir. Ya da dikkate alınması zorunlu bir itiraz olarak, “hemen sürekli ordunun kaldırılmasına sıra gelmez, o geleceğin işi” görüşü ileri sürülebilir ve “önemli olanın nasıl bir politik tutum alındığı” olduğu söylenebilir. Sınıflar üstü bir yaklaşımla denebilir ki, “demokrasi isteniyor mu istenmiyor mu, buna bakılmalı.” Peki, bakalım.
DEMOKRATİK HAK VE ÖZGÜRLÜKLERİ SAVUNMAK
AKP’nin demokrat olduğunu ileri sürerler kadar, iktidar mücadelesi verdiğini, ama demokrat olmadığını, “otoriter rejim” kurmakta olduğunu vb. söyleyenler, gerçekleri de, onları ifade etmenin aracı olan kavramları da karmakarışık etmektedirler. Demokrasi mücadelesini bir iktidar mücadelesi olarak anlamamak, tıpkı AKP’nin “sistem karşıtı parti” olduğunu iddia etmek gibi, kavramlarla birlikte yaşanan tüm siyasal mücadeleyi ve ötesinde siyaset ya da devlet işlerinin görülmesine ilişkin her şeyi anlaşılmaz kılma çabasını ya da tam bir kafa karışıklığını belirtir. Demokrasi sorunu, kuşku duyulamaz ki bir iktidar sorunudur ve demokrasi mücadelesi bir iktidar mücadelesidir. Ve zaten devrilmesi gereken bir “otoriter iktidar” koşullarında yaşamaktayız; yeni bir “otoriter iktidar” için iktidar değişikliği gerekmeyecek, bunun için yalnızca rejimin “yürütme komitesi”nin değişmesi yeterli olacaktır. Ama hükümet değişikliklerinin de, iktidar değişikliğiyle bir ilgisi yoktur. Bunlar, mevcut sınıf iktidarı ve bu iktidarın ya da devletin biçimi değişmeden kalırken, adı üstünde hükümetlerin değişmesidir.
Öte yandan bürokrasi ve militarizm, en demokratik olanı da içinde, demokratik olsun olmasın, her burjuva devletin kurumları olduklarından, “demokrasi”yi bu tür kurumların varlığı ya da yokluğunda arayamayacağımız ortadadır. Öyleyse, demokrasi ve demokratlığı hak ve özgürlükler kantarına vurmak, doğru yaklaşım olacaktır.
Bir burjuva demokratik devrimi olduğundan kuşku duyulamayacak Fransız Devrimi’nin başlıca talepleri üzerinden örneğin, eşitlik ve demokratik hak ve özgürlükler mücadelesi açısından yaklaşılacak olursa, “demokrasi mücadelesi” olduğu ileri sürülen mücadelenin ve “demokrat” olduğu ileri sürülen AKP’nin hali pür melali nedir?
Hukuk Önünde Eşitlik
Burjuva demokratik “eşitlik” ilkesi, eşitliğin iktisadi gerçekleşme koşullarıyla, sosyal yönüyle ilgilenmez. Adı üzerinde burjuva eşitlik ilkesidir; sınıflar arasındaki eşitsizliğin kaldırılmasıyla, örneğin basın-yayın, toplantı, örgütlenme, seçme-seçilme vb. demokratik haklardan yararlanma olanağı bakımından işçiyle burjuva arasındaki eşitsizliğin giderilmesiyle bir ilişkisi yoktur. Burjuva, burjuva olarak, işçi de, işçi olarak kalacak; ancak hukuk önünde eşit olacaklardır. Burjuva demokratik eşitlik ilkesi hukuk önünde eşitliktir; gerçekleşme olanaklarına ulaşmakta ne denli eşitsizlik olursa olsun, hukuk önünde biçimsel olarak herkes, işçi olsun burjuva olsun eşit varsayılacaklardır. Hukuk önünde –eskiden aristokratların ayrıcalıkları türünden– sınıf ayrıcalıkları, kaldırılmış sayılacak, tanınmayacaktır. Peki bu açıdan durum nedir?
Seçilme Hakkı ve Hukuksal Eşitlik
İşçi örneğin genel veya yerel bir seçimde aday olma olanağına hiçbir biçimde sahip olamayacaktır, ne burjuva partilerde satışa çıkarılan adaylıkları satın almaya yetecek parası vardır, ne propaganda materyal ve gezilerine harcayacak parası, ne toplantı salonları tutabilir, ne de günlük giderlerini karşılayarak kendisine yardım edecek birkaç kişi bulabilir… Ama tek tek herkesin (işçi ve emekçilerin) ve işçiler tarafından oluşturulan, kendi ödentilerinden başka gelir kaynağı bulamayacak işçi partilerinin seçimlere katılma hakkından eşit olarak yararlandıkları varsayılır.
Seçimlerde aday olma hakkının gerçekleşme olanağı açısından işçiyle burjuva eşitsizdir; ancak tartıştığımız bu değildir. İşçi parasızlıktan seçimde aday olmayı başaramazken, sanki gelecekteki ihale dağıtımları karşılığı para bulamaları zormuş gibi devlet partilerin seçime katılmasını finanse eder. Ancak Türkiye’de devlet yardımından da sadece basit işçinin değil, işçi partilerinin bile yararlanamadıkları bilinmektedir. Üstelik bir de seçim barajları vardır ve partilere seçim yardımı bu barajlı seçimlerde alınacak oy ölçütüne bağlanıp işçi partilerinin dışlanmaları formüle bağlanmıştır!
Başka muhalif kategoriler, örneğin Kürtler bakımından da aynı şey geçerlidir. Görünüşte Kürtlerin milletvekili seçilme hakları vardır! Baraj engelini ve propaganda çalışmalarının engellenmesi vb. aşılarak Kürtler seçilmeyi başardıklarında iş bitmemektedir. Yaşanan süreç göstermiştir ki, geri kalan milletvekillerini dokunulmazlık hakkından yararlanırken, Kürt vekillerinin dokunulmazlıkları tam bir eşitsizlik kanıtı olarak bir işe yaramamış, haklarında açılmış davalar ısrarla sürdürülmüştür. İki eski DTP eş başkanının milletvekilliğinin düşürülmesi ise, bu konuda fazla söze gerek olmadığını göstermektedir. Hele seçilmiş onlarca Belediye Başkanı’nın, sadece “Kürt Açılımı”nın “yükü”nden kurtulmak üzere ve ulusal örgütlenmeye yönelik tasfiyeci tutumun bir parçası olarak, yani tamamen siyasal nedenlerle, ellerine kelepçe vurularak cezaevlerine doldurulması, bu yönüyle tartışılabilecek şey bırakmamaktadır.
Sonuç olarak seçilme hakkı bakımından, gerçekleşme olanağı bir yana işçi ve örgütleriyle burjuva ve örgütleri arasında biçimsel eşitlik olarak, hukuk önünde eşitlik olarak da eşitlik yoktur. Bu ölçüt bakımından ne Türkiye’de demokrasi vardır, ne de seçilme hakkına ilişkin eşitsizliklerin kaldırılması için parmağını oynatmayı bile reddeden Erdoğan ve AKP’sinin demokrasi mücadelesi verdiklerinden, demokratlıklarından söz edilebilir.
Özel Hukuk
Yine demokrasinin bir ölçütü olarak hukuk önünde eşitlikten devam edelim. Erdoğan ve AKP’sinin uzun süredir en temel övgü konusu yapılagelmiş, en iddialı oldukları “sivillik” ve “sivilleşme” bağlamında yargı sorununu alalım. Sözde, AKP darbecilerle mücadele halindedir, “askeri vesayet rejimi”ne son vermeye çalışmaktadır ve bunun için askerin ayrıcalıklarına karşı sefer açmıştır! AKP ve ona övgü düzen liberaller iddia etmektedirler ki, askerlerin sivil mahkemelerde yargılanmasını savunmakta olan AKP, net bir “demokrasi mücadelesi vermektedir”! Askerin ayrıcalığını kaldırma tutumu içindedir! İddia edilmektedir ki, hukuk önünde askerle sivilin eşitliğini savunma, ayrıcalıklara karşı mücadele, tam da burjuva demokratik eşitlik ilkesinin savunulması ve uygulanmasıdır! Öyle midir?
Konuya girerken, “askerle sivil arasındaki eşitsizlik”ten söz açan AKP’nin, özel yetkili mahkemelerle, aynı nitelikli –özel– yetkilerle donatılmış hakim ve savcılarla, eşitsizlik ilkesine dayandırılmış Terörle Mücadele Yasası ve onunla bağlantılandırılmış haliyle eşitsiz uygulamaları yasalaştırılmış olan bütün bir infaz yasasını kaldırmak için en küçük bir harekette bulunmak bir yana, savunup uyguladığını söyleyelim. AKP askerle sivil arasındaki eşitsizlikler ve askerin ayrıcalıklı durumu bir yana, siviller arasındaki hukuk önündeki eşitsizliğe karşı tutum almış değildir; tersine, hukuk önünde eşitsizliği savunmakta ve uygulamaktadır.
Askerin sivil mahkemelerde yargılanması sorununa gelirsek, asker-sivil herkesin eşit biçimde tek bir mahkemede yargılanması şüphesiz iyidir. Ancak koca bir askeri yargı mekanizması da yerli yerinde durmaktadır. Askeri Yargıtay’ı da içinde eksiksiz bir yargılama organıdır bu. Ve askerler daima askeri görevlerle yükümlendirildiklerinden yalnızca askeri mahkemelerde yargılanabilecekken, genellikle emekli askerlerin yargılanmasına ilişkin işlevselleşebilecek “askerin sivil mahkemelerde yargılanması” girişimi, hem H. Cemal hem de K. Gürsel gibilerince “AKP’nin başlattığı iktidar mücadelesi” olarak tanımlanan askeri şeflerle AKP arasındaki iktidar ipini çekiştirme mücadelesinde ancak bir “pazarlık kartı” rolü oynamaktadır. Bunun ötesinde yargı alanına ilişkin askeri ayrıcalık AKP tarafından kesinlikle tartışma konusu yapılmamaktadır. Bugün “sivil yargı”da yargılanması söz konusu edilen asker kişinin yarın askeri yargı önüne çıktığı ve ikili eşitsiz hukuki yapı içinde yargıya ilişkin ayrıcalığın sürdüğü durum belki bir “uzlaşma” olarak nitelenebilir, ama hukuk önünde eşitlik ve böyle bir eşitliğin savunulmasının ve dolayısıyla demokrasinin bir ölçütü olarak adlandırılması olanaklı değildir.
Basın Özgürlüğü
Savunulup uygulanması için mücadele edilmeden demokrat olunamayacak basın özgürlüğü açısından AKP’nin tutum ve konumu, savunucularını, örneğin H. Cemal’i bile isyan ettirecek türdendir. Ancak Cemal’in üzerinde durmakla yetindiği Doğan grubu medyaya kesilen vergi cezası açısından değil sadece.. Cezaevinde hiç de az sayıda gazeteci yoktur. Mahkemelerde yargılanan gazeteci sayısı ise daha da çoktur. Muhalif yayın organları, hele Kürtlerin taleplerini savunuyorlarsa, sorgusuz sualsiz kapatılabilmektedir.
Örgütlenme Özgürlüğü
Ya örgütlenme özgürlüğü? AKP parti kapatmanın zorlaştırılmasını, örneğin bu kapatmanın Meclis tarafından kararlaştırılmasını savunmaktadır. Ancak parti kapatma sorununu yalnızca kendisiyle sınırlı ele almakta; ama parti kapatılmasına, genel olarak örgütlenme özgürlüğünün savunulmasına genişleterek ilkesel açıdan kesinlikle karşı çıkmamaktadır. En son DTP kapatıldığında hiçbir muhalefet yürütmemiş olması, AKP’nin örgütlenme özgürlüğüyle ilişkisizliğinin kanıtıdır. Nitekim parti kapatmaların yasal olarak olanaksızlaştırılması için yasa değişikliği yapma yerine TBMM’nin yetkilendirilmesine yönelmesi, bunun bir başka kanıtıdır.
Hele örgütlenme özgürlüğü, hak eşitliği temelinde ele alındığında Türkiye’de geçerli durum da, AKP’nin tutumu da vahimdir.
Sendikal örgütlenme özgürlüğü, grev ve toplu sözleşme hakkı bakımından durum içler acısıdır. Sendikal açıdan, Başbakanın TEKEL işçilerinin direnişi karşısındaki tutumundan söz etmek yeterli olacaktır. Fiilen sendikal örgütlenme özgürlüğünün kullanılabildiğinden söz etmek olanaklı değildir. Memurlar ise ne grev, ne de toplu sözleşme hakkına sahiptirler. AKP’yse durumdan memnundur, değişikliğin lafını bile etmemektedir.
Ulusal Hak Eşitliği
Ezilen ulus ve milliyetlerin hak eşitliği açısından durum daha iyi değildir. Sözde “açılımlar” birbirini takip etmektedir: Kürt, Ermeni, Roman… Hatta Alevilerle ilgili “çalıştaylar” yapılmaktadır. Lafın ötesinde değişiklik olmadığı gibi, mücadeleyle koparılıp alınan hakların ötesinde, AKP eşitsizlik durumunun değiştirilmesi bakımından aldatıcı laf üretimi dışında bir tutum almamakta, tersine yeni koşullar içinde eski durumu sürdürmeye uğraşmaktadır.
“Roman gecesi” düzenlenerek ve konut vaat edilerek her şeyin yapıldığına inanılması istenmektedir. Ama, Roman Açılımı’nın gündeme getirildiği sırada Ege bölgesinde bir Roman yerleşimi boşaltılarak sakinleri bir yerden başka yere sürülebilmektedir.
Ermeni sorununda, bir dizi açılım ve protokol imzasının ardından, Başbakan’ın geldiği nokta, “sivil faşizme gidiş” saptayanları doğrular niteliktedir. Faşizm eğilimi nettir. Yalnızca Ermeni sorununda değil, Kürt sorununda da, işçi ya da köylü sorununda da, sendikalara karşı tutumunda, iş isteyenlere yaklaşımında da, hasılı, önüne gelene hak inkarcılığını temel alan küfürlü saldırgan tutumlarında görülen bu faşizm eğilimidir. Ancak nasıl darbeciler tüm isteklerine karşın darbe yapamıyorlarsa, Erdoğan da, koşulu eksik olduğu için faşizme başvuramamaktadır. Ancak faşizm eğilimini taşımakta olduğundan katiyen şüphe edilemez.
“Yüz bin Ermeni’nin sınır dışı edilmesi” tehdidi, H. Cemal’in kulakları çınlasın, Erdoğan’ın ne denli demokrat olduğu ve ne denli eksiksiz bir demokrasi savunduğunun kanıtıdır! Tam faşistçe bir tutumdur. Osmanlı’nın 1915 tutumundan feyiz aldığı kesin olan bu tutumun nitelikçe 1915 pervasızlığından bir farkı yoktur. Yine tehcir! Belki bu kez yollarda kırım onca fazla olmayacaktır!
Kürt sorununda farklı mıdır? Saldırı ve askeri yöntemlerin yanına siyasal kuşatmacılığın katılarak, ulusal hak eşitliği talebini ileri süren Kürt halkının örgütsüzleştirilmesini hedef alan bir tasfiye hareketi yürütülmekte olduğundan kuşku yoktur. Kendi iradesini Kürde dayatmayı amaçlayan bu tutumun demokratlıkla, bu zorla irade dayatımının hak eşitliğinin benimsenmesiyle bir ilgisi kurulabilir mi? Kürdün istediği gibi değil, kendi iradesinden başka irade ve hak tanımaz faşizm eğilimiyle kendi bildiği gibi “çözüm”, tekçi, inkârcı yaklaşım nasıl bir demokratlık olabilir? Demokratik özerklik talep eden Kürde “sen bilmezsin” yaklaşımı ve “tek millet” tutumunun bile ilerisine geçilmemesi, Kürdün lafın ötesinde millet olarak varlığının ve eşitliğinin tanınmaması – bunların demokratlıkla ve demokrasi mücadelesiyle en küçük bir ilişkisi yoktur. Demokrasi mücadelesi, “AKP’nin verdiği mücadele” değildir, ama devletin yürütme komitesi olarak hükümetiyle AKP’ye karşı verilen mücadeledir.
Düşünce Özgürlüğü
Ya düşünce ve ifade özgürlüğü? Var mıdır? AKP en azından geliştirilmesi için mücadele etmekte midir? “Parası olanın düdüğü çalması”, kapitalizm koşullarında hayret edilecek bir şey değil. TÜSİAD’ın ya da bir üyesinin kendini ifade etmesiyle bir işçi ya da sendikası veya partisinin kendilerini ifade olanakları üzerinde durmayacağız. Bu açıdan baştan ayağa eşitsizlik var. Toplantı salonlarından ya da yazılı ve görüntülü olarak düşüncelerini yayma olanaklarından gereğince yararlanamama bir yana, sınıf egemenliğini ya da Kürtlerin ayrı bir devlet kurma veya federasyon olarak örgütlenmesini savunmak yasaktır. Bölünmeyi düşünmek ve gündeme getirmek suç sayılmaktadır. Proletarya diktatörlüğünü savunmak da öyle. Siyasi partiler, ancak “Atatürk ilke ve inkılâplarına bağlı olarak çalışma” zorunlulukları yasa emridir. Atatürk’ü eleştirmekten başlayarak, yasayla dayatılmış örgüt biçimlerini bile benimsememiş olmaları kapatılma nedenidir. Bunlar sadece partiler değil, tek tek kişiler için de geçerlidir. TCK 312. maddeden örneğin, sadece ifade özgürlüğünü var sanıp kullanmaya çalıştıkları için cezaevlerinde düşünen insanlar bulunmaktadır. Sadece belirli düşünceleri ifade ettikleri için kapatılan gazeteler vardır ve RTÜK türü kurumlar ifade özgürlüğünü engellemek üzere işlevseldirler. Ve AKP’nin ifade özgürlüğünün hiç değilse genişletilmesine ilişkin bir eğilimi görülmemiş, bu yönde bir davranışına tanık olunmamıştır.
Düşünce ve ifade özgürlüğüyle birlikte ele alındığında inanç ve ibadet özgürlüğü bakımından da, ne mevcut durum ne de AKP’nin tutumu demokratik bir tablo oluşturmaktadır. Devlet güdümcülüğü, hem mevcut durumun hem de AKP tutumunun temeli durumundadır. Diyanet İşleri din ve inanç dayatıcılığının kurumudur. Hıristiyanlar, sair dinlere inananlar, Aleviler ve ateistler üzerinde, bu kurum tarafından örgütlendirilen açık bir dinsel baskı ve zorbaca dayatmalar geçerlidir. Örneğin din dersi zorunluluğu tam bir inanç özgürlüğü ihlalidir.
AKP inanç ve ibadet özgürlüğünü, söz konusu olan tarikatlar ve türban olduğunda hatırlamakta, ama ezilen inançları da kapsayarak genelleşmesi için ne bir eğilim taşımakta, ne de bir adım atmaktadır. YÖK bu konuda, AKP tutumunun tam bir göstergesi durumundadır. Uzun süre YÖK karşıtlığı yapan ve türban üzerinden YÖK’e karşı mücadele yürüten AKP, YÖK’ü ele geçirdiğinde, bu kurumu aynısıyla devralmış, yönetim değişikliği dışında, hiçbir değişikliğe uğratmadan, öğrenciler üzerinde ifade özgürlükleri ve hak taleplerinin bir engeli olarak çalıştırmaya devam etmiştir. Baskıya, baskı aygıtlarına karşı olmadığı gibi, devralıp burjuvazinin genel amaçlarıyla kendi özel amaçları doğrultusunda kullanmaktadır. Burada demokrasinin kırıntısından söz edilemez.
Toplantı ve gösteri özgürlüğü
Toplantı ve gösteri özgürlüğü bakımından durum daha iyi değildir. İfade ve örgütlenme özgürlüğünün önünde, bu hakkın kullanılmasını geçersizleştiren engellerin varlığının doğal bir uzantısı olarak toplantı ve gösteri hakkının da kurumsal olarak varlığından söz etmek olanaklı değildir. Günümüzde, AKP’nin yürütücülüğünde, toplantı ve gösterilere yönelik burjuva saldırganlığı pervasızca yürürlüktedir. Burjuva düzen partileriyle, sermaye örgütleriyle, işçi ve emekçilerle, ezilen ulus ve mezheplerin örgütleri bakımından, bu alanda da tam bir hak eşitsizliği söz konusudur. Düzen örgütleri rahatça miting ve toplantılar düzenlerlerken, ezilen sınıf ve katmanların tüm toplantı ve gösterileri, önceden izine bağlanmış olmanın ötesinde, yasaklanmaya ve polis saldırısına açıktır. Son yıllarda, sömürülen ve ezilen kesimlerin, halkın, toplumsal muhalefetin en başta cop ve zehirli gaz kullanılarak saldırıya uğramamış hemen hiçbir ciddi miting, toplantı ve gösterisi olmamıştır.
Düşük katılımlı, yerel muhalif gösteriler ya da hak arayışları neredeyse istisnasız saldırıya uğramaktadır. TV haber bültenleri öğrenci ve gençlerin her hak arayışına, her bir araya gelişlerine hunharca saldırıldığının örnekleriyle doludur. Bu saldırganlık, tüm işçi ve emekçi gösterilerine de yayılmış durumdadır. Kürtlerin gösterilerinden saldırıya uğramayan hiç yok gibidir. Yalnızca TEKEL işçilerine Ankara’nın ortasında yöneltilmiş gazlı saldırının sözünü etmek bile toplantı ve gösteri hakkı ve özgürlüğünün Türkiye’deki durumunu göstermeye yetecektir. 1 Mayıs’larda İstanbul’un en merkezi alan ve sokaklarının polis işgaline alınması ve herkese pervasızca suyla, bombayla saldırılması, ama gösterilere bir türlü “izin” verilmemesi, bu yönüyle gerek Türkiye’deki durumu, gerekse AKP ve hükümetinin “demokrasisi”ni göstermek bakımından tabloyu tamamlayıcı olacaktır. Bu özgürlükler bakımından da AKP’nin demokratik tutumundan değil, ama ancak faşizm eğiliminden söz edilebilir.
Herhalde sürdürmenin gereği yoktur…
Demokratik hak ve özgürlüklerle ilgili bu acı durum buyken, Türkiye’nin “demokratik bir hukuk devleti” olmadığı ve bu hak ve özgürlükler karşısındaki tutumuyla AKP’nin demokrasi ve tarafı olduğu mücadelenin demokrasi mücadelesiyle bir ilgisi olmadığı ortadadır.
Sandık ve demokrasi ya da “sivilleşme” sorunu
Bütün bunlar ortadayken AKP’nin demokratlığından söz edilebilir mi?
Demokratik tüm hak ve özgürlükleri çiğneyip dururken AKP’nin demokratlığından ve yürüttüğü mücadelenin demokrasi mücadelesi olduğundan emin olanlar bunu neye dayandırıyor?
Burada, başta üzerinde durduğumuz bir mücadele ve mücadelenin tarafları vardır ve AKP bu taraflardan biridir. Ergenekon davalarıyla, Kafes, Balyoz vb. eylem planları ve hâlâ yargılanmasına karar verilemeyen “darbe günlükleri”nin Sarıkız, Ayışığı, Eldiven vb. darbe plan ya da girişimleri ve tutuklanan çoğu emekli askerleriyle bir mücadele vardır. Demokrasi mücadelesi olarak sunulan budur ve AKP bu mücadelesiyle “sistem karşıtı” ve “demokrat” olarak nitelenmektedir.
Hiçbir şeyi küçümsememek gerektiği kesindir. Ne sandığı, ne Ergenekon’u! Sandığın etkisi de, Ergenekon tutuklamaları da tabii ki görmezden gelinmemelidir. Bir mücadele vardır. Bir dönemin askeri şefleri tasfiye edilmektedir.
Ama hiçbir şeyi de olduğundan değişik, gerçeğinden büyük ve önemli saymamak gerekir.
Sandık önemsiz değildir; evet, Türkiye 4 yılda bir düzenlenen genel seçimlerdeki oy dağılımı dikkate alınarak hükümetlere kavuşmakta ve onlar eliyle yönetilmektedir. Eski Başbakan ve Cumhurbaşkanlarından Demirel sandığın önemine vurgu yapmakla kalmayıp, onu mutlaklaştıran “bulun 226’yı (o dönemde 450 milletvekili vardı ve salt çoğunluk 226 idi) değiştirin” siyasal literatüre yerleştirmiştir. Ama 12 Mart ve 12 Eylül darbeleriyle 226 bulunmadan bırakıp gittiği bilinmektedir! Demek ki “226” ya da “sandık” her şeyi belirlememektedir.
Tam da burada “zaten sorun o” denecek ve “askeri vesayet rejimine karşı” mücadelenin demokrasinin ölçütü olarak anlaşılması gerektiği ileri sürülecektir.
Burjuva Demokrasisi Güdüktür
Ama hükümetler “sandıktan çıktığında” da, darbe koşullarında da militarist mekanizma, devasa bir sürekli ordu, üstelik yanına özel kuvvet birlikleri, JİTEM, koruculuk, sürekli büyütülen ve özel harekat timleriyle güçlendirilen polis gücü daima vardır. Buradan bir militarist akım kaynaklanmasından doğalı olamaz. Üstelik, değinildiği gibi, tekellerin ve spekülatörlerin en irilerinin yanı sıra en iri bürokratlarla askeri şeflerin içinde yer aldığı oligarşik yönetim, en demokratik ülkelerde bile demokrasiye, demokratik hak ve özgürlüklere pek az alan bırakır ya da burjuva kapitalist ülkelerin demokrasilerini her şeyin görünüşle idare edilebildiği olağan günlerin değil, ama sömürülen ve ezilen sınıf ve tabakaların ayağa kalktıkları olağan olmayan günlerin ölçüleriyle ölçmek gerektir. Bırakalım, işçi yığınlarının ayağa kalktıkları koşulları, büyük olasılıkla ipleri kendi ellerinde olan El Kaide vb. terörünü göstererek tüm gelişmiş demokrasili ülkelerin birer polis devletine dönüştürüldükleri gözler önündedir. Terör gerekçesiyle ne bireysel özgürlükler tanınır olmaktadır ne de devlet karşısındaki demokratik haklar.
Yine de örneğin İngiltere’de güdükleştirilmiş olsa bile demokrasiden söz etme olanağı bulunurken, Türkiye ne durumdadır? 1 Mayıs’ın bile kutlanamadığı, her gösteriye zehirli gazla saldırıldığı… bir ülke nasıl bir demokrasiye sahiptir?
Seçilme özgürlüğü üzerinde durmuştuk. İfade, basın, toplantı ve gösteri, örgütlenme vb. özgürlükleriyle birlikte alındığında, 4 yılda bir ortaya bir sandık konmasının ne kadar önemi olmaktadır? İsteyenin aday olamadığı, isteyenin istediği şekilde oy kullanmasının öldürülmeye varıncaya kadar ciddi yaptırımlarla sınırlandığı, kişiye bağımlılık ilişkilerinin yanında tarikat ilişkilerinin bu kullanımı kayda bağladığı, partileri kapatılma ve yöneticileri tutuklanma ve öldürülme tehdidi altında bulunan, toplantılarına ve kendi dilleriyle propaganda yapmalarına izin verilmeyen, çıkardığı gazeteler sansürlenen, hatta kapatılan, düşünceleri nedeniyle milletvekili olanları bile yargıyla terbiye edilmeye çalışılan bir ülkede sandığın öneminin abartılmaması gerektiği kesindir. Kapitalistlerin ekonomik egemenliklerinden gelen güçle, paranın gücüyle birleştiğinde, tekelleşmenin ürünü olarak burjuva demokrasisinin kapitalist ülkelerin bütününü kapsayan genel güdükleşmesinin ötesinde Türkiye’de hemen hiçbir demokratik hak ve özgürlüğün hayat bulmaması, “sandık”ı önemsizleştirmektedir.
Ve zaten emperyalizm koşullarında, sömürgecilik ve yayılmacılığı benimsemiş, militarist kurumu, bürokratik mekanizmalarının yanı sıra başlıca şiddet aleti ve egemenlik organı edinmiş kapitalist ülkelerde, kural olarak, militarist bir eğilimden kaçınılamaz. ABD, İngiltere örneğin, sandıktan çıkma iktidarları var diye, militarist ülkeler değiller midir?
Parlamentolar Yönetim Merkezi Değildir
Parlamento, parlamenter sistem ya da Kongreli Başkanlık sistemi ve seçimleri için ortaya konan sandıklar, burjuva kapitalist devlet örgütlenmesinde kararlaştırıcı mıdırlar? Kapitalist ülkeleri parlamentoları değil, kurmay odaları ve kulisler yönetir. Engels’in dediği gibi, parlamentolarda sadece halkı aldatmak üzere boş nutuklar atılır, ama devlet işleri kulislerde ve kurmay odalarıyla koridorlarda kararlaştırılır ve yönetilir.
Sandık, evet önemsiz değildir, ama işte bu kadardır. Ancak bir kaldıraç olarak değer taşır ve dört yıl halkı egemen sınıfın hangi kliğinin yöneteceği kararlaştırılır seçimler ve sandık aracılığıyla. Dolayısıyla iktidar zaten sandıktan çıkmaz. Sadece egemenler arası bir yarım hesaplaşma yaşanır sandık aracılığıyla; ama bu hesaplaşma asıl, bürokrasi ve militarist aygıt aracılığıyla ve paranın gücüyle tamamlanır. Zaten sandığı “kararlaştırıcı” olarak öne sürenlerin öngördükleri de bundan ibarettir: Türkiye’nin güdük bir burjuva demokrasisine kavuşması özlemlerinin azamisidir!
Burjuva demokrasilerinde sandık ve seçimler, buradan gelen parlamentolar devleti yönetmezler, parlamentolarda oynanan, bir tuluattır. Ama AKP yandaşı liberal yazarlar devletin, parlamentolardan ve sandıktan hangisi çıkarsa o hükümet tarafından yönetildiğine inanmamızı istiyorlar. Onlara göre, hükümetler de kapitalistlerin bir “yürütme komitesi” olmaktan çok fazlası: Halkın temsilcisi ve sözcüsü! Seçimler ve sandık aracılığıyla burjuva devletleri sonuçta halkın yönettiğine inandırmaya çalışıyorlar bizi. Ve bizi demokrasinin başka bir yerde değil, ama burada, seçimlerde seçilenlerin iradesinin halk iradesi adına savunulması ve desteklenmesinde olduğuna ikna etme uğraşındalar.
Oysa ilgisi yoktur: Ülkeyi egemen sınıfların şu ya da bu kliğinin yönetecek olmasının belirlenmesi, neden “demokrasi mücadelesi” olsun? Basın özgürlüğünü mü genişletiyor, yoksa ifade özgürlüğünü mü? Örgütlenme hakkı mı elde ediyor geniş yığınlar, toplantı ve gösteri hakkını mı? Yoksa sandık var diye, seçme-seçilme hakkı mı genelleşiyor, seçim barajları mı kalkıyor, propaganda hakkının önündeki engeller mi, yoksa devlet seçime katılan partilere eşit mi davranacak?
Darbelere İlişkin
Peki “askeri vesayet”? Darbeler?
Öncelikle bir şerh düşelim: İçeriği ve oynadığı tarihsel rol değerlendirilmeden her türlü asker ağırlığı ve askeri eylem, tıpkı her türlü savaş gibi, toptan kötülük kaynağı olarak anlaşılamaz. Darbeler de böyledir. Adının bile iticiliğinden hareketle, ama siyasal-toplumsal niteliğini, tarihsel rolünü dikkate almadan her türlü darbeyi mahkûm etmek, ideolojik olarak darbecilikle uzlaşması olanaksız devrimci ve sosyalistlerin tutumu olamaz.
Kurtuluş Savaşı, örneğin, savaş olarak, ulusal bağımsızlığı sağlayan ilerici bir savaştır ve askerin ağırlığı altında gerçekleşmiş olması ve bu ağırlığı koşullandırması nedeniyle ilerici rolü görmezden gelinecek ya da reddedilecek değildir. Emperyalizme karşı ulusal burjuvazi önderliğinde cılız bile olsa bir ulusal devrimdir, Kurtuluş Savaşı. Onda ilerici hiçbir yan bulamayan Kemalizm suçlamacılarına kanılıp devrim karalanamaz. Napolyon savaşları başta olmak üzere, tarihte böyle çok sayıda ilerici savaşa tanık olunmuş ve askeri niteliği dolayısıyla Marksistlerin aklına bunları karşı çıkmak gelmemiştir.
Darbeler genellikle devleti elinde tutan gerici egemen klikler tarafından yapılageldikleri için, genel bir darbe karşıtlığı doğru varsayılır olmuştur. Ancak örneğin Chavez ilk kez iktidarı bir darbeyle ele geçirmeye girişmiş, başarısız olmuş, ardından iktidara ulaşabilmiştir. Darbe yöntemini kullandı diye, amaçları ve yöneliminin ilerici niteliği yok sayılarak demokrasi düşmanı ilan edilmesi gerekmemektedir. Tersine demokrat olan ve bir demokrasi mücadelesi yürütenin Chavez olduğu bir gerçektir.
Türkiye’den konuşulmak gerekirse, 27 Mayıs da darbedir, 12 Mart, 12 Eylül ve 28 Şubat da. Sosyalistlerin darbeci yöntemleri benimsemeyecek ve çareyi bir darbe beklentisi içine girmekte aramayacak oldukları kesindir. Ama bu dört darbeyi de, hiç ayırt etmeden, aralarında hiç fark görmeden aynı biçimde değerlendirmek zorunda oldukları ileri sürülemez. 27 Mayıs, kuşkusuz Amerikan emperyalistlerinden bağımsız bir darbe olmamıştır; ancak faşist bir rejimi devirdiği de ortadadır. Üstelik emir-kumanda zinciri içinde yapılmadığı gibi, askeri bürokratik hiyerarşinin kırılarak gerçekleştirildiği de gerçektir ve bu yönüyle burjuva devletin örgütlenişini ve işleyişini zedelemiş, burjuva egemenliğin örgütlenmesinde bir zaafa yol açmıştır. 12 Mart ve Eylül ise, tamamen emir-kumanda mekanizması içinde halka karşı saldırının örgütlenmesidir ve aralarında bir ayrım olduğu kesindir.
Bu ihtiyat kaydı şundan konmaktadır ki, genel geçerliliği ileri sürülüp muhtevasıyla ilgilenilmeden saflık ve bönlükle demokrasi mücadelesi sayılarak, liberallerce bir önvarsayım olarak kabulü zorlanan darbe ve darbecilere karşı mücadelenin sözünün bile edilmesi, “karşı taraf”ın, güncel olarak AKP’nin desteklenmesi için yeterli sayılamaz!
Sivil ya da Askeri Gericilik Tercih Konusu Olamaz
Öte yandan askere ayrıcalık tanıyan kapitalist sistemdir. Her türlü ayrıcalık gibi, askeri ayrıcalıkların kaldırılması da demokratik bir adım olur. Ama sorunu getirip “asker mi yönetecek sivil mi” sorusunun yanıtına kilitleyip, demokrasinin, hukukla birlikte, başka hiçbir yerde değil, ama sadece burada olduğunu ileri sürerek, demokratlığın ölçütünü buradan koymak, tam da parlamentolara özgü aldatıcılıkla nutuk atmak olur. Demokratik hak ve özgürlük inkârcılığıyla bütün bir gericilik, militarist ve bürokratik aygıtıyla birlikte yerli yerinde duracak, sömürülen yığınlara ve ezilen ulus ve mezheplere yöneltilen ne tür saldırı varsa tümünü üstlenerek “siviller” (doğal ki askeri birliklere de kumanda ederek) yürütecekler ve sadece “sivil” oldukları için, asker değil onlar yönettikleri/yönetecekleri için, buna rağmen demokrat olarak lanse edilecekler, yönetimin ipini ele geçirme mücadeleleri de “demokrasi mücadelesi” sayılacak! Halkın kazancı nedir bundan? Demokrasi ile halk arasında bir ilişki varsayılması gerektiğine göre, halk ne elde edecek? Askerler yerine siviller tarafından dövülüp sövülmekten başka?
“Sivil”miş! “Sivilleşme”ymiş! Zehirli gaz ya da copun, kurşun ya da bombanın, örgütlü özel silahlı birliklerin askeri, sivili mi olur ya da hiç sivilleri görülmüş müdür?
Gerici halk düşmanı darbelereyse, ondan asıl zararı gören halkın karşı olmasından doğalı yoktur. Kimse 28 Şubat’ın bizatihi ürünü olan, onun tarafından önü açılan ve bu açık darbenin yargılanmasını ağzına bile almayan, Erdoğan’ın ağzından “eşek şakası” olarak nitelediği 12 Eylül’ün yargılanmasını ancak CHP’yi köşeye sıkıştırmak amacıyla Anayasa paketine sokuşturan, Sarıkız, Ayışığı vb.’nin sözünü ettirip düzenleyicilerine el kaldırmayan AKP’nin darbeciliğe karşı mücadele ettiğini ileri sürmesin! AKP ne militarist aygıta karşıdır, ne militarizme. “Darbe karşıtlığı” söylemi, yalnızca devlet yönetiminin ipini ele geçirme mücadelesi yürüten AKP’nin kullandığı bir maniveladan ibarettir.
Peki, “otoriter rejim”e mi gidiyoruz? Gidişat “sivil faşizme” mi? Nuray Mert ve diğerlerinin yanı sıra, sanki örneğin kendi döneminde ve şimdi hukuk üstünlüğünden söz edilebilirmiş gibi, “Siz ülkeyi bir korku imparatorluğu haline getirmişsiniz… Benim itiraz ettiğim hukuksuzluktur. Ülkede hukukun üstünlüğü zedelenmiştir.”9 diyen Süleyman Demirel doğru mu söylüyor?
Ne o, ne diğeri! Ne “demokrasi mücadelesi veriyor” AKP, ne de “sivil faşizme gidiyor”! Gidebilse giderdi, faşist eğilimlere sahip olduğu söylendi, bunun bugün koşulu yok görünüyor. Ama olanca faşist eğilimleriyle demokrasiyi kurduğu da kesinlikle yok! Olan-biten, Türkiye’nin dünya ve bölge ölçeğinde Amerikan çıkarlarıyla çok daha uyumlu hale getirilişiyle ilgilidir.
Sömürülen ve ezilen yığınların ne “askeri vesayet rejimine karşı demokrasi mücadelesi veriyor” düşüncesiyle AKP’nin ne de “sivil faşizme gidiyoruz” diyerek askeri şefleri ya da ulusalcı şoven CHP türü partilerin destekçisi, kuyruğu olmaları kesinlikle gerekmiyor. Yürünecek yol, sosyalizm ve demokratik içerikli siyasal özgürlükler için mücadele yoludur.