- SIRADANLAŞTIRILMIŞ ÖZGÜRLÜK KAVRAMI
Kuşlar gibi özgür olmak, kelebekler gibi özgürce uçuşmak türünden benzetmeler dilimize pek yapışmıştır. Yaşadığı yere iradesine rağmen yapıştırılmış-tutturulmuş insanla aralarındaki fark yalnızca uçarak gidebilme özelliğine indirgenince, bu yaratıkları özgürlük simgesi olarak benimsemek fazla zor olmuyor.
Uçmak, özgürlüğü tanımlamak için yaygın olarak kullanılan bir imgedir. “Burada olmamak” isteği, belirlenmiş koşullar dışında başka bir yer bulunabileceğini ummaktır. Oraya ulaşmak için en kolay yol, kanatları takıp gitmek gibi görününce de, kuş, özenilen bir hayvan halini alır. Yeryüzüne yükseklerden bakmak, aşağıda olup bitenlerden etkilenmeden, takılmadan, kimseye muhtaç olmadan süzülüp gitmek…
Bu melankolik bakış bir yana, acaba kuşlar gerçekten özgür müdür? Bütün hareketleri zorunluluklarla belirlenmiş bir hayvandan söz ediyoruz; yem aramaktan, yumurtlamak için eş ve yuva bulmak için çırpınmaktan başka bir hayatı olamayacak olan bir kuştan… İradesi ve kendi tercihi ile yapabileceği belki de hiçbir etkinliği olmayan bir kuş, nasıl özgür olabilir? Üstelik istediği her yere uçtuğu da uydurmadır. Sınırları bellidir. Belli bir bölgede yaşamaya zorunludur ve bu onun seçtiği değil, doğanın onu zorladığı bir yerdir.
İnsanla kıyaslandığında önemli bir başka ayrım noktası, hayvan bu “seçimlerinden” dolayı sorumlu değildir. Sonuçlarını bile isteye, iradi olarak kabul etmemiştir. Demek ki, yapmak zorunda olduklarının bilincinde de değildir.
Bütün doğa, bir zorunluluklar evrenidir. Hiçbir varlık, bitkiler, hayvanlar, böcekler (bu arada kelebek!) yaşamaya koşullandıklarından başka bir yerde, başka bir biçimde var olamazlar. Üstelik bilincinde olmadıkları ve değiştirmeyi asla seçemeyecekleri için, bu zorunluluklar zincirinin bir parçası olarak yaşamak dışında da seçenekleri yoktur. Değiştirmeyi başardıkları an yok olacakları bir bağımlılık içinde yaşarlar.
Doğa, bir bütün olarak insan tarihinin temeli olmakla beraber, insanın toplumsal tarihi, doğa içindeki zorunlulukları kendisi için olanak haline getirişinin tarihidir. Burada önemli olan, doğayla ilişkinin, gerçekte romantiklere göründüğünün tersine, “doğaya sığınarak ya da doğaya kaçarak özgürlük” biçiminde değil, kendi güçlerinin sonuçlarını ve etkilerini denetleyerek yaşayabilmek anlamında doğadan kopuşla özgürleşmek olduğunu görmektir.
Burada doğayla ilişkinin çözümlenmesinden elde edilen bu kavram, insanın özgürlüğü konusunda pek sık kullanılacaktır: “Kendi eyleminin sonuçlarını denetleyebilmek.” Bir başka deyişle, sonuçlarını denetleyebileceği biçimde eylemler planlayabilmek ve olası sonuçlar arasında seçim yapabilmek…
Reklâm sloganlarında çokça kullanıldığı gibi, bir nesneye sahip olmak ya da bir yerde bulunmak ya da bulunmamak da, özgürlük kavramının içeriği olamaz. Bunlara inanacak olursak, otomobil sahibi olmak, lüks bir sitede oturmak, boyalı-gazlı içecekler içmek, sırtına çantasını vurup dağ bayır gezmek, çalıştığı büroda kravatını gevşeterek ya da ayaklarını masaya dayayarak oturmak, “özgürlüğün tadı”na varmaktır!
İnsanın nesnelerle ilişkisinin sahip olmak ya da olmamak üzerinden tanımlandığı bir dünyada, özgürlük böyle bayağı, içeriksiz ve anlamsız hale getirilebilmektedir. Bütün kurumları ve ilişkileri ile insanın insan üzerindeki baskısını meşrulaştıran bir toplumsal hayat biçiminde, vaat edilebilecek tek özgürlük, nesneler üzerindeki mülkiyetle bağlantılı olabilir. Gerçekte ise, mülk sahibi sınıflar da, kapitalist ya da herhangi bir başka sınıflı toplumda yaşadıkları sürece, onun egemeni olsalar bile, özgür değillerdir. Tıpkı doğal hayatta olduğu gibi, kapitalist toplumda da bir dizi zorunluluk, üstelik kendi yarattıkları ilişkiler içinde, egemenleri de kuşatır. Bütün hayatları, mutlulukları, özlemleri ve hayalleri kâğıt parçalarının havada uçuşmasına bağlanmış bir sınıfın, en azından bundan dolayı özgür olamayacakları kendiliğinden görülebilir bir şeydir. Fakat mülkiyet üzerinden, sahip olma ya da olmama üzerinden tanımlanan bu özgürlük kavramının ideolojik bir içeriği vardır. Böyle bir toplumda özgür olmanın, ancak egemen sınıflar safında ya da onlardan biri olarak elde edilebileceği söylenmektedir bilinçaltımıza.
2. TOPLUMSAL ÖZGÜRLÜK
Ezen olmakla özgürlük arasındaki ilişkiyi, büyük filozof Hegel, efendi ve köle üzerinden incelediği yazılarında göstermiştir ki, köle sahibi, kölesine bağımlı olduğu için, ancak kölesi kadar özgür olabilir. Bir başka deyişle, köle ve efendi, karşılıklı bağımlılıkları içinde, özgürlük kavramı karşısında eşit durumdadırlar. İkisi de özgür değildir. Her ikisinin de kurtuluşu, bir diğerinin yok oluşunda değil, efendilik-kölelik ilişkisinin ortadan kalkmasındadır. Burada olduğu gibi, sınıf çatışmalı toplumsal yapıların tümünde toplumsal özgürlük, sınıfların yok edilmesinde, tümüyle sınıfların varlığından kurtuluştadır. Bir özdeyişte denildiği gibi, eğer tek bir ezen varsa, herkes ezilendir ya da herkes özgür olmadan kimse özgür olamaz.
Bununla birlikte, kimi hukuki, vicdani ya da bireysel özgürlükler, tanımlanmış (öyleyse sınırlanmış) çerçevede, her toplumda mevcut olabilir. Ve bunlar uğruna mücadele, gelecekte herkesin gerçekten özgür olacağı bir zamana ertelenemez. Örneğin Kürt halkının hak ve özgürlük mücadelesi karşısında, “herkes özgür olmadan siz de olamazsınız” diyemeyiz. Ezilen din ve mezheplerin, kadınların, baskı altındaki inançların hak ve özgürlük talepleri ve mücadeleleri de, günümüz dünyası bakımından anlamlıdır. Ertelenemez ve özgürlük kavramının felsefi içeriği gerekçe gösterilerek, reddedilemez.
Yazının konusu bakımından ayrıntı sayılabilecek bu konulara, tartışmanın çerçevesini netleştirmek için değiniyoruz.
Toplumsal özgürlük, ancak zorunluluklar dünyasından özgürlükler dünyasına geçişle mümkün olacaktır.
Zorunluluk ve özgürlük, biri diğerini mutlak olarak dışlayan iki kavram olarak anlaşıldıkça, doğal ya da toplumsal nesnel yasalar karşısında insanın nasıl özgür olabileceği çözülemez bir problem olarak kalır. Diyalektik materyalizm, iki kavram arasındaki bağıntıyı, birbiriyle çelişik ve birlikte oluş halleri içinde ele alır. Kısaca belirtildiği gibi, özgürlük, zorunluluğun bilincine varılmasıdır. Bu, kabaca, zorunluluğa boyun eğilmesi demek değildir. Zorunluluğun bilincine varmak demek, onun bilgisine vararak, kendi iradi eylemini engelleyecek durumdan çıkarmak demektir. Bilincine varılmış zorunluluk, engel olmaktan çıkıp değiştirmenin olanağı haline dönüşebilir.
Kapitalizmin zorunlu iç hareket yasalarını bilmek, kapitalizm altında ezilen sınıfların kapitalizmi tümüyle ortadan kaldırması için ne yapmaları gerektiği konusunda yol gösterir.
Benzeri bütün durumlarda, herhangi bir durumu elde etmek isteyenlerle, onu engelleyen koşullar arasındaki çelişmeyi çözmek esastır.
Günümüzde, insani tüm yabancılaşmaların kökeninde sınıflı topluma özgü ilişkiler yatmaktadır. Her türlü yabancılaşmadan kurtulmak anlamında özgürlük, bu durumda kapitalizmin yıkılması anlamına gelmektedir. Böylece bunun için mücadele, yalnızca özgürleşmek için mücadele anlamına gelmekle kalmamakta, özgürlüğün kendisi haline gelmektedir.
3. ÖRGÜT VE ÖZGÜRLÜK: EYLEM VE ARAÇ DİYALEKTİĞİ
Bir özlemi gerçekleştirme, bir engeli kaldırma, temel ve gerçek insani ihtiyaçlara cevap bulma gibi, tümüyle iradi seçimimizle ve ulaşmak istediğimiz hedeflerle ilgili eylemler, hangi türden olursa olsun, belli araçlar kullanılarak gerçekleştirilir. Bu bakımdan, başta üretim aletleri olmak üzere, alet-araç yapımının her türü, insanın özürleşmesi yönünde bir ilerleme sayılır.
En basit aletlerden başlamak üzere, her türden ve her düzeyde araç, bir sorun olarak karşımıza çıkan bir nesne, bir durum ya da olay üzerinde kendi istek ve irademize uygun işlem yapma amacımızın gerçekleşmesini sağlar.
Arada, nesne-olay-durum ve insan arasındaki ilişki, aletin özelliklerini belirler. Her alet, insanla üzerinde işlem yapılacak –değiştirilecek– şey arasında, insanın amaçlarına uygun bir ilişki kurar. Çekiç, çivi çakmak için bulunabilen en iyi aletse, bunu, sapından başına kadar, bütün özellikleriyle bu işe uygun yapılmış olmasına borçludur. Tornavidayla çivi çakılmaz. O da, vidanın özelliklerine göre yapılmıştır. Fakat yine her alet, aynı zamanda, insanın bedensel özellikleriyle de uyumlu olmalıdır. Çekiç ve tornavida, insan elinin farklı kullanım hallerine uygun aletlerdir. Kuşkusuz başparmağımız diğer parmaklarımıza karşı gelecek şekilde bükülemeseydi, kullandığımız aletlerin tümünü başka biçimlerde yapmış olacaktık.
Özetle, insanın üzerinde işlem yapacağı nesnenin özellikleriyle insanın kendi özellikleri, alet üzerinde birleşmiştir. Başka bir ifadeyle, alet, insan ve nesne arasında ilişkiyi sağlayabilmek için uygun özelliklerle donatılmıştır.
Her eylem, kendi yapısına ve insanın özelliklerine aynı anda uygun özellikler taşımak koşuluyla, amacın gerçekleşmesine hizmet eder. Böylece üretim alanında olduğu gibi, toplumsal, siyasal, kültürel etkinliklerinde de insan, önündeki sorunun nesnel özelliklerine uygun ve kendi yetenekleriyle işleyebilecek aletler- araçlar üretmek zorundadır. Burada da “alet”, insanın özgürleşme yolunda ilerlemesinde rol oynar. Her türden örgütler, plan ya da programlar, insanlar arasında ilişkiyi sağlayan her türden teknik, düşüncelerimizi yayabileceğimiz araçlar, toplumsal ve siyasal eylemin aletleri olarak anlam kazanır.
İşin, eylemin doğasına uygun araçlar yaratmak, hem kendimizi, hem de üzerinde işlem yapılacak nesneyi doğru tanımakla ilgilidir. Böylece karmaşık ve çok boyutlu sorunlar içeren siyasal ve toplumsal alanda etkili olmak için yaratılacak araçlar da, aynı derecede çeşitli olmak zorundadır.
“Eğer elinizdeki tek alet çekiçse; bütün sorunlar size çivi olarak görünür…” Bu özlü söz, dar ve yaratıcılıktan yoksun pratiğin bir eleştirisidir, ama aynı zamanda, özgürlükle alet arasındaki ilişki sorununu da kapsamaktadır. Nesnelerle ilişkide önceden tasarlanmış etkiyi elde etmek ilk hedeftir, ama bundan sonrası da son derece önemlidir ve özgürlük kavramının kapsamındadır. Çünkü ulaşılan sonuç, yarattığımız etkiyi denetleyip denetleyemediğimize bağlı olarak, yeni bir çatışmanın başlangıcı olabilir. Yarattığımız etkiyi denetleyememek, sonuçların bizden bağımsız, hatta bize karşı hareketine yol açabilir ki, bu, en basit anlamıyla yabancılaşmadır ve özgürlüğün kaybedildiği andır. Tıpkı işçi ile ürünün piyasadaki durumu arasındaki kopukluk gibi, bir dizi yeni ve denetim dışı etkinin doğduğu her koşulda, etkiyi başlatanın sonuç karşısındaki hali bir yabancılaşmadır. Yabancılaşma, özgürlük yoksunluğunun en katı halidir. Kendi ürününün tutsağı haline gelmek, kendi yaratısını düşman olarak karşısında görmek, emeğinin ürününü bilemediği ya da eylemcinin eyleminin sonuçlarını denetleyemediği bir durumdur bu.
Toplumsal hayat, karmaşık ve çok sayıda değişken içeren etkenlerin hareket halinde olduğu bir ortamdır. Bu alanda etkide bulunmak, soyutlanmış ortamlarda deney yapmaya benzemez. Her türlü olanağa sahip etki gücü yüksek araçları örgütlenmiş biçimde elinde tutan devlet gibi örgütler bile, toplumsal hareketleri istediği gibi yönlendirmekte veya inşa etmekte her zaman başarılı olmayabilir. Bununla birlikte, farklı alanların hareketini istenilen yönde etkileyebilmek bakımından, örgütlü güç, bireysel güçten her zaman daha sonuç alıcıdır.
4. ÖZGÜRLEŞME ALANI OLARAK ÖRGÜT
Her örgüt, yukarıda değindiğimiz gibi, özel işlevlerle donatılmış araçlardır. Sendikalar, siyasi partiler, dernekler, kendi özgün alanlarında belirli amaçları gerçekleştirmek için kurulur. Alet ve nesne arasındaki ilişkiyi anlatırken değindiğimiz gibi, burada da, örgütün, hem üzerinde hareket ettiği alanın özelliklerini hem de içinde barındırdığı insanların özelliklerini yansıtması, her ikisi arasında bir araç rolü oynayabilecek biçimde kurulmuş olması gerekir.
Her örgütte farklı hayatları, farklı kişisel özlemleri ve özellikleri olan pek çok insan ortak bir amaç için birleşmiş bulunmaktadır. Kendi iradeleriyle, kendi seçtikleri biçimde toplumsal hayat üzerinde etkide bulunmak, değiştirmek ya da yönlendirmek istedikleri için başka insanlarla birleşmişlerdir.
Yalnızca belirli bir etkide bulunmakla yetinmeyip, etkinin sonuçlarını da mümkün olan en uç noktasına kadar denetim altında tutabilmek için bir araya gelmişlerdir. Sonuçların kendilerine yabancı bir güç haline dönmesini önlemek için de hareketin her anını elleri altında tutmak zorundadırlar.
Böylesine devasa bir yol içinde birlikte yürünen herkes, bir diğerinin iradesiyle kendisininkini birleştirmiş, ortak hedeflere varmak için uygun bir ortak irade oluşturmuştur. İşte bu hal içinde, büyük değişimi gerçekleştirme eylemi, birey için, yalnızca iradi olarak seçtiği ve sonuçlarının sorumluluğunu üstlendiği için bile, bir özgürleşme eylemi halinde ilerler.
Bütün yeteneklerini özel bir tarzda kullandığı, geliştirdiği ve kendisini yeniden inşa ederek var ettiği için de, bireysel olarak, özgür insan olmanın özelliklerini kazanır. Bir taşa balta biçimi vermek için beynini ve ellerini zorlayan ilk insan, onunla yaptığı işin kendisini ne kadar özgürleştirdiğini basit bir sevinç çığlığıyla ifade etmiş olabilir. Dünyaya yeni bir biçim veren insanlığın özgürlük haykırışı elbette onunla kıyaslanamayacaktır, ama olup bitenler, sonuçta, orada başlayan bir işin tamamlanmasından başka bir şey değildir.
Böyle bir etkinlik içinde, yaşanan kimi sorunların özgürlük kavramıyla değerlendirilmesi, boyalı gazozla özgürlük arasında ilişki kurmaktan daha doğru değildir. Özellikle 12 Eylül 1980 askeri darbesinin etkisi altında, geçmiş örgüt hayatlarını tam bir hapishane hayatı gibi hatırlayan pek çok insan, “sevgilimizin elini bile tutamazdık” edebiyatını pek sevmişti. Saçını sakalını istediği gibi uzatamayan, küpe takamayan, hangi takımı tuttuğunu serbestçe söyleyemeyenler de, özgürlüklerinin kısıtlandığından şikâyetçiydi. Bu insanların haklı olup olmadıklarını tartışmaya, 12 Eylül darbesinin kendilerini bütün bu davranışlarında özgür bıraktığını söyleyerek başlanmalıdır. Karşılığında aldıkları nelerdir? Buysa özgürlük, buyurun Evren Paşa rejimine…
Günümüzde, herhangi bir devrimci örgüt içinde, bu türden görünüş özelliklerinin özgürlük kavramıyla bağlantılı tartışılması, otuz yıl öncesine dönmekten fazla bir anlam taşımaz.
Yaşadığımız dünyanın büyük baskı mekanizmaları hakkında bilgi sahibi olanlar açısından, bu dünyayı değiştirmek için kurduğu ya da içinde görev üstlendiği örgütün iç hayatı kıyaslanamayacak kadar özgürdür. Kapitalist toplum, bireysel hak ve özgürlükleri mülkiyet sahibi olmakla koşullandırmıştır. Pek çok insan, bu temel düşüncenin farkında olmaksızın, etkisindedir. Gerçek anlamda özgürlük kavramıyla hiçbir ilişkisi olmayan basit nesne sahipliğini özlemek ve kendisini bununla tanımlamak, büyük burjuvaziyle işçi sınıfı arasına sıkışmış ve birine özenerek, diğerinden korkarak yaşayan küçük burjuvazinin dünyasına özgü bir düşünme biçimidir. Kendi iradesiyle oluşmuş bir karar doğrultusunda kendi seçimiyle katıldığı bir eylemin sonuçlarını sorumlulukla yüklenen işçi sınıfı militanının özgürlük duygusu yanında, bu, ne kadar basit ve ne kadar yanıltıcıdır. Toplumsal zorunlulukların bilincine varmak, onların değiştirilmesi mücadelesini özgürlük olarak ortaya çıkarır.
Her anı büyük özgürlük dünyasının gerçekleşmesine adanmış bir hayatın neşesini, kendi küçük dükkânının küçük kârından gelen neşeyle kıyaslayan bir mahalle bakkalının duygularını anlayabiliriz; ama kaç özgürlük savaşçısı onun hayatına özenebilir ki…