Tarımda Yabancı Sermaye Egemenliği

1980 sonrasında Türkiye tarımında önemli değişim ve dönüşümler yaşanmaktadır. 1950-80 arasındaki devletin tarım sektörünü koruyan ve destekleyen politikaları büyük ölçüde değişmiş; devletin tarımda destekleme alımları, girdi ve kredi sübvansiyonları şeklinde üç ayaktan oluşan rolü küçültülmüştür. İzlenen politikalarla sermaye hayatın her alanında belirleyici hale getirilmiş; köylü ile doğrudan ilişkiye giren devletin yerini köylüyü sermaye ile yüz yüze bırakan devletin alması amaçlanmıştır. Uygulanan neoliberal politikalar küçük üreticilik üzerindeki sermaye hakimiyetini güçlendirirken, geniş bir köylü kitlesini üretimden kopartmış; 2001 krizinden sonra tarımda da hayata geçirilen IMF-Dünya Bankası patentli “reformlar”, köylülüğün çözülme sürecini daha da hızlandırmıştır.

Tarımdaki dönüşüm iç dinamiklerin olduğu kadar dış dinamiklerin de ürünüdür. Küreselleşme olgusuna paralel olarak uluslararası şirketler çeşitli mekanizmalarla azgelişmiş ülkelerde tarımı kontrol altına almaktadır. Uluslararası şirketler tarımda doğrudan yatırıma girebilmekte ya da tarımı denetim altına almak için yerli taşeronlar kullanmaktadır. Türkiye’de de devletle işbirliği içerisinde çiftçileri girdi, kredi ve pazarlama mekanizmalarıyla kontrol etmektedir.

Türkiye’de uygulanan neoliberal politikalarla çökertilen tarım sektörü, uluslararası şirketlerin serbest piyasası haline getirilmiştir. Bu amaca ulaşmak için sektörde kamuya ait tarımsal işletme ve kuruluşlar ya özelleştirilmiş ya da kapatılmıştır. EBK, SEK ve YEMSAN gibi tarımsal KİT’ler elden çıkarılarak yerli tekellere peşkeş çekilmiştir. Bu şirketlerin kısa bir süre içerisinde yabancılarla ortak girişim kurmalarıyla bu kuruluşlar bir kez daha el değiştirerek yabancılaştırılmaya başlanmıştır. Öte yandan son 15 yıllık dönemde gerçekleşen krizler sonrasında piyasa değerleri düşen gıda şirketleri, yabancı yatırımcılara oldukça cazip gelmiş; birçok şirket yabancılar tarafından satın alınmıştır.

I. TARIMDA YABANCI SERMAYE:

TOHUMCULUK SEKTÖRÜ

Tarımda en önemli girdi tohumdur. Kullanılan tohumun yüksek verimli, hastalık ve zararlılara dayanıklı, ekoloji ile uyumlu olması, tarımsal üretimi belirleyen önemli özelliklerdir.

Türkiye’de tohumculuğun geliştirilmesi için başlatılan çalışmalar 1930’lu yıllara kadar gitmektedir. 1963 yılında çıkarılan kanunla tohumluk üretim, denetim ve dış ticareti Tarım Bakanlığı’nın izni ve denetimi altında alınmıştır. 1980’lere kadar tohumculuk tümüyle devletin tekelinde kalmış; tohum fiyatları devletçe belirlenmiştir. 1982 yılında tohum fiyatları serbest bırakılmış, 1984 yılında “Tohumluk İthalatının Serbest Bırakılması” ve 1985 yılında çıkarılan “Tohumluk Teşvik Kararnamesi” ve bunları izleyen politikalarla tohumculuk özel sektöre dayalı bir yapılanma içine girmiştir.

Bu politikaların etkisiyle ülkemizde özel tohumculuk şirketlerinin sayısı hızla artmış, dünyanın en büyük tohumculuk şirketleri ülkemizde yatırım yapmışlardır. Ancak bu şirketlerin pek azı ıslah ve adaptasyon çabası içine girmiş, çoğunlukla bilinen çeşitlerin çoğaltılması ya da ithalat tercih edilmiştir. Tohumculuğun özelleştirilmesi hibrit tohumun yeni bir uluslararası meta haline gelmesi ile çakışmış, sonuçta Türkiye uluslararası tohum tekellerinin açık pazarı haline gelmiştir (Tümay 1998).

2006 yılında çıkarılan 5553 sayılı Tohumculuk Kanunu hükümlerinden, kamunun tohumculuğun her alanından çekilerek bu alanı özel firmalara terk edeceği anlaşılmaktadır. Kanunun “yetki devri” başlıklı 15. maddesine göre; kamu, üretim, sertifikalandırma, ticaret ve denetim yetkilerini kurulacak olan tohumculuk birliğine (gerçekte ise buna hakim olacak uluslararası şirketler ve onların yerli taşeronlarının egemenliğine) devredebilecektir.

1980’li yıllarda tohumluk pazarının büyüklüğü 80 milyon dolar olarak tahmin ediliyordu. Ticari tohumluk hacminin 400 milyon dolara ulaştığı günümüz Türkiye’sinde tohum pazarının %40’ı özel tohum şirketlerinin elinde. Özellikle hibrit sebze, ayçiçeği, mısır ve patateste özel şirketlerin payı %100’lere ulaştı. Büyük bölümü yabancı ortaklı, çoğu da yalnızca tohum ithalatı yapan 250’yi aşkın tohumculuk şirketi mevcut. İhtiyaç duyulan tohumun en az üçte biri ithal ediliyor. Sebze tohumlarında dışa bağımlılık oranı %85’e çıkıyor. Patatesin neredeyse tümü ithal tohumla üretiliyor. Sertifikalı hububat tohumluğunun ise ancak %25’i üretilebiliyor.

Mısır tohumluğunda Monsanto %10, Pioneer %72’lik bir paya sahip. Pamukta Monsanto ve Bayer’in ağırlığı toplam %80 düzeyine ulaşıyor. Pioneer’in Cargill ile işbirliği içerisinde olduğu düşünüldüğünde, Türkiye mısır piyasasında “işgal” ettiği yer daha kolay anlaşılır. Ancak asıl tehlike kamunun yetkilerini tohum birliklerine ve özel şirketlere devretmesi. Böylesi bir tohum piyasası, özel şirketlerin lisans sağlayıcılığı altında ABD, İsrail, İspanya ve Fransa gibi ülkelerin tarım şirketlerinin doğrudan belirleyicisi olduğu bir yapıya bürünecek (Express Dergi, 2009/05).

KİMYASAL GÜBRE PİYASASI

Kimyasal gübreler, bitkilerin besin gereksinimi karşılamak amacıyla mevsimsel olarak kullanılan, tarımsal üretimde tek başına %40 verim artışı sağlayabilen girdilerdir.

Türkiye gübre piyasasında üretici olarak toplam 5 sermaye grubuna bağlı 7 kuruluş faaliyet göstermektedir. Sektörde yer alan kamuya ait kuruluşların (TÜGSAŞ’ın bağlı ortaklıkları Gemlik Gübre ve Samsun Gübre ile İGSAŞ) özelleştirilmeleri 2005 yılında tamamlanmış ve kamunun üretici olarak varlığı sona ermiştir. Özelleştirmeler sonrası iki yeni grup, Yılyak Yakıt Pazarlama Tic. A.Ş. Gemlik Gübre hisselerini, Yıldız Entegre Ağaç San. ve Tic. A.Ş. İGSAS hisselerini ve Kütahya Gübre varlıklarını satın alarak sektöre girmiş, sektörde yer alan Toros Gübre, Samsun Gübre hisselerini alarak kurulu kapasitesini artırmıştır.

Üretim kapasitesi 5.3 milyon ton/yıl olan Türkiye gübre sanayii iç pazara yönelik olarak kurulmuş olup, iki ana mal (kompoze ve TSP) dışında kurulu kapasitesi iç talebi karşılayamaz durumdadır. Son 10 yıllık ortalamalara göre, kimyasal gübre tüketiminin yaklaşık %55’i yerli üretimle karşılanırken %45’i ithalatla karşılanmaktadır. Fiilen ithalat yapan firma sayısı 15 dolayındadır. Ayrıca yerli gübre üreticileri de, üretmedikleri gübre cinslerini ya da üretebilmelerine karşın ithal etmeyi daha ekonomik buldukları gübreleri ithal etmektedirler. İthalatın tamamına yakını Rusya, Ukrayna, Romanya ve Bulgaristan gibi ülkelerden yapılmaktadır.

Gübrenin başlangıç hammaddeleri doğalgaz, fosfat kayası ve potas tuzu; ara maddeleri amonyak, nitrik asit, sülfürik asit, fosforik asittir. Maliyetlerin %65-80’i hammadde maliyeti olup; yukarıda sayılan girdilerin yaklaşık %80-85’i ithalat yoluyla sağlanmaktadır. Çünkü Türkiye, kimyasal gübre üretimde kullanılan hammadde kaynaklarına sahip değildir. Dolayısıyla Türkiye’de gübre sanayii ithal girdilere bağımlı bir endüstridir. Bu çerçevede, iç piyasadaki gübre fiyat değişimlerini uluslararası piyasadaki gübre ve hammadde fiyatları; döviz kur değişmeleri ve gübre tekellerinin kâr hırsı belirlemektedir.

TARIM İLAÇLARI PİYASASI

Türkiye’de tarım ilaçları pazarının büyüklüğü yaklaşık olarak 350 milyon dolar olup; yıllık ortalama ilaç tüketimi 33 bin tondur. Tarımsal ilaçların yaklaşık %40’ı Akdeniz (Adana, Mersin, Antalya) ve Ege (İzmir) bölgelerinde tüketilmektedir. Tarım ilacı kullanımına ürün bazında bakıldığında; %40’lık payla pamuk ve hububat ilk sırayı almakta, onu %27’lik paylarla turunçgiller, üzüm, meyveler ve %16’lık payla sebzeler izlemektedir.

Türkiye aktif madde açısından dışa bağımlı olup; tarım ilacı imalatında kullanılan girdilerin yaklaşık %90’ı ithal edilmektedir. Yerli firmalar aktif maddeleri ithal ederek jenerik ilaç üretmektedirler.

Tarım ilaçları pazarında %22’lik payı ile Hektaş ilk sırayı almakta, onu Bayer ve Syngenta izlemektedir. Bu üç firmanın pazardaki payı %65’i bulmaktadır. Hektaş dünya tarım ilaçları sektörünün önemli şirketleri arasında yer alan DuPont, Makhteshim-Agan, FMC, Chemtura, Sipcam ve Agrichem’in Türkiye dağıtıcısıdır. Ayrıca pazarda ithalat yoluyla ilaç sağlayan 350 dolayında şirket bulunmaktadır.

TARIM MAKİNELERİ PİYASASI

Traktör, tarımsal üretimde modern üretim teknolojilerinin kullanılma olanağını sağlayarak verimliliği artırmakta ve maliyetleri düşürmektedir.

Türkiye’de traktör üretiminin tarihi 1955 yılına kadar gitmektedir. Türkiye 1949’dan itibaren traktör ithal ediyordu. Bu nedenle ilk üretimin yapıldığı 1955’te traktör parkı 40 bin adede ulaşmıştı. 1954’de kurulan ve ilk yılı hazırlıklarla geçiren Türk Traktör bir sonraki yıl üretime başlamıştır.

Traktör satışlarında yıldan yıla büyük dalgalanmalar olmaktadır. Bunun en önemli nedeni, izlenen destekleme politikaları ve değişken iklim koşullarından dolayı çiftçi gelirinin yıldan yıla büyük değişiklikler göstermesidir. 1995-1998 döneminde tarımsal gelirdeki artışla birlikte traktör talebinde de artış yaşanmış; 1994 yılında 23 bin traktör satılırken, 1998 yılında bu sayı 49 bine yükselmiştir. Ancak 17 Ağustos 1999 depreminden sonra traktör talebi olağanüstü bir şekilde düşmüştür. 1999 yılındaki traktör satışı 19 bin adede ulaşabilmiştir. 2001 kriz yılında 11 bin; 2002 yılında ise yalnızca 7 bin adet traktör satılabilmiştir. 2006 yılında 40 bin adede ulaşan traktör satışları, 2008’de 27 bin adet olarak gerçekleşmiştir. Yaşanan küresel kriz başta olmak üzere, çiftçinin borçlu olması, girdi ve ürün fiyatlarındaki dengesizlik nedeniyle alım gücünün iyice daralması gibi faktörlerin etkisiyle, 2009 yılında traktör üretimi ilk altı ayda %60’tan fazla daralmış; iç pazardaki daralma, firma bazında %80-90 seviyelerine ulaşmıştır.

Türkiye traktör pazarı uzun yıllar pazar payları birbirine oldukça yakın iki üretici şirket tarafından kontrol edilmiştir. Bunlarda ilki, Koç Grubu ile Hollanda merkezli CNH Global NV’nin ortaklığında faaliyetini sürdüren Türk Traktör’dür ve 2007 yılında %48’lik bir pazar payına sahipti. Aynı yıl Massey Ferguson lisansıyla üretim yapmakta olan diğer üretici şirket Uzel Makine’nin pazar payı ise %37 olarak gerçekleşmişti (Uzel Grubu, 2008 yılında AGCO’ya ait Massey Ferguson traktörlerinin üretim ve dağıtım lisansını kaybetmesi nedeniyle faaliyetine ara vermiştir). Bu şirketlerin yanı sıra, daha düşük pazar paylarına sahip Alçelik (Tümosan), Hattat, Erkunt da traktör pazarında faaliyetlerini sürdürmektedir.

TARIM BANKACILIĞINDA YABANCILAŞMA

Merkez Bankası verilerine göre; 2009 yılı Mart ayı itibariyle Türkiye’de bankacılık sektöründe faaliyet gösteren 49 bankanın 32’si mevduat bankası, 13’ü kalkınma ve yatırım bankası, 4’ü ise katılım bankasıdır. Mevduat bankalarından yalnızca 3’ünün sermayesi kamuya aittir (Ziraat Bankası, Halk Bankası ve Vakıflar Bankası). Ancak kamu bankaları özelleştirme tehdidi altındadır. 31 Aralık 2008 tarihli Resmi Gazete’de yayımlanan “Avrupa Birliği Müktesebatının Üstlenilmesine İlişkin Türkiye Ulusal Programı”na göre, “Özelleştirme vizyonu çerçevesinde önümüzdeki dönemde, devletin bankacılık alanından tamamen çekilmesi” hedeflenmektedir. Bu programın uygulanması halinde Türkiye’de kamu bankası kalmayacaktır.

1990’lı yıllarda birçok ülkede uygulanan neoliberal politikalarla yabancı bankaların şube açmalarına ve banka kurmalarına imkân tanıyan düzenlemeler, azgelişmiş ülkelerde yaşanan bankacılık krizleri, uluslararası sermaye akımları, teknolojik yenilikler, özellikle azgelişmiş ülkelerde yabancı bankaların sektördeki payının önemli ölçüde artmasına yol açmıştır. Türkiye’de de, özellikle liberalizasyon sürecinden sonra yabancı banka girişleri artmıştır. Bunda, 1989 yılında sermaye hareketlerinin serbestleştirilmesi ve uluslararası ticaretin artması etkili olmuştur (Apak ve Tavşancı, 2008). Bankacılık sisteminde yabancılaşma süreci, ekonomik krizin yaşandığı 2001 yılından itibaren ivme kazanarak günümüze kadar süregelmiştir. Tablo 1, ülkenin öz kaynakları ile kurulmuş bankaların son yıllarda yabancıların eline geçtiğini göstermesi açısından önem taşımaktadır.

Gelinen noktada ödenmiş sermayedeki payları esas alındığında, yabancı hissedarların bankaların aktif büyüklüğü içindeki payı 2009 yılı Mart ayı itibarıyla %25,3 olarak gerçekleşmiştir. Öte yandan, %16 olan halka açık paylar içindeki yabancı payları da eklendiğinde, bankacılık sektöründeki yabancı payı %41,3 düzeyine ulaşmaktadır (TCMB, 2009). Oysa AB ülkeleri bankacılığın ulusal sermayenin elinde kalması için uğraş vermektedirler. Bu nedenle yabancılaşma oranı Almanya’da %5, İtalya’da %8, İspanya’da %10, Hollanda’da %11, Danimarka’da %17, Avusturya ve Fransa’da %19, Yunanistan’da %20 dolayındadır. IMF kontrolündeki ülkelerde bankacılık sektöründeki yabancılaşma oranı dikkat çekicidir. Bu oran Estonya’da %100, Çek Cumhuriyeti’nde %95, Slovakya’da %93, Meksika’da %82, Macaristan ve Polonya’da %65, Arjantin’de %48, Peru’da %47 ve Şili’de %42 düzeyindedir (Uzunlu, 2007).

Türkiye, bankacılık sektöründe yabancı sermayeye üst sınır getirilmesinde geç kalmıştır. Mevcut koşullar devam ettiğinde, sektör aşama aşama %70’lere varan oranda yabancılaşacaktır.

Tablo 1. Bankacılık Sisteminde Yabancılaşma Süreci

TARİH BANKA ADI YABANCI ORTAK PAYI                                                                                                                                                   (%)
2001 Demirbank HSBC (İngiltere) 100
2002 Koçbank Italiano (İtalya) 50
2003 Site Bank Millennium BCP (Portekiz) 100
2005 T. Ekonomi Bankası BNP Paribas (Fransa) 42,1
2005 Dışbank Fortis Bank (Belçika) 89,3
2005 Yapı Kredi Bankası Koçbank-UniCredito 57,4
2005 Garanti Bankası General Electric Capital Corporation (ABD) 25,5
2006 Bank Pozitif (C Bank) Bank Hapoalim (İsrail) 65
2006 Finansbank National Bank of Greece (Yunanistan) 89,4
2006 Denizbank Dexia (Belçika-Fransa) 99,8
2006 Akbank Citibank (ABD) 20
2006 Şekerbank Bank Turan Alem Group (Kazakistan) 34
2006 Tat Bank Merill Lynch Europan Asset Holdings Inc (ABD) 100
2006 Tekfenbank Eurobank EFG (Yunanistan) 70
2006 MNG (Turkland) Bank BankMed ve Arab Bank (Ürdün) 91
2007 Oyakbank ING Bank (Hollanda) 100
2007 Turkish Bank National Bank Of Kuwait (Kuveyt) 40
2007 Türkiye Finans The National Commercial Bank (S. Arabistan) 60
Kaynak: Günaydın (2009)

 

Tablo 2’den görüldüğü gibi, 2008 yılında kullanılan toplam kredinin %45’i Ziraat Bankası, %15’i tarım kredi kooperatifleri, %8,2’si İş Bankası, %7,9’u Denizbank, %5’i Halkbank, geri kalanı ise diğer bankalar tarafından kullandırılmıştır. Bu durumda kredilerin %60’ı Ziraat Bankası ve tarım kredi kooperatifleri, %40’ı da diğer bankalar tarafından kullandırılmıştır. Bunlardan Denizbank ve Finansbank yabancı sermayeli bankalardır. Kamu bankaları (Ziraat Bankası, Vakıfbank ve Halkbank) ve yerli özel sermayeli İş Bankası dışındaki diğer tüm bankaların değişen oranlarda yabancı hissedarları bulunduğu göz önüne alındığında, tarım bankacılığı alanındaki yabancılaşma tüm çıplaklığıyla ortaya çıkmaktadır (Günaydın, 2009).

Tablo 2. Tarım Kredilerinin Bankalara Göre Dağılımı

BANKA ADI 2006 2007 2008
Milyon TL % Milyon TL % Milyon TL %
T.C. Ziraat Bankası 3.522 42,3 4.810 45,5 6.358 45,8
Tarım Kredi Koop. 1.452 17,5 1.723 16,3 2.124 15,3
Türkiye İş Bankası 536 6,4 908 8,6 1.140 8,2
Denizbank 512 6,2 804 7,6 1.100 7,9
Halkbank 391 4,7 567 5,4 737 5,3
Akbank 350 4,2 550 5,2 430 3,1
Yapı- Kredi Bankası 339 4,1 401 3,8 410 3,0
Garanti Bankası 473 5,7 292 2,8 382 2,8
Şekerbank 400 4,8 235 2,2 350 2,5
Vakıfbank 175 2,1 12 0,1 309 2,2
T. Ekonomi Bankası 35 0,3 231 1,7
Finansbank 108 1,3 168 1,6 219 1,6
Fortis Bank 61 0,7 73 0,7 100 0,7
GENEL TOPLAM 8.319 100,0 10.576 100,0 13.890 100,0
Kaynak:  TZOB (2009)

 

II. GIDA SEKTÖRÜNDE YABANCI SERMAYE

Gıda sanayii, tarımdan sağladığı bitkisel ve hayvansal hammaddeyi, uyguladığı bir ya da daha fazla işlemle, raf ömrü uzun ve tüketime hazır ürünlere dönüştüren bir imalat sanayi kolu olup; tarımsal üretim, dengeli beslenme, katma değer, istihdam ve ihracat açısından önemli işlevleri olan bir sektördür (Ekşi vd. 2005). Tarımsal üretimin mevsime ve yöreye bağlı değişkenliğine karşılık gıda gereksiniminin sürekliliği, çabuk bozulma eğilimindeki tarımsal ürünlere belirli işleme ve koruma yöntemlerinin uygulanmasını zorunlu hale getirmekte ve bu işlevi de gıda sanayii yerine getirmektedir (Ekşi 1992). Gıda sanayii, gıda maddelerinin hammaddeden başlayarak; depolama, tasnif, işleme, değerlendirme, dayanıklı hale getirme, ambalajlama işlerinden bir ya da birkaçının yapıldığı ve gıda maddeleri satış yerlerine gönderilmek üzere depolandığı tesislerle bu tesislerin tamamlayıcısı sayılacak yerlerin tümünü kapsamaktadır (DPT, 2007).

Uluslararası gıda sanayi sınıflandırma sistemine (ISIC, Rev.3) göre gıda sanayii; et ve et ürünleri, süt ve süt ürünleri, su ürünleri mamulleri, hububat ve nişasta mamulleri, meyve ve sebze işleme, bitkisel yağ ve mamulleri, şeker ve şekerli mamuller, yem sanayi olmak üzere 8 alt sektörden oluşmaktadır. Bu sisteme göre farklı sektörler içerisinde incelenmekte olan çay, meşrubat, alkollü içkiler, gıda katkı maddeleri gibi ürünler de gıda tanımı kapsamındadır.

1980’LERDEN SONRA SEKTÖRDE ÖNEMLİ YAPISAL DEĞİŞİMLER YAŞANDI

Türkiye’de II. Paylaşım Savaşı’nı izleyen 20 yıl içerisinde devlet, gıda sektöründe büyük ölçekli işletmeler kurmuş ve bunlara yoğun yatırım yapmıştır. Bu işletmeler (KİT’ler), şeker, çay, tütün, alkollü içecekler, et ve süt ürünleri üretimi alanlarında etkinlik göstermişlerdir. Bu dönemde artan kamu yatırımlarına ve büyük devlet işletmelerinin varlığına karşın, gıda sektöründe küçük ölçekli ve bağımsız üretici birimlerin hakimiyeti sürmüştür (Yenal, 2001).

Sektörde özellikle 1980’lerden bu yana sözleşmeli tarıma yönelme, teknolojinin yenilenmesi, kalite sistemlerinin yaygınlaşması, KİT’lerin özelleştirilmesi, şirket evlilikleri, yeni pazarlama tekniklerinin uygulanması ve sektörel örgütlenmenin gelişmesi gibi önemli yapısal değişimler yaşanmaktadır. Bu değişime yol açan başlıca etmenler ise, küreselleşme olgusu, uluslararası anlaşmalar, uygulanan tarım politikaları, tüketici talepleri, gıda mevzuatı ve çevre duyarlılığıdır (Ekşi vd. 2005).

Öte yandan 1990’ların başında özelleştirme kapsamına alınan SEK, EBK ve YEMSAN gibi tarımsal KİT’ler çok düşük (arsa bedellerinin bile altında kalan) fiyatlarla Koç, Tekfen, Yimpaş, Tikveşli gibi sermaye gruplarına satılmıştır. Besi ve süt hayvanı yetiştiricileri için belirli bir pazar güvencesi oluşturan bu kuruluşların piyasadan çekilmesi sonucunda piyasada görülen fiyat istikrarsızlığı et ve süt ürünleri üretiminde dalgalanmalara yol açmıştır.

SON 20 YILDA TARIM VE GIDADA İTHALATINDAKİ ARTIŞ YEDİ KAT

1980 öncesinde dünya ekonomisine ithal ikameci birikim tarzıyla eklemlenmiş bulunan Türkiye kapitalizmi, bu tarzın artık işlememesi sonucu, dışa açılma olarak tanımlanan bir birikim tarzına doğru evrilmeye başladı (Sönmez, 1992). Bu dönemde dış ticaret rejiminde gıda ürünlerini de kapsayan önemli değişiklikler yapıldı. Bunların başında tarım ve gıda ürünleri dış ticaretinin serbestleştirilmesi geliyordu. Bu kapsamda 1984 yılında gıda ürünlerinin ithalatında uygulanan vergi ve harçlar önemli ölçüde aşağı çekildi. Bunun sonucunda bazı tarımsal ürünlerde ithalat önemli boyutlara ulaştı ve kimi sektörler olumsuz etkilenmeye başladı. Bu politikaların uygulanmasıyla olumsuz etkilenen sektörlerin başında hayvancılık ve et üretimi gelmektedir. Tarım ve gıda ürünleri dış ticaretinin serbestleştirilmesinden sonra canlı hayvan ve et ithalatındaki sıçrama, yerel üretimin ve hayvancılığın gerilemesine yol açtı. Türkiye’nin süt, peynir, yağ ve dondurma gibi sütlü ürünler ithalatı da yükseldi.

Tarım ürünleri dış ticaret dengesi 1980-89 döneminde yıllık ortalama 1.6 milyar dolar fazla verirken, 1990-99 döneminde bu fazla 600 milyon dolara düşmüştür. IMF-Dünya Bankası patentli politikaların izlendiği 2000 sonrası dönemde ise, 200 milyon dolar açık vermiştir. Son 20 yılda tarım ve gıda ürünleri ithalatı yaklaşık 7 kat artmış, Cumhuriyet tarihinde ilk kez 1995 yılında ithalat ihracatı geçmiştir. Tarımsal dış ticaret açığı, 2008 yılında, 85 yıllık Cumhuriyet tarihinin en yüksek değerine (2.3 milyar dolar) ulaşmıştır. İthalatın özellikle pamuk, hububat, bitkisel yağ ve yağlı tohumlarda yoğunlaştığı gözükmektedir.

1980’LERDEN SONRA SEKTÖRDE ULUSLARARASI ŞİRKETLERİN ROLÜ ARTTI

Uluslararası şirketlerin Türkiye’de gıda piyasasına girişi 1950’li yıllara dayansa da, etkinlik alanları birkaç sektörle sınırlı kalmıştır. Örneğin Unilever’in bitkisel yağ üretimine, Coca-Cola’nın alkolsüz içecek üretim ve dağıtımına başlaması gibi. Ancak 1980’lerden başlayarak tarım ve gıda sektörlerinde uluslararası sermayenin rolü önemli ölçüde arttı. 1980’lerin ortalarını izleyen 10 yılda yabancı şirketlerle yabancı ortaklı yerli şirketlerin sayısında önemli bir yükselme oldu. Yabancı sermayeli kuruluş sayısı tarımda 32’den 65’e, gıda işlemede 38’den 139’a, hazır yemek sektöründe 8’den 198’e yükseldi. Önde gelen yerli sermaye grupları, uluslararası şirketlerle ortaklıklara giderek et, süt ve sütlü ürünler üretimi, gıda paketlemesi, sebze-meyve işlemesi ve dondurulması, çay üretimi, tam ve yarı hazır gıda üretimi, gıda pazarlaması ve perakendeciliği gibi alanlarda etkinlik göstermeye başladılar. Uluslararası gıda şirketlerinin büyük ölçekli ve yüksek teknolojili tesislere yatırımlarının artmasıyla birlikte Türkiye’deki gıda üretim yapısı uluslararası tarım/gıda sanayiin bir parçası olma yönünde dönüşmeye başladı (Yenal, 2001).

2006 başında Türkiye’de faaliyet gösteren 258 yabancı sermayeli gıda ve içecek üretim şirketi bulunmaktadır. İmalat sanayiine yönelen yabancı sermayenin %10’u gıda işleme sektörüne yatırım yapmaktadır. Sermaye büyüklüğü olarak söz konusu bu yatırımları incelersek; 2002-2006 yılları arasında imalat sanayiine yapılan 1.5 milyar dolarlık yabancı yatırımın %25’i gıda sektörüne yapılmıştır (Tozanlı vd. 2007).

YABANCILAŞMA VE TEKELLEŞME OLGUSUNDAN ÖRNEKLER

Gıda sanayiinde şirket birleşmeleri ve satın almalarla birlikte yabancılaşma ve tekelleşme eğilimleri güçlenmektedir. Özellikle son 25 yılda gerek satın alma ve gerekse ortaklık yoluyla gerçekleşen şirket birleşmesi sayısı 2 bin dolayındadır. Bu birleşmelerin çoğunluğu yerli şirketler arasında olmakla birlikte, çok sayıda yerli-yabancı evliliği de söz konusudur. Yabancı şirketle evliliklerin özelleştirme sürecinde ve özellikle kriz sonrasında ivme kazandığı görülmektedir.

1990’lı yılların ortalarından bu yana sektörde yerli ve yabancı şirketler arasındaki önemli ortak girişim ve satın almalarla; bu süreçte sektörün alt dallarında pazara hakim olan yabancı şirket ve markalar Tablo 3 ve 4’te görülmektedir.

GIDA DEVİ UNİLEVER TÜRKİYE’DE ETKİNLİKLERİNİ YOĞUNLAŞTIRIYOR

1930’da Hollanda’da bitkisel yağ üreticisi Margarin Unies ile İngiltere’de sabun üreten Lever Brothers’ın birleşmesiyle oluşan Unilever, 1953 yılında İş Bankası ile sermaye ortaklığı kurarak, iki bitkisel yağ markasıyla (Vita ve Sana) üretime başladı. Uzunca bir süre Unilever’in Türkiye’deki en önemli etkinlik alanı bitkisel yağlar ve temizlik maddeleri üretimiyle sınırlı kaldı. Unilever, halen dünyanın tüketim malları üreten en büyük uluslararası şirketi.

1986 yılında çay sanayiinin özel sektöre açılmasıyla Unilever Lipton markası ile Türkiye piyasasına girdi. İlk olarak Dosan Şirketi tarafından Pazar ilçesinde kurulan fabrikasında üretime geçti. 1994’te Arhavi, 2004’te ise Fındıklı ilçelerindeki tesisleri işletmeye açtı. Lipton, iç piyasadan aldığı yaş çayı Hindistan, Kenya, Sri Lanka gibi ülkelerden ithal ettiği çaylarla harmanlayarak piyasaya sürmekte. Yılda 40-50 bin ton çay bu yöntemle pazarlanmakta ve yerli çayı tehdit etmektedirler.

 

Tablo 3. Gıda Sektöründe Yabancılaşma Süreci

TARİH ŞİRKET ADI YABANCI ORTAK PAYI (%)
1994 Filiz Gıda (Doğuş Grubu) Barilla 55
1995 Komili (Unicom) Unilever 100
1996 Sabancı Grubu Carrefour 60*
1997 Sabancı Grubu Danone 50*
1998 Doğadan Gıda MKT Holding 50
1998 İmbat Meşrubat The Coca-Cola Company 40
1998 Tikveşli DanoneSA (Sabancı/Danone) 100
1999 Birtat DanoneSA (Sabancı/Danone) 100
1999 Cadbury Schweppes Türkiye markaları Coca-Cola Company 100
2000 Besan Besin Sanayii (Bestfoods) Unilever 100
2000 Çapamarka Gıda Sanayii (Bestfoods) Unilever 100
2000 Bozkurt Helva (Bestfoods) Unilever 100
2001 Dosan Konserve Unilever 100
2001 Penguen Gıda Deutsche Investitions (KFW) 12,7
2001 Pamir Gıda Haribo 76
2001 Türk Tuborg (Yaşar Holding) Carlsberg Breweries 95,7
2002 Mis Süt (Tekfen) Nestlé 100
2002 Kent Gıda (Tahincioğlu) Cadbury Schweppes 51
2002 Fruko AŞ Pepsi Bootling Group (PBG) 100
2002 Kar Gıda Kraft Foods 100
2003 Filiz Gıda (Doğuş Grubu) Barilla Alimentare SpA 45
2003 Mudurnu Tavukçuluk Global AŞ 51
2003 Unicom (Unilever/ Yudum ve Sırma) Seef (Soros Investment Capital) 100
2003 DanoneSA (Sabancı/Danone) Danone 100
2003 Nestlé Türkiye süt işletmeleri Danone 100
2005 Gima (Fiba Holding) CarrefourSA (Sabancı/Carrefour) 60,2
2005 Endi (Fiba Holding) CarrefourSA (Sabancı/Carrefour) 100
2005 Tansaş (Doğuş) Migros (Koç Grubu) 70,8
2006 Penguen Gıda ADM Capital 13
2006 Kent Gıda (Tahincioğlu) Cadbury Schweppes 30
2006 Mey İçki (Nurol-Limak-Özaltın-TÜTSAB) Martini Paz. (Texas Pacific Group) 99
2006 Eker Süt Novandie (Andros) 50
2006 Erikli Su Nestlé Waters S.A. 60
2007 Intergum Grubu Greencastle (Cadbury Schweppes) 100
2007 Doğadan Gıda The Coca-Cola Company 100
2007 Yudum Gıda (Seef Holdings) Swan (NBK Capital) 100
2007 Yudum Gıda (Swan/NBK Capital) Afia Int (Savola Group) 100
2008 Türk Tuborg (Carlsberg Breweries) Israel Beer Breweries (CBC Group) 95,7
2008 Migros Türk (Koç Grubu) Moonlight Capital 50,8
2008 Ana Gıda (Anadolu Grubu) Seef Foods (Bedminster Capital) 39
2008 Bizim Tüketim (Ülker Grubu) Golden Horn Investments 20
2009 Burgaz Rakı (Garipoğlu Grubu) Mey İçki (Texas Pacific Group) 100
* Ortak girişimdeki payı Kaynak: Oral (2006 ve 2009)

 

Tablo 4. Gıda piyasasındaki önemli yabancı şirket ve markalar

ÜRETİM KONUSU ŞİRKETLER VE MARKALAR PAYI (%)
Süt ve süt ürünleri Danone 20
Makarna Barilla / Filiz 30
Endüstriyel dondurma Unilever (Algida) 70
Bebek maması Numil/Danone (Milupa, Bebelac) 90
Cips Frito-Lay (Ruffles, Doritos), Kraft (Cipso, Patos), P&G (Pringles) 90
Hazır çorba Unilever (Knorr), Nestlé (Maggi) 70
Margarin Unilever  (Sana, Becel) 40
Ayçiçeği yağı Savola Group (Yudum) 25
Çikolata Nestlé, Kraft Foods (Milka), Algida (Unilever) 30
Şekerleme Cadbury (Kent), Haribo 70
Nişasta bazlı şeker Cargill, Amylum, Cargill/Ülker (Pendik Nişasta) 80
Sakız Cadbury (First, Falım), Perfetti Van Melle (Vivident) 90
Çay Unilever (Lipton) 20
Hazır kahve Nestlé (Nescafé), Kraft Foods (Jacobs) 80
Ambalajlı su Erikli /Nestlé, Danone (Hayat) 70
Meyve suyu Coca-Cola (Cappy) 25
Gazlı içecek Coca-Cola, Pepsi 70
Bira CBC Group (Türk Tuborg) 20
Rakı Texas Pacific Group (Mey, Burgaz) 80
Organize perakende Migros, CarrefourSA, Metro Group, Tesco-Kipa 60
Kaynak: Oral (2006 ve 2009)

 

Piyasada bu yöntemi uygulayan başka şirketler de bulunuyor. Örneğin Alman sermayeli Teekanne, Kütaş’la ortaklık kurarak 2001’de iç pazara girdi; İzmir Kemalpaşa’da kurduğu fabrikada Seylan çaylarını işliyor. 2006 yılında Kütaş Teekanne’yi Doğadan Gıda devraldı. 2007 yılında ise Coca-Cola Doğadan Gıda’yı satın aldı. Böylelikle Cola-Cola da Çaykur’un rakipleri arasına katıldı. 2009 yılında Türkiye çay pazarının büyüklüğü 1 milyar TL’yi aştı. Türkiye, dünyanın en çok çay tüketilen ikinci ülkesi konumunda. Halen çay piyasasında %55-60’lık payıyla en büyük oyuncu Çaykur; en yakın rakibi ise %17’lik payıyla Lipton/Unilever. Doğuş çay ise üçüncü sırada.

Unilever son 20 yıldır Türkiye piyasasında isim yapmış şirketleri satın alarak, daha önce faaliyet göstermediği alanlara da girdi. Buna en tipik örnek olarak Türkiye’nin en köklü gıda şirketlerinden Komili’yi 2000 yılında satın alması gösterilebilir. Komili’nin ardından 2001 yılında Rize’deki Dosan Konserveyi de bünyesine katan Unilever, 2003’te ayçiçeği ve mısır yağı işletmelerini (Yudum ve Sırma) Soros’a devretti. Yudum Gıda 2007 yılında önce Kuveytli NBK Capital’e, sonra da Suudi Arabistanlı Savola Group’a geçti.

KOÇ GRUBU GIDADA SATIN ALMALARLA BÜYÜDÜ

1963 yılında kurulan Süt Endüstrisi Kurumu (SEK), özelleştirilinceye kadar ülkenin farklı yörelerindeki 40’a yakın fabrikasıyla gerek süt üreticileri gerekse süt sanayiine önemli katkılarda bulunmuştur. 1995 yılında SEK’in isim hakkı ve İstanbul İşletmesi küçük ve orta boy sanayicilerle gıda toptancılarından oluşan 164 kişilik bir gruba satılmıştır. Özelleştirmeden iki yıl sonra Koç Grubu işletmenin %68’ini satın almıştır (Günümüzde SEK’teki Koç hisselerinin oranı %72 dolayındadır).

Öte yandan, 1928 yılında Ulukartal Makarnacılık adıyla üretime başlayan Pastavilla hisseleri de, 1995’te Koç Holding bünyesine geçti. Pastavilla günümüzde makarna piyasasındaki önemli oyunculardan birisidir.

GIDADA SABANCI-PHİLİP MORRİS ORTAKLIĞI

Sabancı Grubu bitkisel yağ üretimine 1946 yılında Toroslar AŞ ile başladı. Bu şirket 1973’te Marsa AŞ adını aldı. Marsa, 1993 yılında Philip Morris’in de bağlı bulunduğu Altria şirketi bünyesindeki Kraft Foods ile ortaklık kurarak, kahve, çikolata ve toz içecekleri de ürün yelpazesine dahil etti. 2002 yılında Piyale’yi de satın alarak makarna sektörüne giren Sabancı; 2005’te Kraft ile yollarını ayırdı.

Sabancı 1997 yılında sütlü ürünler konusunda dünyanın önemli kuruluşlarından Groupe Danone ile kurduğu ortak girişim DanoneSA ile piyasaya girdi. DanoneSA, 1998 yılında Tikveşli’yi, 1999’da ise Ankara’da faaliyet gösteren Birtat şirketini satın aldı. Danone-Sabancı ortaklığı 2003 yılına kadar devam etti.

Sabancı Grubu, gıda alanındaki yatırımlarını, Haziran 2008’de BİM’in de %22’lik payına sahip olan Marmara Gıda Sanayii’ne (MGS) devretti. MGS, böylelikle bitkisel yağ, makarna, su ve çay kategorilerinde önemli oyunculardan birisi haline geldi (Rekabet Kurulu’na göre, MGS’yi kontrol eden Topbaş Ailesi, Ülker Grubu ile aynı ekonomik birlik içinde bulunuyor).

NESTLÉ’NİN TAŞERONU MİS SÜT

Uluslararası şirketler Türkiye’de tarım ve gıda sektörünü kontrol altına almada doğrudan yatırım ve ortak girişim dışında yerli taşeronlar da kullanmaktadır. Bunun en tipik örneği olarak Nestlé’nin Mis Süt’ü taşeron olarak kullanması gösterilebilir.

Nestlé’nin 1867 yılında İsviçre Vevey’de başlayan serüveni, günümüzde dünya ölçeğinde tanınan bir markaya dönüştü. Günümüzde Nestlé, yaklaşık 90 milyar doları bulan cirosu, 500’e yaklaşan fabrikası ve 276 bin çalışanıyla dünyanın en büyük gıda şirketlerinden birisidir.

Türkiye pazarına 1875 yılında giren Nestlé, sınırlı bir tüketici kitlesine hitap eden birkaç ürün (süt ve çikolata ürünleri) dışında, 1980’lere kadar Türkiye gıda piyasasında önemli bir yere sahip değildi. Bu tarihten sonra hazır kahve, çikolatalı toz içecek ve kahve kreması ithal etmeye başladı. 1995 yılında, Türkiye’nin en büyük süt ve süt mamulleri üreticilerinden Tekfen Holding bünyesindeki Mis Süt’ün %25’ini satın alarak, iç piyasaya girdi. 1996’da bu şirketteki ortaklık payını %34’e, 1998’de %60’a çıkardı ve sonuçta 2000 yılında Mis Süt’ün tümünü satın aldı.

Groupe Danone, Aralık 2003 itibariyle %50-50 oranında ortak olduğu DanoneSA şirketinin %50 hissesini de Sabancı Holding’den satın alarak şirketin tümüne sahip oldu. Adını Danone-Tikveşli olarak değiştiren şirket aynı dönemde Nestlé’nin Türkiye’deki süt ve sütlü ürünler işkolunu da satın alarak, sektörün tekelleşmesi yönünde önemli bir adım attı. Böylelikle Mis ve Gülüm Süt markaları da Danone’ye geçmiş oldu.

SÜTTE YEDİ ŞİRKETİN HAKİMİYETİ

Türkiye’de 12 milyon ton süt üretilmesine karşın bunun ancak %15’i kayıt altında. Pazarın büyüklüğü 1.5 milyar dolar civarında. Kayıtlı işletmelerde işlenen sütün %43’ünden yoğurt, %24’ünden süt, %18’inden peynir, %8’inden yağ, %6’sından ayran ve %1’inden ise süttozu üretildiği tahmin ediliyor.

Pazarda Pınar, Ülker ve Danone ilk üçte yer almakta; ardından SEK, Yörsan, Sütaş ve Dimes gelmektedir. Bu işletmelerde günlük 1.000-1.500 ton süt işlenmektedir. Ambalajlı UHT süt pazarının dörtte biri Pınar Süt’ün kontrolünde iken; ambalajlı ayran pazarının üçte biri Sütaş tarafından kontrol edilmektedir.

AMBALAJLI/MARKALI DONDURMA PAZARININ LİDERİ UNİLEVER/ALGİDA

2008 yılı sonu itibariyle Türkiye’de kişi başına dondurma tüketimi 2,5 litre dolayındadır. Bu rakam AB ülkelerinde 8 litre, Kuzey Avrupa ülkelerinde 17-18 litre, ABD’de ise 25 litre düzeyindedir.

Türkiye dondurma pazarında endüstriyel üretim yapan ilk dondurma üreticisi, İzmir merkezli Memo’dur. Ulusal ölçekte etkinlik gösteren ilk endüstriyel dondurma üreticisi ise, 1984 yılında pazara giren Panda olmuştur. Dünyanın en büyük dondurma üreticisi Unilever/Algida Türkiye pazarına 1990 yılında girmiştir. Pazarın son oyuncusu ise, 1999 yılında pazarda etkinlik göstermeye başlayan Schöller’i devralan Ülker (Golf) olmuştur.

2007 yılında sektörün cirosu 1 milyar dolara ulaşmış; cironun %75’i endüstriyel üreticiler, %25’i ise yerel üreticiler ve pastaneler tarafından gerçekleştirilmiştir. Ambalajlı/markalı dondurma pazarının %60’ı Algida, %20’si ise Golf markaları tarafından kontrol edilmektedir.

GIDA SANAYİİNİN ÖNCÜ SEKTÖRÜ MAKARNA

Makarnanın sanayi olarak Türkiye’ye giriş tarihi 1922 yılı olup; üretim, 1950’lere kadar küçük kapasiteli tesislerde yapılmıştır. Özellikle 1960 yılından sonra fabrika sayısı ve kapasitelerinde önemli artışlar olmuştur. Günümüzde toplam üretici sayısı 26’yı, kurulu kapasite ise 1 milyon tonu aşmıştır. Bu kapasite, Türkiye’yi dünyanın 5. büyük makarna üreticisi haline getirmiştir. Sektörde faaliyet gösteren ve her birinin kurulu kapasitesi 200 ton/günün üzerinde olan 6 büyük şirket, sektörün kapasite açısından yarısından fazlasını oluşturmaktadır. Pazarda Barilla %30’luk payıyla ilk sırayı almakta; onu Nuh’un Ankara, Piyale ve Pastavilla izlemektedir.

BİSKÜVİ PAZARI ÜLKER VE ETİ’NİN

Türkiye’de bisküvi üretimi 1924 yılında başlamıştır. Günümüzde büyüklüğü 2 milyar dolar olarak tahmin edilen bisküvi pazarında 40’ı aşkın fabrika 850 bin ton düzeyindeki üretim kapasitesiyle faaliyet göstermektedir. Bisküvi pazarının yarıdan fazlası Ülker Grubu’nun kontrolünde olup; ardından yaklaşık %30’luk payı ile Eti gelmektedir.

BEBEK MAMASININ %90’I YABANCILARIN ELİNDE

Bebek başına mama tüketimi İspanya ve Hollanda‘da 32, Polonya‘da 25, Yunanistan‘da 21 ve Rusya‘da 18 kg olmasına karşılık, Türkiye’de yalnızca 2 kg dolayındadır. Büyüklüğü 375 milyon TL dolayında olan mama pazarının %90’ı yabancı sermayeli şirketlerin elindedir. Pazarın yarıdan fazlasını Milupa ve Bebelac markalarının pazarlamasını yapan Numil kontrol etmekte; onu, %25’lik payıyla Ülker Hero Baby izlemektedir. Numil 2007 yılında Danone tarafından satın alınmıştır. 2003’te üretime başlayan Ülker Hero Baby ise Ülker ve Hero Grubu ortaklığıdır.

SALÇA, KONSERVE VE DONDURULMUŞ GIDADA YERLİ ŞİRKETLER

Türkiye’de ilk domates salçası üretim tesisi 1955 yılında Bursa’da kurulmuştur. Sahip olduğu yıllık 600 bin tonu aşan domates salçası üretim kapasitesiyle Türkiye, İtalya’dan sonra Avrupa’da 2., dünyada ise ABD ve Çin Halk Cumhuriyeti’nin ardından 4. sırada bulunmaktadır. İç pazarda tüketim 150 bin ton (kişi başına yıllık 2 kg) dolayındadır. Ambalajlı pazarın %25-30’unun kayıt dışı olduğu tahmin edilmektedir. 30’un üzerinde şirketin faaliyet gösterdiği salça pazarından en büyük payı Tat, Tukaş, Tamek ve Akfa olmak üzere 4 marka almakta. Sekiz şirketin büyük ölçekli olarak adlandırıldığı bu pazarda, ayrıca Acemoğlu, Demko, Penguen ve Burcu markaları öne çıkmaktadır (Capital, 1/10/2008).

Belli başlı 20 kadar oyuncu bulunan konserve sektöründe, pazarın %60’ı aşkın kısmı 3 şirketin (Tat, Tamek ve Tukaş) kontrolündedir. Bunların ardından ise Penguen, Superfresh, Dardanel ve Akfa gelmektedir (Capital, 1/10/2008).

Türkiye’de dondurulmuş meyve-sebze üretimi 1970’li yıllarda başlamıştır. Sektörde 15 kuruluş faaliyet göstermekte olup; bunlardan bir bölümü yabancı ortaklıdır. Sektörde kullanılan hammaddenin %30-40’ı sözleşmeli üretimle karşılanmakta, geri kalanı ise küçük üretici ve yerel toptancılardan sağlanmaktadır. Büyüklüğü 100 milyon TL’ye ulaşan pazarda Superfresh’in üreticisi Kerevitaş %35’lik payla lider konumda bulunurken, onu Pınar, Penguen ve Dardanel izlemektedir (Hürriyet, 20/08/2006).

CİPS PAZARINDA ÜÇ ABD’Lİ

Türkiye’de cips üretimini 1986 yılında Uzay Gıda başlattı. Uzay Gıda, 1988 yılında hisselerinin %50’sini ABD’nin önde gelen gıda-içecek üreticisi PepsiCo’ya sattı. PepsiCo, 1993 yılında da Uzay Gıda’nın kalan %50 hissesini alarak, Frito Lay Türkiye adıyla faaliyet göstermeye başladı. 1994 yılında Kar Gıda da cips üretimine başladı. Kar Gıda’yı da 2002 yılında bir diğer ABD’li gıda üreticisi Kraft satın aldı. Pazarda yaşanan bu gelişmeler, Pringles’ın üreticisi Procter and Gamble’nin de Türkiye pazarına girmesini sağladı. Böylelikle Türkiye cip pazarı, yerli üreticileri devre dışı bırakan üç ABD şirketi arasında paylaşıldı. Büyüklüğü 500 milyon dolara ulaşan ve üçte ikisi Frito Lay tarafından kontrol edilen pazarda, Seykar, Nazlı ve Gesa gibi yerli şirketler de bulunuyor (Hürriyet, 01/04/2007).

HAZIR ÇORBA PAZARININ ÜÇTE İKİSİ UNİLEVER’İN

Türkiye, dünya’da Rusya ve Meksika’dan sonra çorba tüketiminin en yüksek olduğu 3. ülke olarak biliniyor. Hazır çorba ülkemizdeki toplam çorba tüketiminin %17’sini oluşturuyor. Büyüklüğü 150 milyon TL’ye ulaşan hazır çorba pazarının lideri üçte ikiyi aşan payıyla Unilever (Knorr) olup; onu Ülker ve Nestlé (Maggi) izlemektedir. Pazardan ayrıca Piyale, Tamek ve Tukaş gibi şirketler de pay almaktadır.

MARGARİN PİYASASINI ÜLKER VE UNİLEVER KONTROL EDİYOR

Türkiye’de parasal büyüklüğü yaklaşık 4 milyar dolar olan bitkisel yağ piyasasının %40’ını margarinler oluşturmaktadır. Margarin üretimi 2006 yılı itibarıyla 650 bin ton; kişi başına yılık margarin tüketimi ise 2.2 kg dolayındadır. Sektörde faaliyet gösteren 33 şirket piyasaya 100’e yakın farklı margarin markası sunmaktadır. Unilever pazar lideri iken onu en güçlü rakibi Ülker izlemektedir. Pazardaki en yoğun rekabet bu iki şirket arasında yaşanmaktadır. MGS, Trakyabirlik ve Turyağ piyasanın diğer önemli firmalarıdır.

AYÇİÇEĞİ YAĞINDA LİDER SUUDİLER

Türkiye’de tüketilen sıvı yağların %50’si ayçiçeğinden üretilmektedir. Yağ sanayiinde kurulu kapasitenin %65’i, piyasanın ise %80’i yabancı şirketlerin elindedir. Piyasa koşullarının zorlaşmasıyla yerel üreticiler tesislerini yabancılara kiralamaktadır. Ölçülebilen ayçiçeği yağı pazarının %40’ı Yudum (Savola) dahil üç, kalan %60’ı ise 200’e yakın marka tarafından paylaşılmaktadır. (Capital, 1/4/2005)

TÜRKİYE ZEYTİNYAĞINDA DÜNYA BEŞİNCİSİ, FAKAT TÜKETİM ÇOK AZ

Son 10 sezon itibarıyla Türkiye’de zeytinyağı üretimi ortalama 120 bin ton olarak gerçekleşti. Türkiye zeytinyağı üretiminde İspanya, İtalya, Yunanistan ve Tunus’un ardından 5. sırada yer almasına karşın tüketimde oldukça gerilerde kalıyor. Kişi başına yıllık tüketim Yunanistan’da 21, İspanya’da 18, İtalya’da 11, Tunus’ta 10, Suriye’de 6, Portekiz’de 5 kg iken Türkiye’de 1 kilogramı geçmiyor. Zeytinyağında pazarın lideri Komili (payı %35), Kırlangıç (payı %20) ve Sezai Ömer Madra markalarını bünyesinde toplayan Anadolu Grubu. Üretici örgütü TARİŞ’in pazar payı ise %25’e dolayında. TARİŞ, ayrıca büyüklüğü 22 bin litreyi bulan organik zeytinyağı pazarından %80 pay alıyor. Sektörün önde gelen diğer markaları ise, Kristal (payı %10), Ekiz ve Altınhasat (Ülker).

ÇİKOLATADA ÜLKER, ŞEKERLEME VE SAKIZDA KENT

Türkiye’de kişi başına yıllık çikolata tüketimi 1.5 kg, Avrupa ortalaması ise 5 kg dolayında. 2008 yılı itibariyle 1 milyar 360 milyon TL büyüklüğe ulaşan çikolata pazarında Ülker’in payı %60 dolayında; onu, %12’lik pazar payıyla Nestlé izliyor. Piyasanın diğer önemli oyuncuları Milka (Kraft Foods), Eti (Tam Gıda), Algida (Unilever) ve Şölen.

Şekerleme pazarında ise, %60’ı aşan payıyla lider konumda olan Kent Gıda’yı Tahincioğlu Holding, 2006 yılında Cadbury Schweppes’e devretti. Böylelikle şekerleme pazarı da büyük ölçüde yabancıların eline geçmiş oldu.

Endüstriyel sakız üretimine 1950’li yıllarda başlanan Türkiye’de sakız tüketimi dünyanın oldukça gerisinde. Batı Avrupa, Japonya ve Amerika’da tüketim Türkiye’den 4-5 kat daha fazla. 2007 yılı itibariyle büyüklüğü 400 milyon doları bulan pazarın %90’ı aşan kısmı yabancı sermayeli şirketlerin elinde. 2007 yılında üçüncü sıradaki Kent Gıda (Cadbury Schweppes), sektör lideri Intergum’u satın alarak, %60’lık bir pazar payına ulaştı ve sektörde birinci sıraya yerleşti. Onun arkasından, %25 dolayındaki pazar payıyla yine yabancı sermayeli Perfetti Van Melle; üçüncü sırada ise  %10’luk payıyla Ülker geliyor.

NİŞASTA BAZLI ŞEKERDE CARGİLL HAKİMİYETİ

Türkiye’de tümü özel sektöre ait olmak üzere 5 şirkete (Amylum, Cargill, Pendik, Sunar, Tat) ait 6 nişasta bazlı şeker fabrikası bulunmaktadır. Bunlardan Amylum ve Cargill yabancı, Sunar ve Tat yerli sermayeli olup; Pendik Nişasta ise Ülker-Cargill ortaklığıdır. Şeker Kurumu tarafından nişasta bazlı şeker üreticilerine tanınan kotanın %80’i aşkın kısmı yabancı sermayeye aittir.

HAZIR KAHVENİN LİDERİ NESCAFÉ

Geleneksel Türk kahvesiyle başlayan ve hazır kahvelerle büyüyen kahve pazarı, son yıllarda kahve karışımlarının pazara girmesiyle hızını artırarak büyümesini sürdürüyor. 2007 yılında büyüklük olarak 18 bin ton, cirosal bazda ise 310 milyon TL’ye ulaşan kahve pazarının cirosunun %57’sini üçü bir arada ürünler, %27’sini çözünebilir kahveler,  %17’sini de Türk kahvesi oluşturuyor.

Kurukahveci Mehmet Efendi, Kocatepe, Elittepe ve Ülker Türk kahvesi alt pazarında önde gelen markalar. Hazır kahvede ise, Nestlé (Nescafé), Ülker Grubu (Cafe Crown) ve Kraft Foods (Jacobs) faaliyet göstermekte olup; pazarın üçte ikisi Nestlé’nin elindedir.

MEYVE SUYUNDA TÜKETİM 10 LİTREYE ULAŞTI

Meyve suyu sektöründe 2000 yılında 4.4 litre olan kişi başına yıllık tüketim, 2007’de 10 litre olarak gerçekleşti. Ancak bu miktar, AB ülkelerinde 20, ABD’de ise 30 litreye kadar çıkıyor. Toplam 710 milyon litrelik tüketimden; meyve nektarı %70.8, aromalı içecek %17.0, meyve suyu %8.8 ve meyveli içecek %3.4 pay alıyor. Sektörde 2007 yılı itibariyle 34 şirket rekabet ediyor. Dimes ve Cappy (Coca-Cola) %25’lik paylarıyla pazarda lider konumdalar. Aroma’nın 3. sırada yer aldığı pazarın diğer önde gelen markaları Tamek, Pınar, Ülker ve Meysu.

COCA-COLA’NIN HAKİMİYETİ SÜRÜYOR

Türkiye’de gazlı içecek pazarının üçte ikisini elinde bulunduran kolalı içecekler, ilk olarak 1955 yılında Erbak Uludağ tarafından üretildi. 1964 yılından sonra Coca-Cola ve Pepsi pazara girdiler. Bunlara daha sonra Bixi, RC, Kristal ve Cola Turka gibi yerli markalar eklendi. Günümüzde 1.5 milyar TL’lik kolalı içecekler pazarında Coca-Cola %60’ın üzerindeki payı ile liderliğini sürdürürken, pazarın diğer iki büyük markasını Pepsi ve Cola Turka (Ülker) oluşturuyor.

 

SU VE SODA PAZARINDA REKABET YOĞUN

2007 yılında parasal büyüklüğü 1.2 milyar doları bulan ambalajlı su sektöründe Sağlık Bakanlığı ruhsatlı 200’ü aşkın kuruluş faaliyet gösteriyor. Pazar payı Nestlé’nin %29, Coca-Cola’nın %18.4, Danone’nin %10.5, Yaşar Grubu’nun %13.7, Aytaç’ın %14.3. Piyasanın %70’i yabancıların kontrolünde.

Büyüklüğü 200 milyon litreyi aşan soda pazarının %15’ini meyveli çeşitler oluşturuyor. Sektörde Sağlık Bakanlığı ruhsatlı 38 şirket faaliyet gösteriyor. 2002’de 2.5 litre olan kişi başı yıllık tüketim, 2008’de 6.5 litreye yükseldi. Pazarın üçte ikisini üç marka (Freşa, Frutti, Akmina) kontrol ediyor.

BİRA YERLİ, RAKI YABANCILARIN

Türkiye’de bira hariç alkollü içki pazarının büyüklüğü 2 milyar TL olarak tahmin ediliyor. Pazarın lideri Mey İçki, rakıda %70, votkada %60 pazar payına sahip. Burgaz Rakı ise, 5 yılda alkollü içecek pazarının %20’sine sahip oldu. Efe Rakı’nın pazar payı ise, %9. Ağustos 2009’da Mey İçki’nin Burgaz’ı satın almasıyla sektördeki pazar payı %80’lere ulaştı.

Büyüklüğü 2 milyar TL olan birada kişi başına yıllık tüketim 11 litre dolayında. 2001 yılında Carlsberg’e geçen Türk Tuborg hisseleri, 2008’de Israel Beer Breweries tarafından satın alındı. Pazarın yaklaşık %80’i Efes Pilsen’in elinde. Onu, %17’lik pazar payıyla Tuborg izliyor.

FAST-FOOD VE CATERİNGDE DE LİDER YABANCILAR

1980’li yıllardan itibaren özellikle büyük kentlerde yaşanan hızlı çalışma temposu, ev ve iş arası mesafelerin uzaklığı, zamanın kısıtlılığı gibi ögeler, Türkiye’de dışarıda yeme alışkanlığını artırdı. Dışarıda yemek yeme oranındaki artışa paralel olarak fast-food (hızlı beslenme) sektörü hızlı bir yükseliş dönemi yaşadı, hızla büyüdü. Fast-food restoranlar, sınırlı yiyecek ve içecek sunan, tüketicilerin hazır paket ürünleri evlerine götürebildikleri, self servis uygulamasının çoğunlukla uygulandığı, ucuz restoranlar olarak tanımlanmaktadır (Tayfun ve Tokmak, 2007).

Halen fast-food sektöründe yaklaşık 3 bin 400 restoran faaliyet göstermekte olup, 2008 yılı itibariyle sektörün büyüklüğü 1,2 milyar TL dolayındadır.

Tablo 5. Başlıca Fast Food (Hızlı Beslenme) Restoranları (2007)

RESTORAN MENŞEİ RESTORAN                                         SAYISI SATIŞ (MİLYON $)
Burger King İngiltere 193 300
McDonald’s ABD 104 125
Sultanahmet Köftecisi Türkiye 72 70
Pizza Hut ABD 32 42
Dominos Pizza ABD 93 40
Kentucky FC ABD 36 40
Pizza Pizza Türkiye 112 15
Kaynak: USDA (2008)

 

Kayıtdışının yoğun olduğu catering (hazır yemek) sektörünün büyüklüğü ise 4.5 milyar dolar dolayında olup; halen 6 milyon kişiye hizmet veren sektörün lider şirketleri İngiliz-Fransız ortaklığı Sofra ile Fransız sermayeli Sodexho’dur.

Tablo 6. Başlıca Catering (Hazır Yemek) Şirketleri (2007)

ŞİRKET MENŞEİ GÜNLÜK PORSİYON KAPASİTESİ (BİN) SATIŞ (MİLYON $)
Sofra/Eurest Compass İngiltere-Fransa 280 250
Sodexho Fransa 200 90
Sardunya Türkiye 120 65
Emin Catering Türkiye 50 20
Sava Catering Türkiye 145 27
Kaynak: USDA (2008)

 

ORGANİZE GIDA PERAKENDECİLİĞİNDE TEKELLEŞME VE YABANCILAŞMA

Türkiye’de gıda perakendeciliğinde yeniden yapılanma 1954 yılında MİGROS Türk’ün (İsviçre Migros Kooperatifler Birliği ve İstanbul Belediyesi’nin ortak girişimi), 1956’da GİMA’nın (Ankara’da bir devlet kuruluşu) ve 1973’te TANSAŞ’ın (İzmir’de bir belediye kuruluşu) kurulmasıyla kendini göstermiştir. 1950’li yılların başından itibaren büyük kentlerde var olan sektör, asıl gelişimini, 1985 yılından itibaren büyük alışveriş merkezleri ve süpermarket zincirlerinin kurulmaya başlamasıyla gerçekleştirmiştir. 1990’lı yılların ortalarında, artık kentlerdeki perakende sektörünün %30’luk kısmını süpermarketler kontrol etmekteydi. Bu değişime, 1980’lerin sonlarına doğru yabancı perakendeci şirketlerin Türkiye piyasasına girmesi ve önde gelen yerli sermaye gruplarının perakende sektöründe de yatırım yapmaya başlaması gibi iki ana etmenin yol açtığı söylenebilir. Bu iki gelişme birbiriyle ilişkiliydi, çünkü sektörde faaliyete başlayan yabancı şirketlerin çoğu, yerli sermayeyle ortak girişimler kurmak ve bayilik ve lisans anlaşmaları yapmak yoluyla Türkiye piyasasına girmişlerdir (Yenal, 2001).

Türkiye, 1990’lı yıllardan itibaren geleneksel perakendecilikten organize perakendeciliğe geçişin başlamasıyla birlikte (aynı zamanda toptancılıktan dağıtıcılığa geçişin başladığı dönem) hızlı bir süpermarketleşme sürecine girmiştir. Bu süreç, gıda üretim ve perakendeciliği sektörleri arasındaki ilişkiler açısından önemli sonuçlar doğurmuştur. Artık gıda sanayii için tüketici pazarına ulaşmanın yolu yalnızca çok sayıda küçük ölçekli satıcı ve toptancıyla dağıtım anlaşmaları yapmaktan geçmemektedir. Pazara ulaşmak için ürünlerin kalitesi ve fiyatları, dağıtım koşulları ve raf alanı gibi konularda önde gelen süpermarket zincirleriyle pazarlık yapmak, gıda üreticileri için bir zorunluluk haline gelmiştir. Gıda perakendeciliği sektöründeki sermaye yoğunlaşmasıyla birlikte ürünlerin dağıtımı ve pazarlanmasına ilişkin konularda, perakendeci şirketlerin üretici şirketlere karşı pazarlık ve yaptırım güçleri giderek artmış; bu durum, gıda üreticisi büyük yerli sermaye gruplarının gıda perakendeciliğine girmelerine neden olmuştur. Bu durumu, genel olarak gıda ve tarım sektöründe dikey bütünleşme çabalarının bir parçası olarak da görebiliriz (Yenal, 2001).

Geleneksel kanaldan organize perakendeye geçiş sürecinde, geleneksel kesimi oluşturan bakkallar yerlerini organize perakendecilere (hiper, zincir, süpermarket) bırakmaktadır. 1998 yılında 2 bin 135 olan hiper, süper ve zincir market sayısı, 2008 yılı itibariyle 8 bin 252’ye ulaşmış; yani 4 kat artmıştır. Özellikle küresel zincirlerin (Metro, Carrefour, Tesco) Türkiye’ye yönelik yatırımlarıyla yerli zincirlerin (MİGROS, BİM) sayılarını artırması, bu rakamların artmasında önemli rol oynamıştır. AC Nielsen’in verilerine göre, bakkal ve orta marketlerde 1998 yılında yaklaşık 167 binlerde olan sayı, 2008 yılında 128 binlere düşmüştür. Sayılardaki düşüş, bakkal kanalından kaynaklanmış; son 10 yılda bakkal sayıları 155 binden 113 bine gerilemiştir (Tablo 7). Sektörde geleneksel kanaldan zincir perakendeye doğru bir dönüşüm söz konusu olup; geleneksel kesimi oluşturan bakkallar yerlerini organize perakendecilere bırakmaktadır. Yani dünyanın her yerinde olduğu gibi, Türkiye’de de, piyasa kurallarının dayatılmasıyla küçük ve orta ölçekli işletmeler yok olmaktadır. 2007 yılı itibariyle süpermarket zincirlerinin gıda perakende satışlarındaki payı %47’ye ulaşmıştır (Bölük ve Koç, 2008).

Tablo 7. Türkiye’de perakendeci sayıları ve gelişimi

KANALLAR 1998 2000 2002 2004 2006 2008
Hiper, Zincir ve Süpermarket 2.135 2.979 4.005 4.809 6.474 8.252
Hipermarket >2500 m2 91 129 151 152 164 183
Büyük Süpermarket 1000-2500 m2 210 306 368 396 504 623
Süpermarket 400-1000 m2 464 726 909 1.082 1.567 1.902
Küçük Süpermarket <400 m2 1.370 1.818 2.577 3.179 4.239 5.544
Orta Market ve Bakkal 167.612 149.995 135.897 137.978 131.632 128.568
Orta market 50-100m2 12.192 13.232 13.555 15.197 14.775 15.273
Bakkal <50 m2 155.420 136.763 122.342 122.781 116.857 113.295
Kaynak: AC Nielsen

 

2005, organize perakende sektöründeki değişimin başlangıç yılı olmuştur. 2005 yılına kadarki devralmalar, yoğunlaşmaya yol açmayan, yeni girişler ya da özelleştirmeler yoluyla gerçekleşen, başka bir deyişle yalnızca mülkiyet değişikliğine yol açan, ancak piyasa yapısını etkilemeyen işlemlerdi. 2005 sonrası yaşanan devralmalarsa, önceki yıllardan farklı olarak, organize perakende içinde de önemli yoğunlaşmaya yol açmıştır. 2005 yılındaki CarrefourSA’nın GİMA’yı, MİGROS’un TANSAŞ’ı devralmasıyla birlikte, organize perakendede ilk 4 şirketin yoğunlaşma oranında (CR4) 10 puanın üzerinde artış gerçekleşmiştir (Tablo 8).

Günümüzde organize perakende pazarı, esas olarak 4 yerli zincir ve 3 uluslararası şirket tarafından paylaşılmaktadır (Bölük ve Koç, 2008). Rekabet Kurumu verilerine göre; en büyük 5 zincir perakende şirketin (MİGROS, CarrefourSA, BİM, Metro ve Tesco) gıda perakendeciliğindeki toplam pazar payı %60’ı geçmektedir. Sektörde birleşmeler artmaktadır; dolayısıyla yoğunlaşma oranının gelecek yıllarda önemli ölçüde yükselmesi beklenmektedir.

 

Tablo 8. Organize perakende sektöründe pazar yapısı

2005 ÖNCESİ 2005 2008
ŞİRKETLER PAZAR

PAYI (%)

ŞİRKETLER PAZAR

PAYI (%)

ŞİRKETLER PAZAR

PAYI (%)

MİGROS 14,1 MİGROS/TANSAŞ 22,1 MİGROS 22,4
BİM 10,1 CarrefourSA/GİMA 15,0 CarrefourSA 13,8
CarrefourSA 9,7 BİM 10,1 BİM 13,5
TANSAŞ 8,0 Metro Grubu 6,7 Metro Grubu 7,8
Metro Grubu 6,7 Kiler/Canerler 5,0 Tesco 4,1
GİMA 5,3 KİPA 3,0
KİPA 3,0
YOĞUNLAŞMA

ORANI (CR4)

41,9 YOĞUNLAŞMA

ORANI (CR4)

53,9 YOĞUNLAŞMA

ORANI (CR4)

57,5
Kaynak: Ekonomist (2005/47), AC Nielsen, Rekabet Kurumu (7/11/2008)

 

Your browser may not support display of this image.

ORGANİZE PERAKENDE SEKTÖRÜNDE PAZAR PAYLARI (2008)

Süpermarket zincirlerinin güçlerini artırmalarıyla gıda kaynakları birkaç ticari organizasyonun eline geçmektedir. Yerel ve bölgesel piyasaların tasfiyesiyle, küçük ve orta ölçekli üreticiler, uluslararası şirketlerle rekabet edememektedir. Öte yandan küçük çiftçiler, büyük zincir mağazalara mal verememektedir. Çünkü büyük perakendeciler ya tedarikçi firmalardan alım yapmakta ya da sözleşmeli tarım yolunu seçmektedirler.

Organize perakendede MİGROS’un İngiliz BC Partners’a satılması, dengeleri yabancı şirketler lehine çevirmiştir. MİGROS sektörün lideri, CarrefourSA ikinci sırada yer alıyor. Diğer güçlü yabancı rakipler Metro Group ve Tesco-Kipa ile yabancı şirketlerin pazar payları %60’a yaklaşmaktadır (Capital, 1/6/2008).

ÖZET VE SONUÇLAR

1980 sonrasında devletçe korunan ve desteklenen tarımdan devlet desteği giderek artan bir biçimde çekilmiş; bu süreç 1999 sonrasında ivme kazanmıştır. Son 30 yıldır uygulanan neoliberal saldırı politikaları tamamen köylülüğü tasfiyeye yöneliktir. Bu politikalarla sermaye hayatın her alanında belirleyici hale getirilmiş; köylü ile doğrudan ilişkiye giren devletin yerini köylüyü sermaye ile yüz yüze bırakan devlet almıştır. Bu süreçte küçük ve orta ölçekli üreticiler, ya tasfiye edilip kentlere göç etmişler ya da kendi topraklarında ırgatlaşarak sözleşmeli üreticilere dönüşmüşlerdir. Girdi sağlamadan üretime, işleme ve pazarlamaya kadar, tüm süreç ise, -Tablo 9 ve 10’da görüldüğü şekilde- uluslararası tarım/gıda şirketleri, onların taşeronları ya da yerli tekelci sermayenin denetimine girmeye başlamıştır. Bu süreç, sözleşmeli üretim aracılığıyla yabancı şirketlerin tarımı doğrudan kontrol etmesi ya da hibrit tohum ve onun zorunlu girdilerinin -gübre, hormon, tarım ilacı gibi- dağıtımı yoluyla da ivme kazanmaktadır.

Tablo 9. Tarımsal Girdi Piyasasında Yabancı Hakimiyeti

GİRDİ PİYASAYI KONTROL EDEN ŞİRKETLER VE PAYLARI
Tohumculuk Monsanto, Pioneer/DuPont, Syngenta, Bayer. Pazarın %40’ı özel şirketlerin elinde. Dışa bağımlılık oranı sebzede %85, patateste %100.
Kimyasal gübre Kimyasal gübre tüketiminin %55’i yerli üretimle, %45’i ithalatla karşılanmaktadır. Girdilerin %80-85’i ithal edilmekte.
Tarım ilaçları Hektaş (DuPont, Makhteshim-Agan), Bayer, Syngenta. Jenerik ilaç imalatında kullanılan girdilerin %90’ı ithal edilmektedir.
Traktör Piyasayı kontrol eden şirketlerden Türk Traktör Hollanda şirketi CNH Global NV ile ortak. Uzel Makine ise, uzun yıllar Massey Ferguson lisansıyla üretim yaptı.
Kredi piyasası Bankacılık sektöründe yabancı payı %41. Tarım kredilerinden kamu bankaları %63, yerli özel-yabancı ortaklı bankalar %21, yabancı bankalar %16 pay alıyor.

 

Tablo 10. Türkiye’de Uluslararası Gıda Şirketlerinin Faaliyet Alanları

ŞİRKET ÜRÜNLER
Nestlé Çikolata, hazır çorba, bebek maması, hazır kahve, ambalajlı su
Cargill Hububat ve yağlı tohum ticareti, nişasta bazlı şeker
Unilever Margarin, dondurma, çikolata, hazır çorba, çay
PepsiCo Kolalı içecek, ambalajlı su, cips
Kraft Foods Çikolata, hazır kahve, cips
Coca-Cola Kolalı içecek, meyve suyu, ambalajlı su
Groupe Danone Süt ve süt ürünleri, bebek maması, maden suyu, ambalajlı su
Cadbury Schweppes Çikolata, şekerleme, sakız
Procter & Gamble Cips

 

Çiftçi, üretim için gerekli tohum ve girdileri Monsanto, DuPont, Sygenta, Bayer gibi biyoteknoloji ve agro-kimya devlerinden satın almakta; uluslararası şirketler toprak satın alma, kiralama ya da sözleşmeli tarım modeli ile üretime girmektedir. Yabancı ortaklı/sermayeli bankaların çiftçiye kredi vermesiyle birlikte tarım arazileri yabancıların eline geçmektedir. Öte yandan yabancılar son 5 yılda toplam 10 milyar dolarlık taşınmaz satın almışlardır. Gıda sektörü Nestlé, Cargill, Unilever, Kraft, Coca-Cola, PepsiCo, Danone, Cadbury, P&G ya da onların ortakları/taşeronları tarafından denetlenmektedir. MİGROS, Carrefour, Metro ve Tesco gibi yabancı sermayeli perakende devleri pazardan %60 oranında pay almaktadırlar.

Sonuç olarak belirtmek gerekirse; Türkiye tarım ve gıdada yeni sömürge olma yolunda hızla ilerlemektedir.

KAYNAKLAR

APAK S. ve A. TAVŞANCI. 2008. “Türkiye’de Yabancı Bankacılığın Gelişimi ve Ekonomi Politikaları İle Uyumu”, Maliye Finans Yazıları, Sayı: 80, Temmuz, s.33-53

BÖLÜK, G. ve A. KOÇ (2008), “Gıda Perakende Sektörde Tekel Gücünün Belirlenmesi”, Ekonomi ve Rekabet Sempozyumu, 1 Kasım 2008, Türkiye Rekabet Kurumu ve Pamukkale Üniv. İİBF, Denizli

DPT. 2007. Dokuzuncu Kalkınma Planı Gıda Sanayii Özel İhtisas Komisyonu Raporu, Yayın No: 2720, Ankara

EKONOMİST. 2005. Perakende Liginde Devlerin Yarışı, 20-26 Kasım, Sayı: 2005/47

EKŞİ, A. 1992, “Türkiye’de Gıda Sanayinin Durumu ve Geleceği”, Gıda Dergisi, Cilt: 17, Sayı: 1, s. 3-6

EKŞİ, A.; O. YURDAKUL, M. EMİROĞLU, E. GÜNEŞ, M. ATAMER, E. TOPAL, O. DEVECİ ve F. TAŞDÖĞEN. 2005. “Gıda Sanayiinde Yapısal Değişimler”, Türkiye Ziraat Mühendisliği VI. Teknik Kongresi, TMMOB Ziraat Mühendisleri Odası, Ankara, s. 1001-1018

ERDOĞAN, T. 2005. “Organize Perakende Sektörünün Ekonomik Dinamikleri: Rekabet Politikası Açısından Değerlendirme”, Rekabet Dergisi, Sayı: 24, s. 27-63

GÜNAYDIN, G. 2009. “Tarım Bankacılığında Yabancılaşma”. Bağımsız Dergisi, Sayı: 1, s.54-59

ORAL, N. 2006. Türkiye Tarımında Kapitalizm ve Sınıflar, TMMOB Ziraat Mühendisleri Odası, Ankara

ORAL, N. 2009. “Türkiye’de Tarım ve Gıda Sektöründe Yabancılaşma ve Tekelleşme”, Mülkiye Dergisi, 33(262):325-344

SÖNMEZ, M. 1992. 100 Soruda 1980’lerden 1990’lara “Dışa Açılan” Türkiye Kapitalizmi, Gerçek Yayınevi, İstanbul

T.C. MERKEZ BANKASI. 2009. Finansal İstikrar Raporu, Mayıs, Sayı: 8. http://www.tcmb.gov.tr/yeni/evds/yayin/finist/Fir_TamMetin8.pdf

TZOB. 2009. “Çiftçilerimizin kredi borçları arttı”. TZOB Basın Bülteni, 29 Haziran, Ankara, http://www.tzob.org.tr/tzob_web/basin_bulten/2009/28_06_2009.htm

TAYFUN, A. ve C. TOKMAK. 2007. “Tüketicilerin Türk Usulü Fast Food İşletmelerini Tercih Etme Sebepleri Üzerine Bir Araştırma”. Elektronik Sosyal Bilimler Dergisi, Güz 2007, 6(22):169-183

TOZANLI, S.; M. DONDURAN ve A. ATAY. 2007. Uluslararası Rekabet Stratejileri: Türkiye Gıda Sanayii, TÜSİAD, Yayın No: 442, İstanbul

TÜMAY, İ. 1998. “Tarım ve Köylü: Sizi İlgilendiriyor mu?”. Mürekkep, Sayı 10/11, Ankara, s. 160-194

USDA. 2008. Turkey Food Service Sector (Prepared by: O. Cakiroglu), GAIN Report Number: TU8034, http://www.fas.usda.gov/gainfiles/200807/146295228.pdf

UZUNLU, V. 2007. Bankacılık Sektörünün Güncel Sorunları, http://www.dp.org.tr/ARGE/belgeler/Bankacilik_Sektorunun_Guncel_Sorunlari-06032007.pdf

YENAL, N. Z. 2001. “Türkiye’de Tarım ve Gıda Üretiminin Yeniden Yapılanması ve Uluslararasılaşması”, Toplum ve Bilim, Sayı: 88, İstanbul, s. 32-54

http://www.argemar.com

http://www.capital.com.tr

http://www.dunyagazetesi.com.tr

http://www.ekonomist.com.tr

http://www.hurriyet.com.tr

http://www.milliyet.com.tr

http://www.radikal.com.tr

http://www.referansgazetesi.com

http://www.rekabet.gov.tr

http://www.sutdunyasi.com

Primakov’ un İtirafları

Timaş Yayınları  Primakov’un “Rusların Gözüyle Ortadoğu” isimli kitabını Haziran 2009 da yayımladı. Yazar Rus siyaseti açısından önemli bir isim.

Yevgeni Maksimovic Primakov, Moskova Üniversitesi Doğu Bilimler Enstitüsü mezunu. 1953-1962 yılları arasında Devlet Radyo ve Televizyon Kurumu’nda muhabir olarak çalışıyor. 1959 yılında 30 yaşında SBKP’ne üye oluyor. 1962-1970 yılları arasında Pravda Gazetesi’nin Asya-Afrika masasında muhabirlik ve editörlük yapıyor. Muhabirlik döneminde aynı zamanda KGB için çalışıyor. 1970’den 1977’ye kadar SSCB Bilimler Akademisi’ne bağlı Dünya Ekonomisi ve Uluslararası İlişkiler Araştırma Enstitüsü’nde çalışıyor. 1985’de Enstitü’nün direktörü oluyor. Brejnev’in Ortadoğu danışmanlığını yapıyor. 1989 da SBKP MK’ye giriyor. Yine 89’da Sovyetler Birliği sekreterliği yapıyor. 89-90 yıllarında politbüro üyeliği yapıyor ve Gorboçov’un “Glastnost” ve “Perestroyka” politikalarına yardımcı oluyor. Yeltsin döneminde Dış İstihbarat Başkanlığı yapıyor. 96-98 yıllarında Rusya Federasyonu Dışişleri Bakanlığı’nı sürdürüyor. 1998-99 da ise, Rusya Federasyonu Başbakanı oluyor.

Primakov’un mesleki ve siyasi kariyerini detaylı olarak aktarmamızın nedeni, SSCB ve Rusya Federasyonu’nun Ortadoğu politikalarının ne kadar içinde, merkezinde olduğunu belirlemek içindir. Primakov, çalışmaları sırasında aldığı notlardan yararlanarak kitaplaştırdığı Rusya’nın Ortadoğu politikalarının neredeyse kırk yıl merkezinde olmuş, kırk yıllık mesaisinin önemli bölümünde Irak, İran, Suriye, İsrail, Mısır, Beyrut gibi ülkelere sayısız ziyaretlerde bulunmuş.

Primakov, kitabında, elbette açıktan “biz kırk sene boyunca Ortadoğu halklarını sömürmek, ülkeleri etkimiz altına almak, buralarda askeri üsler kurmak için çalıştık” demiyor. Politikalarının temelini, ABD ile birlikte bölgede dengeleri koruma ve savaş çıkmasını önleme, çıkacak savaşların bir dünya savaşına yol açmamasını sağlama, İsrail-Filistin sorununu çözme gayretleri olarak tarif ediyor. Ona inanırsak, Ortadoğu’daki Rus diplomat ve ajanları birer barış elçisi ve yardımsever. Bütün darbelerden sonradan haberdar oluyorlar, bütün savaş ve çatışmaları çıktıktan sonra öğreniyorlar ve hemen bu durumlarda barış için müdahale ediyorlar. Sömürgelikten kurtulan devletlere yardımlarda bulunuyorlar. Vb.vb..

Fakat Primakov kitabın bazı sayfalarında açık veriyor. 1953 öncesi SSCB politikalarına ya da mazlum bir halkın komünist partisine öfke ile saldırırken, elinde olmadan emperyalist politikaları itiraf ediyor.

Bu itiraflardan bir kısmını aşağıda aktaracağız.

Kitaptan alıntılar uzun ve kitabın tercümesi çok kötü olduğu için zaman zaman anlama zorluğu olabilir, ama revizyonizmin, Marksizm-Leninizmden ayrılmanın, karşı kampa geçmenin çok güzel ve özel örneği olduğu için bu uzun alıntıları okumakta yarar var.

Mısır’da Hür Subaylar iktidara gelince Moskova başlangıçta onlara büyük bir şüphe ile yaklaşmıştı. O dönemde yeni güçleri değerlendirme kriteri, onları yerli komünistlerden ayıran mesafeydi. Mısır’da bu mesafe bayağı büyük görünmekteydi.

Mısır Komünist hareketi zayıf ve bölünmüş durumdaydı. Komünist partileri en iyi ihtimalde genelde ileri düşünen aydınlardan oluşan birkaç yüz üye içermekteydi. Fakat, 1922’de Mısır Sosyalist Partisi Enternasyonel üyeliğine kabul edilerek, Mısır Komünist Partisi olarak adlandırılmaya başlanmıştı. MKP’nin programı, kendi basın kuruluşu olan gazete ‘EL-Haber’ ve Kahire gazetesi ‘EL-Ehram’da yayımlanmıştı. Bu programda ülkenin tüm burjuva partilerinin aksine ilk kez birçok konu açıklanmıştı. Bu konular daha sonra Hür Subaylar tarafından öne sürülünce, adeta yeniden doğmuşlardı. Bunlar arasında Süveyş Kanalı’nın millileştirilmesi de vardı. MKP kısa bir sürede kapanmıştı. Tüm parti üyeleri 1924’de İskenderiye Tekstil Fabrikası’ndaki büyük grevden sonra basılmıştı. MKP’nin ilk genel sekreteri Antun Marun cezaevinde hayatını kaybetti. Her şey Saad Zaglul tarafından yönetilen Vafd iktidarı döneminde olmuştu.

Bundan böyle komünistler küçük gruplar halinde var olmaktaydı, ancak 1947’de Milli Kurtuluş Hareketi (HADETU) adı altındaki komünist örgütünde birleşmişlerdi. İki bin üyesi olan parti, programında işçi sınıfının çıkarları için mücadele vereceklerini ve yön gösteren yıldız olarak Marx-Lenin’in sınıf çatışması teorisini seçtiklerini belirtmekteydi. Kral Faruk’un devrilmesinden bir yıl önce yayımlanan bu program, Mısırlı komünistlere Hür Subaylar’ın sempatisini kazandırmamıştı.

Mısırlı komünistler ve onların yandaşları ve daha birçokları daha geç dönemlerde Abdülnasır’ın rejimi ile bireysel zeminde işbirliği yaparken, kendilerini dürüst, entelektüel planda iyi yetişmiş, vatanına bağlı yurtseverler olarak göstermişlerdi. Fakat Kral Faruk’un devrilmesinden hemen sonra hapishanelerden siyasi mahkumlar beraat etse bile, Hür Subaylar’ın komünistlerle olan ilişkilerinde gerginlik üstün çıkmaktaydı.

Yine de bazı Mısırlı komünistler başlatılan tahayyülü desteklememekteydiler. Onların maksimalizmi yeni yönetimin ilk adımlarını değerlendirmeyi engellemekteydi. HADETU’nun faaliyet adamı Anvar Malek, ilk toprak reformunu değerlendirirken, onun toprak ağalığını ortadan kaldırmadığını, sadece sınırlandırdığını ve bu yüzden ABD elçisinin memnun kaldığını yazmaktaydı.

Bunun gibi soyut, Mısır’ın gerçekliği ile bağdaşmayan negatif değerlendirmeleri, çoğu zaman abartılmış olarak, Kahire’den Sovyet elçiliği SSCB yönetimine bildirmekteydi. Bu değerlendirmeler Suriye, Irak ve Lübnan değerlendirmelerine benzemekteydi. Sözde ideolojik zihniyetinde yeni Mısır rejimine karşı açıkça olumsuz görüşler oluşmaktaydı. Unutulmaması lazım ki, olaylar SBKP’ nin 20. kongresinden önce olmaktaydı ve Stalin kültürü sadece ondan önce değil, ölümünden sonraki ilk yıllarda da dokunulmaz halde tutulmaktaydı. Bu, en fazla Sovyetler Birliği’nin dış siyasetinin hazırlanması ve uygulanması ile ilişkisi olanlar tarafından kılavuz edinen Stalin’in ideolojik mirasına değinmekteydi. Stalin’in Ekim 1952’de 19. Kongere’nin kapanışındaki kısa konuşmasının ana fikri şuydu: Milliyetçi burjuvazi milli kurtuluş mücadelesinin bayrağını ‘bordadan dışarıya attı’, o bayrağı komünistler ele geçirmelidir.” (Adı geçen kitap sf. 93-94-95)

Primakov, tam geçiş  dönemini anlatıyor. SSCB dış politikası iktidarı ele geçiren revizyonist klik tarafından değiştirilmiş, ama bazı büyükelçi ve dişişleri personeli henüz bunu kavramamış. Onlar hala Stalin’ in sağlığındaki çizgiyi takip etmeye çalışıyor. Ve duruma revizyonist klik el koyuyor. Yeni politikanın uygulayıcılarından Şepilov ve Primakov duruma müdahale ediyor. Baasçı Abdülnasır iktidarı ile iyi ilişkiler geliştiriyorlar ve büyük miktarlarda silah satıyorlar, Assuan Barajı’nın inşaası için kredi veriyorlar. Primakov, Mısır’daki komünistlerin gücünü küçümsüyor ve “onlardan bir şey çıkmaz” demeye getirerek, “Hür Subaylar”la ilişkinin doğruluğunu savunuyor gözüküyor. Ama Hür Subaylar darbe ile iktidarı ele geçirdiklerinde ordunun asker sayısı 60 bin. Bu sayı, kısa sürede 10 binden 60 bine çıkarıldığı için çok sayıda orta ve alt gelir düzeyinden ailelerin çocukları subay yapılmış, bu subaylar içinde ilerici fikirlere sempati duyanlar var ve bu sırada Komünist Parti üyelerinin sayısının iki bin civarında olduğunu da yazıyor. Yani, küçümsemeye çalışsa da, Mısır Komünist Partisi ülke siyaseti için önemli bir güç sayılabilecek durumda. Üstelik, fikirlerinin bazıları ve anti-emperyalist programları orduya yeni katılmış orta sınıf subayları da etkiliyor. Bu koşullarda Primakov, komünistleri bir avuç sekter, sorumsuz maceracı gibi tanıtıp, milliyetçi subaylarla SSCB’nin iyi ilişkiler kurmasını savunuyor. Tabii, bu ilişkide Mısır halkının kurtuluşu davası değil gözetilen, SSCB’nin Ortadoğu’da etkinliğinin genişletilmesi, Mısır’a daha çok silah satılması ve yeni krediler verilmesi.

Primakov, bir Marksist politika gibi savunduğu Nasırcı subaylarla ilişki kurulmasının sonuçlarını da kitabının ileri sayfalarında anlatmada beis görmüyor. SSCB ile iyi ilişkiler kuran, silah ve kredi alan Nasırcı subaylar daha sonra ABD’ye yanaşmış ve ABD’nin Ortadoğu’da en önemli müttefiklerinden biri olmuşlardır.

Primakov, Irak konusunda da aynı politikaları ve siyasi yaklaşımı  savunuyor. Şöyle anlatıyor:

Irak’a gelince, Kasım iktidara geldikten sonra diktatör rejimi kurmuştu. Ülkede buhran kaçınılmazdı. İktidarın dayanağı sanılan orduda Kasım’a karşı karamsarlık hızla büyümekteydi. Muhalefetin başına geçen Kasım’ın eski savaş arkadaşı Albay Arif ile aykırılığı şiddetli bir hal almıştı. Arif tüm görevlerden alınarak, idama mahkum edilmişti. Fakat Kasım onu bağışlayarak yurtdışına sürgüne gönderse de, Arif gizlice geri dönerek onun devrilmesini amaçlayan komplonun başına geçmişti. İç buhran halk kitlelerinin büyüyen desteğine dayanmış ve hakiki bir güce dönüşen Irak Komünist Partisi’nin durumunun güçlenmesine yaramaktaydı. En sonunda Kasım’ın despotik davranışları değil de asıl bu güçlenme, Washington ve Londra’yı artık ciddi ciddi telaşlandırmıştı.

İlkbahar 1959’da ABD ve İngiltere Kasım’ın ‘aşırı sol kampına kaymakta’ olduğu yargısına varmaktaydı. Halbuki o dönemde Kasım çoktan değişmişti. Komünistler arasında tutuklamalar ve Irak’ın kuzeyinde Kürtlerle kanlı savaş başlamıştı.” (Agy. sf. 100-101)

Ve devam ediyor: “Kasım’ın kontrolü yitirmesi ve komünist tehlike üzerine Kasım’a suikastçılardan birinin Saddam Hüseyin olduğu, CIA destekli bir suikast düzenlenir. Suikast başarılı olmaz, Saddam yaralanır ve CIA ile Mısır istihbaratı tarafından önce Tikrit ve sonra Suriye’ye kaçırılır. Oradan Beyrut’a götürülerek, CIA tarafından korunur. Daha sonra Mısır üzerinden Irak’a döner ve Baas Partisi’nin istihbaratının başına geçer. Kasım Şubat 1963’te CIA’nın hazırladığı bir darbe ile devrilir ve kurşuna dizilir. Onun yerini Arif almıştır.

Kasım’ın katlinden sonra Baasçıların iktidara gelmesi ve komünistlerle kanlı hesaplaşmaları dikkat çekmişti. Suikastçilerin kurduğu milli muhafızlar tarafından yapılan kıyımda binlerce parti üyesi ve yandaşı kurban gitmişti. İnsanlar evlerde basılarak ya da direkt sokaklarda öldürülüyordu. Kurbanların listesi ve adresler özenle CIA tarafından hazırlanmıştı.” (Agy. sy. 102)

Komünistlerin kitlesel katline ve SSCB’nin buna karşı tutumuna aşağıda değineceğiz. Fakat, iki alıntıdan da anlaşılacağı ve aşağıdaki diğer alıntılarla da destekleneceği gibi, dikkat çeken gelişme, Ortadoğu’da sömürgelikten çıkan ve kısa sürelerle sömürgecilerin kuklası krallarla yönetilen Mısır, Irak, Suriye gibi ülkelerde ABD ve SSCB tarafından desteklenen Baasçı darbelerle askeri iktidarların kurulduğu ve bu iktidarlarla iki tarafın yaptığı pazarlıklar ve güç dengelerine bağlı olarak, bu iktidarların bir süre SSCB, bir süre ABD siyasi nüfusuna girdiğidir. Irak’ta Baas CIA desteğinde iktidara gelmiştir, ama kısa süre sonra SSCB ile ilişkiye geçer. Bir süre sonra Irak’ın başına geçecek olan Saddam Hüseyin, Primakov’un yakın dostudur. SSCB’nin dostu Basçı iktidar, Mısır’daki Nasırcı iktidar gibi önce komünistleri ve yurtseverleri ezmiştir. Primakov’un da yürütücülerinden olduğu revizyonist  klik, SSCB politikalarını, komünistlerin ve yurtseverlerin can düşmanı milliyetçi subaylarla iyi ilişkiler kurmak üzerine kurmuştur.

Mısır ve Irak’ta olanlar hemen hemen aynısıyla Suriye’de de sahneye konmuştur.

…Suriye’nin ilk asker kökenli lideri Albay Hüsnü Zaim, CIA yardımı ile Mart 1949’da Şam’da iktidara geldi. Yaklaşık yedi ay sonra İngiliz yanlısı olduğu düşünülen diğer bir albay; Sami Hinnavi tarafından öldürüldü. Üç ay sonra yine CIA yardımı ile bir ihtilal daha gerçekleşti ve yönetime dört yıl iktidarda kalan Albay Edip Çiçekli geldi. Ardından, Şükrü El Kuvvetli Devlet Başkanı olunca, Suriye hızla sola doğru kaymaya başlamıştı. Suriye Komünist Partisi günden güne güçleniyordu. Suriye ordusunun Genelkurmay Başkanı General Arif el Bizri de komünistlere yakınlığı ile tanınıyordu.

Abdülnasır Suriye’de olanları büyük bir ilgi ile takip ediyordu. Devlet Başkanı El Kuvvetli ve Suriye İstihbarat Başkanı Saraç’a ‘milliyetçi hareketin komünistlerin koynuna düşme tehlikesi içinde olduğu’ yönünde uyarı mektubu göndermişti. Her şey, Abdülnasır’ın Arap dünyasının göbeğinde, Suriye’de komünist bayrakların yükseleceği korkusuna ilişkin sayılabilir miydi? Büyük ihtimalle bu, Suriye’nin o an Kahire’nin büyük ihtiyacı olan SSCB desteğini ve yardımını Mısır’ dan kendine doğru çekeceği korkusuydu.

Fakat Şam’da Suriye komünistlerinin tesirinin büyümesinden artık endişe etmeye başlamışlardı. Ve belli ki Arap birleşiminin meyli değil, asıl bu sebep (SSCB desteğinin Suriye’ye doğru çekilmesi), Kahire’ye Suriye Başkanı el Kuvvetli ile Başbakan El Azme heyetini getirtmişti. Onlar Abdülnasır’a Suriye’yi ‘komünist tehlikesinden ve kaostan’ sadece Mısır’la birleşmenin kurtarabileceğini söylemişlerdi.

“…

Suriyeliler üniter birleşmede ısrar ettiler ve en sonunda Abdülnasır teklifi kabul etti. Tutumu değiştiren sebep de, büyük ihtimalle, Abdülnasır’ın Suriye’de komünistlerin iktidara gelmesinden gerçekten korkmasıydı. Abdülnasır’ın 1 Şubat 1958’de BAC (Birleşik Arap Cumhuriyeti)’nin kurulmasından hemen sonra, El Bizri’yi yüksek askeri görevinden alarak Suriye Komünist Partisi’ne karşı aleni harekete geçmesi konusunda görevlendirmesi çok manidardır. Aynı dönemde Mısır solcularının kovalanması da şiddetlenmiştir.” (Agy. sf.73-74)

Mısırlı  Nasırcıların korkusu yersizdir. Onlar, boşuna SSCB’nin Suriye’li komünistleri destekleyeceğinden ve komünistlere yakın subaylarla ilişkiler kuracaklarından kaygılanmışlardır. SSCB de Mısırlılarla aynı kaygıları paylaşmakta, bir an önce komünistlerin tasfiyesini beklemektedir.

Zaman aynı  olmasa da, üç ülkede de gelişmeler benzer. Önce CIA desteğinde İngiliz kuklası krallar askerler tarafından devriliyor. Sonra kısa bir süre askerler içinde iktidar kavgası yaşanıyor. Daha sonra ABD ve SSCB’nin gözünün tuttuğu lider iktidarını kurmaya başlıyor ve bu süreçte SSCB ve ABD silah satmak ve kredi vermek üzere ilişkiler geliştirmeye ve kurdukları  ilişkilerini derinleştirmeye başlıyor.

Suriye, Mısır ve Irak’ta komünistler kitleler halinde katledilirken SSCB ile bu üç ülkenin ilişkileri derinleşmekte, SSCB Baasçı iktidarlara silah satmakta, askeri eğitmenler ve danışmanlarını ülkelere göndermekte, askeri üsler kurmakta ve krediler vermektedir.

Primakov, SSCB’nin yeni dış politikasının 1953 öncesi politikaları olmadığını da itiraf ediyor ve farkı aşağıdaki gibi açıklıyor:

Sovyet yöneticilerin 50’li ve 60’lı yıllarda Arap ülkelerinin komünist partilerini destekleme temayülü olsa da, bu, bir hakikati unutturmadı. Bu hakikat Ortadoğu’da komünist geleceğin olmayışıdır. Daha önce de yazdığım gibi, Moskova’da bu olgu hemen algılanmayarak, Arap devrimci milliyetçilerinin lehine geç yönelmişlerdir. Yine de er ya da geç böyle bir yönelme gerçekleşmişti.” (Agy.sf. 109)

Sovyetlerin dış siyasetinin ideolojik prensiplerinden biri, sömürge karşıtlarına ve milli kurtuluş güçlerine destekte bulunmaktı. Fakat SSCB’de egemen olan ideoloji Sovyetler Birliği’nin Arap küçük burjuva rejimleri ile ilişkilerinin kolay ve birden oluşamadığını önceden belirtmişti.

Sovyetlerin yeni oluşan Arap rejimine başlangıçta yaklaşımı, yerli komünistler ile olan ilişkisini belirlemekteydi. Böylece bir kriter konmuş, ama belirleyici olmaktan çıkmıştı. O dönemde antikomünizm çeşitli form ve derecelerde Mısır, Suriye ve Sudan’da kendini göstermekteydi, fakat en kanlısı Irak’ta idi.

Sömürge döneminde Arap ülkelerinde kurulan komünist grup ya da partiler enternasyonel komünizm (Komünist Enternasyonel kast ediliyor. Çevirmen, SSCB hakkında belli ki fazla bilgiye sahip değil ve bu nedenle garip çeviri hataları olabiliyor –KTS) üzerinden ya da doğrudan Sovyetler Birliği ile bağlantılıydı.

Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nin Genel Merkezinde (SBKP GM) (Merkez Komite denmek isteniyor –KTS) dünyadaki tüm komünist partiler ile temaslarda bulunulan Milletlerarası Dairesinde Arap komünist partileri ile çalışma dairesi de mevcuttu. SBKP evrensel komünizm hareketinin merkezi olma statüsüne yüksek değer vermekteydi ve dünyada komünist partilerin sayısının artmasına önem vermekteydi.

Bununla birlikte dogmatik görüşlerinden sıyrılarak önce MK BKP (Bunun ne olduğu anlaşılamadı, kitabın orijinaline bakmak gerek –KTS) sonra da SBKP GM başlangıçta evrensel milli kurtuluş hareketinin yönetimi veya en son ihtimalde komünistlerin direkt yönetimde bulunmasını hesaplamaktaydı. Komünist partilerin küçük burjuva iktidarına olan görüşlerine bakmaksızın yerli komünist partileri görmemezlikten gelen ya da baskı altında bırakan diğer güçler karşı kuvvet kampından sayılmaktaydı. Kimi zaman ‘faşist’ sıfatı bile vererek Sovyet yönetiminin bu bakış açısı 50’li yıllarda ağır basmaktaydı.” (Agy sf. 89-90)

Daha başlangıcında, Marksist değerlendirmenin, 1920’lerden, Baku Kurultayı ve Lenin’in sömürgeler üzerine tezlerinden bu yana ciddi bir değişikliğe uğratıldığı  görülmektedir. Burjuva parti ve hareketlerin “küçük burjuva” olarak değerlendirmesine çoktan geçilmişti. Bu tür değişikliklere ilişkin Primakov da değerlendirmeler yapıyor:

Moskova tarafından öne sürülen kuramsal yenilikler ile de durum değişmekteydi. V.İ. Lenin’i kaynak göstererek yeni geliştirilen teoriye göre, sömürge bağından kurtulan ülkeler ilk etapta sosyalizme ‘geleneksel’ proletarya diktatörlüğünden değil de, kendi yolu ile gidebilirdi. Böylece ‘sosyalist oryantasyon’ teorisi kurulmuş oldu. Kapitalizmin olmadığı gelişmekte olan ülkelerin ana kıstasları büyük ölçüde endüstrinin ulusallaştırılması, diğer bir deyişle ekonominin devletleştirilmesi ve sosyalist yapı altında parti ya da birliklerin kurulması olmuştu. Böyle bir teori ‘Arap sosyalizmi’ ile özdeş değildi. Arap ülkelerinin kapitalist olmayan gelişimini kabul ederken sınıflar arası savaşın meselesi de ortadan kaldırılmamaktaydı. Teorinin yaratılışındaki büyük rolü Genel Merkez’in Milletlerarası Dairesi’nin başkan yardımcısı R.A. Ulyanovski (1) oynamıştı.

Çalışmada birçok Sovyet bilim adamı yer alırken aralarında bu satırların yazarı da bulunmaktaydı. ‘Sosyalist oryantasyon’ teorisinin kurulmasının ana etkeni, yakın Doğu’da köktenci rejimleri yerli komünist partilerin hedefinden çıkartarak güçlendirmekti. Bununla birlikte bu rejimlerin gerçek gücü temsil ettiği bilirken, ideoloji bir daha kendini uygulamalı planda siyasetin ‘hizmetçisi’ olarak göstermişti. 60’lı yılların ortalarında SSCB de Araplara yönelik ilişkilerinde büyük pragmatizm çizgisi kazanmaya başlamıştı. Ortadoğu’da olaylar yerli komünist partiler ile milliyetçi rejimlerin ayrılıkları üzerine gelişiyordu.

Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nin Genel Merkezi’nde komünist partilerin temsilcileri ile yapılan sohbetlerde onlara Arap ülkelerin küçük burjuva yöneticileri ile yakınlaşma gereği açıkça söylenmekteydi. …” (Agy, sf. 91-92)

İdeoloji siyasetin hizmetçisi yapılıyor. SSCB’nin ABD ile birlikte Ortadoğu’yu nüfus alanlarına bölme politikasına halkı ve hala kalmışsa komünistleri ikna etmek için teoriler uyduruluyor. “Kapitalist olmayan yol”, “Sosyalist Oryantasyon”, yani burjuva kesimlerle anlaşma ve Ortadoğu ülkelerinin işçi ve ilerici kesim ve hareketlerini onlarla anlaşmaya yöneltme, emperyalist çıkarlara sosyalist kılıf uydurma. Bu politikalara direnen kömünist partiler ve militanlar, alçakça ve canice yöntemlerle tasfiye edilmiştir. Bir kısmıysa “ikna” edilip yeni politikaya hizmet etmesi, “sosyalist” etiketle” işbirlikçileşmesi sağlanmıştır.

Ekim 1952’de toplanan SBKP 19. Kongresi’nde ise, İkinci Emperyalist Savaş sonrası Sosyalist Dünya’nın daha da güçlenmesinden sonra emperyalist kampın birleştiği ve saldırganlaşma eğilimleri gösterdiği, atom bombası ve kimyasal silah tehditleri ile SSCB’yi tehdit etmeye çalıştığı tespitleri yapılıyor ve dünya çapında bir barış mücadelesinin örgütlenmesinin, saldırgan emperyalist güçlerin tecrit edilmesinin zorunluluğundan söz ediliyordu:

Şimdi görev, halk kitlelerinin eylemlerini daha da yükseltmek, barış yandaşlarının örgütlülüğünü daha da güçlendirmek, savaş kışkırtıcılarını yorulmaksızın teşhir etmek ve halkların yalanlarla faka basmalarına izin vermemektir. Kendi kârları uğruna halkları kanlı bir kıyıma bulaştırmak isteyen emperyalist saldırganların kampından maceracılara boyun eğdirmek ve onları tecrit etmek-tüm ilerici ve barışsever insanlığın esas görevi işte budur…

Dış politikada partinin temel çizgisi, halklar arasında barış ve sosyalist anayurdumuzun güvenliğinin güvence altına alınması idi, böyle olmaya devam ediyor.” (G. Malenkov tarafından okunan SBKP (B) MK’nin 19. Parti Kongresi’ne faaliyet Raporu’ndan, Ekim 1952) Ne “kapitalist olmayan yol”dan ilerleme, ne “sosyalist oryantasyon” falan var!

Primakov’un yukarıdaki alıntıda gönderme yaptığı Stalin’in 19. Kongre’ de yaptığı konuşmanın daha uzun hali ise şöyle:

…….

Temsilcileriyle Kongremize şeref veren ya da Kongremize selam mesajları gönderen bütün kardeş parti ve gruplara, dostça selamları, başarı dilekleri, bize gösterdikleri güven için Parti Kongremiz adına teşekkür etmeme izin verin!

Bizim için bu güven özellikle değerlidir; bu, halklar için, aydınlık bir gelecek için mücadelesinde, savaşa karşı mücadelesinde, barışın korunması uğruna mücadelesinde Partimizi desteklemeye hazır olmak anlamına geliyor.

Dev bir güç haline gelen Partimizin artık desteğe ihtiyacı olmadığını sanmak bir hata olur. Partimiz ve ülkemizin dışardaki kardeş halkların güven, sempati ve desteğine her zaman ihtiyacı olmuştur ve daima olacaktır.

Bu desteğin özgünlüğü, Partimizin barış çabalarının herhangi bir kardeş parti tarafından her desteklenmesinin; aynı zamanda barışın korunması uğruna mücadelesinde kendi halkının desteklenmesi anlamına geldiğinde yatıyor…

…..

Bu karşılıklı desteğin özgünlüğü, Partimizin çıkarlarının, özgürlüksever halkların çıkarlarıyla yalnızca kesinlikle çelişmeyip, bilakis tam tersine kaynaşmasıyla açıklanır. Sovyetler Birliği’ne gelince, onun çıkarları dünya barışı davasından hiçbir şekilde ayrılamaz.

Partimizin kardeş partilere borçlu kalamayacağı ve bizzat onlara olduğu gibi, onların halklarına da kurtuluş mücadelelerinde, barışın korunması mücadelelerinde destek vermesi gerektiği kendiliğinden anlaşılır. Bilindiği gibi Partimiz böyle davranıyor, başka türlü değil.

Henüz iktidara gelmemiş ve hala burjuvazinin gaddar yasalarının baskısı altında çalışan komünist, demokratik ya da işçi ve köylü partilerine özel bir dikkat gerekiyor. Onların çalışmaları tabii ki daha zor. Ama çalışmaları, yine de, ileriye doğru atılan en küçük bir adımın en büyük suç ilan edildiği, bizim Çarlık zamanındaki çalışmalarımız kadar zor değil. Ama Rus komünistleri sebat gösterdiler, zorluklar önünde geri çekilmediler ve zaferi elde ettiler. Bu partilerde de böyle olacaktır.

Bu partilerin çalışması, Çarlık dönemindeki Rus komünistlerinin çalışması kadar neden güç olmayacaktır?

Birincisi, gözleri önünde, Sovyetler Birliği ve halk demokrasisi ülkeleri gibi mücadele ve başarı örnekleri olduğu için. Dolayısıyla onlar bu ülkelerin hatalarından ve başarılarından öğrenip, böylece çalışmalarını kolaylaştırabilirler.

İkincisi, kurtuluş hareketlerinin esas düşmanı olan burjuvazi, bizzat başka bir burjuvazi haline geldiği, ciddi ölçüde değiştiği, halkla bağını yitirdiği ve kendini böylece zayıflattığı için. Bu durumun devrimci ve demokratik partilerin işini aynı şekilde kolaylaştırmak zorunda olduğu kendiliğinden anlaşılır.

Önceleri burjuvazi liberal olabiliyor, burjuva-demokratik özgürlükleri savunabiliyor ve böylece halkın gözünde popülerlik kazanıyordu. Şimdi liberalizmin izi bile kalmadı. Sözümona ‘kişisel özgürlük’ pencereden dışarı fırlatıldı –kişisel haklar şimdi ancak sermayesi olanlara tanınıyor, ama tüm diğer vatandaşlar, yalnızca sömürülmeye yarayan insani hammadde oldu. İnsanların ve ulusların hak eşitliği ilkesi ayaklar altında, bunun yerine sömürücü azınlığın sınırsız hakkı ve vatandaşların sömürülen çoğunluğunun haklarından yoksun kılınması ilkesi geçirildi. Burjuva-demokratik özgürlüklerin bayrağı terk edildi. Ben, eğer halkın çoğunluğunu etrafınızda birleştirmek istiyorsanız, bu bayrağı yukarı kaldırma ve ilerletmenin, siz komünist ve demokratik parti temsilcilerine ait olduğunu düşünüyorum. Onu yukarı kaldırabilecek başka bir kimse yoktur.

Eskiden burjuvazi ulusun başıydı, ulusun haklarını ve bağımsızlığını koruyor ve bunu ‘her şeyin üstünde’ tutuyordu. Şimdi ‘ulus ilkesi’nin izi bile kalmadı. Şimdi burjuvazi, ulusun haklarını ve bağımsızlığını dolar karşılığında satıyor. Ulusal bağımsızlık ve ulusal egemenlik bayrağı terkedildi. Eğer ülkenizin yurtseverleri olmak istiyorsanız, bu bayrağı yukarı kaldırma ve ilerletmenin siz komünist ve demokratik parti temsilcilerine ait olduğuna kuşku yok. Onu yukarı kaldırabilecek başka kimse yoktur….” (Stalin’in 19. Kongre konuşmasından)

Stalin’in ve SBKP’nin 19. Kongre çizgisi çok açık. Başını ABD emperyalistlerinin çektiği emperyalist saldırganlığı teşhir etmek ve onların savaş kışkırtıcı politikalarını engellemek, ulusal ve sınıfsal kurtuluş mücadeleleri veren halkları desteklemek, bağımlı ve sömürgelikten yeni kurtulmuş ülkelerde komünist, yurtsever, ilerici parti ve örgütleri desteklemek, bütün ülkelerdeki komünist ve ilerici partileri desteklemek…

Revizyonist klik ise bu politikaları çok dogmatik buluyor. 20. Kongre’den itibaren bir süreç içinde giderek büyük devlet politikası, süper devlet politikası uygulamaya başlıyor. Bu politikanın sürdürülmesinde, SSCB artık ABD ile işbirliği halindedir. İşbirliği ve rekabet. Ulusal ve sınıfsal kurtuluş mücadelelerine karşı işbirliği. Silah satışı, borçlandırma, üs elde etme vb. konularda rekabet.

SSCB’nin sosyalizm yolundan döndüren, yeni revizyonist politikaları inşa eden kliğin içinde olmakla övünen Primakov’un  hayatı boyunca belki de yaptığı en hayırlı iş bu kitabı yazmak olmuştur. Şecaât arzederken ahmak revizyonist sirkatin söyler.

“(1) R.A.Ulyanovski, diğer birçok eski parti üyesi gibi, 1936’da mahkum edilerek on yedi yılını sürgünde geçirmişti. Bu belki de tek vakaydı. Önce aklandı ve sonra SSCB Doğu Bilimler Enstitüsü’nde müdür yardımcısı, ardından da Genel Merkez’ in Milletlerarası Dairesi’ nin başkan yardımcısı olmuştu. Birçoğu onu dogmatik düşünen bir adam olarak tanımaktaydı.” (Agy. sf. 92)

Benediktov’u Okurken…

Yazılama Yayınevi’nde “Kurtuluştan Çözülüşe Dizisi” çerçevesinde Şubat 2008 tarihinde, “Stalin ve Hruşçov Hakkında İ. A. Benediktov ile Söyleşi” adlı bir kitap yayınlandı. Söyleşiyi Sovyet gazetecisi V. Litov 1970’lerin sonunda gerçekleştirir. Ancak, hemen yayınlayamaz. Litov, “materyali uzun yıllar boyu yayınlamadılar ve ancak Molodaya Gvardiya dergisi” 1989’da yayınlamaya “cüret etti” der. “Cüret” gerekmiştir, çünkü Benediktov’un görüşleri “genel çizginin” meşhur “Stalinist cinayetleri” ifşa etme politikasına “tamamen ters” düşmekteydi.

Peki İvan Aleksandroviç Benediktov kimdi? Benediktov, Stalin döneminde, çok genç yaşlarda Tarım Halk Komiseri olur. Stalin’in ölümünden sonra, kısa bir süre Köy İşleri Bakanı (Sovhozlar Bakanı) olarak görevine devam eden Benediktov, “siyasal kariyeri”ni artık “bambaşka bir alanda” sürdürür: Eski Tarım Bakanı Hindistan ve Yugoslavya’da yıllarca büyükelçi olarak çalışır. Söyleşinin yapıldığı dönemde o artık emekli bir diplomattır.

Hiç şüphe yok ki, Sovyetler Birliği’nin Stalin liderliğindeki yılları, insanlık tarihinde, üzerine en çok yalanın üretildiği dönemlerin başında gelmektedir. Özellikle Batılı “kremlinolog” ve “sovyetologların” kaleme aldıkları iftira, “itiraf”, dedikodu ve çarpıtmalar, birkaç büyük kentin üniversite kütüphanelerini dolduracak hacimdedir.

Fakat, tarihsel gerçekler, tüm gerçekler gibi, inatçıdırlar. Bu gerçeğin altı, özellikle bugün, sığ ve idealist bir tarih anlayışın egemen olduğu koşullarda, tarihsel gerçekleri öğrenmek isteyen günümüz genç aydınlarıısından çizilmelidir. Belki tek tek iddialarla da uğraşmayı gerektirmeyecek, hatta burjuva ve revizyonist bakışısıyla yazılmış eserlerin irrasyonelliğindeki rasyonel olanı dahi kavramaya yardımcı olacak olan, diyalektik-materyalist tarih anlayışının kendisinin bizzat özümsenmesidir. Benediktov ile söyleşi, böyle bir çalışmayı teşvik etmesi bakımından da önemlidir.

Sovyetler Birliği’nin önemli tarihsel dönemeçlerinde en ileri düzeyde görev yapmış biri olarak Benediktov, pek çok konuda son derece önemli ve aydınlatıcışünceler dile getirmektedir. Bunları burada tek tek ele almanın bir gereği yok. Bununla birlikte, titizlikle okunmasını önerdiğimiz bu kitapta dile getirilenlerden de yola çıkarak, bazı noktalara işaret etmeyi de gerekli görmekteyiz.

SORULARIN YANITLADIKLARI

Hatırlatmakta fayda vardır ki, Stalin ve onun temsil ettiği devrimci çizginin mahkumiyeti, aralarında amaç ve nüans farklılıkları olmakla birlikte, burjuva ideolojisiyle modern revizyonizmin fiilen ortaklaştığı bir husustu. Bu, iki karşı-devrimci akımın yollarının son derece anlamlı bir tarihsel kesişmesiydi adeta.

Stalin “kötü”ydü, “cani”ydi, “cebberut” ve “acımasız”dı, döneminin eserleri “terörün eserleri”ydi… Bu ve benzer “argüman”larla, tarihsel bir kişilik olarak Stalin, tarih dışına atılmaktaydı! Böylelikle, çizgisi ve eylemleriyle O, tarihin dışındaki bir kişi olarak, ancak kendisinden açıklanabilirdi!

Sovyet (!) gazetecisi Litov’un Stalin ile ilgili belirtilen minval üzerinden yönelttiği ve Benediktov’u da öfkelendiren sorularının işte böyle bir karakteristik özelliği bulunmaktadır. Oysa Litov, sorularıyla salt döneminin egemen anlayışını yansıtıyordu; yani modern revizyonizmin Kruşçev ile birlikte benimsediği tarih anlayışına uygun soruyordu. Benediktov’un yanıtları ise, yer yer sübjektivizme düşse de, esasta tarihsel materyalist bir anlayışı yansıtır. Hiç şüphesiz, bu söyleşideki sorular ve yanıtlarda karşı karşıya gelen iki farklı tarih anlayışıdır.

Bilindiği gibi, 19. yüzyılın sonlarında Alman sosyal demokrasisinde ortaya çıkan Bernstein revizyonizminin partinin çizgisini anti-Marksist bir temelde revize etmesinde, Marksist tarih anlayışının Yeni-Kantçılıkla “tamamlanması” çok özel bir rol oynamıştı. Yeni-Kantçılık, dünya görüşünü büyük oranda Marksizmin oluşturduğu işçi hareketinin karşısına, etik-idealist bir “sosyalizm” ile çıkmıştı. Bernstein’ın hemen benimsediği bu “sosyalizmin” esas işlevi, sosyalizmin gerçekleşmesi için proleter devrimin gerekliliğini inkar etmekti. Böylelikle, bilimsel sosyalizmin yerine, etik bir burjuva sosyalizmi geçirildi. Kant’ın “tarih üstü” ebedi moral yasasıydı artık Alman revizyonizminin tarih ve dolayısıyla mücadele anlayışına esin veren.

Benediktov’un Stalin dönemiyle ilgili sorulara verdiği yanıtlar; diyalektik ve tarihsel materyalizme bağlı kalındığı sürece Stalin’in ve çizgisinin mahkum edilmesinin mümkün olmadığını, olsa olsa çok tali ayrıntılarda eleştirilebileceğini ortaya koymaktadır. Başka bir deyişle, Kruşçev revizyonizmiyle gündeme gelen “Stalin mahkumiyeti”, SBKP’nin diyalektik ve tarihsel materyalizmden sapmasına ve burjuva tarih anlayışının en bayağı tezlerine (kişilerle tarihi açıklama, tarihi de ahlaki kriterlerle değerlendirme) sarılmasına tekabül etmekteydi!

Dünya tarihi, “ahlakın kendisine mesken ettiği yerden çok daha yüksek bir zeminde” cereyan etmesine karşın, Kruşçev revizyonizmi, Stalin’i ve temsil ettiği Marksist-Leninist çizgiyi, aklı sıra sosyalizmin hukuku üzerinden mahkum etmeye çalıştı. Ancak Stalin, gerek kişi olarak ve gerekse çizgisi itibariyle sosyalizmin hukukuna da ters düşmediği için (Benediktov’un yanıtları bu bakımdan çarpıcıdır), Kruşçev revizyonizmi, sosyalizmin hukukunu sosyalizmin kendisinden ayırdı. Oysa, ister sosyalist, isterse burjuva olsun, hiçbir hukuk nesnesiz özne olamaz. Ve böyle olamadığından da, ayrı bir tarihleri de yoktur.

Sosyalizmin hukuku, onunla birlikte tarih anlayışı ve bir bütün olarak ideolojisi, esasında salt farklı bir ifadesi oldukları nesnel ilişkilerin kendisinden; yani mevcut üretim ilişkileri, üretici güçlerin belirli düzeyi, somut tarihsel ilişki ve koşullar ve bunların içerisinde ve bunlara karşı cereyan eden sınıf mücadelelerinden soyutlandığında; bu toplu bağıntılılık politik hesaplar uğruna yadsındığında; sosyalizmin hukuku da, ideolojisi de biçimselleşir; somut içeriklerini yitirir, zira bu durumda belirli bir hukuk, belirli bir ideoloji olmalarını sağlayan belirlenimlerinden soyutlanmışlardır.

Kısacası, işçi sınıfının tarihinde eşsiz değerde bir dönemi “anti-kült” politikasıyla gözden düşürme kütlüğü, modern revizyonizmin çapsızlığının tipik bir tezahürü idi. Engels bir yerde şöyle der:  “Başlangıçtaki kalkış noktasına tamamen zıt bir noktaya nihai varış, kendi nedenleri ve varlık koşulları hakkında net olmayan ve bu nedenle salt hayali hedefleri olan tüm tarihsel hareketlerin kaçınılmaz kaderidir. Bunlar, ‘tarihin cilvesi’ tarafından acımasızca düzeltilmektedirler.

ÖZNEL FAKTÖRLER…

Tarihteki devrimlerin nesnel kaynağının, üretici güçlerle üretim ilişkileri arasındaki çelişkide bulunması, öznel faktörleri önemsiz kılmaz elbette. Toplumların tarihine bakıldığında, öznel faktörlerin (yani toplumun gelişme koşulları ve biçimleri hakkındaki bilinç ve sosyal güçlerin örgütlülük düzeyi) devrimci dönüşümlerdeki rolünün her yeni tarihsel çağla birlikte giderek arttığı görülür. Örneğin köleci toplumdan feodal topluma geçişte, burjuva ya da proleter devrimler tipinde politik bir devrim yaşanmamıştır. Köleci toplumda ezilen sınıf ve grupların, ayaklanma ve eylemlerine rağmen, bilinçli bir devrimci hedeflerinin (programatik) bulunmaması, kuşkusuz, köleci toplumdan feodal topluma geçişin son derece sancılı ve uzun sürmesinde önemli bir rol oynamıştır. Genel olarak denilebilir ki, üretici güçlerin çok yönlü gelişmesi oranında devrimlerdeki öznel faktörün rolü de artmıştır.

Kapitalizmin politik bir devrimle yıkılması ve sosyalist bir toplumun inşa edilmesinde dikkate alınması gereken diğer bir husus da şudur: Önceki toplumların düğüm noktalarında, bir sonraki toplumun üretim ilişkileri eski toplumun bağrında oluşurken, aynı şey sosyalist toplumun üretim ilişkileri açısından söz konusu değildir. Kapitalist toplumda gelişen, sosyalist toplumun maddi önkoşullarıdır sadece.

Bu olgunun öznel faktörler açısından anlamı şu ki, işçi sınıfı, kendisinden önceki sınıflardan farklı olarak, iki şeyi aynı anda başarmalıdır: Hem sınıfının iktidarını kurmalı ve hem de iktidarının sınıfı olmalıdır. Burjuvazi bu bakımdan da avantajlıydı. Yeni hasmı işçi sınıfı karşısına dikildiğinde, burjuvazi, henüz feodal aristokrasiyi tümden siyasi iktidardan kovamamıştı bile. Ancak bu, yeni sömürücü sınıf için aşılamaz bir engel değildi, tersine; eski sömürücü sınıf olan aristokrasiden devlet ve hükümet işlerinde hem faydalanıyor, hem de bu arada kendisi egemen sınıf olmayı öğreniyordu.

Sovyetler Birliği’ne, yani Ekim Devrimi ve Rus proletaryasına gelecek olursak; bu ülke ve proletaryası, yukarıda sözü edilen genel zorlaştırıcı koşullardan da öteye dezavantajlıydı. Ne ülke çapında gelişkin bir işçi sınıfı vardı, ne de bu sınıfın kuracağı toplumsal sistemin maddi önkoşulları ülke çapında gelişkindi. Benediktov bunu şöyle belirtir: “Sorun şu ki, tarih bize ‘normal’ imkanlar vermedi, bize de ‘normal olmayan’, yani zorlanmış tempolarla hareket etmek düştü.” (sf. 82)

İşte Lenin ve Stalin döneminin Sovyetleri’nde sosyalist bir toplumu inşa etme uğruna verilen mücadelenin nesnel koşulları ve bu koşulların gerektirdiği devrimci çalışmanın tarzı, ruhu ve özellikleri ancak bu bağıntılar içerisinde doğru kavranılabilir. Ve kuşkusuz, Benediktov ile söyleşinin bugünün devrimcisi açısından son derece öğretici olan kısmı da, onun, Stalin döneminde parti ve devlette egemen olan devrimci çalışma ruhu, ilkeleri ve tarzına ilişkin anlattıklarıdır.

Pek çok şeyin özetlendiği şu uzun alıntıyı yapmakta fayda vardır:

Stalin’in kendilerine görülmemiş ayrıcalıklar verdiği bürokratlar meselesine gelince, burada tamamen haksızsınız. Stalin esasında çalışmaktan başka bir şey bilmezdi ve tam bir özveriyle emek harcardı, kendine hiç rahat ve gevşeme tanımadan günde 14, 15, 16 saat çalışırdı. Politbüro üyeleri, halk komiserleri, merkezi ve yerel organların sorumluları da onun belirlediği ritme boyun eğerek, aynı gerilim içinde çalışırlardı. 14-16 saatlik iş günü bizim için istisna değil, daha ziyade kuraldı. 5-6 yılda bir tatile çıkardık, o da herkes değil. Tatil günleri pratikte yoktu. Demirden disiplin, sürekli kontrol, maksimum güç harcayarak çalışma ve en önemlisi, somut sonuçlar, işlerin gerçekten iyileşmesi talebi, ki bunları yapamamak geçmişteki hizmetlerin ne olursa olsun görevden alınmak anlamına geliyordu -bütün bunlar idari emeğin öyle bir üretkenlik ve etkililiğine yol açtı ki, bugün bunları ancak rüyada görebilirsiniz. Örneğin Merkez Komitesi, Politbüro ya da bakanlar kurulunun herhangi bir kararının yerine getirilmeden kaldığını hatırlamıyorum. Şimdi ise aksine, diyorlar ki, bir çığ gibi artmış olan bu kararlar arasında hiç olmazsa yarı yarıya hayata geçirilmiş bir tanesini bulamazsın… Bu arada bizim zamanımızda bir işin zorluğuna ya da ‘nesnel koşullara’ atıflar ciddiye alınmazdı. ‘Siz zaten bunları aşmak için yönetici bir mevkidesiniz’ derdi genellikle bu gibi durumlarda Stalin.

Lion Feuchtwanger’in 1937 yılında Sovyetler Birliği’ni ziyaretine ilişkin sözünü ettiğiniz küçük kitabını buldum ve okudum. Feuchtwanger birazcık olsun sorumluluk isteyen bir mevkiyi işgal eden kişiler hakkında şunları yazıyor: ‘Neredeyse yemek için hiç vakit ayırmıyorlar, neredeyse uykuları yok ve tiyatroda oyun izlerken sadece acil bir soru sormak için telefona çağrılmakta ya da gecenin üçünde dördünde telefon edilmesinde hiçbir gariplik görmüyorlar. Ben Moskova dışında hiçbir yerde bu kadar çok sayıda yorulmadan çalışan insana rastlamadım… New York’ta ya da Şikago’da Amerikan çalışma temposunu bulamadıysam da Moskova’da buldum.’ Doğru bir gözlem, aynen böyle idi!

… Başka bir deyişle, hayat tarzı Bolşevik zahitlik (dünya nimetlerine önem vermeyiş -ç.n.) ve püritanizmle belirlenen Stalin, aparatın dizginlerini sıkı tutuyordu, hayatın sayısız cazibelerinin yöneticilerin emek üretkenliğini azaltacağını, sıradan insanların onlara ve dolayısıyla partiye olan güvenini sarsacağını ve ülkemizde çok şeyin buna bağlı olduğunu -zamanla görüldüğü gibi haklı olarak- düşünüyordu.” (sf. 73-75)

DEVRİMCİ ÇALMA TARZI

Burjuva kafası, çizilen bu tablodan bambaşka sonuçlar çıkartabilir; örneğin Stalin’in hayat tarzındaki “Bolşevik zahitlik ve püritanizm”i, onun çocukluk yıllarındaki manastır eğitimiyle ilişkilendirebilir vb. Bir Marksist ise, bu tablodaki nesnel ilişkiyi kavrar; yani bir nesnel ilişkinin her ayrı bir duruma göre farklılaşabilen biçimlerini değil, ilişkinin kendisini ve doğasını özümsemeye çalışır.

Nitekim, Benediktov’un birkaç yerde tekrarladığı bir cümle var; der ki, “Stalin genellikle işin gereğinden yola çıkardı”! İşte bu husus, bugün de devrimci çalışmanın felsefesi ve ruhunun anahtarıdır.

Hangi iş üstlenilirse üstlenilsin, her işin, görevin, çalışmanın kendine dair ve işten işe değişen gerekleri vardır. Ama değişmeyen, işle gereği arasındaki ilişkidir. Bir işin gereğinden hareket etmek demek, amaç-araç birliği temelinde çalışmak demektir. Yani amacın; aracın seçimi ve şekillenmesine damgasını vurması ve bu aracın da amaca uygun bir biçimde kullanılmasıdır.

Her çalışma, özünde, somut bir amaç saptaması ve ilanıdır. Tersi değildir, yani çalışmak amaç değildir! Çalışmalardaki formalizmin ana kaynağı, çalışmaların nedeni ve amacının çalışmanın nasılına (gereklerine) damgasını vuramamasıdır. Bu, aynı zamanda, bir perspektif daralmasıdır.

Zira, çalışmada formalizm, o çalışmada genel bağıntının kopması, bir yerde amaçsızlaşması demektir. Formalizm, bir yerde, çalışmanın yapılmasına rağmen yapılmaması halidir (Bu açıdan Benediktov’un fuar örneği ve Stalin’in eleştirisi çok öğretici bir örnektir. Bkz. sf. 24).

İşin gereği, amaca olabilen en ileri düzeyde hizmet eden nitelikte bir çalışma yürütmektir. Böylesi bir çalışmanın her aşamasında, amaç, çalışmanın her safhasını belirlemeli, şekillendirmeli ve gereklerinin kriterlerini oluşturabilmelidir. Aksi durumda, çalışır, ama, gereğiyle çalışmış sayılmayız, dolayısıyla işin gereğinden de yola çıkmış olmayız!

Benediktov’un, buradaki sorun açısından dikkat çektiği diğer bir husus da, Stalin sonrası dönemde, hayatın (yani genel olarak sınıf mücadelesinin ve somut olarak sosyalist inşanın) talep ettikleriyle, kadrolardan talep edilenler arasındaki ilişkinin bozulmasıdır. Hayatın, çalışmaya talepleri yükseltme görevi koyduğu koşullarda, “kadrolardan talep edilenler”in “azalmaya başladığına” işaret eder.

Denilebilir ki, bu, devrimci bir parti açısından, dün, bugün ve gelecekte de, her zaman kilit bir sorundur. Sınıf mücadelesinin, işçi hareketinin halihazırdaki konumu, ihtiyaç ve gelişiminin ve genel olarak devrimi örgütleme, gerçekleştirme ve sürdürmenin işçi sınıfı partisinden talep ettikleri ile (yani “hayatın talepleri”, ki bunlar hep çok yönlüdürler; ve açıktır ki, bu çok yönlülüğün kapsanması da, ancak parti çalışmasının tam da o dönemdeki doğru halkayı yakalaması suretiyle gerçekleşebilir!), partinin ve çalışmasının, bu taleplerin karşılanması bakımından somut konumu, pratiği, algısı, refleksleri… Bir partinin tarihsel misyonunu yerine getirmesi ve devrimci karakterini kesintisiz yenilemesinin yolu, bu ilişkinin; çalışması ve eyleminin temel kriterini oluşturmasından geçmektedir. Bu ilişkinin belirleyici bir kriter oluşturması, aynı zamanda, “hayatın talepleri”nin doğru okunmasının da güvencesidir. Hatta denilebilir ki, bu ilişki, “hayatın talepleri”ni okuyanların da (parti ve kadroları) “okuma hatasına” düşmemelerinin dayanağıdır.

Benediktov, devlet ve partide bürokratik-hantal bir yapı ve çalışmanın Stalin’in değil, Kruşçev döneminin karakteristik bir özelliği olduğunu söyler. Kapitalizmde; kitlelerin siyaset ve devlet işlerinde devre dışı bırakılması, pasifize edilmesi, pazarın “görünmeyen eli”nin üretimi ve toplumsal yaşamı belirlemesi ne kadar sistemin işleyişinin bir gerekliliğiyse, sosyalizmde bu o kadar tam tersinedir. İşçi sınıfının bilinç ve kültür düzeyinin artması, inisiyatifi ve girişkenliği ve başta devlet işleri olmak üzere toplumsal yaşamın tüm alanlarında etkin rol üstlenmesi olmaksızın, sosyalizm, ne ilerleyebilir, ne de nihayetinde ayakta kalabilir.

Dolayısıyla, ülkenin tüm politik, ekonomik, sosyal karar ve uygulamaları bu amaca ve onun gereklerine odaklanmalıydı. Toplumsal ve ekonomik gelişmişlik bakımından eksiler çoktu, kapatılması gereken mesafe küçük değildi, ama, başarılamaz değildi; tersine, nesnel koşullarda yatılı olanaklar devrimci bir iradeyle, işçi sınıfı davasına şartsız bir adanmışlıkla ve fedakar, disiplinli, yetenekli ve öngörülü bir çalışmayla gerçeğe dönüştürülebilir ve Sovyet işçi sınıfı ve emekçi kitleleri engelleri aşabilir, sosyalizmi kurabilirdi. İşte bu anlamda, “kadrolar her şeyi çözer”di ve “tayin edici”ydiler.

ıktır ki, böylesi bir çalışma (aslında her gerçek devrimci çalışma); tutkusuz, kararsız, eyyamcı ve evet efendimci kişilerle; göreviyle ilişkisi biçimselleşmiş, zayıf kişilikli ve itaatkar “kadro”larla olanaklı değildir. Burjuva propagandanın aksine, Stalin’in kendisinin teşvik ettiği ve liderlik ettiği dönemin karakteristik kadro tipi bu türden değildi. İşinin sorumluluğunu üstlenen, kararlarının arkasında duran, inisiyatifli ve özgüvenli çalışan kadrolara ihtiyaç vardı ve bu türden kadroların partide yükselmesini teşvik edenlerin başında Stalin gelmekteydi. Stalin’in kadro politikasını ayırdeden diğer bir özellik de, gençliğe önem vermesi ve genç kadroların ileri görevlere getirilmesinde özel bir çaba içerisinde olmasıdır. Kruşçev döneminde itaatkar, eyyamcı, evet efendimci yönetici kadroların hızla çoğaldığına dikkat çeken Benediktov, gençlik konusunda şunları belirtir: “Stalin zamanında Sovyet hükümeti, üyelerinin yaş ortalamasıısından neredeyse dünyanın en genç hükümetiydi. Örneğin ben, 35 yaşımda SSCB tarım halk komiseri atandım ve bu istisna olmaktan ziyade kuraldı.” (sf. 17)

Stalin’in kadroların tayin ediciliğiyle ilgili vurgusunu, Benediktov da söyleşinin birçok yerinde tekrarlıyor. Ve bu fikirden yola çıkarak şöyle kıyaslamalarda bulunuyor: “Kruşçev, Stalin değildi. Kötü kaptan en iyi gemiyi karaya oturtmaya yeteneklidir. Böyle de oldu. Kaptanlarımız önce verilen tempoyu yitirerek rotadan çıktılar, daha sonra bir uçtan ötekine savruldular ve en sonunda dümeni hepten elden kaçırarak ekonomiyi çıkmaza soktular.” (sf. 12)

Ancak, bu genel doğru, söyleşinin ilerleyen bölümlerinde giderek sübjektivist bir boyut kazanıyor onun yaklaşımında. Benediktov, söyleşinin sonlarına doğru, gazetecinin “devletimizin başarılı gelişiminin temel koşulu nedir?” sorusunu şöyle yanıtlıyor: “Yetkin ve yetenekli bir yönetimin mevcudiyeti. Ülkede yöneticiler nasılsa işler de öyle gidecektir.” (sf. 100) Birkaç sayfa sonra tam ne kastettiğini açıklıyor: “Yetkin bir yönetim ülkenin gelişimini keskince hızlandırırken, yetkin olmayanı ise aynı ölçüde keskince onu frenler ve hatta geriye döndürür. Stalin birincisini kanıtladı, Kruşçev ikincisini. Her şey özü itibariyle bir ara rejim olan bugünkü yönetimin yerine kimin geleceğine bağlıdır. Stalin ve takımı gelirse – öyle adımlarla ilerleriz ki on-on beş yıl içinde o övülen Amerika dahil herkes geride kalır. Fakat eğer Kruşçev tipi küçük burjuva mayasını almış yöneticiler gelirse, kötü olacak. Ülkemiz ikinci bir Kruşçev’e dayanamaz. Düzen kötü ya da devlet zayıf olduğu için de değil. İşe yaramaz kaptan, en çağdaş gemiyi kayalara vurup parçalamaya muktedirdir. Dümeni elden bırakması yeterlidir.” (sf. 103)

Gerçek şuydu ki, 1970’lerin sonunda gemi çoktan karaya oturmuştu! Karaya oturtulmuş bir gemi gerçeği karşısında, yeni ve daha iyi bir kaptan tartışması artık naif bir sübjektivizmdir. Başka bir ifadeyle, sorun artık, “Stalin ve takımı” geldiğinde ne olacağı değil; sorun öncelikle, o dönemde ülke yönetimine böyle bir “takımın” gelmesinin koşullarının bir kere olup olmadığı ve/veya bu koşulların doğması için ne tür bir mücadelenin o yıllarda gerekli olduğuydu. Aksi takdirde, “Stalin ve takımı”nın ülke yönetiminden uzaklaştırılmış olması gerçeğine de bir anlam verilemezdi. Bu anlamsızsa, bu “takımın” gelmesinin de özel bir anlamı olamazdı. Kısacası Benediktov’un, “her şeyi kadrolar çözer” önermesi, artık karşılığı olmayan bir durumu varsayması itibariyle, sübjektivist bir önermeye dönüşştür.

Devrimci kadroların tayin ediciliği, bir an için bile onların ideolojik-politik niteliklerinden soyutlanamaz. Bu yapıldığında, geriye kalan, onların mesleki/teknik yetkinliği ve yeteneğidir. Bu durumda ama beliren sorun açıktır: Yetenekli ve yetkin irade; neyin, hangi sınıfın ya da politikanın iradesi olacaktır?

Evet, kadrolar her şeyi çözer, ama, doğru bir politika izlendiğinde çözer! Doğru politika ise, bu durumda, nesnel koşulların işçi sınıfının çıkarları ve tarihsel misyonu doğrultusunda çok yönlü ve Marksist bir tahlilini gerektirir. Bunun yokluğunda, kadrolar hiçbir şey çözmez ya da tersinden söyleyecek olursak; bunun yokluğunda, kadroların öncelikle çözmesi gereken böyle bir politikanın partide (ve tabii ki devlette de) egemen olmasıdır.

Kaldı ki, evrensel kadrolar yoktur. Yetenek, kapasite, tecrübe, birikim vb. şeyler, her zaman somuttur ve görece sınırlıdırlar hep. İşin somutluğundan kaçınılmaz olarak beliren bu sınırlılıkları aşmanın ve kadrolardaki yeteneklerin belirlenmiş amaçlarla doğrultusunda etkin kullanılabilinmesinin güvencesi, partidir. Parti, evrenselliği temsil eder.

Hiç şüphesiz, devrimci irade şarttır; ancak sübjektivist, kendinde menkul iradecilikle de asla karıştırılmamalıdır. Kadrolar; tutku, fedakarlık, disiplin ve kararlılığın yanı sıra, yetenek, kapasite, pratik tecrübe ve teorik birikim… evet, bu haslet ve nitelikleri sayesinde, gerçekten de imkansız görüneni başarırlar. Ancak, başardıkları şeyleri, maddi koşullarında başarırlar. Maddi koşulları yoktan var edemezler. Dolayısıyla, kadroları, olanaksız görüneni başarır hale getiren, hem maddi ve hem de öznel koşulları iyi ve derinlemesine değerlendirmeleridir. Kadrolar da, belirli maddi şartlarca koşullanmış öznelerdir, ancak onları ayırt eden; olanda salt olanı değil, olgu ve olayların gelişme doğrultusunda olabilir olanı da ve bu olabilir olanı olur haline getirebilmenin (teorik-pratik) gereklerini görme ve bu gereklerin, halihazırdaki pratiği değiştirmede dayanak rolünü oynamalarını sağlayacak bir örgütsel ve manevi ilişkiyi, sürmekte olan çalışmanın ruhu yapabilme maharetidir.

Bu bağlamda diyebiliriz ki, genel olarak sınıf mücadelelerin, özel olarak da işçi sınıfının mücadelesinin sunduğu olanakların gerçekleşmesi, devrimci iradeyle yürütülen bir çalışmayı gerektirir. Olanakları değerlendirmeyi dert edinmeyen bir çalışma da nihayetinde devrimci olamaz.

TARİH MÜHENDİSLİĞİ…

İnsanlar tarihe, işin doğası gereği, hep şimdiki zamandan bakarlar. Ve yine doğası gereği, refleksiyonda bulunarak yaparlar bunu. Burada ama, Marks ve Engels’in “Alman İdeolojisi”nde dikkat çektikleri önemli bir “ayrıntı” vardır: Refleksiyon (düşünüp taşınma), insana bir oyun oynar. İnsanın ve düşüncesinden bağımsız objektif bir gerçekliğin var olduğu bir an için dahi unutulduğunda, “dünya ilişkileri”nin, refleksiyonun bir eseri olduğu hissi doğar. Bu, bir yere kadar öyledir de! Refleksiyon, gerçekten de “dünya ilişkileri”ni kafa üstü gösterir. Zira, refleksiyonda bu ilişkiler, refleksiyonun ürünüdürler.

İşte bu “ayrıntı” atlanıldığında, gerçek ilişkiler, nesnel olgular; refleksiyon yoluyla edinilen kategorilerin varlık biçimlerine dönüşürler. Düşünürün düşüncesi, gerçek dünyanın temeli haline gelir. Felsefi düşünce, kendisine tekabül eden gerçekliği yaratır. Bu spekülatif yöntem tarihe uygulandığında; bilincin/düşüncelerin tarihini; insanın tarihi ve böylelikle de gerçek tarihin kendisi olarak açıklamak işten bile değildir.

Bilimsel sosyalizmin kurucuları, bu nedenle, tarihin felsefesinin Hegel’de, felsefenin tarihi (Hegel’in felsefesinin tarihi!) olduğunu vurgularlar. Onda, spekülatif düşünce, soyut tahayyül; tarihin sürükleyici gücüne ve bu yolla da tarih, salt felsefenin tarihine dönüşür. Hegel’de, tarihte, son tahlilde kendisini ortaya koyanın ve gerçekleşenin “mutlak tin”olması da bundandır.

Gerçek tarih, düşüncelerin tarihinin asıl temeli olmasına karşın, spekülatif düşünce, dönüp gerçek tarihi, kendisinin ete kemiğe bürünmesinin aracı olarak değerlendirir. Ve bunu yaptığı oranda, daha sonraki tarihsel olguyu, daha öncekinin nedeni, yaratıcısı olarak kavrar. İşte esasta idealizmin kaynaklık ettiği ve tüm sübjektivist yaklaşımların şu veya bu ölçüde etkisi altında kaldığı tarih mühendisliği böyle bir şeydir. Böylelikle ama, tarihin kendisine ayrı bir amaç yüklenmiş olur, tarih; “başka kişilerin yanında başka bir kişi” özelliğini kazanır. Oysa tarih, kendinden menkul, ayrı bir “kişi” ya da “özne” değildir. Bugünkü bilgi ve bilincimizle tarihe bakabilir, oradan dersler çıkartabiliriz, ama bunu yaparken, bugünün nesnel olgu ve sonuçlarını tarihteki olayların nedeni ya da amaçlarına dönüştürme yanılsamasından da sakınmalıyız!

Benediktov ile söyleşi bu bakımdan da öğreticidir. Söyleşide Benediktov, Lenin’den şöyle bir alıntı yapar: “Tek tek olgulara değil, fakat incelenen sorunla ilgili bütün olgulara, tek bir istisna olmaksızın bakmak gerekir”. Lenin burada, “bir bütün olarak tarihsel olayların nesnel bağları ve karşılıklı bağımlılıkları”nı göz önünde bulundurmanın gerekliliğini vurgulamaktadır (sf. 52).

Bu gereklidir, çünkü her dönemin kendine özgü koşulları vardır. Her dönem aynı zamanda “bireysel bir durumdur” (Hegel). Öylesine ki, onun hakkındaki değerlendirme onun içinden yapılmak zorundadır. Öte yandan ama, toplumların gelişmesinin de belirli yasaları vardır. Nasıl ki, her dönemin “bireysel bir durumu” oluşturması toplumların gelişmesinin yasalarını ortadan kaldırmıyorsa, aynı şekilde bu yasaların varlığı da her dönemin kendi “bireysel”liğini ortadan kaldırmaz. Aslında bu ikisi, farklı ama, ayrı şeyler değildir. Maharet burada, “bireysel” olanda, genel yasaların belirleyici etkisini ve rolünü görebilmektedir.

Tarih mühendisliğinin yanılsamalarından sıyrılmaksızın hiçbir tarihsel dönem, ama özellikle de Stalin liderliğindeki Sovyet dönemi doğru kavranılamaz. Aksi durumda; ne genç Sovyet insanının liderini kutsaması anlaşılabilir, ne Sovyet aydınının bir Batılı aydının “esaret” diye damgaladığı ilişkileri özgürlüğün kazanımları olarak görmesine anlam verilebilir, ne de yeni bir uygarlık yaratan bu toplumda hümanizm ile zorun yan yanalığındaki nedensellik kavranılabilir.

Okur söyleşide ilerledikçe, piyasada şu veya bu konuda ileri sürülen iddia ile o dönemin bir tanığının dönemin içinden bizzat anlattıkları arasındaki devasa farkı, dahası, soyut/kaba iddiaların somutlaştırılması oranında nasıl buharlaştıklarını görecektir.

OLGUCULUKTAN SÜBJEKTİVİZME…

Bilindiği gibi, idealist felsefenin tarihin ve toplumun bütünlüğünü kendi soyut ilkelerine dayandırarak oluşturma çabaları, bizzat kapitalist sistemin uzlaşmaz nesnel çelişkileri tarafından boşa çıkartıldı. Burjuva ideolojisinin ilke ve normları ile kapitalizmin; kitlesel işsizlik, açlık, mutlak yoksulluk, kriz, savaşlar gibi olgularla karakterize olan toplumsal gerçekliği arasında büyük bir uçurumun açılması, başka şeylerin yanı sıra, bu ilkelere en çok umut bağlayan küçük burjuvazinin merkezinde bulunduğu bir dizi idealist-sübjektivist ideolojik akımların peydahlanmasına neden oldu. Almanya’da 19. yüzyılın radikal genç-hegelci “hakiki sosyalistleri”nden Nietzsche’ye, Sartre’dan Marcuse’a kadar uzanan, yelpazesi oldukça geniş ideolojik bir reaksiyondu bu.

Sübjektivist akımların ortak özelliği, “dünya ilişkileri”ne idealist bir temelden bakmalarıdır. Düşüncelerine tekabül etmeyen gerçekliği mahkum eder, gerektiğinde de reddederler! Onlar sorunu, düşüncelerinin gerçekliğe uymamasında değil, tersine gerçekliğin düşüncelerine uymamasında görürler. Kendilerinden değil, gerçeklikten şüphelenirler; ve onu spekülatif “düzeltirler”, ta ki kitabına uygun hale getirene kadar. İster tarih, isterse şimdiki zaman olsun, bu akımların temsilcisi her aşamada “mühendis”tir! Tasarımı iradesine, iradesi tasarımına bağlıdır! Sübjektivistler için tarih, teorik tezlerinin kanıtlanmasına hizmet etmek için vardır; teorilerinin “tüketim eylemi” (Marks) içindir tarih. Tarihi, ayrı, metafizik bir özne olarak kavrarlar, zira genel olarak özneyi yükleme dönüştürmektedirler.

Bu bakımdan, çarpıcı bir örnek olarak, Kemal Okuyan’ın Yazılama yayınevinin aynı dizisinde çıkan “Sovyetler Birliği’nin Çözülüşü Üzerine Anti-tezler” adlı kitabı verilebilir. Okuyan, her ne kadar “Sovyetler Birliği’ne ‘çözülüş‘ eksenli sağlam bir yaklaşım geliştir”diğini belirtse de, kitabının bu mütevazi yaklaşımını dahi haklı çıkartmadığını belirtmek gerekir. Muhtelif tezlere “anti-tezler”le karşı çıkmayı maharetin kendisi sayan ve dolayısıyla “anti-tezler”ini herhangi bir biçimde temellendirme derdi de olmayan Okuyan’ın kitabından burada söz etmemizin tek nedeni, kitaba ruhunu veren sübjektivizmidir. Savunduğu sosyalizm anlayışı, “çözülüşe” ilişkin yer yer evlere şenlik çözümlemeleri, tarihi kitabına uydurma çabaları vb. konularda söylenecek çok şey olsa da, burada önemli olan, onun “anti-tezler”ine ruhunu veren şu türden sübjektivist yaklaşımlarıdır: “Devrimin sosyalizmi arayışı” (sf. 16); “sosyalist kuruluş sürecinin ekonominin belirleyiciliğine karşı girişilmiş çok özel bir iradi müdahale olduğu” (sf. 25); “planlı bir ekonomi, ideolojik bir ekonomidir” (sf. 51); “sosyalist kuruluş ise, ekonomi politiğin doğasına aykırıdır” (sf. 85) vb. vb..

İnsan bir an için kuşkuya kapılmıyor değil, belki de Okuyan sadece “edebiyat parçalamak” istemiştir diye. Yoksa nasıl, devrim sosyalizmi arayacak? Devrim, arayıştaki bir özne mi? O zaman, sosyalizmi bulduğunda devrim, özne olarak, yükleme mi dönüşş oluyor? Yani, sosyalizm, kapitalizmin nesnel uzlaşmaz çelişkilerince koşullanan belirli ve kaçınılmaz bir tarihsel nesnel olay değil de, salt devrim kategorisinin bir varlık biçimi mi?

“Planlı bir ekonomi, ideolojik bir ekonomidir”! Öyle olmalı, zira aksi durumda sosyalist kuruluş da “ekonomi politiğin doğasına aykırı” olamazdı. Dese ki, planlı ekonomi, ‘kapitalizmin ekonomi politiğinin doğasına aykırıdır’, o zaman bir anlamı olurdu bu cümlesinin. Ama hayır, “ekonomi politiğin doğasına aykırıdır” diyor. Öyleyse, liberal ekonomistler haklı! Onlar da zaten böyle demiyorlar mı? Sosyalist kuruluş ekonomi politiğin doğasına aykırı ise, ve ama ekonomisi olmayan bir sosyalizm de düşünülemeyeceğine göre, nasıl olacak bu kuruluş? Doğaya aykırı olarak! Evet, sübjektivizm için bu hiçbir problem oluşturmaz; o iradesiyle, ekonominin yasalarına aykırı da olsa, kendi “ideolojik ekonomisi”ni inşa eder! Zaten işin içine Okuyan gibi bir “sosyalist” girdiğinde, “ekonominin belirleyiciliği”nden de eser kalmaz, çünkü o bu “belirleyiciliğe” karşı “çok özel bir iradi müdahale”ye girişir!

Kitabında; ülkenin başlangıçtaki geri ekonomik koşulları, savaşın çok yönlü tahribatları, ekonomide orantılılık, işbölümü, köylülük, değer yasası… gibi, bazı nesnel faktörlere ilişkin tavrı, adeta ‘geç bunları‘ havasında! Tüm mesele, “gerekli ideolojik silkiniş”in gerçekleştirilmemesiymiş; “asıl sorun”, “SBKP’nin perspektifsizliği” imiş! “Neden SB’de yeni insan eski düzene yenil”miş? “Çok ama çok basit… Bu kitapta onca anti-tezin arasında hep kendisini hissettiren temel gerçek nedeniyle: Sovyet insanı mücadele etmeyi unut”muş! Okuyan böylelikle, güya, sosyalizmin inşasında ve gelişmesinde öznel faktörlerin olağanüstü öneminin altını çiziyor. Bunun için ama, sübjektivizme düşmeye; özneyi tarihsel koşullardan soyutlamaya ve tarihi de öznenin “tüketim eylemi”ne indirgemeye ne gerek var?

Bilinir ki, öznenin belirleyiciliği her zaman görecelidir. Neye görece? Tarihsel nesnel koşullara görece! Peki, Okuyan’ın “gerekli ideolojik silkiniş”in bir belirlenimi yok mu? “Gerekli”liliği nasıl ve neye göre saptayabileceğiz? Aslında varlığı itibariyle kendisi, aynı zamanda bir “perspektif”i teşkil eden SBKP, nasıl “perspektifsiz”leşebilir ki? Perspektifi “perspektifsizlik”ti desek, yine bunu somutlaştırmamız, belirlenimlerini belirlememiz gerekmez mi? Mücadele etmek unutulabilir mi? Yanlış ya da az mücadele edilebilir veya hiç mücadele edilmeyebilir ama, unutulmaz! Aslında buradaki “unut”ma bile, unutma olamaz. Olsa olsa unutmak istemedir (kişiler kadar toplumlar da kendilerini kandırabilirler kuşkusuz) ya da SBKP’nin unutturmak istemesidir. Öyle veya böyle, bu istek ama, gaipten, durduk yerde gelmiş olamaz, yine somut ve belirli nedenlerini bilmemiz gerekecek. Başka bir deyişle, Okuyan; öznesinden yola çıkıyor, nesnesiz özneyi saptıyor ve bu özneyi kendi öznesinin nesnesi yapıyor! Bir türlü ama, somut ve gerçek tarihe “inmiyor”! Hegel’in tabiriyle, “hiçten hiçle hiçe” varıyor! Görüyoruz ki, SB’deki “çözülüşşöyle dursun, bu sübjektivizmi bile, “çok ama çok basit” değil! Bir Marksistin ama ayakları yere basmalı! Marksistler olgucu olmadıkları gibi, sübjektivist de değillerdir!

Benediktov’un, “iliklerine kadar gerçekçi” dediği Stalin’in, döneminde izlediği politikalarını karakterize eden derin gerçekçilik ile Kruşçev’in “solcu ileri fırlamacılığı” ve “küçük burjuva heyecan”larına ilişkin anlattıkları bu bakımdan da öğretici ve çarpıcıdır kuşkusuz. Ve aynı şekilde, Stalin’in SB’deki ekonomi tartışmalarında nesnel yasaların görmezden gelinemeyeceği dair vurgusunun da ne kadar haklı ve yerinde olduğunu bir kez daha göstermektedir bize.

Küçük burjuva ideolog ve liderlerde, olguculuktan sübjektivizme, sübjektivizmden olguculuğa gelgitler karakteristiktir. Tarihsel kritik dönemeçlerde, duruma göre, olanı kutsamaktan olanı reddetmeye varan (ve tersi) savrulmalar, küçük burjuvazinin tipik ideolojik refleksleridir ve kuşkusuz bu gelgitliğin toplumsal kökü, onun genel olarak iki büyük sınıfın, burjuvazi ile işçi sınıfının arasında kalmışlığında aranmalıdır.

Aslında Kruşçev ve ardıllarının pratiği de, bu gerçeğin çarpıcı tarihsel örneklerini kendi özgünlüğü içinde sunmaktadır. Benediktov’un anlattıklarıysa, bütünlüğü içinde okunup değerlendirildiğinde, revizyonistlerin umduklarının aksine, onların; ne geçmişteki olguculuklarını, ne bugünkü sübjektivist eğilimlerini ve ne de SB’ni değerlendirirken başvurdukları tarih mühendisliği yöntemlerini doğrulamaktadır.

TARİHTEN SORUMLULUKLA ÖĞRENMEK…

Bilindiği üzere, SB yıkıldıktan sonra, modern revizyonist mihrak çeşitli akımlara bölündü. Önemli bir kısmı tasfiye oldu ya da açıktan sosyal demokrat partilere dönüştü, diğer kısmı da parti olarak kimliklerini korumayı başararak yollarına devam edebildi. Sonuncular arasında da, kendisini esasında sağ ve sol oportünizm olarak gösteren fiili bir ayrışma yaşandı, bazılarında bu ayrışma süreci parti içinde sürmektedir.

İstisnalar olmakla birlikte, bugünkü revizyonist mihrak uluslararası işçi hareketinde tayin edici bir rol oynamamaktadır. Öte yandan ama, özellikle de revizyonist mihrakın sol oportünist eğilimini temsil edenlerinin bu amaçla yeniden toparlanmaya çalıştıkları görülmektedir. Bu mihraktan gelme sol söylemli partiler (başta da KKE olmak üzere), Kruşçev ve ardıllarının revizyonizmini yakın zamana kadar savunmuş olmaları gerçeğinden, kendi küçük burjuva ideolojisinin sureti olan bir tarih ve sosyalizm anlayışıyla kurtulmaya çalışmaktadırlar. Kruşçev ve ardıllarını, sol oportünist bir mevziden “mahkum” ederek tarihsel sorumluluklarını yerine getirdiklerini sanmaktadırlar.

Şüphesiz, buradaki sorun asla, bir tarihsel dönemle ilgili soyut tarih ya da “kim haklı/haksızdı” tartışması yapmak değildir. Bununla birlikte vurgulanmalıdır ki, yenilginin dersleri; SB’de yaşanan süreçte rol oynayanların çizgi ve pratiklerinin, günümüz sınıf mücadelesinin talepleri açısından herhangi bağlayıcı bir sonucu olmayan dar ve soyut ideolojik bir eleştirisiyle de sınırlanamaz. Hele, Kruşçev’den açık çöküşe kadarki süreci bağnazca savunmuş olanların son yıllarda yapmaya çalıştığı gibi, eleştiriyi oportünist bir eksene; yani Kruşçev ve ardıllarının revizyonizmini biçimsel bir eleştiriyle ve bunu da olduğu kadar Stalin döneminden temellendirerek açıklamaya dayandırılamaz. Böyle yapmakla, salt işçi sınıfı sosyalizminin bugünkü kuşaklar açısından derinlemesine bir kavranışı zorlaştırılmış olmaz, aynı zamanda, yüz yüze olduğumuz sorumluluğun gerçek tarihsel boyutu da gölgelenmiş olur. Gerçek o ki, SB’de yaklaşık 40 yıl iktidarda olan modern revizyonizmin, uluslararası işçi sınıfının dünya görüşü ve dolayısıyla mücadele pratiği üzerindeki tahribatı çok yönlü ve derin olmuştur. Bu bakımdan, tarihteki yenilginin sınıfın bugünü ve dolayısıyla geleceği açısından taşıdığı derin anlam, bu yenilginin yol açtığı köklü tahribatları ciddi ve tarihsel bir sorumlulukla ortaya koymak ve bunların aşılması için işçi sınıfının tarihsel misyonunun gereklerinden başka hiçbir şeyi gözetmeyen bir mücadeleyi geliştirmektir.

Dolayısıyla bugünkü sorun; işçi sınıfının yeni kuşağının ne türden bir tarih ve sosyalizm anlayışına, ne türden bir sınıf politikasına, ne türden bir parti çalışması ve kadro tipine kazanılacağı sorunudur. Dünya işçi sınıfı, tarihsel misyonunun ilk büyük eyleminden yenilgiyle çıkmıştır, ama, tarih bitmemiştir. Önemli olan, ileri ve sınıf bilinçli işçilerin bugünkü kuşağının, elindeki bu devasa tarihsel deneyimden doğru sonuçlar çıkartması ve işçi sınıfının değil de kendi teorisinin kurtuluşu derdinde olan tüm oportünist tezlere sırtını dönmesidir. Bu, hiç şüphesiz, bu mihrakın da saflarında bulunan devrimci ileri işçilerin gözetmesi, duyarlı olması gereken bir husustur.

Fakat, bugün ileri ve sınıf bilinçli işçilerin, işçi sınıfının tarihinden doğru dersler çıkartması başka bir açıdan da önemlidir. Bu gereklilik bugün asıl anlamını, uluslararası işçi hareketinin genel olarak bir “nekahat dönemi”ne giriyor olmasında bulmaktadır. Gidişattaki bu özellik dikkate alındığında, girmekte olduğumuz sürecin, uluslararası işçi sınıfının genel olarak yeniden partileşmesi süreci olduğu görülecektir. Tek tek ülkelerde işçi sınıfı partilerinin bulunması, sürecin vurgulanan bu genel karakteristiğini ortadan kaldırmamaktadır. Tersine; bu süreç, var olan devrimci işçi partileri açısından da, sınıf mücadelelerin bu yeni tarihsel döneminde, kendilerini bir tür yeniden inşa etmeleri anlamını taşımaktadır. Bunun esasta, büyük tarihsel deneyimler ve mücadelenin güncel talepleri temelinde gerçekleşebileceği açık olsa gerek.

Benediktov’la söyleşinin belirtilen bağıntılar içerisinde okunmasının özel bir önemi olduğunu düşünüyoruz. Tarihten ders çıkarmanın zorluğu, “her dönemin çok bireysel bir durum” oluşudur elbette. Bu zorluk, ama, aynı zamanda, bu görevin üstesinden gelmenin imkanını da sunar. Burada ihtiyacı duyulacak bütünlüklü bağıntı, diyalektik ve tarihsel materyalizm kılavuzluğunda kurulduğu sürece, ne dönemin bireyselliği, ne de bireysel olanın dönemselliği gözardı edilmiş olunacaktır.

Tarihten çıkartılabilecek derslerin düzeyi, neticede, içinde bulunulan dönemin tarihsel sorumluluklarının ne derece bilincinde olunduğuna bağlıdır. Bu bağ ne denli kuvvetliyse, tarihin günümüze tutabileceği ışık da o kadar güçlü olacaktır. İşçi sınıfının tarihsel misyonu karşısında sorumluluğun bulunmadığı yerde, tarihten devrimci sonuçlar da çıkartılamayacaktır.

8 Mart’ın 100. Yılında Taleplerimiz Hâlâ Güncel

8 Mart’ın ilan edilişinin üzerinden 100 yıl geçti. 14-16 saatlik çalışma sürelerine, iş kazalarının ve yaygın meslek hastalıklarının olağanlaştırıldığı çalışma koşullarına, kadınlara dayatılan sefalete ve aşağılanmaya karşı kadınların başkaldırısının üzerinden neredeyse 150 yıl geçti. Ne yazıktır ki, 21. YY’da, dünyada kadınların, istihdamda, çalışma koşullarında, sağlık ve eğitim hizmetlerinde, siyasette,  sosyal ve kültürel değerlerdeki yaklaşımlarda, toplumsal konumunda yaşadığı sorunlar o dönemden bugüne fazlaca bir değişiklik göstermemiştir. Bu nedenle, özellikle 8 Mart’ın 100. yılında bu sorunları hala konuşuyor olmak üzücü. Ama, “Kadınların eşitliği ve özgürlüğü için verilen mücadelede komünistlerin görevi” başlığı ile sosyalistlerin yürüteceği tartışma, günümüz kadın hareketi içinde bir o kadar önemli olacaktır.

DÜNYA ÖLÇEĞİNDE KADININ EŞİTSİZ DURUMU DEVAM EDİYOR

Dünya ölçeğinde kadınların istihdam alanında karşılaştığı sorunlar ülkeden ülkeye değişmekle birlikte, kadınların aleyhine olan durum devam etmektedir. Kadınlar için en temel eşitsizlik alanları işgücüne katılım, istihdam, işsizlik, eğitim ve sağlık hizmetlerine erişimde kendini göstermektedir. Sadece krizin derinden hissedildiği 2009 yılına baksak bile çarpıcı rakamlar ortaya çıkmaktadır. İşgücüne katılım oranları, 2009 yılında erkekler için aynı kalarak %64,7 olarak gerçekleşirken, kadınların oranı 1 puan azalarak %51,6’ya gerilemiştir. İstihdam oranları 2009 yılında erkeklerde %72,8 kadınlarda %48 olarak gerçekleşmiştir. İstihdam oranları genelde düşme göstermiş, ama kadın istihdamında düşme daha fazla olmuştur. İşsizlik oranında ise seviye 2009 yılında işsizlik oranı erkekler için 7 puan artarak %6,3 olurken, kadınlar için 9 puan artarak %7 olmuştur.

Korunmasız istihdam alanlarında; 2009 yılında %49,4 erkek, %52,3 kadın istihdam edilmiştir. Kadınların makus kaderi, korunmasız istihdam alanında da devam etmiştir.

Kriz koşullarında, krizin yükü işçilerin ve emekçilerin üzerine yıkılırken, toplumun en alt sıralarında yer alan kadınlar yükün en ağırını çekmektedir. İşten atmalar ve gelen zamlarla artan yoksulluğun kadınlara etkisi yakıcı olarak görünmektedir. Kayıt dışı sektörlerde çalışanların %65’i kadındır. Mülksüz kadın oranı %80,  çalışmayan genç nüfusun ise %88’i kadındır.

KADININ EŞİTSİZLİK VE ÇİFTE SÖMÜRÜ DURUMU, TÜRKİYE’DE DE VARLIĞINI SÜRDÜRÜYOR

İşgücüne katılım, istihdam, işsizlik oranları, şiddet, çatışma ortamları ve yoksulluk kadının eşitsiz halini artırarak devam ettiriyor. Dünya Ekonomik Forumu, Küresel Toplumsal Cinsiyet Uçurumu Raporunda, Türkiye dünya sıralamasında; 2006 yılında farklılığın en derin olduğu 11 ülke içerisinde yer alırken, krizin derinleştiği 2009 yılına geldiğinde, sıralamada ülkemizin yeri, farklılığın en derin olduğu 6. ülke olarak değişmiştir.

İşgücüne katılım oranları son yirmi yılda kadınlarda %28 azalırken, erkeklerde %12.4 azalma olmuştur. Yine son 20 yılda kadın istihdam oranı %31,8 azalırken, erkek istihdam oranları da %18 azalmıştır.

Kadın işsizlik oranları ’89-’99 arası azalma eğilimi gösterirken, (1989 yılında kadınlar için işsizlik oranı %9,5 iken 1999’da %7,6’ya düşmüş) 2 krizin yaşandığı 1999-2009 arası artmıştır. 2009 yılında kadın işsizlik oranı %14,3 e yükselmiştir. Son yirmi yılda kadın işsizlik oranı %50,5 artış göstermiştir. Kuşkusuz krizin etkilerinin daha derin yaşandığı 2009 yılında işsizlik oranının artışında yaşanan patlama, kadın ve erkek emekçilerin yaşamını cendere altına almıştır. Ama rakamlarda gösteriyor ki, kadının mağduriyeti katmerleşmektedir.

EĞİTİMDE EŞİTSİZLİK SÜRÜYOR

Eğitimde; kadın ve erkek arasındaki farkın azalmasında olumlu gelişmeler yaşanmakla birlikte, eğitim düzeyi yükseldikçe kadınların eğitime katılma oranı düşmektedir. Okuma yazma bilmeyen erkek yaklaşık 986.000 iken, kadın sayısı 3.900.000’dir. İlkokul mezunu kadın sayısı, erkelerden fazla olarak 9.277.000 iken, erkeklerin sayısı 8.800.000’dür. Eğitim seviyesi yükseldikçe fark, kadının aleyhine artmaktadır. Yüksekokula geldiğinde fark neredeyse yarıya yakın artmıştır. Yüksek okul mezunu erkek sayısı 2.100.000 iken, kadın sayısı 1.300.000 olmuştur. Eğitim hizmetlerinin paralı hale getirilmesi ile bu eşitsizlik derinleşmektedir. Bizim gibi gelenekçi toplumlarda, ekonomik gelirlerin azalması ile eğitimde bir tasarruf yapılacaksa, bu kız çocuklarından yapılacaktır. Devlet nezdinde; kız çocuklarının okula gönderilmesi için özel teşvik projeleri olurken; diğer yandan, eğitim paralı hale getirilerek emekçi çocukları, özellikle de kız çocukları okuldan uzaklaştırılmış olmaktadır.

SAĞLIK HİZMETLERİNDE KADINLAR DAHA ÇOK MAĞDUR

Sağlık hizmetlerine ilişkin verilerde, kadının aleyhine bir eşitsizliğin olduğunu göstermektedir. 2008 verileri; 15 ve daha yukarı yaştaki bireylerce belirtilen ve teşhis edilen hastalık sorunları, daha çok sağlık sorunlarını, kadınların yaşadığını göstermektedir. Yine engellilik halinde de durum kadınların aleyhinedir. Belirtilen sağlık sorunlarında kadınların oranı %21,98 iken, bu oran erkeklerde %12,22’dir. Teşhis edilen hastalıklarda kadınların oranı %17,5 iken, erkeklerin oranı % 9,12’dir.

Kamuda yeniden yapılanma kapsamında sağlık alanında yapılan düzenlemeler, genel olarak halk sağlığını olumsuz etkilerken, kadın ve çocuk sağlığı açısından durum daha da kötüleşecektir. Gebelik takibi, çocuk ve doğum ölümlerinde kısmi iyileşmeler yaşanmıştır. Ancak liberalleşme politikaları ile durum tersine döneceğini sağlık hizmetlerindeki aksamalardan görmekteyiz (yeni doğan bebek ölümleri, salgın hastalıklar vb.).

KADIN EMEĞİ İKİNCİL DURUMUNDAN KURTULMUŞ DEĞİL

Kadın emeği hala ikincil emektir. Kadın emeği, ailenin geçimine yardımcı olmak üzere değerlendirilmektedir. Bu nedenle, kadın emeğinin konumlandığı sektörler, ağırlıklı olarak kayıt dışı sektörler olmaktadır.

Kadın emeğinin yoğunlaştığı tarım, gıda, tekstil ve konfeksiyon sektörlerinin çalışma koşulları, kadın emeğinin de çalışma yaşamı içerisindeki konumuna işaret etmektedir. Tarım işçiliği, ülkemizde ağırlıklı olarak kadınların dahil olduğu alandır ve neredeyse tamamı örgütsüz ve kayıt dışıdır. Düzenli çalışma saatleri yoktur. Çalışma süreleri gün doğumu ve gün batımıdır. Ücretleri çok düşüktür. Ülke ortalaması, günlük 10-15-20 liradır. Barınma koşulları ilkeldir.

Sosyal güvenlik yasalarında hala aile işçiliği tanımı yapılmaktadır. Maalesef aile işçisi sayılanlar, sigortalı sayılmayacaklar kapsamında değerlendirilmektedir. Kadınların aile işçisi olarak sayılacak işlerde çalışıyor olması, sosyal güvence yönünden de kadınların mağduriyeti yasalara geçmiş olmaktadır.Aile içi işçilik olarak değerlendirilen tarım işçiliğinde ve küçük imalathanelerde, ağırlıklı olarak kadın çalıştırılmaktadır ve böylece kadınlar sosyal güvenceden mahrum bırakılmaktadırlar.

SÖZ KONUSU KADIN EMEĞİ OLUNCA KÖLELİK DAHA DA ARTIYOR

Çalışma koşulları bakımından da 21. yüzyılda hala iş kazaları, iş cinayetlerine dönüşmüş durumdadır. 7 Şubat 2006 yılında; Ceylanpınar`da Tigem Çiftliği’nde süt sağım işine giderken, içersinde bulundukları kamyonetin dereye devrilmesi sonucu aralarında 13 yaşında bir kız çocuğunun da bulunduğu 10 işçi boğularak yaşamını yitirdi. Tekstil ve konfeksiyon atölyelerinde çalışanlar, işçi sağlığı ve iş güvenliği kurallarından, örgütlenme ve toplu pazarlık haklarından yoksundurlar. 2005 Aralık ayının son günlerinde Bursa’da bir tekstil atölyesinde çıkan yangında, fabrika kapıları üzerlerine kilitli olduğu için 5 kadın yanarak yaşamını yitirmiştir. Sigortaları ise işverence, cezadan kurtulmak için ölümlerinden sonra yapılmıştır. Yine İstanbul’da tekstil işçisi kadınlardan 7’si kapalı kamyonetlerde taşınırken, yağmur nedeniyle oluşan sel sularına kapılarak yaşamlarını yitirdiler. Bu birkaç örnek bile kadınların çalışma koşulları ve karşılaştıkları riskleri, hak ihlallerini göstermesi bakımından çarpıcıdır. Henüz kadınların, işyerinde uğradıkları tacizleri, hakaretleri ve insanlık dışı tutumları saymadık.

Hükümet yetkilileri, “kriz bizi etkilemez” dedi. Ama ülkemizde, her geçen gün işsizlik rakamları büyümektedir. Dünya Bankası Başkanı bile krizin sonuçlarını itiraf etmiş ve Türkiye’deki toplantı sırasında; “59 milyon kişinin işsiz kalacağını, 30 bin bebek ölümü olacağını, kriz nedeniyle, insanların işsiz kaldığını, hayatların mahvolduğunu, kız çocuklarının okula gidemediğini, çocukların kötü beslendiğini, önümüzdeki yıl 90 milyon insan aşırı yoksulluk içinde yaşayacağını….” söylemiştir. Yine resmi istatistik kurumu rakamlarına göre, 375 000 kişi, kurumun belirlediği 275 TL açlık sınırının altında yaşarken; sendikaların belirlediği 750 TL’lık açlık sınırının altında yaşayanların sayısı 1,5 milyonu aşmaktadır.

KADINA YÖNELİK ŞİDDET ARTARAK DEVAM ETMEKTEDİR

Savaş ve çatışma sürecinde emek sömürüsünün daha da yoğunlaşması, hakim cinsiyetçi toplumsal değerler ve işbölümünün yeniden üretilmesi ve daha da gericileşmesi, kadınların yükünü olağanüstü ağırlaştırmaktadır.

Ülkemizde kimliği hor görülen, dili yasaklanan, çocukları, eşi, kardeşi öldürülen Kürt kadınının; kendi dili ve kimliğiyle var olma, kültürünü geliştirme, anadilinde eğitim, sağlık ve kamu hizmeti alabilmesi imkânsız hale getirilmektedir. Çatışma ortamı, her ulustan ve her kimlikten kadının acı çekmesine neden olmaya devam ediyor.

Kısaca, iç savaşların ve devletlerarası savaşların en acı faturasını hala kadınlar ödüyor. Barış ve demokrasi talebi, anadilde eğitim ve kamu hizmeti talebi, hala kadınların güncel talepleri arasında yer almaktadır.

Her gün yeni kadın cinayetlerine, şiddete, tecavüz haberlerine tanıklık ediyoruz. Ayrıldığı eşin öldürdüğü kadınlar, aile meclis kararları ile öldürülen kadınlar, her gün gazete sayfalarına haber olmaktadır. Daha geçen ay Adıyaman Kahta’da Medine Memi, erkek arkadaşı ile konuştu diye dedesi ve babası tarafından diri diri kümese gömülerek öldürülmüştür. Daha önce de şiddet gören ve emniyet güçlerinden yardım isteyen Medine Memi’ye, Sosyal Hizmet Kurumu işlem yapmış ama korumamıştır. Tıpkı Güldünya gibi, Şemsi Anlak gibi, Saadet Ulus gibi… Ülkemizde, son on yılda kadına yönelik şiddet, yüzde 1400 artmıştır. 2009 ilk yedi ayında 953 kadın cinayeti işlenmiştir. 953 sadece bir rakam değildir. Yaşanmamış, yaşamı yarıda kesilmiş 953 hayattır.

SİYASETTE VE YÖNETİMDE KADININ ADI YOK

Son seçimlerde kadınların meclisteki kadın temsiliyeti %9 olmuştur. Kadın bakan oranı da  %9’dur. Kadın belediye başkanlarında ise durum vahimdir. Oran, %0.9’dur. Belediye Meclis üyeliğinde %4.2, İl Genel Meclisi üyeliğinde ise %3.3’tür. Bu oranlar, son yıllarda DTP ve sonrasında BDP’nin kadınlar lehine yürüttüğü politikalarla artmış halidir. Üst düzey yönetici, bürokrat ve müdürler içerisinde kadınların oranı %9.9 dur. Hâlâ, sadece 4 bankanın genel müdürü kadındır.

PARTİMİZ BU EŞİTSİZ DURUMU KABUL EDEMEZDİ

Kadının ekonomik, sosyal ve kültürel alanda, siyasette, toplumsal yaşamda,  gelenek ve göreneklerde yaşadığı bu eşitsiz durum, partimizin kuruluş sürecinden itibaren dikkat çektiği noktadır. Dolayısı ile kadın cinsinin erkek karşısında tam hak eşitliği sağlanmasını, kadının toplumsal ve politik hayata katılımının her yönden desteklenmesini programına almıştır.

Ayrıca, kadın emeğinin meta olarak kullanılmasının ve kadının cinsel olarak aşağılanmasının önlenmesi, kadın ve erkek emeğinin eşitlenmesi, kadın sağlığına zararlı işlerde çalışmasının yasaklanması, çalışan kadına doğum öncesi ve sonrası yeterli süreyle izin verilmesi, işyerlerinde çocuk bakım odaları, semt ve mahallelerde ücretsiz kreş ve anaokulları açılması, ev kadınına doğum ve çocuk bakım yardımının yapılması, parasız genel sağlık ve yaşlılık bakım sigortası hakkı tanınması vb. gibi kadını toplumsallaştıracak politikaları benimsemiştir. Emek Partisi üyesi kadınların, kadınlara özgü sorunların çözümü ve kadın sorunları ile ilgili çalışmalar yürütmek üzere Kadın Kolu kurulmasını da parti programına almıştır.

Günlük parti faaliyetlerini yürütürken, çalışma yaptığımız alanda kadınların sorunlarına ve taleplerine özel ilgi gösterme, bu sorunlar ve talepler etrafında kadınları harekete geçirme konusunda parti örgütlerimizin sürekli dikkatleri çekilmektedir. İstanbul, İzmir, Balıkesir, Dersim gibi illerde, kadınların yaşadığı sorunlar üzerinden mücadele amaçlı kadın derneklerinin oluşturulmasında parti örgütlerimizin yoğun çabası olmuştur ve diğer illerde de dernekleşme çalışmaları sürmektedir. Yine, partimiz, ekonomik, sosyal talepler ve demokrasi mücadelesinde kimi kentlerde kadın platformlarının oluşturulması, mevcut kadın platformlarında aktif olarak yer almayı görev saymakta ve bu konuda pratik tutum almaktadır.

Tekel işçilerinin, Ankara merkezinde 78 gün boyunca sürdürdüğü direniş esnasında, kadın işçiler için özel bir ilgi ve çalışmayı görev kabul ettik. Kadınların mücadele deneyimlerini pekiştirme, kadınlarının emeğinin ve gücünün bilince çıkarılması, mücadele içerisinde kadını kapalı dünyasından çıkarmak üzere çalışmalar yürüttük. Direnişteki tekel işçisi kadınların mücadele deneyimini ve enerjisini, tüm kadın kesimleri ile buluşturmak üzere tekel işçisi kadınlarla, çeşitli sektörlerde çalışan kadınları, ev kadınlarını, genç kadınları çeşitli etkinliklerle bir araya getirdik. Çalışma koşullarının ve ücretlerinin iyileştirilmesi için örnek bir sendikalaşma mücadelesi veren Novamed çalışanı kadınların direnişini, Partimiz, yakından takip etmiş ve özel bir çalışma yürütmüştür. Novamed direnişinde olduğu gibi, Tekel işçisi kadınların da direnişi feminist çevreler dahil her türden kadın örgütlerinin ilgisini çekmiştir. Kimi burjuva, küçük burjuva karakterli kadın hareketlerinin meseleye daha sınıfsal bakması yönünde, bu direnişlerin olumlu etkileri olmuştur.

Semt ve mahalle çalışmalarımızın esasını gençlik ve kadınlar oluşturmaktadır. Sistemin iktidarının devamını sağlamanın bir yöntemi olarak kadınları ve gençleri; aile kurumu, medya araçları, eğitim sistemi toplumsal değer yargıları ve kültürel yaklaşımlar üzerinden ideolojik olarak teslim aldığı bilinmektedir. Bu nedenle sosyalist hareketin temel görevlerinden birisi, kadınlar ve gençliğin etrafındaki bu çemberi kırmaktır.

Günlük işçi basını “Evrensel” gazetesi ve halkın televizyonu “Hayat Televizyonu”, kadın hareketinin geliştirilmesi bakımından önemli bir görev üslenmiştir. Günlük işçi basını, olanakları ölçüsünde kimi zaman kadın sayfaları, kimi zaman özel kadın ekleri, 25 Kasım ve 8 Mart’larda çıkardığı “Ekmek ve Gül” isimli özel eklerle kadın çalışmasının temel bir aracı olmuştur. Yine; Hayat Televizyonunun, “Ekmek ve Gül” adlı günlük kadın programları ile kadınların dünyasında burjuva bakış açısının dışında bir pencere açma, kadın hareketini geliştirme çabaları sürmektedir. Evrensel gazetesinin gelecek planında aylık düzenli kadın eki mevcuttur.

2009 YILINDA GERÇEKLEŞTİRDİĞİMİZ KADIN KONFERANSI, YÜRÜTECEĞİMİZ ÇALIŞMAYA IŞIK TUTACAKTIR

23-24 Mayıs 2009 tarihlerinde gerçekleştirdiğimiz konferansta; dünyada yaşanılan ekonomik ve politik gelişmeler, kadının konumu, kadın hareketinin ihtiyaçları gibi konular değerlendirilmiş ve parti olarak yürüteceğimize çalışmalara ışık tutması bakımından mücadele kararları alınmıştır.

Kapitalizmin bunca adaletsizliğine, sömürüsüne ve soysuzlaşması karşısında; sosyalistlerin, komünistlerin görevleri ve sorumlulukları ağır olacaktır.

Kuşkusuz, kadın sorunu burjuva-kapitalist sistemin ürünüyse, “kadınları kazanan kazanır” bakış açısı ile kadının kurtuluşu da kapitalizmden kurtuluş mücadelesine (sınıfsal kurtuluşa-sosyalizm hareketine) bağlanmaktadır. Milyonlarca kadının bilinç, mücadele ve örgütlenme düzeyi itibari ile mevcut burjuva-kapitalist sistemin etkisinden kurtarılarak kendi kurtuluşuna yönlendirilmesi sorunu bizim sorunumuzdur.

Ezilen cins olarak yaşadığı sorunlardan kurtuluşun temelinde, örgütlenmelerinde, sınıf partisinin rolü önemlidir. Çünkü kadınların kurtuluş mücadelesinde en büyük destekçisi ve yardımcısı, sınıfın partisi olmak zorundadır. Kadınların örgütlenmesi zordur. Israrlı ve sabırlı bir çabayı gerektirir. Çalışmanın esası; kadınların yaşadığı özgün sorunlar, hayatta karşılığı olan somut taleplere dayanır. Sınıfın partisi de çalışmasını, bu sorunlar ve talepler üzerine yürütmekle yükümlüdür.

Genç işçi kızların çalışma koşulları, içinde bulundukları sosyal ortam ve yüz yüze bulundukları sorunlar, yine üniversiteli genç kızların yurt ve barınma koşulları (sorunları) vb. konularda; parti ve gençlik örgütlerinin kadın çalışmasını ivedilikle gündemine alması ve çalışmayı örgütlemesi görevi kaçınılmazdır.

Ülkemiz açısından,  temel görevlerimizden birisi de Kürt illerinde, Kürt kadınlarının ulusal – demokratik taleplerinin yanı sıra;  sanayi ve tarım işçisi kadınların sosyal, sınıfsal talepleri etrafında bir mücadele örgütlemektir. Eğitim, sağlık gibi temel kamu hizmetlerinin anadilde verilmesi, barış ortamının sağlanması ve demokratikleşme talepleri güncel taleplerdir.

Şayet kadınların kurtuluş mücadelesinin yolu örgütlenmeden geçiyorsa; sınıf partisi olarak partimizin de kadın üye sayılarının artırılması, daha çok kadının yönetici organlarda görev alması için teşvik edilmesi ve desteklenmesi temel parti tutumu olmak zorundadır. İşçi sınıfının partisinin temel sorumluluklarından birisi de milyonlarca kadının, kendini ezen burjuva-kapitalist sisteme karşı talepleri etrafında örgütlenip, toplumsal mücadelenin bir bileşeni haline getirilmesidir. Ancak, kadınların sadece partilerde örgütlenmesi ile sınırlı bir çalışma dar kalacaktır. Kadınların taleplerinin zenginliği ve özgünlüğü dikkate alındığında; kitle örgütleri, sendikalar, meslek örgütleri, dernekler ve kadın örgütlerinde, kadınların mücadelesinin gelişmesi ve kadın hareketinin büyütülmesi için çaba sarf edilmesi gerekmektedir.

Kadın istihdamının önündeki en önemli engellerden birisi de çocuk bakımıdır. Çözümü için her semte, işyerine ücretsiz kreş güncel talebimizdir. Hasta ve yaşlı bakım işlerinin bir kamu hizmeti olarak kabul edilip, hastalık ve bakım sigortasının, sigorta koluna dahil edilmesi yine kadınların talepleri arasındadır. Sosyal güvenlik alanında kadın sağlığını koruyan düzenlemelerin yapılması talebiyle mücadele önümüzdeki görevlerdendir. İşin esası, kadına yönelik şiddetin son bulmasıdır. Ancak, bugün şiddete uğrayan kadınların yeniden ayakları üzerinde durabileceği kadın sığınmaevleri ve kadın danışma merkezlerinin yaygınlaştırılması bugüne dair şiddete karşı talebimizdir. Belediyeler bünyesinde kadın dayanışma ve kültür evlerinin kurulması kadını evden çıkaracak sosyal projeler olarak değerlendirilebilir. Bu konuda yerel yönetimleri zorlamaktayız.

Ayrıca, sendikalarda da kadın çalışanların örgütlenmesi, sendikalarda organlarda görev alması için özel dikkatlerimiz arasındadır. Bu konuda komisyonlarda, sekreterliklerde partili kadınlarımızı yer almaları için teşvik etmekteyiz.

Bunca eşitsiz koşullara rağmen sınıf mücadelelerinde, toplumsal mücadelelerde kadınlar var olma savaşının en önünde yer almışlardır. Ülkemiz deneyimlerinde, en yakın tarihimizde, iş güvencesi ve özlük hakları için direnen TEKEL işçilerinin mücadelesinin önemli bir bileşeni TEKEL işçisi kadınlar olmuştur. Yine SEKA özelleştirme mücadelesinde, Zonguldak madenci yürüyüşünde, işçilerin ailesi kadınların yeri önemli olmuştur. Kadınlar aslında kurtuluş mücadelesinde, yürünmesi gereken yolu da gösteriyorlar. “Kadınları kazanan kazanır” şiarıyla, partimizin iktidar mücadelesinde, kadınların oynayacağı rolün önemini biliyoruz. Clara Zetkin’ler, Rosa Luksemburg’lar, Novamed kadınları, Tekel işçisi kadınlar, kadınların mücadelesine ışık tutmaya devam edecekler.

Kaynakça: İstatistikler ve sayısal veriler Sosyal İş sendikasının “8 Mart’ın 100. yıldönümünde Türkiye’de ve Dünyada Kadın Emeği ve İstihdamı” isimli raporundan alınmıştır.

Kapitalist Sistemde Kadın Emeği

İlk zamanlardan bu yana birkaç anaerkil kabile dışında kadına hep ikinci sınıf insan konumu uygun görüldü. Mülkiyetin kişisel bir kudret sembolü haline gelişiyle birlikte, kadınlar da, elde edilmek için savaşılan, biriktirilen, elde tutulan ve değiş tokuş edilen zenginlik nesneleri konumuna dönüştüler. Daha bağlayıcı dinsel geleneklerin çoktanrılı puta tapıcılığın yerini almasıyla birlikte, kadının “insandan aşağı doğası”, kutsal yasalar tarafından da onandı. Üç büyük din bir konuda aynı görüşü paylaştı.

Batı uygarlığında kadınlar hapishanesinin anahtarı kilise elindeydi. Erkek üstünlüğünün sağlam duvarlarındaki ilk çatlaklar 19.yy ortalarında belirmeye başladı. İngiltere ve ardından tüm Avrupa’da baş gösteren sanayi devrimi, makineleri sahneye sürdü ve aniden kaba kuvvet önemini yitirdi. Kadın ve çocuklar, makineleri kullanarak erkeğin işini çok daha az maliyetle yapabiliyor ve dolayısıyla sanayicilere büyük kârlar sağlıyorlardı.

Kadının insanlaşma süreci kolay bir süreç değildir. İki dünya savaşının sınai teknolojide benzeri görülmemiş bir gelişme sağlaması, kadını yeni bir tehlikeyle karşı karşıya bıraktı. Refahın yükselmesiyle emeğinin önemi azaldı. Erkek bir kez daha evin ekmek getireni konumunu aldı ve kadın üzerinde yeniden –zaten pek de yitirmediği– egemenlik hakkını kazandı. Bu defa iktisadi bakımdan. Kadın, tüketim toplumunun en önemli kurbanı oldu.

Tüketim toplumunun, yani ataerkil kapitalist sistemin kadına getirdikleri nelerdir:

  • Kadınlar, patronlar tarafından ucuz işgücü kaynağı olarak ve erkek işgücünün zor bulunduğu savaş vb. durumlarda kendisine başvurulabilecek yedek işgücü kaynağı olarak görülüyor.
  • Kadın emeği, görünmeyen emek, kocasının, babasının, yani bir erkeğin kontrolündedir. Yaygın anlayış, “zaten evde yaptığı ev işi, çocuk bakımı, yaşlı bakımı gibi işlerin aynısını yaptığı için bir de ücret mi alacak? Bu işler iş değil zaten, kadının doğal, biyolojik görevi, erkeğin görevi de eve para getirmek” anlayışıdır.
  • %41 oranında ücretli çalışan kadın emekçilerin büyük kısmı aynı iş için erkeklerden daha az ücret alıyorlar.
  • Ekonomik kriz dönemlerinde ilk önce işten çıkartılanların kadınlar olduğu unutuluyor, çünkü eve ekmek getiren esas olarak erkektir diye kabul edilmiş ve bu kabul hiç sorgulanmıyor.
  • Çalışan ve çalışmak isteyen kadınların önündeki engellerden bir diğeri de, çocuk bakımını üstlenecek kreş vb. kurumların sayısının azlığıdır.
  • Kadınlar işyerlerinde tacize uğruyor ve bu durum tabu olarak kabül edildiğinden, genellikle üstü kapatılıyor ve görmezden geliniyor.
  • Kapitalist toplumda kadın iki defa sömürülmektedir; ilki sermaye tarafından emeğinin karşılığını alamayarak yaşadığı sömürüdür, ikincisi ise, eşinin yine sermayeye dayalı bir şekilde aile hayatında yaşattığı sömürüdür. Kapitalist aile içinde erkek burjuva, kadın ise proleterdir.
  • Kadın istihdamı, büyük sermaye ülkelerinde de, gelişmekte olan ülkelerde de düşük seviyelerdedir. Özellikle lisans eğitimi alan kadınların ülkemizdeki  işsizlik oranı %24 iken, erkeklerin işsizlik oranı %9 civarındadır.

 

  • Kadına karşı  şiddet dünyada en yaygın suç olmasına karşın, en az cezalandırılandır.
  • Kadınların aile ve toplum içinde töre cinayetlerine, tecavüzlere, eğitimsizliğe,  sağlıksız geleneklere (kadın sünneti vb.), psikolojik şiddetlere, emekten uzak tutularak ev mahkumiyetine maruz kalmaktadır.

Bizimki de dahil olmak üzere, tüm anayasaları tek tipleştirmeyi görev edinen, Avrupa halklarına ve bizlere “umut” gibi sunulmaya çalışılan Avrupa Birliği’nin ilgili çalışma gruplarında ve yayınlarında, “kadın sorunu”, bir istihdam ve eğitim sorunu olarak nitelenmektedir. Diğer bir deyişle, günümüz kapitalizmi, kadın sorununun çözümünü kadınların emek pazarına dahil edilmesi olarak sunmakta, bunun için de uygun eğitime erişmesinin önemini vurgulamaktadır. Burada kastedilen “uygun” eğitim, çok kısa sürede, çok düşük maliyetle gerçekleşen bir “niteliksiz iş gücünün pazara adaptasyonu” süreci. Örgün ya da mesleki eğitim değil.

AB ülkelerinde kadının istihdamı, kadının kurtuluşu için değil, kârlılık üzerinden planlandığından, yarı zamanlı ve esnek çalışmanın özendirilmesi ve yaygınlaştırılmasıyla kadının “yaşamının kolaylaştırıldığı” iddia edilebilmektedir. Böylece kadın, ev işleri ve çocuk bakımı için de zaman ayırabilecektir. Yani, Sovyet Anayasaları’nın yarattığı “haklar” ortamında, kendi kadınlarına “güvenli iş” ya da “çocuklar için kreş hakkı” tanıyan AB ülkeleri, meydan boşaldığı için, şimdi kadınları geleneksel rollerine, eve çağırmakta, ama emeklerinden “ucuz işgücü” olarak yararlanmayı da ihmal etmemek için “esnek üretim” oyununa başvurmaktadır.

Ücretsiz sağlık ya da eğitim bir yurttaşlık hakkı olmaktan çıkarılmakta, kürtaj hakkı her geçen yıl daha sınırlı hale getirilmektedir.

Özetle, kapitalizm, verili bulduğu ataerkil toplum yapısını devralıp kendi hizmetinde kullandı. Eğitimdeki, çalışma yaşamındaki geleneksel kalıplardan başlayarak, aile ilişkilerine değin, ekonomi, politika, ideoloji ve kültüre kendi kadın düşmanı damgasını vurdu. Kadına yönelik ayrımcılığı pekiştirdi ve bu ayırımcılığı kârı doğrultusunda kullandı.

SOVYETLER BİRLİĞİ’NDE KADIN

Kadın sorunu, temelde sömürü ilişkilerinin belirlediği genel “toplumsal sorun”un bir parçasıdır. Proletaryanın kurtuluşuyla kadınların kurtuluşu arasında kurulan organik bağ da buradan gelmektedir. İkisini de köleleştiren aynı toplumsal ilişkilerdir, aynı mülkiyet ve sömürü düzenidir. İnsanın insanı ezmesine ve sömürmesine dayalı ilişkiler sürdüğü sürece, kadının bir cins olarak ezilmişliği de sürecektir.

Kadın, ekonomik ve cinsel bağımsızlığını kazanmadan, özgürleşemez. 1917’de, Rusya’da, St. Petersburg tekstil fabrikalarındaki kadın işçiler, Çarlık rejiminin yıkılışına yol açan grev hareketini başlattılar. Sovyetler Birliği kurulduğunda, Lenin’in ilk hedeflerinden biri, kadınların tam ve mutlak kurtuluşuydu. Tüm siyasal yaşamında daha ısrarlı olduğu başka bir konu yoktu. Kadın diyordu; her yerde çifte kölelik altındadır, ilkin kapitalist sömürünün, ardından da cinsler arasındaki geleneksel ev ilişkisi, yani erkek egemenliğinin baskısı altındadır.

Devrimden sonra eski yasalar kaldırılıp 1918’de çıkartılan Medeni Kanun’la, kadınlar, iş, eğitim, evlilik, kürtaj gibi alanlarda daha önce hiçbir kapitalist ülkede görülmemiş haklara sahip oldular. 1918’de, devrimden hemen sonra düzenlenen anayasada, kadınlara özellikle vurgu yapan en önemli madde, 64. maddeydi. Bu madde, 1900’lerin başlarında kadına seçme ve seçilme hakkı tanıması nedeniyle, pek çok kapitalist ülkeden çok ileride bir yaklaşımı kanıtlıyor. Ancak, daha ilginci, maddenin açıklama kısmı. Bu bölümdeki “….üretime katılarak topluma yararlı olanlar ile ev işleriyle ilgilenerek, diğerlerinin üretime katılmalarını destekleyenler…” ifadesi, ev içi emeğin görmezden gelinmesine karşı yıllardır mücadele eden kapitalist dünya kadınını derinden etkiliyor.

1918 Anayasası’nın, sonuçları kadınlar için oldukça önemli olan diğer iki maddesi, kilise ve devletin, hemen ardından da kilise ve okulun ayrılığını belirten 13. madde ile işçilerin ve yoksul köylülerin ücretsiz eğitim hakkını güvence altına alan 17. madde. Bu maddeler, yuttaşların eğitime erişimini devletin sorumluluğu olarak tanımlarken, söz konusu eğitimin içeriğinin de erkek egemen yapıyı güçlendiren ve yeniden üreten bilim dışı, dinsel dogmalardan arınmış olacağının güvencesi.

1926’da çıkartılan yasayla, resmi nikahlı ve nikahsız birliktelikler eşit duruma getirilir. Lenin’in ön ayak olduğu bu uygulamalardan en önemlisi, ailede erkek egemenliğine son verip, kadınların ekonomik, çalışma, toplumsal ve cinsel alanlarda sınırsız ve koşulsuz karar yetkisine ulaşmasını sağlamaktı. Yasal uygulamalar, kadınlara, vatandaşlık ve soyadı çerçevesindeki haklarına kadar tam ve sınırsız bir eşitlik ön görür. Kadın, dilerse soyadını koruyabilir ya da erkek kadının soyadını alabilirdi. Çocukların bakımından her iki eş de eşit ölçüde sorumluydu. Bunu istememeleri ya da uygulayamayacak durumda olmaları karşısında bu görevi devlet üsteleniyordu. Her ikisi de çalışabilir durumda ise, hiçbir eş diğerine bakmakla yükümlü değildi. Böylece kadınlar ev hapsinden kurtulup, emek gücünü kullanabilir hale geldi. Boşanmalarda  tek tarafın istekli olması yeterliydi. Kürtaj yasal ve ücretsizdi. Bekar kadınların çocukları da, evli kadınların çocuklarıyla aynı haklara sahip ve aynı statüde idi.

1936 Anayasası, 122. maddesinde, kadının, ekonomik, kültürel, sosyal ve siyasal yaşamın tüm alanlarında ve devlet nezdinde, erkekle eşit haklara sahip olduğu belirtiliyor. Yasayla tanınan haklarını yaşama geçirmek için kadının (erkekle) eşit çalışma, eşit ücret, dinlenme ve eğlenme, eğitim ve sosyal güvence hakkının gözetileceği vurgulanıyor. Son olarak, anne ve çocuğun devletin korumasında olduğu, annenin doğum öncesi ve sonrasında (tam ödemeli) ücretli izin, sağlık merkezi ile kreşe erişim haklarının güvence altına alındığı belirtiliyor.

Elbette Lenin cinsel eşitliğin sırf yasalarla gerçekleşemeyeceğinin bilincinde olup, kadınların ekonomik bağımsızlıklarına kavuşabilmeleri için devlet tarafından gerçekleştirilebilecek her türlü kolaylığın hayata geçirtilmesini sağlar: Çocuk yuvaları açılır, ev işleri ve eğitim kolektif hale getirilir. Gebe kadınlara gebelik izni, doğumdan sonra hiçbir güçlükle karşılaşmadan işlerine dönmeleri gibi uygulamalarla her türlü kolaylık sağlanır. Kürtajın yasallaştığı ilk ülke Sovyetler Birliği olur.

Kadınların elde ettikleri ekonomik ve sosyal hakları pratik uygulamaya geçirmek üzere, 1919’da, Merkez Komitesi’ne bağlı olarak kurulan ve kadınlardan oluşan “Jenotdel”, kadınlara danışmanlık yapmaya başlar. Çoğunlukla köylü ve işçi kökenli kadınlardan oluşan “Jenotdel” aracılığıyla açılan okullarda, on milyona yakın kadın eğitim görmüştür.

Bu bağlamda üretim araçlarının toplumsallaştırması ve sosyalizmin kurulması, hiç şüphesiz en çok kadınlara kazanımlar getirmiştir. En önemlisi, kadının kurtuluşu için bir önkoşul oluşturan “bütün kadın cinsinin yeniden toplumsal üretime dönmesi” (Engels) gerçekleştirilmiştir. 1979 senesine ait bir istatistik, Sovyetler Birliği’nde çalışan kadınların oranını yüzde 88,4 olarak vermektedir. Bu oran, Avrupa ülkelerinde yüzde 15 civarında seyretmektedir. Kadınların çalışma hayatındaki istihdamı, hiçbir Avrupa ülkesinde Sovyetler Birliği’nde olduğu kadar gelişmiş değildi. Elbette bunun için kadınlara devlet tarafından sağlanabilecek bütün kolaylıklar sağlanmaktaydı: Parasız çocuk yuvaları, yemekhaneler, çamaşırhaneler gibi komünal kurumlar, bu önlemlerden bazılarıdır.

‘Birleşik’ bir kadın hareketinin, özellikle de sınıfsal çelişkiler üzerine kurulu bir toplumda gerçekleşmesi mümkün müdür? Bu iki grup [proleterler ve burjuva kadınlar], her ne kadar ‘kadınlara özgürlük’ ortak sloganından yola çıksalar da, amaçları, çıkarları ve savaşım yöntemleri bakımından birbirlerinden tümüyle ayrılmaktadırlar. […] Siyasal haklar, seçim sandıkları ve parlamentoda bir sandalye … İşte burjuva kadın hareketinin ulaşmak istediği tek hedef budur gerçekten! Ama kapitalist sömürü düzeninin korunduğu bir bağlamda salt siyasal eşitlik, çalışan kadınları sefaletten, onları hem bir kadın, hem bir insan olarak baskı altında tutan bu cehennem yaşamından kurtarabilecek midir?” (Kollontay)

Ağır ve kuralsız bir kapitalist sömürünün nesnesi olmakla kalmayan, işsizlik belasının, ev işlerinin ve çocuk bakımının yükünü çeken insan olarak kadını anlatırken, gerçekte tümüyle emekçi kadını anlatmış oluyorum. Burjuva kadınının bu özetlediğim kapsam içinde sorunu ya yok ya da hemen hemen hiç yok. Onun çocuklarına ücretli bakıcılar bakıyor, yemek ve temizlik işlerini hizmetçiler yapıyor. Bu, buna rağmen, burjuva kadınının da cinsiyet kimliği üzerinden bu toplumda bir biçimde ezildiği ve aşağılandığı gerçeğini kuşkusuz ortadan kaldırmıyor. Ama yine de bu, burjuva kadınının cins kimliğinden kaynaklanan özgül sorunu ile emekçi kadının kadın olmaktan kaynaklanan kapsamlı sosyal-kültürel sorunları arasında koca bir uçurum olduğu gerçeğini de ortadan kaldırmıyor.

Sınıf hareketini dil din cinsiyet vb. üzerinden parçalamak, burjuvazinin işidir. Biyolojiyle savaşmayı bırakıp, biyolojiyi kullanarak, bizi köle yapan sistemle savaşmalıyız. Ekonomik sistemin kıskacında en az bizim kadar ezilen erkeklerle savaşmayı bırakmalıyız. Bu gereksiz bir savaştır, çünkü ezilenleri ezenlere karşı birleştireceğine, bölmektedir. Hepsinden öte, cinsiyetlerimizi satın alınabilir bir meta olmaktan kurtarıp, özgür insanlar olarak yaşamdan tat alabilmeliyiz. Cinsiyetler arasındaki işbirliği, toplumu daha da ileri götürecektir. Toplum, sınıf ekseninde hareket eder, cinsiyet ekseninde değil. Kadınların ortak çıkarları olduğunu iddia eden feminist düşüncenin gerçekte hiçbir temeli bulunmamaktadır, …keza yalnızca kadınlar arası bir dayanışma fikri de ne mümkündür, ne de şu anda arzu edilir bir şeydir. Mücadelenin başarısı, cinsiyet ayrımı yapmaksızın bütün işçilerin çıkarına, yaşamak için hiçbir çaba harcamaksızın kâr elde edenlerinse zararına olacaktır.

Bu dönemde kadınların sınıf hareketine katıldığı, gelecekleri için mücadele ettikleri bir dönemdir. TEKEL mücadelesinde kadınlarımızın başarısı ortada. Tıpkı diğer kadın direnişlerinde olduğu gibi. Bugün TEKEL eylemine gelen kadınlar, ne geldikleri günkü gibi ne de erkekler. Çünkü kadın-erkek ilişkilerinin toplumsal boyutu en iyi ortak direnişlerde aşılmaktadır.

Liberal ‘Taraf’ın ‘Açılım’cı Demokratlığı Üzerine

GİRİŞ YA DA LİBERAL DEMOKRATLAR “ASKERİ VESAYET”İN “YARAMAZ ÇOCUKLARI

Türkiye gibi siyasi tarihine darbelerin yön verdiği ve hala askeri darbe yönetiminin hazırlattığı bir anayasa tarafından yönetilen bir ülkede ‘askeri vesayet’e, doğrusu militarist ayrıcalıklara karşı mücadele, elbette demokrasi mücadelesinin olmazsa olmazlarındandır. Öte yandan çerçevesi 24 Ocak Kararları’nda çizilen ve ülkeyi emperyalist kapitalist sistemin neo-liberal politikalarına entegre etmek üzere yapılan bir askeri darbenin ve darbecilerin, düzenin bir parçası olarak rollerini oynadıklarını gözden kaçırarak onların her türlü melanetin tek nedeni ve kaynağı olduğunu söyleyerek de tutarlı bir demokrasi mücadelesi verilmesi mümkün değildir. İktidarın güçlü bir paydaşı olmayı, egemenlik güç ve ilişkilerini terk etmek istemeyen orduya karşı sert muhalefet yaparken ülkedeki bütün sorunların çözümünü emperyalist kapitalist sistemin; uluslar arası sermayenin çıkarlarını temel alan bir ‘yeniden yapılandırma’da (bu arada Bölge’de ABD politikalarının taşeronluğunda) gören liberallerimizin durumu tam da budur.

Liberal demokratlar, yaptığı darbelerle neo-liberal politikaların önündeki engelleri kaldıran; kendilerine yaşam alanı yaratan asker ağırlıklı siyasal rejimin ‘yaramaz çocukları’dır. Onlar militarist makinenin emek örgütleri ve bütün örgütlü halk kesimlerini dağıtmasına, toplumu örgütsüzleştirerek “özgürleştirmesine”, özelleştirme ve yağmanın önünü açmasına değil, ordunun bu başlıca rolünü oynamasına ses çıkarmazken, militarist şeflerin devlet yönetiminde ağırlık sahibi olmaya devam etmek istemelerine karşıdırlar. Aslında sadece var olma koşullarının yaratılması bakımından değil, aynı zaman da ‘demokrat’ görünmek için de devlet yönetiminde askerin bu ağırlığına ihtiyaç duyarlar. Bugün liberal demokratların ‘derin’ gazetesi Taraf’ın dikkatleri üzerine çekmesini ve yazarlarının birçok çevrede birer “demokrasi savaşçısı” olarak görünmelerini sağlayan da, –kuşkusuz militarist aygıta kendileri de ihtiyaç duyarken– görünüşte orduyu ya da “askeri vesayet”i hedefe koyan haber ve yazılarıdır. Genelkurmay ile ilgili yaptığı yayınlar, açıkladığı belgeler, Taraf’ın demokrasi özlemi içindeki çeşitli çevreler tarafından okunup sahiplenilmesini sağlamıştır. Ordu, yaptığı darbelerle ve Bölge’de 25 yıldır sürdürdüğü ‘özel savaş’la Kürt halkı ve emek-demokrasi güçlerinin mücadelesini baskı ve şiddetle bastırmaya çalışan gerici bir odak olduğuna göre, bu odağın hedefe konulmasının demokrasi isteyen çevreler tarafından sahiplenilmesinin elbette şaşılacak bir tarafı yoktur. Mesele, Taraf’ın ve temsilcisi olduğu liberal demokratların Genelkurmayı eleştirirken, “hiçbir devlet dağlarında başka bir silahlı gücün varlığına göz yumamaz” tezinden hareketle dağları emanet ettikleri militarist makineye/sürekli orduya ihtiyaç duyup duymadıklarının ötesinde diğer egemen güç odaklarına karşı takındıkları tutumda, “askeri vesayet” eleştirisini nereye bağladıklarında/bağlamak istediklerinde düğümlenmektedir. Sadece bütünün bir parçasına bakarak kimin nerede durduğunu görebilmek olanaklı değildir, onun için bütün parçaları yerli yerine yerleştirmek gerekir.

***

Kürt sorunu, Cumhuriyet tarihi boyunca egemenlerin ulus-devlet oluşturma politikalarıyla Kürt halkının varlığını ve haklarını yok sayması nedeniyle ülkenin en önemli sorunlarından biri olmayı sürdürmüştür. Bugün gerek Bölge’de yaşanan gelişmeler ve ABD’nin dönemsel hesapları, gerekse ulusal Kürt hareketinin yürüttüğü mücadelenin geleneksel yöntemlerle bastırılması olanaklarının tükenmesi nedeniyle, Kürt sorunu, ülke gündeminin başına oturmuş ve ülke egemenleri sorunu çözme adına yeni arayışlara yönelmek zorunda kalmışlardır. Egemenlerin bu yeni arayışlarının en somut ifadesi, bir süreden beri AKP Hükümeti eliyle yürütülen ‘açılım’ politikasıdır. Kürt sorununun çözümü ve demokratikleşme mücadelesinde doğru yerde durabilmenin yolu, ‘açılım’ politikasının hangi ihtiyaçlardan kaynaklandığı ve nasıl bir çözüm öngördüğü ile Kürt halkının talep ve mücadelesinin doğru muhakeme edilebilmesinden; ‘açılım’ politikalarıyla öngörülen çözüm ile demokratik çözüm arasındaki mesafenin doğru tarif edilmesinden geçmektedir. Başka bir deyişle, bugün kimin Kürt sorununun çözümünün neresinde durduğu, nasıl bir çözüm öngördüğü, adeta demokratikleşme mücadelesinin karşısındaki tutumunun turnosolu haline gelmiştir.

Yazımızda liberal demokratların ve onların Sorosçuluktan, Fetullahçılığa kadar çeşitli ‘derin’ ilişkileriyle gündeme gelen temsilcisi Taraf’ın demokratlığını, Kürt sorunundaki tutumu üzerinden tartışacağız. Elbette liberalizm ve onun güncel tezahürü olan neo-liberalizmi, 1970’li yılların sonlarından bu yana uygulanan özelleştirme, taşeronlaştırma, başta eğitim ve sağlık olmak üzere kamusal hizmetlerin ticarileştirilmesi, çeşitli ülkelerde sistemle uyumlu politikaların uygulanabilmesi için darbelerin tezgâhlanması, savaş politikaları vb. gibi farklı yönleriyle de tartışmak mümkündür. Ama yazımızın başında da belirttiğimiz gibi, ülkemizde Genelkurmay/askeriyenin siyasetteki ağırlığı ve buna karşı takındığı tutum nedeniyle demokratik bir odak olarak görünerek yaşamlarının önemli bir bölümünü askeriyenin sıkıyönetimi/OHAL’i altında geçiren Kürt halkının ve demokrasi güçlerinin bazı kesimlerini etkileyebilen Taraf ve temsilcisi olduğu liberal akımla, bu konudaki tutumu üzerinden hesaplaşmak, bu akımın demokrasi mücadelesinde yarattığı kafa karışıklığını ‘bertaraf’ etmek bakımından ayrı bir önem taşımaktadır.

1. ‘AÇILIMCI DEMOKRATLAR’ NEYİ SAVUNUYOR?

Kürt sorunu ülkede demokratikleşme meselesinin en önemli ve acil sorunu olarak önümüzde durduğuna göre, bu sorunda kimin nasıl bir çözüm istediğine bakarak ne kadar demokrat olduğunu da anlayabiliriz. Taraf’ın başyazarından (Ahmet Altan) “en devrimci” yazarına (Roni Markules) ve Denizlere küfredince yıldızı parlayan/parlatılan prensine (Rasim Ozan Kütahyalı) kadar adı bu gazete ile özdeşleşmiş bütün yazarları, AKP Hükümeti eliyle sürdürülen ‘açılım’ politikasını “Kürt sorununu çözecek ve ülkeyi demokratikleştirecek” bir politika olarak görüp/gösterip sahiplenmektedirler.

İşte Taraf’ta hemen her gün okuyabileceğimiz yazılardan birkaç örnek:

AKP, bir ‘barış ve demokrasi’ açılımı başlatmıştı. (Ahmet Altan 11.12.2009)

Bugün birçok insan ‘barışı’ savunmakla, ‘AKP’yi savunmayı’ eşanlamlı görüyor.

Çünkü ne yazık ki AKP’den başka ‘barış sürecine’ sahip çıkan bir kitle partisi yok.” (Ahmet Altan 13.12 2009)

Ben AKP’nin samimi olduğuna inanıyorum. Olmasaydı, hiç bulaşmazdı bu işe; durup dururken arı kovanına çomak sokmazdı. Kimse de ona bir şey demezdi.” (Roni Markules 16. 12.2009)

Ben Başbakan’a güveniyorum… AK Parti hükümetine güveniyorum. (Rasim Ozan Kütahyalı, ‘Açılım Olmazsa Uçuruma Gideriz’ başlıklı yazısından. 16.01.201)

Görüldüğü  gibi, Taraf yazarları, ‘açılım’ı “barışı getirecek bir proje” ve AKP’yi de “ülkeyi kurtarmaya soyunan bir parti” olarak değerlendirmekte ve Kürt halkını, demokrasi ve barıştan yana bütün halk kesimlerini AKP ve ‘açılım’ saflarına çağırmaktadırlar. Öyleyse tartışmaya ‘açılım’ın dayanakları ve amaçlarından başlayabiliriz.

Amerikan Politikaları…

Açılım’ sürecinin dayanaklarını anlamak için son birkaç yılda Bölge’de yaşananlara bakmak gerekiyor. 2006 sonlarında ABD’de Baker-Hamilton Raporu olarak adlandırılan “Kürdistan Üzerine Çatışmayı Önleme” başlıklı bir rapor yayımlanmıştı. Rapor, ABD’nin Irak’tan çekilme sürecinin Bölgesel çıkarlarına hizmet edecek bir şekilde gerçekleşmesi, ABD’nin Bölge’deki güç ve etkisini sürdürmesi için yapması gerekenlere dair öneriler sıralıyordu. Bu öneriler içinde özellikle Irak Anayasası’nın 140. Maddesi’ne göre yapılması gereken Kerkük Referandumunun ertelenmesi (Türkiye egemenleri, olası referandum sonrasında Bölge’nin en önemli petrol merkezinin Kürt Yönetiminin eline geçeceğine kesin gözüyle bakıldığından bu referandumun ertelenmesini istiyordu) ve PKK’nin “Bölge’de istikrarsızlık yaratabilecek bir silahlı güç” olmaktan çıkartılması, yani silahsızlandırılması gerektiğine dair yapılan öneriler öne çıkıyordu. Bu öneriler, esas olarak, ABD’nin, Irak Federe Kürt Yönetimi ve Türkiye ile ilişkilerde bir denge politikası gütmesi, Türkiye ile ilişkilerin tamir edilerek (çünkü ABD’nin Irak’a müdahale sürecinde Türkiye’de savaş tezkeresinin reddedilmesi ilişkileri germiş ve gerilim Süleymaniye’de Türk askerinin başına çuval geçirilmesine kadar vardırılmıştı) bu iki Bölgesel gücün (Türkiye ile Kürt Federe Yönetimi’nin) ABD politikaları ekseninde bir araya getirilmesi gerektiğine dikkat çekiyordu.

İşte Türkiye ile ilişkilerin yeni dönemdeki ihtiyaçlara uygun olarak geliştirilmesinin en önemli adımı 2007 sonlarında yapılan Bush-Erdoğan görüşmesinde atıldı. ABD, yıllarca engellediği Türk ordusunun Irak Federe Bölgesi’ndeki PKK kamplarına hava ve kara operasyonları yapmasına ‘olur’ verdi. Öte yandan PKK’ye karşı ortak önlemler alma üzerinden Türkiye egemenlerinin ‘kırmızı çizgi’ olarak belirlediği ve “görüşmeyiz” dedikleri Kürt Federe Bölgesi Yönetimi ile doğrudan görüşmelerin önü açıldı. PKK’ye karşı yapılan operasyonların askeri anlamda bir işe yaramadığını dönemin Genelkurmay başkanı Büyükanıt bile itiraf etti. Ama bu operasyonlar aslında ABD’nin ülke siyasetine politik operasyonları olarak önem kazandı; ABD’ye mesafeli gözüken Genelkurmay bile, yeni dönemdeki ilişkileri “mükemmel” olarak değerlendirdi. Böylece Türkiye egemenleri, ABD’nin kendilerine yeni dönemde biçtiği ve “bölgenin lider ülkesi” söyleminin arkasına saklanılan ‘Bölgesel taşeronluk’ rolüne hazır hale getirildi.

Bu gelişmelere bağlı olarak Kürt sorununun PKK/güvenlik boyutunun çözümü  ABD tarafından desteklenerek, girişimler başlatıldı. PKK’nin silahsızlandırılarak tasfiye edilmesi, ABD tarafından, Irak’tan çekilme sürecinde Bölge’de sorun yaratabilecek (çünkü kendi politikalarına yedeklenme yönünde adım atmaya direnen –ki Öcalan’ın Türkiye’ye teslim edilmesinin arkasında yatan en önemli neden de buydu) askeri bir gücün varlığını istemediği, üstelik Türkiye’nin bir enerji geçiş ülkesi olarak önemi arttığı ve ayrıca Türkiye’nin Kuzey Afrika’dan Kafkasya’ya kadar geniş alanlarda taşeronluk rolünü sorunsuz yürütebilmesi için istenir bir durumdu. ABD, çeşitli vesilelerle PKK’yi “ortak düşman” ilan ederek Türkiye’yi desteklediğini açıklamış, ama yeni istikrarsızlıklara yol açabileceği kaygısıyla PKK’ye karşı mücadele sürecinin askeri yöntemlerle sürdürülmesine mesafeli yaklaşarak, Türkiye’yi Güney Kürtleri ile işbirliğine yönlendirmişti. Bu temelde, içeride AKP ‘açılım’ları ve dışarıda Talabani-Barzani’nin PKK’yi silahsızlandırmak amacıyla yapacakları açıklanan “Erbil Kürt Konferansı” gibi girişimlerle Kürt hareketinin silahlı güçlerinin tasfiyesi ve etkisizleştirilmesine yönelik adımlar atılmaya çalışıldı. 29 Mart 2009 Yerel Seçimleri’nin hemen öncesinde, hiçbir yasal dayanak oluşturmadan, alelacele Kürtçe yayın yapan TRT Şêş açıldı; Kürdoloji Bölümleri’nin açılacağı (bu adım bile atılamadı, daha sonra Yaşayan Diller Bölümü açıldı), taş atan çocuklar, Kürtçe yer adları, yol kontrolleri vb. konularında düzenlemeler yapılacağı açıklandı. Talabani ve Barzani de, AKP ‘açılım’larını desteklediklerini, PKK’nin silahlarını bırakması gerektiğini defalarca açıkladılar.

Demokratik Kürt Mücadelesi ve Tıkanan ‘Açılım’

Bu politikaların en büyük açmazı, Kürt halkının ulusal demokratik mücadelesi ve bu mücadelenin taleplerini dikkate almaması, yani halksız bir çözümü dayatmasıydı. Ama 2009 Newroz’undan yerel seçimlere ve barış gruplarının karşılanmasına kadar, Kürt halkının yürüttüğü mücadele ve ortaya koyduğu tutum, sürecin, Kürt ulusal hareketi bakımından tasfiye olmak bir yana sorunun demokratik çözümü ve eşit haklar mücadelesinde kendi gücüne olan güveni arttıran, dolayısıyla bu mücadeleye güç taşıyan bir süreç olarak ilerlediğini göstermiştir. Dolayısıyla bir yandan ABD emperyalizminin Bölgesel politikaların, ama önemli oranda da Kürt ulusal mücadelesinin egemenlerin sorunu erteleme olanaklarını giderek daraltmasının bir sonucu olarak atılan adımların; hareketi bölmek bir tarafa, Kürt halkının kendi mücadelesine duyduğu güveni perçinlemesi, ‘açılım’ politikasının en önemli açmazı haline gelmiştir. Özetle AKP Hükümetinin 29 Mart yerel seçimleri öncesinde başlayıp bugüne kadar zaman zaman kesintiye uğratarak devam ettirdiği ‘açılım’ politikası, Bölge’de kendine yeni dayanaklar oluşturmaya ve Kürt ulusal hareketini bölmeye hizmet ettiği oranda adımlar atılması anlayışına dayanmakta, ama AKP, ‘barış grupları’nın gelişlerinde yaşanan coşkulu karşılamalar örneğinde olduğu gibi, beklediği sonuçlar ortaya çıkmayınca, adeta gölgesinden korkarcasına geri çekilmektedir. Bu geri çekilişi, DTP’nin kapatılması, içinde BDP’li belediye başkanlarının da yer aldığı yüzlerce Kürt siyasetçinin tutuklanması gibi saldırılar takip etmiştir. Bu politika, özellikle MHP, CHP gibi Kürt sorununda statükocu inkâr politikalarını savunan partilerin şovenizmi kışkırtmasına da ortam sağlamıştır.

Bu değerlendirmeler üzerinden toparlamak gerekirse, ‘açılım’ politikası, Kürt sorununu değil; Kürt hareketini çözmeyi ve bu örgütsüzleştirmenin yaratacağı zemin üzerinden sorunu ‘bireysel haklar’ temelinde çözmeyi amaçlayan bir politika olduğu için tıkanmıştır. Bununla birlikte yaşanan süreç, egemenlerin niyetlerinden bağımsız olarak, sorunun çözüm tartışmalarının daha geniş halk kesimleri arasında yapılmasına ortam hazırlayarak, çözüm olanaklarını da genişletmiştir. Burada mesele, Kürt sorununun demokratik çözümü yönünde mücadelenin ilerletilmesinden mi, yoksa egemenlerin Kürt hareketini baskılayıp tasfiye etmesini amaçlayan bir “çözüm”den mi (ki, bu yöndeki arayışların çözümsüzlüğü derinleştirdiği bugüne kadar yaşananlardan bilinmektedir) taraf olunacağı meselesidir.

Taraf’ın başyazarı  Ahmet Altan, “Başbakan Erdoğan’ın Kürt Açılımı konusunda yaptığı konuşmaları hayranlık ve minnetle izliyorum.” demektedir. Köşesinde çokça ‘hümanist’ yazılar yazan Altan’ın bu hayranlığı ‘demokrasi’ ve ‘barış’ seviciliğinden gelmemekte; Başbakan Erdoğan’ın ABD’nin Bölgesel planlarıyla uyumlu bir siyaset geliştirme çabasından kaynaklanmaktadır. Zira liberallerimiz, Bölge’ye “demokrasi ve barışı getirecek güç” olarak emperyalizmi görmekte, emperyalistlerin Bölge planlarında demokratik barışçıl vasıflar keşfetmektedir! İşte Altan’ın ABD’nin başına Obama’nın gelmesi ve yukarıda genel hatlarıyla belirttiğimiz Bölge’deki yeni dönemsel politikası için söyledikleri: “‘Silahlı bir liderlikten’ çok ‘zihinsel bir liderliğe’ talip oluyor. Yöneticilerin kendi halklarına zulmettiği, herkesin herkese baskı yapmaya çalıştığı, sorunların silahla çözümlendiği ‘aptallıklar çağının’ bittiğini ilan ediyor. Bundan sonra akıl, mantık ve vicdan ilişkilere egemen olacak. (Taraf, 05 06 2009)

Ve yazarımız  bu yeni dönemde Türkiye’nin rolünü şöyle anlatıyor: “Türkiye, ‘Ortadoğu, Balkanlar ve Kafkaslar’ üçgeninin ortasında, bu üçgenle tarihî bağları olan 70 milyon nüfuslu bir ülke olarak ‘barış havzası’ olacak. Bu bölgelere barış Türkiye’den yayılacak. Hem bir enerji geçiş merkezi olacağız, hem de huzuru ve barışı biz sağlayacağız. Bu, dünyanın Türkiye’ye biçtiği rol. Bu rolün gerçekleşmesi hem Türkiye için hem de dünya için iyi. Arka arkaya gelişen olaylara bakarsanız, bu durumu daha iyi anlarsınız, Kürt açılımı gündeme girdi, Ermenilerle geçen yüzyıldan kalan sorun çözülüyor.” (Taraf, 14.10.2009)

Altan’ın “dünyanın Türkiye’ye biçtiği rol” olarak tarif ettiği durum, dünyanın egemenlerinin; başta ABD olmak üzere, emperyalistlerin biçtiği roldür. Dolayısıyla Altan’ın ve liberal demokratlarımızın ‘açılım’ savunuculuğunun yüzeyindeki demokrasi ve barış söylemlerini kazıdığınızda karşınıza çıkan gerçek, emperyalistlerin Bölgeyi yeniden yapılandırma/biçimlendirme hesaplarıdır. Bu bakımdan, Altan’ın Erdoğan hayranlığı, aslında emperyalizmin Bölge planlarına ve Erdoğan’ın bu planları sahiplenmesine duyulan hayranlıktan başka bir şey değildir. İşte liberal demokratlarımızın neden birer gözü kara ‘Açılımcı Demokrat’ oldukları sorusunun cevabı, ‘açılım’ politikasının emperyalistlerin Bölge planları ve bağlı olarak Türkiye’ye biçtikleri rolde aranmalıdır. Öte yandan, Taraf üzerinden Genelkurmay/askeriye ile sürdürülen çatışmanın; koparılan onca hengâmenin arka planında da bu egemen güç odaklarının yeni dönemin ihtiyaçlarını (ABD ihtiyaçlarını) anlamaması (daha doğrusu egemenlik güç ve ilişkilerini zayıflatacağı kaygısıyla hareket etmesi) ve statükoda direnmesi yatmaktadır.

2. TARAF’IN 80 YILLIK EŞİTSİZLİĞE “TARAFSIZ” ÇÖZÜMÜ: EŞİT MESAFE DEMOKRATLIĞI!

Açıktır ki, sorun doğru tarif edilmeden doğru çözüm önerilmesi/üretilmesi de mümkün değildir. Ahmet Altan “savaşı Apo’nun başlattığı”nı (Taraf, 19.03.20009) ve “Apo’nun bitirmesi gerektiği”ni söylemektedir. Gerçekten savaşı Apo veya PKK mi başlatmıştır? “Savaşı Apo’nun başlattığı”nı söylemek, Kürt sorununu sadece bir PKK sorunu olarak görmekle aynı anlama gelmez mi?

Peki, öyle mi?

Kürtler, Türklerle birlikte, I.Emperyalist Paylaşım Savaşı’ndan sonra Anadolu’daki işgale karşı yürütülen mücadelenin iki asli unsurundan biriydi. Bu dönem hazırlanan metinlerde, “Anadolu’nun Türklerle Kürtlerin yurdu” olduğu belirtiliyordu. Yine M. Kemal’in Cumhuriyet’in ilanından 9 ay önce söylediği “Başlı başına bir Kürtlük düşünmektense, bizim Teşkilat-ı Esasiye Kanunu(Anayasa) gereğince zaten bir tür yerel özellikler oluşacaktır. O halde hangi livanın(sancağın) halkı Kürt ise, onlar kendi kendilerini özerk olarak idare edeceklerdir” sözleri, Cumhuriyet’in kuruluşu sürecinde, Kürtlerin, Türklerle birlikte ‘kurucu unsur’ olarak kabul edildiğini, birinci ağızdan ortaya koymaktadır. Fakat Cumhuriyet rejiminin bir ‘ulus-devlet oluşturma projesi’ olarak şekillenmesi, iki asli unsurdan biri olan Kürtlerin varlığının inkâr edilmesi ve Türkleştirilmek üzere baskı ve asimilasyon politikalarına tabi tutulmasını beraberinde getirmiştir. Cumhuriyetin kuruluşundan sonra bu topraklarda yaşayan herkesin ‘Türk’ ilan edilmesi ve bu temelde ‘Türkleştirme’ politikasının güdülmesi, kendilerine verilen sözler yerine getirilmeyerek varlıkları inkâr edilen Kürtlerin, Cumhuriyet rejimine karşı çeşitle ‘kalkışmalara’ girişmesine yol açmıştır. Bugün Kürtlerin 1980’li yıllarda başlayan ulusal mücadelesi de resmi kaynaklar tarafından ‘29. Kürt İsyanı’ olarak adlandırılmıştır. Yani öncelikle Kürt sorunu, Cumhuriyet’in kuruluşu için yürütülen mücadele sürecinde ‘asli unsur’ olarak görülen bir halkın yok sayılması ve bu halkın ulusal hak istemli kalkışmalarının kanla, baskı ve şiddet politikalarıyla bastırılmasından kaynaklanan bir sorundur. Dolayısıyla PKK dahil, bütün Kürt kalkışmaları sorunun nedeni değil, sonucu olarak ortaya çıkmışlardır.

Sorunun nedenlerini ortadan kaldırmadan sonuçlarını ortadan kaldırmaya çalışmak, çözümsüzlüğün devamını savunmaktan başka bir anlam taşımamaktadır. Taraf’ın başyazarı, hem sorunun bir sonucu olarak ortaya çıkan hareketi “savaşı başlatmak”la suçlamakta, bununla da yetinmeyerek, onu, sorunun kaynağındaki politikaları savunan güçlerle aynı kefeye koymaktadır. Altan, sorunun çözümünü istemeyen güçleri şöyle sıralıyor: “Şu anda MHP, CHP, PKK ve devletin bir bölümü bu durumun aynen sürmesini istiyor.” ( Taraf, 13.12.2009)

Devletin bir bölümü”nden kastedilenin, askeriye (son dönemde buna “yargı” da eklenmiştir) olduğu açıktır; çünkü AKP ‘açılım’  politikasıyla sorunun çözümü, yani Kürt örgütlülüğünün tasfiyesi için canla başla çalışmaktadır! Yazarımız sorunun çözümünü istememe konusunda Kürt hareketini ordu ve şoven partilerle eşitlemekle kalmamakta; bir adım öteye de giderek, PKK’yi, çözümü engellemek için ordu ile işbirliği yapmakla da suçlamaktadır: “Ne zaman bu ülkede ‘askerî vesayet’ sarsılsa, ordu kışlasına doğru çekilmeye başlasa, demokrasi kapıdan başını uzatsa, PKK bir eylem yaparak, silahın, ordunun, baskının güçlenmesini sağlar.

PKK yönetimi, kendi siyasi hesapları için kendi halkının geleceğini feda etmekten kaçınmıyor, Türk darbecileri kendi iktidarları için Türk halkına ne yapıyorsa, PKK da Kürt halkına aynısını yapıyor.”(Taraf, 11.12.2009)

PKK, silah bırakmaması  nedeniyle, Genelkurmay ve şoven partiler gibi, çözümün (yani ‘açılım’ın) karşısında yer alan bir güç olarak tanımlandığına göre, yapılması gereken bellidir. Nasıl ki Taraf; Genelkurmay’ı, CHP ve MHP’yi eleştiriyorsa, PKK ve DTP/BDP içindeki “şahinler” de eleştirilmeliydi. Ama bu eleştiri özellikle içeriden yapılmalı; “şahin”lerle “güvercin”lerin ayrışması sağlanmalıydı. Mesela Yıldıray Oğur, “Bir gün zengin, cesur ve biraz da çılgın bir Kürt işadamı bulunsaydı. Cesur, zeki, itibarlı Kürt gazeteciler bir araya gelseydi. Ve Kürtçe bir Taraf gazetesi çıksaydı. Emin olun Kürt sorunu çok daha çabuk çözülürdü.” (Taraf, 13.09.2009) sözleriyle başladığı “Kürtçe bir Taraf Çıksaydı” başlıklı yazısında, “Kürt cephesinin Taraf’ı olmamasının ‘Kürt sorununun çözümünün önündeki en büyük engellerden biri’ olduğunu” söylüyor. “TSK’yı eleştiren Türk Taraf’ı” gibi, “PKK’yi eleştiren bir Kürt Taraf’ı olursa” mesele çözülecek, Oğur’a göre: “Türkçe Taraf’ta, savaşa devam diyen Baykal’a, Bahçeli’ye, Başbuğ’a nasıl başlıklar reva görülüyorsa, Kürtçe Taraf’ta da savaşla tehdit eden Emine Ayna’ya, PKK liderlerine o başlıklar atılsın.” Uyguladıkları inkâr ve imha politikalarıyla Kürt sorununda çözümsüzlüğü dayatanlarla bu çözümsüzlük politikalarının bir sonucu olarak ortaya çıkan ve sorunun demokratik haklar temelinde çözümünü isteyenleri; yani 80 yıllık eşitsizlik denklemin taraflarını bir çırpıda eşitliyor Yıldıray Oğur. Ama hakkını yemeyelim, Yıldıray Oğur doğru söylüyor, Kürtçe bir Taraf çıkarmak için zengin; geleceğini emperyalizmin Bölge politikalarında arayan “cesur ve çılgın” bir Kürt’e/Kürt burjuvalarına ihtiyaç vardır.

Bugün bir ‘Kürt Taraf’ı olmadığı için, bu işi yapmak, en azından şimdilik, yine ‘Türk Taraf’ına düşüyor. 2009 Mayıs’ında Çukurca’da 6 askerin öldüğü mayın saldırısından sonra Ahmet Türk’ün “PKK ve ordunun çatışmaları karşılıklı olarak sonlandırması” çağrısını, Taraf başyazarı “PKK’yi eleştirmesi nedeniyle umut verici bir açıklama” olarak sahiplenmiş; Taraf’ın köşe başını tutan diğer yazarı Yasemin Çongar ise, 29 Mayıs tarihli yazısında, Ahmet Türk’ün çağrısını tek yönlü bir çağrı gibi gösterip, Türk’ün “PKK’nin ellerini tetikten çekmesi” çağrısı yaptığını yazmıştır. Taraf yazarlarının, Ahmet Tük üzerinden Kürt hareketini bölmek için gayrette kusur etmedikleri ortadadır: “Kürt siyasetçiler arasında Ahmet Türk, hem Kürtlere hem Türklere güven veren saygıdeğer ve samimi duruşuyla ‘barış’ için çok uğraştı ama PKK’ya ve savaşçı Kürt siyasetçilere doğru yolu göstermeye gücü yetmedi.” (Ahmet Altan, Taraf, 19.12.2009) Oysa aynı Ahmet Türk, daha sonra kendisi üzerinden hareketin bölünmesi girişimlerini boşa çıkardığı için partisi kapatılmakla kalmadı; milletvekilliği de düşürüldü. Üstelik Taraf’ın “barış sürecini savunan tek parti” olarak tarif ettiği AKP de, hükümet olarak parti kapatmayı ortadan kaldıracak yasal düzenlemeleri yapmak yerine, İspanya’nın Bask bölgesindeki Herri Batasuna’yı örnek vererek, “DTP’nin kendi yaptıklarının sonuçlarına katlanması gerektiği” söylemini kullanmıştır.

Gelinen nokta, ‘açılım’ politikasını savunmanın, ‘açılım’ı sorunun tek çözüm yolu olarak görmenin kaçınılmaz sonucudur. Kürt sorununun demokratik tarzda çözümü ortamının yaratılması için çift taraflı ateşkes, siyasi genel af, bölgesel ve yerel özerklik, ayrımcılıktan arındırılmış eşitlikçi-demokratik bir anayasa, anadilde eğitim istemek ile Kürt halkının varlığını ve her türlü hakkını yok sayan ırkçı-şoven politikaları savunmak aynı kefeye konulmaktadır. PKK için yapılması gereken tek bir şey kalmaktadır; silahları koşulsuz bırakmak ve çözümü AKP’nin ‘açılım’larına, Taraf yazarlarının tam bir güven duydukları “iyi niyetine” terk etmek!

3. TARAF’IN EN HARBİ ‘AÇILIM’CISI EMRE USLU: ‘AÇILIM’ İÇİN TASFİYE ŞART!

Yukarıda da söyledik; ‘açılım’ politikası, esas olarak, Kürt ulusal hareketi ve mücadelesinin (ve bu arada anadilde eğitimden anayasal eşitliğe kadar her türlü siyasal hak talebinin) tasfiyesi/etkisizleştirilmesi, bağlı olarak da sorunun ülke egemenlerinin inisiyatifinde ‘bireysel kültürel haklar’ çerçevesinde çözümünü öngören bir politikadır. Bu bakımdan ‘açılım’, bir taraftan sorunun dünden daha ileriden tartışılmasını sağlaması ve çeşitli demokratik düzenlemelerin gündeme getirileceğinin belirtilmesine rağmen, öbür taraftan Kürt hareketinin baskılanması/etkisizleştirilmesi arayışıyla kol kola yürütülen bir süreçtir. Geçtiğimiz günlerde AKP’nin Diyarbakırlı Tarım Bakanı Mehdi Eker’in, BDP’li belediye başkanlarının aralarında bulunduğu Kürt siyasetçilerin elleri kelepçelenerek adliye önünde tek sıra halinde dizilmesini eleştirenlere karşılık yaptığı “Dün JİTEM öldürüp köprü altına atıyordu. Kelepçeye şükretsinler.” açıklaması; ‘açılım’ politikasından Kürt halkının örgütlü güçlerinin payına düşeni çok açık olarak ortaya koymaktadır.

Taraf yazarlarının hemen hepsi, ‘açılım’ı, Kürt sorununun çözümünü ve ülkenin demokratikleştirilmesini sağlayacak bir proje olarak görüyor/gösteriyor ve bu temelde sahiplendiklerine dair değerlendirmeler yapıyorlar. Hatta DTP/BDP’ye karşı sürdürülen ve legal Kürt hareketinin içindeki KCK yapılanmasına yönelik yapıldığı belirtilen baskı ve tutuklamaların “açılım’ın baltalanması” anlamına geldiğini söylüyorlar. Oysa Taraf’ın emniyet kökenli yazarı Emre Uslu, ‘açılım’ ile Kürt hareketine karşı yapılan KCK (Koma Civaken Kurdistan) operasyonlarının kol kola yürütülen/yürütülmesi gereken süreçler olduğunu açık açık söylüyor: “KCK’nın varlığı, derin devletin Açılım sürecini baltalamasına imkân tanıyor ve risk oluşturuyor. Açılımda ilerleme sağlandığında, KCK devreye sokularak süreç baltalanıyor. Dolayısıyla KCK’nın bitirilmesi Açılım sürecinin sağlıklı ilerlemesiyle doğrudan ilgili (…) Bu canlı bir süreç ve zaman zaman bu yapılanmaya yönelik operasyonlar yapılacak ve yapılmalı da.” (Emre Uslu, Taraf, 26. 12. 09)

Uslu, ayrıca Mart ayının başlarında Belçika ve Almanya’da Roj TV ve Kürt kurumlarına karşı yapılan operasyonların arkasında ABD’nin olduğunun altını çizdiği “Avrupa’daki PKK Operasyonları Ne Anlama Geliyor” adlı yazısında, ‘açılım’ politikasının ABD’nin Bölgesel amaç ve çıkarlarıyla ilişkisini de ortaya koyuyor: “Obama, ABD’nin PKK’yı terör örgütü olarak tanıdığına vurgu yaptıktan sonra, PKK’nın Irak için de bir istikrarsızlık olduğuna vurgu yapıp, Erdoğan ile görüşmesinde, PKK sorununu ele almada, ‘yakın işbirliği içinde olunmasını’ konuştuklarını ifade etmişti (…) Türkiye’yi de içine alan yeni dünya anlayışında PKK’nın silahlı mücadelesinin yeri yok.  Bunun için de PKK silahtan, ya gönüllü olarak ya da zorla, a-rın-dı-rı-la-cak. Operasyon tekniği açısından bakıldığında, Avrupa’da yapılan bu tip operasyonlar domino etkisi yapar. Bir anlamda PKK’ya karşı bir güvenlik ve operasyon kültürünün oluşmasına yardımcı olur. Bu açından yapılan operasyonlar başka ülkelerde de yeni operasyonların tetikleyicisi olacaktır. PKK artık çemberin daralmaya başladığını görmek durumunda. Uluslararası dengelerde bir değişiklik olmazsa –İran’a yönelik bir askerî müdahale gibi– PKK’nın işi oldukça zor ” (Taraf, 06 03 2010)

Askeri darbe döneminde nasıl ki, toplumun bütün örgütlü kesimleri hedef alınarak dağıtılmış ve neo-liberal politikaların uygulanmasına uygun ortam sağlanmışsa, işte bugün de ‘açılım’ politikasından Kürt halkının örgütlü güçlerinin payına düşen de budur. Burada tekrar ‘açılım’ politikası konusunda bizim söylediklerimiz ve gerici şoven çevrelerin karşı çıkışları arasındaki farkı kalın çizgilerle belirtmek gerekiyor: Gerici şoven güçler, ‘açılım’ politikası ve üzerinden sürdürülen tartışmalara, Kürtlerin varlığının tanınması ve bu temelde bazı düzenlemeleri (TRT Şêş’in yayına başlaması ve Kürdoloji bölümlerinin açılacağının belirtilmesi gibi) gündeme getirmesi nedeniyle karşı çıkmaktadır. Bizim itirazımız ise, Kürt ulusal hareketini, Kürt halkının ulusal mücadeledeki temsilcilerini muhatap almadan ve bu mücadelenin ulusal taleplerini dikkate almadan ‘bireysel haklar’ çerçevesinde bir çözümü öngörmesi ve bağlı olarak Kürt halkının örgütlü kesimlerini hedef alan bir politika olmasınadır.

Taraf yazarları, Kürt sorununun çözümü ve demokratikleşmenin  ‘açılım’ politikası ve uygulayıcısı AKP Hükümeti’nin eliyle sağlanabileceğini vaaz etmekte, dolayısıyla barış ve demokrasi isteyen bütün halk kesimlerini AKP’nin arkasında saf tutmaya çağırmaktadır. Biz ise, demokratik çözümün ancak Kürt halkı ve bütün emek-demokrasi güçlerinin birliği ve mücadelesinin ilerletilmesiyle sağlanabileceğini söylemekteyiz. Dolayısıyla ‘açılım’ üzerinden Kürt sorununun tartışılmasına değil, bu politika ile öngörülen/dayatılan “çözüm”e karşıyız.

DEMOKRATİKLEŞMENİN DAYANAĞI HALK GÜÇLERİNİN MÜCADELESİDİR!

Meselenin özü, liberal demokratların demokratikleşme mücadelesinin temel dayanağı olarak neyi gördüklerinde düğümlenmektedir. Taraf yazarları, ‘Ergenekon Davası’ sürecinde olduğu gibi, ‘açılım’ konusunda da, demokratikleşme mücadelesini, egemen güçler arasındaki sürtüşme ve çatışmaya bağlamakta ve demokrasi isteyen güçleri, AKP arkasında saf tutmaya çağırmaktadır. Bunlara göre, Ergenekon Davası sürecinde, bütün toplum kesimleri AKP’yi desteklerse, darbeciler tasfiye edilecek ve ülkeye demokrasi getirilecekti. Oysa sınıf partisi ve demokrasi güçleri, Ergenekon davasını, davayı “AKP’ye karşı darbe girişimi” sınırları içinde tutmak isteyen yürütücülerinin niyetlerinden bağımsız olarak, demokrasi mücadelesi bakımından önemli gördüklerini açıklamış, ama davanın karanlık suç örgütlerinin açığa çıkartılması ve demokratikleşme mevzisine çekilmesi için bütün halk güçlerinin müdahilliğinin önemine dikkat çekmişlerdir. Bugün, 90’lı yıllarda Bölge’de ve ülkenin çeşitli kentlerinde gerçekleştirilen binlerce karanlık olay ve cinayetin adresi olan JİTEM ve kontrgerillanın Veli Küçük’ten Arif Doğan’a, Atilla Ersöz’den Atilla Uğur’a ve Levent Ersöz’e kadar birçok önemli ismi Ergenekon davası sanığı durumunda olmalarına rağmen, bunlar, sadece “AKP’ye karşı darbe girişimleri” nedeniyle yargılanmaktadır. AKP’li Bakan Mehdi Eker “JİTEM’in insanları öldürüp köprü altına attığı”nı söylemekte, ama ordunun JİTEM’in varlığını hala kabul etmemesi karşısında, AKP Hükümeti’nin hiçbir girişimi bulunmamaktadır. Ötesinde Bölge’de yürütülen ‘özel savaş’ döneminin mağdurlarının Ergenekon Davası’na müdahillik başvuruları bir bir reddedilmiştir.

Özetle, Ergenekon Davası’nda bugüne kadar ne Bölge’de işlenen karanlık cinayetlerin, ne de Özel Harp Dairesi’nin Türkiye’nin NATO’ya girdiği günden bu yana halka karşı işlediği suçların ortaya çıkarılması konusunda herhangi somut bir gelişme olmamış; AKP’nin demokratlığı bu davayı kendi politik hesaplarına göre kullanmanın ötesine geçmemiştir. Bütün bunlara karşın, Taraf yazarları, AKP’yi eleştirmek şöyle dursun, PKK ile Ergenekoncular arasında ‘derin’ ilişkiler olduğu vb. söylemler üzerinden, Kürt halkını ve demokrasi ve barış isteyen halk güçlerini AKP dışında ‘güvenilir’ bir odak olmadığına ikna etmek konusunda gayretlerini sürdürmüşlerdir.

AKP’nin gerek Ergenekon Davası ve gerekse ‘açılım’ sürecinde ortaya koyduğu “kendine Müslüman” “demokratikleşme”yi, kendi politik mevzisini/durumunu güçlendirmek için kullanmanın ötesine gitmeyen tutumuna rağmen, liberal demokratlarımız için halk güçlerinin bu mücadeledeki rolü, AKP’yi destekleyip cesaretlendirmekten ibarettir. Hatta emek ve demokrasi güçleri, TEKEL işçilerinin güvencesiz çalıştırılmaya, işsiz bırakılmak istenmelerine karşı Ankara Direnişi örneğinde olduğu gibi, AKP’nin dayattığı politikalara karşı mücadele ettiklerinde ise, en hafifinden Ergenekoncuların, darbecilerin oyunlarına alet olmaktadırlar! İşte Taraf’ın ‘İş ve Sosyal Güvenlik Dünyası’ köşesinin yazarı Ramazan Çanakkaleli’nin TEKEL işçilerinin eylemi konusunda söyledikleri: “Ne kadar marjinal grup varsa Tekel işçilerine destek adı altında oraya gitti (…) Kim bilir belki birileri demokratik yolla değiştirmedikleri iktidarı demokrasi dışı yollarla değiştirme için TEKEL işçilerinin eylemini bir fırsat olarak görmek istiyordur.” (Taraf, 01.02.2010)

Oysa TEKEL Direnişi, Taraf yazarının iddia ettiği gibi, demokrasi karşıtı güçlere fırsat sunmak bir yana, düne kadar milliyetçi-şoven kışkırtmalar nedeniyle birbirlerine önyargılı yaklaşan Türk-Kürt her milliyetten işçi ve emekçilerin ortak mücadele duyguları üzerlerinden birbirlerinin dillerine, kültürlerine saygıyı, işçiler arasında kardeşleşmeyi sağlamıştır. Bunun da ötesinde, egemen güç odaklarının kamplaşmalarına yedeklendikleri için düne kadar birbirlerinin yanına yaklaşmayan sendikaların, ortak sorunlar, talepler konusunda birlikte hareket etmelerinin önünü açmıştır. Ama Taraf’çı liberallerimiz için işçi sınıfı ve emekçiler “tarihsel rollerini çoktan tamamlamış oldukları için”, kendilerine dayatılan neo-liberal politikalara, güvencesiz çalıştırmaya karşı mücadelede birleşmeleri, olsa olsa hükümete karşı bir ‘tertip’ olabilir! Tekel işçisine saldırmayı da demokratizmin nişanesi olarak gören liberallerimizin gerek Kürt sorunu gerekse genel olarak demokrasi mücadelesi karşısındaki pozisyonlarının alçaklığı buradan da ibret vericiliğiyle görünmektedir.

Özetle liberal demokratlar, Ergenekon Davası’ndan, TEKEL direnişine ve ‘açılım’ politikasına kadar ülkedeki meselelere halkın çıkarları üzerinden değil; egemen güçler arasındaki kamplaşmanın içinden bakmakta ve halkı bu kamplaşmada taraf olmaya çağırmaktadır. Onlar, Ergenekon davasını da, ‘açılım’ politikasını da, “dünyanın (emperyalistlerin) Türkiye’ye biçtiği rol”ün bir sonucu olarak görmekte ve her türlü barışçıl, demokratik söylem üzerinden halkında çıkarına olduğunu söyledikleri bu süreci, esas olarak ülkenin emperyalizmin Bölge politikalarıyla uyumlu hale getirilmesinin bir gereği ve sonucu olarak görüp sahiplenmektedirler. Bu bakımdan birer ‘açılımcı demokrat’ olan Taraf’çı liberallerimiz için ‘açılım’ politikasının Kürt sorununu çözecek bir proje olarak sahiplenmesinin arkasında, ABD’nin bu süreçteki rolü belirleyici olmaktadır. Ve yine onlar, Irak’tan çekilme sürecinde PKK’yi kendileri için istikrarsızlık yaratacak silahlı bir güç olarak gören ABD’nin ve bu temelde “Bu süre zarfında Kuzey Irak’taki PKK sorununun bitirilmesini arzu ediyoruz ve “Avrupa ülkelerine de, ‘PKK, bir NATO müttefiğine saldıran bir grup. Siz de bizim gibi adım atın’ diyoruz (ABD Türkiye Büyükelçisi James Jeffrey; Taraf, 24.10.2009) açıklamalarını yapan ABD Ankara Büyükelçisi’nin bakış açısıyla görmekte; PKK’nin silahsızlandırılması/tasfiyesi üzerinden Kürt sorununun çözülebileceğini söylemektedirler.

Oysa 2010 Newroz kutlamaları, Kürt sorununun çözümünü Kürt ulusal hareketinin tasfiyesi/çözülmesinde görenlere Kürt halkının milyonlarla alanlara çıkarak yanıt verdiği bir gün olmuş ve halkı hesaba katmayan hiçbir “çözüm” arayışının başarılı olamayacağını bir kez daha göstermiştir. Bugün demokrasi, barış ve insanca yaşam, sadece Kürt halkının değil; işçi sınıfı, Türk ve her milliyetten emekçilerin ortak talebi olduğuna göre, yapılması gereken, Kürt halkının Newroz’da ortaya koyduğu mücadele birikiminin, bu güçlerle, TEKEL işçilerinin mücadelesi sürecinde tüm halk güçlerinin ortaya koyduğu birlik ve dayanışma örneğinde olduğu gibi, birleştirilmesidir. Demokratik çözümü yaratmanın, egemenleri barışa zorlamanın yolu da buradan geçmektedir. Çünkü ‘barış’ ve ‘demokrasi’ laflarının herkesin ağzında dolaştığı günümüzde, söylenen güzel sözlere değil, bu sözlerin arkasına gizlenen hesap ve çıkarlara; bunun da ötesinde, mücadelenin temel dayanağı olarak kimin/neyin görüldüğüne bakmak gerekmektedir. Taraf, sözde darbelere ve darbecilere karşı ‘bayrak’ açarken, diğer bir egemen güç odağı olan AKP’ye ve ona Bölgesel roller biçip destekleyen emperyalistlere yaslanmakta; halk güçlerine de, sürecin öznesi olarak değil, destekçisi/yedeği olarak (mesela halk önümüzdeki seçimlerde AKP’ye oy vererek demokratik bir anayasa yapılmasını destekleyebilir!) roller biçmektedir. Oysa emek ve demokrasi güçleri, egemen güçler arasındaki kamplaşma ve mücadelenin (ve bu arada Taraf’ın “askeri vesayete” karşı yaptığı yayınların) demokrasi mücadelesi bakımından sunduğu olanakları göz ardı etmemekle birlikte, sadece bu kamplaşma ve çatışmadan Kürt sorununun çözümünün ve demokratikleşmenin sağlanamayacağını; demokratik çözümün asıl öznesinin halk güçleri ve onların mücadelesi olduğunu vurgulamaktadır. Bu bakımdan Kürt sorununun çözümü, demokrasi ve barış konusunda söylenen güzel sözlerin altı kazındığında, ‘açılımcı demokrat’ Taraf ile demokrasi güçleri arasındaki mesafe, ABD ve işbirlikçisi egemen sınıfların çıkarları ile halk güçlerinin çıkarları arasındaki mesafe kadardır.

“Yeni Sol” – ”Yeni Politika” Soslu Liberal Sağcılık

Profesör Ahmet İnsel ile Doç. Dr. O. Elbek, Birikim’in 248 ve 249.sayılarında iki ayrı yazı yayımladılar. İnsel, “yeni sol” ile ilgili görüşlerinin daha kapsamlı bir açıklamasını gazetecilerle röportajlarında da dile getirdi.

Bu iki yazının ortak özelliği, işçi sınıfını, mücadelesini, bu mücadele içinde parti olarak örgütlenmesini ve partisinin yol gösterici-eğitici ve deneyimlerini genelleştirici yardımıyla iktidar kavgasına girişmesini önemsiz ve reddedilebilir görmeyi içeriyor olmalarıdır. İki yazıda da, işçi sınıfı ya yok sayılıyor ya da yazarlar, “toplumsal yaşam”ın sorunlarını ve unsurlarını ele alış tarzları ve çıkardıkları sonuçlarla buraya varıyor. İnsel, işçi sınıfının devrimci bir dinamik olma vasfını kaybettiği iddiasındadır ve Elbek, işçi sınıfı kavramını kullanmaktan bile imtina etmekte ve “reel sosyalizm tecrübesi”nde sahiplenecek bir şey görmemektedir!

Yazarlar, “toplumsal yaşama dair tarih yasaları”na, herhangi sınıfa (kasıt işçi sınıfıdır) “devrimci misyon biçilmesi”ne, “kolektif özne”ye; “merkezci” örgütlenme ve planlamaya karşıdırlar; “toplumdaki farklı varoluş alanları”nın “bilinci belirlediği”, “iyi, güzel ve arzulanır olan”dan yana, “aşağıdan yukarı” ve “ahaliyle birlikte” inşa olunacak “özyönetim”ci bir “örgüt” pratiği ile “bürokratik sosyalizm anlayışları”nın aşılacağı iddiasını ileri sürüyor; “merkez”den oluşturulan/oluşturulacak olan görüş ve “ilke”leri bireyin özgürlüğü ve dinamizmiyle bağdaşmaz sayıyor; “sol”a, “içinde bulunduğu durumdan çıkış” için “geleneksel olan”dan kopmasını, “sınıfsal” kavram ve teorilerden uzak durmasını; “örgütlü-örgütsüz işçiler, işsizler…” gibi “emek eksenli” özneleri çalışmasının merkezine almamasını, “tüm toplumsal kimliklerin özgüllükleri ve özerkliklerini koruyacakları” ve “daha iyi bir dünyayı özleyen herkes”in, içinde yar alacağı ve görüşlerini rahatça savunup geliştirebileceği örgütlere yönelmesini öğütlüyorlar!

İddialarının bağlandığı ‘ana fikir’, kapitalizmin geçirdiği değişim ve gelişmelerin işçi sınıfının saflarında yarattığı dağılma ve “mavi yakalıları” zayıflatması nedeniyle, onun artık eskisi gibi devrimci bir işlev göremeyeceğidir. Marksizmi önce bir “proje”ye indirgiyor, sonra o projenin “geçerliliğini yitirdiği”ni söylüyorlar. Marksizmi ve onun toplumsal üretim tarzı, toplumsal sınıfların ilişki ve çelişkileri ve sınıf mücadeleleri üzerine açıklamalarını önce farklı içeriklerde gösteriyor, sonra dönüp, sözüm ona karşı oldukları indirgemeci yöntemlerle “tahayyül”lerindeki bu Marksizmi “artık inanılmayan” ve “geçerli olmayan” ilan ediyorlar.

Burada, önce, A. İnsel’in söz konusu dergi yazısında bu kapsamda dile getirdiği görüşleri üzerinde duracak, ardından, Dr. O. Elbek’in formüle ettiği örgüt anlayışı ve toplumsal sorunların sözüm ona çözüm yolu, yöntemi ve araçları üzerine söylediklerini ele alacağız.

a-) Kapitalizmin geçirdiği değişim ve “mavi yakalıların azalması”(!) işçi sınıfını ‘kurtarıcı sınıf’ olmaktan çıkarır mı?

Prof. İnsel, 19. ve yirminci yüzyıldaki “dönüşüm”lerin, işçi sınıfının “geleceğin toplumunun tohumlarını içinde barındıran, umut dolu bir geleceğin kendisine içkin olduğu kurtarıcı sınıf statüsünü” yitirmesine ve işçi olmanın, 20. yüzyılın “ikinci yarısından itibaren arzulanan bir durum” olmaktan çıkmaya başlamasına yol açtığını, “kimsenin işçiye benzemek istemediği bir dünyaya” girildiğini söylüyor ve “sınıf temelli söylemlerin bırakılması gereği”ne işaret ediyor(!)

İnsel’e göre; “Günümüz toplumlarında, çok küçük bir dogmatik azınlık hariç, kimse toplumsal gidişata bütünüyle ve tamamen bilinçli biçimde hakim olacak bir toplumsal gücün varlığına artık inanmıyor. Bu ise, Marksizmin 19. yüzyılın son çeyreğinde almaya başladığı ve Leninizmle şahikasına ulaştığı biçim altındaki devrimci projesinin günümüz toplumlarında bir karşılığının kalmaması anlamına geliyor. İktidarın ele geçirilmesiyle birlikte, kapitalizme ve ücretli emeğe son verilmesinin, insanlığın bugüne kadar süregelmiş tarihinin son bulmasının ve yeni bir insanın yaratılmasının mümkün olacağı üzerine dayalı radikal kopuş ve bakir yeniden doğuş tahayyülünün de gündemden düşmesi demek bu.”1 (Altını biz çizdik)

İnsel bunun, “aynı zamanda”, “ toplumda tarihsel gidişin doğal olarak, kendiliğinden sosyalizme götüreceğine artık inanılmadığı ve sosyalizmin mesihçi versiyonu geride kaldığı için, tarihsel ilerleme fikrinden yoksun bir Aydınlanmaya dönüş” olduğunu söyleyerek, bu gelişmeyle bağlı olarak, “sol siyasal tahayyül”ün “içi giderek boşalan bir modernciliğe” teslim olduğunu ileri sürüyor.

Burada bir an duralım ve İnsel’in “bilim adamı” olarak ve “bilimsel analiz” ya da “somut koşulların somut tahlili” adına ortaya koyduğu tablo ve bu tablodan ürettiği sonuçlara bakalım ve önce iddiasının ikinci bölümünde söylenenler neyi ifade ediyor, onu görelim:

“Marksizmde ve onun Leninizmle şahikasına ulaşan biçimi”nde toplumsal tarihsel ‘gidişat’ın “kendiliğinden ve doğal olarak sosyalizme götüreceğine” dair bir değinme ya da ima olmamasına ve tarihin sınıf mücadeleleri tarihi olduğu; proletaryanın bir devrimle burjuva sınıf hakimiyetine son verip sosyalizmi inşa etmek ve bunun için de devlet olarak örgütlenmek zorunda olduğu ‘Komün Deneyimi’nin de dersleriyle ayırt edici şekilde ortaya konmuş olmasına karşın, “bilimsellik” ve modernlik, değişim ve “yeni sol sorumluluk” adına; spekülasyon yoluyla ve “inanç”/inançsızlık gibi öznel tutum ve durumlar maddi-nesnel güç, ilişki ve durumların yerine ikame edilerek, böyle bir iddia ileri sürülebiliyor. Bu iddia, İnsel tarafından –on yıllardır sürdürülen bir iddiadır bu– kaynak gösterilmese de, Marx’ın, “Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı” adlı eserinin ünlü önsözündeki açıklamasından hareketle ileri sürülmüş olmalı. O önsözün konuya ilişkin bölümünde Marx, bir toplumsal formasyonun (üretim biçimi) son bulması ya da bir devrim için belirli koşullara işaret ederken, şunları yazmıştı: “Gelişmelerinin belirli bir aşamasında, toplumun maddi üretici güçleri, o zamana kadar içinde hareket ettikleri mevcut üretim ilişkileriyle ya da bunların hukuki ifadesinden başka bir şey olmayan mülkiyet ilişkileriyle çelişkiye düşerler. Bu ilişkiler, üretici güçlerin gelişme biçimleri olmaktan çıkıp, onların zincirine dönüşürler. O zaman bir sosyal devrim çağı başlar. Ekonomik temelin değişmesiyle birlikte koskoca üstyapı yavaş veya hızlı bir şekilde altüst olur…”

Söylenen, eski toplumun bağrında doğup gelişen yeni üretici güçlerin, onların özgürce gelişmesine engel oluşturan hâkim üretim ilişkileriyle çatışmaya girmesinin, bir devrimin nesnel koşullarının temelinde yer aldığıdır. Tarihsel gidişin esas olarak bu yönde olduğunun tanıklığı, tüm eski toplumların tarihsel hareketin burgacına kapılarak, kendinden daha ileri üretici güçler eliyle değişime uğratılması tarafından yapılmıştır. Kapitalizmin bundan azade olmadığı da, emek-sermaye; proletarya –ve emekçiler– ile burjuvazi ve kapitalist gericilik arasındaki uzlaşmaz karşıtlık tarafından ortaya konmaktadır. İnsel, üretim ilişkileriyle üretici güçler arasındaki çelişkinin (yeni üretici güçlerin eski üretim tarzının engellerinden kurtulma eğilimi) devrimin nesnel zeminini olgunlaştırarak, bir devrimi gündeme getirmesine ve proletaryanın kapitalist toplumun gerçek devrimci sınıfı olduğuna dair belirlemeleri; “salt iktisadiyatçı” ve “indirgemeci” olarak nitelemekte ve “toplumsal varoluşun salt iktisadiyat olmadığını, insan topluluklarının siyasal ve tarihsel olan içinde anlam ve yön kazandığını” anımsayarak/anımsatarak(!), “herhangi bir tarih yasasına” dayanmadan, “iyi, güzel ve arzulanır olan yönünde” herkesin katılacağı amorf bir “solculuk”la kapitalizme alternatif üretilmesini önermektedir.2

İnsel’in formüle ettiği toplum tablosundan çıkardığı diğer sonuç ile bu ikincisi arasında koparılamaz bağ vardır. “Toplumsal gidişata bütünüyle ve tamamen bilinçli bir biçimde hâkim olacak bir toplumsal güç” ile kast edilen, İnsel’in başka açıklamalarında adını açıkça andığı üzere, işçi sınıfıdır. İnsel, “çok küçük bir dogmatik azınlık” hariç, kimsenin böyle bir gücün varlığına artık inanmadığını söylüyor. İnsel’in söz konusu dergi yazısındaki ‘izahat tarzı’, “kendi fikri olmayan” ve “kendi dışında” bir “durum saptaması”nı mı aktardığını, yoksa bizzat öyle olduğunu düşündüğü bir belirleme mi yaptığını bir ölçüde muğlak bırakacak türdendir. Ancak, gerek durum tespiti, gerekse “sol”a gösterdiği “çıkış yolu” üzerine önermeleri, bu tespitlerin onun ‘kendi düşünceleri’nin ifadesi olduğunu gösteriyor.

İnsel’in analizinde “inanma/inanmama” gibi kavramlara yer vermesi, iktisadi-sosyal olgu ve sorunlar söz konusu olduğunda bilimsel yaklaşımı bir miktar zedelese de, bunu bir yana bırakıyoruz. Yine de sorun inanma/inanmama olunca ya da buraya indirgenince, her bir “kimse”, şu ya da bu yönde bir inanç açıklamakta kuşkusuz serbesttir. Ama ne sorun budur, ne de birileri inanmıyor diye, toplumsal bir varlık (burada sınıf) yok olur. İşçiler dünyanın hemen tüm ülkelerinde varlar ve toplamda da giderek büyüyen/çoğalan bir sınıfı oluşturuyorlar. “Toplumsal gidişata bütünüyle ve tamamen bilinçli biçimde hâkim olacak” olmaya gelince; bu gidişat, öncelikle tüm sınıf, güç ve kesimler, iktisadi-sosyal ilişkiler ve koşullar, ideolojik-politik-kültürel-askeri vb. etken ve bunların örgütlü yapıları tarafından ve çeşitli biçim ve düzeylerde etkilenir. Burjuvazi örneğin, hâkim sınıf olarak, “toplumsal gidişat”a “tamamen ve bilinçli biçimde” hâkim olma ve yön verme olanak ve avantajlarına karşın, tüm bu toplumsal güç ve ilişkilerin baskısı altında olmaktan kurtulamamıştır.

İşçi sınıfı ise, bir tarihsel süreçte, iç ve dış koşul ve etkenlerin bir devrim için elverişli olması durumunda, yeterli düzeyde bir bilinç ve örgütlenmeye sahipse, toplumsal gidişata, sömürüden kurtuluş için bir yön verme/hâkim olma için savaşacaktır. Bunu, “tamamen ve tümüyle” ve de “bilinçli” olarak yapması/yapabilmesinin koşul ve gereklerinin ortaya çıktığı/çıkacağı yer, –İnsel reddetmesine karşın– toplumun bağrında sürüp giden sınıf mücadeleleridir. İşçiler, bir ölçüde, genelleştirilerek söylenirse, kapitalistler ve hükümetleriyle kavga içinde eğitim görüyor, “emekçi kitlesinin sorumluluğunu taşıyarak” sömürü sistemine karşı mücadeleye atılıyor, kendi sınıfının uluslararası mücadelesinin tecrübelerinden çıkarılmış derslerle donanıyor, gidişata yön vermek ve hâkim duruma gelmek için birleşmeye ve “kendi için sınıf” halinde sınıf mevzilerini güçlendirmeye çalışıyorlar.

Prof. İnsel böyle bir gücün varlığına artık “kimsenin inanmadığını” söylerken, nerede ve nasıl bir araştırma yaparak bu sonuca ulaştığını ortaya koyma zahmetine katlanmıyor ve yalnızca inanç belirterek, Marksizmin “devrimci projesinin günümüz toplumlarında bir karşılığının kalmadığı”nı ve “yeniden doğuş tahayyülünün de gündemden düştüğü” üzerine iman tazelemektedir! İnsel böyle düşünmekte, buna “inanmak”ta özgürdür, ama görüşlerinin bilimsel bir temeli, maddi dayanakları bulunmuyor.

İnsel’e göre; kapitalizmin ve burjuva toplumunun değişiminin bir sonucu olarak, “işçiler ve dar anlamda işçi sınıf, geleceğin toplumunun tohumlarını içinde barındıran, umut dolu bir geleceğin kendisine içkin olduğu kurtarıcı sınıf statüsünü yitir”miştir ve “toplumsal gelişmeleri ayakları yere basacak biçimde çözümleme ve buna uygun bir siyasal duruş” için, “insanları bireysel veya sınıfsal çıkarlarının esiri olarak gören sağ veya sol ekonomizmlerin indirgemeci ve varoluş anlamını yoksullaştırıcı perspektifini” reddetmek gerekmektedir. İnsel, “Sol”a, “herhangi bir tarih yasasına dayanan değişimi değil, iyi, güzel ve arzulanır olan yönünde gerçekleşecek değişimin koşullarını hazırlama” görevi biçiyor!3

İşçi sınıfının toplumsal ‘devrimci’ işlevini yitirdiği ve geleceği temsil eden sınıf olmaktan çıktığı iddiası, bir bölüm kapitalist işletmede ve genel olarak kapitalist üretimde teknik yenilenme ve makinenin yeni buluşlarla teçhiz edilmesinin, bir bölüm işgücünü üretim dışına atmasına karşın, yeni üretim dalları ve nesnelerinin “üretimi”ni, işçilerin çalışan bölümünü daha fazla sömürme, az işçiyle çok üretme; nispi ve mutlak artı-değeri artırma gibi sonuçlarını göz ardı eder ya da önemsiz sayar; işçilerin sayısal olarak gösterdiği değişimi tersinden ele alır ve bir kesimin işsizliğe itilmesine karşın, giderek büyüyen dünya işçi nüfusunu göz ardı eder.

İşçi sınıfı, kapitalizmin ve büyük sanayinin ürünüdür. Sanayinin gelişmesiyle işçiler sayı olarak büyümekle kalmazlar, daha büyük yığınlar halinde bir araya da gelirler. Tarihsel eğilim bu yöndedir ve işçi sınıfı dünün köylü toplumlarının bağrında giderek büyüyen bir güç halinde oluşmaya devam etmektedir. Bütün öteki sınıflar büyük sanayi ve tekeller tarafından az ya da çok değişen hızda yıkıma uğratılırken, proletarya kapitalist gelişmeyle birlikte büyür ve kapitalist sömürüye karşı mücadele içinde devrimci bir sınıf olarak burjuvazinin karşısına çıkar. İşçi sınıfı, bu gelişme sürecinde, dışındaki bütün öteki sınıf ve kesimlerden saflarına itilenlerle birlikte, giderek büyür. Emekgücünün meta oluşu ve yedek işgücünün varlığı işçiler arasındaki rekabetin başlıca kaynağını ve nedenini oluşturmasına ve burjuvazinin, bu temel üzerinde, işçileri sektör, bölge, ülke ve ulus, inanç ve din ayrımları temelinde bölme faaliyetini sürdürerek, işçilerin bir sınıf “ve böylece bir parti” olarak örgütlenmelerini engellemeye çalışmasına karşın, işçiler, yaşadıklarından ders çıkararak, yeniden ve yeniden örgütlenir; sendikalar, işçi dernek ve birlikleri, kooperatif örgütleri ve nihayet bir parti birliği halinde, burjuvaziye karşı mücadeleye atılırlar. Üretim araçlarını ellerinde toplayan kapitalistler ile sayıları sürekli artan ve “kapitalist üretim sürecinin bizzat kendi mekanizması tarafından eğitilen, birleştirilen ve örgütlenen” işçi sınıfı arasındaki bu mücadele keskinleştikçe ve işçiler ücretli köleliklerinin bilincine vardıkça, kapitalist özel mülkiyet sistemine son vermek amaçlı mücadelede büyür ve güç kazanır. Toplumsal tarih “bugün” ile, konjonktürel gelişmelerle sınırlı görülemez.

Burjuvazinin işçilere karşı iş ve çalışma koşullarında giriştiği değişiklikler sonucu işçilerin merkezi-kitlesel üretim mekânlarının bir miktar parçalanmış olması, kapitalist üretimin proleter öznesini ve onun kapitalist sömürüye karşı mücadelesinin zeminini ne ortadan kaldırır, ne de yok eder. Aksine, sermayenin genişleyen yeniden üretimine bağlı olarak ‘emeği sermayeyi çoğaltan’ işçiler kitlesinin giderek büyümesi devam eder. Makine kullanımının yaygınlaşarak başlıca üretim aracı haline gelmesi ve makinenin teknik yetkinliğinin bilim ve teknikteki ilerleme sonucu geliştirilmiş olması, işçilerin bir bölümünü üretimden koparmasına ve işsiz kitlelerinin saflarına itmesine ve böylece İnsel’in deyişiyle “mavi yakalıların sayısı”nı bu sektörlerde bir miktar azaltmasına karşın, kapitalizmin ulusal ve uluslararası gelişmesiyle yeni sektörlerin ortaya çıkması ve yeni ürün çeşitlerinin ihtiyaç haline gelmesi, bu işçilerin bir bölümünü tekrar üretime çeker ve diğerleri, yine bir kesimiyle, farklı işkolları arasında yer değiştirerek, üretime katılırlar. Diğer yandan, eski “köylü ülkeleri”nin kapitalizmin girdabına girmesi, işçi kitlelerinin uluslararası alanda büyümesini sağlar. “Teknolojik gelişmelerin üretimin teknik temelinde yarattığı köklü atılımlar”ın ve bilimsel teknik uygulamaların sermayenin yapısında, işçi ile kapitalistin ilişkilerinde ve onların üretim sürecindeki işlevlerinde “değişime yol açtığı”; sanayi işçilerini işinden ederek, proletaryanın toplumsal devrimci rolü ve eylemini olanaksız kıldığı ve bu olgu ve gelişmelerin toplumsal tarih ve sınıf mücadelesi üzerine Marksist tezleri “yanlışladığı”(!) iddiası, iddianın aksine, değişim, koşullar ve sınıf mücadelesi pratiği tarafından geçersiz kılınmaktadır. Üretim koşulları ve üretimin teknik yapısındaki gelişmelerle birlikte işin ve çalışmanın ‘parçalanması’, bazı sanayi ürünlerinin parçalar halinde farklı meânlarda üretilerek bir merkezde montaja alınması, kadın ve çocuk emekgücünün kullanılmasındaki artış, taşeron firmalara ve eve iş verilmesi, esnek çalışma uygulaması vb. gibi üretimin yeni biçimlerde örgütlenmesiyle ilgili değişiklikleri, işçi sınıfının kapitalist üretim tarzı ve artı-değer üretiminde yerine getirdiği/gördüğü işlevi tümüyle ve temelden değiştirici gelişmeler olarak gösterenler, bu değişim, gelişme ve farklılıkları tek yönlü olarak yorumlamaktadırlar. Buna rağmen, işçi sınıfının “dünya tarihindeki devrimci rolü”ne inanmayan(!), bu devrimci rol ile proletaryanın kapitalizmin asal bir ürünü olması ve üretim sistemi içindeki üretici faaliyeti arasında bağ kurmayan biri/birilerinin sınıf inkârcı liberal teorilere bağlanması ya da onları sahiplenmesinde şaşırtıcı bir durum olmaz. İşçi sınıfının toplumsal işlevine “inanmayı” “dogmatik bir azınlık”ın işi sayma inancı ise, “inanç özgürlüğü”(!) kapsamında mümkün olmakla birlikte, tarihsel sürecin gelişen ve büyüyen bir güç olduğuna tanıklık ettiği proletaryayı basit bir basite alma/azımsama/görmek istememe ruh haline işaret eder. Hemen tüm kapitalist ülkelerde, burjuvazi ve hükümetleri işçi sınıfına karşı politikaları amansızca uygularlar ve buna karşı işçiler birleşip direnmeye çalışıyorken, bu durumu da ‘hafifletmek’ üzere, mücadele halindeki sınıfı görmemek için, kişi ya da kişilerin gerçekten bakar-kör olmaları gerekir!

Kapitalizmin tarihini, işçilerin, (diğer emekçilerle birlikte) kapitalistler –kapitalist burjuva devleti– hükümetlerine karşı mücadelelerinin de tarihi olmaktan çıkaran bu bakış açısı, artı-değer sömürüsünü olanaklı kılan üretim tarzının siyasi-hukuki ve diğer alanlarla bağının üzerini örter ve kapitalist “toplumsal varoluş”u neredeyse işçisiz bir sistem olarak kurgular!

Burada, işçiye benzeme isteksizliği üzerine de kuşkusuz birkaç söz söylenmelidir: Benzemek ile “öyle” ya da “zaten o olmak” arasındaki farkı bir yana bırakalım. İşçi sömürü ve kâr nesnesidir. Emekgücü ve onun aracılığıyla kendisi meta haline gelmiştir. İşçinin, uyku zamanı dışındaki neredeyse tüm zamanı kapitalist tarafından satın alınmış ya da gasp edilmiştir. Hareketinin makineye uyum zorunluluğu, kendine kalan zamanın ya yok ya da yok denecek kadar az oluşu, maddi olanaksızlıklar vb. nedeniyle zihni gelişmesi engellenmiş ve sınırlanmıştır. İşçi, bu durumda oluşu; sömürü nesnesi haline gelmeyi ve çok yönlü yoksunluğu isteyerek seçmemiştir. Bu, “istek”/isteyip-istememeye bağlı bir durum değildir. Emekgücünü kapitaliste satmadan yaşamını ve neslini sürdürme olanaksızlığı, onu, kapitalist ile kapitalist devletin ücretli kölesi olarak çalışmaya yöneltmiştir/yöneltmektedir. Kimsenin “o”na benzemek istememesinin nedeni, bu sosyal-iktisadi konumudur. Bu durumu ve kimsenin ona benzemek istememesi, varlığının inkârını değil, içinde tutulduğu koşulların katı gerçekliğini ortaya koyar.

Yazar(lar)ın görüşleri, aktüel sınıf çatışmaları tarafından da çürüğe çıkarılmaktadır. Onlar, kabul etseler de etmeseler de, kapitalistler ile hükümetleri, sınıf mücadelesini, gereklerine uygun araç ve yöntemlerle ve çıkarları doğrultusunda sürdürüyorlar. Bu, ‘ileri kapitalist ülkeler’de de, bağımlı olanlarda da günceldir ve üstü örtülemez uzlaşmazlıklarla devam etmektedir. Türkiye’nin başkentinde, TEKEL işçileriyle hükümet ve devlet güçlerinin karşı karşıya gelişinde yaşanan, adıyla “sanı”yla sınıf kavgasıydı. İşçilerin üzerine panzerler sürüldü, zehirli gaz sıkıldı, coplandılar vb. Oysa istekleri iktisadi-sosyal kategoride isteklerdi ve hükümet, bu istekleri kabul ettiğinde, işçilerin mücadele yoluyla taleplerini elde etmelerinin önünü açmak gibi bir aptallık yapmış olacağını bildiğinden, taviz vermemeye çalıştı.

TEKEL işçileri, sınıfın küçük bir parçası olarak 78 gün süren bir direnişle “biz işte buradayız ve bir sınıfın tutumunu ortaya koyuyoruz” dediler. Sınıfların ve sınıf ideolojilerinin “işlevsizleştiği” tezlerinin revaçta olduğu son otuz-kırk yılda, uluslararası alanda çok sayıda benzer işçi-emekçi eylemi yaşanmasına rağmen, bu “sonuncusu”, söz konusu yazarların “burunlarının dibinde” meydana çıkmakla, onların spekülasyon ağırlıklı iddialarına ‘anında’ maddi-gerçek bir yanıt oluşturarak, benzerlerinden farklılaşmış oldu.

78 günlük bu direniş, sınıfın küçük bir bölümünün eylemi olmasına karşın, iki sınıf ve temsilcilerinin, onun aracıyla ve etrafında karşı karşıya geldikleri bir “kısmi muharebe” özelliği kazandı. Direniş ve destek grevi, ülkenin hemen tüm bölgelerindeki işçi ve emekçilerin saflarında dalgalanmaya yol açtı, “umutlar tazelendi”, dayanışma eylemleri yapıldı, uluslararası dayanışma örnekleri gösterildi, direniş ve eylem uzlaşmacı-reformist sendika liderlerini kendilerine ‘çeki düzen vermek’ zorunda bıraktı vb.

TEKEL’de ya da başka işletmelerde çalışan direnişçi ya da ‘dayanışmacı’ işçiler, bu karşı karşıya gelişin sınıfsal anlam ve karakterini kesin ve “basit” çıkarımlarla ortaya koyarlarken, liberal “sol” yazarların “sınıfsal kavramlar geçerliliğini yitirdi” şeklindeki gevelemelerine de, kendi usullerince yanıt vermiş oldular. İşçiler, hükümet ve sermaye ile hak mücadelelerini “işçilerin birliği” ve “işçi kimliğinin farkına vararak”, ama aynı zamanda “emekçiler kitlesinin sorumluluğunu” da taşıyarak sürdürmekte olduklarını söylüyorlar. Bu açıklayış ya da ilan etme, “proletaryanın dünya tarihindeki devrimci rolü”ne itirazların kofluğuyla dayanaksızlığının da ilanıdır. Direnişe katılmış işçilerden ikisinin yazdığı ve Evrensel gazetesinde yayımlanmış iki mektup, bu bakımdan ‘geleceğe de kalacak’ belge niteliğindedir.4

İşçi hareketi ve işçilerin sınıf tutumuna ilişkin bir diğer örnek Yunanistan’da yaşandı. Yunanista işçi ve emekçileri, hükümetlerinin krizin yükünü kendilerine yıkma programını protesto etmek üzere üst üste genel grevler ve eylemler düzenlediler. Anti kapitalist sloganlar haykırıldı, sadece Yunan Hükümeti değil, onu halk kitlelerine karşı yaptırımları sertleştirmeye zorlayan AB’nin başlıca patron hükümetleri de protesto edildi.5 Fransa, İngiltere, Almanya, İspanya ve İtalya başta gelmek üzere birçok başka ülkede de işçiler talepleri için “yeni” ve “değişen” koşullarda mücadeleyi sürdürüyorlar.

Hal böyle olunca, sınıfların ve sınıf mücadelelerinin “geçmişe dair” görülmesi – (Marx’ın, “sınıf savaşımının zorunlu olarak proletarya diktatörlüğüne götürdüğünü” söylemiş ve tanıtlamış olmasından “kaderci” ve “kendiliğindenci” anlamlar çıkarma saçmalığını şimdilik bir yana bırakırsak), işçi sınıfından umut kesme gibi “daha az günahkâr” bir tutumun ötesine geçerek, sömürülen sınıfın sömürücü sınıf(lar)a karşı sınıf savaşımına da karşı çıkma; ona “sol”dan, “içeri”den barikat örme anlamı kazanıyor.

Dr. ELBEK ve “HİÇBİR ŞEYE BAĞLANMAYALAR”LA DEVRİM “PROJESİ”!

A. İnsel’in “iyi, güzel ve arzulanır olan”dan yana olanlarla oluşturmayı öngördüğü “yeni sol” örgütün değişik bir türünü Osman Elbek, “kendilerini hiçbir şeye bağlamayan, en iyi olanı kabul etmeye her zaman hazır, yeni fikirlerin zaferinden hoşnut, bir hayat içinde birçok hayat yaşamaya özlem duyan insanlara dönüşmek”* isteyenlerin “örgüt”ü olarak tarif ediyor.

İnsel’le, işçi sınıfının toplumsal rolü ve üretim sürecindeki yeri başta gelmek üzere birçok noktada görüş birliği içinde olan Elbek, ÖDP’yi, önce “reel sosyalizm tecrübeleri”ne “diğer sol/sosyalist yapılardan” farklı yaklaşımı ve “özgürlükçü bir sosyalizm” anlayışı nedeniyle över. Ardı sıra onu, “özgürlükçü, özyönetimci, enternasyonalist, demokratik planlamacı, doğa-insan ilişkilerini yeniden tanımlayan, militarizm karşıtı ve cinsiyetçi olmayan bir sosyalizm” anlayışını yeterince ısrarlı şekilde savunmamak ve “bu teorik tespitin gündelik hayatta nasıl var olabileceğine dair hiçbir teorik tartışma ve pratik deneyim” yürütmeyerek anlamı kalmaz hale getirmekle suçlamaktan da kaçınmaz.6 Dr. Elbek’in, insancıl “tahayyülü”ndeki devrim için öngördüğü örgüt türü ve bileşimi “herhangi bir kimliğe” diğerinden farklı ve “özel” rol vermez. Bu örgüt, “toplumsal yapı içindeki donanımsız her türlü var olma kimliğinin temsilcisi” olacaktır. “Böylesi bir tercihi savunduğu için de devrimi, bu kimliklerden herhangi birisiyle iktidarı ele geçirmek olarak değil; aksine tüm bu kimliklerin donanımsız yapılarını geliştirmek ve eşitlikçi ve özgürlükçü bir toplumda her bir kimliğin birbirini etkileyerek birbirlerini dönüştürebilecekleri dinamik bir ortam olarak tahayyül” edecektir!

“Devrim dediğimiz süreç”i, “hepimizi daha eşitlikçi ve özgürlükçü bir dünyaya taşıyacak” bir yol olarak tanımlayan Elbek, “hedefimiz entelektüel bağımsızlıkları olacak olan, kendilerini hiçbir şeye bağlamayan, en iyi olanı kabul etmeye her zaman hazır, yeni fikirlerin zaferinden hoşnut, bir hayat içinde birçok hayat yaşamaya özlem duyan insanlara dönüşmek değil miydi?” diye sorar ve bunun “eski uslüp ve tavırlar”la var edilemeyeceğini söyler.

“Sol örgütlerdeki bağımsız birey tutumları ve değişken/dinamik fikirsel platformlar”ın “örgütsel ortamı etkileyemeyecek düzeye” indirgendiğini ileri süren Osman Elbek’in “tahayyül-projesi”ne ruhunu veren, her şeyden önce işçi sınıfının toplumu dönüştürecek devrimci özne oluşuna çıkarılmış reddiyedir!

Elbek’in, “herkesin kendi özgün kimliği ve fikirleriyle katılacağı” sosyalist(!) örgütünde, herkes kendi kimliği ve görüşleri doğrultusunda mı davranacak; yerelde alınan kararlar mı öncelikli olacak; bu belirsizdir, ama bireyin kutsal hakları ve özgürlüğü adına olmalı, “merkezi”-”otoriter” ve “hiyerarşik” olandan kaçışın “demokratik”(!) niteliği üzerine övgüler ve “özyönetim”ci rekabet; ekonomi ve politikada kendi proğramlarını uygulamaya geçirecek özerk yönetim birimlerinin oluşturacağı “özgürlükçü sosyalizm”(!) anlayışı nettir.

Elbek’in “projesi”nde birey odakta yer alır. “Tahayyül”, “birey”i ve “donanımsız kimlikler”i merkeze yerleştirir. “Birey”, kendinin “iktidarı ele geçirme” amaçlı örgütlenmelerin “nesnesi” olarak kullanılmasına karşı durarak “yakın bir belde belediyesinde” ahaliyle birlikte “yeni fikirsel platformları” yaratmaya koyulacak, “kendi öz yeteneklerini, kendi öz kimliğini” özgürce geliştirecek “dayanışmacı” “özgünlükler” gösterecek, “özgür ve eşitlikçi bir zeminde” (bu zemin mahallelerde/köylerde oluşturulacaktır) kendi kişiliğini geliştirme uğraşısını başlıca, temel ve tek “özgür” iş bilecektir. “Şeflerden”kurtulmuştur, “siyaseti ‘ele geçirme” diye bir derdi ve hedefi yoktur; “devletten öte sivil bir alan kurma”yı başaracak kadar da maharetli ve “özgür”dür artık!

Bu “proje”, “merkezciliği” başarılı bir mücadele ve inşa adına redder, “radikal sol örgütlerin kendi içerisinde tek tip bir algılayışı meşru addetmesi”ni “sürecin en trajikomik yanı” olarak görür; ideolojik birlik etrafında oluşmuş parti birliğini farklı fikirsel platformların rekabet içindeki özgürlüğüne aykırı sayar ve bunu “buyurgan dil”in “zuhur edişi” ve “farklı seslere devlet olma”(!) olarak suçlar. Elbek’e göre örneğin, “Kürt hareketinden uzak düşme”nin, “AB projesini temel alan sol liberal yönelim”lerin ve “emperyalist güçlerin yönelimleri doğrultusunda solda yeni bir parti yaratma çabaları”nın eleştirilmesi, bu “buyurgan dil” ve “farklı seslere devlet olma”nın; “Öncül olma, kutsal dava, disiplin, ayrışma” kavramları “farklılıkları ret anlayışı”nın “değer” haline getirilmesinin kanıtlarıdır(!)

Elbek’in olumlayarak ya da eleştirerek tarif ettiği ve önerdiği örgütün “devrim örgütü olması” bir yana, böyle bir örgütün var olabilmesi ve faaliyet yürütmesi dahi kuşkulu ve hatta olanaksızdır. “Kendilerini hiçbir şeye bağlamayan” ve “en iyiyi”, “yeni fikirleri” benimsemeye hazır olanların(!) durumu böylesi bir örgütün varlığına karşıtlık ifadesidir. “En iyi”yi kim hangi kriterlere göre ve nasıl belirleyecektir? Bu belirlemenin “bir hayat içinde birçok hayat yaşamaya özlem duyan” diğerleri tarafından kabulü nasıl sağlanacak; “kendilerini hiçbir şeye bağlamayan”ların bu örgüte ve “yeni fikirler”e bağlanması nasıl mümkün olacaktır? Yeni fikirlerin zaferinden kim/kimler neden ve hangi amaçlarla hoşnut olacaklardır. Bu fikirlerin “benimsenir ve doğru” oluşlarını salt yeni oluşları mı belirleyecektir? Her yeni oluş sahiplenmeye ve doğru, iyi, güzel, arzulanır olan olacak mıdır ya da zaten öyle midir? “Daha iyi bir dünya” nasıl bir dünyadır ya da daha iyi olması için neler, nasıl yapılacaktır?

Tüm bunlar “entelektüel kapasiteli” bireylerin her birine ve “donanımsız kimlikler”e göre değişkenlik göstereceğine, “sol” örgütlenmelerin merkezi hiyerarşik ve disiplinli yapıları reddedildiğine ve “kendilerini hiçbir şeye bağlamak istemeyenler”in bu örgütlere de bağlanması kuşkulu olacağına göre, nasıl olur da bu örgüt olmayan örgüt var edilebilecektir? “Bir hayat içinde birçok hayatı yaşamak”la kastedilen, sosyalizm koşullarında olanaklı hale gelebilecek ve kişinin çok yönlü gelişimi; zamanın bir kısmını çalışarak diğer kısmını zihni-entelektüel yeteneklerini geliştirmek, sanatın herhangi dalında uğraşmak ya da zorunluluk göstermeyen başkaca işlerle uğraşmak için kullanması değil de örneğin küçük burjuva ‘maymun iştahlı oluş’ mudur?

Elbek’in ortaya koyduğu görüşlerde tüm bunlar muğlak ve belirsiz bırakılmıştır.

Bu muğlaklık, belirsizlik ve karmaşaya karşın, Elbek, bir “çözüm yolu” göstermekten de geri durmamıştır. Ona göre; “her sorunun açıklıkla tartışılabileceği bir ortamı mahallelerden/köylerden başlayarak kurmak; ahaliden kopmadan, aksine onların yardımı ile ‘eski’den ötede fikri bir yenilenmeyi başarabilmek ve statik/geçişsiz platformlar yerine dinamik/geçişken fikri platformlar var edebilmek” gerekmektedir(!)

Ne denebilir? Yazar bilim insanıdır ve örneğin kırsal yaşama ilişkin araştırmalarda veri temini vb için köyleri alan olarak seçmesi mümkündür. Ancak, “…Her sorunun açıklıkla tartışılabileceği” ortamı köylerde/mahallelerde arıyor olması, bilimsel yaklaşım açısından da sorunludur. Elbek, modern kapitalist toplumun çelişkilerine çözümü, kent merkezlerinde fabrikalarda, işletmelerde, hatta kentin “varoşları” denilen emekçi semtlerinde de değil, kentle kıyaslandığında daha geri ilişkilerin varlığını sürdürdüğü köylerde arıyor ve orada “ahali”nin yardımıyla yenilenerek, “dinamik/geçişken fikri platformlar”ı var etmeyi umuyor. “Yakın bir belde belediyesinde ahali ile birlikte” “ gündelik yaşam pratikleri sergilemeyle” işe başlayarak bireye “…kendisini özgürce geliştirebileceği alanları yaratmasına yardım” ederek ve  “…aşkı …  insanı değiştirecek tek güç” ve sosyalist/komünist/solcu olmayı sağlayacak ölçüt görerek, “…dayanışmadan yana, devletten öte sivil bir alan kurma faaliyetine” girişmekle yeni toplum/yeni dünya projesini gerçekleştirmeye çağırıyor! Sosyal-iktisadi ve politik sorunlara “tahayyül”ü aşan ve somut olarak uygulanabilir çözümler ancak çözüm olarak alınabilir. Diğeri hayalidir ve hayaller de bireylerin durumuna ve beklentilerine göre değişirler ki, burada bununla ilgili değiliz. Elbek’in “insana” ve “hayata” aşık olunduğunda, sömürü ve baskı sisteminin ortadan kalkabileceği üzerine masal döşenmesi bu bakımdan bir anlam ve karşılığı ifade etmiyor.

Belde belediyelerinden başlayarak insanların özgürce gelişebilecekleri alanların “yaratılabileceği” anlayışı ve çağrısına gelince, bu çağrı ve önermenin, “Fatsa-Hopa deneyimi”nden esinlenip esinlenmediğini bilemeyiz; ama ilkin kapitalizm ve burjuvazinin merkezi-oligarşik ve bürokratik devletinin hâkimiyeti altında “belediye sosyalizmi” türü bir “proje”nin yaşama geçirilmesinin olanaksızlığı ve ikinci olarak belediyelerde ilerici, devrimci dahası sosyalist yöneticilerin başa gelmesi durumunda yurttaşların istemleri doğrultusunda kimi hizmetlerin ucuz/ya da bedava yerine getirilmesi, halkın belediye işlerinin bilgisine ve planlanmasına katılmasının teşviki ve bu yolda ileri adımlar atılması, yapılan işlerin hesabının halka verilmesi gibi uygulamalar ötesinde daha ileri işlerin yapılmasının imkânsızlığı nedeniyle “yakın küçük belde belediyelerinden başlanarak” devrim ve sosyalizm mücadelesinin geliştirilmesi “plan ve projesi” sadece proje olarak kalmaya mahkûmdur. Öte yandan, kapitalizmin insanı mahkûm ettiği sorunlara çözüm bulmak ve kapitalist sömürüye son vermek amaçlı “fikri platformlar” ve “örgütlenmeler”in mahalleler/köylerden başlanarak gerçekleştirilebileceği düşüncesi, “değişim” gerekçesine sığınanların tercih edecekleri bir deyiş ile söylenirse, “çağdaş dünya”da hayal kurmanın ötesine geçmez. Kapitalist gelişme “toplumsal” sorunları önemli oranda ve esas olarak emek-sermaye çelişkilerine bağlayarak kent merkezli/kent ağırlıklı hale dönüştürmüştür ya da bazı ülkeler açısından söylenirse, dönüştürmektedir. Bu durumda, mahallelerden, küçük belde belediyelerinden toplumsal değişim modelleri çıkarmaya çalışmak, belediye sosyalizmi mantığını proleter devrim için mücadelenin yerine geçirmek anlamı taşır ve bu tutum emekçilerin mücadele ve bilinç düzeyinin de gerisine düşmek olacaktır.

Elbek’in, işçi, işsiz ve emeklilerin “öne çıkarılması”(!)na7 itirazı ve “toplumsal yapı içindeki donanımsız her türlü var olma kimliği”(!)yle tarif ettiği kesimlere öncelik tanınması istemi, onun “entelektüel kapasite sahibi” aydınları, küçük mülk sahiplerini, kent ve kırın küçük üreticilerini ve “deklase” kesimleri esas almaktan yana bir eğilim gösterdiğine işaret etmektedir. “Donanımsız var olma kimlikleri” birbirlerini etkileyerek “dönüştürecekleri”ne ve yazar işçi sınıfını bir “kimlik” olarak anmayı dahi önemsiz gördüğüne göre, dönüşmek birbirine benzemek ya da ortalama bir yerde buluşmak gibi bir şey olacaktır! Elbek’in olumlayarak ancak yetersiz çaba nedeniyle de bir miktar hayıflanarak aktardığı bu karmaşada özne, örneğin Negri’nin “çokluk”u kadar bile belirgin değildir. ÖDP’yi “sosyal hareketlerin partide ancak emek ekseninde kendilerini ifade edebileceklerini belirterek onların özgüllüklerini ve özerkliklerini aslında yok etti. Öncelikli örgütlenme ve siyaset alanını örgütlü ve örgütsüz işçiler, işsizler ve emekliler olarak tanımladı” şeklinde eleştiriye tabi tutan Elbek, “Emek ekseni”li bir ‘tarif’in, “sosyal hareketler”in “özgüllükleri ve özerklikleri”nin inkârı olduğunu söylüyor ve “Savaş karşıtı hareket, kadın örgütlenmesi ve gençlik hareketi ve örgütlenmesi”nin ihmaline neden olduğunu iddia ediyor.

Bu iddia, işçi sınıfının sermaye karşıtı bir politikanın ve örgütlenmenin ‘özel ve öncül’ gücü olmasını sağlayanın, onun kapitalist üretimin üretici temel öznesi olması olduğunu anlamama ya da anlamak istememeyi içerir. İşçi sınıfı bu rolünü kent ve kırın yoksullarını, yarı proleterleri ve diğer emekçileri yanına alarak/çekerek yerine getirir ve bu durum kadın ve gençlik kitlelerinin “ihmali”ni değil, aksine onların talep ve eyleminin proletaryanın mücadelesiyle birleştirilmesini gerektirir. İşçi sınıfı ve partisi bu amaçla kadınların kapitalizm koşullarında  “ikinci cins” konumda tutulmalarına sebep olan baskı ve sömürüye karşı, ve gençliğin dinamizminin kapitalizme karşı devrim için seferber edilmesi için özel ve ısrarlı bir politika izler; kadın ve gençlik kitleleri içinde devrimci çalışmaya özel önem verir.

Liberal demagojik söylemin aracı olarak istismar edilen savaş karşıtlığı (barışcı hareket), doğanın emperyalist güçler ve kapitalist yağmacılar tarafından tahripedilmesine karşı tutum ve kadın, gençlik ve çocuk emeğinin sömürülmesi/istismarı ve baskı altında/şiddete tabi tutulmasına karşı çıkış devrimci ve Marksist politika, örgütlenme ve mücadele tarafından önemsenen ve ihmal kabul etmez ‘alanlar’ olarak alınanlar arasındadır. Marx’ı “çevreciliği önemsememek” ile eleştirenler ne Marksizmin devrimci ruhunu ve çözümü, insanların önüne görev olarak gelen sorunları öncelikli olarak almasındaki bilimsel mantığı anlamışlardır ne de kapitalizmi insan ve doğanın yıkımı pahasına sömürü ilişkilerini sürdürmekle suçlamasını!

Elbek’in “donanımsız var oluş kimlikleri” ATAC’ın kitlesinin kimliği kadar bile belirgin gözükmemektedir. Elbek’in birbirinden muğlak, her yana çekilebilir, amorf kavramları birbirine eklemesiyle oluşturduğu “tahayyül”-sanal örgütü, ve onun birbirlerini dönüştürecek “donanımsız yapıları”yla devrim ve sosyalizm; bu mümkün olamaz. Tartışma konusu devrim, devrim örgütü, sınıf mücadelesi ve sosyalizmin sorunları ise, “tahayyül etme” gibi niyet-hayal karışımı “tasarımlar” hedef saptırmaktan başka işe yaramazlar. Muğlaklık ve her yöne çekilebilirliğin politikadaki adı oportünizmdir. Elbek ve İnsel sanal alemde örgüt kurmakta ve ‘mücadele etmekte’dirler! Önerdikleri “iyi, yeni ve arzulanır olan”dan yana ve “kendilerini hiçbir şeye bağlamayanlar”ın sivil toplumcu örgütlenmesidir. Bunun ise kapitalist sömürü sistemine karşı devrimci sosyalist örgütlenmeyle ilgisi yoktur. Çelişki, yazarların devrim örgütü, devrim ve “yeni bir dünya”yı tartışıyor olmalarındadır.

ELBEK’in “EŞİTLİK” ve “ÖZGÜRLÜK” ÜZERİNE MASALSI SÖYLENCESİ

O. Elbek, formülasyonunda, özgürlük, eşitlik ve bireyin özgünlük hali üzerine söylemi merkezi bir yer ve önem veriyor. Eşitlik-özgürlük-kardeşlik şiarı biliniyor; Fransız Devriminden günümüze dek ezilenlerin mücadele talepleri içinde yer almaya devam etmiştir. Burjuvazinin özgürlükten anladığı ve beklentisi, emekgücünü sömürme, işçi ve emekçileri boyunduruk altında tutma “hakkı”dır ve bu “herkesin özgürlüğü” olarak gösterilmiştir. Eşitlik ise burjuvalar açısından da olanaksızdı ve büyüklerinin küçükleri pazardan süpürüp yok etmeleri rekabetin kuralıydı. Tekellerin hâkimiyeti özgürlük ve eşitlik üzerine söylenenleri daha da fazla içeriksizleştirdi ve emekçiler için daha fazla biçimsel hale getirdi. Böylece daha burjuva devriminden başlayarak baskı ve eşitsizlik politikalarına karşı insan hak ve özgürlükleri için mücadele proletarya ve emekçilerin sorumluluğuna geçti ve sermayeye karşı mücadeleye bağlandı.

Eşitlik ve özgürlüğün  iktisadi-sosyal koşullardan bağımsız olamayacağını, öncesi bir yana son üç yüz yıllık tarih kanıtlamış bulunuyor. Sınıflı toplum koşullarında üretim araçlarının özel mülkiyeti ve bir sınıfın öteki(ler) üzerindeki sınıf hâkimiyeti herkesin eşit ve özgür olmasının engeliyken, sosyalizm koşullarında da, eskiyi geri getirme amaçlı direnci bin kez daha artmış sömürücü sınıf artıklarıyla dış baskıcıların varlığı; kol ve kafa emeği arasındaki farklılık ve çelişkiler ile burjuva hakkının yürürlükte olması gibi “basit” nedenler, “eşitsizlikler”in varlığını koşulluyorlar.

Özel mülkiyetin tüm dayanaklarını bir anda ortadan kaldırma olanaksızlığı ve sınıf mücadelesinin farklı biçimleriyle sürüyor olması proletarya diktatörlüğü altında da özgürlük ve eşitliğin ‘mutlak’ geçerliliğini engelliyor ve sosyalizmin zafer yolundaki ilerleyişine bağlı olarak “herkesten yeteneğine, herkese ihtiyacına göre” ilkesinin geçerli olacağı koşullara yaklaştıkça ancak, “eşitsizlikler”in ortadan kalkması daha tam olarak gerçekleşebiliyor.

Buradan, Elbek’in işaret ettiği türden, “herkes için” geçerli eşitlik ve özgürlük üzerine söylenenlerden, aslında bu kavramların toplumsal sınıf ilişkilerinden ve ekonomideki ve sosyal yaşamdaki dayanaklarından soyutlanarak totoloji yapıldığı sonucu çıkar. Elbek eşitlik ve özgürlüğü üretim tarzı ve üretim ilişkilerinden, sınıflar arası ilişkiler ve sınıf mücadelelerinden soyutlanmış bir bakış açısıyla ve salt “birey” bazlı irdeliyor ve “toplumsal varlık” olarak birey durumundan ayırıyor. Bu da, özgür, ufku geniş, fikri-entelektüel kapasiteleri gelişkin ve yeteneklerini çok yönlü olarak geliştirebilecekleri koşullara sahip bireylerin ancak bunun engeli olan koşullardan kurtuldukları oranda söz konusu olabileceği gerçeğinin üzerini örtüyor. Birey(ler)inin kültürel düzeyi yüksek ve zengin, hurafelerin ve geri ilişki biçimlerinin etkisinden kurtulmuş “özgür düşünceli” ve “entelektüel kapasite sahibi” olma durumuna nasıl, hangi yolla ve hangi tür koşullarda gelebilecekleri ve bunun nasıl sağlanacağı sorusunu “donanımsız kimlikler”in kendilerini hiçbir şeye bağlamadan birbirlerini dönüştürecekleri köy/mahalle-ahali örgütleriyle diye yanıtlamak anlamsız ve bunun gerçekleştirilemeyeceği tartışma gerektirmeyecek kadar açıktır.

‘Özgürlük’ ve‘eşitlik,’ üzerlerine soyut tartışmayı değil, gerçekleştirilmeleri için somut ve elle tutulur mücadeleyi gereksinir/gerektirirler.

ELBEK’in “ÖZYÖNETİM”i KAPİTALİZME GÖTÜRÜYOR

Elbek, “demokratik planmacılık” önerisini, “Sovyet çizgisinin bürokratik merkezi planlamacılığa dayalı devletciligi”nin8 “otoriter-merkezci” ve “antidemokratik oluşu”na eleştiri üzerinden yapıyor. Eleştiri üretim araçlarının kolektif mülkiyetine ve üretim ve ‘dağıtım’ın merkezi planlanmasınadır. Bu iktisadi-sosyal politika sosyalizmin “olmazsa olmaz”ları arasındadır ve liberal “sol” yazarların da en fazla olumsuzladıkları uygulamaların başında yer alır. Elbek’in bu sosyalist politikayı bürokratik sayarak yerine önerdiği, “özyönetimci” sözde “sosyalizasyon”, –açık sonuçlarıyla Yugoslavya’da yaşanan– özel sektörlerin rekabet içindeki kapitalist yapılanması ve pratiğidir. Elbek tarafından ifade edildiği üzere “özyönetimci–demokratik planlamacı” “sosyalizm”(!) fabrika ve işletmelerin “özyönetimi”ni, üretimin ve ürün değişiminin planlamasının özerkliğini öngörür. Öyleyse rekabeti ve pazarda ötekinin önüne geçmeyi, ne kadar üretileceğine ve hangi fiyattan nerede ve ne kadar satılacağına “özerk”, yerel/lokal yöneticiler ile işletme sorumlularının, haydi diyelim ki çalışan işçilerin de kararlarına katıldıkları “demokratik planlama”(!), sömürü ilişkilerinin ortadan kaldırılmasını zora sokar ve hatta olanaksız duruma getirir.

Merkezi planlama yerine “özyönetim” adı altında önerilen, bir tür piyasa sosyalizmi ve “toplumsallaşmış” kapitalist demokrasidir. “Özyönetim deneyimi”nin ortaya koyduğu, farklı ve ayrı “özyönetim”lerin “eşitlik” ve “özgürlük” sağlamadıkları, aksine rekabet-kar-yararlanma ilişkileri nedeniyle eşitliği olanaksız kıldıklarıdır.

“MİLLİYETÇİ -MİLİTARİST SOSYALİZM” ÜZERİNE LİBERAL YALANLAR

Elbek sosyalizmin “milliyetçi biçimi”ne örnek göstermiyor. Ama besbelli ki bu suçlama Sovyetler Birliği sosyalizmini “ulusal sınırlar içinde” görmesinden, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliğinin kendini savunma savaşımına “milli bir giysi” uydurmasından kaynaklanıyor. Bu ‘varsayımlar’dır. Elbek’i, milliyetçilik ve enternasyonalizm üzerine yazmaya zorluyor. Ne var ki, yazarın varsayımı kadar yaklaşımı da sorunludur ve işçi sınıfı ile partisinin sermaye karşıtı mücadeleyi somut sorunlar üzerinden geliştirip ilerletmek zorunluluğunu bir yana itmektedir.

Elbek’in itirazına karşın, işçi sınıfı öncelikle kendi ülkesinde, “kendi” burjuva sınıf(lar)ına karşı mücadele etme, kendi ülkesinde ve kendi burjuva sınıflarına karşı bu mücadele içinde devrimi başarma gibi bir zorunlulukla karşı karşıyadır. Bu mücadele, biçimi yönünden “ulusal”, ancak içeriğiyle sermaye karşıtı oluşuyla da –burjuvazi gibi işçi sınıfı da uluslararası bir sınıftır ve bütün ülkelerin işçileriyle dayanışma içindedir– enternasyonaldir. İşçi sınıfı mücadelesinin bu karakteri, emperyalizmin üretim dallarının ve ülkelerin ekonomilerinin birbirine bağlanmasında yol açtığı muazzam gelişmeyle daha da netleşmiş ve güç kazanmıştır. 

Üretim araçlarının özel kapitalist mülkiyetine dayanan sermaye sistemine karşı mücadele tüm ülkelerin işçilerinin temel ve ortak sorunudur ve bu durumu, işçi sınıfı enternasyonalizminin, üzerinde yükseleceği temeli oluşturur. İşçi sınıfı ve partisi, kendini bütün ülkelerin işçilerine bağlayan bir dayanışmayı bu zemin üzerinde örgütler. Şu ya da bu ülkede burjuva hükümetlerine ve sermaye kurumlarına karşı eyleme giriştiğinde, hareketinin diğer ülkelerin işçi hareketiyle ülke ve millet farkı gözetmeksizin bir dayanışmayı ifade ettiğini bilerek hareket eder. Sınıf inkârı teorilerinin revaçta olduğu yıllarda dahi bunun örneklerini ulaşım işçileri, liman işçileri, otomotiv-metal işçileri uluslararası dayanışma eylemleriyle ortaya koydular. Hareketin belirgin özelliğinin istikrarsızlık olduğu bir dönemde ortaya çıkan bu dayanışma örnekleri, hareketin canlı-diri ve yükseliş içinde olduğu koşullarda daha güçlü ve sermayeyi saldırılarından geriye püskürtebilir örneklerinin mümkün olabileceğinin de kanıtlarıdır.

Osman Elbek ve bazı “sol örgüt”lerle çeşitli sol liberal aydınların “reel sosyalizm tecrübesi”ni “farklı okudukları” kesindir. Bu “okuma”, Sovyet devrimini ve sosyalizmi, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği’nde sosyalist inşayı zafere ulaştırmak için yapılmış fedekârlıkları ve uluslararası işçi sınıfının oradan aldığı moral-maddi-pratik desteği ya da sosyalizmin varlığının, tüm ülkelerin proleterleriyle ezilenlerine kapitalist ve diğer gerici güçlerle mücadelelerinde muazzam bir dayanak oluşturmasını azımsamakta/önemsiz saymaktadır.

Bu azımsamanın sosyalizmin kendini savunusunu “militarist” addedecek ve devrimi savunmasız bırakılabilir gösterecek kadar pervasızlaşması ise daha da vahim bir duruma işaret eder. “Reel sosyalizm tecrübesi”nden yola çıkılarak ve o tecrübe militarist sayılarak önerilen “militarist olmayan” devrim ve sosyalizm, ‘dişinden tırnağına’ silahlı emperyalizmin kuşatması/tehditi altında, ‘somut koşullar’dan ve toplumsal gerçeklerden koparılmış bir “niyet” belirtisinden öteye gitmez.

Militarizm genelde silahlı güç politikalarını akla getirir, dışarıya ve içeriye yönelik; baskıcı ve yayılmacı askeri politikaları ifade eder ve emperyalist burjuvazi militarizmi rekabetin ve hâkimiyet kavgalarının önemli silahı ve aracı olarak kullanır. Elbek, “reel sosyalizmin tecrübeleri”nden(!) yola çıkarak yönelttiği suçlamalarında, sosyalizm ve devrimin kendini savunma politikalarını ve zorunluluğunu bir ayrıma işaret etme gereği dahi görmeden bu gerici politikalarla aynı düzeyde görme ve gösterme “gafleti”ne düşüyor! “Militarist olmayan sosyalizm” söylemi Lenin ve Stalin yönetimindeki Sovyetler Birliği ile Krusçev-Gorbaçov revizyonizminin emperyalist politikaları arasında fark gözetmediği gibi, emperyalist militarizm ile sosyalist kendini savunma politikası arasındaki ayrımın üzerini örten bir söylemdir ve Krusçev-Gorbaçov dönemi politikalarının açık yayılmacılığından hareketle sosyalizme saldırıya haklılık kazandırmaya çalışanlara verilmiş bir destek ifadesidir.

Devrimi gerçekleştirecek olan proletarya ve emekçilerin dış saldırıları ve içerdeki ayaklanmaları bastırmak için şiddete başvuracakları, başvurmak zorunda olacakları işin abc’sidir. Devrim ve sosyalizm kendisini halkın silahlı savunma gücüyle korumak zorundadır. Emperyalizmin kuşatmasına direnmeden, içerdeki gericiliğin başkaldırıları ezilmeden, devrimin kazanımları bir tek gün bile korunamayacaktır. Devrimini yapmış ve sömürüyü tasfiye etmeye koyulmuş bir ülkenin devrimci işçi ve emekçileri onu her tür saldırıya karşı, diğer ülkelerin proletaryası ve emekçileri de kendi sömürücülerini devirip kapitalizmin dünya dayanağının ortadan kaldırılması olanaklı hale gelene kadar korumak zorundadırlar. Bunu ve milliyetçilik ve militarizm olarak görmek, burjuvazinin, iktidarını yeniden tesis etmesine yolu açık tutmak olacaktır. Sosyalizmin amaçsal hedefleriyle bağdaşmaz olan, emperyalist saldırı ve kuşatmaya ve içteki gericilerin kapitalist girişimlerine karşı savaşmak değil, halk kitlelerine yönelik baskı ve şiddettir. Bu ise en açık haliyle sosyalizmin tasfiyesine girişilen süreçte izlenen ekonomik-sosyal ve politik uygulamalarda kendini göstermiştir. Sınıf farklılıklarının ve çelişkilerinin tümüyle ortadan kaldırıldığı ve artıklarının da etkisiz bırakıldığı toplumun daha ileri bir aşamasında silahlı politika ve güç kullanılmasını gereksinen bir durum elbette olmayacaktır. Daha ilk adımlar bile atılmadan devrim ve sosyalizmi savunma mekanizmaları ve güçlerinden yoksun olmaya zorunlu göstermek belki bir niyete işaret eder, ama bunu iyi niyet saymak hayli tartışma götürür.

DEĞİŞİM ve LİBERAL ‘SOL’UN DEVRİMCİ OLANLA SORUNLU OLMA HALİ

Talihsiz bir tesadüf müdür, tartışılır ama, iki hafta önce, Kültür Bakanı Ertuğrul Günay Almanya’nın başkenti Berlin’de katıldığı bir toplantıda, “tüm izmler bitti, bir tek turizm kaldı” dedi. Günay, “eski bir solcu”ydu! Ancak, son birkaç yıldır ‘muhafazakâr Müslüman’ ve Amerikancılıkta sebatkâr bir parti hükümetinde bakanlık yapıyor. Sermaye hükümetinin bakanının bu söylemi sınıf mücadelesi ve ideolojilerin “tarihe karıştığı” şeklindeki “değişim” gerekçeli burjuva propagandasından beslenmektedir. Burjuva politikacılarının sınıf mücadelelerinin ve “tüm izmlerin” sona erdiğini bir nakarat halinde tekrarlayıp “herkesin aynı gemide olduğu” söylemini manüplasyon silahı olarak kullanmaları ve sınıfsal kavramların literatürden kaldırılmasını istemeleri, sınıf mücadelesini kendi çıkarları yönünde yürütmelerinin bir gereğidir. Burjuva hükümetleri bu yönlü politikalar izliyor, işçi sınıfı kavramını “çalışanlar” kavramıyla değiştirmek istiyor ya da işçileri “memur statüsü”ne geçirerek kazanılmış haklarını ortadan kaldırmaya çalışıyorlar.

Ama sınıf ve sınıfsal kavramların artık geçersizleştiğini ileri süren profesör Ahmet İnsel de, örneğin “sol”cudur ve hatta Marksist politika yapma iddiasındadır. Ne var ki “yeni koşullar” ve “değişimin gerekleri” onun, Elbek’in, öteki birçok “sol” liberal yazarın da en önemli gerekçesini oluşturuyor. “Geleneksel sol”u “dar görüşlülük”le; “değişimi görememek ya da dikkate almamak”la suçluyor; “geleneksel ve otoriter sosyalizm anlayışları”nı ve proletaryanın başlıca ve temel ‘devrimci özne’ olarak alınması ve partinin ‘öncü rolü’nü yadsıyorlar. “Eleştirel çıkış” reçetelerinin başlıca özelliği, bunların yeni olduğunu iddia etmelerine karşın, önemli herhangi bir yenilik taşımaması ve kırk-elli yıl öncesinin Avrupa ve ABD partileri tarafından ileri sürülmüş ve savunucularını burjuvazinin kampına taşımış önerme ve iddiaları bazı söyleyiş farklılıklarıyla yineliyor olmalarıdır. “Değişim” ve “yeni dünya koşulları” gibi ‘masum’ olgu ya da hareket halindeki ilişkiler bütününü işçi sınıfının ve emekçilerin karşısına, içinde tutuldukları koşulların değiştirilmesinin “olanaksızlığı”nın gerekçesi olarak çıkarıyorlar. “Sol”un bundan böyle “inandırıcı ve harekete geçirici olmayı başarma”sını, “bireyler için hep daha fazla özgürlük, daha fazla refah ve bu refah ve özgürlüğün bireyler arasında daha eşit paylaşımı” için çalışması koşuluna bağlayan liberal “sol” yazarlar, “sola özgü politikaların liberal sağ hareketler tarafından hayata geçirilmesi”nden söz ederek “sol”un “tarihsel gerekliliğin bir ifadesi olarak görülmek”ten çıktığını ileri sürüyor, değişim ve koşulların sağ yorumuyla proletaryaya “sınıf mücadelesi”ni yasaklıyor, aksine tutumları “değişime ayak diremek”, “bürokratik ve otoriter sosyalizm anlayışında ısrar etmek”; “yeni bir politika yapma tarzına ihtiyacı anlamamak” olarak suçluyorlar.

Oysa sorun değişimin ve değişen koşulların dikkate alınıp alınmaması değil –bunların hesaba katılması ve her somut durumun kendi koşullarında yeniden irdelenmesi zorunludur– değişimin ve koşulların burjuva-küçükburjuva yorumla proletarya ve emekçileri burjuvazi karşısında şöyle ya da böyle savunmasız bırakmak ve mücadelesini güçten düşürmek üzere sağ ve “sol” liberal yazar ve teorisyenler tarafından bir tür istismar edilmesidir. İşçi sınıfı ve emekçilerin mücadelesinin ‘başına bela olmuş’ her türden revizyonist-reformist teorisyen ve politikacının işçi hareketinde reformizm ve revizyonizmin egemen olması için bu aynı gerekçelere sarıldıkları; uzlaşıcı ya da inkârcı teorilerini “yeni koşullar”ın, “somut koşulların” gereği olarak sundukları, sınıf mücadelesi tarihinin dersleri arasındadır. Kautsky gibi ünlü bir eski Marksistin sosyal şoven bir “demokrat”a evrilmesinde, Bowder’in sosyalizmi “20 yüzyıl Amerikancılığı” olarak tarif etmesinde, Eurokomünistlerin burjuvaziyle uzlaşıyı kaçınılmaz saymalarında da görüldüğü gibi son birkaç on yılın sınıf retci liberal “sol” teorisyenleri bu aynı “masum” gerekçeye sığındılar. Hepsinin hareket noktası, “değişim” ve “yeni koşullar” idi!

İnsel ve Elbek tarafından dile getirilen görüşler de, –yazının başında dikkat çekilmişti– bir “tarihsel hesaplaşma”nın ürünü ve işçi ve sosyalist hareketin tarihiyle neredeyse zamandaş reformist-revizyonist ve liberal gelenekten besleniyor, işçi sınıfı ve ezilenlerin toplumsal kurtuluş mücadelesinin sınıfsal dayanak noktalarının erozyona uğratılmasını esas alan Avrupalı, Rus, ABD’li ve diğer reformist-liberal ve sosyaldemokrat teorisyenlerin “süzgeçten geçirilmiş” görüşlerinin bir özetini ya da versiyonunu oluşturuyorlar.9

“Sınıfçı olmayan” ve fakat “herkesçi” olan; “tüm toplumsal renkleri kapsayan/katılımcı”; “insan”a aşık(!); “merkezci -bürokratik ve buyurgan” olmayan bu görüşlerin, denebilir ki tek orjinalitesi, toplumsal sınıflar arasında sürüp giden mücadeleyi perdelemek üzere uydurulan “yeni koşullar” gerekçeli anti işçi-anti sosyalist görüşler üzerinden oluşturulmuş olmalarıdır. Burjuvaziyle işçi sınıfı ve emekçiler arasındaki mücadelenin seyrine bağlı ve bu mücadelenin burjuvazi lehine kimi sonuçlarının ağırlıklı eğilim olarak hareketi baskıladığı koşullarda, savunucularının daha da cesaretle propaganda ettikleri bu görüşlerin asıl özelliği, “sol”a, içinde bulunduğu istikrarsızlık ve geriliği aşması için, proletaryanın sınıf mücadelesinin gereklerini yerine getirmekten, örgüt ve parti olmaktan vazgeçmeyi “ögütlemesi”ndedir! İnsel ve Elbek tarafından formüle edilen anlayışlara sahip bir “sol”un ve de “ahali”nin eşitlik ve özgürlük “idealleri”ne ulaşması mümkün olmayacak, bunun yol, yöntem ve güçleri olarak gösterilenler kapitalist sömürü ilişkileri ve burjuva devlet aygıtının dişlilerine takılıp kalmaya mahkûm olacaklardır.

Bu da, bu liberal-oportünist ve sözde yeni teori ve görüşlere karşı mücadeleyi kararlı  ve daha fazla uyanıklığı gerektiriyor.

Özgürlük ve Örgütlülük

  1. SIRADANLAŞTIRILMIŞ  ÖZGÜRLÜK KAVRAMI

Kuşlar gibi özgür olmak, kelebekler gibi özgürce uçuşmak türünden benzetmeler dilimize pek yapışmıştır. Yaşadığı yere iradesine rağmen yapıştırılmış-tutturulmuş insanla aralarındaki fark yalnızca uçarak gidebilme özelliğine indirgenince, bu yaratıkları özgürlük simgesi olarak benimsemek fazla zor olmuyor.

Uçmak, özgürlüğü  tanımlamak için yaygın olarak kullanılan bir imgedir. “Burada olmamak” isteği, belirlenmiş koşullar dışında başka bir yer bulunabileceğini ummaktır. Oraya ulaşmak için en kolay yol, kanatları takıp gitmek gibi görününce de, kuş, özenilen bir hayvan halini alır. Yeryüzüne yükseklerden bakmak, aşağıda olup bitenlerden etkilenmeden, takılmadan, kimseye muhtaç olmadan süzülüp gitmek…

Bu melankolik bakış bir yana, acaba kuşlar gerçekten özgür müdür? Bütün hareketleri zorunluluklarla belirlenmiş bir hayvandan söz ediyoruz; yem aramaktan, yumurtlamak için eş ve yuva bulmak için çırpınmaktan başka bir hayatı olamayacak olan bir kuştan… İradesi ve kendi tercihi ile yapabileceği belki de hiçbir etkinliği olmayan bir kuş, nasıl özgür olabilir? Üstelik istediği her yere uçtuğu da uydurmadır. Sınırları bellidir. Belli bir bölgede yaşamaya zorunludur ve bu onun seçtiği değil, doğanın onu zorladığı bir yerdir.

İnsanla kıyaslandığında önemli bir başka ayrım noktası, hayvan bu “seçimlerinden” dolayı sorumlu değildir. Sonuçlarını bile isteye, iradi olarak kabul etmemiştir. Demek ki, yapmak zorunda olduklarının bilincinde de değildir.

Bütün doğa, bir zorunluluklar evrenidir. Hiçbir varlık, bitkiler, hayvanlar, böcekler (bu arada kelebek!) yaşamaya koşullandıklarından başka bir yerde, başka bir biçimde var olamazlar. Üstelik bilincinde olmadıkları ve değiştirmeyi asla seçemeyecekleri için, bu zorunluluklar zincirinin bir parçası olarak yaşamak dışında da seçenekleri yoktur. Değiştirmeyi başardıkları an yok olacakları bir bağımlılık içinde yaşarlar.

Doğa, bir bütün olarak insan tarihinin temeli olmakla beraber, insanın toplumsal tarihi, doğa içindeki zorunlulukları kendisi için olanak haline getirişinin tarihidir. Burada önemli olan, doğayla ilişkinin, gerçekte romantiklere göründüğünün tersine, “doğaya sığınarak ya da doğaya kaçarak özgürlük” biçiminde değil, kendi güçlerinin sonuçlarını ve etkilerini denetleyerek yaşayabilmek anlamında doğadan kopuşla özgürleşmek olduğunu görmektir.

Burada doğayla ilişkinin çözümlenmesinden elde edilen bu kavram, insanın  özgürlüğü konusunda pek sık kullanılacaktır: “Kendi eyleminin sonuçlarını denetleyebilmek.” Bir başka deyişle, sonuçlarını denetleyebileceği biçimde eylemler planlayabilmek ve olası sonuçlar arasında seçim yapabilmek…

Reklâm sloganlarında çokça kullanıldığı gibi, bir nesneye sahip olmak ya da bir yerde bulunmak ya da bulunmamak da, özgürlük kavramının içeriği olamaz. Bunlara inanacak olursak, otomobil sahibi olmak, lüks bir sitede oturmak, boyalı-gazlı içecekler içmek, sırtına çantasını vurup dağ bayır gezmek, çalıştığı büroda kravatını gevşeterek ya da ayaklarını masaya dayayarak oturmak, “özgürlüğün tadı”na varmaktır!

İnsanın nesnelerle ilişkisinin sahip olmak ya da olmamak üzerinden tanımlandığı bir dünyada, özgürlük böyle bayağı, içeriksiz ve anlamsız hale getirilebilmektedir. Bütün kurumları ve ilişkileri ile insanın insan üzerindeki baskısını meşrulaştıran bir toplumsal hayat biçiminde, vaat edilebilecek tek özgürlük, nesneler üzerindeki mülkiyetle bağlantılı olabilir. Gerçekte ise, mülk sahibi sınıflar da, kapitalist ya da herhangi bir başka sınıflı toplumda yaşadıkları sürece, onun egemeni olsalar bile, özgür değillerdir. Tıpkı doğal hayatta olduğu gibi, kapitalist toplumda da bir dizi zorunluluk, üstelik kendi yarattıkları ilişkiler içinde, egemenleri de kuşatır. Bütün hayatları, mutlulukları, özlemleri ve hayalleri kâğıt parçalarının havada uçuşmasına bağlanmış bir sınıfın, en azından bundan dolayı özgür olamayacakları kendiliğinden görülebilir bir şeydir. Fakat mülkiyet üzerinden, sahip olma ya da olmama üzerinden tanımlanan bu özgürlük kavramının ideolojik bir içeriği vardır. Böyle bir toplumda özgür olmanın, ancak egemen sınıflar safında ya da onlardan biri olarak elde edilebileceği söylenmektedir bilinçaltımıza.

2. TOPLUMSAL ÖZGÜRLÜK

Ezen olmakla özgürlük arasındaki ilişkiyi, büyük filozof Hegel, efendi ve köle üzerinden incelediği yazılarında göstermiştir ki, köle sahibi, kölesine bağımlı olduğu için, ancak kölesi kadar özgür olabilir. Bir başka deyişle, köle ve efendi, karşılıklı bağımlılıkları içinde, özgürlük kavramı karşısında eşit durumdadırlar. İkisi de özgür değildir. Her ikisinin de kurtuluşu, bir diğerinin yok oluşunda değil, efendilik-kölelik ilişkisinin ortadan kalkmasındadır. Burada olduğu gibi, sınıf çatışmalı toplumsal yapıların tümünde toplumsal özgürlük, sınıfların yok edilmesinde, tümüyle sınıfların varlığından kurtuluştadır. Bir özdeyişte denildiği gibi, eğer tek bir ezen varsa, herkes ezilendir ya da herkes özgür olmadan kimse özgür olamaz.

Bununla birlikte, kimi hukuki, vicdani ya da bireysel özgürlükler, tanımlanmış (öyleyse sınırlanmış) çerçevede, her toplumda mevcut olabilir. Ve bunlar uğruna mücadele, gelecekte herkesin gerçekten özgür olacağı bir zamana ertelenemez. Örneğin Kürt halkının hak ve özgürlük mücadelesi karşısında, “herkes özgür olmadan siz de olamazsınız” diyemeyiz. Ezilen din ve mezheplerin, kadınların, baskı altındaki inançların hak ve özgürlük talepleri ve mücadeleleri de, günümüz dünyası bakımından anlamlıdır. Ertelenemez ve özgürlük kavramının felsefi içeriği gerekçe gösterilerek, reddedilemez.

Yazının konusu bakımından ayrıntı sayılabilecek bu konulara, tartışmanın çerçevesini netleştirmek için değiniyoruz.

Toplumsal özgürlük, ancak zorunluluklar dünyasından özgürlükler dünyasına geçişle mümkün olacaktır.

Zorunluluk ve özgürlük, biri diğerini mutlak olarak dışlayan iki kavram olarak anlaşıldıkça, doğal ya da toplumsal nesnel yasalar karşısında insanın nasıl özgür olabileceği çözülemez bir problem olarak kalır. Diyalektik materyalizm, iki kavram arasındaki bağıntıyı, birbiriyle çelişik ve birlikte oluş halleri içinde ele alır. Kısaca belirtildiği gibi, özgürlük, zorunluluğun bilincine varılmasıdır. Bu, kabaca, zorunluluğa boyun eğilmesi demek değildir. Zorunluluğun bilincine varmak demek, onun bilgisine vararak, kendi iradi eylemini engelleyecek durumdan çıkarmak demektir. Bilincine varılmış zorunluluk, engel olmaktan çıkıp değiştirmenin olanağı haline dönüşebilir.

Kapitalizmin zorunlu iç hareket yasalarını bilmek, kapitalizm altında ezilen sınıfların kapitalizmi tümüyle ortadan kaldırması için ne yapmaları gerektiği konusunda yol gösterir.

Benzeri bütün durumlarda, herhangi bir durumu elde etmek isteyenlerle, onu engelleyen koşullar arasındaki çelişmeyi çözmek esastır.

Günümüzde, insani tüm yabancılaşmaların kökeninde sınıflı topluma özgü  ilişkiler yatmaktadır. Her türlü yabancılaşmadan kurtulmak anlamında özgürlük, bu durumda kapitalizmin yıkılması anlamına gelmektedir. Böylece bunun için mücadele, yalnızca özgürleşmek için mücadele anlamına gelmekle kalmamakta, özgürlüğün kendisi haline gelmektedir.

3. ÖRGÜT VE ÖZGÜRLÜK: EYLEM VE ARAÇ DİYALEKTİĞİ

Bir özlemi gerçekleştirme, bir engeli kaldırma, temel ve gerçek insani ihtiyaçlara cevap bulma gibi, tümüyle iradi seçimimizle ve ulaşmak istediğimiz hedeflerle ilgili eylemler, hangi türden olursa olsun, belli araçlar kullanılarak gerçekleştirilir. Bu bakımdan, başta üretim aletleri olmak üzere, alet-araç yapımının her türü, insanın özürleşmesi yönünde bir ilerleme sayılır.

En basit aletlerden başlamak üzere, her türden ve her düzeyde araç, bir sorun olarak karşımıza çıkan bir nesne, bir durum ya da olay üzerinde kendi istek ve irademize uygun işlem yapma amacımızın gerçekleşmesini sağlar.

Arada, nesne-olay-durum ve insan arasındaki ilişki, aletin özelliklerini belirler. Her alet, insanla üzerinde işlem yapılacak –değiştirilecek– şey arasında, insanın amaçlarına uygun bir ilişki kurar. Çekiç, çivi çakmak için bulunabilen en iyi aletse, bunu, sapından başına kadar, bütün özellikleriyle bu işe uygun yapılmış olmasına borçludur. Tornavidayla çivi çakılmaz. O da, vidanın özelliklerine göre yapılmıştır. Fakat yine her alet, aynı zamanda, insanın bedensel özellikleriyle de uyumlu olmalıdır. Çekiç ve tornavida, insan elinin farklı kullanım hallerine uygun aletlerdir. Kuşkusuz başparmağımız diğer parmaklarımıza karşı gelecek şekilde bükülemeseydi, kullandığımız aletlerin tümünü başka biçimlerde yapmış olacaktık.

Özetle, insanın üzerinde işlem yapacağı nesnenin özellikleriyle insanın kendi özellikleri, alet üzerinde birleşmiştir. Başka bir ifadeyle, alet, insan ve nesne arasında ilişkiyi sağlayabilmek için uygun özelliklerle donatılmıştır.

Her eylem, kendi yapısına ve insanın özelliklerine aynı anda uygun özellikler taşımak koşuluyla, amacın gerçekleşmesine hizmet eder. Böylece üretim alanında olduğu gibi, toplumsal, siyasal, kültürel etkinliklerinde de insan, önündeki sorunun nesnel özelliklerine uygun ve kendi yetenekleriyle işleyebilecek aletler- araçlar üretmek zorundadır. Burada da “alet”, insanın özgürleşme yolunda ilerlemesinde rol oynar. Her türden örgütler, plan ya da programlar, insanlar arasında ilişkiyi sağlayan her türden teknik, düşüncelerimizi yayabileceğimiz araçlar, toplumsal ve siyasal eylemin aletleri olarak anlam kazanır.

İşin, eylemin doğasına uygun araçlar yaratmak, hem kendimizi, hem de üzerinde işlem yapılacak nesneyi doğru tanımakla ilgilidir. Böylece karmaşık ve çok boyutlu sorunlar içeren siyasal ve toplumsal alanda etkili olmak için yaratılacak araçlar da, aynı derecede çeşitli olmak zorundadır.

Eğer elinizdeki tek alet çekiçse; bütün sorunlar size çivi olarak görünür…” Bu özlü söz, dar ve yaratıcılıktan yoksun pratiğin bir eleştirisidir, ama aynı zamanda, özgürlükle alet arasındaki ilişki sorununu da kapsamaktadır. Nesnelerle ilişkide önceden tasarlanmış etkiyi elde etmek ilk hedeftir, ama bundan sonrası da son derece önemlidir ve özgürlük kavramının kapsamındadır. Çünkü ulaşılan sonuç, yarattığımız etkiyi denetleyip denetleyemediğimize bağlı olarak, yeni bir çatışmanın başlangıcı olabilir. Yarattığımız etkiyi denetleyememek, sonuçların bizden bağımsız, hatta bize karşı hareketine yol açabilir ki, bu, en basit anlamıyla yabancılaşmadır ve özgürlüğün kaybedildiği andır. Tıpkı işçi ile ürünün piyasadaki durumu arasındaki kopukluk gibi, bir dizi yeni ve denetim dışı etkinin doğduğu her koşulda, etkiyi başlatanın sonuç karşısındaki hali bir yabancılaşmadır. Yabancılaşma, özgürlük yoksunluğunun en katı halidir. Kendi ürününün tutsağı haline gelmek, kendi yaratısını düşman olarak karşısında görmek, emeğinin ürününü bilemediği ya da eylemcinin eyleminin sonuçlarını denetleyemediği bir durumdur bu.

Toplumsal hayat, karmaşık ve çok sayıda değişken içeren etkenlerin hareket halinde olduğu bir ortamdır. Bu alanda etkide bulunmak, soyutlanmış ortamlarda deney yapmaya benzemez. Her türlü olanağa sahip etki gücü yüksek araçları örgütlenmiş biçimde elinde tutan devlet gibi örgütler bile, toplumsal hareketleri istediği gibi yönlendirmekte veya inşa etmekte her zaman başarılı olmayabilir. Bununla birlikte, farklı alanların hareketini istenilen yönde etkileyebilmek bakımından, örgütlü güç, bireysel güçten her zaman daha sonuç alıcıdır.

4. ÖZGÜRLEŞME ALANI OLARAK ÖRGÜT

Her örgüt, yukarıda değindiğimiz gibi, özel işlevlerle donatılmış araçlardır. Sendikalar, siyasi partiler, dernekler, kendi özgün alanlarında belirli amaçları gerçekleştirmek için kurulur. Alet ve nesne arasındaki ilişkiyi anlatırken değindiğimiz gibi, burada da, örgütün, hem üzerinde hareket ettiği alanın özelliklerini hem de içinde barındırdığı insanların özelliklerini yansıtması, her ikisi arasında bir araç rolü oynayabilecek biçimde kurulmuş olması gerekir.

Her örgütte farklı hayatları, farklı kişisel özlemleri ve özellikleri olan pek çok insan ortak bir amaç için birleşmiş bulunmaktadır. Kendi iradeleriyle, kendi seçtikleri biçimde toplumsal hayat üzerinde etkide bulunmak, değiştirmek ya da yönlendirmek istedikleri için başka insanlarla birleşmişlerdir.

Yalnızca belirli bir etkide bulunmakla yetinmeyip, etkinin sonuçlarını da mümkün olan en uç noktasına kadar denetim altında tutabilmek için bir araya gelmişlerdir. Sonuçların kendilerine yabancı bir güç haline dönmesini önlemek için de hareketin her anını elleri altında tutmak zorundadırlar.

Böylesine devasa bir yol içinde birlikte yürünen herkes, bir diğerinin iradesiyle kendisininkini birleştirmiş, ortak hedeflere varmak için uygun bir ortak irade oluşturmuştur. İşte bu hal içinde, büyük değişimi gerçekleştirme eylemi, birey için, yalnızca iradi olarak seçtiği ve sonuçlarının sorumluluğunu üstlendiği için bile, bir özgürleşme eylemi halinde ilerler.

Bütün yeteneklerini özel bir tarzda kullandığı, geliştirdiği ve kendisini yeniden inşa ederek var ettiği için de, bireysel olarak, özgür insan olmanın özelliklerini kazanır. Bir taşa balta biçimi vermek için beynini ve ellerini zorlayan ilk insan, onunla yaptığı işin kendisini ne kadar özgürleştirdiğini basit bir sevinç çığlığıyla ifade etmiş olabilir. Dünyaya yeni bir biçim veren insanlığın özgürlük haykırışı elbette onunla kıyaslanamayacaktır, ama olup bitenler, sonuçta, orada başlayan bir işin tamamlanmasından başka bir şey değildir.

Böyle bir etkinlik içinde, yaşanan kimi sorunların özgürlük kavramıyla değerlendirilmesi, boyalı gazozla özgürlük arasında ilişki kurmaktan daha doğru değildir. Özellikle 12 Eylül 1980 askeri darbesinin etkisi altında, geçmiş örgüt hayatlarını tam bir hapishane hayatı gibi hatırlayan pek çok insan, “sevgilimizin elini bile tutamazdık” edebiyatını pek sevmişti. Saçını sakalını istediği gibi uzatamayan, küpe takamayan, hangi takımı tuttuğunu serbestçe söyleyemeyenler de, özgürlüklerinin kısıtlandığından şikâyetçiydi. Bu insanların haklı olup olmadıklarını tartışmaya, 12 Eylül darbesinin kendilerini bütün bu davranışlarında özgür bıraktığını söyleyerek başlanmalıdır. Karşılığında aldıkları nelerdir? Buysa özgürlük, buyurun Evren Paşa rejimine…

Günümüzde, herhangi bir devrimci örgüt içinde, bu türden görünüş özelliklerinin özgürlük kavramıyla bağlantılı tartışılması, otuz yıl öncesine dönmekten fazla bir anlam taşımaz.

Yaşadığımız dünyanın büyük baskı mekanizmaları hakkında bilgi sahibi olanlar açısından, bu dünyayı değiştirmek için kurduğu ya da içinde görev üstlendiği örgütün iç hayatı kıyaslanamayacak kadar özgürdür. Kapitalist toplum, bireysel hak ve özgürlükleri mülkiyet sahibi olmakla koşullandırmıştır. Pek çok insan, bu temel düşüncenin farkında olmaksızın, etkisindedir. Gerçek anlamda özgürlük kavramıyla hiçbir ilişkisi olmayan basit nesne sahipliğini özlemek ve kendisini bununla tanımlamak, büyük burjuvaziyle işçi sınıfı arasına sıkışmış ve birine özenerek, diğerinden korkarak yaşayan küçük burjuvazinin dünyasına özgü bir düşünme biçimidir. Kendi iradesiyle oluşmuş bir karar doğrultusunda kendi seçimiyle katıldığı bir eylemin sonuçlarını sorumlulukla yüklenen işçi sınıfı militanının özgürlük duygusu yanında, bu, ne kadar basit ve ne kadar yanıltıcıdır. Toplumsal zorunlulukların bilincine varmak, onların değiştirilmesi mücadelesini özgürlük olarak ortaya çıkarır.

Her anı büyük  özgürlük dünyasının gerçekleşmesine adanmış bir hayatın neşesini, kendi küçük dükkânının küçük kârından gelen neşeyle kıyaslayan bir mahalle bakkalının duygularını anlayabiliriz; ama kaç özgürlük savaşçısı onun hayatına özenebilir ki…

Hükümet, Rejim ve Sistem Sorunları

Geçtiğimiz aylarda gündeme sürülen ve hâlâ güncelliğini koruyan tartışma AKP ile “askeriye” arasında uzun süredir süren “gerilim”in bugün geldiği noktaya dair yürütülüyor. Neredeyiz ve nereye gidiyoruz? Bu iki sorunun yanıtı taraflarca farklı veriliyor.

Tartışma bundan ibaret olsa, “öteden beri sürdürülen tartışmadır” denip geçilebilirdi. Ama tartışmanın bizim katılımımızı da koşullandıran asıl özelliği, belli başlı politik olgu, kurum ve kavramların altüst edilerek ele alınıp yürütülmesi. Demokrasi, faşizm, askeri ve sivil faşizm, bürokrasi, ordu, diktatörlük, hükümet, sistem ve devlet ve tabii ki darbe… Bütün bunlar keyfe göre çekiştirilip, anlamları bozuşturularak ve dayanakları anlaşılmaz kılınarak, yürütülüyor tartışma.

Tartışmanın  güncellenmiş alevlenişi, herhalde ilk olarak köşe yazarı Nuray Mert’in Vatan’da çıkan söyleşisiyle başladı. Yoksa tartışma, AKP’nin Kasım 2003 seçimlerini kazanıp hükümeti kurmasına, hatta öncesine, seçimlere giderken hükümet olabileceğinin sezilip öngörülmesine kadar götürülebilir. Hiç değilse, boynu büküklüğü bir yana bırakarak, AKP’nin diklenmesine kadar…

Ama son güncellenişi, herhalde N. Mert’in söyleşini önceleyen Ruşen Çakır’ın 2009 sonunda Vatan’da “Ben bu işte taraf değilim ve olmayacağım” diye yazması ve ardından Milliyet’te Kadri Gürsel’in yüksek sesle benzer tutumunu ilan etmesiydi. Mert’se, etraflıca ortaya koydu tezi: “İktidar, demokrasi adına her icraatında daha da otoriterleşiyor. Basın susturulmaya çalışılıyor. Kurumlar yıpratılıyor. Türkiye yokuş aşağı gidiyor. Maalesef bunun sonucunu 2010’da göreceğiz. Tarih bu dönemi çok karanlık bir dönem olarak yazacak. Buna eminim!” E. Özkök, Vatan’daki bu söyleşiyi “N. Mert’in ‘Türkiye’nin totaliter bir tek parti rejimine gitme tehlikesinden’ söz eden mülakatı” olarak niteledi.

Ardından konuya ilişkin yazmayan kalmadı.

Tartışmanın  özeti ise, tartışmaya dahil olanlar ve izleyenlerce fikir birliği halinde şöyle yapıldı: “Türkiye birinci sınıf bir demokrasi mi oluyor? Yoksa baskıcı tek parti rejimine mi gidiyoruz?”

İşte bu tartışma Türkiye’yi ve gidişatını nitelemek üzere yürütülüyor ve siyasal gündeme damgasını vuruyor.

TARAFLAR KİMLER?

Tartışmanın ekseni, tarafları da ortaya koyuyor. Tartışmanın taraflarını değil, tartışılan tarafları…

Türkiye “demokratikleşiyor mu?”, “birinci sınıf bir demokrasi mi oluyor?” ve bunun önünü kesmeyi hedef edinmiş bir darbe ve darbeye karşı mücadele sürecinden mi geçiyor? Askeri darbe ihtimalini bertaraf eden ve “askeri vesayet”e son veren bir “demokratikleşme” mi yaşıyoruz?

Yoksa…

“Darbe” tahdidinin bertaraf edilmesi görüntüsü ardında “gizli ajanda” mı hayata geçiyor? Askeri darbe karşıtı söylem, “kurumların yıpratılması”nı mı örtüyor? Darbe karşıtı demokrasi söylemi, basın özgürlüğünü  çiğneyip muhalifleri sindirerek, “korku toplumu”nu hâkim kılarak, herhalde “parlamenter demokrasi” olan günümüzde geçerli “müesses nizam”ın otoriterleştirilmesini mi gizliyor? “Baskıcı tek parti rejimine mi gidiyoruz?” Gidiş, “sivil faşizm”e mi?

Kim neyi savunuyor? Ya da taraflar kim? Kim kime karşı? İleri sürülen argümanların, kavramsal çerçeveleriyle birlikte, nesnel durumu ifade etmediğini, değiştirmeye ve bozuşturmaya yönelik olduğunu incelemeye ve görmeye başlamadan kimler tarafından ileri sürüldüklerini görmeliyiz.

Argümanlar ve savunucularından önce çatışma halindeki gerçek taraflar kim?

Kolay olan, görünürdekiyle yetinip analize girişmektir ki, göreceğiz, tartışmacılar öyle yapmaktadırlar.

Taraflar ve Yıpranan Ordu!

Çatışma, hükümet ile ordu arasında görünmektedir. Burjuva devletin iki kurumunun çatışmasına tanık olduğumuz ileri sürülmektedir. “Kurumlar çatışması” sözü, hemen herkesin diline pelesenk olmuştur. Hemen eklemektedirler, fikir birliği halinde: “Kurumları yıpratmayalım”! Çünkü herkes görmektedir ki, kurumlar ve en başta bugüne kadar hemen hiç darbe almamış, ne yapsa yanına kâr kalan ordu yıpranmaktadır. Süregelen çatışma, bu çatışmanın Genelkurmay’ı açığa düşüren olguları ve seyri, bu çatışmaya paralel yürüyen “askeri vesayet”, “darbe” vb. türü tartışmalar, ordu üzerinden yürümektedir. Ordu, kuşkusuz yönetimi aracılığıyla, Genelkurmay dolayımıyla, çatışma ve tartışmalarda hem özne hem de nesne durumundadır. Doğal olarak yıpranmaktadır. Uzun vadeli bakan, günlük hırslar gözünü bürümemiş düzenin temsilci, sözcü ve yandaşlarının “kurumların yıpranmaması” konusunda fikir birliği etmeleri, bu nedenle anlaşılmaz değildir.

Gerçi kendini kaptırıp “yıpranıyorsa yıpransın” tutumu alanlar yok değildir! Bir bölümü “sonunda taşlar yerine oturur”, ama “normalleşme” için “öncelikle tam bir ‘zafer’ gerekir”, “öyleyse yıpranan yıpransın” umursamaz tutumu almaktadır. Örnek Ahmet Altan’dır; “cesurca” “askeriye”ye saldırmakta, yıpranmasından çekinmemekte, lafını esirgememektedir. Kısa süre için Türkiye’ye, tabii ki mevcut kapitalist düzene, uluslararası sermaye ve “küresel” çıkarlarına, onunla birleşmiş yerli büyük sermayeye yönelik ciddi bir tehdit görmediği için, bir güvenlik zaafı doğmaz ve “nasıl olsa düzelir”, “yıpransa bile toparlanır” diye düşünmektedir: “…sivillerin yaptığı tek bir anayasayı görmemiş bir ülke bu, askerin dış politikadan eğitime kadar her konuya karıştığı bir düzen bu, devletin içinde çetelerin cuntaların fink attığı bir yapı bu.”1, “Disiplinsiz, içinde cuntaların fink attığı, darbe planları yapan bir ordumuz var. Buna ilaveten, ordunun ‘askerî’ yetenekleri ve refleksleri de epeyce su götürür… artık ordunun ciddi bir denetim altına alınması ve her insan kaybının hesabının sorulması gerekiyor, yoksa böyle ‘şifre’ çözemeyen, aldığı istihbaratı değerlendiremeyen, her baskını ‘şaşkınlıkla’ karşılayan ve sürekli darbe planları yapan cuntası bol bir orduyla çok insan ölür bu ülkede.”2

Bir de “Zaman”  ve “Vakit” türü yayınların gözü kara yazarları  var “yıpranma” sorununu pek dikkate almayan. Herhalde “yıpransın”, “lağvedilir”, “yenisi kurulur” diye düşünmeye yatkındırlar. İran’da Şah’ın ordusunun lağvedilip yeni bir ordunun, “devrim muhafızları” teşkilatıyla birlikte kurulmuş olması örneğini yüksek sesle dillendirmeseler bile, bilir ve benimserler, dolayısıyla “eski”sinin yıpranmasından kaygı duymazlar. Eski ırkçı faşist Mümtaz’er Türköne, bu ekibin bir prototipi olmamakla birlikte, benzeri görüşleri kaleme almıştır: “Bize Nizam-ı Cedit Ordusu lâzım”, “Ülkenizi savunmak için ordu istihdam ediyorsunuz. Zamanla bu ordu bozuluyor veya pusulasını şaşırıyor. Ne yapacaksınız? Ya esaslı bir reformdan geçireceksiniz, ya da -baktınız olmuyor- lağvedip yenisini kuracaksınız.”3

En “ileri gitmiş” bu iki örnek, A. Altan ve M. Türköne de içinde, tartışmanın tüm tarafları, “zamanla taşlar yerine oturur” ya da “yenisi iyi olur” türü düşünme eğilimine sahip olsalar bile, “orduya olan ihtiyacı” bilirler ve yıpranmasını istemezler. İran’da yaşamadıklarından haberdardırlar örneğin ve İran türü olsa da, bir devrimin gölgesinden bile korkar, böyle bir “yenilenme”yi akıllarının ucundan bile geçirmezler. Lafımız “bıçak kesmez” Şeriatçılara değildir, böyleleri de vardır; ancak örneğin Türköne onlardan değildir. Altan’ın da en korktuğu şey, kökten bir yenilenme olan devrimdir. O, her şeyi “küresel dünya” kurgusu ve Batı ve burjuva egemenliği koşullarında düşünüp varsaymaktadır. Öyleyse, bu iki kategoriye de bir “ordu” lazımdır ve –düşünsel ve pratik– eylemleri sonucu ordunun belirli ölçüde yıpranması kaçınılmaz olsa bile, orduyu bilerek ve isteyerek yıpratmaya yönelmezler. Tabii ki Türköne’nin “yeniçeri ordusu”ndan “asakiri Muhammediye”den söz etmesi, “Bize Nizam-ı Cedit Ordusu lâzım” diye yazması tuluattır. Tabii ki A. Altan da, o da, bu iki “küreselci” neoliberal, İran “Devrim Muhafızları” türü bir başka ordu peşinde değillerdir. Burjuva devlet ve dayanağı burjuva ordu, sürekli ordu, militarizm, ne denli “askeri vesayet” karşıtlığı yaparlarsa yapsınlar, onlara lazım olan ve başkasını düşünmediklerinden kuşku duyulamayacak ordudur.

Dinsellik Ve Asker Ağırlığının Tarihselliği

Aslında çatışma, AKP henüz seçim kazanıp hükümet olmadan başlamıştır. Erbakan’ın Refah’ından beri sürmektedir. Hatta çatışma öncesine kadar gider, kökleri Kurtuluş Savaşı ve öncesine kadar uzanmaktadır. Karmaşıklaşan bir çatışmadır. Feodal Sultanlığın yerini burjuva devletin alması ve modernleşme süreci olarak başlamıştır. Üstten devrimin, yukarıdancılığın olanca bozuşturuculuğuyla, sultanlık-yobazlık’a karşı halktan kopuk bir savaşın, burjuva iktidarını kurup sağlamlaştırma sürecinin bir yandan tekçi milliyetçi, öte yandan “dine karşı savaş” biçimine/görüntüsüne bürünerek yürütülmesinin ürünü bir karmaşa haline gelmiştir. Yeni burjuva iktidarı kurma sürecinde, yerine yapay bir “devlet dini” geçirilmek üzere eski askeri feodal Şeriat devletine biçimini veren ve Padişahlık-Hilafet iktidarının dayanaklarından olan yüzyıllardır halk içinde kök salmış dini örgütlenme ve sıradan inanış ve ibadet biçimleri dışlanarak, bürokrat kapitalizme uygun bir bürokratik despotluk burjuva devlete biçimini verirken, militarizm de, genç Cumhuriyet’in örgütlenmesinin sadece temel bir dayanağı değil, ama biçiminin de önemli ve karakteristik bir yönü olarak belirmiştir. Konu bu değil, uzatmak gerekmiyor; ama, çatışmanın köklerinin derinde olduğu bilinmelidir.

Cumhuriyetin Kurucusu Ordu

Ordu, yeni Cumhuriyet’in kurucusudur. Doğrudur, asker olarak halk savaşmış, cephe gerisinde de halk çile çekip savaşı beslemiştir; ama işçi ve ezici çoğunluğuyla köylüler, savaşan asıl yığını oluşturmalarına ve savaşın asıl yükünü çekmelerine rağmen, yalnızca kendi çıkarlarını bütün halkın çıkarı olarak göstermeyi ve bu “ortak çıkar”ın temsilciliğini üstlenmeyi başaran burjuvazinin egemenliğine eşitlenen bağımsızlık kazancıyla yetinmiş, ama Cumhuriyet’e kendi damgalarını vuramamış, ona halkçı bir karakter verememişler; iktidarı, burjuvazi elinde toplamıştır. Orduysa, bu iktidarın başlıca örgüt biçimi ve temel dayanağı olarak rol oynamıştır. Halk örgütsüzdür, ama eski Osmanlı ordusunun kalıntıları, örgüt yetenekleriyle, kuşkusuz halkı yedekleyip asker yazarak yeni Cumhuriyet Ordusu’nu oluşturmuşlardır. Ordu, bir yandan ülkenin işgaline son veren ve buradan prestiji tavan yapan bir kurum, öte yandan köylü karşısında “jandarma zulmü”yle belirginleşen yeni burjuva iktidarının güç kaynağı olmuştur.

Son derece geri, kapitalizmi gelişmemiş yarı-feodal bir ülke olan Türkiye’de piyasa da dahil, kapitalist kurumlar ve örgüt biçimlerinin gelişmediği bu koşullarda, yeni Cumhuriyet’in tüm kurumları geçmişten devralmasından, bunlar içinde de, asıl olarak, en örgütlü olana dayanmasından doğalı yoktur. Ama aynı zamanda, iktidar, bir elden diğerine, padişah-halife etrafından birleşmiş merkezi Sultanlık’tan Mustafa Kemal çevresinde birleşmiş tefeci tüccar nitelikli ulusal burjuvaziye geçmekte, padişahlık ve Hilafet’in yerini Cumhuriyet almaktadır. Tüm üsttenliğine ve burjuvazinin feodallerle, toprak ağalarıyla ittifakına karşın, işgalciyle birleşen merkezi feodaliteyi, Saray çevresi ve Padişah/Halifeyi, onun dayanaklarını dışlayıp hedef almak zorunda oluşu, kuşkusuz sancılı olmuştur. Başka türlü iktidarın bir elde toplanamayacak oluşu, eski dayanaklarıyla birlikte saltanatın ve kuşkusuz dinsel dayanaklarının gücünün kırılması yolunda girişimleri kaçınılmaz kılmış; ama bunun sonucunda da,  henüz geleneksel inançlarının güçlü etkisinden kurtulma imkanı bulamayan halkın; bir yanda “vatan”, “vatanın kurtarılmış olması”, “bağımsızlık”, “millet”, özetle milli bilinç; diğer tarafta geleneksel inançlar, “ümmet olarak yaşama”, özetle dinsel önyargılar arasında kafa karışıklığı içinde kalmasına sebep olunmuştur. Halk “vatan” “millet” saikiyle yeni iktidarı desteklerken, inanç ve din saikiyle de iktidardan kopuş halinde olmuştur. Üstüne halkın çıkarlarının farklılığından gelen taleplerin jandarma zulmüyle bastırılmaya çalışılması, Kürt ulusal isyanlarına bu yolla müdahale edilmesi eklenmiş ve giderek jandarma zulmünün ordunun bütününü kucaklayarak genelleşmesiyle birlikte, burjuva iktidarı çürüten, bağımsızlık savaşından gelen itibarını eriten, ama aynı zamanda giderek daha fazla –zaten kuruluşun da asli unsuru olan– orduya dayanmasına götüren/orduyu öne çıkaran tabloyu ortaya çıkarmıştır.

Asker Ağırlığı  ve Din Siyaseti

Sonra Cumhuriyet tarihi boyunca, din siyasetinin nesnel zemini olarak bu tablodaki çelişkiler, kapitalizmin gelişmesi ve modernleşmeye rağmen varlığını ve işlevselliğini korumuş; hem Hizbullah türü Şeriatçı örgütlenmelere dayanaklık etmiş, hem de din siyaseti ve mukaddesatçılık özellikle muhafazakâr burjuva parti ve hükümetler bakımından geçer akçe olmuş, çünkü “para” etmiş ya da parlamenter rejimde “oy” demek olmuştur.

Din siyaseti ya da dinin istismarı, Menderes’in DP’sinden başlayarak, Demirel’in AP’si, Özal’ın ANAP’ı vb. tarafından olduğu gibi, MHP türü  şoven, ırkçı ve faşist partiler tarafından da, sömürülen kitleleri yedekleyecek bir kaldıraç olarak kullanılmış olmakla birlikte, Said-i Nursi (ya da Kürdi) ve Fethullah Gülen orijinalitelerinde sosyal örgütlenmenin (toplumsal örgütlenmenin tarikatlara ikame edilmesi ) temeli ve Erbakan orijinalitesinde siyasal parti olarak örgütlenmenin asli unsuru olarak da kullanılmıştır.

Özetle, din ve din siyasetiyle “yobazlık” ya da “irticaya karşı mücadele” Türkiye siyasal yaşamının sürekli bir motifi olmuş, siyaset ya da devlet işlerinin bir yönü hep bu motif üzerinden şekillenmiştir. Devlet kimi dönemlerde bir yandan laikliği savunurken değir yandan onu ters yüz ederek dini siyasetin bir aleti olarak kullanmaktan çekinmemiştir. Din siyaseti ve laiklik ihtiyaç duyulan her fırsatta dozu değişen ölçülerde tercih edilen ideolojik motifler haline gelmiştir.

Erbakan’ın Refah Partisi’nin Çillerin DYP’si ile ortak olduğu hükümete karşı  “post modern” olarak adlandırılmış bir darbeyle 28 Şubat’ta devrilmesi de, din, irtica ve laiklik motifli bu yönlü bir çatışma zemininde gerçekleşmiş; “Milli Görüş”ü savunan ve “ulusalcı” kampta yer alan RP “neoliberal politikalar”ın uygulanmasında ayak bağı olduğu için laikliğe aykırı tutumları gerekçe gösterilerek devrilmiş ve parçalanması dayatılmıştır. Kemalist modernleşmenin devamı olarak düşünebileceğimiz “küreselleşme” sürecine entegre olmayı kolaylaştırmak amacıyla Kemalist-Laik ordu tarafından düzenlenen bu darbe yine din üzerinden siyaset yapan ama ABD’nin ılımlı İslam projesiyle uyumlu, kapitalizmin son dönem yönelimlerini gerçekleştirmeye uygun bir partiyi, AKP’yi ortaya çıkarmıştır. Ve şimdilerde de asker, AKP ile din ve laiklik temelinde süren bir çatışmanın taraflarından biri olarak görünmeye devam etmektedir.

TARAF OLARAK AKP

Bugünkü  taraflardan biri olan AKP, 28 Şubat’ın ürünüdür. “Değiştik” argümanıyla, din siyaseti yapılmasının bir anlamda “özeleştirisi” yapılarak, eski “dinci” ve “milli görüşçü” partinin suçlanması üzerinden kurulmuştur.

AKP’nin geldiği yer, evet, hem “din siyaseti”dir, hem “milli görüş”tür. Ancak iki yönüyle de, AKP; RP’den farklılaşmıştır. Hâlâ din siyaseti yapmak ve dini istismar ederek dini dayanaklarından beslenip güç almakla birlikte, artık AKP’nin “dinci parti” olduğundansa, din istismarı yapan bir parti düzeyine geldiğini söylemek daha doğru olacaktır. AKP’nin artık Türkiye’nin düzenini dini esaslara göre yenilemeyi öngören şeriatçı bir parti olduğu ileri sürülemez ki, önceli RP’nin bile, dayanakları arasında ciddi şeriatçı eğilim ve örgütlenmeler olmakla birlikte şeriatçı bir parti olduğu zor iddia edilirdi. AKP’nin “dini imanı para” olan bir parti olarak şekillendiği ve hisseli şirketten farksız olduğu, sanırız kanıta ihtiyaç göstermeyecek kadar açık bir gerçektir.

Dinî  Motif

Bununla, AKP’nin hâlâ dini ve dinî inançları kullandığı inkâr edilmemektedir. AKP’ye rengini veren “etken madde”, evet, hâlâ dindir; dini motifler, onun biçimini veren başlıca unsurdur. Doğrudur. Ama AKP artık Hizbullah ya da Aczmendiler türünden bir örgüt değildir. Sadece AKP değil, Fethullah tarikatı da bu türden örgütlerden değildir. AKP, dini ve dinî önyargıları kullanan bir burjuva partisidir; hem de öyle dinle içli dışlı orta sınıfların, tekel-dışı burjuvazinin, başlangıçta çok söylendiği gibi “Anadolu Kaplanları”nın değil, büyük burjuvazinin partisidir. (Fethullahçılık da, büyük burjuvazinin çıkarlarının gerçekleştirilmesine bağlanmış bir burjuva sosyal dayanışma örgütlenmesidir.)

Başlangıçta Erbakan hareketi içinde (Milli Nizam Partisi’nden başlayıp RP’ye gelen hareket ve partileşme), doğrudur, esnafın ötesinde “Anadolu Kaplanları” birleşmiştir. Doğaldır ki, “dini bütün” muhafazakâr herkes vardı hareket içinde, ancak, hareketin yönetimi, “Anadolu Kaplanları” da denen, sosyal bir kategori olarak MÜSİAD içinde birleşmiş tekel dışı burjuvazideydi. Aralarında, dini bağlar dolayısıyla daha “iri” olanları da vardı; ama bir “yerli-ulusal” karakter ve uluslararası ve ulusal tekeller tarafından (payları verilmeyerek, kredi vb. mekanizmalarda zorluklarla yüz yüze bırakılarak, devlet olanaklarından hemen hiç yararlanamayarak) dışlanmış olmanın tepkisiyle “Milli Görüş” programında birleşenler, asıl olarak “en büyükler”den olmayan, ancak olmaya can atanlardı. Aynı zamanda “mürteci” yükünü taşımaları dolayısıyla da yan yana gelmekteydiler. Ancak, ilerici anti-emperyalist bir ulusal arayıştan çok, birleşmeye can attıkları emperyalizm ve uluslararası büyük sermaye tarafından horlanmanın neden olduğu bir tepkiyle “milli görüşçü”ydüler ve ideolojik olarak, belirli ve cılız bir “milli” yönelimle birlikte, bundan daha çok, Osmanlıcı, ümmetçi, İslam’ın birleştiriciliğine önem veren, buradan Osmanlı’nın boşalttığı eski –ezici çoğunluğu İslam olan– topraklara göz diken ve Enver Paşa ve İttihatçılar örneğinde olduğu gibi, kolaylıkla işbirliğine ve emperyalizmin taşeronluğuna dönüşebilecek bir yönelim sahibiydiler.

Süreç içinde “Anadolu Kaplanları”nın bir kısmı büyüdü. Bunlar giderek uluslararası sermaye ile girdikleri ortaklıklar ve yaptıkları işbirliği sayesinde pazarlarını da büyüterek büyük burjuvazinin saflarına dahil oldular. Refah partisi dönemindeki “kaplanlar” ile AKP döneminin “Müslüman İşadamları” arasında böyle niceliksel ve niteliksel bir fark da doğmuş oldu.

AKP ve Büyük Burjuvazinin Genişlemesi

Refah Partisi’nden koparak ortaya çıkan ve “değiştik” söylemini benimseyen AKP, hem sosyal dayanaklarının iktisadi bir büyümesi üzerine oturdu, hem de bir çırpıda boş verdiği “milli görüşçülük”ten, bu büyüme üzerinden, emperyalizmle işbirliğine yöneldi ve taşeronluğa dönüşümün siyasal gereklerini yerine getirmeyi üstlendi. Dini motiflere önem veren, (tarikatçılıkla sermaye sahipliğini son derece gelişkin bir biçimde birleştirmiş Fethullahçılığın ciddi katkılarıyla) aralarında bir ticari-iktisadi dayanışmayı çoktan kurmuş, belediyelerde “iktidar” olanaklarını elde etmenin sonuçlarını başarıyla derleyerek büyümesini sürdürerek en iriler arasına katılma noktasına ilerleyen, kimilerinin “Anadolu Kaplanları”, kimilerinin “yeşil sermaye” dediği sermaye, emperyalizmle siyasi birleşmenin kolaylaştırıcılığında, ihtiyaç duyduğu bu birleşmeyi de kolaylaştırmak üzere, hızlı bir palazlanma süreci yaşadı.

RP hükümetinin ardından AKP’nin yedi yılı bulan hükümeti sürecinde, bu palazlanma, artık yerel yönetim olanaklarının ötesinde, merkezi hükümetin ele geçirilmesine dayanarak tüm devlet olanaklarından yararlanmayla ciddi boyutlara ulaştı.

Türkiye kapitalizmi, en başından sahip olduğu bürokratik niteliğiyle, devlet olanaklarının en ileri biçimde yağmalanmasıyla gelişti ve egemen büyük sermaye, daima devlet olanaklarıyla semirdi. Özelleştirme sürecinin AKP hükümeti döneminde görülmemiş atakla milyarlarca dolarlık satışla ilerlediği ve satılmadık devlet işletmesi bırakılmadığı hatırlanırsa, bu kaynakların, devlet olanaklarıyla sözü edilen palazlanmaya “katkısı” tahmin edilecektir. Eskiden hükümetlerce “arpalık” olarak değerlendirilen ve “yandaş” istihdamı açısından taşıdığı bu anlamın ötesinde ihaleleriyle ve ürün satışlarıyla “bir puan” getirebilir olan KİT’ler, özelleştirilirken “yüz puan” getirmişlerdir. İlaveten, TOKİ göz önüne alındığında ve neredeyse bütün büyük inşaat faaliyetleriyle bağlantısı düşünüldüğünde, palazlanmanın boyutu hakkındaki fikirler berraklaşacaktır. Ve özelleştirme bağlantılı olarak bankaların kredi kolaylıklarından yararlanma olanaklarının büyümesi, yalnızca Sabah-ATV satışında Erdoğan’ın damadının, CEO’su olduğu şirketin Halk Bank ve Vakıf Bank’tan karşılıksız sağlayabildiği 1 milyar dolara yakın kredi göz önünde bulundurulduğunda, devlet olanaklarıyla palazlanmanın dev boyutu üzerine herhalde hiçbir kafa karışıklığı kalmayacaktır.

Sonuç odur ki, kısa bir süre öncesinden (’90’larda) başlayan ve AKP hükümeti döneminde genişleyerek süren devlet olanaklarıyla palazlanma, büyük sermayenin kapsamını genişletmiş; eksiden MÜSİAD içinde örgütlü durumlarıyla büyük sermayenin dışında duran/kalan ve bu sermayenin olanaklarına imrenme ve hasetle bakan, vahşi bir sömürü ve iç-dayanışmayla ve elde ettiği tüm olanakları değerlendirerek büyüklere ulaşmaya çalışan “yeşil sermaye” içinden en azından bir bölümünün –eski ilişkilerini ve dayanışmasını kullanmaya devam edip çevresini de peşi sıra sürükleyerek– büyük sermayeye dahil olduğu bir süreç yaşanmıştır/yaşanmaktadır. Şimdi büyük sermaye, yeni katılımlarla genişleyen yapısıyla işlevseldir. Ve üstelik yeni katılanlar, TOBB’un bir dizi kuruluşunun yönetimini çoktan ele geçirecek kadar güçlenmiş, TÜSİAD’ın yönetimini etkileyecek güce ulaşmıştır. Eskiden birliği zerrece bozulmadan hükümetler devirmiş olan TÜSİAD (’70’lerde Ecevit Hükümeti’ni gazete ilanlarıyla devirdiği hatırlansın), şimdi kendi iç toplantısında Hükümet’i eleştirmeyi başaramamakta, ciddi tepki almakta, buradan yönetim sorunu oluşmakta ve yeni başkan bulmakta ciddi biçimde zorlanmaktadır.

Büyük sermaye kuruluşları içinde ciddi bir yer tutar hale gelen, Batı  ve özellikle Amerikan emperyalizmiyle tam bir işbirliği içine giren, politikalarını Amerikan egemenlik stratejisinin ihtiyaçları üzerinden geliştiren, Fethullahçılık başta olmak üzere, dinsel-siyasal-iktisadi-mali örgüt olarak tarikatlarda, siyasal (hisse senetli şirket görünümünde olan ve rant ve devlet olanaklarının dağıtımının da örgütlenmesini yapan yönleri küçümsenemeyecek olan başlıca yönü siyasal) örgüt olarak AKP’de, onun politikalarında ifadesini bulan/temsil edilen eğilim, büyük sermaye saflarındaki genişlemeden beslenen, asıl olarak bu saflara yeni katılanların çıkarlarıyla şekillenen bir büyük sermaye eğilimi olarak ortaya çıkmıştır. Kendisine yer açmaya yönelmiş, sadece “pastadan aldığı pay”ı büyütmeye değil, bu “pay”la uyumlu siyasal söz hakkı, etki, kısacası egemenlik “payı”nı büyütmeye çalışmakta, iktidar istemektedir; bu taleple iktidar mekanizmalarının yenilenmesini gündeme getirmiştir.

Çatışma ve gelişmeleri, çok yönlülüğü içinde anlamaya çalışanlardan biri Hürriyet’in neo-liberal yazarı Cüneyt Ülsever’dir. Vatan’daki söyleşisinde siyaset-iktisat ilişkisine ve AKP’nin sosyal temeline değinmektedir:

“TSK’yı zayıflatmak istemelerinin bir nedeni de gücü ellerinde tutmak istemeleri. Bu güçlerden biri de hiç kuşkusuz ranttan yani ekonomik güçten faydalanmak. Bunun adı paylaşım kavgası. Türkiye’de bu kavga bitmedi. Bu kavga bitmeden de demokrasi gelmez. Bence uzlaşma sözcüğü Türkiye için çok erken. 28 Şubat’ın içinde de ekonomik bir kavga vardı. İktidar kelimesi çok güçlü bir kelimedir. Bu elbette sadece ekonomik anlamda değil. İktidar olmak, kararları da ellerinde tutmak demektir. Benim söylediğim geçerli olsun, benim bürokratım atansın şeklinde bir egemenlik tutumudur. Uzlaşma savaşı bitmeden de bu savaş bitmez… AKP’nin etkisinin ne olduğu son yıllarda açıkça görülebiliniyor. Örneğin medyaya, gazete sayısına baktığımız zaman iktidar yanlısı gazete ve televizyonların sayısının arttığını açıkça görebiliriz. Sadece medya alanında değil, ekonomik alana da ne kadar etki ettiklerini rahatlıkla görebiliriz. İnşaat sektöründe çok önemli bir bölüm AKP ile sıcak ilişkiler içerisinde. Duble yolların yapımını üstlenen firmalara bakmamız gerek. Bu tür ihalelerin kimlere gittiğini irdelememiz gerek.”4

Bir “taraf”  budur; büyük burjuvazinin genişlemesinden beslenen ve sosyal temeline buradan oturan AKP.

YA DİĞER TARAF?

Bu anlatıdan “diğer taraf” herhalde anlaşılmış olmalıdır: Şimdiye kadar sosyal temelini, tabii ki yine Batı ve özellikle Amerikan emperyalizmiyle işbirliği ilişkisi içindeki geleneksel büyük burjuva kesimde, yani Koçlarıyla, Sabancılarıyla, Eczacıbaşılarıyla, Doğan grubuyla vb. büyük burjuvazinin yerleşik kesiminde bulmuş; işbirlikçi tekellerin çıkarlarını –süreç içinde giderek neredeyse nüansları bile ortadan kalkmaya yüz tutan ve tekleşme belirtileri gösteren benzer programlarla (en son AKP’nin izlemeye devam ettiği IMF-Derviş programı)– savunmayı üstlenen büyük burjuva eğilimi. Bu eğilim, programları fazlasıyla benzeşen birden fazla gerici burjuva fraksiyon tarafından temsil edilmiştir. Zamanında Demirel, uzun süre bu eğilimin ve bu eğilim üzerinden örgütlendirilmiş “derin devlet” denen çekirdeğin başında bulunmuş, AKP öncesi DSP-ANAP-MHP hükümeti bu eğilimin kurduğu son hükümet olmuştur. Şimdi “ulusalcı” şoven gericiliği savunan MHP ve CHP tarafından temsil edilmektedir.

Hedefte Ordu mu Var? Taraf, Ordu mu?

Peki, ordu? Ve, bu “askeri vesayet”, “sivilleşme” ya da “sivil faşizme gidiş”, “tek parti diktatörlüğü” tartışması  nereden çıkmaktadır?

Siyasal olarak, bir tarafta AKP varken, karşısında MHP ve CHP vardır; ancak bu “taraf”, bu iki partiden ibaret değildir. Ülsever, örneğin, yine Vatan’daki söyleşisinde, “Muhalefet partilerine MHP ve CHP’ye bakınca kimsenin içerde olduğunu görmüyoruz. Neden? Çünkü iktidar tarafından bir karşıt olarak görülmüyorlar. Ortada Cumhuriyeti kuran Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) hedeftedir” demektedir.

Doğrudur, taraflar mahkemelik olarak, çatışmaktadırlar. AKP, Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılmaktan son anda kurtulmuş, ama bu mahkeme tarafından neredeyse oy birliğiyle“irtica odağı” olarak suçlanmıştır. Türkiye, “irtica odağı” olan bir hükümet tarafından yönetilmektedir, üstelik şimdi bu “odak” siyasal iktidarı, devlet iktidarını ele geçirme gayretindedir. Ama “karşı taraf” da mahkemelerde “sürünmekte”, en başta Ergenekon davalarında yargılanmaktadır ki, Ülsever’in dediği gibi, –Doğu Perinçek’in İP’i bile “taraflar”dan biri içinde sayılır ve yargı önüne çıkarılırken–, zamanında CHP’li olmuş olanlar ve Kerinçsiz gibileri sayılmazsa CHP ve MHP’li kimse yoktur yargılanan; ama çok sayıda emekli ve –son zamanlarda sayıları giderek artmakta olan– muvazzaf subay vardır.

Yine de Ülsever’inki ya dil sürçmesidir ya da sosyal bilimlerden uzaklıkla izah edilebilecek bir saflık! TSK kuşkusuz “hedefte” değildir. Ancak “hedef”le bir bağlantı içinde olduğu, yine “taraf” olmasa da, “taraf”lardan biriyle bağlantılı olduğu herhalde kesindir.

Ordunun tartışmanın hiçbir tarafınca gözden çıkarılmış olmadığını/olmayacağını söylemiştik. “Taraf”, ordu değildir. Zaten bu nedenle gözden çıkarılmamaktadır. Ordu, militarizm, askeri bürokrasi, özel silahlı adam birlikleri, açık ve nettir ki, her devletin, şüphesiz burjuva devletin de temel bir kurumu, devlet aygıtının asıl ve önde gelen, tabii ki gözden çıkarılamayacak “koruyucu/kollayıcı” başlıca organıdır. Bir şiddet aletinden başka bir şey olmayan devletin bu şiddetinin temel ve başlıca uygulayıcı aracı/kurumudur. Kapitalist düzeni ve burjuva devleti tehdit eden/edecek, sadece “dış” değil, “iç” tehlike ve “düşmanlar”a da karşı koruyup, bekçilik etme, tarihsel olarak tüm devletlerde ve günümüzün burjuva devletlerinde, ordunun varlık nedeni ve işlevinin esası ve özüdür. AKP’nin kendisi de, örneğin Kürt savaşında orduyu kullanmaktadır. En başta Demirel ve Oktay Ekşi’nin tartışma konusu edip şiddetle karşı çıktıkları, Genelkurmay’ın bilgi ve kontrolü dışında silah ithalatıyla “polis ve MİT’in ağır silahlarla donatılması”na ilişkin yasa teklifi, “iç düşmanlar”a karşı bu güçlere ağırlık verilme eğiliminin belirtisi sayılsa bile, –ki sonunda tekliften vazgeçilmiştir–, ordu, yine de, başlıca silahlı güç olarak işlevsel kalmayı sürdürecektir.

Ordunun Bağlantılılığı

Ancak ordunun bu başlıca işlevi ve gözden çıkarılamayacak oluşu gerçeğin bir yanıyken, gerçeğin diğer yanı da, ordunun, MHP ve CHP’nin de yer aldığı “taraf”la bağlantılı olmasıdır.

Nedir bu bağlantı?

Tekleşme eğilimi gösteren, benzeşen programlarla uzun süre Türkiye’yi yönetmiş olan siyasal partiler, bu program tekleşmesi eğiliminin de bir kanıtını sunduğu üzere, “devlet partisi”nin fraksiyonlarından olmuşlar ve bu “parti”nin içinde, pek çok darbe yapıp muhtıralar vererek sürekli siyaset içinde bulunan, siyasal yaşama müdahaleleri gel-geç değil sürekli ve yerleşik olan askeri şefler, –az sayıdaki, Hilmi Özkök türü, siyasete karşıt eğilimle katılanlarla birlikte– ordunun yönetimini elinde tutan tümü Amerikan eğitiminden geçmiş generaller de yer almışlardır. Bu katılım, devletin oligarşik yapısını da vermektedir. İktisadi, mali, siyasi, askeri “en iriler”i belirten oligarklardan oluşan oligarşi, kapitalist devletin yönetim dizginlerini elinde tutan tekelci zümreden başkası değildir. Tekelci kapitalizmde, burjuva devlet iktidarını çekip çeviren ve her alanda kendisini ve çıkarlarını dayatıp gerçekleştiren bu tekelci zümredir. Ve tabii ki, en irileri olan generalleri, onların özellikle Çevik Bir, Yaşar Büyükanıt vb. türünden Amerikan desteği almış karizmatik olanları aracılığıyla yukarıdan aşağıya hiyerarşik yapısı içinde askeri bürokrasiyi (eratı da katınca “ordu” demek olmaktadır) hem temsil etmekte, hem yönlendirmekte, hem de tatlı tazminat ve harcırahlarla iyice doygunlaştırılmış yüksek maaşların yanında OYAK vb. aracılığıyla “doyurmaktadır” da.

Kurum olarak burjuva devletin temel örgütü ve dayanağı olmanın ötesinde, ordu, buradan, devlet yönetimine bağlanmaktadır ve yine buradan, burjuva devlet ve yönetiminin tarihsel şekillenişi içinde belirli bir ağırlığı olan bir yer tutmuştur.

Bağlantılılığın Tarihselliği

Yazının başında “askeri ağırlık”ın tarihselliğinden söz ederken değinilen, Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet’in kuruluşunda askeri bürokrasinin burjuva iktidarın güç kaynağı ve başlıca dayanağı oluşundan bugünkü oligarşik egemenliğe gelinirken, şüphesiz kapitalizmin gelişkinlik düzeyi ciddi bir farklılaşma göstermiş, bağlantılı olarak, hem egemen sınıflar ve hem de burjuva ordu belirli bir nitel değişim geçirmiştir.

’20’lerde Türkiye’de kapitalizm hemen hiç gelişmemiştir, çok cılızdır. Sanayi yok denecek kadar azdır ve az-çok yaygın denebilecek kiremit ve tuğla “fabrikaları” ile un değirmenlerinin ötesinde sınırlı sayıda dokuma atölyesi ve kibrit ve içki üretimi dışında, kapitalizm, başlıca ticari kapitalizm durumundadır, kırların pazara açılması bile henüz başlangıç aşamasındadır. Limanlarda sarayla içli dışlı olan ve emperyalizmle işbirliği içindeki levantenler (komprador karakterli liman burjuvazisi) bir yana bırakıldığında, burjuvazi, başlıca ticaret burjuvazisi niteliğindedir, kırların feodalizme (toprak ilişkisi üzerinden sömürüye) bağlı olarak para ticareti (ipotekler aracılığıyla) yapan tefecileriyle de iç içe yarı-feodal (ya da feodal burjuva) bir sınıf olarak, bu ticari burjuvazi, tefeci-tüccarlar, söylendiği gibi, toprak ağalarıyla ittifak içinde Kurtuluş Savaşı’na önderlik etmiş ve zaferin ardından iktidarı almışlar, feodal “prangaları” olan bir burjuva devletin inşasına girişmişlerdir.

Ordu, belirtildiği gibi, gerek Kurtuluş Savaşı, gerekse yeni Cumhuriyet’in kuruluşunda ağırlıklı ve başat bir rol üstlenmiştir. Bu, hem görmezden gelinemeyecek ağırlıkta, hem de siyasal bağımsızlığın kazanılması  gibi ilerici devrimci bir eylemin başlıca örgütlü yürütücü/vurucu gücü olmaktan gelen ve yenip yenip tüketilemeyen “kurtarıcılık” prestiji getirmiş olan bir roldür.

Burjuvazinin, önderliğini gerçekleştirmesinin önde gelen dayanağı olan askeri bürokrasi/ordu, Kurtuluş Savaşı sürecindeki örgütsel faaliyetini sürdürürken de, Cumhuriyet’in kuruluşu yıllarında, bağımsızlıkçı kurtarıcı prestijini kullanarak, önemli ve ağırlıklı bir kurucu/yönetsel rol üstlenirken de, burjuvazi ve fiilen önderliği elinde tutan askeri şefler, başta M. Kemal, Osmanlı ve öncesinin beylik, hanlık ve Sultanlıklarının biriktirdiği devlet geleneğinin askeri niteliğinden beslenmiş, güç almıştır. (Kara Kuvvetleri arşivlerinde ordunun kökü M.Ö. 209 yılında bir darbeyle babası Teoman’ı devirerek iktidara gelen Mete Han’ın, barbarları kendi etrafında askeri olarak örgütlemesine kadar götürülmektedir.5) Sonradan bu askeri karakter, “ordu-millet”, “asker-millet” türünden teorileştirilmiştir de.

Devlet ve Ordunun Despotik Niteliği

Zaten feodalizme, toprağa ve kişiye bağımlılık ilişkilerine karşı mücadele olarak gelişmeyen, işçi ve köylülerin demokrasi mücadelesiyle birleşmeyen ulusal mücadele olarak Kurtuluş Savaşı’nın ardından, Alman faşizminin etkisi ve tek parti ve milli şeflik, despotizmi besler ve militarizme hem dayanak olarak ihtiyacı artırır, hem de onu güçlendirirken, II. Paylaşım Savaşı’nın ardından, Soğuk Savaş koşullarında, “Hür Dünya”nın (Batı kapitalizminin) bir cephe ülkesi olarak “komünizme karşı mücadele”, ve yanı sıra, 40’larla birlikte giderek büyüyen, ’60 ve ’70’lerde doruğuna yükselen işçi ve sömürülen yığınlarla gençliğin mücadelesine karşı (ulusal ve sosyal devrim ihtimaline karşı) darbelerle birlikte sürdürülen “püskürtme” ve “temizlik” hareketinde, kapitalist düzenin olağan aygıtları yetersiz kaldıkça, militarizme, orduya olan ihtiyaç tırmanmış ve ordu siyasal olarak öne çıkmıştır. Süreç, siyasal ağırlığının, ordunun, kendisini iktisadi sosyal yönleriyle, OYAK vb. gibi araçlarla “teçhizatlandırarak” çok yönlü pekişip yayılmasıyla ilerlemiş, son olarak Kürt Savaşı içinde, bir yandan orduya olan ihtiyaç artarken, bir yandan da ordunun etki ve ağırlığı, yönetsel cihaz içinde tuttuğu yer büyümüştür.

Yaşanan sürecin, çoğu liberal tarafından ileri sürülen Bonapartizm ile bir ilişkisi yoktur. Ordu, başından bu yana burjuva ordu olarak işlevsel olmuş ve bütün bu süreç boyunca ne burjuvazi ve burjuva devletin despotik niteliği, ne de ordunun bazen açıktan bazen da perde arkasından devlet yönetiminde taşıdığı ağırlıkla biçimlenmiş bu despotizmin belirgin askeri yönü değişmiştir. Değişen, yalnızca, başlangıçta ulusal burjuvazinin sınıf iktidarının aygıtı olan burjuva devletin, oligarşik bir karakter kazanarak, yönetiminin, bu süreç içinde, emperyalizmle birleşen ve aynı zamanda tekelleşme süreci yaşayan üst kesiminin, tekelci burjuvazinin eline geçmesi olmuştur. Artık devletin ve asıl dayanağı olarak ordunun ulusal karakterinden de geriye bir şey kalmamış, devlet yönetimi, emperyalizmin işbirlikçilerinin elinde toplanmıştır.

Askeri Şefler Taraftır

Gerek ulusal gerek işbirlikçi karakter taşırken burjuva devletin temel kurumu ve dayanağı olmayı sürdüren ordu, oligarşinin içinde yer alan askeri şefleri aracılığıyla, daima, devlet işlerinin yürütülmesi demek olan siyasetin içinde olmuş, bu içindelik, ordunun kurum olarak burjuva devletin dayanağı, koruyucusu ve kollayıcısı oluşuyla girift biçimde birlik halinde, devletin yasal yapılanmasını oluşturmuştur. 9. Cumhurbaşkanı Demirel’in hiç gereğini yapmasa da hep söyleyegeldiği, orduya “Cumhuriyetin koruyucu-kollayıcısı” görevini veren iç hizmet yasasının 35. maddesi değil sadece kuşkusuz, ama tüm Anayasa ve yasalarla, ordunun devlet yapılanması içindeki bu özel ve özgün yeri kayıt altına alınmıştır. Örneğin ordu mensuplarının yargılandığı mahkemeler ayrıdır, örneğin Genelkurmay Başkanı izin vermezse alt rütbeli subayların soruşturulması/yargılanması olanaksızdır, örneğin subay terfi ve atamalarını Yüksek Askeri Şura yapmaktadır ve kararları yargı denetimi dışındadır, örneğin Sıkıyönetim koşullarında tüm devlet yönetme yetkisi ordunun eline geçer, örneğin Türkiye daima ordunun açıktan işbaşında olduğu darbe vb. koşullarda yapılmış Anayasalarla yönetilmiştir ve hâlâ son anayasanın, darbecilerin yargılanmasına olanak vermeyen geçici 15. maddesi değiştirilememektedir, üstelik böyle bir madde tarafından engellenmemiş olsa da düpedüz bir darbe olan 28 Şubat’ın gerçekleştiricilerinin yargılanmasının lafı bile edilmemektedir. Daha çok örnek sayılabilir. Ancak kesindir ki, ordu devlet içinde özel ve özgün bir yere sahiptir ve ülke yönetiminde dikkate alınmazlık edilemeyecek bir ağırlık taşır.

Tüm bunlar, ordunun sürmekte olan güncel çatışmada nasıl bir “taraf” olduğunu açıklayabilir niteliktedir. Ama bu, AKP’nin ortadan kaldırmayı istediği, isteyebileceği bir taraf olduğu anlamına gelmez. Örneğin AKP’nin kapatılmak istenmesi gibi, karşı taraf da, orduyu “kapatmak” ya da Türköne’nin önerdiği türden “lağvetmek” durumunda değildir.

Sadece ordu gibi devletin temel bir kurumu olmayan YÖK örneği bile öğretici olacaktır. Taraflardan biri olan AKP, yakın zamana kadar YÖK’ü karşısına almış görünmekte ve YÖK AKP karşıtı tarafın içinde sayılmaktaydı! Ama yönetiminin değiştirilmesi imkânının bulunması, YÖK’ün hiç de “karşı taraf”ın bir unsuru olmadığını göstermiştir. YÖK, burjuva devlet sisteminin, 12 Eylülcü rejimin –üstelik temel nitelikte olmayan– bir kurumuydu ve eski yönetimi AKP karşıtı taraftayken, yeni yönetimi AKP tarafındadır. Ve YÖK bile, hiç de lağvedilmemiş, burjuvazinin genel çıkarlarıyla çelişmeden, onun belirli bir siyasal ekibinin hizmetine girmiştir.

Ordu bakımından da Hilmi Özkök zamanında Genelkurmay’ın tutumu farklıyken, sonradan farklılaşmıştır, bugün de farklıdır. Dolayısıyla taraf olan ordu değildir. Ama ordunun başındaki askeri şefler, kuşkusuz başında oldukları orduya tanınmış ayrıcalıkların (iktisadi, sosyal, yönetsel, hukuki vb.) devamı ve askeri bürokrasinin söz hakkı ve yaptırım gücünün sürdürülmesi bakımından, tabii ki genellikle tüm orduyu peşlerinden sürükleyerek, taraftırlar. Oligarşi içinde, kapitalizmin “devletçi”, bürokratik yapılanmasının taşıdığı ağırlıkla koşut olarak, bugüne kadar, ciddi bir ağırlık taşımışlar, işler istenilen biçimde gitmediğinde, burjuvazinin genel çıkarları doğrultusunda, darbe vb. aracılığıyla devlet yönetimine doğrudan el koymuşlardır. Ordu, böylece bir “taraf”la bağlantılı olmuş, ama asıl olarak, askeri bürokrasi, tabii ki ayrıcalıklarını da savunurken, burjuvazinin genel çıkarlarının savunulmasını, burjuva devletin bekasını üstlenmiştir.

Son yılların orduyu da taraflardan biriyle bağlantılı kılan çatışması, bir yandan özelleştirmelerle ilerleyen devlet müdahaleciliğinin azaltıldığı neo-liberal sürecin, bir yandan da büyük burjuvazinin genişlemesinin bir sonucu olarak oluşmuştur.

AMERİKAN TARAFI

AKP’nin amaçları, siyasal şekillenişi ve yönelimindeki dini motif, din siyaseti yapmakta oluşu ve “iktidar mücadelesi”nin dayanağı olarak büyük burjuvazideki genişleme –tümü gerçektir; ancak gerçeğin yarısıdır–; AKP’nin kendine yeterli ve bağımsız bir taraf olarak ortaya çıkmasına yetmemiştir, yetmemektedir.

Evet, son genel seçimlerde ciddi bir oy (yüzde 47) almıştır, geniş bir tabana sahiptir; bunun en çok kullandığı dini motifle bağlantısı vardır. Ama o kadar! Göreceğiz ki, tartışmacıların yüksek sesle iddia ettikleri gibi “demokrasilerde” oy, parlamentoda çoğunluk vb. önemsiz değildir, ama her şey demek de değildir; kararlaştırıcı olmamaktadır. Hele Türkiye türünden demokratik olmayan ülkelerde, bu, tümüyle böyledir: Parlamenter zeminde ulaşılan “güç”, oy sayısı vb., teorik bir bilgi olmanın ötesinde, bugüne kadar çok kez görülmüştür ki, devlet iktidarına sahip olabilmek için yetmemektedir. Sadece başarıyla gerçekleşmiş darbeler bile, kanıt olarak yeterlidir.

Burjuva siyasal sistemin, devlet örgütlenmesinin kararlaştırıcılığından kuşku duyulamayacak mekanizmaları (yargı bürokrasisi de içinde bürokratik ve militarist aygıt ve organları) üzerindeki ağırlığı, sadece ağırlığı da değil, bizzat bu mekanizmanın temel kurumlarının başında bulunmaları dolayısıyla bürokrat ve asker oligarkların neredeyse işlevsizleştirilmeleri, AKP’nin oy gücü ve Fethullah başta olmak üzere tarikatlardan aldığı destekle gerçekleştirebileceği şey değildir.

Fethullahçıların  özellikle polis örgütü içinde ciddi mevziler tuttukları  söylenmektedir ki, yanlış olması için ciddi bir neden yoktur. Ancak bu mevzilerin yanına AKP tarafının devlet kurumları içinde tuttuğu tüm mevziler de eklendiğinde, bu güç, bazı gelişmeleri açıklamaya yetmemektedir. Genelkurmay’ın gücünü aşacak bir güç, elindeki olanakları yetersizleştirecek bir güç değildir bu güç. Sadece “darbecilerin yargılanması” davası olarak sunulan Ergenekon Davası değil, ama bu davaya bağlanmaya girişilmiş çeşitli soruşturmalar, bu doğrultuda delillerin elde edilmesi, ortam vb. dinlemeler vb. AKP’nin geliştirdiği güçlerce altından kalkılacak işler türünden görünmemektedir.

Sadece darbe girişimlerinin savuşturulması ya da başarısız kalması bile, bugüne kadarki başarılı darbelerin başlıca koşulu olan Amerikan desteğinin olmadığına ya da Amerikan emperyalizminin “ters”  tarafta durduğuna işarettir. “Kozmik” dinlemeler, Genelkurmay’ın neredeyse yatak odasına bile girilebilmesi ve askeri şeflerin nefes alışlarının bile takip edilebilmesi, başka şeylerin yanın sıra büyük bir teknolojik gücün başarabileceği işlerdendir, ki bu başarı yalnızca AKP’ye ait varsayılamaz.

Öyle görünmektedir ki, AKP’nin, askeri şefleri sıkıştıran belirli gelişmelerden hatta sonradan haberi olmaktadır. Belirli “planlar”ın vb. ortaya çıkarılması, hükümet ya da ona bağlı savcılar veya kolluk kuvvetleri tarafından değil, ama örneğin CIA bağlantısı herhalde açık olan bir gazete tarafından “başarılmaktadır”!

Olan-bitenin ya da süregelen çatışmanın, “askeri vesayet rejimine karşı bir mücadele”, artık darbelerin olanaksızlaştırılması yolunda hesaplaşma vb. ve buradan da bir “demokrasi mücadelesi” olduğu yolundaki görüşler yalnızca görüntüye ilişkindir, tevatürdür! Görüntünün ötesine geçildiğinde bir tasfiye sürecinin işlediği görülecektir.

Asker ağırlığı  ya da askeri şeflerin önemli bir güç kaynağı olan ve Amerikan emperyalizmince, NATO’ya bağlı olarak oluşturulduğu bilinen Kontrgerilla da içinde olmak üzere çeşitli devlet kurumlarının başına çöreklenmiş ve YAŞ, HSYK vb. organlar aracılığıyla kendisi tarafından kendi süregenliği sağlanan bir ekip (sadece askeri şeflerden değil, yargı vb. yüksek bürokratlardan, siyasetçilerden vb. oluşmaktadır) tasfiye edilmektedir. Kurumlar kuşkusuz yerli yerinde durmakta, ekip değiştirilmektedir.

Bu ekibin Amerikan emperyalizmi tarafından oluşturulduğu, yıllardır onun işini gördüğü  ve politikalarına hizmet ettiği tartışmasızdır. Ancak Irak Savaşı’nın desteklenip desteklenmemesi tartışması ile başlayan, K. Irak’ta kontrgerilla timlerinin başına çuval geçirilmesiyle devam eden askeri-bürokratik siyasi ekibin Amerikan çıkarları ve politikalarını –hiç değilse yüksek komisyon isteyerek– tartışmaları, uygulanması sürecinde mırın-kırın etmeleri, Avrasyacılık vb. laflarının edilmeye başlanması, Türk-Amerikan ilişkilerini gerdiği gibi, ABD’nin bu ilişkileri yeniden “rayına oturmak” üzere, çıkar ve politikalarına tartışmasız uyumu dayatarak, “uyumsuz” ekibin tasfiyesine girişmesine neden olmuştur. AKP, tartışmasız uyumu kabullenen Amerikancı neoliberal bir parti olduğu ve üstelik bölgeye yönelik Amerikan stratejik plan ve hesapları (Ilımlı İslam) bakımından sahip olduğu olanaklarla önem taşıdığı için ABD tarafından sırtı sıvazlanarak desteklenmiş, “taraf”lardan biri olarak öne sürülüp lanse edilmiştir. Gerçek taraf Amerikan emperyalizmidir ve Türkiye ve devlet yapılanmasına yeni bir şekil vermeye girişmiş olan güç odur.

Bu nedenle, “asker ağırlığı”nın ya da darbeciliğin sonuna gelindiği ve demokrasiye gidildiği türü hayallere kapılmamak özellikle gereklidir. Bugün Amerikan çıkarları böyle gerektirdiği için belirli gelişmelere tanıklık ediyoruz; yarın bu çıkarlar bir darbe gerektirdiğinde, hiç kuşku duyulmamalıdır ki, halk örgütlü güçleriyle önünü kesemediği durumda, böyle bir gelişme yine yaşanacaktır.

SİSTEM VE DEMOKRASİ  SORUNU

“Taraflar” sorununa, son yılların gazete manşetleriyle TV haber bültenlerinin ilk sıralarını işgal eden çatışmanın, bir “taraf”ın darbe tehlikesi ve hazırlıklarıyla darbeciliğe karşı mücadele, diğer “taraf”ın da başlangıçta “şeriat”, “irtica tehlikesi”, ve “irticaya karşı mücadele”, sonra “korku imparatorluğu kurmak”, “otoriter rejim” ya da “sivil faşizm”e gidiş olarak tarif ettikleri çatışmanın “tarafları” sorununa bunca yer ayırmamızın nedeni, bir yandan çatışmanın tarihsel arka planıyla birlikte etraflıca kavranması, diğer yandan da tarafların niteliğinin doğru olarak belirlenebilmesi içindir.

H. Cemal, ihtiyat kaydı koyarak şöyle yazıyor köşesinde: “Hükümetler hiç kuşkusuz eleştirilecek. Muhalefet ayağı olmayan rejimlere demokrasi adı verilemez. Bu çerçevede Başbakan Erdoğan’ın, AKP hükümetinin eleştirilecek çok yanı vardır. Hükümettir, eleştirilir.” Ve örneklemeye girişiyor: “Basın özgürlüğü ve bu bağlamda örneğin Doğan Grubu’na ilişkin astronomik vergi cezası… Deniz Feneri’nde sergilenen tutum… Erdoğan’ın medya üstünde uzamakta olan gölgesi… Dış politikada ince ayar gerektiren alanlardaki özensizlik… Ergenekon davasını ilgilendiren bazı konular… ‘Demokratik açılım’da yapılan yanlışlar, ‘kelepçe’ler…”6

H. Cemal, yalnızca “sisteme ilişkin” diye düşündüğü konuları ayırıyor, eleştirmiyor. Sonra Ve “ama” diyerek devam ediyor: “…sadece bu pencerelerden bakarak Tayyip Erdoğan’a demokrasi notu verilemez.” “Çünkü” diyor; “Öteden beri Türkiye’de tam anlaşılamayan bir konudur. Hükümete muhalefet ile ‘sistem’e muhalefet arasından geçen çizgi diye tarif edilebilir. Ya da şöyle özetlenebilir: Türkiye’de hükümet vardır, seçim sandığından milletin oyuyla çıkan… Bir de yerleşik sistem ya da devlet yapılanması vardır, atamayla gelen… Bu ‘sistem’de, ‘devlet yapılanması’nda köşebaşlarını asker-sivil bürokrasi oluşturur. Bu ‘sistem’in kökleri orduya, yargıya, üniversite düzenine, medyaya doğru yayılır.

“Oysa demokrasilerde güçlü olan, son sözü söyleyen seçim sandığından çıkan ‘sivil otorite’dir, ‘hükümet’lerdir. Ama bizde böyle değildir, hiç böyle  olmadı. Bizde sistem, devlet her zaman seçim sandığından çıkan hükümet karşısında ağır bastı, çok daha güçlü oldu. Bizdeki bu sistemin çekirdeğine gelince… Bu çekirdeği ordu, asker oluşturdu. Onun için de Türkiye’de hükümete muhalefet kolaydı, sisteme karşı çıkmak zordu.”

H. Cemal, “sistem”  ya da “sistemle ilgili” diye, “AB’ye uyum yasalarıyla demokrasi yolunda atılan adımlar”ı.. “Bu çerçevede asker-sivil ilişkileriyle ilgili yasal düzenlemeler”i.. “Kıbrıs’ta sergilenen siyasal iradenin de bir ürünü olarak AB’de açılan müzakere kapısı”nı..  “Ergenekon’un arkasına koyulan iradeyle, yapılan bazı yasal değişikliklerle ‘darbe tertipleri’nin de hesabını paşalardan” sorulmaya başlanmasını.. “Faili meçhul cinayetleri kovalamaya başlayan bir yargı ortamı” oluşturulmasını.. “..sivil yargıçların içine girebildikleri ‘kozmik oda…’”yı, “‘Kürt sorunu’nu içeren ‘demokratik açılım’ın önemi”ni.. “27 Nisan Muhtırası ve hükümetin duruşu vesaire” yi örnek veriyor.

“..bütün bunlar Türkiye’de demokrasiyi, günlük deyişle, damardan ilgilendiren konulardır.” diyor. Ve sonuca şöyle bağlıyor: “..seçim sandığından çıkan sivil otorite, devlet yönetiminde tam olarak son sözü söyler hale gelmeden bu ülkede demokratik hukuk devleti olmaz.”

Doğru, demokrasi, hükümet sorunu değil, devlet sorunudur, sistem değişikliği sorunudur. Ama H. Cemal’in verdiği örneklerin hangisi “sistemle ilgili”dir?

AB ile uyum yasalarıyla demokrasinin ne ilgisi vardır? Avrupa ülkelerindeki “sistem”le Türkiye’deki sistem arasında ne fark vardır? Sistem dendiğinde, anlaşılması gereken şey, şu hükümetin yapıp bu hükümetin yapmayacağı şeyler, bir dizi politik uygulamalar değil, ama bütün uygulamaların üzerinde cereyan ettiği temel, izlenen politikalar da içinde, hukukun, kültür ve ideolojinin çıkış noktası ve yansıdığı maddi toplumsal zemin olan iktisadi yapı ve buna uygun devlet anlaşılmalıdır. Nedir bu? Kapitalist sistem ve burjuva devlet değil midir?

Kapitalist sistem içinde yaşamıyorsak neyle tanımlayacağız “sistemimiz”i? Ya da devletimiz bir burjuva devlet sistemine sahip değilse neye sahiptir?

Öyleyse “AB uyum yasaları” ne anlam ifade etmektedir “sistem” açısından? Uyum yasaları çıkmış olsa da olmasa da, hem Avrupa ülkeleri hem de Türkiye aynı kapitalist sisteme sahip türdeş burjuva devletler olmaktan farklılaşacak mıdır? Ya da Kıbrıs ve AB ile “müzakere kapısı açılması” sistem açısından ne tür bir fark yaratmaktadır?

H. Cemal’in, şimdiye kadar olmamış olanlara değinerek, “faili meçhul yargılamaları”nın, “asker-sivil ilişkileriyle ilgili düzenlemeler”in, “kozmik oda”nın, “darbe tertiplerinin hesabının paşalardan sorulması”nın sözünü etmesi de sistem sorununa ilişkinlik bakımından durumu değiştirmemektedir… Bunların hangisi Türkiye’nin toplumsal ve siyasal olarak örgütlenmesinin temelini veren kapitalist sistemin, kapitalist toplumsal örgütlenme ve burjuva devlet örgütlenmesinin değişmesini gereksinmektedir? “Kozmik oda” aranırken, sistem mi değiştirilmiştir ya da bu ve benzeri aramalar, sistemi değiştirmekte olan türden işlerden midir?

Peki, “Kozmik Oda” ve onda cisimleşen asıl aygıt olan Kontrgerilla, kuşkusuz “darbe” ve “darbeciler” dendiğinde en başta akla gelen, “her taşın altından çıkan” ve “karanlık” ve “gizlilik”le birlikte devlette militer olanla birlikte anılan bu devletin “derini”, örneğin “Gladio” adıyla İtalya ve “P-2 Locası” adıyla İsviçre’de bir “temizlik” işleminden geçirildiğinde, bu ülkelerde sistem mi değişti? De Gaulle’ün ikinci başa gelişinden önce Cezayir üzerinden General Satan darbeye kalkıştığında da, bu darbe püskürtüldüğünde de Fransa’nın –kapitalist olan– ne toplumsal ne de siyasal sistemi değişmişti.

Türkiye’de de, varsayalım ki, AKP, çok önemli değişiklikler yapmaya yönelmiş, darbecilerle hesaplaşmaya girişmiştir; bunun için “sistem değişikliği” gerekli olmayacaktır. Mevcut sistem içinde tümü yapılabilir şeylerdir ve AKP’yi sistem karşıtı ve onu değiştirmeye girişmiş bir “güç” olarak göstermek “sistem” kavramını ve onunla ifade edilen olguyu çarpıtmak demek olacaktır.

Bunlar bir yana, Türköne’nin lafını ağzında yuvarladığı gibi TSK lağvedilip yerine yeni bir ordu kurulmasına girişilse bile, sistem dışına çıkılmış olunmayacaktır. İran örneğin; bugün de, tıpkı dünkü gibi gelişmemiş kapitalist bir ülkedir.

“Sistem” değişikliği, askerlik alanı söz konusu olduğunda, burjuva devletin temel dayanağı olan sürekli ordunun, halktan kopuk olarak örgütlenmiş özel silahlı birliklerin lağvedilmesini kapsar. Bu yoksa ve bunun da temeli olarak kapitalist toplumsal sistemin değiştirilmesine (en azından tekellere el konulup sınırlandırılmasına) girişilmemişse, “sistem değişikliği” lafı sadece yakıştırmadır!

Tartışmacılar AKP’nin Sistem Karşıtlığında Hemfikir

“Otoriter yönetime gidiyoruz”7 değerlendirmesi yapan ve AKP hükümetinin –başlıca darbelere ve darbecilere karşı mücadele ederek– Türkiye’yi demokratikleştirmekte olduğunu ileri sürenlerin, örneğin “Hasan Cemal’in ve onun gibi düşünlerin mantığı baş aşağı duruyor”8 diye yazan Milliyet yazarı Kadri Gürsel de olanca fikir ve tutum farklılığına ve karşıt saflarda bulunmalarına rağmen, “sistem” konusunda, tıpkı H. Cemal gibi düşünmektedir: “AKP, sistemin hukuk ve demokrasi dışı müdahaleleri karşısında varoluşuna yönelik bir tehdit algılamış olabilir… Haklıdır da… Ve bu sistemi etkisizleştirmek üzere bir iktidar mücadelesi başlatmış da olabilir… Ancak bunlar AKP’yi otomatikman demokrat yapmaz.” (Agy)

Burada, birbirine karşıt pozisyonlu her iki tartışmacıya şunları sormak zorunlu: AKP “sistem dışı” bir parti midir? Neden sistemin tüm despotluğunu temsil edip uygulayan AKP’yi sistem karşıtı olarak gösteriyorsunuz? Neden “sistem karşıtı” olsun? İktidar mücadelesi; evet, sistemi değiştirme mücadelesidir ve H. Cemal’in haklı olarak vurguladığı gibi “hükümete muhalefet” başkadır, “sisteme muhalefet” başka… Hükümetler gelir gider ve değişirler, ama bununla sistem değişmez. Ve iktidar olmak için hükümet olmak yetmez, iktidar, egemenlik sistemi olarak, iktisadi ve siyasal egemenlik olarak bütündür ve sınıf iktidarıdır ve burjuvazinin ellerindedir, onun devletince temsil edilir. “Yürütme komitesi”nden başka bir şey olmayan hükümet hangisi olursa olsun!

Ve sorulara devam: AKP, günümüzde geçerli olan iktisadi egemenliğe, burjuvazinin ekonomiye egemen oluşuna karşı mıdır, bu egemenliğin yerine bir başkasını mı önermektedir? Örneğin “milli görüş”ün “faizsiz ulusal sistemi” (!) türünden bir şey mi öngörmektedir? Ya da burjuva devletin yerine bir başka devlet iktidarı mı istemektedir? AKP, Kimilerince zaman zaman Erdoğan’a densizce bir övgü olarak dillendirildiği bilinen Halifeliği ya da padişahlığı –tümüyle tevatür bir varsayım olmakla birlikte– geri getirecek ve devletin böyle bir örgütlenme biçimi parlamentarizmin, hatta Cumhuriyet olarak örgütlenmenin yerine geçecek olsa bile, bu, kapitalist egemenliğin olağan bir siyasal ürünü ve görünümü olan burjuva devlet sisteminin değiştirilmesini mi gerektirir? İngiliz monarşisi örneğin, burjuva devletle sistematik bir çelişme mi içindedir?

Toplumsal sistemi değiştirmek toplumsal devrim, siyasal iktidarı değiştirmek ise siyasal devrimdir. Her ikisi de iktidar değişikliği olmadan olmaz. AKP ise, işçi ve emekçiler karşısında hem sosyal hem siyasal bakımdan karşı devrimi savunup temsil etmekte ve uygulamaktadır.

AKP sistem içi bir partidir ve Amerikan emperyalizminin dünya ve özellikle Avrasya’ya yönelik stratejik çıkar ve hesapları, bu çıkar ve hesaplarla dolaysızca bağlı olan 28 Şubat darbesi ve özelleştirmeler gibi devlet olanakları üzerinden palazlanma yoluyla büyük burjuvazinin genişlemesiyle ilişkili bir üründür.

Sistem ve Siyasal Biçimi Sorunu

AKP “sistem karşıtı” ve “demokrasi mücadelesi veren” “demokratik” bir güç değildir?

Her şeyden önce, sistemi değiştirmeye girişmek bir yana, AKP, örneğin H. Cemal’in saydığı konuların hiçbirinde ciddi bir değişikliğe girişmemiştir. Ne Ergenekon Davası, ne faili meçhul davaları, ne Kürt sorunu…

Sisteme karşı parmağını oynatmadığı kesindir. Kapitalizme karşı olmak bir yana, kapitalist sistemin bütün nimetlerinden yararlanan, bu nimetleri paylaştıran ve tekelci büyük burjuvazinin çıkarlarını savunup sözcülüğünü yapan bir burjuva sistem partisidir.

“Sistem”le kastedilen siyasal sistemse, burjuva devletse, AKP’nin siyasal tutumlarında burjuva devlete yönelik tek bir talep ve eylem bulunamaz. “Sistem” dendiğinde, devletin biçiminin, siyasal rejimin sözü ediliyorsa, AKP’yi rejim karşıtı bir parti olarak da tanımlamaktan kaçınmak gerektir. Ancak burjuva kapitalist sistemle AKP’nin en küçük bir sürtüşmesinden söz edilemeyeceğine göre, tartışmanın, “sistem”i “rejim”e eşitleyerek kavramsal olarak değiştirip daraltan böyle bir eksende yürütülmekte olduğu bellidir.

Kimileri, örneğin CHP bugünkü siyasal sistemin biçimini ya da rejimi demokrasi varsaymakta, AKP’nin bunu değiştirmeye giriştiğini ve “tek parti egemenliği”ne “sivil faşizm”e, “otoriter yönetim”e gidilmekte olduğunu ileri sürüyorlar. Kimileriyse, bugünkü siyasal sistemi ya da rejimi “askeri vesayet rejimi” olarak tanımlayıp, buna karşı mücadele eden AKP’nin Türkiye’yi demokratikleştirmeye çalıştığını iddia etmektedirler.

Mevcut Rejim Demokrasi mi?

Demokrasiyle uzaktan ilişkisiz bir despotluğu sahiplenen CHP ve benzeri şoven milliyetçi gerici partilerin iddialarının geçersizliği kanıta ihtiyaç göstermiyor. 12 Eylül’ün kurduğu faşist rejimin oluşturduğu hemen istisnasız tüm kurumlarla rejimin çerçevesini belirleyen temel yasa olan Anayasasının geçerli olmaya devam ettiği biliniyor. Devletin şiddetten başka şey olmayan özünü belirten bürokratik militarist aygıtın burjuva niteliğiyle tamamen yerli yerinde durmasının sözünü bile etmiyoruz. Burada bir değişikliğe ilişkin tartışma zaten yoktur. Ama devletin biçimine gelindiğinde de, 12 Eylül rejiminden farklı olarak, yalnızca başlangıçtaki –darbeci beş generale danışmanlık yapan biçimsel bakımdan da yetkisiz– “Danışma Meclisi”nin yerini darbecilerin faaliyetini geçici olarak tatil ettiklerini açıkladıkları TBMM yeniden çalışmaya başlamıştır. Anayasası durduğu gibi, tüm devlet organları onun tanımladığı gibi çalışmayı sürdürmekte, özel –yetkilendirilmiş– yargı kurumlarıyla savcı ve hakimleri, YÖK’ü, özel kuvvetleri ya da Gladio’su veya Kontrgerillası, JİTEM’i, korucuları vb., hatta geliştirilerek varlıklarını korumaktadırlar. Üstüne tüm anti demokratik yasal çerçeve, ceza yasası, usul yasası, Memurin Muhakematı Yasası, Terörle Mücadele Yasası vb. eklenmiştir. Başlı başına bürokratik militarist aygıtın varlığı demokrasiyle çelişir ve buradan –tarihselliği de göz önüne alındığında– bütün ağırlığıyla bir militarist eğilimin kaynaklanıp etkili olmasının kaçınılmazlığını görüp anlayabilmek için kâhin olmaya hiç gerek yokken, Anayasası ve 12 Eylül’le kurulan ya da yeniden düzenlenen özel örgütlenmelerin demokrasiyle bağdaşmaz karakteri ortadayken, böyle bir rejimi “demokrasi” adına sahiplenmek, sahiplenicisini demokrat yapmaz. Mevcut rejim, ne denli adına “demokratik, laik, sosyal hukuk devleti” denmesi adet olmuşsa da, devletin az-çok demokratik bir örgütlenme biçimi değildir.

AKP Demokrasi Mücadelesi mi Yürütüyor?

Öte yandan “askeri vesayet rejimi” olduğu ileri sürülerek bu rejimi değiştirmeye giriştiği iddia edilen AKP’nin, çözeceğini iddia ettiği hiçbir sorunda ısrarlı ve dönüştürücü bir tutum almadığı gibi, bürokratik-militarist aygıt bir yana, 12 Eylül faşist rejiminin kurduğu ya da yeniden düzenlediği kurumlara ve Anayasasına dokunmamakta ve genel olarak demokratik hak ve özgürlüklerle ilişkili olarak fazlasıyla demokrasi düşmanı bir noktada durmaktadır.

Kurumlar demokrasinin ölçütü değildir, biçim olarak benzeşen kurumlar değişik niteliklere sahip olabilir ve tamamen farklı sınıf çıkarlarını yansıtıp farklı politik ihtiyaçları karşılayabilir, farklı görevler yerine getirebilir denebilir. Ayrıntısına girmeden, “her devletin bir ordusu olur” harcıalem tezi hatırlanabilir. Ordu, şüphesiz milis olarak örgütlenmiş halk ya da bütün halkın silahlanmış olması değil, ama sürekli ordu, düzenli (hiyerarşik) emir-komuta zincirine sahip ordular bizatihi demokrasi fikriyle çelişiktirler. Devlete ve onun temel kurumu olan orduya ilişkin görüşlerinde Marksizm burjuva ideolojisinin tüm biçimlerinden, sosyalizm kapitalizmden ve proletarya diktatörlüğü burjuva diktatörlüğünden burada ayrılır; sosyalizm bürokratik militarist aygıtın parçalanması zorunluluğunu kabul eder ve bütün halkın silahlanmasını halktan kopuk özel birlikler olarak silahlanmanın yerine geçirir. Ama yine de “Kızıl Ordu” ya da “Halk Ordusu” ile burjuva ordular, ordu olarak özdeş kabul edilip “sosyalist Ordu” da olsa “burjuva ordusu” da olsa, ordu ordudur denebilir. Ya da dikkate alınması zorunlu bir itiraz olarak, “hemen sürekli ordunun kaldırılmasına sıra gelmez, o geleceğin işi” görüşü ileri sürülebilir ve “önemli olanın nasıl bir politik tutum alındığı” olduğu söylenebilir. Sınıflar üstü bir yaklaşımla denebilir ki, “demokrasi isteniyor mu istenmiyor mu, buna bakılmalı.” Peki, bakalım.

DEMOKRATİK HAK VE ÖZGÜRLÜKLERİ SAVUNMAK

AKP’nin demokrat olduğunu ileri sürerler kadar, iktidar mücadelesi verdiğini, ama demokrat olmadığını, “otoriter rejim” kurmakta olduğunu vb. söyleyenler, gerçekleri de, onları ifade etmenin aracı olan kavramları da karmakarışık etmektedirler. Demokrasi mücadelesini bir iktidar mücadelesi olarak anlamamak, tıpkı AKP’nin “sistem karşıtı parti” olduğunu iddia etmek gibi, kavramlarla birlikte yaşanan tüm siyasal mücadeleyi ve ötesinde siyaset ya da devlet işlerinin görülmesine ilişkin her şeyi anlaşılmaz kılma çabasını ya da tam bir kafa karışıklığını belirtir. Demokrasi sorunu, kuşku duyulamaz ki bir iktidar sorunudur ve demokrasi mücadelesi bir iktidar mücadelesidir. Ve zaten devrilmesi gereken bir “otoriter iktidar” koşullarında yaşamaktayız; yeni bir “otoriter iktidar” için iktidar değişikliği gerekmeyecek, bunun için yalnızca rejimin “yürütme komitesi”nin değişmesi yeterli olacaktır. Ama hükümet değişikliklerinin de, iktidar değişikliğiyle bir ilgisi yoktur. Bunlar, mevcut sınıf iktidarı ve bu iktidarın ya da devletin biçimi değişmeden kalırken, adı üstünde hükümetlerin değişmesidir.

Öte yandan bürokrasi ve militarizm, en demokratik olanı da içinde, demokratik olsun olmasın, her burjuva devletin kurumları olduklarından, “demokrasi”yi bu tür kurumların varlığı ya da yokluğunda arayamayacağımız ortadadır. Öyleyse, demokrasi ve demokratlığı hak ve özgürlükler kantarına vurmak, doğru yaklaşım olacaktır.

Bir burjuva demokratik devrimi olduğundan kuşku duyulamayacak Fransız Devrimi’nin başlıca talepleri üzerinden örneğin, eşitlik ve demokratik hak ve özgürlükler mücadelesi açısından yaklaşılacak olursa, “demokrasi mücadelesi” olduğu ileri sürülen mücadelenin ve “demokrat” olduğu ileri sürülen AKP’nin hali pür melali nedir?

Hukuk Önünde Eşitlik

Burjuva demokratik “eşitlik” ilkesi, eşitliğin iktisadi gerçekleşme koşullarıyla, sosyal yönüyle ilgilenmez. Adı üzerinde burjuva eşitlik ilkesidir; sınıflar arasındaki eşitsizliğin kaldırılmasıyla, örneğin basın-yayın, toplantı, örgütlenme, seçme-seçilme vb. demokratik haklardan yararlanma olanağı bakımından işçiyle burjuva arasındaki eşitsizliğin giderilmesiyle bir ilişkisi yoktur. Burjuva, burjuva olarak, işçi de, işçi olarak kalacak; ancak hukuk önünde eşit olacaklardır. Burjuva demokratik eşitlik ilkesi hukuk önünde eşitliktir; gerçekleşme olanaklarına ulaşmakta ne denli eşitsizlik olursa olsun, hukuk önünde biçimsel olarak herkes, işçi olsun burjuva olsun eşit varsayılacaklardır. Hukuk önünde –eskiden aristokratların ayrıcalıkları türünden– sınıf ayrıcalıkları, kaldırılmış sayılacak, tanınmayacaktır. Peki bu açıdan durum nedir?

Seçilme Hakkı  ve Hukuksal Eşitlik

İşçi örneğin genel veya yerel bir seçimde aday olma olanağına hiçbir biçimde sahip olamayacaktır, ne burjuva partilerde satışa çıkarılan adaylıkları satın almaya yetecek parası vardır, ne propaganda materyal ve gezilerine harcayacak parası, ne toplantı salonları tutabilir, ne de günlük giderlerini karşılayarak kendisine yardım edecek birkaç kişi bulabilir… Ama tek tek herkesin (işçi ve emekçilerin) ve işçiler tarafından oluşturulan, kendi ödentilerinden başka gelir kaynağı bulamayacak işçi partilerinin seçimlere katılma hakkından eşit olarak yararlandıkları varsayılır.

Seçimlerde aday olma hakkının gerçekleşme olanağı açısından işçiyle burjuva eşitsizdir; ancak tartıştığımız bu değildir. İşçi parasızlıktan seçimde aday olmayı başaramazken, sanki gelecekteki ihale dağıtımları karşılığı para bulamaları zormuş gibi devlet partilerin seçime katılmasını finanse eder. Ancak Türkiye’de devlet yardımından da sadece basit işçinin değil, işçi partilerinin bile yararlanamadıkları bilinmektedir. Üstelik bir de seçim barajları vardır ve partilere seçim yardımı bu barajlı seçimlerde alınacak oy ölçütüne bağlanıp işçi partilerinin dışlanmaları formüle bağlanmıştır!

Başka muhalif kategoriler, örneğin Kürtler bakımından da aynı şey geçerlidir. Görünüşte Kürtlerin milletvekili seçilme hakları vardır! Baraj engelini ve propaganda çalışmalarının engellenmesi vb. aşılarak Kürtler seçilmeyi başardıklarında iş bitmemektedir. Yaşanan süreç göstermiştir ki, geri kalan milletvekillerini dokunulmazlık hakkından yararlanırken, Kürt vekillerinin dokunulmazlıkları tam bir eşitsizlik kanıtı olarak bir işe yaramamış, haklarında açılmış davalar ısrarla sürdürülmüştür. İki eski DTP eş başkanının milletvekilliğinin düşürülmesi ise, bu konuda fazla söze gerek olmadığını göstermektedir. Hele seçilmiş onlarca Belediye Başkanı’nın, sadece “Kürt Açılımı”nın “yükü”nden kurtulmak üzere ve ulusal örgütlenmeye yönelik tasfiyeci tutumun bir parçası olarak, yani tamamen siyasal nedenlerle, ellerine kelepçe vurularak cezaevlerine doldurulması, bu yönüyle tartışılabilecek şey bırakmamaktadır.

Sonuç olarak seçilme hakkı bakımından, gerçekleşme olanağı bir yana işçi ve örgütleriyle burjuva ve örgütleri arasında biçimsel eşitlik olarak, hukuk önünde eşitlik olarak da eşitlik yoktur. Bu ölçüt bakımından ne Türkiye’de demokrasi vardır, ne de seçilme hakkına ilişkin eşitsizliklerin kaldırılması için parmağını oynatmayı bile reddeden Erdoğan ve AKP’sinin demokrasi mücadelesi verdiklerinden, demokratlıklarından söz edilebilir.

Özel Hukuk

Yine demokrasinin bir ölçütü olarak hukuk önünde eşitlikten devam edelim. Erdoğan ve AKP’sinin uzun süredir en temel övgü konusu yapılagelmiş, en iddialı oldukları “sivillik” ve “sivilleşme” bağlamında yargı sorununu alalım. Sözde, AKP darbecilerle mücadele halindedir, “askeri vesayet rejimi”ne son vermeye çalışmaktadır ve bunun için askerin ayrıcalıklarına karşı sefer açmıştır! AKP ve ona övgü düzen liberaller iddia etmektedirler ki, askerlerin sivil mahkemelerde yargılanmasını savunmakta olan AKP, net bir “demokrasi mücadelesi vermektedir”! Askerin ayrıcalığını kaldırma tutumu içindedir! İddia edilmektedir ki, hukuk önünde askerle sivilin eşitliğini savunma, ayrıcalıklara karşı mücadele, tam da burjuva demokratik eşitlik ilkesinin savunulması ve uygulanmasıdır! Öyle midir?

Konuya girerken, “askerle sivil arasındaki eşitsizlik”ten söz açan AKP’nin, özel yetkili mahkemelerle, aynı nitelikli –özel– yetkilerle donatılmış hakim ve savcılarla, eşitsizlik ilkesine dayandırılmış Terörle Mücadele Yasası ve onunla bağlantılandırılmış haliyle eşitsiz uygulamaları yasalaştırılmış olan bütün bir infaz yasasını kaldırmak için en küçük bir harekette bulunmak bir yana, savunup uyguladığını söyleyelim. AKP askerle sivil arasındaki eşitsizlikler ve askerin ayrıcalıklı durumu bir yana, siviller arasındaki hukuk önündeki eşitsizliğe karşı tutum almış değildir; tersine, hukuk önünde eşitsizliği savunmakta ve uygulamaktadır.

Askerin sivil mahkemelerde yargılanması sorununa gelirsek, asker-sivil herkesin eşit biçimde tek bir mahkemede yargılanması şüphesiz iyidir. Ancak koca bir askeri yargı mekanizması da yerli yerinde durmaktadır. Askeri Yargıtay’ı da içinde eksiksiz bir yargılama organıdır bu. Ve askerler daima askeri görevlerle yükümlendirildiklerinden yalnızca askeri mahkemelerde yargılanabilecekken, genellikle emekli askerlerin yargılanmasına ilişkin işlevselleşebilecek “askerin sivil mahkemelerde yargılanması” girişimi, hem H. Cemal hem de K. Gürsel gibilerince “AKP’nin başlattığı iktidar mücadelesi” olarak tanımlanan askeri şeflerle AKP arasındaki iktidar ipini çekiştirme mücadelesinde ancak bir “pazarlık kartı” rolü oynamaktadır. Bunun ötesinde yargı alanına ilişkin askeri ayrıcalık AKP tarafından kesinlikle tartışma konusu yapılmamaktadır. Bugün “sivil yargı”da yargılanması söz konusu edilen asker kişinin yarın askeri yargı önüne çıktığı ve ikili eşitsiz hukuki yapı içinde yargıya ilişkin ayrıcalığın sürdüğü durum belki bir “uzlaşma” olarak nitelenebilir, ama hukuk önünde eşitlik ve böyle bir eşitliğin savunulmasının ve dolayısıyla demokrasinin bir ölçütü olarak adlandırılması olanaklı değildir.

Basın  Özgürlüğü

Savunulup uygulanması  için mücadele edilmeden demokrat olunamayacak basın özgürlüğü açısından AKP’nin tutum ve konumu, savunucularını, örneğin H. Cemal’i bile isyan ettirecek türdendir. Ancak Cemal’in üzerinde durmakla yetindiği Doğan grubu medyaya kesilen vergi cezası açısından değil sadece.. Cezaevinde hiç de az sayıda gazeteci yoktur. Mahkemelerde yargılanan gazeteci sayısı ise daha da çoktur. Muhalif yayın organları, hele Kürtlerin taleplerini savunuyorlarsa, sorgusuz sualsiz kapatılabilmektedir.

Örgütlenme Özgürlüğü

Ya örgütlenme özgürlüğü? AKP parti kapatmanın zorlaştırılmasını, örneğin bu kapatmanın Meclis tarafından kararlaştırılmasını savunmaktadır. Ancak parti kapatma sorununu yalnızca kendisiyle sınırlı ele almakta; ama parti kapatılmasına, genel olarak örgütlenme özgürlüğünün savunulmasına genişleterek ilkesel açıdan kesinlikle karşı çıkmamaktadır. En son DTP kapatıldığında hiçbir muhalefet yürütmemiş olması, AKP’nin örgütlenme özgürlüğüyle ilişkisizliğinin kanıtıdır. Nitekim parti kapatmaların yasal olarak olanaksızlaştırılması için yasa değişikliği yapma yerine TBMM’nin yetkilendirilmesine yönelmesi, bunun bir başka kanıtıdır.

Hele örgütlenme özgürlüğü, hak eşitliği temelinde ele alındığında Türkiye’de geçerli durum da, AKP’nin tutumu da vahimdir.

Sendikal örgütlenme özgürlüğü, grev ve toplu sözleşme hakkı bakımından durum içler acısıdır. Sendikal açıdan, Başbakanın TEKEL işçilerinin direnişi karşısındaki tutumundan söz etmek yeterli olacaktır. Fiilen sendikal örgütlenme özgürlüğünün kullanılabildiğinden söz etmek olanaklı değildir. Memurlar ise ne grev, ne de toplu sözleşme hakkına sahiptirler. AKP’yse durumdan memnundur, değişikliğin lafını bile etmemektedir.

Ulusal Hak Eşitliği

Ezilen ulus ve milliyetlerin hak eşitliği açısından durum daha iyi değildir. Sözde “açılımlar” birbirini takip etmektedir: Kürt, Ermeni, Roman… Hatta Alevilerle ilgili “çalıştaylar” yapılmaktadır. Lafın ötesinde değişiklik olmadığı gibi, mücadeleyle koparılıp alınan hakların ötesinde, AKP eşitsizlik durumunun değiştirilmesi bakımından aldatıcı laf üretimi dışında bir tutum almamakta, tersine yeni koşullar içinde eski durumu sürdürmeye uğraşmaktadır.

“Roman gecesi” düzenlenerek ve konut vaat edilerek her şeyin yapıldığına inanılması istenmektedir. Ama, Roman Açılımı’nın gündeme getirildiği sırada Ege bölgesinde bir Roman yerleşimi boşaltılarak sakinleri bir yerden başka yere sürülebilmektedir.

Ermeni sorununda, bir dizi açılım ve protokol imzasının ardından, Başbakan’ın geldiği nokta, “sivil faşizme gidiş” saptayanları doğrular niteliktedir. Faşizm eğilimi nettir. Yalnızca Ermeni sorununda değil, Kürt sorununda da, işçi ya da köylü sorununda da, sendikalara karşı tutumunda, iş isteyenlere yaklaşımında da, hasılı, önüne gelene hak inkarcılığını temel alan küfürlü saldırgan tutumlarında görülen bu faşizm eğilimidir. Ancak nasıl darbeciler tüm isteklerine karşın darbe yapamıyorlarsa, Erdoğan da, koşulu eksik olduğu için faşizme başvuramamaktadır. Ancak faşizm eğilimini taşımakta olduğundan katiyen şüphe edilemez.

“Yüz bin Ermeni’nin sınır dışı edilmesi” tehdidi, H. Cemal’in kulakları çınlasın, Erdoğan’ın ne denli demokrat olduğu ve ne denli eksiksiz bir demokrasi savunduğunun kanıtıdır! Tam faşistçe bir tutumdur. Osmanlı’nın 1915 tutumundan feyiz aldığı kesin olan bu tutumun nitelikçe 1915 pervasızlığından bir farkı yoktur. Yine tehcir! Belki bu kez yollarda kırım onca fazla olmayacaktır!

Kürt sorununda farklı mıdır? Saldırı ve askeri yöntemlerin yanına siyasal kuşatmacılığın katılarak, ulusal hak eşitliği talebini ileri süren Kürt halkının örgütsüzleştirilmesini hedef alan bir tasfiye hareketi yürütülmekte olduğundan kuşku yoktur. Kendi iradesini Kürde dayatmayı amaçlayan bu tutumun demokratlıkla, bu zorla irade dayatımının hak eşitliğinin benimsenmesiyle bir ilgisi kurulabilir mi? Kürdün istediği gibi değil, kendi iradesinden başka irade ve hak tanımaz faşizm eğilimiyle kendi bildiği gibi “çözüm”, tekçi, inkârcı yaklaşım nasıl bir demokratlık olabilir? Demokratik özerklik talep eden Kürde “sen bilmezsin” yaklaşımı ve “tek millet” tutumunun bile ilerisine geçilmemesi, Kürdün lafın ötesinde millet olarak varlığının ve eşitliğinin tanınmaması – bunların demokratlıkla ve demokrasi mücadelesiyle en küçük bir ilişkisi yoktur. Demokrasi mücadelesi, “AKP’nin verdiği mücadele” değildir, ama devletin yürütme komitesi olarak hükümetiyle AKP’ye karşı verilen mücadeledir.

Düşünce Özgürlüğü

Ya düşünce ve ifade özgürlüğü? Var mıdır? AKP en azından geliştirilmesi için mücadele etmekte midir? “Parası olanın düdüğü çalması”, kapitalizm koşullarında hayret edilecek bir şey değil. TÜSİAD’ın ya da bir üyesinin kendini ifade etmesiyle bir işçi ya da sendikası veya partisinin kendilerini ifade olanakları üzerinde durmayacağız. Bu açıdan baştan ayağa eşitsizlik var. Toplantı salonlarından ya da yazılı ve görüntülü olarak düşüncelerini yayma olanaklarından gereğince yararlanamama bir yana, sınıf egemenliğini ya da Kürtlerin ayrı bir devlet kurma veya federasyon olarak örgütlenmesini savunmak yasaktır. Bölünmeyi düşünmek ve gündeme getirmek suç sayılmaktadır. Proletarya diktatörlüğünü savunmak da öyle. Siyasi partiler, ancak “Atatürk ilke ve inkılâplarına bağlı olarak çalışma” zorunlulukları yasa emridir. Atatürk’ü eleştirmekten başlayarak, yasayla dayatılmış örgüt biçimlerini bile benimsememiş olmaları kapatılma nedenidir. Bunlar sadece partiler değil, tek tek kişiler için de geçerlidir. TCK 312. maddeden örneğin, sadece ifade özgürlüğünü var sanıp kullanmaya çalıştıkları için cezaevlerinde düşünen insanlar bulunmaktadır. Sadece belirli düşünceleri ifade ettikleri için kapatılan gazeteler vardır ve RTÜK türü kurumlar ifade özgürlüğünü engellemek üzere işlevseldirler. Ve AKP’nin ifade özgürlüğünün hiç değilse genişletilmesine ilişkin bir eğilimi görülmemiş, bu yönde bir davranışına tanık olunmamıştır.

Düşünce ve ifade özgürlüğüyle birlikte ele alındığında inanç ve ibadet özgürlüğü bakımından da, ne mevcut durum ne de AKP’nin tutumu demokratik bir tablo oluşturmaktadır. Devlet güdümcülüğü, hem mevcut durumun hem de AKP tutumunun temeli durumundadır. Diyanet İşleri din ve inanç dayatıcılığının kurumudur. Hıristiyanlar, sair dinlere inananlar, Aleviler ve ateistler üzerinde, bu kurum tarafından örgütlendirilen açık bir dinsel baskı ve zorbaca dayatmalar geçerlidir. Örneğin din dersi zorunluluğu tam bir inanç özgürlüğü ihlalidir.

AKP inanç ve ibadet özgürlüğünü, söz konusu olan tarikatlar ve türban olduğunda hatırlamakta, ama ezilen inançları da kapsayarak genelleşmesi için ne bir eğilim taşımakta, ne de bir adım atmaktadır. YÖK bu konuda, AKP tutumunun tam bir göstergesi durumundadır. Uzun süre YÖK karşıtlığı yapan ve türban üzerinden YÖK’e karşı mücadele yürüten AKP, YÖK’ü ele geçirdiğinde, bu kurumu aynısıyla devralmış, yönetim değişikliği dışında, hiçbir değişikliğe uğratmadan, öğrenciler üzerinde ifade özgürlükleri ve hak taleplerinin bir engeli olarak çalıştırmaya devam etmiştir. Baskıya, baskı aygıtlarına karşı olmadığı gibi, devralıp burjuvazinin genel amaçlarıyla kendi özel amaçları doğrultusunda kullanmaktadır. Burada demokrasinin kırıntısından söz edilemez.

Toplantı  ve gösteri özgürlüğü

Toplantı  ve gösteri özgürlüğü bakımından durum daha iyi değildir. İfade ve örgütlenme özgürlüğünün önünde, bu hakkın kullanılmasını geçersizleştiren engellerin varlığının doğal bir uzantısı olarak toplantı ve gösteri hakkının da kurumsal olarak varlığından söz etmek olanaklı değildir. Günümüzde, AKP’nin yürütücülüğünde, toplantı ve gösterilere yönelik burjuva saldırganlığı pervasızca yürürlüktedir. Burjuva düzen partileriyle, sermaye örgütleriyle, işçi ve emekçilerle, ezilen ulus ve mezheplerin örgütleri bakımından, bu alanda da tam bir hak eşitsizliği söz konusudur. Düzen örgütleri rahatça miting ve toplantılar düzenlerlerken, ezilen sınıf ve katmanların tüm toplantı ve gösterileri, önceden izine bağlanmış olmanın ötesinde, yasaklanmaya ve polis saldırısına açıktır. Son yıllarda, sömürülen ve ezilen kesimlerin, halkın, toplumsal muhalefetin en başta cop ve zehirli gaz kullanılarak saldırıya uğramamış hemen hiçbir ciddi miting, toplantı ve gösterisi olmamıştır.

Düşük katılımlı, yerel muhalif gösteriler ya da hak arayışları neredeyse istisnasız saldırıya uğramaktadır. TV haber bültenleri öğrenci ve gençlerin her hak arayışına, her bir araya gelişlerine hunharca saldırıldığının örnekleriyle doludur. Bu saldırganlık, tüm işçi ve emekçi gösterilerine de yayılmış durumdadır. Kürtlerin gösterilerinden saldırıya uğramayan hiç yok gibidir. Yalnızca TEKEL işçilerine Ankara’nın ortasında yöneltilmiş gazlı saldırının sözünü etmek bile toplantı ve gösteri hakkı ve özgürlüğünün Türkiye’deki durumunu göstermeye yetecektir. 1 Mayıs’larda İstanbul’un en merkezi alan ve sokaklarının polis işgaline alınması ve herkese pervasızca suyla, bombayla saldırılması, ama gösterilere bir türlü “izin” verilmemesi, bu yönüyle gerek Türkiye’deki durumu, gerekse AKP ve hükümetinin “demokrasisi”ni göstermek bakımından tabloyu tamamlayıcı olacaktır. Bu özgürlükler bakımından da AKP’nin demokratik tutumundan değil, ama ancak faşizm eğiliminden söz edilebilir.

Herhalde sürdürmenin gereği yoktur…

Demokratik hak ve özgürlüklerle ilgili bu acı durum buyken, Türkiye’nin “demokratik bir hukuk devleti” olmadığı ve bu hak ve özgürlükler karşısındaki tutumuyla AKP’nin demokrasi ve tarafı olduğu mücadelenin demokrasi mücadelesiyle bir ilgisi olmadığı ortadadır. 

Sandık ve demokrasi ya da “sivilleşme” sorunu

Bütün bunlar ortadayken AKP’nin demokratlığından söz edilebilir mi?

Demokratik tüm hak ve özgürlükleri çiğneyip dururken AKP’nin demokratlığından ve yürüttüğü mücadelenin demokrasi mücadelesi olduğundan emin olanlar bunu neye dayandırıyor?

Burada, başta üzerinde durduğumuz bir mücadele ve mücadelenin tarafları vardır ve AKP bu taraflardan biridir. Ergenekon davalarıyla, Kafes, Balyoz vb. eylem planları ve hâlâ yargılanmasına karar verilemeyen “darbe günlükleri”nin Sarıkız, Ayışığı, Eldiven vb. darbe plan ya da girişimleri ve tutuklanan çoğu emekli askerleriyle bir mücadele vardır. Demokrasi mücadelesi olarak sunulan budur ve AKP bu mücadelesiyle “sistem karşıtı” ve “demokrat” olarak nitelenmektedir.

Hiçbir şeyi küçümsememek gerektiği kesindir. Ne sandığı, ne Ergenekon’u! Sandığın etkisi de, Ergenekon tutuklamaları da tabii ki görmezden gelinmemelidir. Bir mücadele vardır. Bir dönemin askeri şefleri tasfiye edilmektedir.

Ama hiçbir şeyi de olduğundan değişik, gerçeğinden büyük ve önemli saymamak gerekir.

Sandık önemsiz değildir; evet, Türkiye 4 yılda bir düzenlenen genel seçimlerdeki oy dağılımı dikkate alınarak hükümetlere kavuşmakta ve onlar eliyle yönetilmektedir. Eski Başbakan ve Cumhurbaşkanlarından Demirel sandığın önemine vurgu yapmakla kalmayıp, onu mutlaklaştıran “bulun 226’yı (o dönemde 450 milletvekili vardı ve salt çoğunluk 226 idi) değiştirin” siyasal literatüre yerleştirmiştir. Ama 12 Mart ve 12 Eylül darbeleriyle 226 bulunmadan bırakıp gittiği bilinmektedir! Demek ki “226” ya da “sandık” her şeyi belirlememektedir.

Tam da burada “zaten sorun o” denecek ve “askeri vesayet rejimine karşı” mücadelenin demokrasinin ölçütü olarak anlaşılması gerektiği ileri sürülecektir.

Burjuva Demokrasisi Güdüktür

Ama hükümetler “sandıktan çıktığında” da, darbe koşullarında da militarist mekanizma, devasa bir sürekli ordu, üstelik yanına özel kuvvet birlikleri, JİTEM, koruculuk, sürekli büyütülen ve özel harekat timleriyle güçlendirilen polis gücü daima vardır. Buradan bir militarist akım kaynaklanmasından doğalı olamaz. Üstelik, değinildiği gibi, tekellerin ve spekülatörlerin en irilerinin yanı sıra en iri bürokratlarla askeri şeflerin içinde yer aldığı oligarşik yönetim, en demokratik ülkelerde bile demokrasiye, demokratik hak ve özgürlüklere pek az alan bırakır ya da burjuva kapitalist ülkelerin demokrasilerini her şeyin görünüşle idare edilebildiği olağan günlerin değil, ama sömürülen ve ezilen sınıf ve tabakaların ayağa kalktıkları olağan olmayan günlerin ölçüleriyle ölçmek gerektir. Bırakalım, işçi yığınlarının ayağa kalktıkları koşulları, büyük olasılıkla ipleri kendi ellerinde olan El Kaide vb. terörünü göstererek tüm gelişmiş demokrasili ülkelerin birer polis devletine dönüştürüldükleri gözler önündedir. Terör gerekçesiyle ne bireysel özgürlükler tanınır olmaktadır ne de devlet karşısındaki demokratik haklar.

Yine de örneğin İngiltere’de güdükleştirilmiş olsa bile demokrasiden söz etme olanağı bulunurken, Türkiye ne durumdadır? 1 Mayıs’ın bile kutlanamadığı, her gösteriye zehirli gazla saldırıldığı… bir ülke nasıl bir demokrasiye sahiptir?

Seçilme özgürlüğü  üzerinde durmuştuk. İfade, basın, toplantı ve gösteri, örgütlenme vb. özgürlükleriyle birlikte alındığında, 4 yılda bir ortaya bir sandık konmasının ne kadar önemi olmaktadır? İsteyenin aday olamadığı, isteyenin istediği şekilde oy kullanmasının öldürülmeye varıncaya kadar ciddi yaptırımlarla sınırlandığı, kişiye bağımlılık ilişkilerinin yanında tarikat ilişkilerinin bu kullanımı kayda bağladığı, partileri kapatılma ve yöneticileri tutuklanma ve öldürülme tehdidi altında bulunan, toplantılarına ve kendi dilleriyle propaganda yapmalarına izin verilmeyen, çıkardığı gazeteler sansürlenen, hatta kapatılan, düşünceleri nedeniyle milletvekili olanları bile yargıyla terbiye edilmeye çalışılan bir ülkede sandığın öneminin abartılmaması gerektiği kesindir. Kapitalistlerin ekonomik egemenliklerinden gelen güçle, paranın gücüyle birleştiğinde, tekelleşmenin ürünü olarak burjuva demokrasisinin kapitalist ülkelerin bütününü kapsayan genel güdükleşmesinin ötesinde Türkiye’de hemen hiçbir demokratik hak ve özgürlüğün hayat bulmaması, “sandık”ı önemsizleştirmektedir.

Ve zaten emperyalizm koşullarında, sömürgecilik ve yayılmacılığı benimsemiş, militarist kurumu, bürokratik mekanizmalarının yanı sıra başlıca şiddet aleti ve egemenlik organı edinmiş kapitalist ülkelerde, kural olarak, militarist bir eğilimden kaçınılamaz. ABD, İngiltere örneğin, sandıktan çıkma iktidarları var diye, militarist ülkeler değiller midir?

Parlamentolar Yönetim Merkezi Değildir

Parlamento, parlamenter sistem ya da Kongreli Başkanlık sistemi ve seçimleri için ortaya konan sandıklar, burjuva kapitalist devlet örgütlenmesinde kararlaştırıcı mıdırlar? Kapitalist ülkeleri parlamentoları değil, kurmay odaları ve kulisler yönetir. Engels’in dediği gibi, parlamentolarda sadece halkı aldatmak üzere boş nutuklar atılır, ama devlet işleri kulislerde ve kurmay odalarıyla koridorlarda kararlaştırılır ve yönetilir.

Sandık, evet önemsiz değildir, ama işte bu kadardır. Ancak bir kaldıraç olarak değer taşır ve dört yıl halkı egemen sınıfın hangi kliğinin yöneteceği kararlaştırılır seçimler ve sandık aracılığıyla. Dolayısıyla iktidar zaten sandıktan çıkmaz. Sadece egemenler arası bir yarım hesaplaşma yaşanır sandık aracılığıyla; ama bu hesaplaşma asıl, bürokrasi ve militarist aygıt aracılığıyla ve paranın gücüyle tamamlanır. Zaten sandığı “kararlaştırıcı” olarak öne sürenlerin öngördükleri de bundan ibarettir: Türkiye’nin güdük bir burjuva demokrasisine kavuşması özlemlerinin azamisidir!

Burjuva demokrasilerinde sandık ve seçimler, buradan gelen parlamentolar devleti yönetmezler, parlamentolarda oynanan, bir tuluattır. Ama AKP yandaşı liberal yazarlar devletin, parlamentolardan ve sandıktan hangisi çıkarsa o hükümet tarafından yönetildiğine inanmamızı istiyorlar. Onlara göre, hükümetler de kapitalistlerin bir “yürütme komitesi” olmaktan çok fazlası: Halkın temsilcisi ve sözcüsü! Seçimler ve sandık aracılığıyla burjuva devletleri sonuçta halkın yönettiğine inandırmaya çalışıyorlar bizi. Ve bizi demokrasinin başka bir yerde değil, ama burada, seçimlerde seçilenlerin iradesinin halk iradesi adına savunulması ve desteklenmesinde olduğuna ikna etme uğraşındalar.

Oysa ilgisi yoktur: Ülkeyi egemen sınıfların şu ya da bu kliğinin yönetecek olmasının belirlenmesi, neden “demokrasi mücadelesi” olsun? Basın özgürlüğünü mü genişletiyor, yoksa ifade özgürlüğünü mü? Örgütlenme hakkı mı elde ediyor geniş yığınlar, toplantı ve gösteri hakkını mı? Yoksa sandık var diye, seçme-seçilme hakkı mı genelleşiyor, seçim barajları mı kalkıyor, propaganda hakkının önündeki engeller mi, yoksa devlet seçime katılan partilere eşit mi davranacak?

Darbelere İlişkin

Peki “askeri vesayet”? Darbeler?

Öncelikle bir şerh düşelim: İçeriği ve oynadığı tarihsel rol değerlendirilmeden her türlü asker ağırlığı ve askeri eylem, tıpkı her türlü savaş gibi, toptan kötülük kaynağı olarak anlaşılamaz. Darbeler de böyledir. Adının bile iticiliğinden hareketle, ama siyasal-toplumsal niteliğini, tarihsel rolünü dikkate almadan her türlü darbeyi mahkûm etmek, ideolojik olarak darbecilikle uzlaşması olanaksız devrimci ve sosyalistlerin tutumu olamaz.

Kurtuluş  Savaşı, örneğin, savaş olarak, ulusal bağımsızlığı sağlayan ilerici bir savaştır ve askerin ağırlığı altında gerçekleşmiş olması ve bu ağırlığı koşullandırması nedeniyle ilerici rolü görmezden gelinecek ya da reddedilecek değildir. Emperyalizme karşı ulusal burjuvazi önderliğinde cılız bile olsa bir ulusal devrimdir, Kurtuluş Savaşı. Onda ilerici hiçbir yan bulamayan Kemalizm suçlamacılarına kanılıp devrim karalanamaz. Napolyon savaşları başta olmak üzere, tarihte böyle çok sayıda ilerici savaşa tanık olunmuş ve askeri niteliği dolayısıyla Marksistlerin aklına bunları karşı çıkmak gelmemiştir.

Darbeler genellikle devleti elinde tutan gerici egemen klikler tarafından yapılageldikleri için, genel bir darbe karşıtlığı doğru varsayılır olmuştur. Ancak örneğin Chavez ilk kez iktidarı bir darbeyle ele geçirmeye girişmiş, başarısız olmuş, ardından iktidara ulaşabilmiştir. Darbe yöntemini kullandı diye, amaçları ve yöneliminin ilerici niteliği yok sayılarak demokrasi düşmanı ilan edilmesi gerekmemektedir. Tersine demokrat olan ve bir demokrasi mücadelesi yürütenin Chavez olduğu bir gerçektir.

Türkiye’den konuşulmak gerekirse, 27 Mayıs da darbedir, 12 Mart, 12 Eylül ve 28 Şubat da. Sosyalistlerin darbeci yöntemleri benimsemeyecek ve çareyi bir darbe beklentisi içine girmekte aramayacak oldukları kesindir. Ama bu dört darbeyi de, hiç ayırt etmeden, aralarında hiç fark görmeden aynı biçimde değerlendirmek zorunda oldukları ileri sürülemez. 27 Mayıs, kuşkusuz Amerikan emperyalistlerinden bağımsız bir darbe olmamıştır; ancak faşist bir rejimi devirdiği de ortadadır. Üstelik emir-kumanda zinciri içinde yapılmadığı gibi, askeri bürokratik hiyerarşinin kırılarak gerçekleştirildiği de gerçektir ve bu yönüyle burjuva devletin örgütlenişini ve işleyişini zedelemiş, burjuva egemenliğin örgütlenmesinde bir zaafa yol açmıştır. 12 Mart ve Eylül ise, tamamen emir-kumanda mekanizması içinde halka karşı saldırının örgütlenmesidir ve aralarında bir ayrım olduğu kesindir.

Bu ihtiyat kaydı şundan konmaktadır ki, genel geçerliliği ileri sürülüp muhtevasıyla ilgilenilmeden saflık ve bönlükle demokrasi mücadelesi sayılarak, liberallerce bir önvarsayım olarak kabulü zorlanan darbe ve darbecilere karşı mücadelenin sözünün bile edilmesi, “karşı taraf”ın, güncel olarak AKP’nin desteklenmesi için yeterli sayılamaz!

Sivil ya da Askeri Gericilik Tercih Konusu Olamaz

Öte yandan askere ayrıcalık tanıyan kapitalist sistemdir. Her türlü ayrıcalık gibi, askeri ayrıcalıkların kaldırılması da demokratik bir adım olur. Ama sorunu getirip “asker mi yönetecek sivil mi” sorusunun yanıtına kilitleyip, demokrasinin, hukukla birlikte, başka hiçbir yerde değil, ama sadece burada olduğunu ileri sürerek, demokratlığın ölçütünü buradan koymak, tam da parlamentolara özgü aldatıcılıkla nutuk atmak olur. Demokratik hak ve özgürlük inkârcılığıyla bütün bir gericilik, militarist ve bürokratik aygıtıyla birlikte yerli yerinde duracak, sömürülen yığınlara ve ezilen ulus ve mezheplere yöneltilen ne tür saldırı varsa tümünü üstlenerek “siviller” (doğal ki askeri birliklere de kumanda ederek) yürütecekler ve sadece “sivil” oldukları için, asker değil onlar yönettikleri/yönetecekleri için, buna rağmen demokrat olarak lanse edilecekler, yönetimin ipini ele geçirme mücadeleleri de “demokrasi mücadelesi” sayılacak! Halkın kazancı nedir bundan? Demokrasi ile halk arasında bir ilişki varsayılması gerektiğine göre, halk ne elde edecek? Askerler yerine siviller tarafından dövülüp sövülmekten başka?

“Sivil”miş! “Sivilleşme”ymiş! Zehirli gaz ya da copun, kurşun ya da bombanın, örgütlü özel silahlı birliklerin askeri, sivili mi olur ya da hiç sivilleri görülmüş müdür?

Gerici halk düşmanı  darbelereyse, ondan asıl zararı gören halkın karşı olmasından doğalı yoktur. Kimse 28 Şubat’ın bizatihi ürünü olan, onun tarafından önü açılan ve bu açık darbenin yargılanmasını ağzına bile almayan, Erdoğan’ın ağzından “eşek şakası” olarak nitelediği 12 Eylül’ün yargılanmasını ancak CHP’yi köşeye sıkıştırmak amacıyla Anayasa paketine sokuşturan, Sarıkız, Ayışığı vb.’nin sözünü ettirip düzenleyicilerine el kaldırmayan AKP’nin darbeciliğe karşı mücadele ettiğini ileri sürmesin! AKP ne militarist aygıta karşıdır, ne militarizme. “Darbe karşıtlığı” söylemi, yalnızca devlet yönetiminin ipini ele geçirme mücadelesi yürüten AKP’nin kullandığı bir maniveladan ibarettir.

Peki, “otoriter rejim”e mi gidiyoruz? Gidişat “sivil faşizme” mi? Nuray Mert ve diğerlerinin yanı sıra, sanki örneğin kendi döneminde ve şimdi hukuk üstünlüğünden söz edilebilirmiş gibi, “Siz ülkeyi bir korku imparatorluğu haline getirmişsiniz… Benim itiraz ettiğim hukuksuzluktur. Ülkede hukukun üstünlüğü zedelenmiştir.”9 diyen Süleyman Demirel doğru mu söylüyor?

Ne o, ne diğeri! Ne “demokrasi mücadelesi veriyor” AKP, ne de “sivil faşizme gidiyor”! Gidebilse giderdi, faşist eğilimlere sahip olduğu söylendi, bunun bugün koşulu yok görünüyor. Ama olanca faşist eğilimleriyle demokrasiyi kurduğu da kesinlikle yok! Olan-biten, Türkiye’nin dünya ve bölge ölçeğinde Amerikan çıkarlarıyla çok daha uyumlu hale getirilişiyle ilgilidir.

Sömürülen ve ezilen yığınların ne “askeri vesayet rejimine karşı demokrasi mücadelesi veriyor” düşüncesiyle AKP’nin ne de “sivil faşizme gidiyoruz” diyerek askeri şefleri ya da ulusalcı  şoven CHP türü partilerin destekçisi, kuyruğu olmaları kesinlikle gerekmiyor. Yürünecek yol, sosyalizm ve demokratik içerikli siyasal özgürlükler için mücadele yoludur.

Kapitalist Kriz, Yunanistan ve İşçi Hareketi

Kapitalizmin dünya genelinde içinde bulunduğu kriz nedeniyle değişik kesimlerde çok boyutlu tartışmalar sürerken, dikkatler Yunanistan’ın içinde bulunduğu krize çevrildi. AB, Dolar-Avro, AB ve Amerikan mihrakları, IMF ve AB merkez bankası, tekelci sermayenin dayattığı paketler ve hak gaspları, ulusal bağımsızlık vb. birçok konu bir kez daha güncel sorunlar olarak gündeme geldi.

Uluslararası  medya ve özellikle AB ülkeleri medyası kapitalizmin krizini esas temellerinden soyutlayarak, neden ve sonuçlarını hasıraltı ederek, yol açtığı ve açabileceği yıkımları şu veya bu ülkenin kötü yönetimlerine bağlayarak ve kapitalizmi aklayıp krizden onları sorumlu tutarak, Yunanistan sorununu tartışmaya açtı.

İflasın kaçınılmaz olduğu, ortak para birimi anlaşması gereğince %3ü aşmaması gereken bütçe açıklarının %12’nin üzerine çıktığı, kamu borçlarının GSMH’nin %130’larına vardığı, Yunanistan İstatistik Kurumu’nun AB’ye yanlış bilgiler verdiği vb. uzun uzun yazılıp çizildi ve demeçlere konu oldu.

Alman ve Yunan basınında çıkan hakaret dolu yayınlarla da milliyetçilik ve düşmanlıklar körüklendi. Bazı Alman milletvekilleri, Yunanistan’a, krizden çıkış yolu olarak adaları satlığa çıkarmasını önerirken, Yunan Hükümeti’nin Başbakan Yardımcısı’ndan, burjuva aydın ve medyasına kadar, Almanya’dan savaş tazminatı istenmesinin* en uygun anının yakalandığı ve bu fırsatın kaçırılmaması gerektiği sesleri yükseldi. Hatta kaç milyar istenmesi gerektiği bile hesaplandı. (DİPNOT: *İkinci Dünya Savaşı sırasında NAZİ Almanya’sı tarafından işgal edilen Yunannistan’da 150.000 kişi Nazilerce katledilmiş, ülke ekonomisi dağıtılarak, yağmalanmış ve bu ülkeye ait tüm altınlar Almanya’ya götürülmüştü.)

Tabii bütün bu toz duman içinde, AB’nin en güçlü ve esas ekseni olan Alman–Fransız ittifakının başını çektiği güçler, Yunan Hükümeti’nin önüne “krizden çıkma reçetelerini” koydu ve Yunan ekonomisine el koydu. AB Ekonomi Komisyonu, uzun yıllar boyunca Yunan ekonomisinin denetim altına alınacağını açıklarken, ortak para birimi anlaşmasının şartlarına uyum gösteremeyen Yunanistan’ın dışlanmasını, hatta AB’den atılmasını bile savunanlar oldu.

Uluslararası  finans kuruluşları Yunanistan’ın puanlarını düşürdü, AB ekonomik destek sunulamayacağını açıkladı ve Yunan devlet tahvilleri alıcı bulamadı.Yunan Hükümeti, uluslararası sermaye kuruluşlarını spekülatif girişimlerde bulunmakla suçladı ve Yunanistan’a verilecek krediler için yüksek faiz dayattıklarını açıklayarak, Almanya ve Fransa’dan yardım talebinde bulundu.

ABD başkanı  Obama, AB ülkeleri içinde Yunanistan’a ilişkin tartışmaların yaşandığı günlerde, Yunanistan başbakanını Waşhington’a davet etti.

Bütün bu gelişmelerin yaşandığı süreç boyunca, Yunan hükümeti, Yunanlı işçi ve emekçiler karşısında; özellikle son günlerde uluslararası diplomasi tarafından sıkıştırılmış, Pazar ekonomisinin spekülatif politikalarına kurban olmuş, ancak ulusal çıkarlarını savunmaya ve halkını korumaya kararlı masum bir hükümet görüntüsü çizmeye çalıştı. Diğer yandan, karda kışta yiyecek bulmak için kapıları çalan ağustos böceği görünümü içinde, sermaye kuruluşlarının kapısını çaldıkça, dayatılan istikrar paketlerinin içerdiği maddeler daha da ağırlaştırıldı ve “1. istikrar dalgası”, “2. istikrar dalgası” adı verilen işçi ve emekçi karşıtı saldırıların startı verilmiş oldu.

HÜKÜMETLER SERMAYENİN YANINDA EMEKÇİLERİN KARŞISINDA  BİR POLİTİKA İZLEDİLER

Yunan hükümetlerinin AB onayıyla, uzun yıllardan beridir izledikleri tüm politikaların merkezinde işçi ve emekçi karşıtı sermaye politikaları yer almıştır. Emekçilerin hiçbir sorumluluğunun olmadığı bu krizin ve yolaçtığı sonuçların sahibi ve nedeni kapitalizmdir.

Kuşkusuz dünya geneli gözönünde bulundurulduğunda, bu krizden tüm ülkeler aynı oranda ve biçimlerde etkilenmeyecektir. Çünkü ekonomik yapılar ve ekonomilerinin özgünlüğü bir değildir. Ama nedeni aynıdır, kapitalist sistemdir. Toplumsal çıkarlar ve adil bölüşüm değil, kâr üzerine kurulmuş bir sömürü toplumu olarak kapitalizmin krizsiz bir ekonomi yaratması mümkün değildir. Dolayısıyla kapitalizm var oldukça krizler kaçınılmazdır.

Dünyada etkili olan son ekonomik kriz, ekonomisi bağımlı, iç dinamiklerden yoksun, zayıf ve daha çok küçük üreticiler ülkesi olarak değerlendirilebilecek Yunanistan ve benzeri ülkelerde daha etkili ve yıkıcı oldu. Ancak gelinen noktayı sadece krizle açıklamak, şimdiye dek hakim sınıfların bu ülkelerde izlediği emekçi karşıtı politikaları aklamak olacaktır. Sermaye temsilcisi hükümetlerin izlediği politikaların krizle birleşmesiyle sürecin hızlandığını vurgulamak daha doğru olacaktır.

Her şeyden önce uluslararası tekeller ve finans kuruluşları yıllardan beridir AB politikalarını uygulayan Yunanistan’a krediler vererek ve sermaye ihracını artırarak, silahtan, otomotiv sanayisine kadar, her alan ve sektörde hiç de küçümsenmeyecek kârlı bir pazar yarattılar.

1990’lı yılların başından geldiğimiz sürece kadar iç ve dış borçlar sürekli bir artış gösterdi. 2000’li yıllarda büyüme oranı %4.5, bütçe açığı ise %3.7 dolaylarında bulunuyordu. Bütçe açığı, 2010 yılında %12.5e ulaştı. Olimpiyat oyunlarının yapıldığı 2004 yılında turizm alanına yapılan yatırımların ekonomiyi canlandıracağı iddia edildi (olimpiyat oyunlarına ne kadar para harcandığı bugün bile bilinmiyor) ve 2005 yılı için %6 oranında bir büyüme hedeflendiği açıklandı. Oysa 2005, 1990’lı yıllardan sonra en düşük büyümenin olduğu bir yıl oldu ve %2’lik oranda kalındı. İç ve dış borçlanmanın yükselişe geçtiği sonraki süreçte, ekonomik baskı paketleri gündeme getirildi, özelleştirmeler hız kazandı. Kamu yatırımları durma noktasına geldi ve yoksulluk sınırında yaşayanlar %20’ye çıktı. 2008 yılında bütçe açığı %7.7ye ulaşırken, büyüme %2’lerin de gerisine düşmeye başladı.

2009 da ise, emperyalist ülkelere ve finans kuruluşlarına olan borçların yarattığı sorunlar, krizle birlikte iyice artan sorunlarla birleşince, bu borçlar ödenemez duruma geldi. Kısacası, kriz, süreci hızlandırdı ve yıkıcı etkileri ortaya çıktıkça, 300 milyar Avro’yu aşan borcun ödenemez duruma gelmesi, kaçınılmaz olarak bu ülkeye karşı operasyon düğmesine basılmasına neden oldu. Emperyalist ülkeler ve finans kuruluşları çıkar ve alacaklarını güvence altına alacakları reçeteleri Yunanistan Hükümeti’nin önüne sürerek, ülke ekonomisini ipotek altına aldılar.

Bu noktaya gelinceye kadarki süreçte, Yunanistan’la ilgili gelişmeleri irdeleyecek olursak…

Yunanistan’da, rekabetçi ekonomiyi geliştirme ve Pazar ekonomisi kurma adı altında özelleştirme ve taşeronlaştırma sistemleştirildi, kamu kuruluşları hibe denecek tarzda peşkeş çekildi, bankaların fahiş kârlar elde etmesini sağlayan rantçı politikaları güvence altına alındı, tarım ve sanayide elle tutulur bir gelişme yaşanmazken, spekülatif – şişirilmiş ekonomi büyüme olarak ilan edildi; işçinin, emekçinin emeğiyle kurulan emekli sandıklarındaki birikmiş kaynaklar borsanın ibrelerini yüksek göstermek için borsaya yatırıldı, sağlık ve eğitim alanında yapılan değişiklikler bu alanda büyük burjuvazinin büyük vurgunlar yapmasına yol açtı, hırsızlık ve rüşvet gelişti vb.

AB, uzun yıllar boyunca, Yunanistan’ı daha çok turizm sektörünü geliştirmeye yönlendirdi ve bu yönde planlamalar ve ekonomik politikalar dayattı. Hizmet sektöründe belli ilerlemeler gözlenirken, örneğin kâr etmediği ve ülke ekonomisine katkıda bulunmadığı gerekçesiyle tersaneler satıldı. Satılan tersaneler, sonraki süreçte, bazı küçük üniteler dışında bütünüyle kapatıldı. Böylece tersanecilik yavaş yavaş bitti. Yunan ekonomisinin ciddi kollarından biri olan limanlar ise, başta Çin olmak üzere, diğer ülkelere, 50 yıllığına düşük ücretlerle kiraya verildi. Yunanistan deniz taşımacılığında dünyada ciddi bir pay oranına ve dev filolara sahip bir ülke iken, bugün bu alanda ciddi bir varlık gösterememektedir. Bugün varlığını sürdüren Yunan ve Yunan şirketi olmasına rağmen başka ülkelerin bayraklarını kullanan uluslararası deniz taşımacılığı şirketleri ise, deniz ticareti yasasının 2687/1953 maddesine göre her türlü vergiden muaf tutulmaktadır.

Diğer yandan, 2009 yılında, deniz ticaretinde %29, ihracatta %17.5, inşaat sektöründe ise %26 gerileme yaşanmıştır. Ekonominin diğer sektörlerinde yaşanan durum da bundan farklı değil.

Yunanistan Hükümet yetkililerinin birkaç milyar avro bulmak için Avrupa kapılarını tek tek dövdükleri bir dönemde, Yunanlı bankalara 25 milyar Avronun aktarıldığı bilinmektedir. Son yıllarda bankaların kâr oranı görülmemiş bir yükseliş göstermiştir. Bankaların toplam sermayesi, Yunan ekonomisinin krizden çıkmak için ihtiyaç duyduğu paranın 120 katıdır ve bu gerçek Yunan Meclis’inde bile dile getirilmiştir. Kriziyle “varlık içinde yokluk” anlamına gelen kapitalizm için oldukça çarpıcı bir gerçek de, Yunanlı sanayici ve büyük sermayedarlarının yıllık raporlarında vurgulanan son yıllara ait çok yüksek kâr oranlarıdır. Durum böyle olmasına rağmen, kriz gerekçesiyle halka milyarlarca Avroluk fatura çıkaran Papandreu Hükümeti’nin Ekonomi, Enerji ve Çalışma Bakanları, yaptıkları açıklamalarla, 2010 yılı içinde, yeni iş alanları açma programı gereğince “işadamlarına sübvansiyon sağlanacağını” açıklamışlardır. Söz konusu sübvansiyonların bütçeye getireceği yük ise, 2.5 milyar dolardır.

Ülke ekonomisine ciddi katkıları olan birçok fabrika (tütün, gübre, çimento, kimya vb. sektörlerindeki fabrikaların yanı sıra Balkan ülkelerine bile yayılmış olan devlet ortaklı 25 tekstil fabrikası iki yıl önce kapatıldı) kapatılırken, silahlanmaya ciddi bütçeler ayrıldı. Yunanistan’ın AB ülkeleri içinde silahlanmaya en çok bütçe harcayan ülkelerin başında geldiği ve milyar dolarları bulan anlaşmaların imzalanmış olduğu bilinmektedir. Şu anda alımı durdurulmayan siparişlerin toplamı 10 milyar Avro dolayındadır. (Yunanistan ekonomisinin batmakta olduğunu söyleyen ülkelerin bu ülkeyle 10 milyar Avroluk silah ticareti anlaşması yapması ise bir başka gerçektir.)

Bundan 15-20 yıl  öncesine kadar genel nüfusun % 15-16’sını oluşturan köylü nüfusunun bugün %11’lere indiği ve AB ortak tarım politikalarının bu oranı %7,5’lere çekmeyi hedeflediği AB raporlarında açıkça dile getirilmiştir. 1975 yıllarında tarım ekonomisi Yunanistan GSMH’sının %30’u üstünde bir orana denk düşerken, bugün bu oran, %5’in biraz üstündedir. Bu, sanayinin gelişmesinden kaynaklanan bir olgu değil, ortak tarım politikaları nedeniyle tarım ekonomisinin bitirilme noktasına getirildiği gerçeğinden kaynaklanmaktadır.

80’li yılların sonuyla 90’lı yılların başında 90 dönüm tahıl eken bir çiftçi ailesinin geliri, yaklaşık olarak ihtiyaçlarını karşılayacak ve nisbeten rahat bir yaşam sürdürmesine olanak sağlayacak bir düzeydeydi. Bugün ise, aynı geliri elde etmek için, 1000 dönüm arazinin ekilmesi gerekmektedir. 1981 – 2006 yılları arasında, ekilebilir alanlarda 2.656.000 dönüm azalma oldu. Aynı süreçte, tahıl üretimindeki düşüş ise, 1.153.000 tondur. Benzeri durum, zeytin, pamuk, meyve, tütün vb. üretiminde ve hayvan besiciliğinde de yaşandı. Bu örnekler bile, kendi başına AB ortak tarım politikalarının gerçekte tarım ekonomisini hangi noktalara sürüklediğini göstermektedir. AB istatistik ofisi EVROSTAT’ın verilerine göre, birliğin 27 ülkesinden 22’sinde tarım gelirlerinde ciddi düşmeler yaşandı. (Örneğin Macaristan’da %35.6, İtalya’da %25.3, İrlanda’da %22.3) Büyük düşüşlerin yaşandığı ülkelerden biri de Yunanistan’dır. Modern tarımın yoğun olduğu Yunanistan, tarım ürünleri ithal eder duruma gelmiştir. Tarım alanında uluslararası tekellerin egemenliği güçlendikçe, bağımlılık artmış, kotalar konarak üretim sınırlandırılmış, üretim alınan kredileri karşılayamaz olmuş ve bütün bu etkenlerin bir sonucu olarak tarım ekonomisinde ciddi bir düşüş ortaya çıkmıştır. Son yıllarda üretim miktarı konan kotaları aştığı gerekçesiyle fiatı düşürülen ürünlerden dolayı meydana gelen zarar, on milyarlarla ifade edilmektedir. Kısacası, AB ortak tarım politikaları, köylüleri üretemez duruma getirmiş, tarım ekonomisini yıkıma uğratmıştır.

Yıllardan beridir izlenen politikaların bir sonucu olarak, bütçe açığı %12.5lere tırmanmış, kamu borçları ise, GSMH’nin %130’una denk düşecek oranlara varmıştır. Ekonomi kaynakları ve verileri, bu oranın önümüzdeki yılda %135’e ulaşacağını işaret etmektedir.

Yunanistan Hükümeti, halktan, işçilerden ve emekçilerden vergi yoluyla para toplamayı, ücretleri dondurmayı veya düşürmeyi, primleri gaspetmeyi, eğitim ve sağlık hizmetlerine yönelik sübvansiyonları ortadan kaldırmayı krizle mücadele planı olarak dayatmaktadır. Az da olsa ekonomi bilgisi olan bir kimse, bu tür önlemlerin krizden çıkışı sağlayamayacağını bilir. Kamu borçları ve bütçe açığı tam bir kara delik durumundadır.

AB VE YUNANİSTAN

Yaklaşık 7 ay önce iktidara gelen PASOK Hükümeti, önce ekonominin gidişatının güven verici olduğunu açıkladı ve hemen arkasından da uluslararası sermaye kuruluşlarının kapısını çaldı. AB Ekonomi Komisyonu ile yapılan görüşmeler ve komisyon yetkililerinin basına yaptıkları açıklamalar doğrultusunda, uluslararası basında, Yunan ekonomisinin batmak üzere olduğu dile getirildi. Yunan Hükümeti ekonominin uçurumun kenarında bulunduğunu açıklarken, Başbakan Yorgos Papandreu  “ekonomik gidişat ulusal bağımsızlığımızı tehlikeye düşürecek boyutlara varmıştır” diyerek, izlenecek ağır ekonomik baskı politikaları için Yunan halkından fedakarlık istedi.

Bu noktadan sonra gündeme gelen tartışma ve gelişmeler, AB’nin kimlerin kuruluşu olduğunu, kuruluş amacının ne olduğunu ve uluslararası tekelci sermayenin çıkarlarının bir kuruluşu olarak nasıl işlediğini ortaya koymaktadır. Yunanistan örneği, bir kez daha, AB’nin, uluslararası karşılıklı çıkarlar temelinde kurulduğu, ekonomik büyümenin AB’siz olamayacağı, ekonomik çıkarların yanında yüz sürülmesi gereken demokrasi tekkesi olduğu yalan ve iddialarını çürütmekte, tekellerin kâr ve sömürüsünün aracı ve organı olduğunu ortaya koymaktadır. Kopenhag Kriterleri, Maastrich Kriterleri, Lizbon Anlaşması, Avro kuşağı anlaşması, uyum yasaları, ortak tarım politikaları, Avrupa merkez bankasının kuruluşu ve oynadığı rol vb., halklara dayatılan ve halkların modern köleliğe boyun eğmesini içeren yasalar olarak gündeme geldi ve kabul edildi.

Yunanistan’ın Almanya ve Fransa kapılarını çaldığı günlerde aldığı  cevap ve Yunan Hükümeti’nin önüne konan paketler, on yıllar boyunca Yunan halkını açlık, yoksulluk ve sefaletle karşı karşıya bırakmaktadır. AB mihrakının başını çekmekte olan Alman ve Fransız emperyalizmi, başbakanlarının ağzıyla, Yunanistan’a karşılıklı çıkarları değil, uluslararası tekellerin ve finans kuruluşlarının milyarlarca Avro tutarında spekülatif kârlarını içeren anlaşmaları dayatmışlardır. Alman ve Fransız Hükümetleri, daha başından, Avro kuşağında bir ülke olmasına rağmen, Yunanistan’a bir tek kuruş bile verilmeyeceğini açıklamış ve adres olarak IMF’yi göstermişlerdi. Aynı günlerde AB yetkilileri, AB yasaları içinde ülkeleri iflastan kurtarmak gibi bir anlaşma ya da yasanın olmadığını hatırlatmışlardı. Kuşkusuz bu açıklamaların arkasında yatan çok değişik neden ve amaçlar bulunuyordu. Öncelikle Yunanistan’a “ekonomik önlem paketlerinin yürürlüğe girmesi ve ve bu doğrultuda güvencelerin verilmesi lazım” mesajı verildi. Yunanistan Hükümeti, dersini iyi çalışmış olarak, sosyal güvenlik sisteminden, sağlık, eğitim, sosyal haklara varıncaya, emeklilik yaşının yükseltilmesinden aylık ücretlerin düşürülmesi, kamuya yeni eleman alınmaması, vergilerin her alanda yükseltilmesi, KDV’nin %19’dan %21’e çıkarılması, yılda iki aylık ücrete denk düşen bayram primlerinde %30’lara varan kesintilere gidilmesi ve kamu harcamalarının %50’lere varan oranlarda düşürülmesini öngören yasaları Meclis’e getirip onayladıktan bir gün sonra, kredi bulmak için piyasalara çıktı. Hükümet’e göre, önlemler “uluslararası piyasada güven kazanmak” için alınmıştı. Bütün bu önlemlere rağmen, Merkel-Papandreu görüşmesinden, herkes, Merkel’in iki dudağının arasından “Yunanistan’ın arkasındayız ve AB tarafından gerekli önlemler alınacaktır” sözlerinin çıkmasını beklerken, Merkel, Yunan Hükümeti’nin aldığı önlemlerin önemine dikkat çekmekle yetindi.

Yunan Hükümeti’nin aldığı önlem paketlerinden sonra, Yunanistan hazinesi, ihale yerine seçilmiş yatırımcılarla gerçekleştirdiği tahvil satışında, 25 milyarlık talepten 8 milyar Avroluk bölümü kabul ederek tahvil sattı. Bu arada, tahvillerin Alman bankaları tarafından alındığını ayrıca vurgulamak gerekiyor.

2010-14 yılları arasında süresi dolacak olan Yunan devlet tahvillerinin tutarı 120 milyar Avro dolayındadır. 2010 yılı içindeyse, Yunan devletinin 54 milyar Avro borç bulması gerekiyor. Bu paranın 33 milyarı borç ödemesine, gerisi ise, bütçe açıklarının kapatılmasına yönelik olarak kullanılacaktır.  
Yunanistan’ın ödeyeceği faiz, AB’de ölçü sayılan Almanya tahvili faizinden 3.9 puan yüksek olacak. Bu borcun faizi, yüzde 6.3 olarak belirlendi. Yüzde 6.3’lük faiz, Yunanistan’ın Avrupa Para Birliği’ne girdiğinden bu yana ödeyeceği en yüksek faiz oranı. Aynı tahvillere, 2009 Mart’ında ödenen faizse, yüzde 4.98 idi.

Yunanistan sorunu tartışılırken gözden kaçırılmaması gereken noktalardan biri de şudur: Yunanistan’ın borç alamama gibi ya da borç verecek kuruluş bulamama gibi bir sorunu yoktur. Sorun, hangi şartlarla ve hangi faiz oranıyla borç alınacağıdır.

AB Komisyonu’nun para politikasından sorumlu üyesi Joaquin Almunia, “yardım etmenin bir bedeli vardır” derken, yoruma gerek bırakmayacak kadar açık ve net konuşmuştu.

Öncelikle Yunan Hükümeti’nin krizi gerekçe göstererek baş vurduğu “acı reçeteler”in yıllardan beri AB tarafından çıkarılması dayatılan yasalar olduğunu belirtmek gerekir. Hiçbiri yeni değildir. Bu vesileyle Alman ve Fransız emperyalizmi, Yunanistan sorunundan hareketle, diğer AB ülkelerine de mesaj göndermektedir. AB kararlarının uygulanmaması durumunda varılacak noktanın Yunanistan örneği olacağı mesajı verilerek, tüm Avrupa ülkelerince, işçi ve emekçi karşıtı yasaların bir an önce çıkarılması istenmekte ve dayatılmaktadır. Daha şimdiden AB’nin zayıf halkaları olarak gösterilen İspanya, arkasından Portekiz ve hatta İtalya bile, Yunanistan örneğini tartışır ve önlemlerin bir an önce alınmasının gereğine dikkat çeker noktaya gelmiş/getirilmişlerdir.

Yunan devletinin borçlarının %75’i, Fransa, Almanya ve İtalya’yadır. Bu gerçek bile, tek başına, Yunan halkına yönelik bu saldırıların arkasındaki kimlerin ve nelerin olduğunu açıklamaya yeterlidir. Kimlerin Yunan halkının sefaleti üzerinden milyarlarca Avro kazandığı görülmektedir.

Hatırlanacağı gibi, geçen yıl AB bünyesinde alınan karar doğrultusunda, bankalara milyarlarca Avro aktarılmış ve bankaların iflastan kurtarılmış olduğu, dolayısıyla da “köpük sermayenin, rantçı sermayenin” önüne geçildiği vurgulanmıştı. Bu gelişmeyle beraber hükümetlerin ekonomiye el koyacakları ve olumsuz gelişmelerden artık hükümetlerin sorumlu olacakları hatırlatılmıştı. Oysa gerçekler, söylenenlerin tam tersini ortaya koymaktadır. Uluslararası piyasalarda devasa oranlara varan rantlar, karşılığı ödenmek üzere halklara dayatılmaktadır. Örneğin Yunanistan’a bu kadar yüksek faizli borç verilmesi, Yunan halkının aşından, ekmeğinden kesilen paraların doğrudan faiz ödemelerine gideceği anlamına gelmektedir. Faizlere gidecek miktarla, krizden çıkma gerekçesiyle, halktan, işçi ve emekçilerden toplanacak paranın miktarı arasında uçurumların değil, küçük farkların olduğu ortadadır. Dolayısıyla rantçılığın önüne geçilmediği gibi, bankalara aktarılan paralarla daha güçlü ve yaygın bir rantçılığın önü açılmış ve “etkin ve istikrarlı sermaye kuruluşları” oluşturmak adına yasal düzenlemelerle yeni güvencelere kavuşturulmuşlardır.

Yunanistan GSMH’sinin, Avro kuşakları içinde yer alan ülkelerin toplam GSMH’sinin %2’sine denk düştüğü bilinmektedir. Dünya geneli açısından düşünülecek olursa, dünya GSMH’sinin %0.2’sine denk düşmektedir. Dünyadaki borç açıklarının tutarıysa, 40 trilyon dolardır. Yunanistan, bu borcun sadece %1’in çok altında bir miktarından sorumludur. Bu durumda, koparılan fırtınanın nedeni ne olabilir? Soru kadar cevap da açıktır: Tekelci kârlar, halklara dayatılan kölelik, işçi ve emekçilerin orta çağ şartlarına geri dönmesini ve karşılığında azami kârların garanti altına alınmasını sağlayacak politikaların uygulanması önündeki engellerin temizlenmesi, emperyalist rekabet, pazar kavgaları vb. Yunanistan, şu anda en zayıf halkalardan biri durumundadır ve emperyalist politikaların bir kez daha halklara karşı saldırganlığa dönüştüğü, emperyalist mihraklar arasındaki rekabetin kızışmaya başladığı ve başlayacağı önümüzdeki sürecin örneklerindendir. Sorun, Yunanistan değil, Yunanistan üzerinden ortaya çıkan gerçekler ve izlenen ve izlenecek olan emperyalist politikaların gerçek yüzü ve içeriğidir. Dolayısıyla Yunanistan üzerinden verilen mesajlar çok önemlidir.

2008-09 yılları arasında borcu ikiye katlanan tek ülke Yunanistan değil. Bu gerçek, Avro kuşağı içinde yer alan neredeyse tüm ülkeler için geçerli. Borçlar, bu ülkelerde de ikiye katlanmıştır. Bankalara aktarılan milyarlarca Avro tutarındaki fonlardan kaynaklanan açık bile, kendi başına, bir “kara delik” anlamına gelmektedir. Bu durumda, neden Yunanistan, dış borçların ve kamu borçlarının bu kadar büyük olduğu Avro kuşağını tehdit eden ülke olarak görülüyor? Nasıl oluyor da, AB’nin geleceği, Avro’nun istikrarı, bu ülke tarafından tehdit ediliyor ve tehlike altında bulunuyor?

Yunanistan’ın borçları, diğer AB ülkelerinin yanında, özellikle Almanya ve Fransa’yla (Japonya GSMH’nin %600’ı, İngiltere %500’ü, Amerika %450’si, Fransa %400’ü, Almanya %300’ü, İtalya %250’si) kıyaslandığında devede kulak bile değildir.

Yunanistan Başbakanı Yorgos Papandreu’nun “piyon yapılmak isteniyoruz” demesinin nedeni, tam da yukarıda söylenenleri doğrulamaktadır.

OBAMA–PAPANDREU GÖRÜŞMESİ

Yunanistan sorunu AB içinde genişçe tartışılır ve bazı çatlaklara yol açarken, Obama’nın Yunanistan Başbakanı Yorgos Papandreu’yu Washıngton’a davet etmesi, üzerinde durulması gereken bir başka konudur. Obama, zor bir süreçten geçmekte olan Yunanistan’ın “yanında olduklarını” dile getirerek, uluslararası sermaye kuruluşlarının yüksek faizle Yunanistana borç verme politikalarını spekülasyon olarak değerlendirdi ve spekülatif sermayenin verdiği zararlar üzerinde durdu. Tabii, bu madalyonun bir yüzü, diğer yüzü ise, bu sürecin Amerikan çıkarları yönünde nasıl fırsata dönüştürüleceği hesapları doğrultusuında atılmış ve atılacak olan adımlardır. Yunanistan Hükümeti IMF seçeneğini reddetmiş değil, tersine bu alternatif üzerinde durulduğunu ve gerekirse gidileceğini dile getirmektedir. Yunanistan, IMF politikalarını uygulama durumunda, ister istemez AB içinde sorunlarla karşılaşacak ve ABD politikalarına daha yakın duracaktır. Yunanistan, zaten AB ülkeleri içinde ABD’ye yakın duran bir ülke konumunda görülmektedir. Dolayısıyla böyle bir gelişme, ABD’nin AB içindeki Truva Atı’nın daha da güçlenmesi anlamına gelmektedir. Yunanistan sorununun AB içinde çözüme kavuşturulmasını isteyen ve IMF seçeneğini onaylamadıklarını söyleyen kesimlerin açıkça dile getirdikleri bir gerçektir, bu.

Obama, şimdiye kadar görüşmeler ajandasına girmemiş olan Afganistan sorununu, son anda görüşmenin ana başlığı olarak gündeme getirdi ve Makedonya sorununda bir çözüm bulunmasının ilişkileri daha da geliştireceğine dikkat çekti. Ayrıca Makedonya’nın NATO’ya alınması, Ege ve Kıbrıs sorunu ele alındı. Yunanistan’ın ABD ve IMF seçeneği üzerinde uzunca düşünmesinin nedeni, vereceği ödünlerin ne kadar pahalıya patlayacağıyla ilişkilidir. Ancak ABD’nin bu süreci lehine döndürmek için elinden geleni yapacağı açıktır. Yunan basınının ABD ve IMF seçeneği durumunda verilecek ödünler üzerinde uzun uzun durması boşuna değil.

.

İŞÇİ VE EMEKÇİLER KADERLERİNE BOYUN EĞMEYECEK!

Her şeyden önce, kriz neden gösterilerek gündeme getirilen ekonomik baskı paketlerinin ve kazanılmış hakların gaspının, yıllardan beridir, AB ve hükümetlerin programları içinde bulunduğunu, Maastricht Anlaşması, Lizbon Sözleşmesi’nde vb. karar altına alındığını vurgulamak gerekir. Sosyal güvenlikten sağlık ve eğitime, iş yasalarından, toplu sözleşmelerin gaspına, ücretlerin dondurulmasından, emeklilik yaşının yükseltilmesine, esnek çalışmadan işten atmalara kadar tüm saldırılar, yıllardan beridir işçi ve emekçilere dayatılıyordu. Krizin gündeme gelmesi, “sosyalist” olduğunu iddia eden PASOK’un yüksek bir oy oranıyla hükümet kurması, basın ve sermayenin izlenecek olan politikalara desteğini sunması vb., saldırıların uygulamaya geçirilmesi için en uygun ortamı oluşturdu. Böylece, yıllardan beridir halkın, işçi ve emekçilerin tepki ve mücadelesiyle engellenen ve uygulanmasında ciddi zorluklar bulunan yasalar, PASOK tarafından, “başka bir seçenek yok” denerek uygulamaya konuldu.

AB ve Yunanistan Hükümeti’nin işbirliği ile dayatılan “acı reçeteler” işçi ve emekçiler tarafından kabul edilmeyecektir. Alınan ekonomik baskı önlemlerinin gerekçelerine nasıl bir ad konursa konsun, sonuçta, krizin yükünün işçi ve emekçilerin sırtına yıkılması hedeflenmektedir.

Daha 6 yıl  önce, yani bugünkü kriz daha ortada yokken, Yunanistan Sanayiciler Başkanı, ekonomi dergisi “Ekonomist”in her yıl düzenlemiş olduğu ve Başbakan’ın da hazır bulunduğu toplantıda, açıkça, iş yasalarının değiştirilmesini, toplusözleşmelerin kaldırılmasını, ücretlerin dondurulmasını ve iş yasalarının değiştirilerek, işten atmaların serbest bırakılmasını gündeme getirmişti.

Sömürülen ve ezilen tüm toplumsal kesimler açıkça tepkilerini dile getirirken, hızla AB karşıtı bir ortam oluşmaktadır. En azından, AB’nin çıkarlarıyla örtüşen bir işçi-emekçi çıkarından bahsedilemeyeceği ve AB masallarının son bulduğu doğrultusunda oluşan eğilimler, hızla güçlenmektedir. Daha önceki yıllarda AB’yi “ortak çıkarlar” için vazgeçilmez olarak gören ve sayısı azımsanmayacak kadar büyük olan toplumsal kesimler, şimdi AB karşıtı olmaya başlamıştır. Yunanistan’da ekonomik önlemlerden sonra yapılan araştırmalar, halkın %84’ünün AB politikalarına karşı tepkilerini dile getirdiklerini ve Alman ve Fransız emperyalizmi karşıtı eğilimlerin güçlendiğini ortaya koymaktadır. Ayrıca işçi ve emekçilerin ezici bir çoğunluğu hükümetlere güvenmediklerini  açıkça ifade etmektedir. Şu ana kadar alınmış olan ağır ekonomik önlemlerin arkasından yenilerinin geleceği, Hükümet’in bakanlarınca itiraf edildi. Yunan halkı, yoğun saldırıların gündeme getirildiği bu süreçte daha da yoksullaşacak ve on yıllardan beridir kullandığı hakların son kırıntılarını da kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya kalacaktır.

Alınan kararların 2010 yılı için olduğunu ve 2014 yılına kadar yeni ekonomik kararların alınacağı söylenmekte ve bunların geçici önlemler olmadığı duyurulmaktadır. Birkaç ay öncesine kadar, AB Ekonomi Komisyonu yetkilileri, iç ve dış borçlar göz önünde bulundurularak, Yunanistan’da ekonomik büyüme oranının %-0,2 olacağını söylerken, bugün, 2013 yılına kadar, bu oranın %-4 olacağını tahmin ettiklerini açıklıyorlar. Bu ise, halkın sırtından kesilecek faturalar ve daha ağır sömürünün dayatılacağı anlamına gelmektedir.

2009 yılında işini kaybetmiş olanların sayısı, 120.000 dir. Bu sayının 50.000 kadarını, son aylarda işten atılanlar oluşturmaktadır. Resmi rakamlar, işsizliği %12 olarak göstermektedir. Ancak resmi rakamların kayıtlı olan iş gücünü gözönüne alarak işsiz sayısını tesbit ettiği, esnek çalışmayı kapsamadığı, kadınları yok saydığı, herhangi bir iş bulamamış kişilerin sayısının ise hiç kayıt altında olmadığı vb. düşünüldüğünde, işsizlerin sayısının çok yüksek olduğu ortaya çıkmaktadır.

Hükümet’in enkaz devralındığı ve gelinen noktadan bir önceki hükümetin sorumlu olduğu propagandası hızla taban kaybetmektedir. Daha şimdiden “ulus olarak sorunlar etrafında kenetlenilmesi gerektiği ve geniş tabanlı bir teknokratlar hükümetinin en uygun çözüm olduğu” senaryoları tartışılmaya başlanmıştır.

İktidar partisine bağlı milletvekilleri bile hükümet politikasına ters düşen açıklamalar yapmaktan kaçınmazken. basının önemli bir bölümünde yavaş yavaş kuşkular dile getirilmeye başlanmıştır. Daha ilk aylarda hükümete toz kondurmayan ve kurtarıcı gibi gösteren kesimler, hükümet politikalarını sorgular yayınlara başlamış bulunuyor. Öte yandan önümüzdeki dönemde “toplumsal karışıklıklar”ın kaçınılmaz olduğu, sermaye tarafından da, burjuva partileri tarafından dile getirilmektedir.

Yunan işçi ve emekçilerin 1980’li yıllar ve sonrasında büyük mücadeleler sonucu ciddi kazanımlar elde ettikleri bilinmektedir. Bugün çalışmakta olan emekçilerin büyük bölümü bu mücadelelere katılmış ve ancak mücadele edilerek kazanım elde edileceğini kendi deney ve tecrübeleriyle yaşamıştır. Dolayısıyla hak gasplarına karşı sanılanın ötesinde bir tepki oluşmaktadır.

İşçi ve emekçilerin tepkisinin giderek maddi bir güce dönüşme olanaklarının şartları bu dönemde daha da olgunlaşmıştır. Daha bir iki ay öncesine kadar hükümete zaman tanımak gerektiğini söyleyen ve ülkenin zor bir süreçten geçtiğini savunan konfederasyonlar bile, tutum almak zorunda kalmışlardır. Konfederasyonların sessizliği, sendika şubelerinin arka arkaya aldıkları mücadele kararlarıyla bastırılmış ve konfederasyonlar ardı ardına, bir günlük de olsa, genel grev çağrıları yapmak zorunda kalmıştır. Kısa aralıklarla yapılan bir günlük genel grevlere katılım oldukça yüksek olmuş ve eylemler ezilen tüm toplumsal kesimlerin aktif desteğini kazanmıştır. Grev kararı almamış ve açık tutum sergilememiş hiçbir sektör yok gibidir. Paketlerin açıklanmasıyla beraber, sendikaların ezici bir çoğunluğu genel kurul toplantılarına gitmiş ve muhalefetsiz bir çoğunlukla grev ve direniş kararları çıkmıştır.

Yıllardan beridir Yunan işçi ve emekçilerinin saldırılara karşı sessiz kalmadığı ve değişik mücadele biçimleriyle tepkilerin sokaklara döküldüğü bilinmektedir. Köylülerin ve liman işçilerinin uzun süreli direnişleri karşısında Hükümet’in olağanüstü hal ilan etmek zorunda kaldığı hatırlanacaktır. Keza eğitim emekçilerinin ve belediye çalışanlarının ülkede gündemi değiştirdikleri, işten atılanların günlerce sokakları terk etmeyerek mücadele ettikleri de bilinmektedir. Ayrıca yıllardan beridir ABnin dayattığı emeklilik yaşının yükseltilmesi, ücretlerin dondurulması vb. yönündeki önlemler, işçi ve emekçilerin mücadele ve direnişi nedeniyle Yunan hükümetleri tarafından uygulamaya konulamamıştır.

Diğer taraftan, son saldırılarla birlikte aydınlar, esnaflar, köylüler, emekliler, gençlik, demokratik kuruluşlar, hükümet ve AB politikalarının kabul edilemez olduğunu söylemekte, mücadeleden yana tutum ortaya koymaktadır.

Saldırıların küçük burjuva ara sınıfları da etkileyecek boyutta olması, bu kesimlerin tepkilerinin de ortaya çıkmasına neden olmaktadır. Kısacası, geniş toplumsal kesimler, izlenecek olan politikalara karşı muhalif bir durumdadır ve tepkiler açıkça dile getirilmektedir.

Somut talepler üzerinden en geniş kesimleri harekete geçirmenin şartlarının oldukça uygun olduğunu söylerken, hareketin zaaflarının da bulunduğunu vurgulamak gerekir. Her şeyden önce, en geniş kitleleri bir araya getirecek bir platformun oluşmasının kolay olmadığı gözükmektedir. Soyut sloganlar temelinde yapılan ve alternatif ortaya koymayan çağrılar, hareketi birleştirmekten uzak kalmaktadır. Sorun, mücadeleci sendikaların tepki ve direnişleriyle sınırlı bir mücadele geliştirmek değildir, olmamalıdır kuşkusuz. İktidar partisiyle ana muhalefet partisinin tabanı bile saldırılara karşı hoşnutsuzluk ve tepki içindedir. Dolayısıyla hareketi en geniş kesimlerin katılımıyla sermayenin karşısına dikmek, güçleri bölen değil, birleştiren bir çizgi izlemek gerekmektedir.

Önümüzdeki süreçte Yunan işçi hareketinin yükselişe geçeceğini gösteren belirtiler güçlenmektedir. Ayrıca bunun maddi şartları da vardır. Hükümet bile kendi politikalarını savunamamakta, sorunun “ulusal” olduğu demagojisiyle taban oluşturmaya çalışmaktadır.

İşçi ve emekçi sendikalarında ve genel olarak ezilen tüm toplumsal kesimlerde birliğe duyulan ihtiyaç dile getiriliyor. Bu şartlarda, işçi hareketinin en mücadeleci kesimlerini bir araya getirmiş olan Mücadeleci İşçiler Cephesi “PAME”, geniş kesimleri bir araya getirme ve hareketi daha ileri mevzilere çekme olanaklarına sahiptir. Birlik karşıtı tutumlar tecrit olmaktadır. Sendika bürokratlarının ve uzlaşmacı sendikal çizginin istediği gibi çark etme ve yapageldikleri türden düzen yanlısı propagandayı kabul ettirme olanakları oldukça darlaşmıştır. İşçi ve emekçiler, mücadeleci bir çizgi ve tutumu benimsemektedir. Bu ise, sınıf sendikalarının bu olanaklar üzerinden hareketi geliştirme göreviyle karşı karşıya olduklarını ortaya koyuyor. Dolayısıyla, PAME, hareketi bütünleştiren ve ortak talepler üzerinden mücadeleyi geliştiren bir tutum almak zorundadır.

İşçi- emekçi karşıtı politikaların uygulanıp uygulanmayacağını belirleyecek tek güç, işçi ve emekçi ve genel olarak halk hareketidir. Yunanistan emek hareketi yeni bir bir sürece girmektedir.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑