Profesör Ahmet İnsel ile Doç. Dr. O. Elbek, Birikim’in 248 ve 249.sayılarında iki ayrı yazı yayımladılar. İnsel, “yeni sol” ile ilgili görüşlerinin daha kapsamlı bir açıklamasını gazetecilerle röportajlarında da dile getirdi.
Bu iki yazının ortak özelliği, işçi sınıfını, mücadelesini, bu mücadele içinde parti olarak örgütlenmesini ve partisinin yol gösterici-eğitici ve deneyimlerini genelleştirici yardımıyla iktidar kavgasına girişmesini önemsiz ve reddedilebilir görmeyi içeriyor olmalarıdır. İki yazıda da, işçi sınıfı ya yok sayılıyor ya da yazarlar, “toplumsal yaşam”ın sorunlarını ve unsurlarını ele alış tarzları ve çıkardıkları sonuçlarla buraya varıyor. İnsel, işçi sınıfının devrimci bir dinamik olma vasfını kaybettiği iddiasındadır ve Elbek, işçi sınıfı kavramını kullanmaktan bile imtina etmekte ve “reel sosyalizm tecrübesi”nde sahiplenecek bir şey görmemektedir!
Yazarlar, “toplumsal yaşama dair tarih yasaları”na, herhangi sınıfa (kasıt işçi sınıfıdır) “devrimci misyon biçilmesi”ne, “kolektif özne”ye; “merkezci” örgütlenme ve planlamaya karşıdırlar; “toplumdaki farklı varoluş alanları”nın “bilinci belirlediği”, “iyi, güzel ve arzulanır olan”dan yana, “aşağıdan yukarı” ve “ahaliyle birlikte” inşa olunacak “özyönetim”ci bir “örgüt” pratiği ile “bürokratik sosyalizm anlayışları”nın aşılacağı iddiasını ileri sürüyor; “merkez”den oluşturulan/oluşturulacak olan görüş ve “ilke”leri bireyin özgürlüğü ve dinamizmiyle bağdaşmaz sayıyor; “sol”a, “içinde bulunduğu durumdan çıkış” için “geleneksel olan”dan kopmasını, “sınıfsal” kavram ve teorilerden uzak durmasını; “örgütlü-örgütsüz işçiler, işsizler…” gibi “emek eksenli” özneleri çalışmasının merkezine almamasını, “tüm toplumsal kimliklerin özgüllükleri ve özerkliklerini koruyacakları” ve “daha iyi bir dünyayı özleyen herkes”in, içinde yar alacağı ve görüşlerini rahatça savunup geliştirebileceği örgütlere yönelmesini öğütlüyorlar!
İddialarının bağlandığı ‘ana fikir’, kapitalizmin geçirdiği değişim ve gelişmelerin işçi sınıfının saflarında yarattığı dağılma ve “mavi yakalıları” zayıflatması nedeniyle, onun artık eskisi gibi devrimci bir işlev göremeyeceğidir. Marksizmi önce bir “proje”ye indirgiyor, sonra o projenin “geçerliliğini yitirdiği”ni söylüyorlar. Marksizmi ve onun toplumsal üretim tarzı, toplumsal sınıfların ilişki ve çelişkileri ve sınıf mücadeleleri üzerine açıklamalarını önce farklı içeriklerde gösteriyor, sonra dönüp, sözüm ona karşı oldukları indirgemeci yöntemlerle “tahayyül”lerindeki bu Marksizmi “artık inanılmayan” ve “geçerli olmayan” ilan ediyorlar.
Burada, önce, A. İnsel’in söz konusu dergi yazısında bu kapsamda dile getirdiği görüşleri üzerinde duracak, ardından, Dr. O. Elbek’in formüle ettiği örgüt anlayışı ve toplumsal sorunların sözüm ona çözüm yolu, yöntemi ve araçları üzerine söylediklerini ele alacağız.
a-) Kapitalizmin geçirdiği değişim ve “mavi yakalıların azalması”(!) işçi sınıfını ‘kurtarıcı sınıf’ olmaktan çıkarır mı?
Prof. İnsel, 19. ve yirminci yüzyıldaki “dönüşüm”lerin, işçi sınıfının “geleceğin toplumunun tohumlarını içinde barındıran, umut dolu bir geleceğin kendisine içkin olduğu kurtarıcı sınıf statüsünü” yitirmesine ve işçi olmanın, 20. yüzyılın “ikinci yarısından itibaren arzulanan bir durum” olmaktan çıkmaya başlamasına yol açtığını, “kimsenin işçiye benzemek istemediği bir dünyaya” girildiğini söylüyor ve “sınıf temelli söylemlerin bırakılması gereği”ne işaret ediyor(!)
İnsel’e göre; “Günümüz toplumlarında, çok küçük bir dogmatik azınlık hariç, kimse toplumsal gidişata bütünüyle ve tamamen bilinçli biçimde hakim olacak bir toplumsal gücün varlığına artık inanmıyor. Bu ise, Marksizmin 19. yüzyılın son çeyreğinde almaya başladığı ve Leninizmle şahikasına ulaştığı biçim altındaki devrimci projesinin günümüz toplumlarında bir karşılığının kalmaması anlamına geliyor. İktidarın ele geçirilmesiyle birlikte, kapitalizme ve ücretli emeğe son verilmesinin, insanlığın bugüne kadar süregelmiş tarihinin son bulmasının ve yeni bir insanın yaratılmasının mümkün olacağı üzerine dayalı radikal kopuş ve bakir yeniden doğuş tahayyülünün de gündemden düşmesi demek bu.”1 (Altını biz çizdik)
İnsel bunun, “aynı zamanda”, “ toplumda tarihsel gidişin doğal olarak, kendiliğinden sosyalizme götüreceğine artık inanılmadığı ve sosyalizmin mesihçi versiyonu geride kaldığı için, tarihsel ilerleme fikrinden yoksun bir Aydınlanmaya dönüş” olduğunu söyleyerek, bu gelişmeyle bağlı olarak, “sol siyasal tahayyül”ün “içi giderek boşalan bir modernciliğe” teslim olduğunu ileri sürüyor.
Burada bir an duralım ve İnsel’in “bilim adamı” olarak ve “bilimsel analiz” ya da “somut koşulların somut tahlili” adına ortaya koyduğu tablo ve bu tablodan ürettiği sonuçlara bakalım ve önce iddiasının ikinci bölümünde söylenenler neyi ifade ediyor, onu görelim:
“Marksizmde ve onun Leninizmle şahikasına ulaşan biçimi”nde toplumsal tarihsel ‘gidişat’ın “kendiliğinden ve doğal olarak sosyalizme götüreceğine” dair bir değinme ya da ima olmamasına ve tarihin sınıf mücadeleleri tarihi olduğu; proletaryanın bir devrimle burjuva sınıf hakimiyetine son verip sosyalizmi inşa etmek ve bunun için de devlet olarak örgütlenmek zorunda olduğu ‘Komün Deneyimi’nin de dersleriyle ayırt edici şekilde ortaya konmuş olmasına karşın, “bilimsellik” ve modernlik, değişim ve “yeni sol sorumluluk” adına; spekülasyon yoluyla ve “inanç”/inançsızlık gibi öznel tutum ve durumlar maddi-nesnel güç, ilişki ve durumların yerine ikame edilerek, böyle bir iddia ileri sürülebiliyor. Bu iddia, İnsel tarafından –on yıllardır sürdürülen bir iddiadır bu– kaynak gösterilmese de, Marx’ın, “Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı” adlı eserinin ünlü önsözündeki açıklamasından hareketle ileri sürülmüş olmalı. O önsözün konuya ilişkin bölümünde Marx, bir toplumsal formasyonun (üretim biçimi) son bulması ya da bir devrim için belirli koşullara işaret ederken, şunları yazmıştı: “Gelişmelerinin belirli bir aşamasında, toplumun maddi üretici güçleri, o zamana kadar içinde hareket ettikleri mevcut üretim ilişkileriyle ya da bunların hukuki ifadesinden başka bir şey olmayan mülkiyet ilişkileriyle çelişkiye düşerler. Bu ilişkiler, üretici güçlerin gelişme biçimleri olmaktan çıkıp, onların zincirine dönüşürler. O zaman bir sosyal devrim çağı başlar. Ekonomik temelin değişmesiyle birlikte koskoca üstyapı yavaş veya hızlı bir şekilde altüst olur…”
Söylenen, eski toplumun bağrında doğup gelişen yeni üretici güçlerin, onların özgürce gelişmesine engel oluşturan hâkim üretim ilişkileriyle çatışmaya girmesinin, bir devrimin nesnel koşullarının temelinde yer aldığıdır. Tarihsel gidişin esas olarak bu yönde olduğunun tanıklığı, tüm eski toplumların tarihsel hareketin burgacına kapılarak, kendinden daha ileri üretici güçler eliyle değişime uğratılması tarafından yapılmıştır. Kapitalizmin bundan azade olmadığı da, emek-sermaye; proletarya –ve emekçiler– ile burjuvazi ve kapitalist gericilik arasındaki uzlaşmaz karşıtlık tarafından ortaya konmaktadır. İnsel, üretim ilişkileriyle üretici güçler arasındaki çelişkinin (yeni üretici güçlerin eski üretim tarzının engellerinden kurtulma eğilimi) devrimin nesnel zeminini olgunlaştırarak, bir devrimi gündeme getirmesine ve proletaryanın kapitalist toplumun gerçek devrimci sınıfı olduğuna dair belirlemeleri; “salt iktisadiyatçı” ve “indirgemeci” olarak nitelemekte ve “toplumsal varoluşun salt iktisadiyat olmadığını, insan topluluklarının siyasal ve tarihsel olan içinde anlam ve yön kazandığını” anımsayarak/anımsatarak(!), “herhangi bir tarih yasasına” dayanmadan, “iyi, güzel ve arzulanır olan yönünde” herkesin katılacağı amorf bir “solculuk”la kapitalizme alternatif üretilmesini önermektedir.2
İnsel’in formüle ettiği toplum tablosundan çıkardığı diğer sonuç ile bu ikincisi arasında koparılamaz bağ vardır. “Toplumsal gidişata bütünüyle ve tamamen bilinçli bir biçimde hâkim olacak bir toplumsal güç” ile kast edilen, İnsel’in başka açıklamalarında adını açıkça andığı üzere, işçi sınıfıdır. İnsel, “çok küçük bir dogmatik azınlık” hariç, kimsenin böyle bir gücün varlığına artık inanmadığını söylüyor. İnsel’in söz konusu dergi yazısındaki ‘izahat tarzı’, “kendi fikri olmayan” ve “kendi dışında” bir “durum saptaması”nı mı aktardığını, yoksa bizzat öyle olduğunu düşündüğü bir belirleme mi yaptığını bir ölçüde muğlak bırakacak türdendir. Ancak, gerek durum tespiti, gerekse “sol”a gösterdiği “çıkış yolu” üzerine önermeleri, bu tespitlerin onun ‘kendi düşünceleri’nin ifadesi olduğunu gösteriyor.
İnsel’in analizinde “inanma/inanmama” gibi kavramlara yer vermesi, iktisadi-sosyal olgu ve sorunlar söz konusu olduğunda bilimsel yaklaşımı bir miktar zedelese de, bunu bir yana bırakıyoruz. Yine de sorun inanma/inanmama olunca ya da buraya indirgenince, her bir “kimse”, şu ya da bu yönde bir inanç açıklamakta kuşkusuz serbesttir. Ama ne sorun budur, ne de birileri inanmıyor diye, toplumsal bir varlık (burada sınıf) yok olur. İşçiler dünyanın hemen tüm ülkelerinde varlar ve toplamda da giderek büyüyen/çoğalan bir sınıfı oluşturuyorlar. “Toplumsal gidişata bütünüyle ve tamamen bilinçli biçimde hâkim olacak” olmaya gelince; bu gidişat, öncelikle tüm sınıf, güç ve kesimler, iktisadi-sosyal ilişkiler ve koşullar, ideolojik-politik-kültürel-askeri vb. etken ve bunların örgütlü yapıları tarafından ve çeşitli biçim ve düzeylerde etkilenir. Burjuvazi örneğin, hâkim sınıf olarak, “toplumsal gidişat”a “tamamen ve bilinçli biçimde” hâkim olma ve yön verme olanak ve avantajlarına karşın, tüm bu toplumsal güç ve ilişkilerin baskısı altında olmaktan kurtulamamıştır.
İşçi sınıfı ise, bir tarihsel süreçte, iç ve dış koşul ve etkenlerin bir devrim için elverişli olması durumunda, yeterli düzeyde bir bilinç ve örgütlenmeye sahipse, toplumsal gidişata, sömürüden kurtuluş için bir yön verme/hâkim olma için savaşacaktır. Bunu, “tamamen ve tümüyle” ve de “bilinçli” olarak yapması/yapabilmesinin koşul ve gereklerinin ortaya çıktığı/çıkacağı yer, –İnsel reddetmesine karşın– toplumun bağrında sürüp giden sınıf mücadeleleridir. İşçiler, bir ölçüde, genelleştirilerek söylenirse, kapitalistler ve hükümetleriyle kavga içinde eğitim görüyor, “emekçi kitlesinin sorumluluğunu taşıyarak” sömürü sistemine karşı mücadeleye atılıyor, kendi sınıfının uluslararası mücadelesinin tecrübelerinden çıkarılmış derslerle donanıyor, gidişata yön vermek ve hâkim duruma gelmek için birleşmeye ve “kendi için sınıf” halinde sınıf mevzilerini güçlendirmeye çalışıyorlar.
Prof. İnsel böyle bir gücün varlığına artık “kimsenin inanmadığını” söylerken, nerede ve nasıl bir araştırma yaparak bu sonuca ulaştığını ortaya koyma zahmetine katlanmıyor ve yalnızca inanç belirterek, Marksizmin “devrimci projesinin günümüz toplumlarında bir karşılığının kalmadığı”nı ve “yeniden doğuş tahayyülünün de gündemden düştüğü” üzerine iman tazelemektedir! İnsel böyle düşünmekte, buna “inanmak”ta özgürdür, ama görüşlerinin bilimsel bir temeli, maddi dayanakları bulunmuyor.
İnsel’e göre; kapitalizmin ve burjuva toplumunun değişiminin bir sonucu olarak, “işçiler ve dar anlamda işçi sınıf, geleceğin toplumunun tohumlarını içinde barındıran, umut dolu bir geleceğin kendisine içkin olduğu kurtarıcı sınıf statüsünü yitir”miştir ve “toplumsal gelişmeleri ayakları yere basacak biçimde çözümleme ve buna uygun bir siyasal duruş” için, “insanları bireysel veya sınıfsal çıkarlarının esiri olarak gören sağ veya sol ekonomizmlerin indirgemeci ve varoluş anlamını yoksullaştırıcı perspektifini” reddetmek gerekmektedir. İnsel, “Sol”a, “herhangi bir tarih yasasına dayanan değişimi değil, iyi, güzel ve arzulanır olan yönünde gerçekleşecek değişimin koşullarını hazırlama” görevi biçiyor!3
İşçi sınıfının toplumsal ‘devrimci’ işlevini yitirdiği ve geleceği temsil eden sınıf olmaktan çıktığı iddiası, bir bölüm kapitalist işletmede ve genel olarak kapitalist üretimde teknik yenilenme ve makinenin yeni buluşlarla teçhiz edilmesinin, bir bölüm işgücünü üretim dışına atmasına karşın, yeni üretim dalları ve nesnelerinin “üretimi”ni, işçilerin çalışan bölümünü daha fazla sömürme, az işçiyle çok üretme; nispi ve mutlak artı-değeri artırma gibi sonuçlarını göz ardı eder ya da önemsiz sayar; işçilerin sayısal olarak gösterdiği değişimi tersinden ele alır ve bir kesimin işsizliğe itilmesine karşın, giderek büyüyen dünya işçi nüfusunu göz ardı eder.
İşçi sınıfı, kapitalizmin ve büyük sanayinin ürünüdür. Sanayinin gelişmesiyle işçiler sayı olarak büyümekle kalmazlar, daha büyük yığınlar halinde bir araya da gelirler. Tarihsel eğilim bu yöndedir ve işçi sınıfı dünün köylü toplumlarının bağrında giderek büyüyen bir güç halinde oluşmaya devam etmektedir. Bütün öteki sınıflar büyük sanayi ve tekeller tarafından az ya da çok değişen hızda yıkıma uğratılırken, proletarya kapitalist gelişmeyle birlikte büyür ve kapitalist sömürüye karşı mücadele içinde devrimci bir sınıf olarak burjuvazinin karşısına çıkar. İşçi sınıfı, bu gelişme sürecinde, dışındaki bütün öteki sınıf ve kesimlerden saflarına itilenlerle birlikte, giderek büyür. Emekgücünün meta oluşu ve yedek işgücünün varlığı işçiler arasındaki rekabetin başlıca kaynağını ve nedenini oluşturmasına ve burjuvazinin, bu temel üzerinde, işçileri sektör, bölge, ülke ve ulus, inanç ve din ayrımları temelinde bölme faaliyetini sürdürerek, işçilerin bir sınıf “ve böylece bir parti” olarak örgütlenmelerini engellemeye çalışmasına karşın, işçiler, yaşadıklarından ders çıkararak, yeniden ve yeniden örgütlenir; sendikalar, işçi dernek ve birlikleri, kooperatif örgütleri ve nihayet bir parti birliği halinde, burjuvaziye karşı mücadeleye atılırlar. Üretim araçlarını ellerinde toplayan kapitalistler ile sayıları sürekli artan ve “kapitalist üretim sürecinin bizzat kendi mekanizması tarafından eğitilen, birleştirilen ve örgütlenen” işçi sınıfı arasındaki bu mücadele keskinleştikçe ve işçiler ücretli köleliklerinin bilincine vardıkça, kapitalist özel mülkiyet sistemine son vermek amaçlı mücadelede büyür ve güç kazanır. Toplumsal tarih “bugün” ile, konjonktürel gelişmelerle sınırlı görülemez.
Burjuvazinin işçilere karşı iş ve çalışma koşullarında giriştiği değişiklikler sonucu işçilerin merkezi-kitlesel üretim mekânlarının bir miktar parçalanmış olması, kapitalist üretimin proleter öznesini ve onun kapitalist sömürüye karşı mücadelesinin zeminini ne ortadan kaldırır, ne de yok eder. Aksine, sermayenin genişleyen yeniden üretimine bağlı olarak ‘emeği sermayeyi çoğaltan’ işçiler kitlesinin giderek büyümesi devam eder. Makine kullanımının yaygınlaşarak başlıca üretim aracı haline gelmesi ve makinenin teknik yetkinliğinin bilim ve teknikteki ilerleme sonucu geliştirilmiş olması, işçilerin bir bölümünü üretimden koparmasına ve işsiz kitlelerinin saflarına itmesine ve böylece İnsel’in deyişiyle “mavi yakalıların sayısı”nı bu sektörlerde bir miktar azaltmasına karşın, kapitalizmin ulusal ve uluslararası gelişmesiyle yeni sektörlerin ortaya çıkması ve yeni ürün çeşitlerinin ihtiyaç haline gelmesi, bu işçilerin bir bölümünü tekrar üretime çeker ve diğerleri, yine bir kesimiyle, farklı işkolları arasında yer değiştirerek, üretime katılırlar. Diğer yandan, eski “köylü ülkeleri”nin kapitalizmin girdabına girmesi, işçi kitlelerinin uluslararası alanda büyümesini sağlar. “Teknolojik gelişmelerin üretimin teknik temelinde yarattığı köklü atılımlar”ın ve bilimsel teknik uygulamaların sermayenin yapısında, işçi ile kapitalistin ilişkilerinde ve onların üretim sürecindeki işlevlerinde “değişime yol açtığı”; sanayi işçilerini işinden ederek, proletaryanın toplumsal devrimci rolü ve eylemini olanaksız kıldığı ve bu olgu ve gelişmelerin toplumsal tarih ve sınıf mücadelesi üzerine Marksist tezleri “yanlışladığı”(!) iddiası, iddianın aksine, değişim, koşullar ve sınıf mücadelesi pratiği tarafından geçersiz kılınmaktadır. Üretim koşulları ve üretimin teknik yapısındaki gelişmelerle birlikte işin ve çalışmanın ‘parçalanması’, bazı sanayi ürünlerinin parçalar halinde farklı meânlarda üretilerek bir merkezde montaja alınması, kadın ve çocuk emekgücünün kullanılmasındaki artış, taşeron firmalara ve eve iş verilmesi, esnek çalışma uygulaması vb. gibi üretimin yeni biçimlerde örgütlenmesiyle ilgili değişiklikleri, işçi sınıfının kapitalist üretim tarzı ve artı-değer üretiminde yerine getirdiği/gördüğü işlevi tümüyle ve temelden değiştirici gelişmeler olarak gösterenler, bu değişim, gelişme ve farklılıkları tek yönlü olarak yorumlamaktadırlar. Buna rağmen, işçi sınıfının “dünya tarihindeki devrimci rolü”ne inanmayan(!), bu devrimci rol ile proletaryanın kapitalizmin asal bir ürünü olması ve üretim sistemi içindeki üretici faaliyeti arasında bağ kurmayan biri/birilerinin sınıf inkârcı liberal teorilere bağlanması ya da onları sahiplenmesinde şaşırtıcı bir durum olmaz. İşçi sınıfının toplumsal işlevine “inanmayı” “dogmatik bir azınlık”ın işi sayma inancı ise, “inanç özgürlüğü”(!) kapsamında mümkün olmakla birlikte, tarihsel sürecin gelişen ve büyüyen bir güç olduğuna tanıklık ettiği proletaryayı basit bir basite alma/azımsama/görmek istememe ruh haline işaret eder. Hemen tüm kapitalist ülkelerde, burjuvazi ve hükümetleri işçi sınıfına karşı politikaları amansızca uygularlar ve buna karşı işçiler birleşip direnmeye çalışıyorken, bu durumu da ‘hafifletmek’ üzere, mücadele halindeki sınıfı görmemek için, kişi ya da kişilerin gerçekten bakar-kör olmaları gerekir!
Kapitalizmin tarihini, işçilerin, (diğer emekçilerle birlikte) kapitalistler –kapitalist burjuva devleti– hükümetlerine karşı mücadelelerinin de tarihi olmaktan çıkaran bu bakış açısı, artı-değer sömürüsünü olanaklı kılan üretim tarzının siyasi-hukuki ve diğer alanlarla bağının üzerini örter ve kapitalist “toplumsal varoluş”u neredeyse işçisiz bir sistem olarak kurgular!
Burada, işçiye benzeme isteksizliği üzerine de kuşkusuz birkaç söz söylenmelidir: Benzemek ile “öyle” ya da “zaten o olmak” arasındaki farkı bir yana bırakalım. İşçi sömürü ve kâr nesnesidir. Emekgücü ve onun aracılığıyla kendisi meta haline gelmiştir. İşçinin, uyku zamanı dışındaki neredeyse tüm zamanı kapitalist tarafından satın alınmış ya da gasp edilmiştir. Hareketinin makineye uyum zorunluluğu, kendine kalan zamanın ya yok ya da yok denecek kadar az oluşu, maddi olanaksızlıklar vb. nedeniyle zihni gelişmesi engellenmiş ve sınırlanmıştır. İşçi, bu durumda oluşu; sömürü nesnesi haline gelmeyi ve çok yönlü yoksunluğu isteyerek seçmemiştir. Bu, “istek”/isteyip-istememeye bağlı bir durum değildir. Emekgücünü kapitaliste satmadan yaşamını ve neslini sürdürme olanaksızlığı, onu, kapitalist ile kapitalist devletin ücretli kölesi olarak çalışmaya yöneltmiştir/yöneltmektedir. Kimsenin “o”na benzemek istememesinin nedeni, bu sosyal-iktisadi konumudur. Bu durumu ve kimsenin ona benzemek istememesi, varlığının inkârını değil, içinde tutulduğu koşulların katı gerçekliğini ortaya koyar.
Yazar(lar)ın görüşleri, aktüel sınıf çatışmaları tarafından da çürüğe çıkarılmaktadır. Onlar, kabul etseler de etmeseler de, kapitalistler ile hükümetleri, sınıf mücadelesini, gereklerine uygun araç ve yöntemlerle ve çıkarları doğrultusunda sürdürüyorlar. Bu, ‘ileri kapitalist ülkeler’de de, bağımlı olanlarda da günceldir ve üstü örtülemez uzlaşmazlıklarla devam etmektedir. Türkiye’nin başkentinde, TEKEL işçileriyle hükümet ve devlet güçlerinin karşı karşıya gelişinde yaşanan, adıyla “sanı”yla sınıf kavgasıydı. İşçilerin üzerine panzerler sürüldü, zehirli gaz sıkıldı, coplandılar vb. Oysa istekleri iktisadi-sosyal kategoride isteklerdi ve hükümet, bu istekleri kabul ettiğinde, işçilerin mücadele yoluyla taleplerini elde etmelerinin önünü açmak gibi bir aptallık yapmış olacağını bildiğinden, taviz vermemeye çalıştı.
TEKEL işçileri, sınıfın küçük bir parçası olarak 78 gün süren bir direnişle “biz işte buradayız ve bir sınıfın tutumunu ortaya koyuyoruz” dediler. Sınıfların ve sınıf ideolojilerinin “işlevsizleştiği” tezlerinin revaçta olduğu son otuz-kırk yılda, uluslararası alanda çok sayıda benzer işçi-emekçi eylemi yaşanmasına rağmen, bu “sonuncusu”, söz konusu yazarların “burunlarının dibinde” meydana çıkmakla, onların spekülasyon ağırlıklı iddialarına ‘anında’ maddi-gerçek bir yanıt oluşturarak, benzerlerinden farklılaşmış oldu.
78 günlük bu direniş, sınıfın küçük bir bölümünün eylemi olmasına karşın, iki sınıf ve temsilcilerinin, onun aracıyla ve etrafında karşı karşıya geldikleri bir “kısmi muharebe” özelliği kazandı. Direniş ve destek grevi, ülkenin hemen tüm bölgelerindeki işçi ve emekçilerin saflarında dalgalanmaya yol açtı, “umutlar tazelendi”, dayanışma eylemleri yapıldı, uluslararası dayanışma örnekleri gösterildi, direniş ve eylem uzlaşmacı-reformist sendika liderlerini kendilerine ‘çeki düzen vermek’ zorunda bıraktı vb.
TEKEL’de ya da başka işletmelerde çalışan direnişçi ya da ‘dayanışmacı’ işçiler, bu karşı karşıya gelişin sınıfsal anlam ve karakterini kesin ve “basit” çıkarımlarla ortaya koyarlarken, liberal “sol” yazarların “sınıfsal kavramlar geçerliliğini yitirdi” şeklindeki gevelemelerine de, kendi usullerince yanıt vermiş oldular. İşçiler, hükümet ve sermaye ile hak mücadelelerini “işçilerin birliği” ve “işçi kimliğinin farkına vararak”, ama aynı zamanda “emekçiler kitlesinin sorumluluğunu” da taşıyarak sürdürmekte olduklarını söylüyorlar. Bu açıklayış ya da ilan etme, “proletaryanın dünya tarihindeki devrimci rolü”ne itirazların kofluğuyla dayanaksızlığının da ilanıdır. Direnişe katılmış işçilerden ikisinin yazdığı ve Evrensel gazetesinde yayımlanmış iki mektup, bu bakımdan ‘geleceğe de kalacak’ belge niteliğindedir.4
İşçi hareketi ve işçilerin sınıf tutumuna ilişkin bir diğer örnek Yunanistan’da yaşandı. Yunanista işçi ve emekçileri, hükümetlerinin krizin yükünü kendilerine yıkma programını protesto etmek üzere üst üste genel grevler ve eylemler düzenlediler. Anti kapitalist sloganlar haykırıldı, sadece Yunan Hükümeti değil, onu halk kitlelerine karşı yaptırımları sertleştirmeye zorlayan AB’nin başlıca patron hükümetleri de protesto edildi.5 Fransa, İngiltere, Almanya, İspanya ve İtalya başta gelmek üzere birçok başka ülkede de işçiler talepleri için “yeni” ve “değişen” koşullarda mücadeleyi sürdürüyorlar.
Hal böyle olunca, sınıfların ve sınıf mücadelelerinin “geçmişe dair” görülmesi – (Marx’ın, “sınıf savaşımının zorunlu olarak proletarya diktatörlüğüne götürdüğünü” söylemiş ve tanıtlamış olmasından “kaderci” ve “kendiliğindenci” anlamlar çıkarma saçmalığını şimdilik bir yana bırakırsak), işçi sınıfından umut kesme gibi “daha az günahkâr” bir tutumun ötesine geçerek, sömürülen sınıfın sömürücü sınıf(lar)a karşı sınıf savaşımına da karşı çıkma; ona “sol”dan, “içeri”den barikat örme anlamı kazanıyor.
Dr. ELBEK ve “HİÇBİR ŞEYE BAĞLANMAYALAR”LA DEVRİM “PROJESİ”!
A. İnsel’in “iyi, güzel ve arzulanır olan”dan yana olanlarla oluşturmayı öngördüğü “yeni sol” örgütün değişik bir türünü Osman Elbek, “kendilerini hiçbir şeye bağlamayan, en iyi olanı kabul etmeye her zaman hazır, yeni fikirlerin zaferinden hoşnut, bir hayat içinde birçok hayat yaşamaya özlem duyan insanlara dönüşmek”* isteyenlerin “örgüt”ü olarak tarif ediyor.
İnsel’le, işçi sınıfının toplumsal rolü ve üretim sürecindeki yeri başta gelmek üzere birçok noktada görüş birliği içinde olan Elbek, ÖDP’yi, önce “reel sosyalizm tecrübeleri”ne “diğer sol/sosyalist yapılardan” farklı yaklaşımı ve “özgürlükçü bir sosyalizm” anlayışı nedeniyle över. Ardı sıra onu, “özgürlükçü, özyönetimci, enternasyonalist, demokratik planlamacı, doğa-insan ilişkilerini yeniden tanımlayan, militarizm karşıtı ve cinsiyetçi olmayan bir sosyalizm” anlayışını yeterince ısrarlı şekilde savunmamak ve “bu teorik tespitin gündelik hayatta nasıl var olabileceğine dair hiçbir teorik tartışma ve pratik deneyim” yürütmeyerek anlamı kalmaz hale getirmekle suçlamaktan da kaçınmaz.6 Dr. Elbek’in, insancıl “tahayyülü”ndeki devrim için öngördüğü örgüt türü ve bileşimi “herhangi bir kimliğe” diğerinden farklı ve “özel” rol vermez. Bu örgüt, “toplumsal yapı içindeki donanımsız her türlü var olma kimliğinin temsilcisi” olacaktır. “Böylesi bir tercihi savunduğu için de devrimi, bu kimliklerden herhangi birisiyle iktidarı ele geçirmek olarak değil; aksine tüm bu kimliklerin donanımsız yapılarını geliştirmek ve eşitlikçi ve özgürlükçü bir toplumda her bir kimliğin birbirini etkileyerek birbirlerini dönüştürebilecekleri dinamik bir ortam olarak tahayyül” edecektir!
“Devrim dediğimiz süreç”i, “hepimizi daha eşitlikçi ve özgürlükçü bir dünyaya taşıyacak” bir yol olarak tanımlayan Elbek, “hedefimiz entelektüel bağımsızlıkları olacak olan, kendilerini hiçbir şeye bağlamayan, en iyi olanı kabul etmeye her zaman hazır, yeni fikirlerin zaferinden hoşnut, bir hayat içinde birçok hayat yaşamaya özlem duyan insanlara dönüşmek değil miydi?” diye sorar ve bunun “eski uslüp ve tavırlar”la var edilemeyeceğini söyler.
“Sol örgütlerdeki bağımsız birey tutumları ve değişken/dinamik fikirsel platformlar”ın “örgütsel ortamı etkileyemeyecek düzeye” indirgendiğini ileri süren Osman Elbek’in “tahayyül-projesi”ne ruhunu veren, her şeyden önce işçi sınıfının toplumu dönüştürecek devrimci özne oluşuna çıkarılmış reddiyedir!
Elbek’in, “herkesin kendi özgün kimliği ve fikirleriyle katılacağı” sosyalist(!) örgütünde, herkes kendi kimliği ve görüşleri doğrultusunda mı davranacak; yerelde alınan kararlar mı öncelikli olacak; bu belirsizdir, ama bireyin kutsal hakları ve özgürlüğü adına olmalı, “merkezi”-”otoriter” ve “hiyerarşik” olandan kaçışın “demokratik”(!) niteliği üzerine övgüler ve “özyönetim”ci rekabet; ekonomi ve politikada kendi proğramlarını uygulamaya geçirecek özerk yönetim birimlerinin oluşturacağı “özgürlükçü sosyalizm”(!) anlayışı nettir.
Elbek’in “projesi”nde birey odakta yer alır. “Tahayyül”, “birey”i ve “donanımsız kimlikler”i merkeze yerleştirir. “Birey”, kendinin “iktidarı ele geçirme” amaçlı örgütlenmelerin “nesnesi” olarak kullanılmasına karşı durarak “yakın bir belde belediyesinde” ahaliyle birlikte “yeni fikirsel platformları” yaratmaya koyulacak, “kendi öz yeteneklerini, kendi öz kimliğini” özgürce geliştirecek “dayanışmacı” “özgünlükler” gösterecek, “özgür ve eşitlikçi bir zeminde” (bu zemin mahallelerde/köylerde oluşturulacaktır) kendi kişiliğini geliştirme uğraşısını başlıca, temel ve tek “özgür” iş bilecektir. “Şeflerden”kurtulmuştur, “siyaseti ‘ele geçirme” diye bir derdi ve hedefi yoktur; “devletten öte sivil bir alan kurma”yı başaracak kadar da maharetli ve “özgür”dür artık!
Bu “proje”, “merkezciliği” başarılı bir mücadele ve inşa adına redder, “radikal sol örgütlerin kendi içerisinde tek tip bir algılayışı meşru addetmesi”ni “sürecin en trajikomik yanı” olarak görür; ideolojik birlik etrafında oluşmuş parti birliğini farklı fikirsel platformların rekabet içindeki özgürlüğüne aykırı sayar ve bunu “buyurgan dil”in “zuhur edişi” ve “farklı seslere devlet olma”(!) olarak suçlar. Elbek’e göre örneğin, “Kürt hareketinden uzak düşme”nin, “AB projesini temel alan sol liberal yönelim”lerin ve “emperyalist güçlerin yönelimleri doğrultusunda solda yeni bir parti yaratma çabaları”nın eleştirilmesi, bu “buyurgan dil” ve “farklı seslere devlet olma”nın; “Öncül olma, kutsal dava, disiplin, ayrışma” kavramları “farklılıkları ret anlayışı”nın “değer” haline getirilmesinin kanıtlarıdır(!)
Elbek’in olumlayarak ya da eleştirerek tarif ettiği ve önerdiği örgütün “devrim örgütü olması” bir yana, böyle bir örgütün var olabilmesi ve faaliyet yürütmesi dahi kuşkulu ve hatta olanaksızdır. “Kendilerini hiçbir şeye bağlamayan” ve “en iyiyi”, “yeni fikirleri” benimsemeye hazır olanların(!) durumu böylesi bir örgütün varlığına karşıtlık ifadesidir. “En iyi”yi kim hangi kriterlere göre ve nasıl belirleyecektir? Bu belirlemenin “bir hayat içinde birçok hayat yaşamaya özlem duyan” diğerleri tarafından kabulü nasıl sağlanacak; “kendilerini hiçbir şeye bağlamayan”ların bu örgüte ve “yeni fikirler”e bağlanması nasıl mümkün olacaktır? Yeni fikirlerin zaferinden kim/kimler neden ve hangi amaçlarla hoşnut olacaklardır. Bu fikirlerin “benimsenir ve doğru” oluşlarını salt yeni oluşları mı belirleyecektir? Her yeni oluş sahiplenmeye ve doğru, iyi, güzel, arzulanır olan olacak mıdır ya da zaten öyle midir? “Daha iyi bir dünya” nasıl bir dünyadır ya da daha iyi olması için neler, nasıl yapılacaktır?
Tüm bunlar “entelektüel kapasiteli” bireylerin her birine ve “donanımsız kimlikler”e göre değişkenlik göstereceğine, “sol” örgütlenmelerin merkezi hiyerarşik ve disiplinli yapıları reddedildiğine ve “kendilerini hiçbir şeye bağlamak istemeyenler”in bu örgütlere de bağlanması kuşkulu olacağına göre, nasıl olur da bu örgüt olmayan örgüt var edilebilecektir? “Bir hayat içinde birçok hayatı yaşamak”la kastedilen, sosyalizm koşullarında olanaklı hale gelebilecek ve kişinin çok yönlü gelişimi; zamanın bir kısmını çalışarak diğer kısmını zihni-entelektüel yeteneklerini geliştirmek, sanatın herhangi dalında uğraşmak ya da zorunluluk göstermeyen başkaca işlerle uğraşmak için kullanması değil de örneğin küçük burjuva ‘maymun iştahlı oluş’ mudur?
Elbek’in ortaya koyduğu görüşlerde tüm bunlar muğlak ve belirsiz bırakılmıştır.
Bu muğlaklık, belirsizlik ve karmaşaya karşın, Elbek, bir “çözüm yolu” göstermekten de geri durmamıştır. Ona göre; “her sorunun açıklıkla tartışılabileceği bir ortamı mahallelerden/köylerden başlayarak kurmak; ahaliden kopmadan, aksine onların yardımı ile ‘eski’den ötede fikri bir yenilenmeyi başarabilmek ve statik/geçişsiz platformlar yerine dinamik/geçişken fikri platformlar var edebilmek” gerekmektedir(!)
Ne denebilir? Yazar bilim insanıdır ve örneğin kırsal yaşama ilişkin araştırmalarda veri temini vb için köyleri alan olarak seçmesi mümkündür. Ancak, “…Her sorunun açıklıkla tartışılabileceği” ortamı köylerde/mahallelerde arıyor olması, bilimsel yaklaşım açısından da sorunludur. Elbek, modern kapitalist toplumun çelişkilerine çözümü, kent merkezlerinde fabrikalarda, işletmelerde, hatta kentin “varoşları” denilen emekçi semtlerinde de değil, kentle kıyaslandığında daha geri ilişkilerin varlığını sürdürdüğü köylerde arıyor ve orada “ahali”nin yardımıyla yenilenerek, “dinamik/geçişken fikri platformlar”ı var etmeyi umuyor. “Yakın bir belde belediyesinde ahali ile birlikte” “ gündelik yaşam pratikleri sergilemeyle” işe başlayarak bireye “…kendisini özgürce geliştirebileceği alanları yaratmasına yardım” ederek ve “…aşkı … insanı değiştirecek tek güç” ve sosyalist/komünist/solcu olmayı sağlayacak ölçüt görerek, “…dayanışmadan yana, devletten öte sivil bir alan kurma faaliyetine” girişmekle yeni toplum/yeni dünya projesini gerçekleştirmeye çağırıyor! Sosyal-iktisadi ve politik sorunlara “tahayyül”ü aşan ve somut olarak uygulanabilir çözümler ancak çözüm olarak alınabilir. Diğeri hayalidir ve hayaller de bireylerin durumuna ve beklentilerine göre değişirler ki, burada bununla ilgili değiliz. Elbek’in “insana” ve “hayata” aşık olunduğunda, sömürü ve baskı sisteminin ortadan kalkabileceği üzerine masal döşenmesi bu bakımdan bir anlam ve karşılığı ifade etmiyor.
Belde belediyelerinden başlayarak insanların özgürce gelişebilecekleri alanların “yaratılabileceği” anlayışı ve çağrısına gelince, bu çağrı ve önermenin, “Fatsa-Hopa deneyimi”nden esinlenip esinlenmediğini bilemeyiz; ama ilkin kapitalizm ve burjuvazinin merkezi-oligarşik ve bürokratik devletinin hâkimiyeti altında “belediye sosyalizmi” türü bir “proje”nin yaşama geçirilmesinin olanaksızlığı ve ikinci olarak belediyelerde ilerici, devrimci dahası sosyalist yöneticilerin başa gelmesi durumunda yurttaşların istemleri doğrultusunda kimi hizmetlerin ucuz/ya da bedava yerine getirilmesi, halkın belediye işlerinin bilgisine ve planlanmasına katılmasının teşviki ve bu yolda ileri adımlar atılması, yapılan işlerin hesabının halka verilmesi gibi uygulamalar ötesinde daha ileri işlerin yapılmasının imkânsızlığı nedeniyle “yakın küçük belde belediyelerinden başlanarak” devrim ve sosyalizm mücadelesinin geliştirilmesi “plan ve projesi” sadece proje olarak kalmaya mahkûmdur. Öte yandan, kapitalizmin insanı mahkûm ettiği sorunlara çözüm bulmak ve kapitalist sömürüye son vermek amaçlı “fikri platformlar” ve “örgütlenmeler”in mahalleler/köylerden başlanarak gerçekleştirilebileceği düşüncesi, “değişim” gerekçesine sığınanların tercih edecekleri bir deyiş ile söylenirse, “çağdaş dünya”da hayal kurmanın ötesine geçmez. Kapitalist gelişme “toplumsal” sorunları önemli oranda ve esas olarak emek-sermaye çelişkilerine bağlayarak kent merkezli/kent ağırlıklı hale dönüştürmüştür ya da bazı ülkeler açısından söylenirse, dönüştürmektedir. Bu durumda, mahallelerden, küçük belde belediyelerinden toplumsal değişim modelleri çıkarmaya çalışmak, belediye sosyalizmi mantığını proleter devrim için mücadelenin yerine geçirmek anlamı taşır ve bu tutum emekçilerin mücadele ve bilinç düzeyinin de gerisine düşmek olacaktır.
Elbek’in, işçi, işsiz ve emeklilerin “öne çıkarılması”(!)na7 itirazı ve “toplumsal yapı içindeki donanımsız her türlü var olma kimliği”(!)yle tarif ettiği kesimlere öncelik tanınması istemi, onun “entelektüel kapasite sahibi” aydınları, küçük mülk sahiplerini, kent ve kırın küçük üreticilerini ve “deklase” kesimleri esas almaktan yana bir eğilim gösterdiğine işaret etmektedir. “Donanımsız var olma kimlikleri” birbirlerini etkileyerek “dönüştürecekleri”ne ve yazar işçi sınıfını bir “kimlik” olarak anmayı dahi önemsiz gördüğüne göre, dönüşmek birbirine benzemek ya da ortalama bir yerde buluşmak gibi bir şey olacaktır! Elbek’in olumlayarak ancak yetersiz çaba nedeniyle de bir miktar hayıflanarak aktardığı bu karmaşada özne, örneğin Negri’nin “çokluk”u kadar bile belirgin değildir. ÖDP’yi “sosyal hareketlerin partide ancak emek ekseninde kendilerini ifade edebileceklerini belirterek onların özgüllüklerini ve özerkliklerini aslında yok etti. Öncelikli örgütlenme ve siyaset alanını örgütlü ve örgütsüz işçiler, işsizler ve emekliler olarak tanımladı” şeklinde eleştiriye tabi tutan Elbek, “Emek ekseni”li bir ‘tarif’in, “sosyal hareketler”in “özgüllükleri ve özerklikleri”nin inkârı olduğunu söylüyor ve “Savaş karşıtı hareket, kadın örgütlenmesi ve gençlik hareketi ve örgütlenmesi”nin ihmaline neden olduğunu iddia ediyor.
Bu iddia, işçi sınıfının sermaye karşıtı bir politikanın ve örgütlenmenin ‘özel ve öncül’ gücü olmasını sağlayanın, onun kapitalist üretimin üretici temel öznesi olması olduğunu anlamama ya da anlamak istememeyi içerir. İşçi sınıfı bu rolünü kent ve kırın yoksullarını, yarı proleterleri ve diğer emekçileri yanına alarak/çekerek yerine getirir ve bu durum kadın ve gençlik kitlelerinin “ihmali”ni değil, aksine onların talep ve eyleminin proletaryanın mücadelesiyle birleştirilmesini gerektirir. İşçi sınıfı ve partisi bu amaçla kadınların kapitalizm koşullarında “ikinci cins” konumda tutulmalarına sebep olan baskı ve sömürüye karşı, ve gençliğin dinamizminin kapitalizme karşı devrim için seferber edilmesi için özel ve ısrarlı bir politika izler; kadın ve gençlik kitleleri içinde devrimci çalışmaya özel önem verir.
Liberal demagojik söylemin aracı olarak istismar edilen savaş karşıtlığı (barışcı hareket), doğanın emperyalist güçler ve kapitalist yağmacılar tarafından tahripedilmesine karşı tutum ve kadın, gençlik ve çocuk emeğinin sömürülmesi/istismarı ve baskı altında/şiddete tabi tutulmasına karşı çıkış devrimci ve Marksist politika, örgütlenme ve mücadele tarafından önemsenen ve ihmal kabul etmez ‘alanlar’ olarak alınanlar arasındadır. Marx’ı “çevreciliği önemsememek” ile eleştirenler ne Marksizmin devrimci ruhunu ve çözümü, insanların önüne görev olarak gelen sorunları öncelikli olarak almasındaki bilimsel mantığı anlamışlardır ne de kapitalizmi insan ve doğanın yıkımı pahasına sömürü ilişkilerini sürdürmekle suçlamasını!
Elbek’in “donanımsız var oluş kimlikleri” ATAC’ın kitlesinin kimliği kadar bile belirgin gözükmemektedir. Elbek’in birbirinden muğlak, her yana çekilebilir, amorf kavramları birbirine eklemesiyle oluşturduğu “tahayyül”-sanal örgütü, ve onun birbirlerini dönüştürecek “donanımsız yapıları”yla devrim ve sosyalizm; bu mümkün olamaz. Tartışma konusu devrim, devrim örgütü, sınıf mücadelesi ve sosyalizmin sorunları ise, “tahayyül etme” gibi niyet-hayal karışımı “tasarımlar” hedef saptırmaktan başka işe yaramazlar. Muğlaklık ve her yöne çekilebilirliğin politikadaki adı oportünizmdir. Elbek ve İnsel sanal alemde örgüt kurmakta ve ‘mücadele etmekte’dirler! Önerdikleri “iyi, yeni ve arzulanır olan”dan yana ve “kendilerini hiçbir şeye bağlamayanlar”ın sivil toplumcu örgütlenmesidir. Bunun ise kapitalist sömürü sistemine karşı devrimci sosyalist örgütlenmeyle ilgisi yoktur. Çelişki, yazarların devrim örgütü, devrim ve “yeni bir dünya”yı tartışıyor olmalarındadır.
ELBEK’in “EŞİTLİK” ve “ÖZGÜRLÜK” ÜZERİNE MASALSI SÖYLENCESİ
O. Elbek, formülasyonunda, özgürlük, eşitlik ve bireyin özgünlük hali üzerine söylemi merkezi bir yer ve önem veriyor. Eşitlik-özgürlük-kardeşlik şiarı biliniyor; Fransız Devriminden günümüze dek ezilenlerin mücadele talepleri içinde yer almaya devam etmiştir. Burjuvazinin özgürlükten anladığı ve beklentisi, emekgücünü sömürme, işçi ve emekçileri boyunduruk altında tutma “hakkı”dır ve bu “herkesin özgürlüğü” olarak gösterilmiştir. Eşitlik ise burjuvalar açısından da olanaksızdı ve büyüklerinin küçükleri pazardan süpürüp yok etmeleri rekabetin kuralıydı. Tekellerin hâkimiyeti özgürlük ve eşitlik üzerine söylenenleri daha da fazla içeriksizleştirdi ve emekçiler için daha fazla biçimsel hale getirdi. Böylece daha burjuva devriminden başlayarak baskı ve eşitsizlik politikalarına karşı insan hak ve özgürlükleri için mücadele proletarya ve emekçilerin sorumluluğuna geçti ve sermayeye karşı mücadeleye bağlandı.
Eşitlik ve özgürlüğün iktisadi-sosyal koşullardan bağımsız olamayacağını, öncesi bir yana son üç yüz yıllık tarih kanıtlamış bulunuyor. Sınıflı toplum koşullarında üretim araçlarının özel mülkiyeti ve bir sınıfın öteki(ler) üzerindeki sınıf hâkimiyeti herkesin eşit ve özgür olmasının engeliyken, sosyalizm koşullarında da, eskiyi geri getirme amaçlı direnci bin kez daha artmış sömürücü sınıf artıklarıyla dış baskıcıların varlığı; kol ve kafa emeği arasındaki farklılık ve çelişkiler ile burjuva hakkının yürürlükte olması gibi “basit” nedenler, “eşitsizlikler”in varlığını koşulluyorlar.
Özel mülkiyetin tüm dayanaklarını bir anda ortadan kaldırma olanaksızlığı ve sınıf mücadelesinin farklı biçimleriyle sürüyor olması proletarya diktatörlüğü altında da özgürlük ve eşitliğin ‘mutlak’ geçerliliğini engelliyor ve sosyalizmin zafer yolundaki ilerleyişine bağlı olarak “herkesten yeteneğine, herkese ihtiyacına göre” ilkesinin geçerli olacağı koşullara yaklaştıkça ancak, “eşitsizlikler”in ortadan kalkması daha tam olarak gerçekleşebiliyor.
Buradan, Elbek’in işaret ettiği türden, “herkes için” geçerli eşitlik ve özgürlük üzerine söylenenlerden, aslında bu kavramların toplumsal sınıf ilişkilerinden ve ekonomideki ve sosyal yaşamdaki dayanaklarından soyutlanarak totoloji yapıldığı sonucu çıkar. Elbek eşitlik ve özgürlüğü üretim tarzı ve üretim ilişkilerinden, sınıflar arası ilişkiler ve sınıf mücadelelerinden soyutlanmış bir bakış açısıyla ve salt “birey” bazlı irdeliyor ve “toplumsal varlık” olarak birey durumundan ayırıyor. Bu da, özgür, ufku geniş, fikri-entelektüel kapasiteleri gelişkin ve yeteneklerini çok yönlü olarak geliştirebilecekleri koşullara sahip bireylerin ancak bunun engeli olan koşullardan kurtuldukları oranda söz konusu olabileceği gerçeğinin üzerini örtüyor. Birey(ler)inin kültürel düzeyi yüksek ve zengin, hurafelerin ve geri ilişki biçimlerinin etkisinden kurtulmuş “özgür düşünceli” ve “entelektüel kapasite sahibi” olma durumuna nasıl, hangi yolla ve hangi tür koşullarda gelebilecekleri ve bunun nasıl sağlanacağı sorusunu “donanımsız kimlikler”in kendilerini hiçbir şeye bağlamadan birbirlerini dönüştürecekleri köy/mahalle-ahali örgütleriyle diye yanıtlamak anlamsız ve bunun gerçekleştirilemeyeceği tartışma gerektirmeyecek kadar açıktır.
‘Özgürlük’ ve‘eşitlik,’ üzerlerine soyut tartışmayı değil, gerçekleştirilmeleri için somut ve elle tutulur mücadeleyi gereksinir/gerektirirler.
ELBEK’in “ÖZYÖNETİM”i KAPİTALİZME GÖTÜRÜYOR
Elbek, “demokratik planmacılık” önerisini, “Sovyet çizgisinin bürokratik merkezi planlamacılığa dayalı devletciligi”nin8 “otoriter-merkezci” ve “antidemokratik oluşu”na eleştiri üzerinden yapıyor. Eleştiri üretim araçlarının kolektif mülkiyetine ve üretim ve ‘dağıtım’ın merkezi planlanmasınadır. Bu iktisadi-sosyal politika sosyalizmin “olmazsa olmaz”ları arasındadır ve liberal “sol” yazarların da en fazla olumsuzladıkları uygulamaların başında yer alır. Elbek’in bu sosyalist politikayı bürokratik sayarak yerine önerdiği, “özyönetimci” sözde “sosyalizasyon”, –açık sonuçlarıyla Yugoslavya’da yaşanan– özel sektörlerin rekabet içindeki kapitalist yapılanması ve pratiğidir. Elbek tarafından ifade edildiği üzere “özyönetimci–demokratik planlamacı” “sosyalizm”(!) fabrika ve işletmelerin “özyönetimi”ni, üretimin ve ürün değişiminin planlamasının özerkliğini öngörür. Öyleyse rekabeti ve pazarda ötekinin önüne geçmeyi, ne kadar üretileceğine ve hangi fiyattan nerede ve ne kadar satılacağına “özerk”, yerel/lokal yöneticiler ile işletme sorumlularının, haydi diyelim ki çalışan işçilerin de kararlarına katıldıkları “demokratik planlama”(!), sömürü ilişkilerinin ortadan kaldırılmasını zora sokar ve hatta olanaksız duruma getirir.
Merkezi planlama yerine “özyönetim” adı altında önerilen, bir tür piyasa sosyalizmi ve “toplumsallaşmış” kapitalist demokrasidir. “Özyönetim deneyimi”nin ortaya koyduğu, farklı ve ayrı “özyönetim”lerin “eşitlik” ve “özgürlük” sağlamadıkları, aksine rekabet-kar-yararlanma ilişkileri nedeniyle eşitliği olanaksız kıldıklarıdır.
“MİLLİYETÇİ -MİLİTARİST SOSYALİZM” ÜZERİNE LİBERAL YALANLAR
Elbek sosyalizmin “milliyetçi biçimi”ne örnek göstermiyor. Ama besbelli ki bu suçlama Sovyetler Birliği sosyalizmini “ulusal sınırlar içinde” görmesinden, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliğinin kendini savunma savaşımına “milli bir giysi” uydurmasından kaynaklanıyor. Bu ‘varsayımlar’dır. Elbek’i, milliyetçilik ve enternasyonalizm üzerine yazmaya zorluyor. Ne var ki, yazarın varsayımı kadar yaklaşımı da sorunludur ve işçi sınıfı ile partisinin sermaye karşıtı mücadeleyi somut sorunlar üzerinden geliştirip ilerletmek zorunluluğunu bir yana itmektedir.
Elbek’in itirazına karşın, işçi sınıfı öncelikle kendi ülkesinde, “kendi” burjuva sınıf(lar)ına karşı mücadele etme, kendi ülkesinde ve kendi burjuva sınıflarına karşı bu mücadele içinde devrimi başarma gibi bir zorunlulukla karşı karşıyadır. Bu mücadele, biçimi yönünden “ulusal”, ancak içeriğiyle sermaye karşıtı oluşuyla da –burjuvazi gibi işçi sınıfı da uluslararası bir sınıftır ve bütün ülkelerin işçileriyle dayanışma içindedir– enternasyonaldir. İşçi sınıfı mücadelesinin bu karakteri, emperyalizmin üretim dallarının ve ülkelerin ekonomilerinin birbirine bağlanmasında yol açtığı muazzam gelişmeyle daha da netleşmiş ve güç kazanmıştır.
Üretim araçlarının özel kapitalist mülkiyetine dayanan sermaye sistemine karşı mücadele tüm ülkelerin işçilerinin temel ve ortak sorunudur ve bu durumu, işçi sınıfı enternasyonalizminin, üzerinde yükseleceği temeli oluşturur. İşçi sınıfı ve partisi, kendini bütün ülkelerin işçilerine bağlayan bir dayanışmayı bu zemin üzerinde örgütler. Şu ya da bu ülkede burjuva hükümetlerine ve sermaye kurumlarına karşı eyleme giriştiğinde, hareketinin diğer ülkelerin işçi hareketiyle ülke ve millet farkı gözetmeksizin bir dayanışmayı ifade ettiğini bilerek hareket eder. Sınıf inkârı teorilerinin revaçta olduğu yıllarda dahi bunun örneklerini ulaşım işçileri, liman işçileri, otomotiv-metal işçileri uluslararası dayanışma eylemleriyle ortaya koydular. Hareketin belirgin özelliğinin istikrarsızlık olduğu bir dönemde ortaya çıkan bu dayanışma örnekleri, hareketin canlı-diri ve yükseliş içinde olduğu koşullarda daha güçlü ve sermayeyi saldırılarından geriye püskürtebilir örneklerinin mümkün olabileceğinin de kanıtlarıdır.
Osman Elbek ve bazı “sol örgüt”lerle çeşitli sol liberal aydınların “reel sosyalizm tecrübesi”ni “farklı okudukları” kesindir. Bu “okuma”, Sovyet devrimini ve sosyalizmi, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği’nde sosyalist inşayı zafere ulaştırmak için yapılmış fedekârlıkları ve uluslararası işçi sınıfının oradan aldığı moral-maddi-pratik desteği ya da sosyalizmin varlığının, tüm ülkelerin proleterleriyle ezilenlerine kapitalist ve diğer gerici güçlerle mücadelelerinde muazzam bir dayanak oluşturmasını azımsamakta/önemsiz saymaktadır.
Bu azımsamanın sosyalizmin kendini savunusunu “militarist” addedecek ve devrimi savunmasız bırakılabilir gösterecek kadar pervasızlaşması ise daha da vahim bir duruma işaret eder. “Reel sosyalizm tecrübesi”nden yola çıkılarak ve o tecrübe militarist sayılarak önerilen “militarist olmayan” devrim ve sosyalizm, ‘dişinden tırnağına’ silahlı emperyalizmin kuşatması/tehditi altında, ‘somut koşullar’dan ve toplumsal gerçeklerden koparılmış bir “niyet” belirtisinden öteye gitmez.
Militarizm genelde silahlı güç politikalarını akla getirir, dışarıya ve içeriye yönelik; baskıcı ve yayılmacı askeri politikaları ifade eder ve emperyalist burjuvazi militarizmi rekabetin ve hâkimiyet kavgalarının önemli silahı ve aracı olarak kullanır. Elbek, “reel sosyalizmin tecrübeleri”nden(!) yola çıkarak yönelttiği suçlamalarında, sosyalizm ve devrimin kendini savunma politikalarını ve zorunluluğunu bir ayrıma işaret etme gereği dahi görmeden bu gerici politikalarla aynı düzeyde görme ve gösterme “gafleti”ne düşüyor! “Militarist olmayan sosyalizm” söylemi Lenin ve Stalin yönetimindeki Sovyetler Birliği ile Krusçev-Gorbaçov revizyonizminin emperyalist politikaları arasında fark gözetmediği gibi, emperyalist militarizm ile sosyalist kendini savunma politikası arasındaki ayrımın üzerini örten bir söylemdir ve Krusçev-Gorbaçov dönemi politikalarının açık yayılmacılığından hareketle sosyalizme saldırıya haklılık kazandırmaya çalışanlara verilmiş bir destek ifadesidir.
Devrimi gerçekleştirecek olan proletarya ve emekçilerin dış saldırıları ve içerdeki ayaklanmaları bastırmak için şiddete başvuracakları, başvurmak zorunda olacakları işin abc’sidir. Devrim ve sosyalizm kendisini halkın silahlı savunma gücüyle korumak zorundadır. Emperyalizmin kuşatmasına direnmeden, içerdeki gericiliğin başkaldırıları ezilmeden, devrimin kazanımları bir tek gün bile korunamayacaktır. Devrimini yapmış ve sömürüyü tasfiye etmeye koyulmuş bir ülkenin devrimci işçi ve emekçileri onu her tür saldırıya karşı, diğer ülkelerin proletaryası ve emekçileri de kendi sömürücülerini devirip kapitalizmin dünya dayanağının ortadan kaldırılması olanaklı hale gelene kadar korumak zorundadırlar. Bunu ve milliyetçilik ve militarizm olarak görmek, burjuvazinin, iktidarını yeniden tesis etmesine yolu açık tutmak olacaktır. Sosyalizmin amaçsal hedefleriyle bağdaşmaz olan, emperyalist saldırı ve kuşatmaya ve içteki gericilerin kapitalist girişimlerine karşı savaşmak değil, halk kitlelerine yönelik baskı ve şiddettir. Bu ise en açık haliyle sosyalizmin tasfiyesine girişilen süreçte izlenen ekonomik-sosyal ve politik uygulamalarda kendini göstermiştir. Sınıf farklılıklarının ve çelişkilerinin tümüyle ortadan kaldırıldığı ve artıklarının da etkisiz bırakıldığı toplumun daha ileri bir aşamasında silahlı politika ve güç kullanılmasını gereksinen bir durum elbette olmayacaktır. Daha ilk adımlar bile atılmadan devrim ve sosyalizmi savunma mekanizmaları ve güçlerinden yoksun olmaya zorunlu göstermek belki bir niyete işaret eder, ama bunu iyi niyet saymak hayli tartışma götürür.
DEĞİŞİM ve LİBERAL ‘SOL’UN DEVRİMCİ OLANLA SORUNLU OLMA HALİ
Talihsiz bir tesadüf müdür, tartışılır ama, iki hafta önce, Kültür Bakanı Ertuğrul Günay Almanya’nın başkenti Berlin’de katıldığı bir toplantıda, “tüm izmler bitti, bir tek turizm kaldı” dedi. Günay, “eski bir solcu”ydu! Ancak, son birkaç yıldır ‘muhafazakâr Müslüman’ ve Amerikancılıkta sebatkâr bir parti hükümetinde bakanlık yapıyor. Sermaye hükümetinin bakanının bu söylemi sınıf mücadelesi ve ideolojilerin “tarihe karıştığı” şeklindeki “değişim” gerekçeli burjuva propagandasından beslenmektedir. Burjuva politikacılarının sınıf mücadelelerinin ve “tüm izmlerin” sona erdiğini bir nakarat halinde tekrarlayıp “herkesin aynı gemide olduğu” söylemini manüplasyon silahı olarak kullanmaları ve sınıfsal kavramların literatürden kaldırılmasını istemeleri, sınıf mücadelesini kendi çıkarları yönünde yürütmelerinin bir gereğidir. Burjuva hükümetleri bu yönlü politikalar izliyor, işçi sınıfı kavramını “çalışanlar” kavramıyla değiştirmek istiyor ya da işçileri “memur statüsü”ne geçirerek kazanılmış haklarını ortadan kaldırmaya çalışıyorlar.
Ama sınıf ve sınıfsal kavramların artık geçersizleştiğini ileri süren profesör Ahmet İnsel de, örneğin “sol”cudur ve hatta Marksist politika yapma iddiasındadır. Ne var ki “yeni koşullar” ve “değişimin gerekleri” onun, Elbek’in, öteki birçok “sol” liberal yazarın da en önemli gerekçesini oluşturuyor. “Geleneksel sol”u “dar görüşlülük”le; “değişimi görememek ya da dikkate almamak”la suçluyor; “geleneksel ve otoriter sosyalizm anlayışları”nı ve proletaryanın başlıca ve temel ‘devrimci özne’ olarak alınması ve partinin ‘öncü rolü’nü yadsıyorlar. “Eleştirel çıkış” reçetelerinin başlıca özelliği, bunların yeni olduğunu iddia etmelerine karşın, önemli herhangi bir yenilik taşımaması ve kırk-elli yıl öncesinin Avrupa ve ABD partileri tarafından ileri sürülmüş ve savunucularını burjuvazinin kampına taşımış önerme ve iddiaları bazı söyleyiş farklılıklarıyla yineliyor olmalarıdır. “Değişim” ve “yeni dünya koşulları” gibi ‘masum’ olgu ya da hareket halindeki ilişkiler bütününü işçi sınıfının ve emekçilerin karşısına, içinde tutuldukları koşulların değiştirilmesinin “olanaksızlığı”nın gerekçesi olarak çıkarıyorlar. “Sol”un bundan böyle “inandırıcı ve harekete geçirici olmayı başarma”sını, “bireyler için hep daha fazla özgürlük, daha fazla refah ve bu refah ve özgürlüğün bireyler arasında daha eşit paylaşımı” için çalışması koşuluna bağlayan liberal “sol” yazarlar, “sola özgü politikaların liberal sağ hareketler tarafından hayata geçirilmesi”nden söz ederek “sol”un “tarihsel gerekliliğin bir ifadesi olarak görülmek”ten çıktığını ileri sürüyor, değişim ve koşulların sağ yorumuyla proletaryaya “sınıf mücadelesi”ni yasaklıyor, aksine tutumları “değişime ayak diremek”, “bürokratik ve otoriter sosyalizm anlayışında ısrar etmek”; “yeni bir politika yapma tarzına ihtiyacı anlamamak” olarak suçluyorlar.
Oysa sorun değişimin ve değişen koşulların dikkate alınıp alınmaması değil –bunların hesaba katılması ve her somut durumun kendi koşullarında yeniden irdelenmesi zorunludur– değişimin ve koşulların burjuva-küçükburjuva yorumla proletarya ve emekçileri burjuvazi karşısında şöyle ya da böyle savunmasız bırakmak ve mücadelesini güçten düşürmek üzere sağ ve “sol” liberal yazar ve teorisyenler tarafından bir tür istismar edilmesidir. İşçi sınıfı ve emekçilerin mücadelesinin ‘başına bela olmuş’ her türden revizyonist-reformist teorisyen ve politikacının işçi hareketinde reformizm ve revizyonizmin egemen olması için bu aynı gerekçelere sarıldıkları; uzlaşıcı ya da inkârcı teorilerini “yeni koşullar”ın, “somut koşulların” gereği olarak sundukları, sınıf mücadelesi tarihinin dersleri arasındadır. Kautsky gibi ünlü bir eski Marksistin sosyal şoven bir “demokrat”a evrilmesinde, Bowder’in sosyalizmi “20 yüzyıl Amerikancılığı” olarak tarif etmesinde, Eurokomünistlerin burjuvaziyle uzlaşıyı kaçınılmaz saymalarında da görüldüğü gibi son birkaç on yılın sınıf retci liberal “sol” teorisyenleri bu aynı “masum” gerekçeye sığındılar. Hepsinin hareket noktası, “değişim” ve “yeni koşullar” idi!
İnsel ve Elbek tarafından dile getirilen görüşler de, –yazının başında dikkat çekilmişti– bir “tarihsel hesaplaşma”nın ürünü ve işçi ve sosyalist hareketin tarihiyle neredeyse zamandaş reformist-revizyonist ve liberal gelenekten besleniyor, işçi sınıfı ve ezilenlerin toplumsal kurtuluş mücadelesinin sınıfsal dayanak noktalarının erozyona uğratılmasını esas alan Avrupalı, Rus, ABD’li ve diğer reformist-liberal ve sosyaldemokrat teorisyenlerin “süzgeçten geçirilmiş” görüşlerinin bir özetini ya da versiyonunu oluşturuyorlar.9
“Sınıfçı olmayan” ve fakat “herkesçi” olan; “tüm toplumsal renkleri kapsayan/katılımcı”; “insan”a aşık(!); “merkezci -bürokratik ve buyurgan” olmayan bu görüşlerin, denebilir ki tek orjinalitesi, toplumsal sınıflar arasında sürüp giden mücadeleyi perdelemek üzere uydurulan “yeni koşullar” gerekçeli anti işçi-anti sosyalist görüşler üzerinden oluşturulmuş olmalarıdır. Burjuvaziyle işçi sınıfı ve emekçiler arasındaki mücadelenin seyrine bağlı ve bu mücadelenin burjuvazi lehine kimi sonuçlarının ağırlıklı eğilim olarak hareketi baskıladığı koşullarda, savunucularının daha da cesaretle propaganda ettikleri bu görüşlerin asıl özelliği, “sol”a, içinde bulunduğu istikrarsızlık ve geriliği aşması için, proletaryanın sınıf mücadelesinin gereklerini yerine getirmekten, örgüt ve parti olmaktan vazgeçmeyi “ögütlemesi”ndedir! İnsel ve Elbek tarafından formüle edilen anlayışlara sahip bir “sol”un ve de “ahali”nin eşitlik ve özgürlük “idealleri”ne ulaşması mümkün olmayacak, bunun yol, yöntem ve güçleri olarak gösterilenler kapitalist sömürü ilişkileri ve burjuva devlet aygıtının dişlilerine takılıp kalmaya mahkûm olacaklardır.
Bu da, bu liberal-oportünist ve sözde yeni teori ve görüşlere karşı mücadeleyi kararlı ve daha fazla uyanıklığı gerektiriyor.