Devlet ve Demokrasi

Epeyce tartışmalı geçen bir referandum geride kaldı. Referandum 12 Eylül Anayasa’sının 26 maddesinde değişiklik yapılmasını içeriyordu. Bu anayasa değişiklikleri yüzde 58’lik bir oranla kabul edildi. Bununla birlikte hükümet ve liberaller tarafından “çözüleceği” iddia edilen sorunlar daha da ağırlaşarak varlığını sürdürmeye devam edecek. Hatırlanacağı gibi, hükümetin dümen suyundaki liberaller, referandumun, demokrasi ve “vesayetçi” devlet arasında var olduğunu iddia ettikleri ilişkiyi “demokrasi” lehine çözeceğini ileri sürmekteydiler. Ancak süreç içinde daha iyi anlaşılacaktır ki, bugün ortaya çıkmış olan tablo, demokrasi yönünde değil, yürütmenin yetkilerinin arttığı daha merkezi bir devlet yapılanması lehine olmuştur. Gerici devlet yapısı tüm kurumları ve organları ile ayakta durmakta, ancak bunların konumları ve aralarındaki ilişkiler halkın aleyhine, büyük sermayenin lehine adeta yeniden yapılanmaktadır. Üstelik bütün bunlar, “demokrasi”, “daha fazla özgürlük” adına yapılmıştır.

Ama vurgulamak gerekir ki, daha merkezi ve otoriter bir devlet yapısı, sadece AKP’nin değil, genel olarak büyük sermayenin ve gericiliğin istediği bir yapıdır. Çünkü hem uluslararası hem de işbirlikçi sermaye, sermayenin çıkarları için daha kolay ve hızlı kararlar alabilen, önlerindeki her türlü engeli ortadan kaldıran bir devlet yapısı istemektedir. Durum böyle olunca, yaşanılan bütün bu süreci ve bu süreçte yapılan tartışmaları, demokrasi sorunu açısından, demokrasi devlet ilişkisi açısından yeniden irdemek zorunlu hale gelmektedir. Bu irdemeyi yaparken, somut, güncel tartışmalar üzerinden giderek yapmak, sorunun anlaşılmasına daha iyi hizmet edecektir.

DEVLET KURUMLARININ OLUŞMASI VE DEMOKRASİ

Demokrasi tartışılırken, öncelikle bu sorunu gerçek zeminine oturtmak gerekir. Sınıflı toplumlarda demokrasi üzerine genel laflar etmek, azınlık ve çoğunluk üzerine ahkâm kesmek, bu sorunun anlaşılmasına en ufak bir katkı sağlamayacaktır. Demokrasi bir devlet biçimidir ve dolayısıyla devletin yönetim biçimlerinden birini ifade etmektedir. Devletin, egemen sınıfın sınıf egemenliğini güvenceye aldığını, bir sınıfın diğer sınıf üzerindeki diktatörlüğünü ve örgütlenmiş zorunu ifade ettiğini biliyoruz. Modern burjuva toplumunda demokrasi denildiğinde ise, kastedilenin burjuva demokrasisi olduğunun altını kalınca çizmek gerekiyor. Burjuva demokrasisi, sermayenin egemenliği üzerinde yükselmektedir ve burjuvazinin sınıf hakimiyetini güvence altına alır. Her devlet biçimi gibi, demokrasi de zorun örgütlenmiş olarak, sistemli biçimde yönetilen alt sınıflara uygulanmasıdır. Ama bu zor, yasallığı ve görünüşte eşitliği kendisine zırh edinmiştir.

Farklı sınıflara bölünmüş toplumlar kuşkusuz bu aşamaya birden bire gelmemiş, onu “icat” etmemiştir. Tarih boyunca sınıfların karşılıklı mücadeleleri ve ilişkileri, sınıf hakimiyetini olduğu gibi, bunun biçimini de belirlemiştir. Örneğin, en parlak döneminde, antik Yunanistan’da, köleci bir sistem egemendi ve ülke demokrasi ile yönetiliyordu. Ama nüfusun önemli bir kısmını oluşturan köleler –Atina’nın en gelişmiş döneminde kölelerin sayısı özgür yurttaşların sayısının yaklaşık on katı olarak tahmin ediliyordu–, ne oy kullanabiliyor, ne de yurttaşlara tanınan diğer temel haklardan yararlanabiliyordu. Bu, köleci bir demokrasi idi.

Feodal toplum, gelişmesinin ileri aşamalarında, toprak aristokrasisini temsil eden feodal soylular ve kral arasındaki ilişkilerin ürünü olan meşruti yönetim biçimlerini merkezi düzeyde geliştirdi. Şehirler kısmen kendi yönetim biçimlerine sahip oldu vb. Ama bu sistemde toprağa bağlı olarak yaşayan serfin –köylünün, toprak kölesinin– kaderi, toprak beyinin iki dudağı arasındaydı. Kral ve soylular arasındaki ilişkileri düzenleyen kurullar vb., üst sınıfların yönetim üzerindeki kayıtsız şartsız tekelini ifade ediyordu.

Kapitalist ilişkilerin gelişmesi ve yaygınlaşması, burjuvazinin bir sınıf olarak oluşması ve yönetimde söz hakkı talep etmesi, burjuva devrimleri çağını başlattı. Burjuvazi, genel olarak büyük toprak mülkiyetine dayanan soyluluğa karşı eşitlik ve özgürlük sloganlarıyla halkı yedeklemeyi başardı ve kendi sınıf egemenliğini kurdu. Bu mücadeleler içerisinde halk yığınları ve gelişmekte olan işçi sınıfı politik mücadele deneyimi edindi, bütün bu mücadeleler sonucunda parlamento vb. kurumlar oluştu. Burjuva demokrasisi, genel olarak burjuvazinin sınıf hakimiyetinin en saf biçimi olarak –serbest rekabetçi kapitalizm döneminde– şekillendi ve kuruldu.

Burjuvazinin sınıf egemenliğinin tam ve gelişmiş bir biçimi olarak burjuva demokrasisinin daha önceki yönetim biçimlerinden temelde ayrılan bir özelliği bulunuyordu. Bu sistemde, yurttaşlar, yasa önünde “eşit ve özgürdü.” Örneğin basın serbestti. Ancak tüm basımevleri, kâğıtlar, dağıtım aygıtları vb. burjuvazinin tekelindeydi ve bu, alt sınıflar için basın özgürlüğünü ulaşılamaz bir hale getiriyordu. Belirli kısıtlamalarla da olsa, seçme ve seçilme hakkı kazanılmıştı, ama aday olmak, bir seçim kampanyası yürütmek ancak büyük paralarla olanaklıydı vb. Bunların da üzerinde, büyük burjuvazi ve mali sermaye, devletin her kurumunu kendi lehine kullanma, her düzeyde memuru satın alma imkânına sonuna kadar sahip durumda ve bu durum burjuvaziye kesin bir hakimiyet getiriyor. İşçi sınıfının ve halk yığınlarının burjuva demokrasisinin kâğıt üzerinde getirdiği bu haklardan kısmen de olsa yararlanabilmesi için büyük mücadeleler vermesi, kendi hareketlerini ve eylemlerini geliştirmeleri gerekiyordu.

Tam da burada, bir yanılgıyı ortaya koymak gerekiyor. Burjuva demokrasisinin gelişmesi ve egemen olması, burjuvazinin emekçi halka bir hediyesi değildir. Burjuva demokrasisinin gelişmesi ve egemen olması için işçi ve emekçi halkın büyük mücadelelere girmesi gerekmiştir. Bugün yasalara giren pek çok hak ve özgürlük, halkın ayaklanmalara da varan mücadelelerinin sonucunda gerçekleşmiştir. Özellikle büyük burjuvazi, bu mücadelelerde ya doğrudan karşı safta yer almış ya da yatıştırıcı bir rol oynamıştır. Burjuvazinin radikal kesimleri, özellikle de küçük burjuvazi, zaman zaman halkın önünde yürümüş, halkla birlikte demokrasi ve özgürlük istemlerini “burjuva devriminin bu ideallerini” savunmuş, onların taşıyıcısı olmuştur. Bütün bu sınıf mücadeleleri, burjuva demokrasisine bilinen temel özellikleri kazandırmıştır. Kısacası, büyük halk kitlelerinin alttan gelen girişkenliği olmadan, ciddi hiçbir tarihsel, toplumsal sorun köklü bir çözüme kavuşturulamamıştır.

Büyük Fransız Devrimi’ne ilişkin yapılan şu tespitler bu durumu çok iyi açıklıyor: “Parisli sansculotte’lar 14 Temmuz’da Bastille’i ele geçirmiş olmasalardı Ulusal Meclis’in ayaklanması kralcıların süngüleriyle bastırılacaktı. Çıplak kollular –dönemin işçilerini tanımlamak için kullanılıyor– 5 Ekim günü Versailles’a yürüyüp Meclis’i zorlamış olmasalardı, İnsan Hakları Bildirgesi asla onaylanmayacaktı. Kırsal bölgelerden gelen karşı konulması imkânsız baskı olmaksızın, Meclis, 4 Ağustos 1789 gecesi feodal mülkiyet haklarına –yine de ürkekçe– saldırmaya cesaret edemeyecekti. 10 Ağustos 1792’de güçlü bir kitle hareketi olmasaydı, feodallerin alacaklarının tazminat ödenmeksizin kamulaştırılması yasası asla çıkarılmayacaktı ve burjuvazi, cumhuriyet ya da genel oy hakkı gibi konularda duraksayacaktı.” (Fransa’da Sınıf Mücadelesi 1793-95, Daniel Guerin)

Emekçi sınıflarla demokrasi arasındaki bu ilişki bugün de geçerlidir. Bu mücadele bazen burjuva demokrasisini elde etme, bazen de onun sınırlarını aşarak ilerleme biçiminde hâlâ devam ediyor ve bu nedenle de bu yazının konusu olmayı sürdürüyor. Ama tüm bu mücadeleler sonucunda anlaşılan temel bir gerçek var ki, o da şu: Demokrasi mücadelesini, demokratik hareketi halk kitlelerinin genel çıkarlarına yakınlaştırma, onu üstte yapılan soyut, entelektüel tartışmalardan çıkarma görevi, günümüzde işçi sınıfının omzuna binmiş durumdadır. Demokrasi mücadelesini, halk demokrasisi ve halk devrimi mücadelesine doğru geliştirecek olan da budur. Büyük Ekim Devrimi’nin kanıtladığı gerçek de budur. Yoksa tarihsel gelişmenin de kanıtladığı gibi, burjuva toplumunda işçi sınıfı ve emekçi halk için tek bir “gerçek” özgürlük var ve bu özgürlük de, işgücünü patrona satma özgürlüğü, satış koşullarını belirleme özgürlüğüdür. Bu ise, patron tarafından dayatılan koşulları kabul etmeme durumunda, açlıktan ölme özgürlüğüne dönüşmüştür.

Burjuva toplumunda özgürlük gibi, eşitlik de bir hayalden ibarettir. Sömüren ile sömürülen arasında hiçbir biçimde gerçek bir eşitlikten söz edilemez. Demokrasi, biçimsel ve yasa önünde eşitlik getirmektedir. Sınıflar ortadan kaldırılmadan, sınıf farklılıkları kaldırılmadan, toplum üyelerinin üretim araçlarının mülkiyetine göre eşitliği sağlanmadan, gerçek bir eşitlikten söz edilemeyeceği ortadadır. Kolayca anlaşılacağı gibi, burjuva toplumunda işçi ve emekçi sınıfların önüne tek gerçek yol konulmuştur, bu da, mücadele yoludur. Buradan şu kesin sonuca ulaşılmaktadır, işçi sınıfı iktisadi köleliliğine son vermeden politikada üstünlük kuramaz. Ama iktisadi köleliğine son vermek ve haklarını genişletmek için de demokrasiye ihtiyaç duymakta, demokrasinin olmadığı ülkelerde demokrasi mücadelesi vermektedir.

Buraya kadar kısaca özetlenenler, burjuva toplumun olağan gelişmesini yansıtmaktadır. Türkiye gibi ülkelerde ise, burjuva demokrasisinin –kapitalizmin geç gelişmesi, emperyalizme bağımlılık ilişkileri vb.– egemen olmaması, sermayenin, egemenliğini burjuva diktatörlüğünün çeşitli biçimleri altında sürdürmesi gibi ek sorunlar, demokrasi mücadelesine farklı boyutlar katmaktadır. Bu nedenle, sürdürülen demokrasi mücadelesi, işçi sınıfının ve emekçi halkın alttan gelişecek girişkenliğini ve inisiyatifini artıran, onun eylemini kolaylaştıran bir zemin üzerinde gelişmek gibi özelliklere sahip olmak zorundadır.

Bütün bu söylenenler şu anlama gelmektedir ki, demokrasi sorununu, anayasa ve referandum meselelerini, bütün bunların devletle ilişkilerini, işçi sınıfı ve emekçi halkın eylemini ve tutumunu, bu tarihsel ve toplumsal gerçekler dışında ele alma olanağı bulunmamaktadır. Şimdi konuya bunların ışığında biraz daha yakından bakabiliriz.

GÜNCEL DEMOKRASİ TARTIŞMALARI

Çok iyi bilindiği gibi, anayasa değişikliği tartışmalarının yoğunlaştığı temel alanlardan birisi, Anayasa Mahkemesi’nin ve HSYK’nın oluşturulma biçimidir. Mevcut uygulamada Anayasa Mahkemesi üyeliğine atamaları cumhurbaşkanı yapmaktadır. HSYK üyeleri ise bütünüyle yüksek yargı tarafından seçilmektedir. Yapılan değişiklik ise, bu kurumlara ilişkin seçim ilkesini biçimsel olarak biraz daha genişletmekte, yürütmeye ve seçilmiş cumhurbaşkanına daha fazla müdahale alanı açmakta, onun belirleyiciliğini daha kesin hale getirmektedir. Buna rağmen hükümet ve onun dümen suyuna girmiş liberaller, burada, “demokrasi” ya da “yetersiz de olsa iyileştirme” bulmaktadırlar.

Oysa soruna biraz daha yakından bakıldığında, ortaya bütünüyle farklı bir tablo çıkmaktadır. Hem eski biçimiyle, hem de yenilenmiş haliyle yüksek yargı ve bütünüyle yargı sistemi, egemen sınıfların, büyük burjuvazinin halk üzerindeki egemenlik sisteminin en önemli halkalarından birisidir ve bu egemenliği güvence altına alan bir hukukun ve onun kurduğu bir sistemin üzerinde yükselmektedir. Bu sistemde yargının bağımsızlığından söz etmek ne olanaklıdır, ne de burjuvazi böyle bir şeyi kabul edebilir. İşte bu sistem içerisinde, görevleri ve işlevleri belirlenmiş yüksek yargı kurumlarının nasıl oluşturulacağının, üyelerinin nasıl belirleneceğinin “demokrasi” açısından ne gibi bir önemi olabilir? Ya da farklı egemen sınıf kliklerinin bu sistem içerisinde ne kadar etkinlik kuracakları mücadelesi, halkın sorunu olabilir mi?

Oluşturulmuş anti-demokratik yapının bu sorunu kendi içerisinde bir çözüme kavuşturması, bütünüyle sistemin kendi sorunudur. Farklı burjuva kliklerinin, devlet kurumları içerisinde daha fazla etkinlik kurma mücadelesinde halkı yedeklemeye çalışacağı tahmin edilebilir ve tarihin pek çok döneminde böylesi durumlara rastlanmıştır. Son anayasa tartışması da, AKP ve onun dümen suyundaki liberallerin, burjuvazinin yönetim sorunlarına, bu sorunlara ilişkin anlaşmazlıklara halkı yedekleme çabalarının nereye kadar uzanabileceğini açık seçik göstermiştir.

Hükümet ve bazı liberaller, parlamento çoğunluğunun, yüksek yargıyı yeniden yapılandırmasının demokrasiye uygun olduğunu iddia etmekte, demokrasi sorununu dar ve biçimsel seçim çerçevesine sıkıştırarak, “büyük demokratlar” pozlarında ortalıkta salınmaktadırlar. Onlara göre, her ne yolla olursa olsun, çoğunluk haline gelmiş olan karar alır, azınlık da buna uyar. Bu, burjuva partiler sistemi, mevcut seçim ve partiler kanununun kutsanmasından başka bir anlama gelmemektedir. Ayrıca bu yaklaşım, bizdeki somut durum bir yana, liberallerin demokrasi anlayışına uygundur. Bu demokrasi anlayışı, her türlü yol ve yöntem kullanılarak oluşturulmuş “çoğunluğun” egemenliğini meşru saymaktadır. Sınıfsal anlamda, bu, burjuva azınlığının çoğunluğa onaylatılmış egemenliğinin bir biçimi olmaktadır.

Peki, bu sorunda işçi ve emekçi halkın tutumu nasıl olmalıdır? Olayları, gelişmeleri seyretmek, ‘ne halleri varsa görsünler’ tutumu takınmak, ne ciddi politik partilerin, ne de işçi emekçi halkın tutumu olabileceğine göre, sorun nasıl ele alınacaktır? Demokrasi açısından soruna bakılınca, işçi ve emekçi halkın bu sorunu farklı bir alandan tartışması, demokrasi sorununa ve mücadelesine farklı bir içerik kazandırması, zorunlu ve gerekli olmaktadır.

Bu sorunun genel olarak demokrasi mücadelesinin bir parçası olduğu, demokratikleşmenin genel görevlerine bağlı olarak bir çözüme kavuşturulabileceği ortadadır. Ama yüksek yargı da içinde olmak üzere bir yargı sistemi tartışması varsa, bu genel görevlerle bağlantı içerisinde olmak üzere, yasaların ve sistemin bütünüyle değiştirilmesini, yargıçların halk tarafından seçilmesini; halk mahkemesi, halk jürisi sistemi ve halkın bilgi ve denetimine açık yargı, gerektiğinde yargıçları görevden alma yetkisinin halka verilmesini, adalete ulaşmanın parasız hale getirilmesini vb. talep etmek ve bunun için mücadele etmek, pratik güncel bir görev olarak da, politik yaşamın daha da gericileştirilmesine karşı çıkmak, demokrasi güçlerinin temel görevleri arasında olmalıdır.

Her soydan burjuva liberalinin adalet ve yargı sisteminin bu kapsamda halkın önüne getirilmesinden ölesiye korktuğu görülmektedir. Halkın girişkenliğinin ve inisiyatifinin bu yönde gelişmesi, işçi ve emekçi halkın devlet ve yönetim işlerine bu mevziden müdahale etmesi, burjuvazi ve liberaller açısından kabul edilemezdir. Onların demokrasisi, mevcut sistem içerisinde, halka kapalı bir çerçevede, kendi içerisinde sınırlı bir seçime ve bolca atamalara dayanmaktadır. Eskisiyle ve yenisiyle yargı sistemi ve yüksek yargının oluşumu, halkın üzerinde anti-demokratik bir mekanizmanın sağlamlaştırılması ve korunması üzerine oluşturulmuştur. Böyle bir yargının  ayrıca bağımsızlığından söz etmenin anlamsızlığı ortadadır.

Yargı sistemi böyle de, diğer devlet kurumları ve bürokrasi farklı mı? Farklı olduklarını ileri sürmek için tek bir neden bile bulunmamaktadır. Bir bütün olarak devlet sistemi, halkın üzerinde baskı ve egemenlik aygıtı olarak örgütlenmiş durumdadır. En yükseğinden, en alttakine kadar tüm kademelerde memurlar atamayla görevlendirilir, halk tarafından denetlenemez, onlardan hesap sorulamaz, görevden alınamazlar. Belediyeler, yerel yönetimler, merkezi hükümet ve devlet aygıtı tarafından sıkı biçimde denetlenmektedir. Hareket alanları ve yetkileri son derece sınırlıdır. Halkın ne merkezi düzeyde, ne de yerel, bölgesel çevrelerde inisiyatifini geliştirecek, yönetim ve devlet işlerine katılmasını sağlayacak, kendi kaderine olan ilgisini artıracak yol ve yöntemler geliştirilmediği gibi, bu yöndeki mücadeleler, talep ve istekler sürekli olarak bastırılmaktadır.

Bugünkü modern devletlerin ve sermaye düzeninin temel direği sürekli ordudur, polis de bu kurumu tamamlar. Olağan bir burjuva devletinde, ordu, hükümetlerin arkasında durur ve ancak emekçi sınıfların “düzeni tehdit eden” hareketlerini bastırmak üzere göreve çağrılır. Türkiye devletinin şekillenmesinde ordunun özel bir yeri ve ağırlığı olduğu reddedilemez. Ama buradan “vesayet sistemi vb.”nin de teorisi yapılamaz. Çünkü bu, büyük burjuvazinin sınıf egemenliğini, emperyalizme bağımlılık ilişkilerini, ordunun bu ilişkilerin korunmasındaki işlevini vb. halkın gözünden kaçırmaktadır. (bkz. ÖD’nin geçmiş sayılarında konuya ilişkin yazılar.)

YAŞ toplantısı, bu toplantı öncesi gelişmeler –mahkemelerin harekete geçirilmesi–, şurada terfilerin engellenmesi vb., hükümet çevreleri ve liberaller tarafından “vesayet sistemi”nin darbe yemesi olarak sunulmuştur. Emekçi halk için, düzenin temel direği ordunun komuta heyetine kimlerin atacağı sorunu belki merak ve ilgi konusu olabilir. Ama halkın bütünüyle bu mekanizmanın dışında olduğu, oraya atananların temel görevinin halkı bastırmak olduğu gerçeği karşısında, bu merak ve ilginin başka bir alana yönelmesi gerektiği de ortadadır.

Bu ilginin düzenli ordunun dağıtılması, halkın genel silahlanmasının bunun yerini alması mücadelesine doğru ilerlemedikçe, işçi sınıfının ve emekçi halkın kendi kaderini kendinin belirleyemeyeceği, artık tarihsel olarak kanıtlanmış bir gerçektir. Bürokrasi ve düzenli ordu, modern burjuva devletin iki temel dayanağıdır. Tarihsel olarak mutlakiyetin gerilemesi ve yıkılması, meşruti monarşiler ve burjuvazinin gelişmesi ve egemen olması süreci, bu iki temel kurumun sürekli olarak geliştirilmesi ve yetkinleştirilmesi süreci olmuştur. Polis kurumu, gizli ve açık güvenlik örgütleri vb., bütün bu mekanizmayı tamamlamaktadır.

Devlet yapısı ne kadar gelişmiş, burjuva toplumu ne kadar oturmuş ve kökleşmiş ise, devletin örgütlenmesi de o kadar gelişmiştir. Bütün bu sistemin merkezinde de, mükemmel örgütlenmiş, bir ağ gibi toplumu yönetmek ve denetlemek üzerine kurulmuş bir bürokratik sistem bulunmaktadır. Önemli tüm devlet işleri kulislerde, dar çevrelerde karara bağlanır ve parlamentolar bu kararların kitleler önünde meşrulaştırıldığı organlar olarak görev yapmaktadırlar. Büyük burjuvazi, demokrasiyi, parlamentarizmi sürekli olarak biçimselleştirmekte ve güdükleştirmekte, halk kitleleri kendilerini ilgilendiren her önemli karar sürecinden sistematik olarak dışlanmaktadırlar.

Bu genel durum dikkate alındığında, tüm devlet ve yönetim işlerinin şeffaflaşması, işçi ve emekçi halkın her düzeyde kendi kaderini ilgilendiren karar ve yönetim mekanizmasına katılması mücadelesini geliştirmesinin önemi daha bir anlaşılır olacaktır. Demokrasiyi dar ve biçimsel şekillerden çıkaracak, onu, halkın kendini yönetme biçimine yaklaştıracak olan da budur. Bugün bunu sağlayabilmenin araçları ve yöntemleri bulunmaktadır. Burjuvazi, bu araçları, halkı denetleme ve gözetleme, baskı altında tutma amacıyla kullanmaktadır. Ama tam da burası, aynı zamanda, burjuvazinin tahammülsüzlüğünün, demokrasiye katlanamayacağının görüldüğü yer durumundadır. Halkın bu yöndeki her ciddi ilerlemesi, burjuvaziyi, egemen sınıfları demokrasiyi ortadan kaldırmaya doğru yöneltmektedir.

DEVLET VE HÜKÜMET

Modern burjuva toplumlarında, burjuvazinin egemenlik ve işçi sınıfı ve halk üzerinde sınıf diktatörlüğünün aygıtı olan mekanizma, devlettir. Mutlak olan ve devletin yapısını belirleyen olgu, burjuvazinin sınıf egemenliği ve diktatörlüğüdür. Burjuvazi bu sınıf egemenliğini, sınıf mücadelelerinin düzeyine, tarihsel gelişmenin özelliklerine göre, açık diktatörce yöntemlerle kullanabildiği gibi, burjuva demokrasisi yöntemleriyle de sürdürebilir. Bu, devletin çeşitli biçimler alabileceği gerçeğini ortaya koyar. Burjuvazinin sınıf hakimiyetinin en saf ve ideal biçimi burjuva demokrasisidir. Burjuva demokrasisi ne kadar gelişkin ve mükemmel bir düzeye ulaşmışsa, burjuvazinin sınıf hakimiyeti de o kadar gelişkin olur. Demokrasiye ilişkin bütün bu söylediklerimiz, kapitalizmin serbest rekabetçi dönemine uygun düşmektedir.

Tekelleşme ve emperyalizm dönemi, burjuvazinin demokrasiyi sınırlama ve ortadan kaldırma eğilimlerini güçlendirmiştir. Burjuva demokrasisi güdükleşmiş, seçim ilkesi daha fazla biçimselleşmiş, faşistleşme eğilimleri, faşist diktatörlükler kurma istemi yoğunlaşmıştır. Yakın geçmişte Almanya’da, İtalya’da, diğer bazı ileri ülkelerde ve bağımlı ülkelerde faşist diktatörlükler gündeme gelmiş, bilinen trajik olaylar yaşanmıştır. Daha geri ve bağımlı ülkelerde yaşananlardan ise uzun uzadıya söz etmenin bir gereği bulunmuyor. Bugün ise, batılı demokrasiler, bilinen teknolojik gelişmeleri, her vatandaşı denetim altına almanın ve gözlemenin aracı olarak kullanmaktadırlar. Artık “büyük birader” her yerdedir. Bütün bu söylediklerimiz, devletin, burjuvazinin sınıf egemenliğinin aygıtı olarak kaldığını, ancak biçiminde değişiklikler olabileceğini açıkça ortaya koymaktadır.

Buradan devlet ve hükümet ilişkisine geçebiliriz. En kısa tanımlama ile, hükümetleri, devletin işlerini yürüten komiteler olarak tanımlayabiliriz. Parlamenter sistemlerde seçimlerle işbaşına gelen hükümetler, devleti çalıştırma görevini üstlenirler. Bu, olağan bir “parlamenter demokrasi”nin işleyiş biçimidir. Ancak Türkiye gibi ülkelerin pratiğinde de görüldüğü gibi, anti-demokratik yönetim biçimlerinde de, hükümetler, seçimlerle değişmektedir. Bu durum, anti-demokratik devlet yapısını değiştirmemektedir.

Bu durumu şu somut örnekle açıklamak olanaklıdır: 12 Eylül askeri faşist darbesinin kurduğu anti-demokratik devlet yapısı aynı kalırken, cunta hükümetleri, sonrasında ANAP, DYP, ANAYOL, ANASOL, REFAHYOL, AKP vb. hükümetler birbirlerini takip etmişlerdir. Geri toplumsal yapıdan, dinin politik amaçlarla kullanılmasından, burjuva sınıfın genişlemesinden ileri gelen burjuva klik ve partilerinin kendi aralarındaki mücadeleler de, bu genel yapıyı değiştirmemiştir. Ama şunu da vurgulamak gerekir ki, devletin şekillenmesindeki bazı özgünlükler nedeniyle, hükümetlerin devlet mekanizması üzerinde tam kontrol kurma sorunu bulunmaktadır ve bu durum, bir mücadelenin konusu olmaya devam etmektedir.

Ama burada, bir gerçeğin altı kalınca çizilmelidir. AKP Hükümeti, gerek uluslararası büyük emperyalist burjuvazinin, gerekse de onunla işbirliği içerisindeki büyük burjuvazinin istek ve hedeflerini derinden kavramış, büyük sermayenin özgürce gelişmesi için yapılması gerekenleri gerçeğe dönüştürme konusunda fütursuzca adımlar atmakta kararlı bir hükümettir. Bu konuda Özal’ın ANAP’ı ile karşılaştırılabilir, ancak onu aşan bir kararlılık göstermiştir. Din ve yaşam tarzı konusunda defoları olsa da, büyük burjuvazinin çıkarlarını kararlılıkla savunan bir hükümettir. Büyük burjuvazinin bir bölümü ile ortaya çıkmış olan çelişkilerin temelinde, büyük burjuvazinin sınıf olarak biraz daha genişlemesi, bu yeni kesimlerin de ayrıcalıklardan yararlanma, kendini kabul ettirme mücadelesi bulunmaktadır. Başbakan Erdoğan bu durumu “yeni gelişmiş olanları içlerine kabul etmiyorlar, ya da çok seçkinci davranıyorlar” sözleri ile ifade etmektedir.

Sonuç olarak, şunu ifade etmek gerekir ki, bugün uluslararası düzeyde hükümetlerin otoritesinin daha fazla arttığı, devletlerin “güvenlik ve terör” bahaneleri ile daha fazla merkezileştiği ve güçlendiği, buna karşın büyük sermayenin çıkarlarının engelsizce yerine getirildiği bir süreç yaşanmaktadır. AKP Hükümeti de, bu genel akımın dışında değildir. Ülkenin kendi tarihinden, gelişiminden kaynaklanan ek sorunlarla birleştiğinde, bu genel gidişata ilişkin tablo renklenmekte ve çeşitlenmektedir. Ancak sorunun özü yukarıda çizilen genel çerçevenin ışığında anlaşılabilir ve karşı koyma ve mücadele etme hattı bu temelde kurulabilirse, sermayenin ve gericiliğin saldırısı püskürtülebilir, işçi sınıfının öncülüğünde demokrasi ve bağımsızlık kazanılabilir.

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑