Geçtiğimiz 12 Eylül’de “değişim” ve “12 Eylül darbesiyle hesaplaşma” teması üzerinden yürütülen bir referandum yaşadık.
Hükümet ve başta AKP olmak üzere faşist ve muhafazakar dinci, milliyetçi partiler, ezici çoğunluğuyla bügünkü düzenden hoşnutsuz olan halkın “değişim” özlemi üzerinde tepindikleri ve özellikle 12 Eylül faşist darbesi ve darbenin siyasal-hukuki sonuçları üzerine demagojik bir ajitasyon yürüttükleri referandumdan ciddi denebilecek bir başarıyla çıktılar: Yüzde 58. Geri kalan maddeleriyle asıl metnini kabul ettirerek meşrulaştırmak anlamına gelse bile, ’82 Anayasası’nın 26 maddesinin değiştirilmesine “evet” dedirtmeyi başardılar ve bu “evet”i, “yetmez, ama evet” kampanyası yürüten bir takım solcu eskisi liberalin de katılım ve desteğiyle, 12 Eylül ve 82 Anayasası karşıtlığı olarak pazarlamayı önemli ölçüde başararak, dayanakları çürük ve çelişkili olsa bile, bir zafer kazandılar. AKP’nin yanı sıra SP, BBP gibi partilerle sermaye örgütlerinden TOBB ve sendikalardan tamamen AKP yanlısı bir tutum izleyen HAK-İŞ’le Memur-Sen açıktan “evet”çi saflarda yer aldılar.
“Hayır” safları da karışıktı. Faşist MHP’den, Baykal sonrasında söylemde ve belirli tutumlarda bir farklılaşma sürecine giren ve siyaset sahnesinde kendisine eskisinden az-çok değişik bir yer edinmeye uğraşan CHP’ye, pek bir hükmü kaldığı kuşkulu milliyetçi muhafazakar DP’ye, burjuva partileri, “hayır” dediler. Bunlardan ciddi denebilecek bir “hayır” kampanyası yürüten neredeyse tek başına CHP oldu ki, onun kampanyası da, Baykal’ın parti örgütünü dışlayarak sürdürdüğü “tek adam show”unun bir devamı olarak yürüdü. Zaman zaman Kılıçdaroğlu tarafından “Genel Af” ve “görüşmeler yapılabilir” önerileriyle gevşetilse de, Kürt karşıtı bir milliyetçilikle, yine Kılıçdaroğlu tarafından yürütülen yoksulluk ve yolsuzluklarla geçim derdini konu edinen ajitasyonla çeşnilendirilen yargı bağımsızlığı ve kuvvetler ayrılığı adına eski hukuk örgütlenmesini savunma tutumu, aralarında nüanslar olsa da, bu burjuva partilerin “hayırcılık”larının temelini oluşturdu.
Referandum çalışmalarına güçbirliği oluşturarak katılan dört ilerici, demokrat ve sosyalist örgüt de “hayır” kampanyası yürüttüler. Onların “hayır” kampanyalarının dayanakları kuşkusuz farklıydı. Ne Kürt düşmanı bir zemine dayanıyor, ne de düzenin eski hukuki örgütlenmesinin savunmasını esas alıyordu. Tabii ki, EMEP, ÖDP, TKP ve Halk Evleri’nden oluşan bu dört örgütün temel yaklaşımlar bakımından tam anlaşma içinde olduklarını söylemek mümkün değildir. Kürt karşıtlığının belirli etkileriyle, “Cumhuriyet’in kazanımlarını savunmak” adına geçmiş hukuki örgütlenmenin şöyle ya da böyle savunulması, güçbirliğinin unsurları saflarında yer yer görüldü. Ancak yine de, “hayır” saflarında farklı bir ses durumundaydılar. Bu değişikliklerle, 12 Eylül Anayasası’nın değiştirilmek bir yana meşrulaştırılacağını, Anayasa’nın değiştirilmediğini, ama ona “AKP yaması” yapılmakta olduğunu savunmaktaydılar: Ne “demokratikleşme süreci”nden söz edilebilirdi, ne de demokratik bir Anayasa doğrultusunda adım atıldığından!
“Hayır” oylarının oranı yüzde 42 oldu.
“Evet” ile “hayır” yanıtlarının yanı sıra Meclis’te kabul edilip referanduma sunulan ’82 Anayasası’nın 26 maddesinin değiştirilmesine verilen bir diğer yanıt da “boykot”tu. Esas olarak Kürt partisi tarafından savunulup uygulanan “boykot” tutumu, kuşkusuz farklı gerekçelerden hareket eden, ancak bir kısmı da onun tutumuyla birleşme eğiliminde olan ilerici, demokrat, “solcu” gruplar tarafından da benimsendi.
Özellikle Kürt illerinde, ama belirli büyük illerde de Kürt kitlelerinin “boykot” çağrısına olumlu yanıt verdikleri görüldü. Boykot oranı Hakkari’de yüzde 94, Diyarbakır’da yüzde 67’ye ulaştı. Batman’da yüzde 63, Van ve Mardin’de yüzde 57 oranında boykot gerçekleşti. Iğdır yüzde 49, Muş yüzde 46, Ağrı yüzde 44 oranında “boykot” dedi.
RAKAMLAR… ZAFER Mİ?
Rakamlar net ve fark hiç de küçük değil. Yüzde 58 “evet”, 42 “hayır”. 16 puanlık fark var. Ya da 6 milyonluk.
Bu fark kuşkusuz önemli. Yüzeysel bir bakışla “zafer” demek. Zaten gerek başta Başbakan olmak üzere AKP yetkilileri, gerekse Tarafçılar başta olmak üzere “yetmez, ama evet”çiler hemen zafer ilan ettiler ve üst perdeden, burunlarından kıl aldırmaz konuşmalar yapıp yazılar yazdılar.
Başbakan daha referandumdan az önce “Hayır diyecekler darbecidir” dememiş gibi, “Evet diyenlerin de, hayır diyenlerin de ülkelerini sevdiklerini ve hem evet diyenlerin hem de hayır diyenlerin başbakanı olduğunu” açıkladı. Herkesi kucaklıyordu! Ancak şüphesiz referandum sonuçlarını AKP ve kendisi için, şahsen ve izlediği politikalar için verilmiş bir “güvenoyu” saydı. Referandum, zaten, başta CHP’nin ele alışıyla, değiştirilmek istenen Anayasa maddelerinin ne olduğu ve ne için ve hangi amaçlarla, ne yönde değiştirildiğiyle hemen hiç kimse ilgilenmezken, AKP ve Erdoğan için bir güvenoyuna dönüşmüştü. AKP ve saldırılarının önünü kesmek şüphesiz önemli ve gerekliydi, ancak saldırının somutluğu, yapılmak istenen değişikliklerle ulaşılmaya çalışılan hedef ve değişikliklerin içeriği bir yana bırakılarak bu elde edilemezdi. Bu yaklaşımla, “geçim derdi”nin yanı sıra daha çok “AKP’nin hizmetleri”, “türban” sorunu ve dine yaklaşım ve etkileri vb.nin, ama tümünün de ötesinde akılhocalarıyla AKP’nin usta bir manevrayla referandum kampanyasını üzerine oturttuğu, tüm halkın özlemi olduğundan kuşku duyulamayacak “değişim” ve “12 Eylül’le hesaplaşma” temalarının öne çıktığı ve AKP’nin elindeki bütün imkanları kullandığı bir “güven oylaması” yaşandı ve oylama hükümet partisi tarafından kazanıldı.
Yalnızca AKP ve Başbakan (ve arkadaşları) referandumun sonucunu zafer sayıp böbürlenmeye, üstten üstten konuşmaya, oylamadan hız aldığı ve kendisini yeterince güçlü gördüğü için örneğin “haydi, hemen türban sorununu çözelim” demeye başlamadı. “Yetmez, ama evet”çiler, başta Tarafçılar “kraldan çok kralcılık” yaptı, çok daha ileri gittiler. Her türlü değeri satışa çıkarmış olmanın verdiği rahatlıktan kaynaklanan satışçı alışkanlığı ve içselleştirilmiş gönül hoşluğuyla “ilk kez kazanan tarafta olmak”tan duydukları mutluluğu yaşayanlar gevrek gevrek gülüyor, kaybedenleri aşağılayıp kendilerince eğleniyorlar.
Örneğin Tarafçı Roni Margulies, ruh halini pek güzel yansıtan açıklıkla “Kıs kıs gülmemek gerek, biliyorum. ‘Hepimiz için hayırlı olsun’ demek, kapsayıcı olmak gerek. Yenilenin karşısına geçip el kol işaretleri yapmak ayıptır. Ama ben de insanım ve bazı zaaflarım var.” diye yazıyor. Anlaşılıyor, havalarda uçuyor! Başka örnekleri yok değil. Fazlasıyla var ve ne kazandılarsa, şişinip duruyorlar.
Gerek AKP, gerek AKP yalakaları kazanmasına kazandılar da, zafer elde ettiklerini düşünmek yanıltıcı olacak.
Evet, zafer; ciddi bir farkla kazandılar. Peki, gerçekten kazandılar mı? Fazlasıyla pratik bir yaklaşımla, ileri görüşlü olmayan ve yalnızca cebine giren paraya bakmakla yetinen, “kısa günün kârı” hesabını yapan bir tüccar bakımından kazandılar. Kazançlarının bundan sonra da getirisi olacaktır. Az şey elde etmemişlerdir.
Ama bu kadarı yarım gerçektir. Sarhoşluğunu yaşadıkları bir zaferden söz etmek herhalde mümkün değil. Belki Pirus Zaferi! Yani eldekini tükettiren, tükettirecek bir “zafer”!
Öncelikle, herhangi bir yasa maddesi değil, Anayasa değişiklikleri oylandı. Ve belki unutulup gidecek bir oylama olmadı yapılan. Saflar, “evet”lerle –AKP’lilerle liberal solcuların üzerine titredikleri– AKP ilişkisi tartışmalı olarak, ciddi biçimde ayrıldı ve sonradan toparlanmaya çalışılsa bile, “hayır” eğiliminde olan ve sonradan toplumun ciddi bir bölümünü oluşturdukları görülen “çoğunluk” gibi bir “azınlık”, milyonlarca kişi, oy kullananların yüzde 42’si “demokrasi düşmanı”, “darbeci” ilan edilerek, toplum neredeyse ortasından bölündü.Anayasaların toplumlharın “birlik” zemini olduğu varsayılır. En azından Jean-Jacques Rousseauu’dan bu yana, toplumları bir arada tutan siyasal-hukuki “toplumsal sözleşme” sayılırlar. Toplumlar; kendi aralarında belirli farklılar taşımalarına ve belirli siyasal mücadeleler yaşayacak olmalarına rağmen, belirli sürelerle de olsa, kağıda geçirilmiş anayasal ilke ve belirlemeler temelinde genel bir siyasal-hukuki birlik oluşturmak üzere, mevcut düzenin, bugünkü Türkiye’de kapitalizmin olumlanmasını ve savunulmasını içeren, ayrıntısında farklı eğilimlere sahip olabilecekleri, ama köşeleri ve çerçevesi belirli bir siyasal zeminde bir arada tutulmaya çalışılırlar. Gerçeği yansıtmaması bir yana, şimdi, oluşturulmuş kutuplaşmayla zedelenmiş olan bu “birlik”tir. “Darbecilik”, herhalde ve kesinlikle toplumun yüzde 42’sinin eğilimi değildir. Toplumun yüzde 42’si herhalde gerici faşist 12 Eylül Anayasası’nı savunmamakta ve üstelik 12 Eylül’den hiç hoşlanmamaktadır; bu faşist darbeyle, hatta şöyle ya da böyle bir mağduriyet yaşamıştır.
Darbecilik sorununun yanına, aralarında “havuzlu villa” türünden zengin-yoksul karşıtlığını yansıtan ya da yaşam tarzına ilişkin kaygıları veya bugüne kadarki dışlanmışlıklarının üstüne HSYK ve kararları suçlanırken hedef alınarak dışlanan Alevilerle taleplerinin tümüyle yok sayılmaları türünden başkaları da eklenebilir. Daha, kimlikleri ve taleplerini sahiplenmeleri, son seçimden bu yana eksilmek şöyle dursun büyüyen ve kararlı hale gelen Kürtler ve mücadeleleri var. Ve daha, henüz kimsenin fazla dikkatini çekmeyen, ama “dipten gelen” ciddi bir birikimle donanmakta olan işçi ve emekçiler var.
AKP, “şimdilik evet”çi Saadet ve Büyük Birlik partileriyle “yetmez, ama evet”çi liberal solcuları yanına çekerek, MHP’yi küçümsenmeyecek şekilde bölerek, hukuk düzenine isteğince bir biçim vermeyi başarmıştır başarmasına; ancak, önemli bir bölümünü pratik siyaset bakımından AKP karşısında kemikleşmeye iterek, toplumu da fena bölmüş, üstelik mevcut düzenin burjuva çerçevesini tartışılır hale getirmiştir.
Referandumda izlediği politikayla AKP, pratik bir zafer kazanmasına rağmen, burjuva düzenin hukuki çerçevesini tartışılır hale getirmesinin ötesinde, kendisini daha da ileriye taşıyacak bir tutum geliştirmemiş, kırıp dökerek ilerlemiş, karşısındaki safları daha ileriden bölüp kazanma ihtimali bırakmadan, yapabileceklerinin sınırında, elinden gelen her şeyi yapmış ve artık yapacağı hemen hiçbir şey kalmamış, kazancında iflasının koşullarını oluşturan, kazancıyla iflasını biriktiren bir tüccar görüntüsündedir.
Bu, en çok, hemen hiçbir kesimi bugününden memnun olmayan, bilinçle ve örgütlü olarak talep etsin etmesin, mücadelesini versin vermesin, iş ve en azından geçinebilecek bir gelir, beslenme, barınma, çalışma koşulları, kimliklere eşitlik, özgürlükler vb. vb.. her bakımdan yaşam koşullarında iyileştirmeler isteyen halkın “değişim” özlemi üzerinden yürüttüğü demagojiyle “kazanmış” olan AKP’nin “değişim”ci sahtekarlığıyla tamamen gerçek olan halkın değişim özlem ve talebi arasındaki –sadece makasın büyüklüğü ya da uçurum değil– karşıtlık nedeniyle böyledir.
Evet, referandumda, “evet” ve “evet” çalışması yapan, buradan güvenoyu almış görünen AKP kazanmıştır. Ancak “evet” oylarının yüzdesiyle, neoliberal saldırganlığını, tüm kazançları ve “zaferi”ni borçlu olduğu “değişimcilik” üzerine dayandırdığı referandum çalışması ardına gizleyebilen; sömürülen kitlelerin değişim özleminin henüz “nasıl bir değişim” noktasında fluluğundan yararlanarak, demagojik “değişim” pazarlamacılığıyla, gerici burjuva içerikli neoliberal yeniden yapılandırma amaç ve yönelimlerinin, bu yöndeki politika ve uygulamalarının üzerini örtebilen AKP’nin az-çok “çıplak” oylarının yüzdesi arasındaki fark, başta Erdoğan olmak üzere, AKP yöneticilerinin rüyalarına girecek ve onları dehşete düşürecek türdendir. 2007 genel seçimlerinde AKP oyları yüzde 47’yken, 2009 başındaki yerel seçimlerde yüzde 38’e gerilemiştir. 2008 ile birlikte milyonlarcasıyla işten atılan, gelirleri düşen ve geçim derdi büyüyen, okul ve dershane masrafları artan ve bunları karşılayamayan, tarımı tepetakla giden, hayvancılığı “ithal et” noktasına geriletilen, memuru performansa, ücretliliğe, sözleşmeliliğe sıkıştırılan, esnafı eskisi gibi sürdüremez hale gelen, “çalıştay” laflarına rağmen dışlanmasında ısrar edilen Alevisi, demokratik hareketine tasfiye dayatılarak “çözüm” diye kandırılmakta olan Kürdü, ırkçı milliyetçi yaklaşamlara tavır alınmadığı için “açılım” tartışmalarından olumsuz etkilenen şovenizmin etkisi altındaki Türküyle emekçi halkın, demagojiler bir yana, AKP’ye neden eğilim göstereceği sorusunun yanıtı olumlu değildir. Üstelik 2011 genel seçimlerine giderken, uluslararası ve yerli işbirlikçi sermayenin ihtiyaçlarını karşılamak üzere SGK’ya ilişkin yasalaştırılmış atılacak adımlar vardır. Alınmasına çalışılan bölgesel asgari ücret “önlemi” vardır. Referandumun sonucu yüzde 58 “evet”tir ve bu sonuç en çok AKP’nin kampanyasının ürünüdür, ama işte o kadar; AKP’nin gerçek durumunun kuşkusuz ki bu yüzde 58’lik oyla bir ilgisi yoktur!
YÜZDE 58’İ KOŞULLAYAN NE?
Bir kısmı üzerinde duruldu.
Ancak şu belli başlı etkenleri belirtmek gerek.
Birincisi, AKP’nin, sadece kırıp döküp karşıtlarını kemikleştirerek, kısa vadeli kazançlar için geleceği harcayan tutumlarıyla sınırlı olmayan elinden geleni ardına koymayışıdır.
AKP, bazı toplum mühendisleri, reklamcı ve siyasal analizci/anketçinin tersi sonuç verme olasılığına işaret ettikleri gibi bıkkınlık verircesine yoğun bir kampanya yürüttü. Kuşkusuz hiçbir parti sıkı çalışmak ve yoğun bir kampanya yürütmekle eleştirilemez; böyle yapmasından doğalı yoktur. Ancak AKP kampanyasının sorgulanmaya neden olacak birçok yönü vardı ki, bunların başında kampanya masrafları geldi. Havada zeplinler ve balonlar, duvar ve bilboardlarda afişler, binadan binaya ya da direkten direğe pankartlarla, medyaya verilen büyük yerler tutan ilanlarla, kampanyaya, on milyonlarca lira, belki de daha fazlası harcandı. “Değirmenin suyu nereden geliyor?” tartışmasına neden olan masraftan kaçınmama tutumu, AKP liderinin açıkladığı gibi “hazineden siyasal partilere aktarılan yardımlar”dan sağlanmış olsa bile, AKP’nin devlet olanaklarının kullanımı dahil, elinden gelen her şeyi yaptığının delilidir.
Başbakan “CHP de kullansaydı” demiş, hazine yardımlarından siyasi partilerin yararlandığını ileri sürmüş; hatta bu iddiasını ileri sürdüğü konuşmasını BDP’ye de seslenerek yapmıştır. CHP ve MHP’nin neden ne kadar harcama yaptıkları bizim sorunumuz değildir; ancak burjuva partileri arasındaki cüret edilebilen kampanya masrafları konulu uçurum, AKP’nin, para yönetimi konusunda tüccarlıktan gelme becerisi ne denli çok olursa olsun, herhalde “hazine yardımları”nı kullanmayı aşan bir “beceri”ye sahip olduğuna kanıttır. Geçmiş seçimlerin makarna, kömür, beyaz eşya vb. dağıtımlarının “partilere hazine yardımı”nın ötesindeki finans kaynaklarının, referandumda da harekete geçirildiği kuşkusuzdur ve AKP’nin bu alanda deneyimli ve bir şirketten ayırt edilemez olduğu bilinmektedir. Oğullarına karşılıksız gemi, damatlarının CEO’luk yaptığı şirketlere karşılıksız banka kredi bulanların yüksek kampanya masraflarına bir çözüm oluşturmazlık etmeyecekleri kolaylıkla tahmin edilebilir.
Ancak bunun ötesindeki sorun, referanduma katılan siyasal partilerin üç burjuva partisinden ibaret olmadığı, ama bu üç parti hazineden milyonlarca lira “yardım” alırken Meclis’te grubu bulunan BDP de içinde olmak üzere, çok sayıda partinin böyle bir gelir olanağının bulunmayışının oluşturduğu eşitsizliktir. Sadece görünmez kaynaklara erişimde değil, ama hazine kaynaklarından yararlanmada da eşitsizlik, sadece referandumun değil, tüm burjuva sistemin temelinde vardır. Siyasi partiyse, tümü siyasal partidirler; neden bazıları hazineden “yardım” alır bazıları almaz sorusunun “eşitsizlik”ten başka yanıtı yoktur. Sözde demokratikleşme peşinden koşan AKP burjuva demokrasisinin en demagojik argümanlarından olan “eşitlik”ten ne anladığını göstermiş, zaferi önemli ölçüde görünür ve görünmez gelir kaynaklarıyla bu eşitsizliğin gücüne dayanmıştır.
Üstelik AKP (ve diğer burjuva partileri) sadece devlet olanaklarından eşitsiz olarak yararlanmakla kalmamışlar; AKP, hükümet partisi olmanın nimetlerini, görünmez finans kaynaklarını harekete geçirmenin yanı sıra, ihale, ceza vb. teşvik ve/veya tehditleriyle yakın ve uzak çevresini, tarafsızları, hatta karşıtlarını, kendi yanında harekete geçmeye ikna ederken kullanmıştır. Bu kapsamda TÜSİAD yönetimi “bertaraf” olmakla tehdit edilmiş, Doğan grubuna ilan verilmeyerek parmak sallanmış, yandaş ve etki altına alınmaya çalışılan medya ilan gelirlerine boğulmuştur. Ancak açılan musluğun yalnızca “ilan gelirleri”nden ibaret olduğunu hiç kimse ileri süremez. Dağıtılan ve dağıtılma sözü verilen ya da önü kesilen veya açık ya da üstü örtülü verilmeyeceği tehdidi kulaklara kaçırılan ya da karşı çıkacakların zaten alamayacaklarını bildikleri ve tutumlarını ona göre ayarladıkları (“hizaya girdikleri”) irili ufaklı ihaleler ve sağlanan/sağlanacak ya da kesilen/kesilecek benzeri gelirler, AKP’nin çevresini, tarafsızları ve hatta karşıtlarını bir düzene sokmada kullandığı temel yöntemlerdendir. Medya alanında, yandaşlarının yalakalıkta ve asparagasçılığa varan gerçekleri tersyüz edicilikle yaptıkları yayınlarda beslemeciliğin tayin ediciliğinden şüphe duyulamayacağı gibi, örneğin Doğan grubu yayınlarının “hayır”ı desteklemeyi göze alamayış bir yana, habercilikte gerçeği aktarma tutumu bile alamayarak, AKP ve iddialarını da dengeleyici unsur olarak verme yoluna giden “tarafsız” bir pozisyon tutmalarında, bu gruba kesilmiş vergi cezalarının (yenilerinin kesilmesi ya da azaltılmalarının) baskısının tayin ediciliğinden de şüphe edilemez.
Parasal maddi eşitsizlik ve baskıların etki gücünün yanı sıra AKP’nin güncel zaferinin bir başka dayanağı yine maddi baskıyla ilgilidir. “Mahalle baskısı” olarak nitelenen, oysa gerici burjuva muhafazakar dinci, milliyetçi şoven zorbalık, özellikle MHP ondan aşağı kalmasa da, günümüzde esas olarak, hükümet partisi olan ve devletin maddi baskı olanaklarını da kullanan AKP tarafından uygulanmaktadır. Manevi yönüyle de tamamlanan maddi saldırganlığa, referandum sürecinde az başvurulmamıştır. AKP militanları ve polisin “hayır” kampanyası yürüten CHP’lilerin çalışmalarını bile engellemeye yönelik saldırganlığı, kuşkusuz en çok devrimci ve sosyalistlerin faaliyetlerini engellemeye yönelik olmuş ve özellikle Kürt partisinin uyguladığı “boykot” tutumunu kırmak üzere, “boykot”un anti-demokratik bir tutum olduğu propagandasıyla birlikte Kürt illerinde yoğunlaşmıştır. Zaten zilli ulusalcı cumhuriyetçi Doğan Heper’in “Güneydoğu’da hepimiz AKP’liyiz” diye açıkça yazdığı gibi, bölgede asker-sivil hemen tüm gericilik, seçimler kadar referandumu da demokratik Kürt hareketinin gövde gösterisi olarak görerek, AKP ve “evet”ini desteklemiştir.
Son olarak, örnekleri* geçen yerel seçimlerde görülen ve mahkemeye düşen “seçim hileleri”nin de sözü edilmelidir. Yüzde kaç puanlık etkisi olduğu/olacağı üzerine bir yorumda bulunmanın olanaksız olduğu, ama özellikle seçim kurullarında görev alan alt dereceli hakimler arasındaki cemaat örgütlenmesinin HSYK seçimlerinin kendileri tarafından yapıldığında sonuç alınacak kadar yaygınlığına güvenildiği, anayasa değişikliğinin iki temel maddesinden birinin bu güvenle öngörüldüğü dikkate alındığında bu yüzdenin hiç de küçük olmayacağı tahmin edilebilir.
ASIL ETKEN: “DEĞİŞİM” VE “12 EYLÜL’LE HESAPLAŞMA” DEMAGOJİSİ
AKP, referandum başarısını, asıl olarak, şüphesiz kendisinin icat etmediği*, ama “okyanus ötesi”ndeki “küçük” de değil, “büyük ağabey”den, araştırma kuruluşlarıyla da desteklenen gizli-açık resmi/gayrı resmi organlarından aldığı akıl ve yönlendirmeyle gündeme getirdiği “değişim” ve “12 Eylül’le hesaplaşma” argümanına borçludur.
Bu “hesaplaşma” demagojisini herhalde AKP’nin icat etmediği ortadadır. Çünkü daha birkaç ay öncesine kadar, AKP, liderinin ağzından “12 Eylül’ün yargılanması”nı “sulu şaka” olarak tanımlamıştır. Ve yakın tarihlere kadar 12 Eylül’ün faşist şefi Evren’e minnet borcu öder gibi yaklaşmış ve resmi devlet törenlerinde, açılışlarda onur konuğu olarak davet ederek, onu baştacı etmiştir. F. Gülen’in Evren’e ve 12 Eylül darbesine yaptığı “cennet mekan” övgülerin bunda payı büyüktür. Bu övgülerde de kuşkusuz bir yanlışlık yoktur; 12 Eylül, 24 Ocak Kararları’nı uygulayarak Gülen’in sırtını dayadığı Amerikalı efendilerle büyük tekelci sermayenin talebi olan ekonomik politikaları benimsediği gibi, darbenin lideri her konuşmasına Kur’andan ayetlerle başlayarak , imam-hatip okullarıyla Kur’an kurslarını alabildiğine yaygınlaştırarak dini gericiliğin önünü açmıştır. Üstelik darbeciler Amerikan devleti ile birlikte devletin bütün olanaklarıyla Fethullah Gülen’in yurt içi ve dışındaki tüm misyoner okullarını desteklemiştir.
YÖK ve hakem kurulları türü 12 Eylül kurumlarını devraldığı, MGK’ya yönelik tek bir eleştirisinin bulunmadığı, 12 Eylül Anayasası ile “gül gibi” idare ettiği, hatta onun getirdiği seçim barajlarına minnet borçlu olduğu, başlangıçta başka türlü hükümet olamayacağı gibi, bundan böyle de olamayacağı ortadayken, AKP’nin “12 Eylül karşıtı olduğu”na kimin inanacağı sorunu bir yana, böyle bir karşıtlığı ortaya atıp referandum sürecindeki tutumunu bu karşıtlık üzerine oturtma AKP ve akıldanelerinin aklına gelmezdi. Üstelik AKP 12 Eylül’ün açtığı neo-liberalizm yolunda kararlılık ve sebatla yürümüş, onun başlattığı özelleştirmelerle sosyal güvenlik kurum ve politikalarının tasfiyesini sürdürmüş, 12 Eylül’ün örgütsüzlüğü ve mücadelesizliği dayatan sendikal yasalarının azimli bir uygulayıcısı olmuştu.
Üstelik lideri Erdoğan, kendisini, Menderes’in yanı sıra sürekli Özal’la birlikte anıyor, Özal’a övgüler yağdırıyor, onun izini sürdüğünü ve devamcısı olduğunu ileri sürüyordu. Ama Özal da, 12 Eylül faşizminin ekibinden olduğu kadar 24 Ocak Kararları’nın mimarıydı!
Tutarlılığı bir tarafa, AKP’nin “12 Eylül karşıtlığı”nı gündeme getirmesi ve “12 Eylül’le hesaplaşma” argümanına sarılması, açıkça demagojiktir. Aksi halde, AKP ve liderinin kafasına saksı düşmesi gerektir. 12 Eylül’ün koltuğunun altında büyüyeceksin, onun devamı olan 28 Şubat’ın ürünü olacaksın, tüm politika ve uygulamalarını savunup sürdürecek, onlardan besleneceksin ve 12 Eylül’den otuz yıl, hükümet oluşundan üzerinden 8 yıl sonra, çıkıp “12 Eylül’le hesaplaşıyoruz” diyeceksin!
İşte bu yapılmış, 12 Eylül Anayasası’nın birkaç maddesinin değiştirilmesi girişimi “12 Eylül’le hesaplaşma” biçiminde ambalajlanmış ve bu mağduriyet istismarı başarılı da olmuştur.“12 Eylül’le hesaplaşma” ile yan yana, ona paralel ve aynı demagojinin daha genelleştirilmiş bir yönü olarak “demokratikleşme süreci”nden, böyle bir süreçte ilerlendiğinden, anayasa değişikliklerinin bu kapsamda olduğundan söz edilmiş, “değişim” sihirli sözcük olarak ileri sürülmüştür.
Ergenekon soruşturmaları, generallerin tutuklanmaları, “Kürt açılımı”, Alevi Çalıştayları, İsrail’e karşı mazlum Filistinlilerin yanında yer alma… tüm bu ve benzeri –çoğu söylem niteliğinde ya da gericiler arası çekişme içerikli– gelişme, anayasada yapılmak istenen hukuki bir dizi değişiklikle birlikte, yanlarına, işçilere “iki sendika hakkı”, memurlara “toplusözleşme hakkı”, Anayasa Mahkemesine “bireysel başvuru hakkı” gibi “haklar” da katılarak, “reformlar”, hatta “devrim”, ama mutlaka “demokratikleşme süreci” olarak işlenen AKP “değişim”ciliğinin dayanakları olarak sunuldu. Darbeler ve darbecilerle mücadele ediliyor, “askeri vesayet rejimi” ve militarizmin tasfiyesi için uğraşılıyor, Türkiye demokratikleştirilmeye çalışılıyordu. AKP dört bir yanda “değişim” rüzgarı estirmeye, ne denli “değişimci” olduğunu pazarlamaya yöneldi. Kendi icat etmese bile, halkın değişim özlem ve talebinin istismarının pirim yaptığı biliniyordu, kanıtlıydı. Öyleyse “değişim” denmeli, değişitiriyoruz diye ilerlenmeliydi! Değiştirilenin ne olduğu, yerine ne konmakta olduğu fazla önemli değildi. Hiç değilse halkın bu bilinç ve örgütlülük düzeyinde önemli değildi. Mevcut sömürü ve zorbalık koşullarında nefret küçümsenir gibi değildi: Değişsin de nasıl değişirse değişsin eğilimi baskındı. AKP tarafından değerlendirildi. Şimdiye kadar 12 Eylül’ün ’82 Anayasası çok kez değiştirilmiş, son referanduma gelinceye kadar 77 maddesi “yenilenmiş”, ama demek ki hala, 12 Eylül Anayasası olarak kalmıştı. Bunca “değişim”e rağmen, şimdiye kadar, hiç kimsenin aklına “12 Eylül’le hesaplaşma” gelmemişti. Bu kez “değişecek”ti, bu kez “demokratikleşiyor”duk!
Sanki eskiden hiç değişmemiş gibi, bu kez “değişim”e olağanüstü anlamlar yüklendi. Değişmesi söz konusu olan 12 Eylül Anayasası’nın bazı maddeleri olduğuna göre, “12 Eylül Anayasası’nın değiştiği”nden söz açılabilir ve içeriği önemli sayılmadan, “12 Eylül’le hesaplaşıldığı”, dolayısıyla “değişim”in “demokratikleşme” anlamına geldiği ileri sürülebilirdi! Böyle yapıldı.
Ve sadece anayasa değişikliği de değildi. Arkada, Ergenekon soruşturmalarında, YAŞ kararlarında, general tutuklamalarında, Kürt ve Alevi “Açılımları”nda, İsrail’e karşı tutumlarda birikmiş “koca” bir “değişiklikler” yığınağı vardı!
Sanki 28 Şubatçılarla 27 Nisan Muhtıracıları, Ç. Birler ve Y. Büyükanıtlarla hesaplaşmaya eğilim gösterilmiş, sanki Ergenekon davalarında “içeride” tek bir general kalmış gibi.. Sanki Kürtlerle Alevilere eşitlik peşine düşülmüş, sanki iktidar dizginlerini AKP’nin ele alması bir yana işçiye, memura, köylü ya da esnafa bir hak tanınmış, basın ya da örgütlenme özgürlüğü sağlanmış, TEKEL’ciler işe geri alınmış gibi.
AKP ve onunla el ele, onun hükümetinden nasiplenen “yetmez, ama evet”çi liberal sol, A. Bayramoğlular, Tarafçılar, Çandarlar, H. Cemaller, O, Çalışlarlar.. referanduma giderken safları şöyle belirlediler: Bir yanda “değişimden yana olan”, kimine göre “askeri vesayet rejimi”, kimine göre “derin devlet diktatörlüğü”nü tasfiye edecek bir “demokratikleşme”yi benimseyenler, bu yönde atılacak adımlara “evet” diyenler vardı. Bunun için “12 Eylül’le hesaplaşma”ya soyunmuşlardı, “12 Eylül Anayasasını değiştirme”ye çalışıyorlardı. Karşılarındaysa statüko vardı. Statükoyu, “12 Eylül rejimini ve 12 Eylül Anayasasını savunanlar”, “askeri vesayet rejiminin değişmesini istemeyenler” “demokratikleşmeye karşı çıkanlar” referandumda “hayır”ı benimsiyorlardı!
Safları böyle tanımlama ve “evet””i öfke duyulan neoliberal uygulamalarla tahkim edilmiş kapitalist sömürü ve zorbalık koşullarında genel bir “değişim”e, “12 Eylül’le hesaplaşma”ya ve anayasasını değiştirmeye “evet”; “hayır”ıysa “12 Eylül ve Anayasasıyla darbeleri ve sair kötkülükleri savunmak” olarak ortaya koymak sadece demagojidir. Ama etkili de olmuştur. Bu Amerikan malı, pahalı demagojik kampanyanın üstesinden gelinememiştir.
Nedeni açıktır: Toplumda 12 Eylül’den mağdur olmayan hemen hiçbir sınıf ve tabaka yoktur. 12 Eylül ilk elde sendikalarını yasakladığı işçilerin, ücretlerini dondurmuş, onları sendikalarda örgütlenemez ve grev ve hakkıyla toplu sözleşme yapamaz bir noktaya sıkıştırmıştır. Küçük üreticileri aslanın ağzına atmış, piyasanın dişlileri arasında ezilmelerinin yolunu açmış, onları, ardından gelen Özalların, Çillerlerin ve özellikle Erdoğanların sürdürdüğü yok oluş sürecine sürüklemiştir. Köyler asker, jandarma zorbalığından çok çekmiştir. Memurlar, sendikasızlaşma dayatmasıyla 12 Eylül faşist darbesinde tanışmış, sendikalarını yeniden yıllar sonra kurabilmişler, ama hala grev haklarını alamamışlardır. Bugünün orta yaşlıları, hatta yaşlıları olan 12 Eylül döneminin gençleri, darbenin en başta gelen mağdurlarındandır. 12 Eylül Kürtlere kan ağlatmış, Sünni İslam’ı dayatarak Alevilerin de hiçbir hak tanımamıştır. Öte yandan devrimci, sosyalist ve solcuları cezaevlerine doldurup asar ve öldürürken, darbeyi ve onun “kardeş kavgasını önleme” gerekçesini topluma kabul ettirebilmek üzere faşistleri de, bir süreliğine olsa bile cezaevlerine doldurmuş, hatta birkaçını da idam sehpasına çıkarmıştır. Partileri kapatılan ve liderleri sürgüne yollanıp siyaset yapmaları yasaklanan CHP’lisi de 12 Eylül’den çekmiştir, Adalet Partilisi (DYP ve sonra DP) de. Hasılı, toplumda 12 Eylül’ü benimseyecek hemen hiç kimse bulunmazken*, imkan bulursa üstüne yürüyeni, küfür edeni ve lanet okuyanı çoktur.
Üstelik “değişim” “12 Eylül”le sınırlı da sunulmamış, geniş tutulmuştur. Genel olarak hukuksuzluk koşullarının “değişimi”, “askeri vesayet” koşullarının “değişimi”… Ve oyuna başvurulan halkın öfke duyup nefret ettiği, ama özlediği ne varsa, tümüne ilişkin olarak ima edilen “değişim”. Tümünü değiştirmek üzere ilk adımları atılan bir “değişim”! İsteyen istediği gibi anlayabilirdi. Halka algılama özgürlüğü tanınmak üzere, ucu açık bırakılmıştı. İsteyen, halka saldırının doruklarından biri olan GSS’yi örneğin, bir iyileşme olarak anlayıp, “değişiyoruz” diye sevinebilir, isteyen inşaat sektörünün TOKİ’li vurgunculuğundan “işsizliğin giderildiği”ni anlayabilir ve “değişim”in ikna ediciliğine kapılabilirdi.
Masraftan kaçınılmayan kampanyayla, tüm imkanlar kullanılıp, neredeyse tüm medya harekete geçirilerek “12 Eylül’le hesaplaşılmakta olduğu” demagojisi, allanıp pullanarak, iyi ambalajlanarak pazarlanan darbecilerin tasfiyesi yolunda ilerlendiği, demokratikleşme sürecinin sürdürüldüğü, değişimin gerçekleştiği yalanı sonuç verdi.
“Hayır” saflarının karışıklığı, 12 Eylül’ü ve Anayasasını gerçekten savunan MHP gibi partilerin de “hayır” diyor olması, üstelik “hayır”ı, başlıca Kürt düşmanlığına ve barış karşıtlığına dayandırmaları, değişikliğe konu olan gerici hukuk düzenini savunmaları, “hayır” tutumunun ikna ediciliğini zayıflattı ve bir kez daha ne kadar geniş kesimler, ne kadar çok siyasal parti bir tutumda birleşirse o kadar büyük güç oluşur görüşünün yanlışlığı pratikte kanıtlandı.
Etki güçleri zaten düşük ve örgütlenme ihtiyaçları büyük olan devrimci, sosyalist güçler de bu demagojik kampanyanın üstesinden gelemeyince, görece yüksek “evet” yüzdesi kaçınılmaz oldu.
REFERANDUMLA DEĞİŞTİRİLMEK İSTENEN NEYDİ?
Oysa referandum, kuşku duyulamaz ki, bir “demokratikleşme süreci”nin unsuru ya da “12 Eylül’le hesaplaşma”nın, “askeri vesayet rejiminin tasfiyesinin” belirtisi olarak yaşanmadı. Kim, hangi liberal solcu örneğin, referandumdan bu yana Türkiye’nin demokratikleştiğini ileri sürebilir? Ne değişti?
Ya da referandumla değiştirilmek istenen neydi?
Tamamen dolgu maddesi olarak değer taşıyan “ombudsman”, “memura toplu sözleşme hakkı”, “Anayasa Mahkemesine bireysel başvuru hakkı”, “birden fazla sendikaya üyelik hakkı” türünden değişiklik maddeleri bir yana bırakılırsa, ki bırakılmalıdır, Baykal bile zamanında 24 maddede fikir birliği halinde olduklarını, iki maddenin ayrılması durumunda 24 maddeye “evet” diyeceklerini açıklamıştı. Geriye kalan iki madde, değişikliğin asıl ilgili maddeleridir ki, bu iki madde de hukuki düzenin örgütlenişine ilişkindir.
HSYK’nın örgütlenişine ve üye seçimine/atamasına ilişkin maddeyle Anayasa Mahkemesi’nin örgütlenişine ve üye seçim/atama yöntemine ilişkin madde.
Değişiklik öncesinde, gerek Anayasa Mahkemesi ve gerekse hakim ve savcı atamalarını yapmakta olan HSYK, az sayıda seçkinden oluşmaktaydı ve kurul üyesi seçkinler, tümü hakim ya da savcı da değillerdi. Hukukçu olmaları şartı aranmıyordu. Ama bir şey kesindi ki, kurul üyeleri, kapalı devre seçimle belirleniyorlardı. Başlıca, hakimler oligarşisi ya da jüristokrasi kendi kendisini seçiyor, idare edip gidiyorlar ve hukuk sistemi sağlam kazığa bağlanmış olarak kalıyordu.
Son seçim ya da atama, cumhurbaşkanı tarafından yapılıyordu; ancak her iki kurul için de Yargıtay, Danıştay vb. (Anayasa Mahkemesi için, ilaveten, Askeri Yargıtay, Askeri Yüksek İdare Mahkemesi ve YÖK de seçimlere katılıyordu) aday gösteriyor ve cumhurbaşkanı, yüksek yargı organlarının gösterdikleri üç aday içinden birini seçiyordu.
Son atamaları cumhurbaşkanı yapmasına rağmen, değişiklik öncesi, yüksek yargı her iki kurulun, Anayasa Mahkemesi ile HSYK üyelerinin belirlenmesinde ciddi söz sahibiydi. Dolayısıyla hukuk sistemi iki yandan da garantiye alınmıştı: Hem hakimler oligarşisi, hem de düzenin süzerek başına oturttuğu cumhurbaşkanı ile hukuki tahkimat pekiştirilmişti.
Değişiklikle, hakimler oligarşisini oluşturan yüksek yargının yetkileri budandı. Birincisi, cumhurbaşkanının yetkileri artırıldı; artık onun doğrudan seçtiği hakimler ve hakim olmayan seçkinler olacak. Ve eskiden farklı olarak Anayasa Mahkemesi’ne TBMM de üç üye seçecek. Yani, bu mahkemenin siyasallık düzeyi yükseliyor.
HSYK’ya gelince ise, sayıları artırılan üyelerinin dördünü doğrudan cumhurbaşkanının seçecek olmasının yanı sıra on üyesi de, eskiden farklı olarak, birinci sınıf hakimler tarafından seçilecek.
Hem Anayasa Mahkemesi ve hem de HSYK üyelerinin belirlenmesinde, yüksek yargının etkisi azalmakta, ama ilk kez Anayasa hakimleri seçimiyle yetkilendirilen TBMM ve eskiden zaten yetkili olan cumhurbaşkanı ile (HSYK açısından) alt-düzey hakimlerin etkisi artmaktadır.
Referandumun değiştirilmelerini kararlaştırdığı iki maddeyle yüksek yargı organlarının yeni düzenlenişi, “hesaplaşıldığı” ileri sürülen 12 Eylül’ün faşist şefi Evren’in bile kendi üzerine almaktan kaçındığı oranda yetkiyi cumhurbaşkanına vermekle, tarafsızlığı ileri sürülen, ama öyle olmadığı herkesçe bilinen cumhurbaşkanının yanı sıra TBMM’yi işe karıştırarak yüksek hakim atamalarını ileri düzeyde siyasallaştırmakla ve hakim ve savcılar içindeki gücünden emin olunan Fethullahçı örgütlenme aracılığıyla bu siyasallaşmayı bir de cemaatçi/dinsel sağlam kazığa bağlamakla eskisinden ayrılmaktadır. AKP’nin “12 Eylül’le hesaplaşma” ve “demokratikleşme” olarak sunduğu, önsel olarak olumlu ve iyi ilan ettiği “değişim”in aslı astarı budur. AKP’nin “değişimci” “demokratik” pazarlamasında anlaşılmaz hiçbir şey yok. Destekçisi “yetmez, ama evet”çi liberal “AKP solculuğu”nun da, bu “değişimi” onaylaması ve onda yetersiz de olsa demokrasi bulması, anlaşılmaz olmadığı gibi, demokratlıklarının tam bir göstergesidir. “AKP solculuğu”nun demokratlığı, cumhurbaşkanının tek seçicilik müessesesi olarak benimsenişi kadardır! Bir de önünde diz çökülen Fethullahçılık ve Meclis’in demokratlığının benimsenişi kadar!
EMPERYALİZM, BURJUVAZİ VE REFERANDUM
Referandum öncesinde “12 Eylül’le hesaplaşma” ya da “demokratikleşme süreci”ne ilişkin yapılan söylem yığınağının tümüyle demagojik içeriği, emperyalistlerle işbirlikçi büyük burjuvazinin referanduma ilişkin tutumlarında da görülmektedir. Gerçi “AKP değişimciliği” ve “demokratizmi” övgüsü yapanların, AKP’liler ve liberal solcuların “küreselci dönüştürücü” emperyalizm ve burjuvazi övgüsü yaptıkları da bilinmektedir. Örneğin Amerikan emperyalizmi ve etrafında oluşturduğu savaş koalisyonunun Irak’a ve Afganistan’a da demokrasi götürmeye çalıştıklarını, bu ülkeleri demokratikleştirmeye uğraştıklarını savundukları hatırlanacaktır. Ama gerçekler ortadadır: Yakılıp yıkılan Irak’a “demokrasi” değil, bombalara ölüm gitmiş, milyonlarca Iraklı öldürülmüş ve sakat bırakılmıştır.
Bizdeki “demokratikleşme süreci” de benzer içeriklidir. Ve bu nedenle Irak gibi başka ülkelere “demokrasi” götürme yalanıyla sömürgeciliği pekiştirmeye çalışanlar tarafından desteklenmiştir.
“Değişimci” Obama’nın, hemen referandumun ertesinde, hiç vakit geçirmeden aradığı “değişimci” Erdoğan ve AKP’sini kutlaması, herhalde “devrimci”den “devrimci”ye bir kutlama değil, dünyanın bir numaralı emperyalist gerici başının Türkiyeli gerici başını kutlamasıdır. Obama, telefonla aradığı Erdoğan’a, “referanduma katılımın Türk demokrasisinin dinamizmini yansıttığını ve kendisinin bunu takdir ettiğini” söylemektedir.
Tıpkı 12 Eylül darbesini duyunca, “bizim çocuklar başardı” diyen ABD başkanı gibi, bu kez, tarihin cilvesiyle “12 Eylül’le hesaplaşma” demagojisiyle sonuç alarak halka bir başka darbe vuranları kutlaması, referandumun sonucunun niteliği hakkında fikir vericidir.
AKP ve sahte demokratizmi, aynı desteği AB yetkililerinden de almıştır. Avrupa Komisyonu’nun Genişlemeden Sorumlu Üyesi Stefan Füle’nin sözcüsü Angela Filote, düzenlediği basın toplantısında anayasa değişikliğine ilişkin referandumla ilgili sorular üzerine, “Paketin içeriği doğru yönde” demiş ve eklemişti: “Anayasa paketi, Türkiye’de demokrasinin işleyişiyle ilgili bazı sorunlara çözüm getiriyor.” Kılıçdaroğlu tarafından meydanlarda AKP tarafından “pahalı hediyeler”le ödüllendirilmekle suçlanan AB yetkililerinden aynı Fülle, referandumun ardından Brüksel’de kendisini ziyaret edip sitemlerini aktaran Kılıçdaroğlu’nun yüzüne karşı yine “Türkiye’nin AB’ye katılım sürecinde bu anayasa paketini iyi yönde atılmış bir adım olarak görüyoruz.” demiştir. Yine Avrupa Parlamentosu Başkanı Jerzy Buzek, “Demokrasi, Türk vatandaşları tarafından yükseltildi. Referandum sonucu Türkiye’yi Avrupa hedefine bir adım daha yakınlaştırdı, ancak bunu izlemesi gereken unsurlar var.” derken, Avrupa Konseyi Genel Sekreteri Thorbjorn Jagland, “Türkiye’nin Avrupa’ya yaklaştığını gösteren bir işaret.” değerlendirmesini yapmış, Türkiye-AB Karma Parlamento Komisyonu Eş Başkanı Helene Flautre, sonuçları “Cesaret verici bir haber” olarak nitelemiş, Almanya Dışişleri Bakanı Guido Westerwelle, “Referandum sonucunu memnuniyetle karşıladığı”nı açıklamış, İsveç Dışişleri Bakanı Carl Bildt’se, “Referandum sonuçları memnuniyet verici. Türk halkı, reform politikalarına devam yönünde oy kullandı.” şeklinde beyanat vermiştir. İlerlemedir, reformdur, demokrasinin yükselişidir vb.! Emperyalistlerle işbirlikçiler el ele “demokratikleşme süreci”ni gerçekleştirmişlerdir! Al birini vur ötekine! Demokrasilerini de başlarına!
Amerikan ve Avrupa burjuva gazeteleri de, bazıları AKP’nin politika ve yönelimleri hakkında bazı endişeler belirtseler de, yine AKP demokratizmini selamlamışlardır!
En “iyisi” görünen, “Türkiye tarihi bir reform sürecinden geçiyor. Ancak Erdoğan’la ilgili endişeler tamamen temelsiz de değil.” diyen BBC’dir. Diğer bazıları şu tür yazılar kalme almışlardır:
New York Times: “Halen Müslüman Ortadoğu’nun en güçlü demokrasisine sahip olan Türkiye, pazar günkü referandumla özgürlükleri daha da güçlendirdi.”
Independent: “Referandumun sonucu, Türkiye’nin büyük oranda merkezileşmiş, yarı-demokrasisinden, daha Avrupai bir demokrasiye geçişi gösteriyor.”
Guardian: “Seçmen anayasa değişikliklerine destek verdi, askerler ve hakimler kaybetti. Türkiye köklü bir değişime hazırlanıyor.”
Times: “Türk ordusu savaşı kaybetti. Sonuç Türkiye’nin askerci geleneğine büyük bir darbe.”
Washington Post: “‘Evet’ çıkmasıyla Türk halkı askeri dönemin kanunlarını reddetti.”
Guardian: “Geçmişi baskı ve askeri darbelerle dolu bir ülkede sessiz bir devrim gerçekleşiyor. Üstelik bu devrim kansız ve demokratik bir şekilde hayata geçiyor.“
Dış destekler tamamdır, emperyalistlerin onayı alınmıştır da, içeride durum nedir, burjuva gericiliğin, sözcülerinin tutumu nedir? Kuşkusuz değişikliğin arkasındadırlar. Tutumlarını “destek” sözcüğüyle nitelemek gerçeği tam yansıtmayacaktır; AKP, burjuvazinin çıkarlarının ifadesi olan ve ihtiyaçlarını karşılayan değişiklik adımlarını atmıştır. Tümünü atamamıştır kuşkusuz, ama değişikliklerin burjuvazinin talep ettiklerinin bir bölümü olduğu ve AKP’nin uygun şartlarda devamını getireceği şüphesizdir. Örneğin TİM Başkanı M. Büyükekşi, “Bu yetmez, yeni anayasa lazım” diyerek tam da bunu belirtmiş ve devam etmiştir: “Ülkemiz için hayırlı olsun. Biz TİM olarak görüşümüzü zaten açıklamıştık. Anayasa değişikliğini danışmanlarımızla incelemiş ve olumlu bulduğumuzu söylemiştik.”
İTO Başkanı M. Yalçıntaş’ın görüşleri de aynı yöndedir: “Halkın onayladığı bu anayasa değişiklikleriyle Türkiye sadece daha demokratik bir ülke olmakla kalmayacak. Aynı zamanda ekonomik gelişmesinin hızlanacağını ve istikrarını muhafaza edeceğine inanıyorum. Referandum sonucunun hayırlı olması diliyorum, Türk milleti büyük sağduyu örneği göstererek tercihini ortaya koydu.”
Türkiye İnşaat Sanayicileri İşveren Sendikası (İNTES) Başkanı Şükrü Koçoğlu, “Türkiye bir demokrasi sınavından daha başarıyla çıkmıştır.”derken, TUSKON Başkanı Rızanur Meral “Türk insanı her zaman olduğu gibi tercihini yine ilerleme ve gelişim yönünde kullandı. Referandumun en önemli sonucu, Türk halkının burada tercihini değişimden, gelişimden ve demokrasiden yana kullanmış olması” değerlendirmesini yapmış, TİSK Başkanı Tuğrul Kudatgobilik’se “Türkiye’nin bu demokrasi sınavını da başarıyla geçtiğini görmekten sevinç duyduklarını” açıklamıştır.
Peki, referandum sonuçları karşısında, öncesinde “taraf” ya da “bertaraf” olma seçeneğiyle yüzyüze olduğu tartışılan TÜSİAD’ın pozisyonu ne olmuştur? TÜSİAD’ın örneğin MÜSİAD’la ya da geleneksel büyük burjuvazinin aralarına yeni katılan ve “yeşil sermaye” olarak tanımlanan, son yıllarda özellikle devlet olanaklarıyla palazlanan burjuva kesimlerle bir sürtüşme içinde olduğu biliniyor. Daha çok yeni palazlanan ve “yeşil sermaye” denilen burjuva kesimlere teveccüh göstermesi nedeniyle AKP ve burjuva kesimlere ilişkin yönelimleri konusunda tedirginlikleri olan TÜSİAD’ın önceki Anayasa hazırlıklarının –belki vurguları bir yana– AKP değişikliklerinden pek de farklı olmadığı gibi, onları öncelediği biliniyor. Dolayısıyla değişikliklerin TÜSİAD’ın karşı çıktığı ve hele bu seçkinler klübüne doluşmuş büyük burjuvazinin çıkar ve ihtiyaçlarını yansıtmayan değişiklikler olduğunu söylemek olanaklı değildir. Zaten referandum sonrası TÜSİAD Yüksek İstişare Kurulu toplantısında konuşan Ü. Boyner, ”demokratikleşme, hukuk, yargı sistemi ve anayasa konularında pek çok rapor hazırlamış kurum olarak” “derneğin 1990’lardan bu yana “demokrasi davasının bayraktarlığını” yaptığını ileri sürerek, “bir gecede demokrat olunamayacağı”nı vurguladı. Ve işte neoliberalizmle “demokrasi” ve hukuk sistemi arasında Boyner’in kurduğu ilişki: “..yeni dünyada piyasaların düzgün şekilde, yersiz ve faüllü müdahalelerle engellenmeden çalışabilmeleri için iyi işleyen bir demokrasi ve hukuk sistemi vazgeçilmez şartlardı. Bugün piyasa-demokrasi,hukuk arasındaki bu temel ilişkinin geçmiştekinden bile daha önemli olduğuna inanıyoruz.” TÜSİAD’ın “küreselleşme” ve neoliberal politika ve uygulamalarla uyumlu bir “demokratikleşme” ve hukuk sisteminin yeniden yapılandırılması konusunda AKP’nin gerisinde olmadığı kesindir.
TÜSİAD “bertaraf” mı olmuştur? Tabii ki olmamıştır, ama bu seçkinler kulübü, büyük burjuvazi için en uygun sömürü ve egemenlik koşullarını istemekte ve bu konuda AKP ile şüphesiz ki anlaşmaktadır.
REFERANDUM HARİTASI NEYİ GÖSTERİYOR?
Referandumun ardından yayınlanan sonuçlara (“evet”, “hayır” ve “boykot” oylarına) ilişkin harita az çok genel ve yerel seçim sonuçlarını gösteren haritalara benziyor.
Ülkenin en gelişkin bölgeleri, kapitalizmin ve işçi sınıfının, modern sınıf ilişkilerinin geliştiği yöreler, Trakya’dan başlayarak, Balıkesir, Aydın, Manisa ve Denizli’yle Uşak’ı da kapsayarak, İzmir başta olmak üzere Ege illerini, Akdeniz bölgesini ve Adana, Mersin ve Antakya’yı içine alan bölgeyle Eskişehir “hayır” bölgesi olarak ortaya çıktı. Geri kalan; “hayır” ve “evet” oyları arasında az bir fark bulunan ve yine ülkenin en gelişkin yörelerinden olan İstanbul-İzmit (ve Gebze) dışında kalan bölgeler; Gaziantep, Kayseri türünden geleneksel ilişkilerin etkisinin hala güçlü olduğu, ama kapitalizmin gelişmesinin yakın tarihlerde ileri mesafeler katettiği yöreler bir yana bırakılırsa, ülkenin az gelişmiş, geri iç ve orta bölgeleri, kuzey ve doğu Anadolu “evet” bölgeleriydi. Hemen tüm güneydoğu yani Kürt illeriyse “boykot” bölgesi oldu.
Bu üç bölge, gözlenebilir biçimde birbirlerinden ayrıldılar.
Bazıları, bu bölünmeyi görmezden gelmeyi ya da önemsizliğini belirtmeyi tercih etti. Bazılarıysa, tersine bu bölünmeyi, “sol”un da üzerinden yürümesi gereken, ülkenin temel ve kalıcı bölünmesi olarak değerlendirdi.
Tartışma ve rivayetin muhtelif olduğu değerlendirmeler, “12 Eylül’le hesaplaşma”, “demokratikleşme” ve “değişim” demogojilerinin etkisi pek dikkate alınmadan “evet” ile “hayır” oyları üzerine yapıldı.
Ülkenin “evet”, “hayır” ve “boykotçular” olarak bölünmesi yerine, geçen seçimlerle referandumdaki AKP (ve destekçileri) ile “üç muhalif parti” arasındaki kıyaslamalı oy ilişkisinin değerlendirmesini geçirme yolunu tutan “toplum mühendisleri”nden yeni AKP sempatizanı Tarhan Erdem, referandumun sonucunu, “muhalif” partiler arasındaki oy dağılımını nasıl net biçimde kestirdi ya da üçünü bir arada nasıl değerlendirebildiyse, “3 muhalif parti geriledi” şeklinde özetledi.
Yine “toplum mühendisi” bir anketör olan Adil Gür, “29 Mart yerel seçimlerinden sonra da sıkça dillendirilen, bu referandumdan sonra yine gündeme getirilen bu ‘üç ayrı renk’ söylemini, abartılı, yanlış ve ülkemizin geleceği açısından da ayrıştırıcı olması nedeniyle tehlikeli buluyorum. Güneydoğu’daki bazı illerde katılım oranının düşüklüğünü diğer ikisinden ayrı değerlendirmek gerek. Akdeniz’de veya batıda sahillerin rengi meselesine gelince; aslında bu resim Ak Parti iktidarı ile birlikte ortaya çıkmadı. 1995’te iktidarın büyük ortağı olan RP de bu bölgelerde genel ortalamanın çok altında oy alıyordu.” değerlendirmesini yaptı. O da, “evet” ve “hayır”lara verilen oylar yerine parti ayrımlarını geçirdi.
Başbakansa, önce “kumsal” diye küçümsedi “hayır bölgesi”ni. “Evet” bölgelerinin az gelişmişliğine bakmadan övünmeye girişti. Yavaş yavaş yüzde 42’lik “hayır”ın nedenlerinin araştırılmasının gerekli olduğunu düşünme noktasına geliyor!
Öncelikle tüm “hayır” oyları CHP ile özdeşleştirildi ve kolaycılıkla genel bir sol, sosyal-demokrat eğilimin ifadesi sayıldı. Oysa çoğu “hayır” oyunun CHP tarafından alınması bir veri olmakla birlikte, “hayır”ların ülkenin kapitalizmin daha gelişkin ve sınıf ilişkilerinin daha modern ve daha emek-yoğun bölgelerinde yoğunlaştığı ve dolayısıyla basitçe CHP’liliği değil, ama bugün CHP zarfını henüz pek aşamamış olsa bile, işçi ve emekçilerin muhallif eğilimlerini yansıttığını düşünmek doğru olacaktır.
Ali Bayramoğlu’nun “‘Evet’ diyenlerin AKP’yi destekleyenler, değişim sürecini beğenen, önemseyen ve arkasında duranlar olduğu” şeklindeki değerlendirmesi de problemlidir. O, diğer grubun da “Ak Parti’yi onaylamadığı, değişim politikalarından farklı anlam çıkardığı ya da korktuğu, eski düzendeki bir dizi ayrıcalıklarını tehdit altında gördüğü için ‘hayır’ dediğini” düşünmektedir. “Hayır”ları CHP oylarıyla özdeşleştirme eğilimine nazire yaparcasına Bayramoğlu da, “evet”lerle AKP’nin desteklenmesi arasında özdeşlik kurmaktadır. AKP’nin “değişim” propagandasına dayalı olarak “evet” diyenlerle AKP’yi desteklemeyi aynılaştıran bu değerlendirmenin, örneğin SP’yi yok sayması bir yana, sömürülen yığınların “değişim” özlemiyle onun sadece demagojisini yapan AKP’yi özdeşleştirdiği tartışmasızdır. Ama “değişim” özlemiyle bunun demagojisi, şüphesiz birbirine karşıt şeylerdir. AKP’nin “değişimci” olduğu kuşkusuzdur, ama o, halkın özlemlerinin tam karşıtı olan bir “değişim” için çalışmaktadır; işsizliği çoğaltıcı, ücretleri düşürücü, sağlığı ve eğitimi paralı kılıcı, çalışma yaşamını esnekleştirici ve güvencesizleştirici, tütünü, pancarı, fındığı yasaklayıp değersizleştirerek tarımı ve ithal et noktasına getirerek hayvancılığı bitirici.. neoliberal politikalarıyla ülkeyi ve halkın yaşam koşullarını eskisinden kötüleştiren bir değişime imza atmış bir partidir.
“Eski düzendeki ayrıcalıklarını kaybetmemek için hayır” dendiği yorumu ise, fazlasıyla idealizmle maluldür. Herhalde eskinin “ayrıcalıklıları”nın toplumun yüzde 42’sini oluşturması düşünülemez. Dolayısıyla bunca “hayır” diyenler, “eski ayrıcalıklı” tayfa bu kadar kalabalık olamayacağına göre, ancak AKP’den zarar görenler, onun tarafından işsizliğe, yoksulluğa vb. itilenler, sosyal güvencesiz bırakılanlar ve yanı sıra burjuva diktatörlüğünün yürütmesini üstlenmiş AKP’nin saldırganlığı ve zulmünden ürkenler olabilir.
Bayramoğlu’nun bu değerlendirmesi, üç aşağı beş yukarı tüm Tarafçılar ve sair özellikle solcu liberal tarafından dile getirilmektedir: “Değişimci AKP”, “statükocu” “muhafazakarlar”la, eski düzenden çıkarı olanlar ve eski Anayasayı vb. savunanlarla çatışmaktadır! Ancak ilginçtir; kendisini “muhafazakar”, yani statüko savunucusu, yani “değişim karşıtı” olarak tanımlayan, bizzat AKP’dir. Liberal solcular tarafından, AKP yalakalıklarının açıklaması olarak ortaya atılan ve giderek AKP temsilci ve sözcüleri tarafından da benimsenen “değişimci”likle, yine AKP’nin kendisi tarafından nitelik tanımlayıcı olarak kullanılan “muhafazakar”lığın nasıl bir arada durmakta olduğu kuşkusuz izaha muhtaçtır!
Bir başka izaha muhtaç olan şeyse, Milliyet’ten Mehveş Evin’in Türkiye’ninkiyle Amerikan “demokratları”nın yüksek oy aldığı Amerikan sahillerini gösteren ABD’nin oy haritalarını da yayınlayarak yaptığı saptamadır: “ABD’nin sahilleri demokrat, bizimkiler muhafazakar!” Amerikan “demokratları” bir yana,Türkiye’nin en gelişkin yöreleri, en modern sınıf ilişkilerine sahip, tarihsel olarak da ülkenin önünde yürüyen bölgeleri, nasıl oluyor da, bu referandumda “muhafazakarlık” rekoru kırmakla kalmıyorlar, ama son yılların tüm seçimlerinde de “muhafazakarlık” yapıyorlar? Çıkarılması gereken sonuç, herhalde gelişkinliğin ağırlıklı belirtisi ve açıklaması olarak özellikle işçi ve emekçilerin değil, ama AKP’nin muhafazakar olduğu, dolayısıyla demokrat ve değişimci olmadığıdır.
Zaman Gazetesi yazarı Ali Bulaç’ın “evet”-“hayır” saflaşmasına ilişkin yorumlarıysa, bir başka problemli ve ilginç değerlendirme durumunda.
“Toplum 3 ana blok halinde kutuplaşıyor” diyen Bulaç, bu blokları şöyle sıralıyor:
“Birincisi; muhafazakar-dindar blok: Burada orta muhafazakârların, cemaat ve tarikatların, SP’nin, demokrat İslamcıların, küçülen merkez sağın, MHP’den evet diyen merkez-kaç güçlerin, BDP’nin,PKK/BDP dışında kalan Kürtlerin, Türkiye KDP’sinin, 12 Eylül rejimine evet demeyi kendilerine yediremeyen küçük sol grup ve aydınların toplandığını söyleyebiliriz.
İkincisi; laik blok: Bu blokta CHP şemsiyesi altında toplanan büyük sermaye (sembol ismi TÜSİAD), bürokratik merkezdeki sert çekirdek (asker, sivil bürokrasi yüksek yargı, merkez medya), AK Parti’ye tepkili Anadolu ve Trakya orta sınıfları; ezici çoğunluğuyla Aleviler; kurumsal MHP doğrultusunda tercih kullanan milliyetçiler; ulusalcılar ve büyük kentlerde kendi gettolarındaki marjinal gruplar bulunuyor.
Üçüncüsü; boykota katılanlar. Bu blokta asıl belirleyici grup Kürt milliyetçileri oldu.”
Bulaç’ın da “değişimci” “demokrat AKP” ile “demokratikleşmeye direnen” statükocu “muhafazakar”lar arasında varsayılan demagojik saflaşmayı fazlasıyla ideolojik haliyle dillendirdiği ortada: Yüzde 58 muhafazakarların ve yüzde 42 ise “solcu” demeye dili varmıyor, “sermaye” ile “bürokratlar”ın vb. oluyor! “12 Eylül hesaplaşması”na pek girmiyor, ama aşırı ideolojik zorlamaya bağlı olarak ilginçlikleri bol. Değerlendirmede, sınıflar nesnel konumlarına göre değil, ama ideolojik tutumlarına göre yerlerine yerleştiriliyorlar. AKP’nin temsilciliğini üstlendiği ve bir dediğini iki etmediği “büyük sermaye” örneğin, başka bir siyasal şemsiye altında sınıflandırılıyor, hem de AKP yerine, büyük sermayenin, tekellerin has partisi olmayı bir türlü becerememiş CHP şemsiyesi altında! Fazlasıyla idealizme batmış Bulaç’a göre, siyaset, sınıflardan, onların çıkarlarından yansımıyor, tersine, sınıflar siyasete sığınıyorlar! “Anadolu ve Trakya orta sınıfları”nın AKP’ye tepkili olanları yine CHP’ye sığınıyorlar; oysa tersi olmalı, CHP’yi bunlar kendilerine benzetmiş olabilirler. Ve “büyük kentlerin gettolarındakiler” kimdirler? Üstelik, anti-komünistliğinden tabii ki kuşku duyulamayacak Bulaç, buradan gelse gerek, orta sınıfları biliyor, büyük burjuvaziyi biliyor, ama işçiyi de, emekçiyi de hiç tanımıyor; değerlendirmelerinde, asıl çoğunluğu oluşturan bu milyonluk güçlere değinmiyor bile!
En ilginç, ama bir o kadar da tahlikeli ve olumsuz değerlendirmelerden biriniyse, şüphesiz amacı farklı olmasına karşın, Bulaç’ınkine pek benzer haliyle manşetinden Birgün (ve ÖDP) yaptı. “Milliyetçi muhafazakar tablo değişmedi: Yüzde 60 sağ, yüzde 40 sol!” Ona göre, “evet” oyları sağcı muhafazakarlığa, “hayır”larsa “solculuk”a delaletti! “Evet” oylarını koşullayan en başta yoğun “değişim” popagandasıyla “12 Eylül’le hesaplaşma” içerikli demagoji değilmiş gibi, en çok buradan etkilenen “evet”lerin ağırlıklı olarak “değişim” özlemini yansıtmak yerine statükoculuk demek olan “muhafazakarlık”a delalet ettiğini ileri sürmenin mantığı anlaşılabilir değildir. Ancak, halktan kopuklukla karakterize ve halkı kendi yaklaşım ve tutumlarına göre bölümleyip, yüzde 60’ına yakınını gönül rahatlığıyla karşıya alabilecek “yukarıdancı”, “seçkinci” bir “solculuk”u, böyle bir “solculuk” anlayışı ve tarzını belirttiği kesindir. En az yüzde 90’ı sömürülüp ezilen, tekelci kapitalizm ve özellikle neoliberal saldırganlığından zarar gören halkı, gerici burjuva propaganda ve demagojilerden etkilenip, belirli geleneksel inanış ve önyargılarının da etkisi altında, beğenmediği bir tutum aldığı ve “evet” oyu kullandığı için kolayca muhafazakar-milliyetçi ilan edip “karşı saf”a koyma – bu, hastalıklı bir “solculuk”tur! Üstelik “evet” demelerinin temel bir dürtüsü “değişim” özlemiyken! Mevcut düzenden duydukları bıkkınlıkla, sezgilerinin ötesinde henüz nasıl bir “değişim” istediğini belirleyememiş, kendi “değişim” talebinin içini dolduramamış ve Erdoğan’ın “değişim” demagojisine kanarak “evet” oyu kullanmış sömürülen ve ezilen yığınlarla emekçi, nasıl gönül rahatlığıyla AKP ve milliyetçi muhafazakarların eline ve etkisen terkedilebilir, emekçiden bunca kopuk ve habersiz sosyalistlik iddiası ne türden bir iddia olabilir?Birgün ve ÖDP bir yana, “evet”, “hayır” ve “boykot” oylarının dağılımının bir harita oluşturduğu doğrudur, ama buradan doğru sonuçlar çıkarmak gerektir.
“Evet”ler, önemli ölçüde “değişim” ve “12 Eylül’le hesaplaşma” propagandalarının ürünü olmakla birlikte, tabii ki tümü bu nedenle verilmiş oylar değildir. İçlerinde dini saikle kullanılan oylar az değildir ve yine milliyetçi etkiler altında kullanılmış “evet”ler de herhalde ciddi bir yekun tutmaktadır. Aksi durumda, “evet”lerin neden en çok Türkiye’nin iç ve orta bölgeleri gibi görece geri yörelerinde birikmiş olduğu açıklanamaz.
Yine “evet” oylarının “değişim” ve “hesaplaşma” propagandalarından etkilenerek, yüzde 58 gibi, AKP oylarının oldukça üzerinde kullanılmış olmasından, kuşkusuz, bu kez Birgün’ün yaptığının tam tersi bir değerlendirmeyle, “hayır” oylarının “değişim” karşıtı ve Başbakan’ın bir ara dediği gibi, “darbecilere ve statükoya verilmiş oylar olduğu” sonucu çıkarılamaz. Hayır”larda, tabii ki, “Kürt düşmanı” milliyetçilikten etkilenme vardır, yukarıdancı “yobazlık karşıtlığı”nın etkisi de vardır. Ancak, yukarıda da belirtildiği gibi, “hayır” oylarının en yoğun ve yüksek olduğu iller, Türkiye’nin en gelişkin, hem kapitalizmin, hem de modern sınıf ilişkilerin gelişmesi bakımından en ileri gitmiş iller olduğu da ortadadır. “Hayır”larda, gelenekselliğin etkisinin en fazla ve en ileriden aşılmasıyla, içeriği belirsiz “değişim” özleminin içinin emekçiler tarafından olabildiğince kendi belirli talepleri ve buradan tutum almalarıyla doldurulmasının izleri bulunur.
Dolayısıyla ne “evet”ler muhafazakarlık, ne de “hayır”lar “solculuk” belirtisidir; ama, bunca demagojik propagandanın ortasında kullanılmış “evet” ve “hayır”larıyla emekçi halkı, zaten AKP ve sair gerici burjuva partilerinin yapmaya uğraştığı gibi bölmek değil, bu karmaşık burjuva etkiler altında bölünmüşlüklerini gidermek ve kendi talepleriyle barış, demokrasi ve sosyalizm amaçları etrafında birleştirmek gereklidir.
Haritada “boykot”un tuttuğu yere gelince; bu yerin Kürt demokratik hareketinin etki gücünü gösterdiği kesindir. Ve bu etki gücü, genellikle “olumsuz” değerlendirmelere konu edilmeye çalışılıyor. TKP örneğin, “boykotun başarısı”nın, “ABD’nin bölgeye müdahalesinin önünü açacağı”nı belirterek, bu başarının, hiç de iyiye delalet etmediğini açıkça söylüyor.
Milliyet’in “Siyasette Neler Oluyor?” başlıklı yazı dizisine “boykot”u hedef alarak ve “BDP, Kürtlerin temsilcisi değil” diyerek konuşmaya başlayan AKP’li Dengir M. M. Fırat’sa, “Oradaki vatandaşlar boykota uymayarak bunu gösterdiler” diyor. Örneğin işin teknisyeni Adil Gür “BDP seçmeni yüksek oranda boykot kararına uydu, hatta batıda metropollerdeki BDP seçmeninin çoğunluğu da bu referandumda sandığa gitmedi” derken, herhalde derin bir hayale dalmış olan Dengir Fırat, “Boykot’un tutmadığını görüyorsunuz. Daha önceki iştiraklare bakınca fazla destek bulamadılar. Bir iki ilde yüzde on civarı katılmama oldu. Diğer illerde çok fazla etkisi olduğu kanısında değilim. İlk defa o bölgedeki sivil toplum örgütleri bütün tehditlere rağmen bir karşı hareket başlattılar. Bu sonun başlangıcıdır” şeklinde açıklamalarda bulunuyor ve gerçek tanımayarak (herhalde İngilizce düşündüğünden olsa gerek, telaffuz benzerliğinden, önce 40 ile 14’ü, ardından da 40 ile 400’ü karıştırarak) sallıyor: “400 tane sivil toplum kuruluşu kalkıp biz ‘evet’ oyu vereceğiz diye deklarasyon yayınlıyorsa, BDP bunlara tehdit savuruyorsa ve bunlar hiç umursamıyorsa bu BDP için bir kırılım noktasıdır.” Gerçekleri bunca çarpıtma cesareti ilginç!
Dengir Fırat bir yana bırakılırsa, bir de Kürt burjuvazisinin sözcülüğünü yapan ve referandumda “evet” çağrısı çıkaran, Sabah’a “..daha özgürlükçü olduğu ve değişime kapı aralayacağı için destek verdik. Kürt yoksulları da böyle demediler de, Diyarbakır’daki 264 bin ‘Evet’ oyu nereden çıktı? Kürt coğrafyasının tamamında yüzde 95 ‘Evet’ oyu verildi.” diyen Diyarbakır Ticaret ve Sanayi Odası Başkanı G. Ensarioğlu dışında, Kürt halkının “boykot” eğilimini kimse reddedemedi, kabullendi.
CHP Ne Durumda?
“Hayır” oylarının kabaca “sol”, “sosyal demokrat”lığın belirtisi varsayılarak CHP’ye ait sayıldığını söylemiştik. Referandum sonuçlarından “hayır”ların ne kadarının CHP’nin oyu olduğunu çıkarmak olanaklı değil, ancak önceki seçim sonuçlarıyla karşılaştırıldığında, çoğunun CHP eğilimli oylar olduğu söylenebilir.
Dolayısıyla T. Erdem’in genelleme yaparak “Üç muhalif parti oy kaybetti” görüşünün CHP için geçerli olmadığı görülüyor; tersine, hatta CHP’nin oy artırdığı söylenebilir. En azından, yönetsel değişiklikler geçirmesine karşın, CHP durumu idare eder görünmektedir.
Örneğin Yaşar Okuyan tarafından dillendirilen bir yorum, Baykal zamanında “sağ” kanattan –geçen gün CHP’den istifa eden– İlhan Kesici gibi CHP’ye transfer olanlarla “AKP korkusuyla CHP’ye oy veren” kendisi gibilerin “oluşturduğu kitle”den “evet”e yüzde 3-4 puanlık kayma olduğu şeklindedir. Doğruluğu ne kadardır, bilinmez; ama bu tür simgesel isimlerle Baykal CHP’sinin “sağa kayması”, “MHP türü ulusalcılığı” arasında bir bağıntı olduğunu düşünmek yanlış olmaz.
Kılıçdaroğlu’nun genel başkanlığıyla birlikte CHP’nin Bilim Yönetim ve Kültür Platformu’nun başkanlığına gelen, yeni politikalar üretiminde genellikle “top”un kendisine atıldığı PM üyesi Prof. Sencer Ayata, CHP’nin yüzde 30’ları aşmış olduğunu belirterek, “‘Hayır’ oyları içinde özellikle Batı bölgesinde milliyetçi ve merkez sağ oylar da var” diyor, Milliyet’teki yazı dizisindeki söyleşisinde. CHP’nin ne denli “milliyetçi”liğin dışında durduğu iddia edilebilir, ayrı sorun, ancak, alçakgönüllülükle, milliyetçiliğe yapılan atıfla belirtilen “batı bölgesindeki MHP oyları” saptaması, MHP’nin kendi “oy alanları”na, örneğin Erzurum, Yozgat, Nevşehir vb.’ye bakıldığında, doğru görünmüyor.
Ayata’nın asıl üzerinde durduğuysa, öteden beri dillendirdiği “yeni orta sınıf”la CHP arasında kurduğu ilişkidir. “Kıyılar, tuzu kurular, beyaz Türkler” türü ifade ve değerlendirmelerin yüzeyselliğine değinen Ayata, “Ortada yüzde 30’lara, hatta yüzde 40’lara ulaşan bir kitle var. CHP artan ölçüde ülkenin yüksek vasıflı işgücünün desteğini kazanıyor. Yeni yaşam tarzlarını benimseyenlerin partisi haline geliyor. İleri sanayi, hatta sanayi ötesi kesimlerin benimsediği parti oluyor. Türkiye’nin lokomotifi bu kesimler ve yöreler. CHP, toplumun geleceğini temsil eden orta sınıfların partisi oluyor.”
Bu görüşler, ayrı bir yazı konusu olmaya aday. Problemli liberal saptamalar yapıyor Ayata. “Küreselleşme”nin toplumu, başta emek-sermaye ilişkileri ve işçi sınıfı ve yapısı olmak üzere niteliksel olarak değiştirdiğini düşünüyor. “İleri sanayi”, hatta “sanayi ötesi toplum”a ilişkin görüşler ilk kez kendisi tarafından ortaya atılmıyor. Modern revizyonizm bu yönde tezleri işlemişti, şimdiyse resmi olarak Dünya Bankası iktisatçı ve sosyologlarının yanı sıra onlara yamanmış liberal solcular tarafından ileri sürülüyor. Bu görüşlerden hareketle, Ayata, yüzde 30-40’lık bir kitleyi “orta”ya alıyor, oysa böyle bir kitle bulunmuyor. “Orta”da başkaları var. Orta burjuvazi, küçük burjuvazinin üst ve belki orta kesimleri gibi… Ancak Ayata, “orta sınıfı”, araya nereden çıkarıyorsa “lokomotif yöreler”i de sıkıştırarak, “vasıflı işgücü” ve sınıfsızlaştırılmış kavramlarla tanımladığı “ileri sanayi hatta sanayi ötesi kesimler”in oluşturduğunu, CHP’nin de bu kesimlerin partisi olmakta olduğunu söylüyor.
“İşgücü”yse, neden sadece “vasıflı işgücü”? İşçi sınıfı nerede? Ve “vasıflı” da olsa bir “işgücü” kesimi, işçi sınıfının bir bölümü yani, nasıl “orta sınıf” oluyor? İşçiler “orta sınıf ” ise, “alt” ya da “aşağı sınıf” kim?
CHP’nin, orta burjuvazinin ve onun üst kesimlerinin partisi oluşunun Baykal tarafından zorlanmasının ardından, yeni “yeri”ni aradığı, bu nedenle bir iç mücadele ve tartışmanın ihtiyaç halinde olduğu söylenebilir; ancak yine de hala CHP, genel olarak, Ayata’nın –kimlerden oluştuğunu yanlış olarak tanımlasa da– dediği gibi, daha çok üst kesimleriyle, “orta sınıfın partisi” olarak tanımlanabilir.
Ya MHP?
Referandumdan, CHP ortalamanın üstünde bir moral durumu, AKP zafer sarhoşluğuyla çıkar ve yeni yeni yüzde 42’nin neden “hayır” dediğini araştırmaya yönelirken; MHP, referandumdan çok kötü bir sonuçla ve moral bakımından çöküntü halinde çıktı. Üstelik görüldü ki, iç tartışma ve hesaplaşmaları ciddi boyutlardadır.
Tıpkı Dengir Mir Fırat gibi hayal aleminde gezindiği referandumdan çıkardığı “sola göre başarılıyız” sonucuyla sabit olan “Başbuğ’un oğlu ve Bahçeli’nin karşısına dikilmiş –hatta kaybedince ayrı bir parti kurup sonradan yeniden MHP’ye katılmış– eski başkan adaylarından Tuğrul Türkeş, şimdi “kale gibi” MHP yönetiminin yanında durmaktadır; ancak referandum öncesi karışık olduğu anlaşılan parti, referandum sonrasında fazlasıyla karışmıştır. Kimisi çek-senetçi kimisi siyasetçi ya da ikisi birden birçok eski militan MHP’li ve Ülkü Ocaklı faşist, şüphesiz çok yönlü olarak AKP’nin maddi-manevi imkanlarından da yararlanarak, MHP merkezinden farklı ve karşıt tutum almış, referandumda “evet”e açık destek vermişlerdir. Kurucular Kurulu’nun çoğunluğu ve Bahçeli’nin karşısındaki eski başkan adaylarından –Ülkü Ocakları’nın eski sivri ismi ve başkanlarından– R. Ongun referandum öncesinde “evet” kararında olduklarını açıklamışlar ve “Türkeş de yaşasaydı aynı şeyi yapardı” diye konuşmuşlardır. Benzer bir konuşmayı A. Türkeş’in dul eşi S. Türkeş de yapmış, ne kendisini, ne de ölüm yıldönümünde “bir su dökmek” dışında A. Türkeş’i arayıp sormadığını, hatırasına bile saygılı davranmadığını söylediği Bahçeli’ye karşı açık tavır almıştır. Açıklamalarının bir karşılığının olduğu anlaşılmış, “taban”la “tavan” neredeyse ayrışmış; ayrıntılı değerlendirmeleri bile gerektirmeden, çıplak gözle kolaylıkla görülebileceği gibi, MHP,“kaleleri” olarak bilinen illerde bile ancak 3-5 puan elde edebilmiştir.
Referandum’un ardından –fırsatı yakalayan– BBP Genel Başkanı Y. Topçu, “yaşı 50’nin üzerinde olan ülküdaşların yüzde 95’inin Bahçelievler’deki MHP binasının kapısını bilmediği”ni söyledi ve “eski ülküdaşların arkasından konuşulduğu”nu ileri sürerek daha da ileri gitti: “MHP kurmayları adeta ölü eti çiğnedi.” Sonra da “demokrasi” ile uzaktan yakından ilgisi varmış gibi, çağrısını çıkarıyor: “İleri demokrasi ülkelerinde seçim sonrası yarım puan bile düşse, çıkıyor lider, ‘bu işi başaramadım’ diyor ve gidiyor.”
Topçu rakip partiden olduğu için önemsenmeyebilir; ancak “MHP’nin çok iyi yönetildiğini, aldığı kararların, uygulamaların iyi olduğunu düşünmüyorum. 3 Kasım’dan bu yana çizgide yanlışlık var.” diyen MHP eski Genel Başkan Yardımcısı Ş. Bülent Yahnici de aynı görüşte. “Referandum sürecinde de yanlışlıklar yapıldı” diyor. AKP ile yarışa girilerek yanlış yapıldığını düşünüyor ve “kendi tabanındaki insanlar AKP’de yer alıp onun politikalarını benimsedi. MHP merkez partisi konumuna kendisini koyup oy istemeliydi” diyor ve kinaye ile sonuca geliyor: “MHP’de genel başkanlık sorunu yoktur, zaten problem oradadır.” Ama umutsuz: “İsim değişse de bu saatten sonra bir şey olmaz”!
Yine bir eski Genel Başkan adayı Hakkı Ş. Ses de hem eleştirel hem umutsuz. “MHP’nin sosyal demokrat ve sol eğilimli kişilerin olduğu alanda siyaset denemesi yapması hatalı” diyen Ses, genel seçimlerde MHP’nin barajın altında kalması durumunda “bunun ağırlığını hiçbir yöneticinin taşıyamayacağı”nı, “ortada MHP yönetici kalmayacağı”nı söylüyor.
İçerden bakıldığında durum vahim görünüyor olmalı!
Peki MHP neden bunca kötü sonuç aldı?
MHP, “soğuk savaş” koşullarında emperyalizmin beslemesi anti-komünist bir parti olarak tarih sahnesine çıkmış, küçümsenmeyecek ölçüde işlevsel de olmuştu. İşçi sınıfı ve emekçilerle devrimci harekete karşı, dağıtıcı/bastırıcı yedek güç olarak yarı-militarist bir örgüt olarak burjuva devletin hizmetinde iş gördü.
“Ters kündeye gelerek”, kendisini gerekçelendirme uğraşındaki 12 Eylül’ün hışmına o da uğradı. Kadro ve militanları cezaevlerine dolduruldu. “Başbuğ” Türkeş “fikrimiz iktidarda, bizler hapislerdeyiz” diyerek, devletin MHP’ye yönelik “adaletsizliği”ni vurgularken, devlet için vuruşmuş, vurmuş-vurulmuş MHP militanları bu tutumu hiç anlamadılar. Burada referandumdaki MHP “göçüğü”nün ilk nedenini buluruz: “12 Eylül’le hesaplaşma” demagojisi, sadece halkı ve “solcuları” değil, MHP içinde ve tabanında hala etkin konumlardaki eski militanları da etkiledi. AKP’nin sağladığı/sağlayacağı maddi olanaklardan da sebeplenme peşindeki “bıçkın” militanlar, yüreklerini yaralayan 12 Eylül’e dair duygularıyla, onun “değişimciliği” trenine atladılar. Peşlerinden de, tabandan, sürükleyebildikleri kadarını “evet” ve AKP saflarına götürdüler.
En az bunun kadar etkili asıl nedense, kuruluş ve ilk karşı devrimci mücadele yıllarının ardından, 12 Eylül’de bir süre “nefeslendikten sonra”, onun önemli ölçüde gerçekleştirdiği işçi ve emek hareketiyle devrimci hareketin tasfiyesiyle birlikte önce “köpeksiz köyde değneksiz dolaşma”ya başladılar. Besleme militan örgütlenmeden kitlesel örgütlenmeye yöneldiler. Ancak “mücadele” zemin ve koşulları” artık değişmişti. İşçi ve emekçi hareketiyle devrimci hareketin ciddi ölçülerde bastırılmış olduğu koşullarda, yükselişte olan ve silaha sarılmış bulunan demokratik Kürt hareketine ve Kürt halkına karşı mücadele içinde örgütlendiler. Artık –kuşkusuz terk etmedikleri– anti-komünizmden çok ırkçı şoven milliyetçiliği temel edindiler ve Kürt sorunudaki çözümsüzlüğe dayanıyorlar.
Neredeyse 30 yıla yakın buradan hareketle geliştiler, Kürt Savaşı’ndan beslendiler; asker uğurlamalarından, linçlerden, “şehit cenazeleri”nden palazlandılar.
Ancak Türkiye Kürt sorunu ve savaş açısından bugün farklı bir noktayasadece barışın tartışılmasına değil (bu geçildi, geride kaldı), Türk halkının; savaştan bıkarak, çok canlara mal olan silahların susması tercihini, bir önceki süreçte “muhatap alınamaz” denilenlerle görüşmeler yapılmasına olumsuz tepki vermemeye varıncaya kadar yaptığı noktaya gelinmiştir. Kılıçdaroğlu’nun da “tabii ki görüşülebilir” onayı ve “ben değil, devlet organları” yumuşatmasıyla, AKP, referandumdan MHP ve şovenizmin etkisine ilişkin çıkardığı sonuçtan da güç alarak, görüşmeleri çoktan başlatmıştır. Buradan Kürt sorununda hakkaniyetli bir çözüme ilerlendiği sonucu katiyetle çıkarılmamalıdır; ancak bu sorunla bağlantılı koşulların, MHP’yi şovenizmden prim sağlayamaz duruma gerileterek, değiştiği de gerçektir. Kürt sorununa ilişkin Türk halkının eğilimlerindeki değişmeler, herhangi parti bakımından geliştirici-besleyici temel olarak şoven milliyetçiliği yeterli olmaktan çıkarmış, bu durum, MHP kimliğinde referandum sonuçlarıyla sınavdan geçirilmiştir.
21 Eylül’de, Ankara Sheraton Oteli’nde kahvaltılı bir basın toplantısı düzenleyen Bahçeli de, sitemlerinin arasında, “AKP, PKK açılımı çalışmalarına güvenoyu almıştır” deyivermiş ve şecaat arzederken sirkatini söyleyerek, bu durumu kendisinin de kabul ettiğini belli etmiştir.
Önümüzdeki süreçte MHP’nin etkisinin azalması beklenebilir.
“BOYKOT”A İLİŞKİN…
Demokratik Kürt hareketi tarafından uygulanan “boykot” taktiği, Kürt halkında ciddi bir karşılık buldu ve desteklendi. Ancak bu taktik kolaylıkla kararlaştırılamadı. “Evet” oylarının pazarlık konusu yapıldığı referendum öncesi harekette epey git-gel yaşandı* ve BDP, ancak birkaç hafta kala “boykot”a yüklendi.
“Değişim” ve “12 Eylül’le hesaplaşma” demagojisinin en çok Kürt halkı üzerinde etkili olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır ki, git-gellerin de burdan kaynaklandığı, ulusal hareketin en çok bu nedenle zorlandığı tahmin edilmez değildir. Askerlere duyulan tepki, “açılım”ı da kapsayan darbeciler ve militarizm karşıtı söylem üzerine eklenen barış özlemi, AKP “değişimciliği”ne ilişkin bir beklenti yaratacaktı, yaratmış ve Kürt tabanında AKP’yi değil ama değişiklikleri detekleme ve küçümsenmeyecek ölçüde “evet” oyu kullanma eğilimini oluşturmuştur. Pazarlık tutumu kararsızlık olarak algılanıp bu eğilimi güçlendirmiş ve sonuçta bu “evet” eğilimi, “yetmez, ama evet”çi içeriğiyle, ama her şeye rağmen “evet” noktasına varıp kilitlenmiştir. Ulusal hareketin, buna rağmen “hayır” diyebilmesi, artık önemli oy kayıpları olmadan olanaklı olmaktan çıkmıştı.
Dolayısıyla tabanı gözetme ve onu birleşik halde bloke etmenin tek yolu olarak “boykot”, Kürt partisinin tek olanaklı taktiği durumuna yükseldi. Bundan, ulusal hareketin referandumda “hayır” deme eğilimi gösterebileceği sonucu çıkarılamayacağı gibi, kendisini AKP’den ayırmak zorunda olduğu için “evet” de diyemeyeceğinden, bir yönüyle de, “boykot”un zorunlu bir taktik olarak değil, ama olanaklı ve tabanı birleştirip ilerletici tek taktik olarak kabul gördüğü ve izlendiği söylenebilir.
Bu nedenlerle sosyalistler Kürt hareketini ve uyguladığı “boykot” taktiğini, doğru bulmamakla birlikte, anlayışla karşıladı ve eleştiri konusu yapmadılar. Ona “hayır”ı önermediler; çünkü bu “evet” oylarının sayısını artıracağı gibi, Kürt tabanının birliğini de olumsuz etkilerdi.
Ancak Kürt ulusal hareketinin ihtiyaçları bakımından anlaşılır olan “boykot” taktiği, bir kısmı onunla “güçbirliği” halindeki bir dizi grup bakımından, hele batı illerinde, kesinlikle anlaşılır olmadığı gibi, başvurulabilir ilerletici bir yöne de sahip değildi.
Boykotun koşullarının olduğu sır değildir. Her halükarda ya da “haydi yapalım” diyerek boykot yapılmaz. Sandıklar, eğer olanaklı daha ileri mücadele biçimlerine halkın ilgi ve katılımını önlemek üzere ortaya konmuş, daha ileri hedeflere yönelmesi ve mücadelelere katılması olanaklı olan halk kitlelerinin bu yönelim ve katılımını boşa çıkarma, dağıtma potansiyeli taşıyorsa, reddedilir. Sandıklara gidilmemesi, seçimlere katılınmaması çağrısı yapılır; ama bu çağrının doğal tamamlayıcısı, “sandıkların yakılması”ndan başlayarak, sandığın ve oy kullanmanın yerine daha ileri mücadele biçimlerine katılım çağrısı yapılmasıdır. Kaç tane sandık yakıldığı sayılmadan “boykot” savunulabilir olamaz.
Anlaşılacağı gibi, seçim boykotu ve sandıklara gitmenin reddedilmesi, ayaklanma ya da ayaklanmaya geçiş dönemlerinde, az-çok ayaklanma öncesinde uygulanabilir ve böyle uygulandığında halkı ve mücadelesini ilerletebilir bir taktiktir. Aksi durumda ciddiyeti yoktur; “kumda oynama”ya dönüşür! Milyonların eylemini etkileyip, bu eylemin biçimi olamayacak, “fare dağa küsmüş dağın haberi olmamış” türünden taktikler, halktan kopukluğun ve halkın mücadelesinin ve geliştirilmesinin öngörülmesinin esas alınmayışının çocukça “taktikleri”dir.
*
Bunca “değişim” demagojisinin yapıldığı ve gündemdeki değişikliklerin yetmeyeceğinin sadece “yetmez ama evet”çilerce değil, AKP ve başta Başbakan olmak üzere tüm sözcülerince de ilan edildiği referandumun net bir sonucu, “yeni bir anayasa” yapılmasının, hemen istisnasız tüm düzen partileri ve geri kalan hemen tüm güçlerce gündeme getirilmesi oldu. Tüm partiler yeni Anayasa yapılmasında anlaşmış görünüyorlar.
Yeni anayasa sorunu ve genel olarak anayasa sorununa sınıf bilinçli işçinin nasıl yaklaşması gerektiği, herhalde ayrı bir yazı konusu olacak kadar kapsamlı bir konudur.
* İstanbul Beylikdüzü’nde seçilmeyen belediye başkanının seçilmesinin sağlanması ve aynı hakimin hem Beylikdüzü İlçe Seçim Kurulu Başkanı, hem de İstanbul İl Seçim Kurulu Başkan Vekili olarak kararın altında imzası olması örneği hatırlanmalı.
* Obama’nın ABD Başkanlık seçimini başlıca “değişim” temasını işleyerek kazandığı biliniyor. AKP’liler tabii ki aptallar topluluğu değiller, ancak, deneyli yabancı “toplum mühendisleri”nin deney, bilgi ve fikir geliştirme yeteneklerini küçümsememek gerektir.
* Şüphesiz demagojiyi başmaları için yapanlar ve sınıf temelleri olarak büyük burjuvazi ve büyük toprak sahipleri dışta tutulmalıdır. Onlar, başta Erdoğan olmak üzere, tabii ki 12 Eylülcüdürler, ona minnet borçludurlar ki, Gülen’in bunu açıkça ifade ettiği biliniyor. Eski TİSK Başkanı Halit Narin ve 12 Eylül’ün ardından işçileri kastederek söylediği “şimdiye kadar işçiler güldü, şimdi biz güleceğiz.” vecizesini hatırlamak da, büyük burjuvazi ile 12 Eylül ilişkisi bakımından sanırız yeterli olacaktır.
* Hareketin tutum belirlemesini ilgilendiren ve genele ilişkin olanları referanduma iki hafta kalana kadarki süreçte görülmekle birlikte, bu gel-gitler yalnızca referandum öncesi yaşanmakla kalmadı, ama “çözüm” tartışmalarıyla bağlantılı olarak şimdi de devam ediyor. Örneğin İ. Beşikçi, “BDP’nin TBMM’deki anayasa değişiklikleri sırasındaki tutumu yanlıştı. Referandumun boykot edilmesi de sağlıklı bir tutum değil. Referandumda hayır çıksaydı, bu, Kürtlere çok olumsuz bir şekilde yansırdı.” diye düşünür ve “Boykot” tutumunu eleştirerek AKP’yle birlikte ilerlenmesini savunurken; BDP eşbaşkanı T. Bakırhan da, “Boykot ve evet cephesi önümüzdeki dönemde yeni bir anayasa talebi etrafında buluşabilir.” demekte ve “AKP karşıtı bir politika yürütmeyeceğiz.” açıklamasını yapmaktadır.