Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün “iyi şeyler olacak, sorunun çözümünde tarihsel bir fırsat yakalandı” yönündeki açıklamasının ardından, ülkenin belli başlı politik aktörleri, partiler, Başbakan, muhalefet partileri, demokratik çevreler ve bizzat bu sorundan birinci dereceden etkilenenler, Kürt sorununun çözümüne yönelik ve bu soruna ilişkin tutumlarını yeniden açıkladılar.
Açıklanan bu politik tutumların arasında, mevcut durumun korunmasından, ufak tefek iyileştirmelere kadar bir dizi görüş yer aldı. Demokratik çevreler ve Kürt siyasi çevreleri ise, daha ileri bir çözüm için beklentilerini ve umutlarını dile getirdiler. Gerçekten de bu sorunun çözümünde bir kavşak noktasına mı gelindi, çözüm için tarihsel bir fırsatın eşiğinde mi bulunuluyor?
Bütün bu tartışma ve beklentilerin genel olarak ulusal soruna, bu sorunun anlaşılmasına, özel olarak da Kürt sorununa ilişkin ilgiyi canlandırdığı görülmektedir. Bu nedenle, güncel gelişmeleri de dikkate alarak, bu sorun üzerine bütünlüklü bir yaklaşımı yeniden tazelemekte sayısız yarar bulunuyor. Bu yazıda da sorunu bütün bu yönleriyle, ama fazla ayrıntıya boğmadan, okumayı zorlaştırmadan ortaya koymaya çalışacağız.
ULUS NEDİR?
Ulusun ebedi ve ezeli bir topluluk biçimi olmadığını, ama belirli bir tarihsel dönemin, kapitalizmin yükselişi döneminin ürünü olduğunu biliyoruz. Örneğin MS. 10. Yüzyılda da Türkler ve Kürtler, Cermenler ve İspanyollar vb. vardı. Bunların bazıları büyük devletler kurmayı da –örneğin Cengiz imparatorluğu, Osmanlı İmparatorluğu, Kutsal Roma Cermen İmparatorluğu vb.– başarmışlardı. Ama bunları ulus olarak adlandırmak doğru olamaz. Çünkü bunlar, kararlı topluluklar olarak bir araya gelmiş, kendi iç bağları gelişmiş topluluklar değildiler. Daha çok bir fatihin, bir kavmin, ırkın önderlik ettiği, bir dönem bir araya gelerek devletler kurmuş topluluklardı. Daha sonra bu devletlerin, birliklerin pek çoğu kısa ya da uzun bir sürenin ardından tarihe karıştı.
Ulus, esas olarak yükselen kapitalizmin ürünü olarak şekillenen bir topluluk oldu. Kapitalizm, İngiltere ve Batı Avrupa’da ilk önce gelişti ve modern uluslar şekillenmeye başladı. Kapitalizmin gelişmesinin hız kazanması ile birlikte –18. Yüzyılın başından itibaren– bu süreç hızlı bir şekilde ilerlemeye başladı. Böylece İngilizler, Almanlar, Fransızlar, İtalyanlar vb. modern uluslar olarak örgütlendiler. Avrupa’da pek çok ulus Cermen, Gal, Frank, Kelt, Yunanlı, Etrüks, Arap vb. ırk ve kavimlerin farklı yerlerde, farklı bileşimlerde kaynaşmasından meydana geldi. Örneğin Fransız ulusu Galyalılar, Cermenler, Romalılar, Britanyalılar vb.’nden oluştu.
Yükselen burjuvazi, ulusun tartışmasız önderiydi ve feodal parçalanmışlığa karşı “eşitlik ve özgürlük” bayrağını sallayarak, ulusal pazarı kurmayı başardı. Bu “ulusal çitlerin” örülmesi dönemiydi. Burjuvazi pazarın bütünlüğünü sağlamış, bu pazarda ulusun birliğini kurmuş; krallar, prensler, feodal ayrıcalıklar tarihe karışmış, mutlak monarşiler ya ortadan kaldırılmış ya da meşruti monarşiye dönüşerek daha sonra yerini parlamenter sistemlere –burjuva demokrasisi– bırakmış ya da İngiltere’de olduğu gibi, kraliyet sembolik düzeyde bırakılmıştı. Artık ulusun bireyleri “özgür” vatandaşlardı. Sermayenin ihtiyaç duyduğu kapitalist üretim için işgüçlerini özgürce satabilecekler, işgüçlerini pazara sunduklarında, aynı durumdaki diğer bireylerle “eşit” koşullarda bulunacaklardı.
Görülmektedir ki, ulusların oluşumu tarihsel bir sürecin ürünüdür ve bu süreç, esas olarak kapitalizm döneminde sonuçlanmıştır. Bu yanıyla ulus kapitalizmin bir ürünüdür. Kapitalizmin gelişme sürecinde bir arada bulunan istikrarlı toplulukların, modern bir ulus olabilmeleri için, “ulusal çitler” içinde anlaşacakları ortak bir dillerinin, ortak yaşantı için toprak parçasının –vatanın– kendilerini bir arada tutacak güçlü ekonomik bağlarının, bütün bu ortaklıklar üzerinde şekillenen, ama koşullara göre değişebilen ruhsal şekillenme birliklerinin teşekkül etmesinin belirleyici önemi bulunmaktadır. Buradan ulusun nasıl tanımlanması gerektiğine gelebiliriz.
Bilimsel olarak kabul edilen ve güçlü bir itiraz yöneltilemeyen ulus tanımı şudur; “Ulus tarihsel olarak oluşmuş, ortak bir dil, toprak, ekonomik hayat ve kendini ortak bir kültürde bütünleyen ruhsal biçimleniş temelinde oluşan, istikrarlı bir insan topluluğudur.” (Stalin, Marksizm ve Ulusal Sorun, Evrensel Basım Yayın.)
Bu tanımdan da açıkça anlaşılabileceği gibi, ulus olmanın koşulu, bütün bu özelliklerin bir arada bulunmasıdır. Tek başına dil birliği vb. özellikler, ulus olarak tanımlanmak için yeterli değildir. Ama aynı dili konuşan farklı ulusların –İngiliz ve Amerikalılar, Almanlar ve Avusturyalılar vb.– oluşması olanaklıdır. Yine örneğin Türkiye Kürdistanı’nda yaşayan Kürtler Türklerden ayrı bir ulus oluştururken, Irak, Suriye ve İran’da yaşayan Kürtlerle emperyalizmin neden olduğu parçalanmışlıktan, bunun getirdiği farklı gelişme özelliklerinden, ortak bir yaşam kurmalarının önüne dikilen engellerden dolayı bugün tek bir Kürt ulusu oluşturmazlar. Toprağın parçalanmış olması, ekonomik birliğin olmaması, kader birliğinin her parçada farklı şekilleniyor olması vb. gibi durumlar, dil ortaklığına, tarihsel bağlara vb. rağmen, onların tek bir ulus olarak örgütlenmelerini engeller. Bölgede büyük alt üst oluşların gerçekleşmesi durumunda, bir araya gelme, tek bir ulus olma olasılığı, bir ihtimal olarak bulunabilir, ama bugün daha fazlasını söylemek sanırız doğru olmaz.
ULUSAL HAREKET
Ulusların kapitalizmin yükseliş döneminin ürünleri olması, yani oluşumlarını bu tarihsel koşulla bağlı olarak şekillendirmeleri, aynı zamanda, onların modern devletler olarak, yani ulusal devletler olarak örgütlenmeleri sürecidir de. Burjuva demokratik devrimler dönemi olarak da adlandırılan bu dönem, genel olarak 1789’dan 1871’e kadar olan dönemi kapsamaktadır. İngiliz, Fransız, Alman, İtalyan vb. devletlerin oluşum süreçleri böyledir. Bunun neredeyse tek istisnası, İrlanda’dır. İrlanda Batı’da bir istisnayı oluşturur. En gelişkin durumda olan İngilizler devleti kurmuş, İrlandalılar ezilen ulus konumuna düşmüştür. Sorun bir çözüme kavuşmamış, ancak demokratik hak ve özgürlükler, özerk yönetim vb. ile süreç içerisinde yumuşamıştır. Sorun bugün çok acil ve yakıcı bir sorun olmasa da, bu soruna ilişkin problemler zaman zaman ortaya çıkmaktadır.
Burada vurgulamak gerekir ki; “ulusal çitleri” yükselterek, iç pazara egemen olarak işe başlayan İngiliz, Fransız, Alman vb. ulusal burjuvazileri, gelişmelerinin “ulusal sınırlar” içine sığmamaya başlaması üzerine, dünya pazarına göz dikti; başka ülkeleri, ulusları sömürgeleştirdi, ulusal kölelik boyunduruğunu onların boynuna geçirdi. Bu durum, artık onların “ulus adına” olan misyonlarının bittiğini, emperyalist tekelci burjuvazinin –tabii ki kendi ülkelerinin– çıkarlarının temsilcileri haline geldiklerini göstermektedir. Bu emperyalist burjuvazi için, yeni kurulan veya kurulmak istenen ya da korunmak istenen “ulusal devletler” gericidir! Her şey uluslararası tekelci burjuvazinin yağmasına açılmalıdır vb. vb.. Burjuva liberal aydınlar da, emperyalizmin cephaneliğinden aldıkları bu malzemeyi ülkenin bağımsızlığına karşı bol bol kullanırlar.
Uluslaşma, ulusal devlet kurma sürecine geri dönecek olursak, Batı’dan farklı olarak, Doğu’da genelde karşılaştığımız tablo şudur: Kapitalizmin gelişiminin geri olduğu, feodal kalıntıların hüküm sürdüğü Avrupa’nın Doğu’sunda farklı bir gelişme oldu. Buralarda en gelişmiş ulus, devleti örgütledi ve kurdu. Avusturya’da Almanlar, Macaristan’da Macarlar, Rusya’da Ruslar vb. kendi devletlerini örgütlediler. Osmanlı Devleti de, kapitalizmin gelişmişlik düzeyinin geriliği, feodal unsurların gücü vb. nedeniyle diğer bir istisnayı oluşturuyor, benzerliklerinin yanında, benzemezlikleri ile diğerlerinden ayrılıyordu.
Ama kapitalizmin gelişimi Batı ile sınırlı kalamazdı ve kalmadı. Ticaretin, iletişimin gelişmesi, cereyan eden uluslar arası politik olaylar yeni ulusların oluşumunu harekete geçirdi. Ama onlar duvara çarptılar. Aynı topraklarda yaşayan en gelişkin ulus, devleti kendisine göre örgütlemişti! Avusturya’da Çekler, Polonyalılar, Rusya’da Gürcüler, Ermeniler, Letonyalılar vb., Macaristan’da Hırvatlar ulus oluşturmalarına karşın bir devlet oluşturamadılar. Batı’da İrlanda bir istisna olmuştu, ama Avrupa’nın Doğu’sunda bu durum, neredeyse hemen her devlette rastlanır bir durum oldu.
Avrupa’nın Batısı’nda istisna olan İrlanda, bu duruma bir ulusal hareketle yanıt vermişti. Avrupa’nın Doğusu’nda da böyle olmaması için bir neden yoktu ve yeni uluslar birer birer ulusal hareketlere yöneldiler. Genç ulusların burjuvazisi, kendi pazarına sahip olmak, orada kendi borusunu öttürmek istiyordu. Stalin’in tabiri ile “Pazar, burjuvazinin milliyetçiliği öğrendiği ilk okul” oldu. (Bkz. Evrensel Basım Yayın agy.)
Genç burjuvazi bütün ulus adına hareket ediyor, bütün ulusu kendi davası etrafında birleştirmeye çalışıyordu. Önce örgütlenmiş ulusun egemen sınıfları genç burjuvazinin bu çabasına ulusal baskı ile karşılık vererek, şurada dili, okulları yasaklayarak, dinsel baskıları yoğunlaştırarak, burada politik özgürlükleri vb. yasaklayarak, yeni oluşan ulusa gerekli “yardımı” yapmaktan geri durmadılar.
Demek ki, mücadele, ezen ve ezilen ulusun bütün kesimleri arasında değil, ezen ulusun burjuvazisi ile ezilen ulusun burjuvazisi ve üst sınıfları arasında başladı. Ezilen ulusun burjuvazisi, –çoğu durumda, bu, küçük burjuvazinin üst kısımları da olabiliyor– kendi işçileri, köylülerini tek ulusal bayrak altında toplamayı başardığı oranda, ulusal hareketin kitleselliği arttı, sonuca daha çabuk gidildi. Ulusal baskının, ezen ulusun toprak ağalarının, ezilen ulusun köylüleri, kır burjuvazisi vb. üzerindeki baskısına büründüğü yerlerde ise, zaten sorun daha kolay gözle görülür oluyor, ulusal sorun, bir toprak sorunu olarak gelişme yolunu kolayca buluyordu.
Ya da merkezi devletin burjuvazisi ve toprak aristokrasisine, bürokrasisine karşı, bunların oluşturduğu devlet yönetimine karşı, ezilen ulusun üst sınıfları “özgürlük bayrağını” açıyor, onların önderliğinde ulusal hareket başlıyordu. Ulusal hareket “Pazar sorunu” olarak başlamakla birlikte, bu durumda sadece Pazar sorunu olmaktan çıkıyor ve demokratik hak ve özgürlükler, eşit haklar için mücadele alanına doğru genişliyor, kapsamı ve içeriği genişliyordu. Bu durumda, artık sorun, bütün bir halkı ilgilendirir hale geliyor, ulusun “ortak sorunları” her şeyin önüne geçiyordu.
Sömürgeleştirilmiş ya da işgal edilmiş ülkelerin ulusları söz konusu olduğunda ise, zaten ulusal sorun, ülkenin kurtarılması, bağımsızlığın kazanılması, yani sömürgelerin kurtuluşu, Batı’nın proletaryası ile birleşme sorununun bir parçası olarak şekilleniyordu. Emperyalizm döneminde, ulusal sorunun, genel olarak bağımlı bir devletin iç sorunu olmaktan çıkıp, emperyalizme karşı bağımlı ulusların ve ülkelerin bağımsızlığını kazanmasına doğru genişlemesi oldukça anlaşılabilir bir gelişmedir. Çünkü ulusal baskının sürmesinde pek çok büyük devletin parmağı bulunmaktadır. Emperyalist devletler, ulusal haklarından yoksun bırakılmış halkları kendilerine bağımlı kılma, bu sorunu kullanma konusunda büyük tecrübelere –dış güçlerin parmağı meselesi– sahiptirler. Denilebilir ki, çözülmemiş ulusal sorunlarla pek çok büyük devletin ilişkisi vardır, onlar, haklarına kavuşamamış ulusları kendilerine bağlama peşindedirler. Bu nedenle ve anlamda ulusal sorun “uluslararasılaşmıştır” ve bu yeni bir şey değildir.
Yukarıdaki örneklerden de anlaşılacağı gibi, ulusal hareketin içeriği her yerde aynı olmamaktadır. Bu, hangi yakıcı sorunun öne çıktığı, hangi taleplerin öncelikle öne sürüldüğü ile bağlantılı bir sorundur. Ulusal hareketin bu içeriği, bu sorunun o verili anda nasıl çözüleceğinin de anahtarını sunar. Burada temel sorun, ulusal hak talepleri ile harekete geçen ezilen ulus kitlelerinin, üst sınıfların bu çözüme razı olup, olmayacaklarıdır. Ezilen ulusun işçileri, köylüleri bu harekete ne kadar kitlesel katılırsa, ulusal hareketin tabanı o kadar genişler, etki alanı da o oranda artar. Örneğin sadece kitlesellik açısından bakıldığında, günümüzde Kürt halk kitlelerinin ulusal harekete katılımı, ona verdiği destek, bu hareketin en yaygın ve kitlesel ulusal hareketlerden birisi olma özelliğini kazanmasını sağlamıştır.
Kürt ulusal hareketinin bu yaygınlığı ve kitleselliği, içeriği ile de doğrudan bağlantılıdır. Hareket, esas olarak politik özgürlükler, eşit haklar, anadil serbestisi vb. ekseninde, merkezi iktidara karşı gelişmektedir. Kürdistan’da bir toprak sorunu olmasına rağmen, toprak mülkiyetinin genel olarak Kürt ağaları ve beylerinde oluşu, topraksız ve az topraklı yoksul köylü hareketini engelleyen bir faktördür. Ulusal çelişki ağır basmakta, hareketin önderleri, “ulusun birliğini” koruma adına bu sorunu gündeme getirmemektedir. Kürt ulusal hareketi, bu özelliği ile, aynı zamanda bir “toprak” hareketi, bir anti-feodal hareket olarak gelişmemektedir. Zaman zaman bu yönde küçük ve kısmi hareketlenmeler olsa da, bu hareketler, henüz ulusal harekete damga vurmaktan uzaktır.
Doğrudan kapitalist işletmelerin bulunduğu alanlarda –fabrika, işletme vb.- ise, durum biraz daha değişik olmakla birlikte, bağımsız, ulusal sorunda işçi sınıfının enternasyonalist tutumunu yansıtacak güçlü bir işçi hareketinden söz edilemez. Buradaki Kürt işçiler, Türkiye işçi sınıfının genel eylemlerine katılma eğilimi göstermekte, ancak Kürt hareketi içerisinde henüz bağımsız bir çizgi izleyememektedirler. Ancak Kürt işçilerinin Kürdistan bölgesi ile sınırlı bir alanda yaşamaması, İstanbul gibi sanayi merkezlerinde de önemli bir nicelik oluşturması, bir taraftan Kürt ve Türk işçilerin birliği sorununu yakıcı hale getirirken, diğer taraftan, hareketin işçi temelinin ve inisiyatifinin güçlenmesinin yolunu da açmaktadır. Kürdistanlı kamu çalışanları ise, işçi ve emekçi hareketinin bütünüyle birleşme konusunda daha avantajlı ve ileri bir konumdadırlar. Ancak hareketteki amaçlarını “ulusal çıkarlar” belirlemekte, eylemleri ve amaçları güdükleşmektedir.
Burada görüldüğü gibi, ezilen ulusun işçilerinin durumu özel bir önem kazanır. Ulusal baskının yoğunluğu, kendi dilini kullanamaması, kültürünü geliştirememesi, ezen ulustan işçilerin harekete müdahalesinin zayıflığı vb. etkenler, ezilen ulusun işçileri arasında kendi üst sınıflarının peşine takılma gibi sonuçlara yol açar. Durumun ne yönde gelişeceği, sınıf çelişkilerinin gelişmişlik düzeyine, işçilerin sınıf bilincine ve mücadele tecrübesine doğrudan bağlıdır. Fakat her durumda, ezilen ulusun işçileri, ulusal baskıya karşı mücadele ederler ve ulusun kendi kaderini kendisinin tayin etmesi için tutarlı çaba gösterirler. Ezilen ulustan işçilerin en ileri kesimleri, şunun da farkındadırlar ki, ulusal hareketin talepleri ve programı ile, kendi talepleri ve programları ayrı şeylerdir. Sınıf bilincine sahip bu işçiler, ulusal harekete katılırken, ulusal taleplerle sınırlı olmayan, toplumsal kurtuluşu hedefleyen bir perspektifle hareket ederler.
Ezen ulusun işçileri için ise, görevler, bütünüyle sadece genel ilkeler bakımından enternasyonalizmin savunulması olarak şekillenmez. Aynı devlette ezen ulusa mensup işçiler olarak, ulusal baskıya karşı somut, güncel, tutarlı bir mücadele yürütme görevi ile karşı karşıyadırlar. Bu, iki ulustan işçi sınıfının birliği açısından da son derece önemlidir. Ezilen ulus üzerindeki her türlü şiddetin, zulmün durdurulması, buna karşı pratik mücadele, ezilen ulusun zorla devlet sınırları içerisinde tutulmasına karşı kararlı bir tutum, işçi sınıfının birliği, karşılıklı güvenin gelişmesi açısında tayin edici öneme sahiptir. İşçi sınıfının politik temsilcileri, yani tutarlı sosyalistler, ulusların kendi kaderini tayin hakkını –ayrılma hakkı dahil, ulusun kendi yaşantısını özgürce düzenleme hakkı– kayıtsız şartsız savunmak zorundadırlar.
ULUSLARIN KENDİ KADERİNİ TAYİN HAKKI
Kendi kaderini tayin hakkı, bir ulusun kendi yaşamı ve geleceği üzerine sadece kendisinin karar verme hakkına sahip olduğu anlamına gelir. Ulus, ayrılıp, ayrı devlet kurabilir, özerk bir yapı ya da federatif bir ilişki içine girmek isteyebilir. Bütün bunlar, bir ulusun özgürce kendisinin karar verebileceği işlerdir. Bütün uluslar eşit haklara sahiptirler ve ulus olmaları, kendi kaderleri üzerinde tam bir egemenlik hakkına sahip oldukları anlamına gelir.
Ezen ulusun işçilerinin en ileri kesimleri eğer sosyalist bilince sahipse, bu durum; ulusal kurtuluşun, ulusal baskıya karşı mücadelenin, ezilen ulusun işçileri ile birlikte ortak sosyal kurtuluşa doğru genişlemesinin koşulları bulunuyor anlamına gelir. Ezen ulusun işçileri ulusal baskıya karşı amansız bir mücadele yürütür ve ezilen ulustan sınıf kardeşlerinin işlerini kolaylaştırırsa, ortak gelecek için mücadelenin önü sonuna kadar açılır, ezilen ulustan işçilerin ulusal hareketteki etki ve etkinliklerinin önü daha fazla açılır. Ezen ulusun işçileri eğer sosyalist bilince sahipseler, her durumda, ezilen ulusun haklarını savunurlar, onlara karşı kendi egemen sınıflarının yönelttiği asimilasyon ve terör politikalarına karşı en önde mücadele ederler, kendi kaderini tayin hakkını kayıtsız şartsız desteklerler.
Kendi kaderini tayin hakkı, her somut durumda farklı biçimlere bürünebilir, çözüm farklılaşabilir. Örneğin Marx, 19. Yüzyılın ortalarında, Rus Polonya’sının ayrılmasından yana tavır almıştı ve o günün koşulları dikkate alındığında, bu tutum doğruydu. Çarlık Rusya’sı, gericiliğin merkezlerinden birisiydi ve geri bir kültür ileri bir kültürü baskı altında tutuyordu. 19. Yüzyılın sonunda ise, Polonyalı Marksistler, Polonya’nın ayrılmasına artık karşı olduklarını ilan ettiler. Çünkü Rusya’da büyük değişiklikler gündeme gelmiş, iki ülke ekonomik ve politik olarak birbirine yaklaşmış, Rus işçi hareketi, işçilerin ortak davası güçlenmişti. (agy)
Marx, 1848’de ise, Çeklerin ulusal hareketine karşı çıkmıştı. Çünkü o dönemde Avrupa devrimler yaşıyor, uluslar, bu devrimler karşısındaki tutumları ile “ilerici, demokratik” ve “gericiler ya da tutucular” olarak tanımlanıyor, Çarlık Rusya’sı, gericiliği besleyen en büyük düşman olarak görülüyordu. Çeklerin “ulusal” hareketi ise, bu genel duruma ters düşüyor, gericiliği güçlendiriyordu.
Ulusal sorunun çözümü açısından, Marx’ın İrlanda’nın kurtuluşuna ilişkin tutumu da oldukça öğreticidir. Marx, İrlanda’nın, ezilen ulusun –yani İrlandalıların– ulusal hareketleriyle değil, ezen ulusun işçi hareketiyle kurtulacağını öngörüyordu. Ancak İngiliz işçi sınıfı, uzun süre liberallerin etkisi altında kaldı. Bütün bu gelişmeyi gören Marx, 10 Aralık 1869’da, Enternasyonal Konseyi’nde okunacak raporunda, “İrlanda ile bugünkü ilişkilere son vermek, İngiliz işçi sınıfının doğrudan doğruya ve mutlak çıkarı gereğidir… İrlanda kurtulamadığı sürece İngiliz işçi sınıfı, hiçbir zaman herhangi bir başarı gösteremeyecektir… İngiltere’de İngiliz gericiliğinin kökleri… İrlanda’nın boyunduruk altında tutulmasındadır.” (Aktaran Lenin, UKKTH) demektedir. İrlanda’nın kurtuluşu, yeter ki, İngiliz işçi sınıfı tarafından desteklenen, İrlanda halkının kitlesel hareketiyle devrimci yoldan gerçekleşsin.
Lenin, İrlanda’nın kurtuluş hareketi konusunda, daha sonra şu yorumu yapmaktadır: “Olaylar başka türlü gelişti, İrlanda halkı olsun, İngiliz proletaryası olsun, yeteri kadar güçlü olmadıklarını gösterdiler.” (agy) Tutarlı bir proleter siyaset izlemenin, Marx’ın yukarıda özetlenen görüşünün dışında bir yolu bulunmamaktadır. Sosyalistler için ulusal sorun “mutlak bir şey” değildir. Onlar, işçi sınıfı hareketinin bu sorunu kökten çözeceği üzerine politikalarını geliştirmektedirler. Ancak kurtuluş için örgütlenmiş bir ulus ve onun hareketi varsa, sosyalistlerin bu soruna ilgisiz kalmaları, egemen burjuva düşüncelere prim vermeleri beklenmemelidir. Sosyalistler somut durumu tahlil etmekte, işçi sınıfının ve halkın çıkarlarının o dönemde hangi tutuma yönelmesi gerektiğini belirlemektedirler.
Ulusal sorun dendiğinde, kuşkusuz, devrim öncesi Rusya’sından söz etmeden geçilemez. Çarlık Rusya’sı “halklar hapishanesi” olarak tanımlanmaktaydı ve dizginsiz bir gericilik, kırımlara kadar politikalar uyguluyordu. Ancak iyi örgütlenmiş bir parti ve güçlü bir işçi hareketi bulunuyordu. Bu durum, ezilen, sömürge ulusların kurtuluşu için de büyük bir olanaktı. Çeşitli ulustan işçiler aynı partide örgütlenmiş, parti, ezilen uluslar için de bir çekim merkezi olmuştu. Kuşkusuz milliyetçi hareketler ve eğilimler de vardı –bunlar özellikle yenilgi dönemlerinin ardından güçleniyorlardı!– ve bunlar, güçlü bir işçi hareketinin olduğu koşullarda ondan farklı bir yol izleyemiyorlardı. Ezilen ulusların kurtuluşu da, işte bu nedenle, işçi hareketi önderliğindeki bir devrimle gerçekleşmiştir. Bugün Rusya örneğini verip, Kürt sorununda yan çizen, sosyalizm adına ulusal sorunu görmezden gelen çevreler bulunmaktadır. Bunlar, Rusya’nın gelişme özelliklerini, RSDİP’in etkisini, daha da önemlisi merkezi, güçlü işçi hareketini görmezden gelmektedirler. Açıkçası, sözün özü şudur; yukarıda verilen örnekten de hatırlanacağı gibi, İrlanda sorununda İngiliz işçilerinin yapamadığını, Rus işçileri yapmıştır.
Türkiye’de ulusal sorununun çözümü hangi yolu izleyecek? Kuşkusuz, sorunun kilit halkası, işçi hareketinin tutumunda bulunmaktadır ve sonucu, ülkenin gelişme özelliklerinden, ulusal hareketin gücüne kadar pek çok etken belirleyecektir. Önemli olan şudur ki, proleter sosyalist çizgi, enternasyonalist tutum tutarlılıkla savunulmalıdır. Gelişmeler bir noktaya geldiğinde, ezilen ulusun kurtuluşundan yana aktif tavır almak, bu çizginin zorunlu gereğidir. Sosyalistlerin, böylesi bir durumda, “ülkenin belirlenmiş sınırlarını” savunmak gibi bir takıntıları bulunmamalıdır. Belki de bu durum, işçilerin kurtuluşunu da yakınlaştıracaktır! Ama şu anda, burada, somut gerçeklerden değil, olası gelişme eğilimlerinden söz ediyor oluşumuz sanırız gözlerden kaçmayacaktır.
Genel olarak ifade edecek olursak, kapitalizm koşullarında, ulusal sorunun çözümünde işçi sınıfının çıkarlarına en uygun düşen çözümlerden birisi, kuşkusuz bölgesel özerkliktir. Yerel bir özerklik temelinde tam eşit ulusal haklar ve dilin tam özgür olması, ezilen ulusun demokratik bir biçimde, aynı devlet içerisinde eşit koşullarda yaşamasını sağlam güvencelere bağlayabilir. Bu, işçilerin ortak davasını güçlendiren, halkları kaynaştıran, burjuva dünyasının ulusal rekabet duygularını törpüleyen de bir çözümdür.
TÜRKİYE’DE ULUSAL SORUN
Türkiye’de bir ulusal sorun var mıdır? Varsa, bugünkü düzeyi nedir, çözümünü nerede bulacaktır?
Türkiye’de bir ulusal sorun vardır ve bu sorun, genel olarak “Kürt sorunu” olarak adlandırılmaktadır. Burjuvazinin gerici parti ve akımları, uzun yıllar bu sorunun varlığını inkar etmiş, bu sorun üzerine söz söylemek, onu tanımlamak zorunda kaldıklarında da, bu sorunu “Doğu sorunu”, “geri kalmışlıktan, feodal kalıntılardan kaynaklanan”, sosyal bir sorun, en sonu da “terör sorunu”, olarak tanımlamışlardır.
Önceleri Kürtlerin varlıkları da inkar edilmiş, onlar Türklerin bir kolu sayılmış, – donmuş kar ve basınca çıkan “kart kurt” sesleri hikayeleri– 12 Eylül askeri faşist darbesi ile dillerini konuşmaları bütünüyle yasaklanmış, devlet terörü tüm zincirlerinden boşanmış olarak Kürt halkının üzerine inmiştir. Ama bütün bunlar fayda etmemiş, Kürt halkı, bu zorbalığa ve ulusal baskıya, güçlü bir ulusal hareketle karşılık vermiştir. Sonunda “Kürt Realitesini tanıma” (Demirel, İnönü) noktasına gelinmiş, “AB’nin yolu Diyarbakır’dan geçer” (Mesut Yılmaz) denmiş, “bu sorun bizim sorunumuzdur, biz çözeriz” (Erdoğan) denmiş, “Kürtler bireysel kültürel haklarını, yasal güvence altına alınmadan, topluluk yaratmadan kullanabilirler” (GKB Başbuğ) denilmiştir. Bugün de aynı şeyler tekrarlanmakta, ek olarak “tarihsel bir fırsatın yakalandığından” bahsedilmektedir.
Bugün, devlet, Kürtçe bir televizyon kanalı açmış durumdadır. Bazı üniversiteler, Kürt Dili kürsüleri açmaya hazırlanmaktadır. Yerel yönetimlerin gayrı-resmi olarak Kürtçe kullanımına ilişkin mahkeme kararı –Digor– gibi tutumlarla sorun yumuşatılmak istenmektedir. Sorun her çevrede tartışılmakta, değişik “çözüm” önerileri ortaya atılmaktadır. Kürt ulusal çevrelerini ve enternasyonalizme bağlı sosyalistleri bir yana bırakırsak, gerici burjuva çevreler, liberaller, bu sorunu “etnik bir sorun” olarak tanımlamakta, “terör sorunu çözülmeden bu sorunda çözüm yönünde ilerleme sağlanamayacağını”, “sorunun kaynağının dışarısı –Kuzey Irak, Kandil– olduğunu” savunmaktadırlar. Onlara göre “terör çözülmeden” Kürt sorununda “çözüm” olmaz. Peki, “terör” diye adlandırılan hareketler nereden çıkmaktadır, sorunun kaynağı nedir? Gericiliğin bu sorulara bir yanıtı bulunmadığı gibi, üzerinde anlaşılmış bir “çözümü” de bulunmamaktadır.
Gelinen yerde, en iyimser ifade ile Kürtler etnik bir grup olarak tanımlanmakta, ancak “çözüm” olarak kısıtlı bir dil ve kültür serbestliği öngörülmektedir. Ancak bu konuda da bir istikrardan ve egemen sınıfların etrafında birleştikleri bir politikadan söz etmek olanaklı görünmemektedir. Esen, estirilen şovenist rüzgârlara göre dümen kırılmakta, bir adım ileri atılmışsa, iki adım geri atılmakta: burjuva, gerici partiler aynı hizaya gelmektedirler. Ancak bu sorun inkar edilemeyecek ölçüde ülkenin gündemine gelmiştir ve artık geriye, eski duruma dönme olanağı bulunmamaktadır. Ama gericiliğin direnişi güçlüdür ve uluslararası durumun kendisine imkanlar tanıdığını, bir süre böyle giderse, sorunu bir süre için daha “öteleyebileceğini” hesaplamaktadır.
SORUNUN KAYNAĞI VE TANIMI
Ülkede Kürtler olarak tanımlanan halkın doğru tanımı, Kürt ulusudur. Sorun olarak tanımlanan ise, bu ulusun ulusal hareketidir. Kürtler ve Türkler, Kürtler daha eski tarihlere dayanmak üzere, yaygın bir ifade ile en azından “1000 yıldır” bu topraklarda yaşamaktadırlar. Osmanlı dönemi, Kürtlerin kendi içerisinde bir özerkliklerinin olduğu, Kürt beylerinin padişaha bağlılıklarını bildirdikleri, kendi halkları üzerinde ise despotça bir yönetim sürdürdükleri bir dönemdir. Çeşitli nedenlerle gündeme gelen ayaklanmalar da kanlı bir şekilde merkezi yönetim tarafından bastırılmıştır.
Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılması ile birlikte, bu mevcut durum sona erdi. Ülkenin işgaline karşı ulusal bir kurtuluş mücadelesi başladı. Bu mücadeleye Kürtler de katıldı ve o dönemde, kendilerine, özerkliğe kadar varan çeşitli sözler verildi. Ancak Lozan Anlaşması’nın imzalanması ile birlikte bütün bunlar unutuldu ve Türkiye Cumhuriyeti’nin “ulus devlet” olarak inşasına girişildi. Bu, Kürtlerin bütün hakların yoksun bırakılması anlamına geliyordu. Kürtler, bu duruma, irili ufaklı ayaklanmalarla karşılık verdiler. Ama bu ayaklanmalar kanla bastırıldı ve asimilasyoncu, şiddete dayanan gerici politikaların uygulanması hız kazandı.
Bu açıdan, sorunun özü şu ki, Türkler ve Kürtler uluslaşma sürecine çok geç girmişlerdi. Yeni oluşmaya başlayan Türk burjuvazisi zayıf ve cılızdı. Diğer azınlık uluslardan burjuvazi –Rum, Ermeni vb.– bütün ekonominin can damarlarını elinde bulunduruyor, daha önce sömürgecilerle, daha sonra da emperyalistlerle ilişkileri yürütüyordu. 1. Dünya Savaşı içinde, askeri nedenler gerekçe gösterilerek kırıma uğratılan Ermenilerin kalanları da büyük ölçüde ülkeden sürülmüş, Ermeni burjuvazisinin mallarına el konulmuştu.
Bu durum, Cumhuriyet sonrasında, Rumlar üzerinde uygulanan gerici politikalarla devam –Varlık Vergisi, 6-7 Eylül Olayları vb.– etti ve devletin desteğini de alan Türk burjuvazisi, bir ölçüde palazlandı. Diğer taraftan, ülkenin genelinde de olmakla birlikte, ağırlıklı olarak Kürt bölgelerinde, feodal kalıntılarla da beslenen güçlü bir toprak ağalığı sistemi vardı. Yeni devletin oluşumunu, Kurtuluş Savaşı ile büyük bir saygınlık edinen ve kendisini ülkenin “kurucusu ve kurtarıcısı” olarak gören ordu ve devlet üst bürokrasisinin de katıldığı ittifak belirledi. Bu ittifaka Kürt toprak ağalarının en üst temsilcilerinin de –uygulamaya bakılınca hiçbir ulusak hak talep etmeden– dâhil edilmesi, yeni devletin genel çerçevesini tamamlıyordu. Ulusal hak talebi ile çıkan isyanlara katılan toprak ağaları ve beyleri ise, bu ittifakın dışında tutuldu, onlar sert biçimlerde cezalandırıldılar.
Türkiye egemen sınıfları böylece şekillenmiş, güçlü bir “Türk ulusu” oluşturma işine de tüm çabalarıyla girişmişlerdi. Bu dönemde, “güneş dil ve tarih” teorileri ortaya atılmış, yeni ulusun olmayan güveni ve birliği bu gerici yöntemlerle yapay olarak oluşturulmaya çalışılmıştı. Bütün bu çabaların ve kapitalizmin gelişme düzeyinin Türk ulusunun oluşturulmasına yettiğini, bunu “başardığını” tespit edebiliriz. Bu süreç, Türklerin uluslaşma sürecinin, genelde işin içine zorbalık da karışmakla birlikte, “başarıyla” yönetildiğini kanıtlamaktadır. Türk uluslaşmasının en özlü ifadesi, “Ne Mutlu Türküm Diyene”dir. Her ulus, etnik grup, böylece, Türklüğe davet edilmiş, bu davete uymayanlar ezilmeye, yok edilmeye çalışılmıştır.
Bu davete uymayanların başında Kürtler gelmektedir. Yukarıda özetlenen süreç, aynı zamanda, farklı bir ulusun da, biraz geriden gelerek, oluşma sürecidir bir bakıma. Bu ulus, Kürt ulusudur. Tarihsel gelişme, kapitalizmin eski ilişkileri çözmesi, Kürt burjuvazisinin, özellikle de şehirlerdeki Kürt küçük burjuvazisinin gelişmesi, ulusal duyguları uyandırdı ve geliştirdi. Diğer taraftan, merkezi devletin baskı ve terörü, asimilasyoncu politikalarda ısrar, bu ulusun gelişmesine yeterli katkıyı zaten vermekteydi. Böylece ulusun oluşması, sert darbeler altında gerçekleşti ve güçlendi. Türk burjuvazisi, Ermeni ve Rumları ulusal düşman ilan etmiş, bu düşmanlıklar üzerinden kendi yolunu açmıştı. Gelişmekte olan Kürt burjuvazisi ve küçük burjuvazisinin de “Türklere karşı” kullanacağı bir yığın gerçek bulunuyordu. Böylece ulusal hareket güçlendi ve mücadelesi her geçen gün gelişerek devam etti.
Bugün Kürt burjuvazisi, küçük burjuvazisi, ulusal harekete katılan toprak ağaları, Kürt halkının temsilcileri olarak, ulusal hak eşitliği istemekte, başta dil olmak üzere ulusal, kültürel haklarını talep etmektedirler. Ulusal hareketlerin genel gelişimine bakıldığında, bu haklar, engellenemeyen, eninde sonunda kabul gören taleplerdir. Bu süreç ne kadar uzarsa uzasın, ne kadar acılara neden olursa olsun, sonunda, ulus, yaşamını ya bağımsızlığını kazanarak düzenler ya da birlikte yaşamaya karar vermişse, bu birliğe çeşitli biçimler vererek –özerklik, federasyon vb.– düzenler. Bütün bu biçimler, ortak anayasa ve yasalar tarafından güvenceye alınır, ülkede demokratik bir yapı kurulur. Ulusal sorunun kapitalizm koşullarında çözümü, tam bir demokratizmin egemen olmasını şart koşar. Bu durumda, iki ulustan Türkiye işçi sınıfının ücretli kölelik düzeninden kurtuluşu mücadelesi daha elverişli koşullar içerinde gelişme olanağını da bulur.
Bütün bunlardan sonra, “terör sorunu”, “PKK sorunu” olarak tanımlanan sorunun, aslında Kürt sorunu olduğunu, bu sorunun kaynağını da Kürtlerin ayrı bir ulus olmasının oluşturduğunu, bugün “terör” olarak gösterilen –kuşkusuz terör diye tanımlanabilecek tek tek eylemler de bulunmaktadır, ancak bunlar sorunun özünü karartmamaktadır– mücadelenin de, ezilen ulus durumundaki Kürtlerin ulusal hareketi olduğunu altını çizerek belirtebiliriz.
SOMUT DURUM NE, ÇÖZÜM NEREDE?
Genel olarak ulusal sorunu, özel olarak da Kürt sorununu yeterli açıklıkta ele almaya çalıştık. Bu bölümde, “bugün bu sorun hangi aşamada”, “sorunun çözümü nerede” sorularının yanıtlarını araştırmak gerekiyor. Hemen vurgulamak gerekir ki, bugün Kürt ulusal hareketi, çok yaygın destek gören, ulusun geniş tabakaları arasına yayılmış bir harekettir. Üstelik ülkenin somut gelişme özelliklerinden dolayı, bu ulusal hareket, en gelişmiş kentlerden de –İstanbul, İzmir, Mersin, Adana, Ankara vb.– destek bulmaktadır. Tarihsel örnekler, pek az ulusal hareketin bu yaygınlığa ve güce eriştiğini göstermektedir.
Ülkenin işbirlikçi egemen sınıfları, kuşkusuz bu durumun farkındadırlar. Genelkurmay Başkanı’ndan, Cumhurbaşkanı’na, Başbakan’dan yüksek devlet görevinde bulunmuş eski bürokrat ve politikacılarına kadar, geniş bir çevre, bu nedenle, peş peşe sahne almakta, “sorunun çözümü” üzerine açıklamalar yapmaktadırlar. Ama bütün bu “çözüm” önerileri ve yaklaşımların sorunun özünü –ezilen ulusun hak ve talepleri– ortaya koymadığını, buna uygun bir çözüm getirmediğini, bu nedenle de, Kürt halk kitlelerinin özlem ve isteklerine yanıt vermediğini baştan tespit etmek gerekir.
Kürt halk kitlelerinin istediği, çok kısıtlı bir dil serbestisi, sınırlı kültürel haklar, kısıtlanmış TV ve radyo yayınları vb. değildir. Dile getirilen, kendi politik temsilcileriyle görüşülmesi, anadilde eğitim, politik hakların tanınması, bu hakların anayasal güvenceye alınması, yerel yönetimlerde bir tür özerklik anlamına da gelebilecek bir serbesti vb.’dir. Kısacası, her alanda tam bir eşitlik ve özgürlüktür. Bütün bunların, ezilen ulusun önündeki tüm gerici barikatların parçalanması anlamına geldiği, ülkeyi demokratlaştıracak temel özellikler taşıdığı açıktır.
İşbirlikçi egemen sınıflar ise, bugünkü uluslararası durumun, özellikle ABD ile ilişkilerin ve ABD’nin bölgede Türkiye egemen sınıfları ile yapmayı planladığı gerici hareketlerin, kendi durumlarını savunmaya elverişli koşullar ortaya çıkardığını hesap etmektedirler. Egemen sınıflar uluslararası durumun çok uzun olmayan bir dönemde sertleşen çelişkiler, artan kutuplaşmalar yönünde olacağını, bu döneme kadar “kazasız, belasız” gidebilirlerse, Kürtleri kontrol altına almak için önlerine farklı fırsatlar çıkacağını ummaktadırlar. Demirel, “ülke 30 yıl bölünmeden gitmeyi başarmalı” demişti, bugün devleti yönetenler de “vakit kazanmanın” kendilerini rahatlatacağını sanmaktadırlar. Oysa keskinleşen emperyalistler arası çelişkiler, aynı zamanda bu sorunu diğerine karşı kullanma ve farklı gelişmeleri kışkırtma potansiyelini de içinde taşımaktadır. Yani işbirlikçi egemen sınıfların beklenti ve hesapları tam tersine de dönebilir. Aynı Demirel’in “bizi bölmeye çalışanlar müttefiklerimiz” sözü durumu yeterince açıklamaktadır. İşbirlikçi egemen sınıfların korkuları temelsiz değildir. Egemen olan ve ezen ulusun çıkarları ile, ezilen ulusun çıkarları arasındaki çelişkiler öylesine zıttır ki, bunlar bir çözüme kavuşmadıkça, çok uluslu bir devletin kararlı ve dengeli bir varoluşu olanaklı değildir. İşbirlikçi egemen sınıfların her taşın altında bölünme hayaletini görmeleri, bu nedenle boşuna değildir.
İşbirlikçi egemen sınıflar “çözümü” Kuzey Irak Kürt yönetimi ile işbirliğini geliştirmek, PKK’nın silahlı gücünü etkisizleştirmek, içte esasa ilişkin olmayan, ancak geçmişe göre “ilerleme” olarak görülecek bazı sınırlı adımları atmak, Kürt hareketini bütünüyle yatıştırmayacaksa da, bir süre kontrol altına almakta aramaktadırlar. Egemen sınıflar, işte bu sonucu ummakta ve beklemektedirler. Onların bu gerici hesaplarıyla, Kürt Ulusal Hareketi’nin uyandırdığı ve harekete geçirdiği özlem ve talepler arasında büyük bir zıtlığın olduğu açıktır.
Ulusal sorunun çözümünü ele alırken, bu çözümün; her somut durumda, tarihsel koşulların özelliklerine, ülkelerin durumuna uygun olarak çözülebileceğine dikkat çeken Stalin “eğer bir yerde diyalektik yaklaşıma ihtiyaç duyuluyorsa, o yer tam da burasıdır, ulusal sorundur” demektedir. Türkiye’nin durumu, Türk ve Kürt halklarının iç içeliği, Türkiye işçi sınıfının her iki ulustan oluşması, tarihin kritik noktalarındaki ortak davranış –ulusal kurtuluş mücadelesine Kürtlerinde katılımı vb.– gibi etkenler ve Kürt Ulusal Hareketi adına politika yapanların dile getirdiği talepler, Kürt sorununun çözümünün, kendine özgü özgünlükler içereceğini göstermektedir. Bugün peşinen “şu biçimde çözülür” denilemeyecekse de, sınıf bilinçli işçilerin ve onların partisinin her koşulda, ulusal baskıya ve zorbalığa karşı duran, zorla sınırlar içerisinde tutulmayı reddeden, kendi kaderini tayin hakkını tavizsiz ve koşulsuz savunan ve bunun için mücadele eden bir pozisyonda olması gerekmektedir.
Kürt ulusal sorununda bugün dikkati çeken temel özelliklerden birisi, ulusal hareketin ayrılma ve bağımsız devlet kurma talebini öne sürmemesidir. Oysa bu, bir ulusun, bir ulusal hareketin en doğal ve haklı talebidir. Bunun ileri sürülmemesi, Kürtlerin ve Türklerin demokrasi, eşit haklar ve özgürlükler, geniş bir demokratizmin egemenliğinde ortak yaşama ve geleceği birlikte kurma çabalarına güç vermekte, milliyetçiliğin ve şovenizmin önünün kesilmesine hizmet etmektedir. Tutarlı bir demokrasi, ulusal sorunun kapitalizm koşullarında en iyi çözüm yoludur. Ancak ulusal hakların merkezi yönetim tarafından inkar edilmeye devam etmesi, terör ve baskı politikalarının uygulanmasında ısrar, Kürt Ulusal Hareketi’nde bağımsızlık eğilimlerini de güçlendirecek bir etkendir. Somut olarak böyle bir durumun ortaya çıkması bugünden öngörülemese de, böyle bir durumda, ezen ulustan sosyalistlerin ve işçilerin “zorla birlikte tutulmaya” karşı mücadele etmeleri, bu ayrılma hakkını kayıtsız koşulsuz desteklemeleri gerekmektedir.
İKİ ULUSTAN İŞÇİ SINIFI VE PARTİ TAKTİĞİNİN ÖZGÜNLÜĞÜ
Türkiye’nin esas olarak iki ulusun yaşadığı –kuşkusuz farklı milliyetlerden topluluklar da yaşamaktadır, ama bugün ulusal sorundan bahsedildiğinde kastedilen, Kürt ulusu ve Kürt sorunudur– çok uluslu bir ülkedir. Bu durumun politik yaşamın bütün yönlerini etkilememesi, onu koşullandırmaması beklenemez. Türkiye işçi sınıfı da, ağırlıklı olarak bu iki ulustan oluşmuş, kapitalizmin gelişme düzeyi, Kürdistan’dan zor kullanılarak yaptırılan göçlerle ve ekonomik yaşamın zorladığı “gönüllü” göçlerle, kapitalizmin merkezlerinde Türk ve Kürt işçiler, aynı işyerlerinde, aynı tezgâhta bir arada çalışma ve yerleşim yerlerinde birlikte yaşama durumuyla karşı karşıya gelmişlerdir.
İşçilerin genel olarak ortak çıkarı, ulusal farklılıkların törpülenmesinde ve sönmesinde, farklı ulustan işçilerin ortak kurtuluş için mücadeleye atılmasında, sermayenin egemenliğinin devrilmesindedir. Bu nedenle, ezen ve ezilen ulustan işçilerin tek bir parti içinde örgütlenmeleri tayin edici önemdedir. Tek bir ülkede ezen ve ezilen ulustan işçilerin bulunması, işçi sınıfının birliği ve ortak mücadelesi sorunun daha yakıcı bir sorun olarak orta yere getirir ve işçi sınıfı partisi, bu durumu dikkate alan özel politikalar ve taktikler uygulama yükümlülüğü ile karşı karşıya gelir.
Örneğin Türkiye Kürdistan’ında uygulanacak taktikle, ülkenin batısında, işçi merkezlerinde uygulanacak taktik farklılıklar gösterebilir, ama bu taktik, değişik yönlerden gelerek, aynı amaca hizmet eder; bu amaç, ulusal baskının engellenmesi, şovenizmin geriletilmesi, kendi kaderini tayin hakkının gerçekleşmesinin kolaylaştırılması, işçi sınıfının birliğinin sağlanması ve ortak mücadelenin gelişmesi, sermeyenin egemenliğinin devrilmesinin yakınlaşmasıdır.
Bu yaklaşım, eğer işçi hareketi güçlü ve deneyimliyse, sorunun bir ayrılığa doğru gitmesi durumunda da, bu ayrılığın sancısız ve büyük bedeller ödenmeden, halkların düşmanlaşmasını sağlamadan gerçekleşmesini sağlayabilir. “Başka bir ulusu ezen bir ulusun özgür olamayacağı” gerçeği, ezen ulustan işçiler için daima en doğru pusuladır. Bugün gericilik en büyük gıdasını milliyetçilikten almakta, Kürtleri ezmekle, onlara eşitlik ve demokrasi tanımamakla kalmamakta, Türklere de demokrasi tanımamaktadır. Bu nedenle, şu daha net anlaşılmalıdır ki; Kürt sorununun çözümünde temel sorun, ezen ulustan işçilerin tutumunda yatmaktadır. Onların tutumu her şeyi belirleyecektir. Ezilen ulusun tüm haklarını koşulsuz savunan, bunu pratik mücadele içerisinde gösteren bir tutumun belirleyici bir önemi bulunmaktadır.
Bu durum, yani çok uluslu sınıf yapısı, işçilerin partisinin sınıfı birleştirmek için uyguladığı politikalara, güncel taktiklerine de zorunlu olarak yansımak durumundadır. Özellikle seçimler, diğer demokratik talepler, sendikalardaki ilişkiler vb.’ne yönelik taktikler belirlenirken, dikkate alınan temel kıstas, bugün ulusal harekete önderlik eden kesimlerin, işçilerin partisine karşı nasıl tutum aldıkları değildir. Bu taktiklerde; işçi sınıfının birliğini gözeten, ezilen ulustan halk kitlelerinin duygu ve düşüncelerini dikkate alan, gerektiğinde taktik olarak “geri adım” gibi görünen politikaların, stratejik amacı gerçekleştirmeyi kolaylaştıran özelliklerinin olması zorunludur.
Örneğin Kürt işçi ve emekçileri, şurada ya da buradaki bir seçimde kendi temsilcilerinin seçilmesinin Kürt sorununda bir ilerleme sağlayacağını, sorunun çözümünü kolaylaştıracağını düşünüyorlarsa ve bu genel bir eğilim haline gelmişse, işçilerin partisinin bu tutumun yanlışlığını eleştirmekle birlikte, –ki eleştiri her zaman gereklidir– bu kitlelerle karşı karşıya gelmek şöyle dursun, durumu anlayarak, bu isteklerine engel olmayacağı açıktır. Kürt emekçi kitleleri de, kuşkusuz kendi tecrübeleriyle öğreneceklerdir.
Türk ve Kürt işçilerinin birlikte yaşadıkları yerlerde, bu tür tutumlar, Türk ve Kürt işçiler arasında güvenin ve birliğin artmasına yardımcı olacak, sermayeye ve gericiliğe karşı birliği ve mücadeleyi güçlendirecektir. Bu tür politikaların kimi çevrelerce “kuyrukçuluk” olarak nitelendirildiği bilinmektedir. Bu çevrelerin ezilen ulusa karşı sorumluluk taşımadıkları, hele hele, ezen ve ezilen ulustan işçilerin birliğine karşı sorumsuzca davrandıkları, bu gerici davranışlarının milliyetçiliğin baskısı ile şekillendiği çok açıktır.
İşçilerin ve diğer emekçilerin aynı sendikalarda örgütlenmesi, sendikaların ulusal temelde ayrışmaması, bu tür eğilimler ortaya çıktığında, bunlara karşı ideolojik mücadele zorunlu ve gereklidir. Ama açıktır ki, sınıf bilinçli işçiler ve onların partisi, bununla sınırlı kalmayan, ezilen ulusun haklarını pratik olarak savunan ve mücadele eden bir çizgi ile hareket etmek zorundadır. Ezilen ulustan işçi ve emekçilerde güven duygusu oluşturacak, onları ortak örgütlenme ve mücadeleye çekecek bir tutum, ancak bu durumda olanaklıdır.
İşçilerin partisinin uyguladığı politika ve taktikler, kuşkusuz yanlışlıklar da içerebilir. Ya da doğru politika ve taktikler, onların taşıdığı esneklikler, özgünlükler nedeniyle belirsizleştirilebilir, muğlâklaştırılabilir ya da ilkesizlik olarak yorumlanmaya açık şekilde uygulanabilir. Ama bunlar ortaya çıkıyor diye, bu taktikler yanlış olarak mahkûm edilemeyeceği gibi, bu taktikleri hayata geçirme yeteneği gösteremeyen bir partinin, politik olayların karmaşıklığı, dönemsel taktik dönüşümler vb. gibi durumlarda politikasız kalacağı, taktik uygulayamayacağı da açıktır. Burada sorun, parti güçlerinin eğitilmesinde, belirlenen politika ve taktikleri tam bir açıklıkla ve netlikle uygulama yeteneği gösterebilmesinde düğümlenmektedir. Yanlışlar ise, her zaman düzeltilebilir yanlışlar olacak, yanlış yapılsa bile, bunlar, ağır ve düzeltilemez yanlışlar olmayacaktır.
Bitirirken vurgulamak gerekir ki, bugün Türkiye’de tutarlı ve güvenilir bir sosyalist tutuma sahip olmanın turnusol kağıdı, Kürt ulusal sorununda enternasyonalist bir tutuma sahip olmaktır. Gerisi milliyetçiliğe, sosyal şovenizme bulanmış iki yüzlülükten başka bir şey değildir.