Birgün, söyleşilerin ardından yayımladığı “katkılar”la ancak geçtiğimiz günlerde sona eren uzun bir yazı dizisiyle “solun durumu ve geleceği”ni masaya yatırdı. ÖDP ağırlıklı olmakla birlikte hemen her “sol çevre”den çok sayıda kişiyle yapılan söyleşilerde, seçimler ve seçim sonrasını kapsayarak solun izlediği çizgi ve tutumlar, bu tutumlar üzerinden “solun geleceği”ne ilişkin perspektifler tartışma konusu edildi.
ÖDP-MERKEZCİLİK
Yalnızca söyleşi için seçilen kişilerin ağırlıklı aidiyeti değil, söyleşinin konusu da ÖDP-merkezci, hatta denebilirse ÖDP ve iç tartışmalarına ilişkindi. “Dışarıdan” söyleşilenler, genellikle, bu görüntüden kaçınabilmek ve fazla ÖDP-içi tartışma tablosu çizmemek için seçilmiş gibiydiler. Onlara sorulan sorular, doğrudan ÖDP içine ve geleceğine ilişkin olmasa bile, bu dolayımlıydı ve şu ya da bu yönden bu tartışmaya bağlanma veya bu tartışmanın dış koşullarına ilişkin kılınma eğilimini ifade ediyordu. Dolayısıyla sol ve durumu tartışılıyor gibi yapılıyordu; ancak bunun gerekleri neredeyse hiç ortada yoktu.
Eğer genel bir sol tartışmasıysa murat edilen, en azından sosyalist solu ve öznesi olan işçi sınıfını, mevcut durumu ve gelişme olanaklarını, perspektiflerini vb. de kapsamalıydı, böyle bir tartışma. Ama sosyalizm, ÖDP Kongre kararı olan “özgürlükçü sosyalizm” kapsamında, o da genellikle adı geçirilerek konu edilmişti, tartışmalarda. Sosyalizm üzerine konuşabilecek kişilere de, sorular farklı yönlerden sorulmuştu. İşçi sınıfına ilişin sorular ise, hemen sadece sendika uzmanı Aziz Çelik ile DİSK Başkanı S. Çelebi’ye ve tahmin edilebileceği gibi hemen tamamen sendikal yönüyle yöneltilmişti.
A. Çelik, bilindiği gibi, netti ve “solda emeğe dayalı politik bir hareketin olmaması”nı önsel bir saptama olarak kaydedip, bunun, bazı meslek örgütlerini, sendikaları basınç altına al”dığı ve bu örgütlerin “daha siyasallaşmasına yol açabil”mekte olduğunu ileri sürüyordu. “Emeğe dayalı politika”yı aradığı yer de netti, “kendi AB taraftarı söylemine, demokrasi söylemine ters düştü; bu konuda ilerici olamadı” diyerek eleştirdiği AKP’nin “kağıt üzerinde kalan” AB’ciliğinin yerine hakiki AB’cilik önermekteydi. Solun durumuna da buradan hareketle yaklaşıyor ve “sol birlik”, “çatı partisi” gibi konulara ilişkin soruları, “Türkiye’de solun, sol partilerin bir araya gelmesinden ya da bir çatı partisi altında birleşmesinden daha çok, bir zihniyet, bir program, bir yaklaşım probleminin olduğunu düşünüyorum” şeklinde yanıtlıyordu. İşçiler de aslında başlıca özne değillerdi artık ve Çelik sendikaları da işçi örgütleri, sınıf örgütleri olmanın ötesinde işlevlerini muğlaklaştırarak tanımlıyordu: “Sadece fabrikaya dayalı sendika modeline ek olarak hak temelli, piyasanın yarattığı tahribat karşısında mağdur olan toplumsal kesimlerin örgütlenmeleri ortaya çıkıyor”du ve “Çalışma ile ilgili hakları savunmak doğrudan doğruya üretim sisteminin içinde olmayı gerektirmeyebilir”di!*
İkinci “işçi sözcüsü” ise DİSK Başkanı’ydı. “Devrim” deyince aklınıza ne gelir sorusunu “DİSK” diye yanıtlayan Çelebi de, tam bir işçi temsilcisi gibi davranmaktaydı söyleşisi boyunca! “CHP’yi açıkça desteklediniz. Sol parti misyonunu kaybettiği söyleniyor CHP’nin, siz hâlâ sol olarak mı görüyorsunuz?” diye sorusuna, tarafsız biri gibi, sorunun kendisini ilgilendirmediği düşüncesiyle yaklaşmakta ve yanıtı CHP’ye bırakmaktaydı: “CHP’nin sol parti misyonunu kaybettiği ya da sol parti olmadığı yargısı da en çok CHP tarafından bilinmesi ve eğer öyleyse o şekilde ifade edilmesi gereken bir özelliktir.” Yine, “burjuvaziye fazla yakınlaşma” içerikli eleştirel bir soruyla Mustafa Koç’a yargılanmaması için destek verme konusundaysa, “Sadece ezberlerle ve siyah- beyaz kafayla olayları yorumlamak veya aşmak pek yeterli olmaz… 301’in kaldırılması veya bundan ötürü bir yargılanmanın başlaması karşısında ‘bana ne, o işveren’ mi demek doğrudur… Geçmişte veya bugün sol içi tartışmalarda da yaşanan ‘o benim gibi düşünmüyor, ben de onunla yürümem’ gibi yerlere varmasından dün de korkmuşumdur bugün de doğru bulmam.” demektedir.
“Sol”dan işçilerle ilişkili sorulara yalnızca bu iki sendikacının muhatap olmasının bir anlamı olmalıdır. Herhalde sol ile işçi sınıfı, ancak görüş ve pozisyonları ortada olan bu tür sendikacılar şahsında bir araya getirilebilmektedir! Geriye kalan “sol” tartışması ise sınıfsızdır. Sol sınıfsız anlaşılmaktadır! Ve “sınıflı sol”, ancak AB destekli bir “sol ya da sosyalizm anlayışıyla yer bulabilmektedir kendisine. ÖDP-merkezci bir sol tartışması ancak böyle yürüyebilmektedir.
*
Peki, işçi sınıfıyla bağlantısı önemsenmeden ve ne sınıfın günlük talepleri ne de dünya görüşü olarak sosyalizmin –kuşkusuz günümüzdeki– sorunları üzerinden yürütülmeyen “sol tartışmaları”, nereden kurgulanmıştır?
Söyleşi dizisindeki “sol tartışmaları”, genel olarak seçim taktiğini bile değil, seçimlerde “bağımsız sol adaylar” gösterilmiş olmasını, özel olarak U. Uras’ın adaylığını ve sonuçlarını tartışma konusu edinmiştir. Uras’ın adaylığı ve bu adaylığın ÖDP Parti Meclisi tarafından desteklenmemiş olması, Uras “Bin Umut adayı” olurken ÖDP’nin “Bin Umut adayları”nın karşısına aday çıkarmasının kendisi değil, ama ortaya çıkardığı problemli durumla bu durum çerçevesine sıkıştırılmış “solun hali” ve “geleceği” dizinin başlıca tartışma konusunu oluşturmuştur.
Genel olarak seçim sonuçları üzerinden tartıştığı izlenimi oluşturmak üzere, hemen her söyleşi yaptığı kişiye AKP başarısı ve nedenlerine ilişkin sorular da yönelten dizinin soruşturduğu başlıca konulardan biri, B. Oranı’ı da kapsayarak, ama daha çok U. Uras şahsında “bağımsız sol adaylık” süreci oldu. Bu fikri kimin ortaya attığından başlayarak, “sol” açısından yarattığı durum ve Uras’ın Meclis’te bir şey yapıp yapamayacağına dair sorular, hemen herkese soruldu. O. Müftüoğlu, örneğin, “bağımsız adaylık süreci”nin “ÖDP için problem yaratmış” olduğunu söyleyerek, “Türkiye solu için iyi kötü bir şeyler çıkartabilecek güçlü bir birikimi taşıyan bir partiyi korumak yerine bu kadar karıştıracak bir şey yapılmamalıydı” dedi. Ve “Bağımsız aday projesinden duyulan heyecan”ı, “bunda parlamentoya endekslenmiş bir bakış açısının mutlaklaştırılmasının da rolü var” saptamasını yaparak yorumladı. “Bağımsız adaylık”ın “daha kolay yoldan başarı kazanma anlayışlarını güçlendiren bir siyaset anlayışına götür”düğü düşüncesindeydi. “DTP’nin önerisiyle Ufuk Uras’ın bağımsız aday olması sürecinde biraz eleştirel baktım meseleye. Parti Meclisi’nde kabul edilmeden, dışarıdan bir emrivaki ile getirilmiş olmasına…” diyor ve şöyle toparlıyordu: “Bağımsız aday gösterilemez diye bir düşünceye sahip değilim. Fatsa’da 80 öncesinde Fikri Sönmez’i gösterdik ve kazandık. Ama kendi gücümüze güvenerek kazandık. Şimdi ise biraz abartılı bir şekilde Kürt hareketinden istifade ederek bir şeyler yapma anlayışı çok fazla öne çıktı…”
KESK Başkanı İ. H. Tombul da, “ortaya atılan projenin örgütlü bir güce dayanarak mücadele yerine, yalnızca parlamentoya girmenin yaratacağı etki ile solu ve toplumu yukardan dizayn etmeye dayanan bir beklenti”ye dayalı olduğu düşüncesindeydi. “İstanbul’daki bağımsız aday kampanyalarında sol hareketin zeminini değiştirmeye dönük kültür-kimlik tanımlı bir anlayış ortaya kondu. Oysa sol dendiğinde, sınıfsal perspektif doğrultusunda politikalar belirleyen, emekçilerin çıkarlarını savunmayı esas alan mücadele akla gelir.” demekteydi. Oysa Uras’ın “bağımsız sol adaylığı”, “DTP’nin önerisi ile gündeme gelen ve daha çok DTP’nin oradaki oy potansiyeli üzerinden Meclis’e girmeyi öncülleyen bir çalışmaydı.”
Tombul, bir adım daha atarak, oluşan durumu, ÖDP ile bağlantılı olarak, “kriz” olarak niteliyor ve “ÖDP, bu krizden çıkışı aşağıdan-yukarıya doğru bütün üyeleriyle, illeriyle, ilçeleriyle organlarıyla tartışarak karar vermek durumundadır.” diyordu. ÖDP’de “ikili hayat” yaşanmaktaydı ve Tombul, “bugün yaşanan ikili hayatı ortadan kaldıracak olan, tartışma sürecinin kendisidir” düşüncesindeydi.
“ÖDP’de kriz”, Birgün’ün de saptaması. M. Kürkçügil’e yöneltilen soru; “ÖDP de bugün geldiği hayat açısından bir kriz yaşıyor.. Neyin üzerinden bu krizi aşabilir?” şeklinde ve şöyle yanıtlanıyor: “Kriz olmayan bir organizma düşünmek mümkün değildir. Bu kriz son seçimle ortaya çıkmış bir şey değildir, yapısal krizdir. Türkiye sosyalist hareketinin bütününde benzer türden krizler söz konusu. Esas olarak bu kendini yapılandıramama, büyümeme, gerileme krizidir.”
Kürkçügil’in bağımsız adaylık sorununa yaklaşımı da taktik olmaktan çok stratejikti: “Biz neyi konuşacağız? Gerçekten bir sosyalist alternatifi öngören bir programa mı yöneleceğiz, yeni insanlar mı kazanacağız, yeni mücadelelere daha güçlü bir şekilde mi katılacağız yoksa şu veya bu sözcüyü Meclis’e mi taşıyacağız? Hayatın içinde yeterince güçlü değilseniz, temsili organlara kendi gücünüzün ötesinde bir atlama yaparsanız, bunun hayatta karşılığı olmaz.” İkisinin karşı karşıya konulması bir yana bırakılırsa, bu yaklaşımın genel olarak doğru olduğundan kuşku duyulamaz; hata, sürece ÖDP merkezli bakıştadır. Yoksa herhangi birini değil, ama sosyalist ve demokratik hareketin sözcülerini Meclis’e taşımakla sosyalizmi, sosyalist programı alternatif kılmak neden çelişsin ve karşı karşıya getirilsin! Kuşkusuz sosyalist bir programa sahip olarak, seçimlere buradan hareketle oluşturulacak dönemsel taktik platforma denk düşen bir seçim platformuyla yeni insan vb. kazançlarını çoğaltmak üzere katılmak ve Meclis’i ve “sözcü” “taşıma”yı her şey saymamak gerektir. Ancak bu, bağımsız adaylar taktiğinin yanlışlığı anlamına gelmeyecektir. Bu taktiğin konusu olması gereken gelişmelere ilgisiz genel yaklaşım, “TKP oy kriteri açısından başarılı olmamıştır” saptamasını yapan TKP Başkanı A. Güler’in de tutumu. O da, Uras’ın adaylığına karşı çıkmış olan ÖDP PM çoğunluğu gibi, bağımsız aday taktiğine karşı. Hem de taktik bakımından değil, genel olarak.. Karşı olmak bir yana, bunu parti olmanın reddi olarak anlıyor: “Bağımsız aday taktiği güden diğer sol partiler ise seçimde fiilen yoktu… kitlelere ‘biz örgütlü olarak yapamadık, şimdi bireysel olarak yapacağız’ dediler.” Başka? “Solda bağımsız aday çalışması yürüten çevreler ve partiler, birincisi, solcu olmayan bir politik platformda yer almışlardır. İkincisi, bu herhangi bir konuda yapılmış önemsiz bir hata değil, sermaye sınıfı ve emperyalizmle ilintili bir büyük yanlış olmuştur. Üçüncüsü, ..kitlelere örgütsüzlük tavsiye etmişlerdir.” Birgün ve ÖDP’liler ÖDP-merkezci tartışırken, Aydemir TKP-merkezci tartışıyor. Ama şunu söyleyen de kendisi: “Açık olmamız lazım; solun bugün Türkiye’de oyu yoktur.” Bütün tartışması mugalata olmuyor mu bu durumda? “Sol olmayan” (sağcı) platform, “sermaye ve emperyalizmle ilintili büyük yanlış” ve bütün partiler parti olarak da girer (ve üstelik girdikleri yerlerde TKP’den çok da oy alırlarken) ve bağımsız adaylarla girilen yerlerde seçim kampanyalarını parti olarak yürütürlerken “bireysel olarak yapacağız” dedikleri iddiaları, mugalata olmanın ötesinde, taktikten hiç anlamamak ve halkı ve sorunlarını değil kendisini esas almak değil de nedir?
M. Pekdemir, “postmodern siyaset tarzı düzleminde AKP söylemiyle sol liberal söylemin paralelliği(ni) şaşırtıcı” bulmamakta ve “bağımsız adaylıklar”la bağlantısını kurmaktadır: “Mesela Ferhat Kentel, ‘Baskın Oran aday olmasaydı oyumu AKP’ye verecektim’ demişti. Zaten Baskın Oran da, BirGün’deki köşesinde ‘oyumu AKP’ye veririm’ diye yazmıştı.” Ona sorulan sorular neredeyse tümüyle bağımsız adaylık-ÖDP bağlantısına ilişkindi: “Seçim süreci ÖDP’nin iç hayatını da etkiledi. Pek çok kesim bu noktada ÖDP’de yaşanan tartışmaları izliyor. Peki ÖDP bu türden sorunlarla mücadele edebilecek niteliklere sahip mi?” ve “Ufuk Uras’ın kişisel konumu çok ön plana çıktı mı diyorsunuz?” gibi… O da yüklendikçe yüklenmiş, Uras’ın eski söyledikleriyle “yeni” tutumu arasındaki çelişki üzerinde durmuş ve eğer Uras yeniden ÖDP başkanlığına aday olursa “bu kadarını şahsen kaldıramam!” demişti.
Troçkist Doğan Tarkan, ilginç görüşleriyle tartışmaya katıldı: Bağımsız sol adaylar gösterilmesi iyi olmuştu, çünkü “… bir tek Ufuk Uras’ı değil, 10 tane sosyalisti orta sınıfın oylarıyla, hatta zengin semtlerinin oylarıyla da olsa Meclis’e sokabilsek, zaten işçi sınıfı kendine bir güven duymaya başlar” diyordu. Ve “Solda birlik kalesi bugün daha bir canlı, çünkü Ufuk parlamentoda!”
“AB” denince “Muassır medeniyet”i, “borsa” denince “artık dikkate alınması gereken unsurlardan biri”ni anlayan ve “aday olmamı sivil toplum istedi” diyen Baskın Oran da, kuşkusuz “iyi oldu” düşüncesindeydi. Seçim kampanyası, geleceğe iyi şeyler devretmişti. “Bizim amacımız, Meclis’e nasıl kanun ve anayasa yapılması gerektiğini öğretmektir” diyor ve Meclis çalışmalarına ilişkin olarak, “Ufuk orada Meclis’in çalışmasını baltalamak için değil, Meclis’i adam gibi çalıştırmak için var” düşüncesini dile getiriyordu.
Eğitim Sen Başkanı Alaattin Dinçer de bağımsız aday kampanyalarını olumlu bulanlardandı ve “İstanbul 1. bölgede önemli bir çalışma yürüdü”ğünü düşünüyordu. Seçimde, “bağımsız aday tartışmasının ÖDP’yi büyütme projesinin bir parçası olduğu fikrini destekle”miş ve “ÖDP projesinin daha geniş kesimlerle buluşması; sosyal demokratlardan Kürtlere kadar diye tarif ettiğimiz daha büyük gelişmiş bir toplumsal projeye, emekçileri, toplumsal muhalefetin tüm örgütlü kesimlerini kapsayacağı bir projeye dönüşmesi konusundaki fikrin savunulması noktasında, Ufuk Uras’ın bağımsız aday kampanyasında görev al”mıştı. Burada, “solun yenilenmesi” sorununa geliyoruz ki, seçim kampanyaları ve üzerinden gerçekleşen tartışmalarla Birgün dizisine ve soruşturmalarına yüklenen asıl anlam herhalde budur.
Ancak geçmeden söylenmelidir ki, seçimlere katılımın biçimi ve taktiğini belirleyecek olan, halk ve sorunlarından, birleşme ve örgütlenme ihtiyaçlarından kopuk bir parti ya da parti-içi hesaplar olamaz.
“SOLUN YENİLENMESİ” VE ÖDP’NİN TEREKEMESİ
“Sivil toplum”dan, en iyi “ben Bin Umut adayı değilim ki, ben bağımsız sol adayım” diyen B. Oran’ın belirttiği gibi, “bağımsız adaylar” değil, ama “bağımsız sol adaylar” taktiğinin geliştirilmesinde inisiyatif alanların temel bir yönelimi, evet, “artık partilerin aşılması” kaygısıydı. Dolayısıyla, bu özel taktik, artık ÖDP’nin de aşılması ya da ÖDP yönlendiricileri kastedilerek ’emekliliklerinin başlangıç zamanı geldi’, ‘nostalji kulübü’, ‘keşişhane’, ‘sol cemaatçilik’ (A. İnsel) gibi nitelemelerle ileri sürüldüğü gibi, yeni bir “siyaset tarzı” ve “yeni bir sol”a ya da “solun yenilenmesi” ihtiyacına vurgu yapılarak ortaya atılmıştı. Dizide de, İnsel, “Bizim artık biraz iki binli yıllarda yaşamamız lazım. 1960-70’lerin sol mobilizasyon geleneğiyle beraber oluşmuş dünyamızı aşmamız lazım. Duyduğum kadarıyla ’emekli’ lafına birçok kişi alınmış. Fakat bir kuşağın devrinin kapanmasının zamanının geldiğine fazlasıyla inanıyorum.” diyordu. Örneğin yakın zamana kadar adı ÖDP ile birlikte anılan TTB Başkanı G. Gürsoy da, dizide bunu açıkça dile getirmişti: “Özellikle Ufuk Uras, onu destekleyen partili ve partisiz arkadaşlar ve seçilmemiş olsa da Baskın Oran’ın seçim kampanyasıyla oluşturduğu dinamik kadro yeni bir siyaset tarzının öncüleri olabilir.” Bu nedenle daha seçim öncesinden bir ÖDP tartışması havası da doğmamış değildi ve “taktik” tartışılırken, Birgün ve ÖDP PM çoğunluğunun, buraya kadar örnekleriyle üzerinde durulduğu gibi, ÖDP-merkezci tutuma sıkışmış olmaları, doğru olmasa da, anlaşılmaz değildir. Hata, “Bin Umut Adayları” karşısında ÖDP listesiyle seçime girmek vb. gibi yanlış bir zeminde “kavgaya tutuşmak” olmuştur. Yoksa ÖDP’nin, ancak halka giderek ve halk güçleriyle birleşerek savuşturabileceği “organize bir saldırı” ile karşı karşıya kaldığı ortadadır. Üstelik bu saldırı, ÖDP’nin hatalı karşı koyuşa yönelmesinden de beslenerek “sen-ben kavgası” gibi görünmüş ve “yeni”nin “eski”ye başkaldırısı gibi sunulmuş; tümü de “yenilenmeci” organizatörleri güçlendirmiştir. Birgün dizisinde hâlâ bu hatalı ÖDP PM yaklaşımının sürmesi, tartışma ve ayrılığın asıl içeriğinin anlaşılmasını zorlaştırarak “ÖDP krizi”ni geliştirici ya da bu “kriz”in tersinden çözümünü güçlendirici olduğu gibi, ısrarla sorunun ODP-merkezci ele alınması, “sol” tartışmasının işçi ve sosyalizm davasına bağlanması ve gerçek bir ilerleme sağlanabilmesinin önünü kesmektedir.
Eleştiriler neler, eleştirmenler kimler? “Eski” örgüt ve zihniyetle “yeni” koşulların karşılanamayacağı ve solun yenilenmesi gerektiği ana fikirdir. Kısa bir özet yapalım:
“TİP’den ÖDP’ye kadar bir sürü parti kurduk, kapattık, kapattırdık, dağıttık, yaşattık ama hiçbirisini iç kavgalardan arınmış, kendi başına ayakta durabilen, kendi dışına dönmüş, halka az buçuk güven veren ve gelecek vaat eden bir parti haline getiremedik. Ben de bu hazin geçmişin mirasçılarından biri olarak, düş kırıklıklarından, yas tutmaktan, geçmiş yiğitliklerle avunmaktan bıktım ve uzunca bir süredir hedefi belli, mütevazı sivil toplum örgütleri ve kendi meslek örgütümde çalışmayı seçtim… Eski ezberleri bir oranda bozmayı başarmış durumdayız ama yeni yol haritamız henüz ortada yok… Şimdilik derli toplu muhalefet gücü (olmak), daha gerçekçi bir hedef olarak görünüyor. Ancak bunun için bile ciddi bir anlayış değişikliğine ihtiyaç var.” (Gencay Gürsoy)
“Sol hareketin … içtenlikle ve samimiyetle bir özeleştiri yapması gerekiyor… başka bir sol seçeneğin yaratılması açısından da önemlidir (bu).” (Aladdin Dinçer)
“60 ve 70’lerdeki sol anlayışı devam ettirmek mümkün değildir.” (Baskın Oran)
“Durum artık 70’lerdeki gibi değil; büyük bir işçi hareketi yok, grevler yok, faşistlerle çatışmalar, eskiden gelen örgütlerimizin devamlılığı yok. Eski örgütlerimiz artık torunlarının çocuklarını bekleyebilir ancak.”
“Bugün dünden gelen örgütlenmeleri savunmaya çalışmak yanlıştır, çünkü dünün örgütleri Stalinizm’in hakim olduğu… bir başka dünyada kurulmuştu… Bugünkü dünyada başka bir durumla karşı karşıyayız… Hem Baskın Oran hem de Ufuk Uras kampanyasında gördüm ki; eski sol diye bir şey yok. Yeni bir oluşum, yeni bir politik ses, yeni aktivistlerin oluşumuyla gerçekleştirilmelidir.”
“ÖDP’nin etrafında birleşerek yeni bir hareket oluşturamayacağımızı düşünüyorum, ama ÖDP’nin böyle bir süreçte önemli bir yer tutacağı da kesindir.” (Doğan Tarkan)
Ertuğrul Kürkçü de, içerik farkı olmakla birlikte, özellikle ÖDP ile ilgili olarak benzer düşüncededir: “ÖDP 2000-2007 yılları arasındaki gibi azalarak ve daralarak yola devam etmeyi seçemez. Hep birlikte ÖDP’lilerin de kendilerinde bir parçasını bulabilecekleri sosyalist yeniden kuruluş süreci yaşamak zorundayız. Eğer Uras kendisini Meclis’e taşıyan kuvvetlerin ortak sözünü ÖDP’nin sözü kılabilirse, ÖDP bu süreçte çok yapıcı bir rol oynayacaktır. Ama Uras bu tartışmayı kaybederse ve onu Meclis’e göndermek istemeyenler kazanırsa, ÖDP çok yapıcı bir rol oynayamaz ve ötekilerden biri olarak kalır.”
“Tabii yeni dönemin merkezinin ÖDP olacağını da düşünmek büyük bir yanılgıya eşittir; çünkü ÖDP’nin kapsayamadığı kadar geniş bir alanda sosyal ve siyasal bir birikim var. Bu yeni kuruluşun merkezinde yer alacağı neredeyse kesindir ama direk merkezi de olamaz. Zaten ÖDP’nin ‘bana gelin’ demesi bu kuruluş dinamiğinin doğasına da uygun olmaz.”
“Türkiye’de solun, sol partilerin bir araya gelmesinden ya da bir çatı partisi altında birleşmesinden daha çok, bir zihniyet, bir program, bir yaklaşım probleminin olduğunu düşünüyorum.” (Aziz Çelik)
“…solun yeni bir kimlik, yeni bir zihniyet oluşturması gerekiyor… soğuk savaş öncesi dönemle, soğuk savaş sonrası dönem arasında büyük fark olacaktır…”
“Hâlâ ÖDP’yi solun diğer kesimlerinden farklı gören bir takım solcu aydınlar vardı. Onların ÖDP’yle kurduğu ilişkiler vardı. Ama görüldü ki ÖDP’yle bu iş olmaz. ÖDP solun yeniden kuruluşunun birliğini sağlayacak bir odak olmaktan çıktı… bugünkü ÖDP ile solun problemlerinin çözülebileceğini düşünmüyorum, ama bugünkü ÖDP’nin başka birtakım odaklarda da olduğu gibi solun problemlerini çözmek için, yeniden kuruluş sürecinde bu parçalanmışlığı aşmak için yapacağı bir sürü şey olacaktır.” (Seyfi Öngüder)
ÖDP’li H. Tahmaz da yalpalar görüntüdedir: “Bu seçimlerin en önemli götürülerinden biri, ÖDP’nin, solun yeniden yapılandırılması konusundaki önderliğinin ciddi bir zayıflamaya uğramasıdır.”
Ahmet Türk’ün dizideki görüşleri de bu doğrultudadır: “…değişen dünyamızda sol, muhafazakâr olarak kalamaz. Solun değerleri mükemmel ama sol muhafazakârlaştığı için dünyada iflas etti. Dönüşümünü gerçekleştiremedi.”
“Bugün sol sadece Marksist bir ideoloji ile beslenen bir sol olmaktan çıkmıştır. Çevre, doğa, sağlık, eğitim ile ilgilenen, dünyadaki gelişmeleri, uluslararası ittifakların nedenlerini çok iyi tahlil eden yeni bir sola ihtiyaç var.” (A.Türk)
Ve bir sosyal demokrat: “ÖDP parti olarak, zaten yüzde 10 barajından ötürü bir şansı yoktu. Ufuk Uras başarılı bir kampanya ile girdi. Şimdi bundan sonra, bence solda genel olarak yapılması gereken şey sosyalist solu da buna katıp, örgütlü solu da içine alıp bir kitlesellik yaratmak.” (Ercan Karakaş)
Karşı görüşler de var kuşkusuz ve buradan tartışmanın içeriğine girmek mümkün olacak:
“Geçmiş pratikleri küçümseyerek, devrimci mücadeleyi tarihsel bir süreklilikten kopartarak, tarihsizleştirerek, özgürlükçü sol bir çizginin gelişebileceğini dillendirenler bir hayli yaygın… Elbette geçmişin eleştirilmesi gereken yönleri var. Ama bunun karşısında tamamen sorumsuz, tamamen disiplinsiz, tamamen kendisini sürekli bir çabanın içinde konumlandırmayan, kampanya tarzı, anlık bir siyaset tarzı oluşuyor. Böyle bir anlayışın devrim hedefinde etkili olması beklenemez. Her solcunun, her devrimcinin kendisini ve hayatını çalışma alanlarında anlamlı kıldığı bir örgütsel hayata, sürekliliğe dayanan bir pratiğe ihtiyaç var.”
Bu fikrin, örneğin B. Oran tarafından savunulan “‘Hiçbir zaman partili olmadım ve olmayacağım’ dedim. ‘Herhangi bir partiye girecek misiniz?’ diye sorsalardı, yine ‘asla’ diye cevap verirdim.” türü örgütlülüğü ve örgütlü mücadeleyi reddeden, en azından küçümseyen fikirlere karşı ileri sürüldüğü belli. Ama sadece bireyin üstünlüğünün savunulması da değil. Değineceğiz, forumlar ve sosyal hareketler, çevresel etkinliklerin dayanak olarak ileri sürülmesi karşısında da tartışma çıkmış gözüküyor.
Ama ilerlemeden O. Müftüoğlu’nun ÖDP ile sol ve geleceği arasında kurulan ilişki üzerine söylediklerini de görelim. Görüşlerde, eleştiriler ve oluşan yeni durum karşısında belirli bir gerileme görünmekte, ama yine de ÖDP savunulmakta ve üzerinden yürünmesi öngörülmektedir: “… son birkaç yıldır ÖDP aslında kuruluş döneminden bu yana gelen misyonunu belli ölçüde tamamlamış, kendisini yenilemesi gereken, kendisini aşması gereken bir duruma gelmiştir. Çünkü artık Türkiye ÖDP’nin kurulduğu koşullarda değil. ÖDP’nin kurgulanış biçimi artık eskidi. ÖDP’nin artık daha geniş, kapsayıcı, kitleselleşecek, kitle ilişkilerine önem veren, kitle çalışmasına, sokak çalışmasına önem veren bir parti haline dönüşmesi gerekiyor. Parti son birkaç yıl içerisinde yapması gereken değişimi, sıçramayı gerçekleştiremedi. Sanırım bağımsız adaylık sürecinde bazı dış müdahalelere de uğradı ve iç problemler yaşamaya başladı. Partiyi yarılmaya sürükleyen bir durum zorlanıyor. Bu handikapı atlatması gerekiyor ÖDP’nin.”
Ve Müftüoğlu karşı saldırıya geçmektedir: “…burada mesele solun seksen öncesi devrimci yönelimleriyle bağlarının kopartılması meselesidir. Seksen öncesi dönem doğrusuyla yanlışıyla yüz binlerce insanın katıldığı ve Türkiye devrimci mücadele tarihinin en büyük süreçlerinden biridir. Bu dönemi silip atarak Türkiye’de hiçbir şey yapılamaz. O grupları aynen yaşatmaya kalkmak bir yanlışsa, bu dönemi silip atmak, ‘İşte bir şeyler olmuş, artık onlar geride kaldı’ demek de aynı derecede yanlıştır. Sol köksüz olamaz ve kökünü en çok buralardan almak zorundadır, buralardan alacaktır.
“Yapılmak istenen aslında ‘yenilenme’ diye diye geçmişin devrimci değerlerini çürüterek liberal-sol bir projenin önünü açmaya çalışmaktan başka bir şey değil. Dünya çapında esen büyük sol-liberal fikirlerin hegemonya mücadelesi yaşanıyor. Bu hegemonyaya direnenleri, sol-liberal fikirlerin rahat gelişmesi için engel olarak görüyor, ortadan kaldırmak istiyorlar.”
Müftüoğlu’nun bu son söyledikleri, kuşkusuz, doğrudur. Troçkist-liberal karmaşası burjuva solcu yaklaşımlarla, sadece ’80 öncesi devrimci yönelimlere değil (Müftüoğlu’nun yanlışı belki buradadır), sadece Marksizme ve işçi sınıfıyla birlikte proleter sosyalizme değil, bütünüyle devrimciliğe, düzen ve emperyalizm karşıtlığına saldırılmakta ve tamamen düzen-içi liberal bir sol öngörülmektedir.
ÖNERİLEN “YENİ SOL” NE?
Önce, ÖDP-merkezci tartışmalara temellik eden ÖDP ile kurulan bunca bağlantı ile ilgisi bakımından, öngörülen “yeni sol”un yolunun nasıl açılacağı ve dayanaklarının ne olacağı üzerinde durmak gerekiyor.
“Sınıfsızlık” ya da işçi sınıfı ve örgütleriyle ilişkisizlik, sendikalarla bile kurulacak ilişkinin, ancak yamanmacı AB’ci burjuva liberal yaklaşımlarla bir yedekleme ve kullanma ilişkisi olarak öngörülmesi, “yeni sol” olarak tasarlanan şeyin birinci özelliğidir. “Yeni sol”, sosyalist ve öyleyse zorunlu olarak bir devrimci ve politik işçi örgütlenmesi olmayacak, ama “toplumsal hareket”i kucaklayacaktı. A. İnsel, bu yaklaşımın AB tartışmaları ve AB’ye karşı alınacak tutumla da bağını kurarak, ÖDP’den istifasının nedeni olduğunu söylemektedir: “Ben ve azınlıkta olan arkadaşlar ÖDP’nin Türkiye’nin Avrupa Birliği konusunda daha aktif ve daha açık bir sosyal Avrupa modeli üzerinden üyeliğini desteklemesinin Türkiye’deki toplumsal hareketliliği kucaklaması açısından daha uygun olduğunu düşünüyorduk.”
İnsel’e soruyor Birgün: “Rolünü oynayamayan bir soldan bahsediyorsunuz. AB ile olan ilişkilerde de yine rolünü oynayamıyor mu Türkiye solu?” “Eski sol”un yerine “yenisi”nin geçirilmesi için “bağımsız sol adaylık”a rol yükleyen yanıt şöyle: “Evet, özgüven eksikliği var. Zaten bağımsız adaylık konusunu tartıştığımızda da en azından ben ve birkaç arkadaşım böyle düşünüyorduk. Artık solun bir başarıya imza atması gerekir dedik.”
İnsel’in “yeni”nin örgütlenmesi konusundaki düşünceleri de, “örgüt”ün ne tür bir şey olacağını ortaya koyuyor: “Şu anda klasik siyasal örgütlenme geleneklerinin ötesine gidebilecek arayışların çok sınırlı izlerini görebildiğimiz bir yerdeyiz… Yeni oluşum daha çok yeni bir zihniyetle olur. Ve bu, hemen beş kişiyi toplayıp bir örgüt kurmakla olmaz. Yeni oluşum Türkiye’de alternatif ve geleceğe güvenle bakan bir toplum projesi. Özgürlükçü insanların bir araya gelip somut bir şeyler yaparak ilişkilerini pekiştirmesiyle olur.”
Öngörülen “solun yenilenmesi” konusunda iki şey kesin: 1.) “Yenilenme” ve “yeni sol”, “klasik siyasal örgütlenme”; yani bilinen, işçi sınıfının en üst örgüt biçimi olan parti örgütü olarak tasarlanmıyor ve 2.) parti olarak tasarlanmadığı gibi, bir sınıf örgütü olarak da tasarlanmıyor. “Özgürlükçü insanların bir araya gelmesi” ile ortaya çıkacak “yeni sol”! Sınıfsallığı olmayacak. Hangi sınıftan olursa olsun “özgürlük isteyenler” bir araya gelecekler!. Ama her farklı sınıftan insanların farklı “özgürlük” anlayışları olurmuş – ne gam! Varsayılan, ortalamanın örgütü olarak sınıflarüstü bir “yeni örgüt”tür… “Yeni zihniyet” bu yönde olacak!
Aktarmıştık: G. Gürsoy, “Özellikle Ufuk Uras, onu destekleyen partili ve partisiz arkadaşlar ve seçilmemiş olsa da Baskın Oran’ın seçim kampanyasıyla oluşturduğu dinamik kadro yeni bir siyaset tarzının öncüleri olabilir.” demekte ve bir araya gelecek “özgürlükçü insanlar”ın “öncüleri”nin “bağımsız sol adaylar”ın seçim kampanyalarında görev almış “dinamik kadro” olabileceğini söylemekteydi. Buradan ve “Önümüzdeki dönemlerde bağımsız milletvekillerinin başlattığı siyasi hareketlenme içinde, onların da içinde bulunabileceği bir sol dirsek teması düşünülebilir”di. (G. Gürsoy) B. Oran’ın seçim koordinasyonu içinde yer alan H. Tahmaz, bu “dinamik kadro”yu, “Her ne kadar bazı örgütler destek vermiş de olsa kampanyanın omurgasını bireyler oluşturdu” diyerek tanımladı. ’70’lerden kalma örgütler eskimişti, artık örgütlere gerek yoktu, bireylerden hareket edilecekti!
B. Oran da bu fikirdeydi: “Türkiye’de ezilmiş ve dışlanmışların örgütlenmeye ihtiyaçları olduğu hiçbir tartışma götürmez. Ama bu ezilmiş ve dışlanmışların bir grup oluşturmanın yanı sıra bir birey olduklarını da artık öğrenmelerinin zamanı gelmiştir. Birey olmak ile örgütlü olmak birbirini tamamlayan şeylerdir, birbirini dışlayan şeyler değildir. Türkiyeli insanın artık oturup bunu öğrenmesi gerekmektedir. Bugüne kadar bilmediği bir şeydir bu ve bunu öğretmeye çalıştık biz.” Örgüt reddedilmiyordu; ama ancak “ezilmiş ve dışlanmışlar” gruplarının bireyleri olarak. Yani? Yani, en başta işçi sınıfı gibi bir sınıf olmadıkları zaman! Hatta grup olurken bile öncelikle birey olduklarını öğrendikleri durumda.* Troçkist Tarkan da aynı düşüncede ve partilerden daha fazla ettiğini düşündüğü bu “yeni aktivistler”e güvenme çağrısı yapmaktadır: “Baskın Oran kampanyası 3 bin 600 kişiyi seferber etmiş. Bunu İstanbul için üçle çarpınca 10 bin kişinin üstünde eder ki, bu bütün bir Türk solunun toplamından çok daha büyük bir iştir. Çünkü bunlar 45 gün boyunca hiç durmadan çalışan ciddi aktivistlerdir. Bu güce güvenmek lazım.”
Ancak B. Oran, “birey” vurgusunun yanında bir başka sınıfsızlaştırma vurgusu daha yapmaktadır ki, bu konuda tek başına değildir: “Ezilmiş ve dışlanmışlar”. Sosyalizmi dayanakları ve asıl önemlisi, tarihsel öznesi dolayısıyla muğlaklaştırmaktan başka bir şey değildir bu. “Dışlanmışlar”, tıpkı “öteki/ötekiler” gibi, neo-liberal yaklaşımların ortaya attığı bir terminoloji unsuru olmanın ve işçi sınıfını tarihsel özne olmaktan çıkarmak ve onun yerine ikame edilmek üzere sınıf perspektifini muğlaklaştırmanın ötesinde iktisadi ve sosyal süreçlerden olduğu kadar devlet yönetimine ilişkin olan siyasal süreçlerden de dışlanmayı ifade ederek kullanıldığında sorun çıkmayacaktır. Tıpkı, ezilen sınıflar, ezilen halklar… türünden kategorileri nitelemek üzere kullanıldığında “ezilenler” gibi. Ancak ne kullanımları ne de durum budur.
Oran, Birgün söyleşisinde de, “sol”un “kucaklayacakları” arasında saymaktadır, ama “eski sol”un yerine geçirilecek dayanaklar ya da özneler olarak, zaten farklı bir anlamda kullanmaktadır: “71 ve 80 askeri darbeleri ile dümdüz edilen, dağıtılan sol, dağıtıldıktan sonra ortaya birçok ezilmiş ve dışlanmış gruplar çıkmıştır. Aleviler’den tut, eşcinsellere kadar, saymaya lüzum yok, Romanlar’a varıncaya kadar, Çerkesler’e varıncaya kadar. Şimdi sol bunları kucaklamazsa hiçbir şey yapamaz.”**
En açık ve net formüle eden ise, Ö. Laçiner’dir: “Bütün insanlar sosyalizmin öznesidir, spesifik olarak birileri bunun sahibi falan değildir.” Ve eklemektedir: “Biz sosyalizm derken farklı duyarlılıkları olan feministleri, eşcinselleri, ekolojistleri de kapsayan bir anlayışı savunuyoruz, ama geleneksel sol bu insanları içinde kaynaştıracak yaklaşımdan yoksun. ÖDP de bunu yapamadı…. Sosyalizm, insanların tümüne hitap edecek bir bütünsel anlatı kurmak zorundadır; kendinde devrim yapamayan dogmatik bireylerin işi değildir bu.” Evet, sorun “özne”nin yerine “yeni”sinin konması girişimidir; işçi sınıfının tarih sahnesi dışına atılarak ve onun davası olan sosyalizmin sosyalizm olmaktan çıkarılarak yeniden tanımlanmasıdır. Yenilenecek sol, böyle bir soldur! BAK önemlidir onun için.. Sosyal forumlar önemlidir. “Toplumsal hareket sendikacılığı” önemlidir, ekolojist, feminist, homoseksüel hareket önemlidir; ama işçi sınıfı ve örgütlü sendikal ve siyasal hareketi önemsizdir, işe yaramazdır!
D. Tarkan, hem de sosyalizm adına, emeği ve mücadelesini açıktan bir yana atmakta ve yerine örneğin homoseksüelleri ve hareketini önemli saymakta sakınca görmemektedir: “Bugün ben emekten yanayım demek kolay iş, çünkü ortada emeğin mücadelesi yok; ortada grev, direniş, fabrika işgali yok. Dolayısı ile durum çok çok sınırlı. Ama ben Ermeniyim demek zor iş, ben Kürtler’den yanayım demek zor iş, savaş dursun demek zor iş, eşcinsellerin haklarını savunarak onların mahkemesine gittiğinde bir eşcinsel gibi fotoğrafının çekilmesi zor iş ve Baskın Oran bunları yaptı.”
Yine de asıl yolgösterici fikirler ve teori düzeyine yükseltme Laçiner’indir: “Bugün sosyalizm öyle illegal, sert, çekirdek unsurlarla gerçekleşecek bir şey değil; bu gericilik üretir sadece. Sosyalizm insanlar arasındaki her çeşit eşitsizliğe karşı çıktığı için hiyerarşik örgütlenme modellerinden kesinlikle kaçınmak zorundadır. Biz o bakımdan ‘parti olmayan partiden’ söz ediyoruz. Bunu derken yumuşatılmış bir partiden bahsetmiyorum. Hâlâ o geleneksel kafada ısrar eden muhafazakârlar bunu böyle anlıyorlar. Bizce bir parti, sosyalizmi iktidar hareketinden ziyade bir hayat tarzı olarak düşünmelidir öncelikle. Sosyalizm, gündelik hayattan, grupsal ilişkilere, bugünden yaşanmalıdır. Parti, insan hayatının aktığı yerlerde kurulan sosyal örgütlenmelerin koordine edildiği bir yer olmalıdır. Parti, sosyalizm mücadelesinin beyni falan değildir; birtakım adamların millete akıl ve emir dağıttıkları bir yer değildir. İnsana, topluma dair söylemleri ve sosyal örgütlen-meleri koordine eden bir platform olmalıdır parti. Biz ÖDP’ye de bu perspektifi önerdik, ama o insanlar geleneksel düşündükleri için bunlar olmadı. ‘Parti olmayan parti’ sadece slogan olarak kaldı ÖDP’de. Onlar homojen bir parti istiyorlar.”
Laçiner’in bu özetinde hem işçi sınıfı ve partisinin (tabii ki proleter sosyalizminin de) açık inkarının, hem de ÖDP’den umut kesilmesinin nedenleri verilmektedir.
NASIL “SOSYALİZM”?
Öznesi ve itici güçleri üzerinde durulan ve sıkılmadan “sosyalizm” olarak tanımlanması sürdürülmeye çalışılan “yeni sol”un yaklaşımları ne olacaktır peki? Bunlar A. İnsel ile Ö. Laçiner’de tanımlıdır. Önce Laçiner:
“En baştan beri ‘sosyalizm yeniden tanımlanmalıdır’ diyoruz; bu tanımın unsurlarını araştırıyoruz. Türkiye sosyalist hareketi böyle bir çabayı ya anlayamıyor veya kendisi o kadar muhafazakârlaşmış ki ısrarlı çabalarımıza cevaplar alamıyoruz.”
“İnsani ve toplumsal varoluşumuzun bütün boyutlarına yeni bir perspektifle bakan bir sosyalist hareket yaratılmalı. İktisat penceresinin dışında yaratıcı anlamda hayatı kuşatan böylesi bir perspektif Türkiye solunda yok.”
“Sosyalizmi sadece paylaşım konusuna odaklanmış, demokrasi sosuyla tatlandırılmış biçimde algılamakta ısrar ediyorlar. Bu toplumda gerçek bir devrim, metod ve araçlar olarak geleneksel solun kavradığının çok dışında olacak.”
İktisat penceresinden bakmayacak bir sol… Paylaşım konusuna odaklanmayacak bir sol… Demokrasi ile sınırlanmayacak bir sol. Sosyal, kültürel “aidiyetler”, alt kimlikler vb.’den bakacak bir sol.. Ve kuşkusuz hem AB’ci (bu milliyetçiliğin karşıtı ve enternasyonalizmin gereği olarak öngörülüyor: “Bizi millet sınırlarının dışına taşırabilecek her türlü girişime prensip olarak ‘evet’ diyoruz.”) ve hem de burjuvazinin, kuşkusuz “ilerici hamleleri”nin destekçisi ya da kucağında bir sol! Çünkü “AKP’nin seçim zaferi bizce Türkiye’de gerçek bir burjuva devrimi yaşanmış olduğunu gösteriyor. Süreç içinde bir burjuva devrim tamamlandı ve oturdu. Türkiye’nin otantik burjuvazisi, geleneğiyle, göreneğiyle yüz yıldır iktidar mücadelesi verdiği asker, sivil bürokrata karşı verdiği savaştan galibiyetle ayrıldı… Bu aşamadan sonra sosyalizmin temsil ettiği idealleri savunanların önünde bu idealleri gerçekleştirme hedefi birincil olarak gündemdedir. Toplum, artık burjuva demokratik devrimin gerektirdiği kurum ve değerleri sindirmiştir.” Sözde ileri bir noktada durulmaktadır. Ama bu arada AKP şahsında burjuvaziyi “demokratik devrim” yaptırılmıştır. Destekçisi de AB’dir!
A. İnsel de, “ÖDP’nin belkemiğini oluşturan çevrenin AB konusunda çok fazla hamle yapmayacağına, yenilik noktasında gerekeni yapabilecek kapasiteleri olmadığına kanaat getirdim ve istifa ettim” demekte ve bir “sol yenilenme” için AB ve AB’ci hamleleri gerekli görmektedir. O da, “Türkiye’de en önemli değişim dinamiği ekonomik planda. Bazen çok vahşi bir kapitalist iktisat yapısı gibi görünse de, Türkiye kapitalist bir iktisat yapısını gittikçe oturtmaya başladı… Türkiye’de bir değişim dinamiği var. Ama bu iktisadi anlamdadır; kültürel ve siyasal alanda değil. Zaten bütün sıkıntı orada… sermaye sahibi olarak değerlendireceğimiz sınıf yani bir burjuvazi giderek toplumu bir iktisadi dönüşüme ve değişime -ama bu iyi olur kötü olur- doğru itiyor.” diyor. Ekliyor:
“Ben solun kendini iktisat mantığı içerisine hapsederek bütünüyle sermaye süreci birikiminin bir tür esiri olduğu kanısındayım. Sol iktisadi gelişmelerin aslında sahte gelişmeler olduğunu söyleyerek bir muhalefet yaptığını zannediyor. Türkiye toplumunun büyük bölümü de bunun sahte bir gelişme değil bir tür değişme olduğunu görüyor. Fakat biz bunun bir gelişme olduğunu, fakat bizim istediğimiz bir gelişme olmadığını anlatamıyoruz. Hâlbuki Türkiye’de bir gelişme olduğu açık… Diğer türlü inandırıcı olamıyoruz. İnsanlar sonuç olarak Adalet ve Kalkınma Partisi’nin söylediğini daha inandırıcı ve daha doğru kabul ediyorlar. İktisat ideolojisinin esiri olmuş bir sol olarak kalırsak o zaman iktisat ideolojisinin marjinal kalmış bir muhalif grubu olmaya devam ederiz.”
Gelişmeyi görmek gerekiyor İnsel’e göre de.. Ve yine iktisadi mantığa sıkışıp kalmamak gerekiyor. İnsan haklarıyla, kimlik sorunlarıyla, insanlığı savunmak durumunda olmak gerekiyor. Burada, “ilerlemeci”, burjuva devrimini oturtmakta olan AKP ve ardındaki “ilerici” AB’yi kerteriz alıp sosyalleşme yönünde eleştirilerde bulunmak kalıyor geriye. Ve bunun eşcinsellerin, ekolojistlerin, feministlerin –tabii BAK ve sosyal forumların da– vb. vb.. hareketleriyle oluşacak toplumsal hareketler üzerinden örgütlenmesi. Sol, işte bunlar ve CHP’nin Baykal’la boşalttığı alanda sosyal demokratlarla da birlikte bir araya gelinerek yenilenecektir!
Ve ÖDP…
İki ara başlık altında üzerinde durulan fikirlerin aslında ÖDP tarafından, sadece şurasından burasından değil, ama ciddi biçimde savunulmuş olduğu bilinmektedir. Söyleşisinde bunu E. Baş dile getirmektedir: “Çok trajikomiktir, çünkü bu fikrin babası ÖDP’dir. Bireyi öne çıkartan, örgütsüzlüğü körükleyen ve bizlere tarikat diyen ÖDP, şimdi Ahmet İnsel tarafından suçlanmakta.” Doğrudur. Sadece bireye ilişkin olanları değil, üzerinde durulan diğer benzeri fikirlerin de ortaya atılıp savunulur olmasına ÖDP en azından zemin olmuştur. Ve üstelik şimdi O. Müftüoğlu, haklı olarak, “İstenen şey bana göre AKP’nin bir sol versiyonu.” diyor. “Emperyalizme, kapitalizme, onun politikasına karşı durmayan bir politika.” “Avrupa Birlikçi bir sol aslında birinci cephenin bir versiyonu olur. Yani AKP’nin yürüttüğü neo-liberal politikalar doğrultusunda rejimin demokratize edilmesiyle yetinen, bunu benimseyen, bazı eksiklikleri işte ‘Yeteri kadar demokratik değil diyerek’ eleştiren, biraz daha demokratik, sosyal haklar vesaire ile beslenmiş bir üçüncü cephecilik bana göre ikinci cephenin bir sol versiyonudur.” diyor, doğru. Şu dediği de doğru: “‘Artık devrime ihtiyaç yok, devrim dönemleri kapandı’ diyorlar. Bu konudaki inanç yitimi en büyük sorunudur solun. Gündelik başarı arayışlarına yol açan nedenlerden biri de bu.”
Ancak E. Baş’ın dediği de doğru ve Müftüoğlu, üstelik Birgün’deki söyleşisinde de kabul ediyor bunu: “Dünyada sosyalizm mücadelesinin bir dönemini sona erdiren önemli gelişmelerin yaşandığı, bugünkü koşullarda hareketin geçmiş çizgisini sürdürmenin mümkün ve doğru olmadığı, devrimci düşüncenin şimdi ancak geçmiş geleneksel sosyalizm süreçlerinin devrimci bir eleştirisi üzerinden kendisini yenileyerek ilerleyebileceği, bunun için geniş, taban inisiyatiflerine dayanan, sol ve emek güçlerinin bütün potansiyellerini içerisinde birleştiren bir kitle partisiyle neo-liberal değişim sürecine karşı bir direnme odağı oluşturulabileceği şeklindeki düşüncelerle ÖDP’nin kuruluşuna öncülük ettik.”
Müftüoğlu’nun bu üzerinde durduğu, İnsel’in, Laçiner’in ve diğerlerinin önce Müftüoğlu ile birlikte savundukları, sonra aynı görüşlerden güç almakla birlikte, yetersiz bularak üzerine basarak yürüdükleri aynı zemin değil mi?
Ya da Alper Taş’ın şu söyledikleri: “Solda ve hatta ÖDP içerisinde bir Devrimci Yol fobisi var. Özgürlükçü sol bir politik mücadeleyi bu topluluğun daralttığına ilişkin düşünceler var. Ama reel sosyalizm eleştirisi ile, özgürlükçü sol-sosyalizmin ideolojik, politik, pratik düzlemde yeniden üretilmesinde bu topluluğun ortaya koyduğu çabalar göz ardı ediliyor.”
Nasıl anlamak gerekiyor bunu? Eski arkadaşlara yöneltilmiş bir “birlikte yapmamış mıydık?” sitemi mi?
Herhalde ÖDP artık karar vermelidir: Evet AKP’nin bir sol versiyonu önerilmektedir “solun yenilenmesi” önerisiyle. Ama buna cepheden karşı çıkmak ve bugünkü “yeni sol” ileri adımların temeli olan yeni zihniyetin birlikte tahkim edilen mevzilerinden bu çatışmanın kazanılamayacağını bilerek ve solun, öyle “özgürlükçü sol”un değil, bildiğimiz sosyalizmin öğretilerini savunmaya yeniden dönerek. Yol ayrımı, gerçek bir yol ayrımı olursa işe yarayacaktır. Marksizm ve proleter sosyalizmi ile sosyal demokratlarla birlikte yenilenecek AKP’nin sol versiyonu olacak liberal solun yol ayrımı.
* Çelik’in görüşlerine bunca ilgimizin nedeni, bu yaklaşımın, Birgün’ün söyleştikleri arasında oldukça fazla savunucusu olmasındandır.
* Genel olarak solda kimsenin örgütle bireyi karşı karşıya getirmediği ve belli dinsel yaklaşımlar bir yana “örgüt=sürü” düşüncesine sahip olmadığı açıkken, “Türkiyeli insanın bugüne kadar bilmediği” ve “artık öğrenmesi gerektiği” iddiasıyla böyle bir birey vurgusu, herhalde başka bir anlama gelmez. Marksist örgütlere, giderek genel olarak örgüte, bireyi yok sayma suçlamasını burjuvazinin, bizde en çok 12 Eylül Generallerinin yönelttiği hatırlanmalıdır.
** Bu görüşlere E. Kürkçü de isyan ederek şöyle demektedir: “… kapitalizme karşı duran bir halk oluşturma çabası olmadan, emek mücadelesini listenin en başına yazmadan sol bir kampanya mümkün olamaz. Bu nedenle ben Baskın Oran kampanyasının tamamen zayıf olduğu kanısındayım. Ve kendisi sola bu kuvvetle katılamaz. Çünkü eşcinsellerin hakları ile emeğin hakları meselesinin aynı düzleme yerleştirildiği bir yerde, sol bir politikadan söz etmek imkansızlaşır.”