Bölgede ve dünyadaki gelişmelerle birlikte düşünülüp değerlendirildiğinde, görüleceği gibi işçi ve emekçilerin, ezilen ve sömürülen halkların hızla çatışmalara ve savaşa sürüklendiği, emperyalist paylaşım ve pazar kavgalarının bölgeler ve ülkeler düzeyinde devam ettiği bir sürecin içinde bulunuyoruz.
Türkiye ve Ortadoğu başta olmak üzere dünyanın birçok bölgesinde savaşlar, çatışmalar devam ediyor. Kapitalizmin merkezlerinde yükselen tepkiler ve patlamalar, krizin yükünün sırtına yıkılmak isteten işçi emekçi ve halklar tarafından kolayca kabul edilmeyeceğinin görülmesi şiddeti daha da artırıyor. Artan işgal hazırlıkları, iç savaş provaları, bölgesel savaş planlarıyla birlikte, burjuvazi, dünya işçi ve emekçilerine gözdağı verecek katliamlar sergiliyor. Kapitalist sömürünün devamı için, işçi ve emekçilerin, halkların kanını dökmekte zerre kadar tereddüt göstermeyen burjuva diktatörlüklerde her gün oluk oluk kan akıtılıyor. Güney Afrika’da Apartehid yönetimindeki yılları hatırlatan madenci katliamı bunu bir kez daha gösterdi. Kölelik koşullarına direnen işçilere karşı gösterilen vahşi tutum kapitalizmin yüzünü gösteriyor. 34 işçinin kurşuna dizilmesi sadece Afrika ile sınırlı bir fotoğraf ve sonucu değil, burjuva diktatörlüğünün dünyadaki yüzüne işaret ediyor. Dünyanın hemen her bölgesinde iş, ekmek ve özgürlük için mücadele edenlere karşı süren kitlesel katliamlar yaşanıyor. Savaş ve silahlanma atbaşı gidiyor. Krizden çıkamayan kapitalizmin, kar, yeni pazar ve emperyalist hegemonya kavgası halklara rahat bir nefes aldırmıyor.
Ortadoğu’da da mevcutlarla yetinilmiyor. Yeni üsler kuruluyor, yapılan tatbikatlarda yeni silahlar deneniyor, kara, deniz ve hava savaşları için süren hazırlıklar kıyasıya harcamalar ve yeni bütçe ayarlamaları yapılıyor. Akdeniz’de suların giderek ısındığı, emperyalist güçlerin gövde gösterisine girdikleri, birbirlerine dış gıcırdattıkları ve bununla sınırlı kalmayacağı görülen gelişmeler var. Rusya, Çin, İran mevcut durumu sürdürmek, ABD, İngiltere ve Fransa’nın başını çektiği blok ise, Türkiye’nin “yeni dönemin müttefiki ve taşeronu” olarak görev almasıyla birlikte, bir bölümü yıkılsa da yeniden dayanak haline getireceğini düşündüğü işbirlikçileriyle Ortadoğu’da yeni alanlar açmak üzere hazırlık içinde bulunuyorlar.
SAVAŞLARIN DİNMEDİĞİ ORTADOĞU’DA YENİDEN SAVAŞ TAMTAMLARI ÇALIYOR
Ortadoğu bölgesi, emperyalistlerin planı ve desteğiyle on yıllarca süren Arap-İsrail savaşlarından, Filistin’e yönelik savaş ve şiddetten, Lübnan-Beyrut savaş ve iç savaşından, Irak’ın İşgali, İran’a yönelik ambargo ve sıkıştırma operasyonlarından sonra yeniden başka düzeyde devam eden ve tüm Arap ülkelerini etkisi altına alan bir savaş ortamına sürüklenmiş bulunuyor. Son bir buçuk yıl içinde hemen tüm Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkelerinde ayaklanmalar, protesto gösterileri, iç savaşlar ve emperyalist müdahaleler oldu. Halkların diktatörlüklere yönelen öfkesi, şimdilik emperyalist güçler ve onların “yenilikçi”, “adalet ve özgürlük” tayfalarınca etkisiz hale getirilmiş ya da yedeklenmiş olsa da, dinmeyen gelişmeler değişik düzeylerde devam ediyor. İsrail’in Filistin halkına yönelik saldırıları bitmiyor. ABD, NATO ve BM’nin işgalinin devam ettiği Afganistan’da ölümler devam ediyor. İran hedefte. Irak birçok gelişmeye gebe. Suudi Arabistan da dâhil olmak üzere, işbirlikçi Arap yönetimleri yerlerinde rahat oturamıyorlar. Bu ülkelerde her gün yeni bir gelişme, protesto, mezhep kavgaları ve emekçilerin arayışları yaşanıyor.
Türkiye burjuvazisi bu gelişmelerin seyri içinde “komşularla sıfır sorun” söylemli ve bu yönde bir kaç hamle yaptığı politikasından dolayı, tüm bölge ülkeleriyle ve bölge halklarıyla sorunlu ve giderek savaşa sürüklenen bir hale geldi. Bir yandan kendi hegemonik hesapları, diğer yanda emperyalist planlarda taşeronluk görevini üstlenen AKP Hükümeti, Türkiye halklarını her geçen gün daha çok tehlike ile karşı karşıya bırakmaktadır.
“Her tarafta savaş” politikası uygulayan AKP Hükümeti, içeride ve dışarıda uygulanan politikalarla emperyalistlerin takdirini aldıkça, yeni düşmanlara kazanmaya, Ortadoğu, Akdeniz, Balkanlar ve Kafkaslarda yalnızlaşmaya devam ederken, Türkiye Ortadoğu’da tam gaz savaşa doğru ilerleyen bir ülke profili çiziyor. Tüm komşularıyla sorunlu bir ülke durumuna gelen Türkiye’de, cumhuriyet tarihi boyunca komşu devletler ve komşu halklarla bu kadar sorunlu ve düşmanlaşmış bir yönetim olmadı. Suriye, Irak, İran sorun yaşana ülkelerin başında geliyor. Kürtler yaşadıkları her parçada Türkiye yönetimini birinci sorun olarak görüyorlar. Ermenistan ile sorunlar sürüyor. Türkiye’nin Suriye ile farklı düzeylerde cereyan eden bir savaşın içinde olduğunu söylemek abartı değil. Suriye’ye yönelik tüm savaş ve yeni yönetim planlarının merkezi karargâhı haline gelen Türkiye bir savaş üssü haline geldi. 70 bin mültecinin sınırına yığıldığı, 100 bin olması beklenen ve BM statüsü kazanmak isteyen, “Tampon Bölge” hesapları peşinde koşan Türkiye yönetiminin, bunun sorunları daha çok artıran bir gelişme olacağını bilmemesi düşünülemez. Bunlar ancak çırpınışı ve batışı hızlandıran gelişmeler olabilir.
Suriye-Türkiye savaşına dönüşmesi an meselesi olan gelişmelerin başkaca boyut kazanacağı, Kürt sorunundan, Alevi meselesine kadar birçok patlama ögesinin savaşan güçlerin etkisi altına gireceği ya da gelişmeleri kendi hesaplarınca “savaş düzleminde” değerlendirmek isteyeceğini söylemek kehanet olmasa gerek.
Türkiye-Suriye sınırının bu yakasında oluşturulan kamplarda on binlerce Suriyeli savaşın içeri ve dışarı taşınan mobil unsurları durumuna geldi. Türkiye sınırı El Kaide mensupları, CIA ve uluslararası istihbarat örgütlerinin cirit attığı, çetelerin kol gezdiği bir ateş hattı durumunda. Bölgenin diğer ülkeleriyle de değişik düzeylerde sorunlar yaşayan Türkiye yönetimi, içeride ise başta Kürt sorunu olmak üzere birçok “düşman” sahibi. İşçi ve emekçilerin, emek, barış ve demokrasi güçlerinin bu gelişmelerin seyri içinde kendi cephelerinin kazanımı için mücadeleyi yükseltmeleri kadar anlaşılır bir durum olamaz. Savaş aşığı AKP Hükümeti, silahlı Kürt hareketinin eylemleri, giderek yönetim talep eden düzeye gelen, yer yer “alan hâkimiyeti” sağlayan Kürt hareketi, Alevi sorunu, işçi ve emekçilerin muhalefeti olmak üzere birçok sorunla karşı karşıya bulunuyor.
AKP HÜKÜMETİ HEMEN TÜM POLİTİKALARINDA DUVARA TOSLUYOR
ABD’nin çıkarlarına endekslenmiş Ortadoğu politikasında nemalanacağını dahası bu ortamdan ziyadesiyle pay ve nüfuz sahibi olacağını düşünen, halk düşmanı, gerici ve ırkçı Türkiye yönetimi, bu politikasıyla, aynı zamanda Neo-Osmanlıcı emellerinden başarı sağlayacağını düşünmektedir. Emperyalizmin BOP kapsamında hedeflenen “Yeni Ortadoğu” haritasında ve pazar paylaşımında rol ve misyon sahibi olduğu iddialarını “büyük devlet olmak” gibi argümanlarla ifade eden Türkiye yönetimi, Türkiye halklarını tedirgin etmekle kalmamış, bölgedeki tüm halkların şimşeklerini üzerine çekmiş, bir avuç ABD ve emperyalizm işbirlikçisi yönetimlere, gerici provokatör ve taşeron örgütlere mahkûm olmuştur. Hamlelerinde sürekli boşa düşen ve giderek güç ve irtifa kaybeden bir Türkiye yönetimi söz konusu. Ve Suriye politikasında da çamura saplanmış çırpınma alametleri göstermeye başlamıştır. Son bir yıl içindeki hemen tüm girişim ve hamlelerinde boşa düşmüş bir dış politika ve diploması yürütmüş Türkiye yönetimi, giderek bölge halklarınca güvenilmez bir ülke yönetimi haline gelmiştir. Buradan hareketle, Suriye yönetiminin düşürülmesi ve oluşacak yeni yönetim üzerinden bir nebze olsun nefes almak, güç ve itibar edinme hesabının da oldukça sorunlu bir yol olduğu; gelişmelerin her geçen gün daha fazla sayıda ögenin AKP aleyhine işlediğini göstermektedir.
Zira Türkiye Suriye’deki gelişmelerin ve bugün yaşanan savaşın baş sorumlularından birisi olarak bataklığa saplanmış bulunuyor. ABD’nin bile kendi iç sorunları, yılsonunda yapılacak seçimler ve başkaca dengeleri gözeterek, Afganistan’da, Irak’ta yaşadığı çıkmazı düşünerek “temkinli” olduğu, Rusya, Çin, İran gibi faktörlerin yok sayılamayacak, dahası mevcut durumunu bile zora sokacak gelişmelere neden olabileceğini düşündüğü, “tedbirli” yaklaştığı Suriye’ye yönelik dış müdahale konusunda, Türkiye yönetimi “cihat” edasıyla tam bir seferberlik içinde bulunuyor. Şam yönetimini devirmek için tıpkı ABD’nin Irak işgali döneminde Saddam için kullandığı argümanları kullanan, Beşar Esad yönetiminin gaddar, zalim, insan hak ve özgürlüklerini tanımayan ve devrilmesi gereken bir yönetim olduğunu söyleyen ve bunun gerçekleşmesi için askeri yöntemlerle desteklenen her türlü yol ve yöntemi kullanan AKP hükümeti, Suriye hava sahasını ihlal ettiği gerekçesiyle düşürülen askeri uçağı konusunda da boşa düşmüş oldu. Dahası rezil rüsva oldu! Türkiye ilk günlerde yaptığı açıklamaları ve tehditleri bir bir yutmuş ve sesini kesip oturmuştur. Hem iç kamuoyu hem uluslar arası kamuoyu nezdinde inandırıcılığını ve güvenini yitiren Türkiye yönetimi, şimdilerde bu durumun mevzuu edilmesinden bile hoşlanmamaktadır.
Türkiye yönetiminin Irak içişlerine yaptığı müdahale, Irak’ta Türkiye ve başka ülkeler adına çeşitli tertipler içinde olduğu ve saldırılar düzenlediği iddiasıyla hakkında tutuklama kararı çıkarılan ve kırmızı bültenle aranan Eski Irak Başbakan Yardımcısı El Haşimi’nin iki yıldan bu yana Türkiye’de misafir ediliyor olması, son olarak tüm diplomatik teamüller aşılarak ve Irak yönetimi atlanarak, Kürdistan Federal Yönetimi üzerinden Kerkük’e yapılan ziyaret Türkiye hükümeti ile Irak hükümeti arasındaki ipleri de hepten germiş, kopma noktasına getirmiştir. Bu gelişmenin, aynı zamanda yıllardır muhatap alınmayan, küçümsenen ve hakaretler savrulan Kürt liderlerin yönetiminde bulunduğu Kürdistan üzerinden yapılması Türkiye hükümetinin başka bir paradoksuna işaret ediyor. İran, Irak, Suriye yönetimlerinin Türkiye’ye karşı kendi içinde oluşturdukları refleksin giderek güç kazandığı ve Rusya, Çin gibi ülkelerin ilgi ve koruma kapsamındaki bu bölgede gelişmelerin yeni birçok olasılık barındırdığı da görülmektedir.
TÜRKİYE HALKLARI, 1 EYLÜL BARIŞ GÜNÜ VE MÜCADELE BİRLİĞİ
Birçok yanıyla değerlendirildiği gibi, Türkiye bu yıl 1 Eylül Dünya Barış Günü’ne oldukça karmaşık koşullar içinde, dahası “içeride ve dışarıda savaş koşulları” diyebileceğimiz bir ortamda giriyor. Başbakan Hitler ve Musolini’yi anımsatan tutum ve nutuklarıyla dikkat çekerken, kabinedeki bir çok bakan askeri yönetim dönemleri ya da faşizmin hüküm sürdüğü ülkelerdeki bakan ve politikacılar profili çiziyor. Hizbi-kontra da denilen “domuz bağcı” Hizbullah çetesini çıkardığı yasayla salıveren, Sivas katliamı sanıklarını zaman aşımı ile ödüllendirerek mahkeme kararını “hayırlı olsun” diyerek karşılayan Başbakan, MHP başta olmak üzere tüm faşist, gerici ve şoven politik çevrelerle güçlü bir cephe örme çabasında. Önceki yıllarda MHP ile farklı bir kulvarda yer aldığını belirtmek, MHP’nin milliyetçi ve ırkçı argümanlar, hatta kan üzerinden politika yaptığını ve morg önlerinde beklediğini söyleyen, Anayasa referandumu döneminde kedi köpek gibi hırlaşanlar, şimdi can ciğer kuzu sarması, Başbakan ile MHP arasından su sızmıyor! Bir dönem taktığı maske ile dolaşan, Kürt sorunundan, Alevi sorununa, Romen haklarından başkaca birçok alana ilişkin “açılım” politikaları açıklayan AKP’nin, başta İçişleri Bakanı olmak üzere birçok yönetici ve milletvekili, MHP’yi oldukça rahatlatan ve onların bir kez daha memnuniyetle “biz muhalefette olsak da fikirlerimiz iktidarda” diyebileceği koşullar yaşanıyor. MHP artık “hükümet ortağı” haline gelmişken, AKP ise tüm maskelerini fırlatıp atmış bulunuyor. Irkçı, faşist ve gerici tüm politik partiler, şahsiyetler ve partileri de bünyesinde toplamayı hedefleyen AKP hükümeti, “Türk-İslam” merkezli ve açıkça bu kesimin hegemonyasını sağlayacak bir çalışma içinde bulunuyor.
Bu politika, sadece içeride değil, Ortadoğu’da, “İslam Dünyası”nda da buna uyumlu bir şekilleniş içinde örülüyor. AKP Hükümeti İçeride Türk-İslam, Dışarıda Sünni-İslam üzerinden “Yeni Bir süreç” başlatmış durumda. ABD politikalarıyla da uyumlu bu taşeronluk görevinde inisiyatifi ele alarak ilerlemek istemektedir. Başbakanın Suriye’ye yönelik savaş politikasında sıkça Beşar Esad’ın Alevi olduğunu belirtmesi, “Nusayri” olarak telaffuz etmesi ve Esad’ı “Esed” olarak küçümseyerek ve hakaretamiz biçimde dile getirmesi, hatta CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu’nu da aynı mezhepte olmakla ve aynı politikalarda buluşmakla itham etmesi bu politik hesaplardan bağımsız düşünülemez. Yine Suriye’ye yönelik savaş ve işgal planlarına, emperyalist saldırganlığa ve AKP taşeronluğuna karşı tutum alan sınıf partisi de dahil olmak üzere tüm ilerici, devrimci-demokrat, savaş karşıtı güçleri ve Kürt hareketini Baasçı olarak itham ederek gözden düşürmeye çalışması, medyanın bu alanda özel bir yayın içinde olması da buradan bağımsız düşünülemez. Diğer tarafta Sünni gruplardan El Kaide’den Talibana, İhvan’dan Suudi yönetimine kadar tüm dinci çevreleri sevgi ve saygıyla anması iyi ilişkiler geliştirmek için büyük mesai harcamasının altında yatan esas nedeni de başka bir çok faktörle birlikte burada aramak gerekiyor. Hamas, Hizbullah gibi örgütlerle ilişkilerindeki esas nedeni de Sünni-İslam endeksli, GOP kapsamlı ve Neo-Osmanlıcı hesaplardan bağımsız düşünmek mümkün değil.
Başbakan Erdoğan, herhangi bir ülkenin Başbakanı gibi konuşan, sorunları ele alan bir başbakan profili çizmekten öte, kılıcını çekmiş, sefere çıkmış ve yedi düvele karşı savaşan bir cengâver, bir mücahit portresi çiziyor. Bu politikaların sonucu olarak her gün ülkenin başka bir bölgesinde yaşanan devlet şiddetli bir gelişmeyle yüz yüze kalınıyor. TSK, Polis, MİT her gün yeni bir gelişmeye imza atıyor. Roboski katliamını gerçekleştiren TSK mensupları ve emir verenler hakkında bir soruşturma açılmaması da Hükümetin katliamlar da dâhil olmak üzere her şeyi göze alan politikaları kararlıca uygulayacağını gösteriyor. Operasyon, çatışma, ölüm, patlama haberleri dinmiyor. Kan ve gözyaşının, ırkçı ve şoven propagandanın, militarist gösterilerin eksilmediği bir dönemin içine girdik. İçişleri Bakanının Hakkâri’ye yaptığı ziyarette görüldüğü gibi provokatif girişim ve açıklamalar birbirini izliyor. Kan ve şiddet ırkçı ve şoven propaganda linç girişimleri dinmiyor. Bir gün Ayazağa’da işçilere, başka bir gün Malatya’da Alevilere, diğer bir gün Dalyan’da Kürtlerin çalıştırdığı işyerine yönelik saldırılar oluyor. Hastanede, yolda, parkta Kürtçe konuştuğu için dövülen, şarkı söylediğinden dolayı katledilenler oluyor. İşçi ve emekçileri bölen ve parçalayan, farklı dil, kimlik ve inançlardan halklarımızı farklılıklarından dolayı birbirine karşı kışkırtan politikaların artış gösterdiği bir tablo var. Barışa, diyaloğa, özgürlüklerin kazanılmasına halkların kardeşliğine yönelik çaba ve mücadeleler saldırının hedefi oluyor. Egemen sınıflar bir yandan ulusal kimlikleri, inanç farklılıklarını, kültürel zenginliği yok sayarak “tekçiliği” dayatırken, diğer tarafta, farklılıkları düşmanlaştırmanın, bölmenin ve halklarımızı birbirine karşı kışkırtmanın politikalarını geliştiriyor.
KÜRT SORUNU, İÇ SAVAŞ MALZEMESİ OLARAK KULLANILMAK İSTENİYOR
Devletin Kürt sorununu şiddetle “çözüm”de ısrarının yarattığı çatışmalar, ölümler kan ve şiddet devam ediyor; on binlerce insanın ölümü, yaşam ve üretim alanlarının tahribi ve Şemdinli’de yaşandığı gibi insansızlaştırılması yine gündemde. Askeri harcamalar, faturası halka ödetilen savaş devam ediyor. Asker cenazeleri ile PKK savaşçılarının ölü sayıları yarıştırılıyor. Daha çok operasyon, sınır ötesi bombalama, daha fazla sayıda PKK’linin öldürülmüş olması, ya da rakamların yüksek gösterilmesi asker ölümlerindeki acıyı ve gerilimi rahatlatmanın vesilesi sayılıyor. Her gün tabutlara sarılan, gözyaşına boğulmuş anneler, babalar, eşler tablosu var. İnsanım diyen herkesi derinden sarsan görüntüler karşısında “çözüm” önermek, bir tek kişinin bile yaralanmasını engelleyecek barış girişimleri başlatmak yerine, Şemdinli yolunda karşılaşan HPG mensupları ile siyasetçilerin tokalaşması, sarılması, barışı tahayyül etmeleri, dağdan ovaya inişi sağlayacak günleri hayal etmeleri bile saldırı ve savaş nedeni haline getiriliyor.
Ne yazık ki henüz bu kötü gidişatı, halkların eşit, özgür ve kardeşçe yaşayacağı barışçı bir çözüme evriltecek güçlü bir işçi, emekçi ve halk tutumu yaratılamadı. PKK’nin sürdürdüğü silahlı mücadeleyi yeni bir boyut kazandırdığını açıklaması, buna paralel yaşanan “cephe savaşı” türü gelişmeler, silahlı Kürt hareketinin “alan tutma” taktiği ve bunun yarattığı savaş atmosferinin ölümleri arttırması, politikacıların, kamu görevlileri ve işadamlarının, PKK tarafından alınması/salıverilmesi önümüzdeki dönem bu alandaki gelişmenin yönünü gösteriyor. Antep’te yaşanan ve 9 kişinin ölümüne onlarca kişinin yaralanmasına neden olan bombalı saldırı benzeri kontra eylemlerin artması, Alevilere yönelik ayrımcı, baskı ve linç girişimleri, polis terörüyle birlikte giderek artan ve “halk hassasiyeti” olarak olağan sayılan ırkçı faşist gösteri ve kalkışmalar, diğer tarafta Suriye’ye yönelik savaş hazırlıkları, Suriye sınırına yapılan yığınak ve savaş hazırlığı, işçilere ve emekçilere yönelik saldırılar ve daha bir çok olumsuz görüntü ve gelişme, Türkiye’nin bugünü ve geleceği bakımından hiç de iç açıcı bir fotoğraf sunmuyor.
“İÇERİDE VE DIŞARIDA SAVAŞ” POLİTİKASINA KARŞI, BARIŞ, ÇÖZÜM VE MÜCADELE
Önemli bir bölümü can güvenliği ve yaşam kaygısından kaynaklı olmakla birlikte, Suriye’den Türkiye’ye sığınan, ancak AKP hükümetince teşvik edilen mülteci akını başkaca birçok sorunun da habercisi oldu. Suriyeli Mülteci Kampları on binlerce Suriyelinin toplandığı alanlar oldu. Bazı kampların CIA ve başkaca istihbarat örgütleri ve onların emrindeki “Özgür Suriye Ordusu” denilen gerici faşist güruhun cephane ve eğitim üssüne dönüşmüş olması, başta Hatay halkı olmak üzere, sınır boylarında yerleşik tüm halklarımızı tedirgin eden bir boyut kazanmış bulunuyor. Bu kamplardan biri olan, Apaydın Kampı CHP milletvekillerinin bile giremediği durumda. İncirlik Üssü’ne, Kürecik Üssü’ne giremeyen CHP milletvekilleri son olarak Hatay’daki bir mülteci kampına da sokulmadılar. CHP’li Hurşit Güneş ve Süleyman Çelebi, kampın önünde basın açıklaması yaparak geri döndüler. Ancak Hurşit Güneş’in bu durumu, Suriye’ye yönelik savaşın sorumlusu olan ABD ve emperyalistleri işaret etmek, AKP taşeronluğuna dikkat çekmek, o kampa girmek için halktan ve kamuoyundan destek istemek, halkı bu yönlü aydınlatmak yerine, “Burası Kandil mi” diyerek, defalarca operasyon düzenlenmiş, on bin askerle sefere çıkılmış, CHP’nin de destek verdiği “sınır ötesi tezkere” ile sürekli bombalanan Kandil ile kıyaslaması anlaşılır ve kabul edilir bir durum değil. Güneş, bir kez daha Kürt sorunundaki ırkçı ve şoven söylemi tekrarlamıştır. Savaş karşıtı tepkileri ve gelişmeleri doğru bir yerden değerlendirerek, başta Kürt sorunu olmak üzere, içeride ve dışarıda barışı savunması gerekirken, Kürt sorununda süregelen savaş politikalarını savunanların, Suriye’ye yönelik politikalarındaki tutumları hiç de inandırıcı değil.
SURİYE-TÜRKİYE SAVAŞINA GİDİLEN SÜREÇ VE TÜRKİYE’Yİ BEKLEYEN OLANAK VE TEHLİKELER
AKP Hükümetinin şiddet ve savaş politikalarının tüm halklarımızda büyük bir endişe yarattığı, AKP’ye destek vermiş büyük bir kesim içinde de bu politikanın destek bulmadığını gösteren birçok veri bulunuyor. Özellikle Hatay’da yaşananlar sadece Arap Aleviler için de değil, Türk, Sünni, Hıristiyan, Kürt her dilden ve inançtan halklar içinde tedirginlik yarattığını gösteriyor. Mülteci kamplarında kalmayan, şehir merkezinde tutulan evlerde kalan, adeta JİTEM elemanlarının bir dönem Kürt Bölgesinde gösterdiği pervasızlıkla hareket eden El Kaide mensuplarına, silahlı dolaşan kişi ve gruplara karşı endişe içinde olan Hatay halkının da can ve mal güvenliğini sağlamak için yeni arayışlara girdiğinin, bireysel olarak silahlandığının gösterdiği gelişme, Suriye’ye yönelik savaş planının aynı zamanda ülke içinde de çatışma ve savaşa gebe olduğunu göstermektedir. Hatay’daki halk tepkisinin, özelikle Arap Alevileri içinde giderek Esad hayranlığına ve desteğine dönüştüğünü gösteren birçok veri bulunuyor. Daha önce olmadığı kadar, Hatay’ın statüsünü sorgulayan, Arapların hak yoksunluklarını dile getiren, “kopuş” duygu ve fikrini gündemleştiren gelişmelerin yaşandığı da atlanmamalıdır. Dün Esad’a eleştirel yaklaşanların bir kısmında da “bu gün Esad’ı tartışmanın sırası değil, emperyalizme ve savaşa karşı, AKP politikalarına karşı, medyanın kışkırtma ve savaş tacirliğine karşı ortak tutum alalım ve bu belayı savalım” yaklaşımı daha öne çıkmış bulunuyor. İslamî kesim içinde de şimdilik daha entelektüel kesimlerle sınırlı olsa da, Suriye’ye yönelik savaşa karşı tutum geliştirme eğilimi içinde bulunan büyük bir potansiyelin varlığı gözlemleniyor. AKP hükümetinin bu pervasız gidişine, savaşa ve şiddete endekslenmiş planlarına karşı, tüm halkların artan tedirginliğinin güçlü bir savaş karşıtlığına ve AKP’yi durdurmaya yönelik mücadeleye dönüşmesi için daha aktif bir tutuma ihtiyaç var.
Gelişmelerin vahameti ve yaratacağı sonuçlar konusunda daha güçlü bir aydınlatmaya, şiddete, halkların birbirlerine karşı silahlanmalarına ve savaşa karşı güçlü bir işçi, emekçi ve halk muhalefetinin örülmesine duyulan ihtiyaç daha yakıcı hale gelmiştir. Suriye’ye yönelik savaş planlarının hükümetin dilediği gibi seyrettiği ve ilerlediği de söylenemez. Diğer yandan Kürt sorununda da hükümetin tüm projeleri iflas etmiş, Kürt Bölgesi’ndeki gelişmelerin giderek AKP karşıtlığını büyütürken, eşitlik, özgürlük ve statü kazanma mücadelesinde mesafe alacağını gösteren çok sayıda belirti vardır.
Ancak Kürt sorununun bir Türkiye sorunu olarak anlatılması ve kavranmasında, işçi ve emekçiler cephesindeki bilgilenme ve etkilenmenin esas olarak hükümet cephesinden ve yandaş medyadan yapıldığı düşünüldüğünde, sendikalar, işçiler, aydınlar, akademisyenler, sanatçılar başta olmak üzere, sınıf partisinin etkide bulunacağı tüm alanlarda daha etkili, açık ve net bir aydınlatmaya ve buradan ilerlemeye büyük bir gereksinim var.
Gaziantep’teki patlamada da görüleceği gibi provokatif eylemler, kör terör girişimleri, Hüseyin Aygün olayında yaşandığı gibi kaçırma/alıkoyma eylemlerinde ortaya çıkan tepkiler ve devletin bu durumu işbirlikçi çevrelerini de harekete geçirerek psikolojik savaş malzemesine dönüştürmesi çalışmalarını da boşa düşürecek, tüm halklara Kürt sorununun çözümü konusunda bir tutum öneren ve bunun etkili olması için bir çalışma planı işleten olmayı başarmak gerekiyor. Kürt sorununun inkârcı, faşist ve gerici uygulamalarda ısrar ederek, ezme ve bazı kırıntılarla “çözme” hesaplarını bozacak güçlü bir barış ve çözüm muhalefetine, mücadelesine duyulan ihtiyacı örgütlemek için içinde bulunduğumuz koşullar bir olanak olarak değerlendirilebilir. 1 Eylül vesilesi ile ortaya çıkan tutum üzerinden ilerlenerek güçlü bir halk cephesinin temelleri sağlamlaştırılabilir. BDP’nin kapatılması için başlatılan girişimler, Şemdinli’de HPG mensuplarıyla milletvekili ve siyasi parti temsilcilerinin karşılaşmasından sonra başlatılan kampanya ve milletvekillerinin dokunulmazlığının düşürülmesi hesaplarının boşa çıkarılması için daha çok çaba sarf edilmelidir. Yine Antep’te gerçekleştirilen patlama PKK ile ilişkilendirilmesi halinde bile karanlık bir tertiptir. Bu patlama savaşı ve şiddeti artırma, Suriye’ye yönelik savaş planlarında hükümetin elini güçlendirme, Kürt sorununu kriminalize etme, “terör”, “terörizm” sorunu olarak mahkûm etme ve Kürt halkının fiili kazanım ve hakların kazanılmasında yarattığı meşruiyet koşullarının yok etme hesaplarına güç vermektedir. Türk işçi ve emekçilerinin daha etkin bir tutum alması, emekçiler açısından bunun anlaşılır kılınması ve harekete geçmeleri için daha fazla beklenmemelidir.