Laisizm ve Türkiye

İki uluslararası bağlantılı sorun az-çok geriye itmiş görünse de, laisizm/laikçilik sorunu Türkiye gündeminin belli başlı maddelerinden biri olmayı sürdürüyor.

Laisizm ve egemen sınıf odaklarının bu sorun üzerinden saflaşma ve çatışma halinde oluşlarını şimdilik geriye itmekte olan iki sorundan biri, tüm Ortadoğu’yu derinden etkilemekte olan İsrail’in önce Filistin ve ardından Lübnan’a yönelik olarak başlattığı yoğun saldırıdır. İkincisiyse, Kürt sorunundaki tırmanma ve “İsrail’in hakkı varsa niye bizim olmasın!” açıklamalarıyla, Siyonist saldırganlık örnek alınarak, Kürtlere yönelik sınır-ötesi operasyon ilan ve hazırlığıdır.

Gerçi laisizm sorunu bu iki gelişme tarafından az-çok geriye itilmiş gibi görünse de, gerçekte, bu iki sorunun ele alınış yöntemi, çözüm önermeleri ve öneri sahiplerinin tutumlarıyla iç içe geçmiş durumdadır da. Örnekse, sınır-ötesi operasyonun tarihi olarak 30 Ağustos sonrası verilmektedir ve bunun belirli bir anlamı olduğu açıktır. Bu tarih, sınır-ötesi operasyon bakımından, yeni Genelkurmay Başkanı’nın göreve başlamasına gönderme yapmaktadır ki, bu zaman dilimi, uzun aylardır cumhurbaşkanlığı seçimi ve erken seçim tartışmalarıyla “çekişme masası”nda olan güç odakları arasındaki ilişki ve çelişkilerin düğümlerinden önemli birini oluşturmaktadır. Öte yandan başlıca AKP ve askeriye arasındaki ülke yönetimine ilişin saflaşma, İsrail ve saldırganlığıyla da doğrudan ilintilidir. Örneğin HAMAS lideri H. Meşal’in Türkiye’ye daveti dolayısıyla hem bu iki odak farklı tutumlar almışlardır, hem de İsrail’le ilişkileri farklıdır. İsrail ve ardındaki ABD’den Meşal’in davetine ilişkin homurdanmalar ve İsrail yetkililerinin “biz PKK ile ilişkilensek nasıl olur?” mealli sert suçlamalar, herhalde İslami tabanının hassasiyetlerini dikkate almakta olan AKP’yi hedeflemekte ve ama İsrail ziyaretinde HAMAS’la görüşmeyerek açık bir tutum ortaya koyan Cumhurbaşkanı Sezer’in tutumuyla belirgin biçimde birleşmekteydi.

Öyleyse son günlerin (haftaların) iki öne çıkan sorununun laisizm sorunu ve bu sorun üzerinden çekişmeyi geriye itmek ya da yatıştırmak bir yana hatta içten içe keskinleştirdiğini söylemek yanlış olmayacaktır.

 

*

Bir tarafta AKP, ve ona, Amerikancılığı ve “değiştim” nidalarıyla, kendi dayanaklarını ihya etmek üzere de sarıldığı piyasacılık yüceltisiyle neoliberalizmin yanında asıl rengini verip başlıca dayanaklarını sağlayan şeriat özlemleriyle din siyaseti ve kuşkusuz dinci-Şeriatçı güçler… Diğer tarafta özel bir din siyaseti izlemekte olan güçler, siyasal parti olarak CHP, ama asıl olarak Cumhuriyet’ten bu yana iktidarın başlıca gücü durumundaki militarist kast… Yan yana ve karşı karşıyalar. Halka karşı yan yana, birbirleriyle karşı karşıya. Laisizmle ilgili olarak karşı karşıya geliyor görünüyorlar. Din sorunu üzerinden, dinin nasıl kullanılacağına ilişin olarak karşı karşıya geldikleri kesin. Türkiye nasıl yönetilecek? Yönetilirken, dinin kullanımı nasıl olacak? Tartışma konuları bu ya da ülke yönetimine ağırlık koyar ve “iktidar ipi”ni çekiştirirken, bunu, dinin nasıl kullanılacağı üzerinden yapıyorlar.

Karşılıklı olarak yeniden ve yeniden laikliği tanımlayarak, laisizm başlığı altında tartıştıkları din sorunu ve dinin siyasetle, en başta devletle ilişkisi, Türkiye’nin çekiştirile çekiştirile kangren olmuş sorunlarının başında geliyor. Tıpkı Kürt sorunu gibi, içinden çıkılmaz hal aldırılması, tarihsel olarak Cumhuriyet’in ilk yıllarına kadar gidiyor.

AKP ve geleneksel din siyaseti yapan güçlere göre, laisizm sorunu olarak, aslında özgürlükler sorunu tartışılıyor. Türban, imam hatipler gibi alanlarda özgürlüklerin sınırlandığını ileri sürerek, gerçekte dayanaklarını güçlendirmek üzere, din siyasetine özgürlük istiyorlar. Taleplerinin, gerçek özgürlük arayışıyla ilişkisi bulunmuyor. 3 Kasım’a gelirken “Camiler kışlamız, minareler süngümüz” mısralarıyla okuduğu şiir dolayısıyla hapse mahkum edilen Erdoğan’ın özgürlük haykırışlarının Terörle Mücadele Yasası’na vardığı gözlendiğinde, özgürlüğe ilişkin ajitasyonlarının yalnızca din siyaseti yapma ve yığınları aldatma özgürlüğüyle belirlendiği görülüyor. Örneğin 28 Şubat’ta ciddi zararını gördüklerinden, yüksek sesle olmasa bile, geleneksel tabanları durumundaki inançlı sömürülen yığınlara yönelik olarak alttan alta ama yoğun olarak işledikleri ve durmaksızın türban, imam hatipler, helal gıda vb. konularını öne sürerek, siyasal olarak sürekli kıldıkları propagandaları, dine saldırıldığı, inançlarla oynandığı ve dinin elden gitmekte olduğu içeriklidir.

CHP ve militarist kast başta olmak üzere, kendilerini Kemalist olarak tanımlayan ve görünüşte Laisizm üzerinde titreyen güçlere göreyse, Laisizm, Anayasa’nın değiştirilmesi bile önerilemeyecek olan Cumhuriyet’in başlıca dayanak ve ilkelerindendir ve doğrudan rejim sorunudur. Onlara göre, türbanla kamusal alana girilemez, imam hatiplere “düz” liselerle eşitlik tanınarak dinci kadro derleme merkezi olarak değerlendirilmelerine izin verilemez vb. vb.. Bunların özgürlüklerle ilişkisi bulunmamaktadır ve zaten bu çevre ve odakların özgürlükler sorunu diye bir sorunları da yoktur. Onlara göre, sorun, Cumhuriyet’in korunup kollanması ve güvenlik sorunudur. Buradan, yüksek perdeden –geleneksel– din siyasetiyle Cumhuriyet ve kazanımlarına saldırıldığı ve Cumhuriyet’in elden gitmekte olduğu propagandasını geliştirmektedirler.

Sınır-ötesi operasyon ve İsrail’in Ortadoğu’da genişletmekte olduğu savaş geriye iter gibi görünse de, gerek genel seçimler –ki erken seçim tartışmaları günceldir ve cumhurbaşkanlığı seçiminden önce bir erken seçim zorlanmaktadır– gerekse cumhurbaşkanlığı seçiminin yaklaşmakta oluşu, hele yeni Genelkurmay Başkanı’nın göreve başlamasına bir ay bile kalmaması iki taraf arasındaki çekişmeyi kuşkusuz sertleştirecektir.

Laisizm üzerinden bir çekişme ve bunun sertleşmesinin üstelik her iki tarafa temel bir yararı da vardır. Türkiye, giderek yönetilmesi iyice zorlaşan bir ülke durumundadır ve dört bir yandan sorunlarla kuşatılmıştır. İçinden çıkılmaz sorunlar yumağı halindedir. Kürt sorunu başta olmak üzere demokrasi sorunu ve henüz hoşnutsuzluklar bağımsız eyleme dökülmese de giderek yoksul yığınların eskisi gibi yönetilmek istememeye başlamaları ve tepkilerin şurada burada –örneğin T. Erdoğan’ın “fırçaları”na yol açarak– hızla ve sık sık ortaya çıkmaya başlaması bir sorundur. Büyüme iddialarına karşın, sömürülen yığınların hızla sefalete itilmesi ve işsizliğin duralamak bir yana tırmanması, çalışma şansı bulabilenlerin yoğun sömürü altında bulunmaları, devalüasyon ve faiz artırımlarıyla sömürülen yığınların sırtındaki kamburun büyümesi bir başka sorundur. Amerika’nın bölgeye ilişkin hesapları, İran’a yönelik baskı ve bu ülkeye ilişkin Türkiye’den emperyalist beklentiler Türkiye’yi iyiden iyiye sıkıştırmaktadır. Filistin sorunu karşısındaki vurdumduymazlık ve Siyonist zulme çanak tutan İsrail yandaşlığı, yine inançlı kesim başta olmak üzere sömürülen yığınları isyan ettirici bir durum almıştır. Fındıktaki soygun, benzerinin zeytinyağında tekrarlanma girişimleri, memurlara yönelik norm kadrolu vb. saldırganlık, sağlık başta olmak üzere sosyal güvenliğin sıfırlanmaya çalışılması, Fransa, Almanya ve Yunanistan’da yaygın öğrenci hareketlerine yol açan eğitimin özelleştirilmesine karşı Türkiye’de bir hareketlenmenin belki “eli kulağında” olması gibi diğerleri de eklendiğinde, Türkiye hızla yönetilemez bir ülke olmaya aday hale sürüklenmektedir.

Bu “karmaşa”da, bayrak ve vatan üzerine oynamanın yanı sıra din üzerinden oynamak en akıllıca tutum olmakta ve iktidar çekişmesi sürdüren iki taraf açısından da uygun düşmektedir. Din üzerinden oynamak ve dini siyasetin aracı kılarak, tartışmayı, görünüşte Laisizmin savunulması adı altında, dinsel sorun ve motifler üzerinden yürütmek, iktidar çekişmesini de buradan kurmak, sömürülen yığınları etki altında tutma ve yedeklemenin başlıca yollarından olagelmiştir. Türban, imam-hatip vb. malzemeli (birbiriyle çekişmekte olan her iki iktidar gücü de bunları kullanıyorlar) çekişme, inançlı insanların, yığınsal olarak, güçlü dinsel önyargıları ve “dini değerlerle oynanıyor”, “dine saldırılıyor” kaygılarına doğrudan bir sesleniş oluşturmakta ve onları geleneksel din siyaseti yapmakta olan AKP’nin ardında toplanmaya yöneltmektedir. Öte yandan aynı çekişme, geleneksel olarak, başta Aleviler olmak üzere, Şeriatçılıktan çekmiş yığınlar açısından, tarihsel deneylerle de beslenen “Şeriatçılar geliyor”, “Cumhuriyet elden gidiyor”, “İran mı oluyoruz?” kaygılarına sesleniş olmakta ve ikinci iktidar mihrakının ardında bir toplanmayı harekete geçirmektedir. Ezilenler tarafından kendi bağımsız nesnel çıkarlarıyla ilişkisizliğinin farkına varılarak, etkisi ve sonuçlarının üstesinden gelinemediği her durumda, din ve görünüşte laiklik konulu her çekişme ve itiş-kakış, sömürülen yığınların, üstelik bölünüp, kendi aralarında karşı karşıya gelerek, sömürücü ve baskıcı egemen sınıf kesimlerine yedeklenmeye götürmektedir. O nedenle, din ve sözde laiklik üzerinden çekişme, kim kazanacak olursa olsun, her halükarda emekçilerin kaybedeceği kesin olduğu için, egemenler bakımından en tercih edilir çekişme konusu durumundadır.

 

LAİSİZM NEDİR?

Laisizm, bir burjuva kavram olarak, burjuva devrimlerinin ürünüdür. Burjuvazinin, kapitalizmin gelişmesinin zorladığı, feodallerin iktisat-dışı zoruna, kişisel ve toprağa bağımlılık ilişkilerine karşı olduğu kadar, onun bir parçası ve bileşeni durumundaki dinsel bağımlılık ilişkilerine ve dinin siyasal süreçler ve en başta devlet üzerindeki düzenleyici etkisine karşı çıkışının bir ihtiyacı olarak ortaya çıkmıştır. Batı’da Kilisenin devasa toprak mülkiyeti ve feodal ayrıcalıklardan olan ayrıcalıkları ve Cennet’i pazarlamaya varan belirleyici gücü, burjuvazinin güç almakta olduğu bilim yerine hurafelere dayanan ve feodal sistemi savunmaya adanmış, her tür gelişme ve ilerlemeye karşı tutumu, eğitimi ve okulları denetiminde tutuyor olması, engizisyonları vb.; sömürülen yığınları bıktırıp tepki ve düşmanlıklarını kazandığı kadar, tüm kutsallıkları paraya tahvil ederek, sermayenin çıplak gücü ve sınırlanmamış egemenliği, birleşik pazar ihtiyacı ve hiçbir maddi ve kutsal ketle engellenmemiş değişim özgürlüğü peşinde olan burjuvazinin hedefleri arasındaydı. Sonunda, kapitalizmin ihtiyaçları kendisini dayattı. “Burjuvazi, üstünlüğü ele geçirdiği her yerde, bütün feodal, ataerkil, romantik ilişkilere son verdi. İnsanı ‘doğal efendiler’ine bağlayan çok çeşitli feodal bağları acımasızca kopardı, ve insan ile insan arasında, çıplak öz-çıkardan, katı nakit ödemeden başka hiçbir bağ bırakmadı. Dinsel tutkuların, şövalyece coşkunun, darkafalı duygusallığın en ilahi vecde gelmelerini, bencil hesapların buzlu sularında boğdu.”* “Göksel İmparatorluk”un dünyevi-göksel temsilcisi, Kilise, egemenliği ele geçiren burjuvazi tarafından dünyevi imparatorlukların düzenleyiciliğinden kovuldu. Bu kovuluş, ya açık ve doğrudan biçimde, Fransa’da olduğu gibi, toprakları yağmalanarak, devletin ve eğitimin dışına atılarak, Kiliseye ve egemenliğine karşı zor uygulanması yoluyla ya da Kilisenin (kuşkusuz dinin) kendisini reformdan geçirip (Calvin, Luther ve Protestanlık hareketi) yenileyerek burjuvazinin egemenliğini kabullenmesi ve modern devletin hizmetine girmesi yoluyla gerçekleşti. Katoliklik de, dünyevi egemenliği burjuvaziye terk ederek ve onun hizmetinde, ancak kendisine tanınan alanda varlığını sürdürdü.

Jakoben Laisizm olarak tanınan ve burjuvazinin feodalizm ve soyluluğa karşı devrimci tutumunu yansıtan, Kilise ve dinin dünyevi egemenliğinin, aygıt ve dayanaklarıyla birlikte elinden açıkça ve zorla alınarak, siyaset alanının dışına sürüldüğü Fransız türü.. Ya da işçi sınıfı ve hareketinden duyduğu korkuyla burjuvazinin feodalizm ve soylulukla uzlaşmaya yönelerek iktidara tırmandığı  –gelişen kapitalizmin toprak soylularına iç başkalaşımı ve kapitalistleşmeyi dayattığı– ve kesip-atarak değil, ama uzunca bir süreç içinde, din siyaseti dahil, feodal kurum ve aygıtları hizmetine koşarak kendine bağladığı Alman vb. türü.. Hangisi olursa olsun, birinde hızla, diğerinde kalıntılarının sancılı giderilme hali bir yana, bir şey kesindir: Din ve Kilise, siyasal egemenliği burjuvaziye terk edip, çıkarlarının üstünlüğünü tanıyarak ve kuşkusuz karşıtlarının, işçi ve emekçilerin yatıştırılması rolünü üstlenip hizmetine girerek, “göğe” çekilmiştir. Burjuvazinin hizmetinde oynadığı rol, hiç kuşku yok, burjuvazinin ihtiyaçları tarafından belirlenmiş (Calvinizm ve Luthercilik tamamen bu içerikle biçimlenmiş), ama, bu, dinle siyaset (devlet işlerinin) ve eğitimin bütünüyle ayrılması olarak gündeme gelen Laisizmin daha başlangıcında ucundan tırtıklanması anlamına gelmiştir. Ama şu ya da bu yoldan, artık burjuva çıkarlar, siyaset ve egemenliğini karşıya alıp dışlayan bir din siyasetinden (ve egemenliğinden) ve dinin dünyaya dayatılmasından söz edilemez olmuştur. Laiklik diye tanımlanan genel olarak budur: Din kişinin özel sorunudur, kişi, özgür yurttaş, şu ya da bu din veya mezhebin akidelerine inanır ya da inanmaz, bu, dünyevi yaşantısını etkilemez, ve kuşkusuz devlet, tüm inançlar (ya da inançsızlık) karşısında, tarafsız pozisyonuyla, eşit mesafede durur.

Burjuvazinin başlangıçta feodal soyluluğun kollarına atılıp gericileşmesine bağlı olarak gündeme gelen Laisizmin ucundan tırtıklanması ve yarım-yamalaklığı ya da daha baştan burjuvazinin hizmetine koşulması, kuşkusuz, dinin siyasal amaçlarla kullanılmasından ve din üzerinden siyaset yapılmasından başka bir şey değildir. Ve burjuvazinin “devrimci barutu”nu tümüyle tüketip tekelleşerek gericiliğin kalesi olmasıyla, dinin –kuşkusuz– burjuva çıkarlarla kullanılmasının, aynı anlama gelmek üzere dini inanç ve duyguların, önyargıların istismar edilerek üzerinden siyaset yapılmasının önü ardına kadar açılmıştır. Artık emperyalizm koşullarında, dinin siyaseten kullanılması, yalnızca burjuvazinin konjenktürel farklılıklar gösteren çıkarları ve burjuva kesimlerin birbirlerine ve halkı karşı izlediği taktiklerin ihtiyaçlarına bağlı olmuştur.

 

DİN SİYASETİNE DÖNÜŞ

Burjuvazinin henüz devrimci olduğu ya da soyluluğun kollarına atılarak gericileşmeye yönelmekle birlikte az-çok ilerlemeyi temsil ettiği, kapitalizmin üretici güçleri geliştirdiği ve “tarihin tekerleği”nin dönüşüyle uyum içinde bulunduğu tekel-öncesi serbest rekabetçi dönemde, devlet işleriyle din işlerinin ayrılması ve dinin özel kişisel sorun kılınması olarak şekillenen Laisizm, şurada burada dinin siyaseten kullanılmasını bütünüyle dışlamasa bile, yine de genel bir uygulanma alanı buldu. Ancak tekelleşerek emperyalizme dönüşmesiyle birlikte üretici güçlerin gelişmesiyle karşıtlık içine düşen kapitalizm koşullarında, artık her tür gericiliği mubah sayan ve gericiliğin asıl gücü haline gelen burjuvazi, Kiliseyi ve doğuda örneğin camiyi ve Müslümanlığı da kendisine bağlayarak, dinin halkı yönetmek bakımından sunduğu olanaklardan yararlanmaya yöneldi. Artık tümüyle halka karşıydı ve politik zorun yanında dinsel yatıştırıcılık dahil, her türlü yöntemi kullanarak, halkın öfke ve isyanını denetim altına almak ve saptırarak çıkar ve politikalarına uygun kanallara akıtmak üzere davranmaktaydı.

İngiltere, 2. Emperyalist Savaş öncesine kadar gelen “güneş batmayan imparatorluk” döneminde, hemen tüm dinleri emperyalist çıkarları doğrultusunda kullanmanın sayısız örneklerini verdi. Türkiye ile ilişkisi bakımından, 1. Emperyalist Savaş’la Ortadoğu’nun “cetvelle çizilmiş” türden sınırlarla bölünmesinde, Arap aşiretlerini, milliyetçiliğin yanında dinciliği de kışkırtarak ve din üzerinden siyasetlerle yedeklemeye yöneldiği bilinir.

2. Emperyalist Savaş ertesinde, ABD’nin emperyalistler arasında “1. keman” rolüne soyunması ve kendini diğerlerine dayatması döneminde, özellikle İslam’ı kullanmaya giriştiği yine bilinir. Soğuk Savaş ile birlikte Sovyetler Birliği’nin kuşatılması ve çökertilmesi yöneliminde, İslam’ın ve İslamcı güçlerin harekete geçirilmesini içeren “Yeşil Kuşak Projesi”nin önemi hatırlanacaktır. Müslüman ve Müslüman kökenli halklar, bu dönemde Amerikan emperyalizminin göz bebeği durumunda olmuşlar, ideolojik aygıtların hedefi olmanın yanında rüşvetlere boğulmuşlar, aşiret reisleri, Sultanlar, dini liderler el üstünde tutularak, siyasi ve askeri yardımlarla Amerikan çıkarları ve stratejisine bağlanmışlardır. Şimdi “azılı terörist” ilan edilen El-Kaide ve Bin Laden, örneğin, bu Amerikan stratejisinin ürünü bir CIA beslemesidir. Zamanında, Sovyet sosyal emperyalizmi ve işbirlikçisi revizyonistlere karşı Bin Laden ve örgütü Afganistan’da her türlü araçla desteklenmiş, “terörizmi” ve “aşırı İslamcılığı” akla bile gelmemiştir.

İran Devrimi’yle Şahın devrilmesi ve bu ülkede Şeriatçı Şii iktidarının kurulması, kuşkusuz “yeşil kuşak” stratejisinde bir “kırılma” oluşturmuş, ancak bir süre, din siyasetinde mezhep ayrılıklarına kadar inilerek, Şiiler karşısında Sünnilere oynanarak, henüz hedefine ulaşmamış olan strateji sürdürülmüştür. Ancak yine de, İran İslam Devrimi, stratejinin bir “geçiş dönemi”ne girdiğinin işaretini vermiştir. Çünkü bu devrim, dinsel alanın, İslam’ın asli sahiplerinden birinin egemenlik ilanıyla, ABD’nin tek başına İslam’ı kullanamayacağını göstermiş; geleneksel din siyaseti ve bölgede buna bir çağrı olan İran’daki “atılımı”, ABD bakımından işlerin karışacağı ve –kendisine paha biçilmez olanaklar sunan dinsel alanı bütünüyle İslam’ın geleneksel güçlerine terk edemeyeceği için– dünya egemenliği stratejisine hizmet edecek yeni taktikler geliştirmek zorunda olduğu anlamına gelmiştir.

Öte yandan Sovyetler Birliği’nin çöküşü ve dağılması, “yeşil kuşak” ihtiyacını, en azından eski içeriğiyle gereksiz hale getirmiş; dünya egemenliği peşindeki ABD bakımından, İslam’ın kullanılması, eski çevre Sovyet Cumhuriyetlerinin ABD egemenliğine bağlanmasında İslam’ın oynayacağı “kaldıraç” rolüne indirgenmiştir.

Ancak Sovyetler Birliği’nin çöküşü, eski Sovyet Cumhuriyetleri ve egemenlik altına alınmalarıyla sınırlanamayacak sonuçlar oluşturmuş, “Sovyet İmparatorluğu”nun boşalttığı –Afrika’dan Asya’ya– geniş alanların yükselişteki yeni emperyalist talipleri boy gösterme eğilimine girerken, dünyanın yeniden ve genel olarak “parsellenmesi” gündeme oturmuştur.

Dönemin bir başka özelliği de, ABD ve Sovyetlere yönelik eski Batı stratejisi bakımından, stratejinin kendisiyle birlikte dinsel İslam’ın, akıtılan yardım ve desteklerin eski öneminden kaybetmesine bağlı olarak, geleneksel İslamcı güçlerin başıboş hissetmeye başlamalarıdır. İran devriminin yaydığı havanın da etkisiyle, dinsel İslam kendi içine dönme ve “bağımsız” hareket etme eğilimine girmiştir. CIA başta olmak üzere Amerikan beslemesi bu Ortaçağ karanlığının güçleri, bir yandan başıboşluk ve içe dönüş üzerinden, bir yandan da yeni strateji oluşturmakta olan ABD tarafından yönlendirilerek, dünyanın, hem kolay yönetilmesi için dinselleştirilmesinin dayanaklarına, hem de yeniden paylaşılması için yeni ABD satrancının “piyonları”na dönüşmüşlerdir.

ABD’yse, bu kez hem ülke içi ve hem de dışında, dinin yenilenmiş bir kullanım tarzına, üç belli başlı dini kapsayan din siyasetine geçmiş; geçişte, teröre yönelmiş başıbozuk dinci İslam’ın payının ölçüsüne ilişkin boş tartışma bir yana, 11 Eylül “İkiz kuleler” hadisesi, dinin yeni kullanım biçimine ilişkin taktikleri de kapsayan dünya egemenliğine yönelik yeni stratejinin görünüşte “düğmesine basılması” olarak yansıtılmıştır. Artık, eski “yeşil kuşak” güçleri de içinde radikal İslam ya da İslami terörizm, dünya ölçüsünde düşman durumundadır.

Sürecin bir yönü, yalnızca ABD’yi kapsamakla kalmayıp Avrupa’ya da yayılarak, Ortaçağ Hıristiyan gericiliğinin, başta Evangelizm olmak üzere, onun en sapkın mezheplerinin önünün açılması ve karanlık güçlerinin harekete geçirilmesi olmuştur. ABD ve “demokrasi beşiği” Avrupa sözde laiktir; ama, “yeşil kuşak” günlerini aratan bir din siyaseti, bu kez bu ülkelerin yığınlarına yönelik olarak, tekellerin dünya egemenliği amaçları, politika ve saldırganlığının hizmetinde, bu ülkelerden başlayarak, dünyayı kasıp kavurmaya başlamıştır. Bu alanda öyle ileri adımlar atılmıştır ki, Bush, Irak işgaliyle ilgili olarak “Tanrı” tarafından “görevlendirildiği”ni ileri sürmekte sakınca görmemiş, dünya ölçeğinde çatışma “Hristiyan-Yahudi medeniyeti ile İslam medeniyeti”nin çatışması olarak ilan edilmiş ve Amerikan saldırganlığı “Haçlı Seferi” olarak nitelenmiştir. Hıristiyanlık değerlerine atıflar, evrim kuramı düşmanlığı, dinsel dogmaların güncellenmesi vb. Amerikan ve Avrupa halklarına yönelik teslim alıcı bir saldırının unsurları olarak revaçtadır ve belli başlı büyük devletlerden başlayarak, dünya bir gericilik dönemine sürüklenmiştir.

Aynı şey, tekelci kapitalistlerin ağababalarının kurmay odalarında geliştirdikleri İslam’a yönelik yeni taktikler ve İslam’ın yeni kullanım biçimi açısından da geçerlidir. İslam, “radikal” ve “ılımlı” olarak ikiye ayrılmakta ve biri hedefe konurken, diğeri, çıkarlarına hizmet için tekellere, çıkar ve politikalarına bağlanmaktadır. Dergimizin 167. sayısında yayınlanan “Anti-emperyalist Mücadelenin Temelleri” başlıklı makalenin özellikle son bölümünde konuya ilişkin daha geniş bilgi bulunabilecek tekeller ve din ilişkisine ilişkin son yıllarda olup bitenlerin, burjuvazi açısından Laisizmden geriye bir şey kalmadığını ve “modern” amaçlarıyla din siyasetinin gemi azıya aldığını gösterdiği açıktır.

Kapitalist modernitede, bilisiz yığınlar, kendi dönüştürücü güçlerinin farkına varıncaya dek, doğa güçleri ve yasalarını açıklayamamalarının üzerine binen sermayenin kör egemenliğini açıklayıp üstesinden gelemedikçe, kendi gerilik ve korkularının ürünü olan dinsel dogmalar ve dünyada bulamadıkları huzuru “öte dünya”da arama zaafları dolayısıyla, kuşkusuz başta –dönemden döneme değişecek yönelimleriyle– kapitalist emperyalistler tarafından istismar edilecek, birbirlerine karşı safa sokulmak üzere bölünerek, kendi nesnel çıkarlarının tersine yedeklenmekten kurtulamayacaklardır. Bu, Amerika ya da Türkiye veya bir başka ülke, neresi olursa olsun, Ortaçağ gericiliğini de yardımına çağırıp dinci güçlerine sarılan tekelci burjuvazinin, Laisizm edebiyatına rağmen, tamamen, modernite kılıfı giydirilmiş oluşuyla geleneksel olanından ayrılan din siyaseti izlemesi anlamındadır ve gerici burjuvazinin, modern felsefi akımlar kadar, din üzerinden de varlığını korumaya ve önünü açmaya çalışmasında şaşılacak şey yoktur.

 

LAİSİZMİN TÜRKİYE MACERASI

Osmanlı bir din devletiydi ve Şeriatla yönetiliyordu. Sultan (ya da Padişah), Yavuz Selim’den bu yana, aynı zamanda Halife’ydi. Zamanın Diyanet İşleri Başkanı ise, dinle iç içe olan devletin dine uygun yönetilip yönetilmediğini –günümüz MKG’sının uyulması zorunlu tavsiye kararları gibi– uyulması zorunlu fetvalarla Halife adına denetleyen ulemanın başı Şeyhülislamdı. Son zamanlarında Osmanlı’ya Batı mektepleri de girmişti; ancak eğitim, başlıca dinle iç içeydi, medreseleriyle vb. dini eğitim durumundaydı.

1. Emperyalist Savaş’ta yenilen ve emperyalistlerle Yunan vb. işbirlikçilerinin işgaline uğrayan Osmanlı, başta Halife-Padişah Vahdettin, işgalcilerle işbirliğine yönelip M. Kemal ve Kurtuluş Savaşçılarını din düşmanı ilan eden fetvalar çıkarıldığında, din devletinin artık yürümeyeceği anlaşılmıştı. Gerçi Ankara Müftüsü Rıfat Efendi’nin milli fetvalarıyla Halife ve Şeyhülislamın fetvalarının etkisini kırılmaya çalışılıyordu; ama, dünyevi işlere ilişkin farklı çıkarlar, çözüm önerileri, politika ve tutumlar, başlıca ulusalcılık ve işbirlikçilik saflaşması üzerinden, din siyaseti ve devletiyle “vatan” ve “ya istiklal ya ölüm” vb. vurgularıyla belirginleşen Kemalist siyaset ve pozitivizmden beslenen ideolojisi, dinle dünyevi işler ilişkisi, eskisi gibi yürüyemeyecek türden bir çatışma içinde, karşı karşıya gelmişti. Ulusal uyanışa yol açarak, kapitalizm, Türkiye’de de, işgalin yol açtığı siyasal kargaşanın özel şartlarında ve daha gelişmesinin başlangıç dönemlerinde, kendisine uygun siyasal örgütsel biçimlere olan ihtiyacını ortaya koymuştu. Kemal, daha Kurtuluş Savaşı günlerinde, yakın çevresine Cumhuriyetçi fikirlerini açmış, Halifelik başta olmak üzere din siyaseti üzerine fikirlerini açıklamayı ise, bu çevre içindeki Karabekir, Rauf ve Fevzi paşalar gibi dinci yaklaşımları güçlü önemli unsurları dikkate alarak –gereksiz bir bölünmeye neden olmamak için– ileriye bırakmıştı.

Kurtuluş sonrasında, Cumhuriyet ilanının ardından Halifelik kaldırıldı. Bu, din devletinin sona erdirildiğinin ilanıydı. Tamamlayıcı adımlar olarak, 1923’te, 1925’te yeniden düzenlenecek olan “dinin siyasi maksatlarla suiistimal edilmesini önlemek” gerekçeli Hıyanet-i Vataniye Kanunu çıkarılırken, tekke ve zaviyeler kapatılır, Arap harfleri kaldırılıp Latin harfleri kabul edilir, tarikatlar, Şeyh vb. türü dinsel unvanlar, Şeyhlik-müritlik ilişkisiyle birlikte yasaklanır, medeni yasanın kabulüyle dini nikaha vb. son verilir, Kıyafet Kanunu ile fes vb. yasaklanır, Ezan Türkçe okunmaya başlanır, Tevhidi Tedrisat (eğitimin birliği) yasasıyla dinle eğitim ilişkisi koparılır ve dini eğitime son verilir ve laiklik ilkesi Anayasaya yazılır.

Ancak genç Türkiye geçmişten miras güçlü dinci eğilim ve örgütlenmelere sahiptir ve bu adımlar yoğun tepkilerle birlikte, biri diğerini koşullayarak atılır. Başında M. Kemal, genç Cumhuriyet burjuvazisi tüm iktidarı elinde toplayıp sağlamlaştırmak üzere, toplumsal dayanaklara sahip ve yüzyıllardır iktidar koltuğunda oturmuş dini örgütlenmenin gücünü kırmak ihtiyacındadır. Ama dinsellik “yakın çevre”nin belli başlı şahsiyetlerine varıncaya kadar güçlüdür ve iktidar mücadelesi sert geçer. Geleneksel dinci güçler ve örgütlenmeleri ağır darbelere maruz kalır; daha Kurtuluş Savaşı yıllarından başlayarak (o dönemde Hilafet Ordusu olarak örgütlenen) dini unsurlara karşı sert önlemler alınır. Şapka dayatmasına karşı Of’ta ayaklanan İskilipli Atıf Hoca isyanı, ardından Menemen olayı, 33’te Bursa’da Arapça Ezan talebiyle Kozanlı İbrahim isyanı, 35’te Nakşibendi Şeyhi Halit isyanı, İskilip’te Şeyh Ahmet’in isyanı güçle bastırılır ve hemen tümünde darağaçları kurulur. Karabekir, İzmir Suikastı ile ilişkilendirilerek tasfiye edilir. Rauf Orbay devreden çıkarılır. Dinci muhalefeti içinde toplayıp yatıştırmak üzere “çevre”den Fethi Okyar’a kurdurulan Serbest Fırka, işlevsiz olur, amacını aşar ve kapatılır. Bir dönem, geleneksel dinciliğin dışlanmasına bağlanan iktidar çatışması neredeyse dine karşı savaş görüntüsü kazanır ve tehlikeli bir görünüme bürünür.

Bir yanda uğruna savaşılmış ulusal kurtuluş ve ulusal kazançlar, bir yanda gelenekselleşmiş olan, halkın yüzlerce yıllık inançları ve bundan güç alan toplumsal dinci örgütlenmeler vardır. Üstelik burjuvazi, ulusal kazançların bir toprak devrimi ve ciddi bir demokratikleşme ile derinleştirilmesinden yana değildir, tersine iktidarını sağlamlaştırma peşindedir. Dolayısıyla, ulusal kazançlar kuşkusuz anlamlıdır, ama hemen bütünüyle, anlamını, kendi pazarını sahiplenmiş burjuvazinin, siyasi egemenlikle pekiştirilmiş iktisadi egemenliğinde bulmakta; geriliğe mahkum bırakılan halk yığınları, yüz yüze kaldıkları sömürü koşullarının yanı sıra siyasetten dışlanmaktadır. Bu koşullarda geleneksel önyargı ve inançların, hele kaşınması durumunda, etkili olacakları ve oldukları kuşkusuzdur.

Çözüm, daha baştan beri, ilk başkanı eski Ankara Müftüsü Rıfat Efendi olan ve Mart 1924’te kurulan Diyanet İşleri üzerinden, dinin, devlete ve dolayısıyla genç burjuvazinin çıkar ve politikalarına bağlanması çabası olarak şekillenir. Yine de çatışma yaşanır. Geleneksel din siyasetinden kopulacak, dinin burjuva egemenliğini sınırlandırmasına ve dolayısıyla dinci güçlerin iktidarı paylaşmasına son verilecek ve doğacak boşluk, devlet kurumu olan Diyanet aracılığıyla, dinin, yeni burjuvazi ve devletinin ihtiyaçlarına uyumlandırılmasıyla doldurulacaktır. “Batılılaşma”, “çağdaşlaşma”, “medeniyetçilik”, “en hakiki mürşit ilimdir” parolasında ifadesini bulan “bilimcilik”, zor önlemlerinin yanı sıra, hurafelere dayalı geleneksel din siyasetinin karşısında ileri sürülen ve genç Cumhuriyetin inananlarının kullanımına sunulan reformdan gerilmekte olan din ve din-devlet ilişkisinin dayanakları edinilir. Dinden kopulmaz, devlet din karşısında tarafsız bir pozisyona çekilmez; bir yandan hurafeleri ve geleneksel örgütlenmeleriyle dinciliğe karşı “savaşılır” ve din kendi özerkliğiyle siyaset alanının dışına itilirken, bir yandan da bir İslam devlet güdümüne alınmaya ve yığınlar buradan etki altında tutulmaya yönelinir.

Kurtuluş Savaşı’nı yöneten burjuvazi tarihsel bakımdan ilerici bir rol oynamıştır. Ancak Türkiye’nin orijinalitesi önemlidir. Savaşın önderliğini yapan burjuvazi, feodallerin, feodal gericiliğin  kollarına atılmamıştır, zaten kollarının arasındadır; ülkenin geri ve gelişmemiş kapitalizminin burjuvazisidir. Başlıca ticari kapitalizmin gelişmeye başladığı feodalizmin bağrından çıkmakta olan, yaygın biçimde toprağa bağlı olarak tefeciliğin yanında ticaretle uğraşan, yeni yeni tuğla-kiremit, un (daha çok değirmen), az-çok dokuma vb. imalatının yapılmakta olduğu Türkiye’nin tefeci-tüccar nitelikli feodal burjuvazisidir. Ve doğallıkla toprak ağalarıyla içli dışlıdır. Zaten Kurtuluş Savaşı, tefeci-ticaret burjuvazinin toprak ağalığıyla ittifakına dayanarak yürümüş; “alt” sınıflar, küçük işçi sınıfı ve geniş köylü nüfusundan oluşan emekçiler, savaşan ana gücü oluşturmalarına karşın, inisiyatifleri, önü açılmak yerine köreltilerek bastırılmış, asker olmuş, ama siyaset yapmalarının önü kapatılmış, yedeklenmişlerdir.

Egemenliği eline alan burjuvazinin karşısında, yalnızca iktidardan tümüyle dışlamaya uğraştığı Saray bürokrasisinin kalıntıları, Halifelik sistemi ve dayanakları bulunmakla kalmamaktadır. Burjuvazinin, kendisine ve egemenlik aygıtına bağlamak üzere, zorun yanında, halkın “gönüllü” rızasını da sağlayacağı aldatıcılıklar ve mekanizmalarına ihtiyacı vardır. Halk, zorla ya da “güzellikle”, kuşkusuz ikisiyle birden, yeni iktidarı benimsemeli, isyana ve şurada burada geleneksel din siyaseti taraftarlarının düzenlediği isyanlara katılmaya kalkışmamalıdır.

Burjuvazi, feodalizmle bağları –ve kuşkusuz bir devrimci gelişme ihtimali dolayısıyla halktan duyduğu korku– nedeniyle, toprağa ve kişiye bağımlılık ilişkilerinin değiştirilmesine, örneğin bir toprak reformuna yönelmemektedir. Ama bu ilişkiler, feodal parçalanmanın, toprak beyliğinin, aşiretçiliğin ilişkileridir ve burjuvazinin merkezilenme ve merkezi iktidar ihtiyacını karşılamamaktadır. Ve öte yandan gelişen ticaret ve çoğu Sovyet yardımıyla kurulan dokuma, un, şeker, çimento, vb. fabrikalarıyla, ray ve cer atölyeleriyle sanayileşme yönelimi, feodal nitelikli toprağa ve kişiye bağımlılık ilişkilerini de çözecektir, çözmeye başlamıştır. Egemenliğini sağlamlaştırma peşindeki burjuvazi için, sömürülen yığınları siyaset dışına itecek ve bağımlılaştıracak, feodal, iktisat-dışı zorun yanında siyasal zora ve aldatıcılıkla bağımlılaştırmaya olan ihtiyaç kesindir. Üstelik Kürt isyanlarının da birinin bitip birinin başladığı istikrarsızlık koşullarında, merkezi iktidarın güçlendirilmesi tam bir zorunluluk olmuştur. Fiziki zordan hiç kaçınılmamıştır. Ama aldatıcı bağımlılaştırıcılık da ihmal edilmemiştir. “Tek parti”, “tek adam” kültü, Kemalist burjuvazi dışında kalanların siyasetin dışına itilmesinin bir kaldıracı kılınmış ve anıları çok taze Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın kazançlarına dayandırılmıştır: “Sınıfsız kaynaşmış kitle” olarak millet ve milli duygular yüceltilerek, milliyetçilik iktidarın temel bir dayanağı kılınmıştır. Kuruluşundan beri –güç ilişkileri ve henüz iktidar hesaplaşmasının tamamlanmamış oluşu nedeniyle ilk Meclis’in belirli denge dönemleri ayrı tutularak– demokratik olmamış Cumhuriyet, giderek burjuvazinin emperyalizmle birleşmesi ve tekelleşmesine paralel olarak, Hitler’in yükselişinden de etkilenerek iyice gericileşmiş ve kapitalist nitelikli zorla siyaset-dışı tutuculuk olarak faşist zor, sözü edilen dayanaklar üzerinde yükselmiştir.

Milliyetçiliğin yanında geleneksel temel toplumsal bir boyun eğdiricilik yöntemi ise, din ve inançların kullanımı olabilirdi ve öyle olmuştur. Feodal nitelikli burjuvazi için Laisizmin adının anılması bile ileri bir durumdur ve din siyaseti ve örgütlenmesinin geleneksel köklerinin gücü ve yaygınlığına dayanarak, Kemalist iktidara yöneltilmiş tehdit ve giderilme ihtiyacının ürünüdür. Kuşkusuz, dünya ölçeğinde etkili olan ve zamanında dincilik eleştirisini de kapsayan pozitivist yaklaşımlar, Cumhuriyetçi ve Aydınlanmacı, laik eğilimler, M. Kemal başta olmak üzere, genç burjuvazinin yaklaşımlarının şekillenmesinde önem taşımış, “çağdaşlaşma”, “Batılılaşma” vb. şiarlar özellikle din devletinin kalıntılarını gidermenin hizmetine sokulmuş; ancak, başlıca, pekiştirilmesi uğraşı verilen Kemalist iktidara yönelik dinci tehdit Laisizmin öne çıkmasına götürmüştür.

Kemalizm ve Kemalist iktidar, kuşkusuz Laisizm ile ilgili olarak baştan aşağı bir samimiyetsizlik içinde de olmamıştır. Zaten toplumsal siyasal sorunlarda samimiyet/samimiyetsizlik yargılaması yapılması tamamıyla anlamsızdır. Dinin devlet üzerindeki baskısı ve din siyasetinin dayatmalarını etkisizleştirmek, milli çakarlardan kopmuş, aynı zamanda Halife de olan Sultan ve Sultanlık sistemiyle zorunluluk haline gelen çatışma ve tasfiyelerinin yine zorunlu sonucu olarak ortaya çıkmış ve gereği yerine getirilmiştir. Dini kullanıp istismar eden ve edebilme yeteneğine sahip olan devletin dinsel örgütlenmesinin kalıntısı geleneksel dinci güçler, tarikatlar, tekkeler, zaviyeler, dini eğitim/medreseler ve Arap harfleri, Arapça Ezan, fes, imam nikahı vb. gibi dinsel etkiyi güçlendirici biçimler yasaklanıp dışlanırken, geleneksel dinci güçlerle dincilik yarışına giremeyecek (girerse kaybedeceği kesin olan) genç burjuva iktidar için, modernleşme peşine düşmek tek yol olarak görünmüştür. Dolayısıyla M. Kemal, İ. İnönü ve onların ardından 27 Mayısçıların doğrudan siyasal faaliyetleri içinde dini açıkça kullanmamış olmaları şaşırtıcı değildir. Kimse, M. Kemal’in ağzından, K. Evren türü ayetlerle süslü konuşmalar duymamış, kimse örneğin İnönü’nün camiye gittiğine, namaz kılıp oruç tuttuğuna (ya da tersi: kılmayıp tutmadığına) tanık olmamıştır. Ne denli “iyi Müslüman” olduklarını göstererek siyasal çıkar sağlamak üzere, dini, “ayağa düşmüş” haliyle kullanıp istismar etmekten uzak durmuş ve dini kişisel ve özel bir sorun olarak kabul ettikleri görüntüsü içinde olmuşlardır. Bu dönemde okullarda zorunlu din dersi de yoktur. Bunların, Laisizme denk düştüğü açıktır.

Ancak ardılları tarafından da sürdürülmek üzere, din ve din işleri, M. Kemal tarafından Diyanet İşleri Başkanlığı’na bırakılmış; din siyaseti, sınırlandırılmış biçimiyle, bu kurum tarafından, kuşkusuz devlet adına yürütülmüş, bununla, geleneksel dinciliğe alanın bütünüyle boşaltılmaması sağlanmaya çalışılmıştır. Diyanet’in yaptığı, bugün de sürdürdüğü, İslam’ın az-çok reformdan geçirilerek burjuva iktidarın hizmetinde yatıştırıcı rolünü oynaması için, siyasal ihtiyaçların gereksindiği düzenlemelerle dinsel alanı yönetmek olmuştur.

Bu Laisizm midir ya da Laisizm, yalnızca siyasetçiler vb.’nin Cuma namazlarında gösteri yapmaması ve ayetlerle konuşmaması mıdır? Kuşkusuz değildir. Belki, devletin dine değil, ama dinin devlete bağlandığı bu tür, “Diyanet’le güçlendirilmiş Laisizm” olarak tanımlanabilir!* Ama feodalizmle cepheden çatışmaya girdiği ve “alt” sınıfların daha ötesine geçerek, burjuva devrimini en son sınırına kadar gitmeye zorladığı, burjuvazinin alt kesimlerinin (küçük burjuvazinin) önderliği ele geçirdiği Fransa türü gelişmelerin göründüğü yerler bir yana, burjuva Laisizminin olup olacağı budur. M. Kemal Türkiye’sinin Laisizmi, özel bir “devlet dini” oluşturmayı kapsamasına karşın, yine de, Laisizmin ileri örnekleri arasındadır. Hatta, Kemalist laiklik, zaman zaman aşırıya vararak “dine karşı savaş”ı içermiş, günümüze kadar gelen bir birikime neden olarak, geleneksel din siyaseti taraftarlarıyla Kemalizm ve adına hareket edenler arasında bir çatışma sürmüştür. Günümüzde, çekişme halindeki gerici burjuva kliklerin, üzerinden iktidar oyunu oynadıkları çatışma, M. Kemal dönemiyle bir ilgisi kalmamasına ve taraflarının tamamen din siyasetine sarılmalarına karşın, yine aynı çatışmadır.

 

12 EYLÜL’DEN GÜNÜMÜZE

Laisizm bakımından Bayar-Menderes diktatörlüğü, Kemalist Laisizmden kopuşu ifade eder. Sırtını Amerikan emperyalizmine dayayan DP hükümeti, Osmanlı döneminden gelen saflaşmaların (son olarak Serbest Fırka’da toplanmaya çalışan Tanzimatçı, ademi-merkeziyetçi liberal Prens Sabahattin ve Hürriyet İtilaf çizgisiyle, karşısında, merkeziyetçi Jön Türk, İttihatçı, Kemalist çizgi) Kemalizm tarafından temsil edilip sürdürülmekte olanının karşısında pozisyon almış, Diyanet’le güçlendirilmiş Laisizmi bir yana bırakarak, dinci güçlerin önünü açıp, dayanakları arasına katmıştır. İmam nikahı, dini kılık-kıyafet, tarikatlar vb. yeniden fiilen serbestleştirilmiş, Arapça Ezana geçilmiş, hava değişmiştir.

Bu kez Laisizm muhalefetin ana konuları arasına girmiş ve yatışmış görünen dinci-Kemalist çatışması yeniden başlıca siyasal çatışmalardan olmuştur.

27 Mayıs, Laisizm bakımından da eski Cumhuriyet günlerine dönüş olur. Ama din siyaseti de bir mesafe almış, taraflar arasında çatışma, çoğu kez diğer çatışma ögelerini geriye iterek belirleyici hal almıştır. Bu her iki tarafın işine gelmektedir; çünkü hangi tarafta yer alırsa alsın, her iki yönden de sömürülen kitleler, siyaset dışına itilmiş olmaktadır.

’65’te tek başına hükümet olan Demirel, dini siyasetin iyi bir sürdürücüsü olmuş; ilerici toplumsal güçleri hedefine koyan iki darbeyse, 12 Mart ve 12 Eylül, özellikle ikincisi, ikisi de “Atatürkçülük” iddiası taşımalarına karşın, din siyasetinin önünü iyice açmıştır. Demirel’le birlikte, Şeriatçı güçlerin gelişen gençlik ve halk hareketine karşı sürülmesi dönemine girilmiş; “Kanlı Pazar” vb. dinci saldırganlıklar, dünya ölçeğinde, ABD tarafından, “Yeşil Kuşak” stratejisi çerçevesinde desteklenip beslenen ve anti-komünist amaçlarla kullanılan güçlerce, iç gericiliğin yönlendirmesiyle gerçekleşmiştir. Darbe dönemlerinde darbecilerle İslam’ı siyaset aracı kılan Şeriatçı güçler** “kayıkçı dövüşü”nü sürdürmüşler; ama örneğin siyasal parti olarak Erbakan ekibi, 12 Mart günlerinde palazlanmıştır.

12 Eylül’le, geleneksel dinci siyasetin yanına, “Atatürkçülük” adına yapılan ve kökleri kuşkusuz “Kemalist Laisizm”de olan, ama aşırıya vardırılmasıyla ondan neredeyse kopuşu da temsil eden yoğunlaştırılmış bir din siyasetine geçildi. Söylendiği gibi, darbenin lideri konuşmalarını ayetlerle açar ve Kürt isyancılara uçaklardan Kuran’dan ayetler atılır oldu. Cuma hutbeleri, devlet güdümlü açık politik içerik kazandı. Bu dönemde, DP ve Demirel döneminde açılan Kuran Kursları ve İmam Hatipler’in toplamından fazlası açıldı. 12 Eylülcüler, “Laiklik dinsizlik değildir” vecizesiyle açtıkları yolda ilerlediler. Din dersi, uzun yıllar sonra yeniden zorunlu kılındı ve zorunluluk Anayasa’ya konuldu. Şeriatçı akımlar gelişti. Erbakan’ı Başbakanlığa götürecek gelişmenin önü açılırken, tarikatlar, özellikle Fethullahçılık palazlandırıldı. Artık “laikler”in dilinden “din ve Allah” sözleri düşmüyor, “dinsizlik demek olmayan Laisizm” doğrudan din siyaseti yapmak anlamına geliyor, örneğin Fethullah Amerikancılığının yanında “Atatürkçü” bir tarikat kuruyordu. Amerikancı politikalar doğrultusunda komşu İran’daki “İslam Devrimi” karşısında önlem almayı da içeren yeni dinci siyaset, kuşkusuz geleneksel dinciliğe gerileme olmadı, ama din devleti olmayan devlet, tamamen din siyaseti yapar oldu. Geleneksel dinci güçler “Mollalar İran’a” dayatmasıyla sıkıştırılırken, din siyaseti bütünüyle Diyanet aracılığıyla devletin uhdesine alınmaya çalışıldı. Ancak olanca düzmece gerginlik ve provokasyona* karşın, din siyasetinin gemi azıya alması, geleneksel dinci güçlerin gelişmesi bakımından uygun koşullar yaratılması anlamına da geldi.

28 Şubat, önü açılan geleneksel dinciliğin güçsüzleştirilmesini, ama daha da çok sömürülen yığınları bölerek, “dinci-laik” çatışması üzerinden devlet yönetiminin kolaylaştırılmasını hedef edindi. Bu dönemde, toplumu bölmek üzere, “iyi dinci-kötü dinci” ya da laik olmakla bir ilişkisi kalmamış laikçi-Şeriatçı saflaşması ilerletildi. “Kötü”lerin örnekleri olarak, birkaç yıl sonra Amerikan stratejisinde “İslami terörizm” adıyla tanımlanacak denetim dışı “radikaller”, Aczimendiler, Müslim Gündüz, Adnan Hoca vb. gösterildi. Yoksa dine ve din siyasetine ihtiyaç vardı.

Son yılların, İslam Konferansı Örgütü toplantılarına kadar, yüksek sesle seslendirilmekte olan “dinde reform” girişimleri, “kadınlarla erkeklerin birlikte namaz kılması”, ama “kamusal alanda türban takılmaması” vb., 12 Eylül’le başlatılan ve günümüzde Amerikan “Ilımlı İslamı”nda ifadesini bulan yeni din siyasetinin yönelimleri arasındadır.

Hala “Laisizm”den söz açılmaktadır; ancak artık, tam bir din siyaseti yapılmaktadır ve dinle devletin az-çok ayrılmasından söz etmek olanağı kalmamıştır. Artık laiklik iddiası, yeni tür bir din savunuculuğu ve reforme edilmekte olan “devlet dini” taraftarlığı olarak, Laisizmin yalnızca lafını etmeye, “Laikçilik”e dönüşmüştür. Laikçi, devlet diniyle sömürülen yığınları kontrol altında tutmaya yönelmiş bir “toplum mühendisi” durumundadır artık. Allah’a karşı çıkmadan (kuşkusuz çıkması gerekmemektedir, ama “Allah ile kul arasına” girmekte, taraf olmakta, dayatmada bulunmaktadır) ona bağlanmış dinin yerine kendi oluşturmakta olduğu dünyevi dini geçirmekte, Amerikan stratejisine de bağlanarak, yığınların önyargılarını istismara ve egemenliğini, inanç ve önyargılar üzerinden pekiştirmeye koyulmaktadır.

Dinle devletin ve eğitimin ayrılması olan sorunun özünden bütünüyle kopulmuş, biçimsellik peşine düşülmüştür: Türban takılsın mı takılmasın mı – Şeriatçıyla laikçiyi ayıran temel nokta, bu tür biçim tartışmalarına inmiştir. Ya da askeri ve sivil devlet ricali toplu namazlarda boy gösterecek, Diyanet “düğünlerde ‘magandalar’ın havaya ateş açmalarının dinen caiz olmadığını açıklamaya kadar toplumsal güdülemeye soyunacak, açıktan din siyaseti yapılacak, bu, laikliğe sığacak, ama kadınlarla erkeklerin birlikte namaz kılması ya da kılamaması sorun edinilecektir!

Toplumun dincileştirilmesi, helal gıda, zorunlu din dersi, Cuma hutbeleri, askerlerin katıldığı toplu namazların yerleşik hal alması vb. ile ilerlerken, bu gidişat Laikçilere rahatsızlık vermemekte ve kuşkusuz dayanaklarını güçlendirerek geleneksel dinciliğin gelişmesinin de önünü açmakta, ama Şeriatçı-laikçi çatışması, başlıca “türban” ve kamusal alan tartışmasında düğümlenmektedir. Yine de çatışma, iktidar iplerinin hangi tarafın elinde duracağına ilişkindir.

 

ALEVİLİĞİN İSTİSMARI

Aleviler din devleti ve din siyasetinden, geleneksel dinci güçlerden çok çekmiştir. Din devleti Osmanlı’da sapkınlık olarak görülüp, “Kuyucu”ların hışmına uğramaktan “mum söndürme” aşağılamasına, Maraş, Çorum, Malatya ve en son Sivas katliamına kadar, reva görülmeyen melanet bırakılmayan Aleviler, Cumhuriyetin modern din dayatmalı Laisizminde az-çok huzur bulmuş, ona sadık dayanaklık etmiştir. Ancak Cemevlerine serbestiyet tanınması yenidir. Uzun yıllar Cemevleri, tıpkı tekke ve zaviyeler gibi yasaklama konusu olmuş, cami benzeri ibadethanelerden sayılmamıştır. Hala da sayılmamakta, Alevilerin “kültür merkezleri” olarak kabul görmektedir. Ama yine de geleneksel olarak Kemalizm’e ve CHP’ye bağlanmış Aleviler, “Şeriat tehlikesi”ne karşı bu bağlara sarılmaya dönük durmuşlardır. Oysa hem geleneksel din siyaseti yandaşları, Şeriatçılar ve hem de devlet dini ve Diyanet, baştan beri Alevileri dışlamış, yok saymış, örneğin bugüne dek Diyanet’te tek bir Alevi görevli görülmemiştir. Aleviler, yalnızca, “kardeşimiz” olarak kalma ve hor görülmeyip kırıma uğratılmadıklarına şükretmek durumunda bırakılmışlardır. Dayatılan “Devlet dini”, bir tür Sünni dindir.

Son yıllarda gerek Aleviler içinden gerekse Diyanet’ten Alevilere yönelik yeni yaklaşımlar görülmektedir. Bir Alevi grup (İ. Doğan ve Cem Vakfı) Alevilere Diyanet’te yer açılmasını talep eder ve din siyasetine katılma eğilimi gösterirken, yeni Diyanet İşleri Başkanı A. Bardakoğlu da, “kültürel anlayış” olarak tanımladığı Alevileri kastederek, “Müslüman üst kimliği altına girebilen kültürlere nasıl bir din sunabiliriz’in programını yapacağız” demekte ve açıkça yapay “din oluşturmak”tan söz açmaktadır. Önemlisi ise, Alevilere, istedikleri gibi yaşama ve inandıkları gibi davranma özgürlüğü tanınması yerine, bugüne kadarki dayatmalar yetmemiş gibi, dışlarında oluşturulacak bir dinin dayatılacak olmasıdır. Ama bu, Laikçiliğin temel tutumu olagelmiştir.

Nasıl ki Sünni inananın türban takıp takamayacağı koşullara bağlanıyor ve inanç özgürlüğüne olanak tanınmıyorsa, Alevilere de tanınmamaktadır ve toplumsal bir alt-üst oluş yaşanmadan, burjuva egemenliği sürdükçe tanınmayacaktır. Hor görülmelerine ve dayatmaların nesnesi kılınmalarına karşın, “Şeriat tehlikesi” korkuluğu ve Şeriatçı-laikçi bölünmesi dayatmasının, en başta Aleviler üzerinde etkili olduğu ve Alevilerin “Atatürkçülük” görüntüsü ve türban vb. dayatmalı din siyasetine dair saflaşma üzerinden askeriye ve CHP’nin yedeği olmaya sıkıştırıldıkları, ama taleplerinin karşılanmadığı, kısaca varlıklarının bile istismar edildiği söylenmelidir.

 

OYSA…

Oysa laisizm odur ki, dinsel inançları ya da inançsızlığı bakımından, isteyen istediği gibi yaşayıp davranabilmeli, bu, inanç özgürlüğü olarak, tamamen kişisel ve özel bir sorun olarak kabul edilmelidir. İsteyen Sünni mezhebinin akidelerine uygun, isteyen Alevi gelenekleriyle yaşar, ibadet eder ya da etmez, isteyen inanmaz. İsteyen Camiye, isteyen Kiliseye, isteyen Cemevi ya da Havraya gider ya da hiçbirine gitmez. Laik devlet dini inançları bakımından kimin nasıl davranacağına karışmadığı gibi, din ve mezhepler arasında taraf tutmaz, ama inanç özgürlüğünü garanti eder ve hiçbir din ya da mezhebin bir diğeri üzerinde baskı kurmasına izin vermez.

Laik devlet, din işlerini yönetmek ve dinsel alanı düzenlemek için kurumlara ihtiyaç duymaz, dinsel alanın bütünüyle dışında kalır. Laisizmde Diyanet türü kurumlara, maaşları devletçe ödenen din görevlilerine yer yoktur.

Laik devlet din siyaseti yapmadığı ve yapılmasına izin vermediği gibi, eğitimin de dinin dışında örgütlenmesini sağlar, dini, din dersleriyle birlikte okulların tamamen dışında tutar. Dini cemaatlerin kendi eğitsel faaliyetlerini kendilerinin örgütlemesinde ise bir sakınca görmez; ama dinsel eğitimin örgütlenmesini, dinsel alanın bütünü açısından geçerli olduğu üzere, finanse etmez. Cemaatler, cami ya da Kilise ve Cemevlerini de, gönüllü yürütücüleri yoksa, kendilerinin belirleyecekleri görevlileriyle birlikte kendileri finanse edecek, ama herhangi bir baskı altında kalmaksızın inançlarının gereği olan ibadetlerini istediklerince gerçekleştirebilecektir.

Laik devlet, dinler üzerinde baskıyı, bir dinin diğeri veya dinsizlik karşısında üstünlüğünü ve bu yöndeki propaganda ve örgütlenmeyi, din siyasetini –kendisi yapmadığı gibi– yasaklar ve tam bir inanç özgürlüğünü savunup uygular. Örnekse kimin nerede başını bağlayıp bağlamayacağıyla ilgilenmez, bu ve benzeri konularda katiyetle yasakçılığa yönelmez. Alevilerin yok sayılmaya karşı talepleri kadar, Sünnilerin yaşamları ve kılık-kıyafetlerini konu ederek kendilerine yöneltilmiş baskılara karşı talepleri desteklenmeye değerdir.

Laisizm, din-siyaset ilişkisinin koparılmasıyla, dinsel alanda üstünlüğün reddi ve eşitlik ve inanç özgürlüğü olarak, tamamen demokrasi sorunu ve demokrasinin bileşenlerindendir. Ancak tüm tarihsel ve güncel tecrübe göstermektedir ki, güdük burjuva demokrasisi, başka alanlar açısından olduğu gibi, laisizm açısından da son derece dar ve yetersiz kalmakta ve her türlü gericiliği hizmetine aldığı gibi, dini de hizmetine sokarak, din siyasetine yönelmiş burjuva gericiliğinden Laisizm beklemenin anlamı kalmamıştır. Burjuvazinin alt katmanları, küçük burjuvazi laisizmi savunabilecek olmakla birlikte, demokrasinin kendisi gibi, Laisizmin gerçekleşmesinin de, işçi ve emekçilere, dünyayı silkeleyecek ve alt-üst edecek bağımsız hareketlerine kaldığı, bu alanda söylenecek son söz olabilir.



* Marx-Engels, Komünist Manifesto

* Günümüzde birçok laik ülke, kuşkusuz laisizmden uzaklaşma anlamına gelerek, sömürülen yığınları din siyasetiyle kontrol etmeye yönelmişlerdir. “En laik” burjuva demokrasilerinin başında gelen Fransa, örneğin Müslüman göçmenleri kontrol etme ve radikal İslam türü yönelimlerden uzak tutma amacıyla, devlet denetiminde Fransız İslamı’nı oluşturma çabasındadır ve bunu, Fransa İslam Örgütleri Birliği (UOIF) aracılığıyla yapmaktadır.

** Artık bu güçler de gelişen kapitalizm koşullarında ona ileri düzeyde adapte olmuşlardır. “Şeriatçı tehdit”e işaret etmek üzere propaganda nesnesi olarak kullanılan Aczimendi vb. türü “baldırı çıplak takımı” bir yana, ana gövde, Nakşibendi, Nurcu, onun alt kategorilerden olan, ama özellikle ABD desteğinde ciddi gelişme gösteren Fetullahçılık vb. ciddi yatırımlara sahip büyük sermaye güçleri haline dönüşmüşlerdir.

* Bunlar arasında Bahriye Üçok, Muammer Aksoy, Çetin Emeç, Uğur Mumcu suikastları vb sayılabilir.

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑