Yayımladığımız makale, geçtiğimiz ay İstanbul …. Üniversitesi’nde düzenlenen “Türkiye Üniversite Öğrencileri İktisat Kongresi”ne tebliğ olarak sunulmuştur.
“Sistemin doğasını değiştirdik (….) bağımlılaşmış ve bölünemez bir küresel ticaret mimarisi yarattık. Artık farklı ülkeler arasındaki ticaret ilişkilerinin kurallarını koymuyoruz. Tek bütünleşmiş bir dünya ekonomisinin ve dünya düzenin anayasasını yazıyoruz.”
Dünya Ticaret Örgütü Eski Başkanı Renato Ruggiero
Türkiye Üniversite Öğrencileri Bağımsız İktisat Kongresi’nin bu yılki başlığı “Yeniden Yapılandırma” olunca, ekonomik alandaki yapılandırma faaliyetinin bir parçası ve gerekliliği olarak gerçekleşen siyasi yeniden yapılandırma sürecine de değinmek gerekecekti. Yukarıda sözünden alıntı yaptığımız Renato Ruggiero’nun tanımlamasının heyacanlı bir konuşmanın iddialı finalinden daha derin anlamlar taşıyıp taşımadığı ise yazımızın temel konusunu oluşturuyor. Bu bağlamda, yazının kapsamı, küreselleşme sürecinde, özellikle kamu yönetimi ve siyasi alanda üretilen yeni kavramsal çerçeveye bir bakış geliştirmek olacaktır. Eğer “tek ve bütünleşmiş dünyanın anayasası” birileri tarafından yazılıyorsa, buna dönük fikir edinebilmek, karşı çıkmak veya olumlamak üzere onu anlamak gerektiği için…
‘90’lı yıllar, bir kavramın yükselişine tanıklık etti. Şimdi, ülkemizde ve dünyada belli kesimler açısından genel bir doğru, genel demokrasi şeması olarak kabul edilen bu kavram, “governance” ya da Türkçeleştirilmiş haliyle “yönetişim” olarak biliniyor. Kelime, bizde olduğu gibi, Almanca’ya da Fransızca’ya da yeni kelimeler türetilerek geçmiştir.
Aslında sözcüğün İngilizce’deki anlamı ve kökeni de tartışmalıdır. Çeşitli araştırmalar yapıldığında ise, government sözcüğüne eş anlamlı olarak kullanıdığına rastlanmış, ama özel bir tanımına rastlanmamıştır. Governance kelimesinin 1904’yazılmış bir kitabın kapağı olduğu, ama içinde sözcüğe dair özel bir tanımlama olmadığı da biliniyor.Governance kelimesi, minimal-etkin devleti tanımlayan bir kod olarak, şeffaf, akılcı, iyi, etkin yönetim anlamında devamlı kullanılıyor. Özellikle günümüzde, ‘90’lardan sonra gelişen küreselleşme terminolojisinin baş aktörlerinden biri olarak, devamlı karşımıza çıkıyor.
KAVRAMIN YARATICISI DÜNYA BANKASI
Terim, ilk olarak, Dünya Bankası tarafından kullanılıyor. 1989 yılında yayınlanan bir raporda, Sahraaltı Afrika’nın kalkınamamasının nedeninin “yönetişim krizi” olduğuna dikkat çekiliyor. İşte o andan itibaren, terimin inanılmaz bir ivmeyle gerçekleşen popülerleşmesine şahit oluyoruz. Özellikle bu çeşit kaynaklardan etkilenen kesimler için yeni bir kavram kullanmanın imkânını yaratıyor da diyebiliriz. Bu raporda bahsi geçen ifadeyle, yönetişimin, ancak iyi bir yönetim olarak tanımlanabileceği açıkça gözüküyor. Tabii, daha sonra, “yönetişim”, kavramın yaratıcısı tarafından iki defa daha tanımlanıyor.
“Yönetişim”, DB’nın 1992’de hazırladığı “Kalkınma ve Yönetişim” adlı bir raporunda ve sonrasında, 1994’te, “Yönetişim: Dünya Bankası’nın Deneyimi” adlı yayınında kullanılmaya devam ediliyor. Bu iki yazılı kaynakla bir çerçeve oluşturuluyor. Burada, Dünya Bankası, terimi üç farklı biçimde tanımlıyor. İlki sistem, ikincisi siyasi rejim, üçüncüsü ise yönetsel çerçevedir:
Sistem: Hem iç, hem de dış siyasal ve ekonomik iktidarın gevşek ve geniş bölüşümü sistemi. Bu tanım; devletin, kapitalist devletin hem içerden hem de dışardan yetkilerini paylaşmak isteyen kurumlarla ve kişilerle işbirliğini öngörüyor. Yani küreselleşen dünyanın bir parçası, minimal zayıf devletlerden oluşan bir kapitalist yapı tarif ediliyor.
Siyasal rejim: Geleneksel liberal kural olan yasama, yürütme ve yargının kuvvetlerinin ayrılığı üzerinden inşa edilmiş, demokratik yönetime sahip, çoğulcu temelde serbest ve düzenli temsili demokratik süreçlerle belirlenen başkanlık ya da parlementer sistemin işlediği, yürütme organını etkileme ve denetleme kapasitesi olan siyasal rejim olarak tarif ediliyor.
Yönetsel yapı: Etkin, bağımsız, hesap sorulabilen, saydam bir kamu yönetimi yapısı.* (*Birgül A.GÜLER “Yönetişim: Tüm İktidar Sermayeye”, Praksis, 2003 )
Bu üç alanda gerçekleştirilmiş tanımlamalar, aslında daha doksanlı yıllarda, bilinen liberal demokrasi anlayışının yerine başka bir şey ikame edilmeye çalışıldığını görmemize yetiyor. Özellikle yönetsel yapı tarif edilirken öne sürülen altı doldurulmamış soyut ifadelerin üzerinde durmak açısından, aynı dönemde, devletin ‘etkin’liğinden kast edilen şeyin ne olduğunu biraz açmak gerekiyor. Devlete ‘80 sonrası biçilen rol ve bunun için kullanılan araçlar bilinmeden, yukarıda sıralanmış, herbiri birbirinden ‘çekici’ gözüken devlet tanımlamasını anlamak güç olacaktır. Çünkü Dünya Bankası tarafından bu üç tanımlamanın sentezinde en çok üzerinde durulan konu, bu yönetsel yapıyı şekillendirmek ve daha açık haliyle, devletin, piyasa karşısında ya da içindeki konumunu belirlemek olmuştur.
Bu anlamda, ‘80’lerden sonra, yapısal uyum programlarında, Dünya Bankası’nın gelişmekte olan kapitalist ülkelere, bir başka kullanımıyla gelişmekte olan piyasalara(!) önerdiği veya dayattığı uygulamaları kısaca hatırlarsak; karşımıza beş parçalı bir model çıkıyor.
Bunlar, deregülasyon (düzensizleştirme) [deregulation], liberalizasyon (serbestleştirme) [liberalization], privatizasyon (özelleştirme) [privatization], desantralizasyon (merkezsizleştirme) [decentralization], regülasyon (düzenleme) [regulation] isimleriyle birbirini tamamlayan bir çember olarak da düşünülebilir. Bu maddeleri teker teker tanımlarsak…
Deregülasyon: Devletin merkezi ya da yerel kurumu tarafından kullanılan bir yetkinin, özel sektöre ya da “sivil toplum kuruluşu”na ya da gönüllü örgüte devredilmesi ya da devletin tekelci yetkilerinin devletin elinden alınıp özel sektöre devri. Buna örnek olarak verilecek uygulamalar vardır. Örneğin fiyatlandırmayı devletin yaptığı sektörlerden devletin elini çekmesi, bu yetkiyi ya piyasaya ya da alandaki “sivil toplum kuruluşu”na, meslek odasına devretmesi. Bir başka şekliyle, devlet tekeliyle yapılan bir hizmetin, özel sektöre de olanak sağlayacak şekilde yeniden düzenlenmesi. “Yönetişim” tarifinde katılım olarak ifade edilenin, bu tanımla birlikte okunduğunda anlamı artmaktadır.
Liberalizasyon: Liberalizasyon, deregülasyon düzenlemeleri yapılırken, aynı anda, özel sektör için açılan alana, yerli ve yabancı arasındaki ayrımı ortadan kaldıran düzenlemelerle müdahale etmek, demektir. Bu şekilde, yabancı sermayenin doğrudan yatırım yapabilmesi, ülke içinde mal ve hizmet satın alabilmesi, hatta toprak satınalması mümkün olabilmektedir.
Privatizasyon: Bir kamu malının mülkiyetinin el değiştirmesi, yani satılması, ya bir kamu işletmesinin özel sektöre devredilmesi ya da bir kamu işinin (hizmetinin) görülmesinin özel sektöre devri, yani ihale sistemi ile devri. Mülk devri, işletme devri, bir işi görme devri. Kısaca, özelleştirme. Bu uygulama hepizce biliniyor.
Desantralizasyon: Yerelleştirme, başka bir ifadeyle, merkezi planlama ilkelerinden uzaklaşarak, yetkilerin yerel unsurlarla paylaşılması ve dağıtılması anlamına geliyor. Yerelleşme, aynı zamanda, “yönetişim”in de temel şartlarından biri olarak ortaya çıkıyor. Bilhassa, yerinden, etkin yönetişim olarak tarif edilen düzenlemeyi karşılıyor.
Regülasyon: Bütün bu işlemleri gerçekleştirerek kamu hizmetinden ve sosyal devlet yapısından giderek uzaklaşmış, sadece “dümen tutma” işlevini sürdüren ve bu süreci yöneten araçların oluşturulmasıdır. Düzenleyici, regülatör devlet tanımı böyle ortaya çıkmaktadır. Özellikle ‘80’lerin başında devlet tanımlanırken kullanılan “minimal” sözcüğünün yerini ‘90’larla birlikte “etkin devlet”in alması ve bu bağlamda, düzenleme işlevinin, bu 4 temel politikanın dümeninde yer almak olması da, tesadüf değildir.
Şimdilerde, regülatör, düzenleyici devlet ya da etkin devletin karşılığı, “yönetişimci devlet” olmuştur. Yukarıdaki dört maddeyi gerçekleştirmek için çabalayan, ancak bu şekilde mali sermayeyi çağırmayı, ona güven vermeyi amaçlayan devlet yapısı bu şekilde oluşmuştur.
Ülkemizde, yukarıdaki maddelerden, özelleştirme, diğerlerinden çok daha fazla gündeme gelmektedir. Burada, özelleştirme uygulamalarıyla doğrudan canı yanan emekçi kesimlerin aydınlatma faaliyetleri etkili olmaktadır. Oysa ki, bizim gibi, gelişmekte olan ülke, gelişmekte olan piyasa, çevre ülke, nasıl tanımlarsanız tanımlayın, ülkelerin emekçi kesimlerinin bu politikaların hepsiyle canı yanmakta; küreselleşmeci politikalar, bu araçları kullanarak, kısmi sosyal devlet yapısının sunduğu sınırlı kazanımları budamaktadır.
“YÖNETİŞİM” ULUSLARARASI KURUMLARCA TANIMLANMAYA DEVAM EDİYOR
Bu noktada, “yönetişim”in kavramsal macerasına dönersek, Dünya Bankası’nın yönetsel yapıyı öne çıkaran tanımının ardından, OECD de 1995’de bir tanım geliştirmiştir. OECD “Küresel Yönetişim Komisyonu”nun tanımı şöyledir: “Yönetişim bireyler, kurumlar, kamu ve özel sektör unsurlarının ortak işleri yönetme biçimlerinin toplamıdır. Çatışan ya da farklı çıkarların uyum ve işbirliği sağlanarak harekete geçirilmesiyle sağlanan bir süreçtir. Uyumu sağlamakla yükümlü formal kurum ve rejimleri kapsadığı gibi, insanların ya da kurumların, ya uzlaşmaları ya da bunun kendi çıkarına olduğuna inanmalarını sağlayan informal düzenlemeleri de kapsar.”* (*Birgül A.GÜLER;“Yönetişim: Tüm İktidar Sermayeye”, Praksis, 2003)
Bu tanımla, “yönetişim”, bir süreç olarak tarif edilmiştir. Yani belli kurum veya grupların ilişkilerinin çeşitli kurallarla belirlendiği bir sistemi, ve aynı zamanda, böyle kuralların ortaya koyulmadığı bir sistemi de kapsar. Aynı zamanda bir uzlaşmacı modeldir de. Yani belli bir konuda alınacak kararların, tanım içinde ne olduğu üzerinde durulmamış bir uyumu sürdürmek için, uzlaşmaya dayandırılmasının gerekliliği üzerinde durulmuştur. Görüldüğü gibi, OECD’nin tanımı, “yönetişim” için çizilebilecek en geniş çerçeveyi, uzlaşmanın ve ‘uyumu’ sürdürmenin aracı olan bir yönetim modeli olarak çiziyor. Ancak çerçevenin genişliği, anlamın tam olarak anlaşılmamasına sebep olabilir. Bu yüzden, son olarak Birleşmiş Milletler’in geliştirdiği, kavramın en anlaşılır ve en oturmuş tanımına da bakalım. Bu tanım, 1992’den itibaren “Yerel Gündem 21” adı altında “yönetişim” ilkelerini uygulamaya çalışan Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı’na ait:“Yönetişim, bir ülkenin işlerinin yönetimi için her kademede kullanılan ekonomik, siyasal ve yönetsel yetkilerin uygulanışıdır… Yönetişim devleti kuşatır, ama devleti aşarak özel sektör ve sivil toplumu da kapsar. Burada devlet, siyasal kurumlar ve kamu sektörünü kapsayacak şekilde tanımlanmıştır. Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı’nın başlıca ilgi alanı, devletin halkın gereksinimlerini nasıl karşılayacağı konusudur. Özel sektör, özel işletmeleri (imalat, ticaret, bankacılık, koperatifler gibi) piyasadaki informal sektörü kapsar. Kimilerine göre özel sektör, sivil toplumun bir parçasıdır. Oysa özel sektör ayrı bir parçadır, çünkü özel sektör oyuncuları piyasaya ve şirketlere daha yardımcı bir çevre yaratma doğrultusunda toplumsal, ekonomik ve siyasal politikaları etkilemektedir. Sivil toplum bireyler ve örgütlü örgütsüz gruplardan oluşan, formal ya da formal olmayan kurallarla düzenlenmiş olarak toplumsal, siyasal ve ekonomik amaçlarla etkileşimde bulunan birey ve devlet arasındaki alanı anlatır. Sivil toplum örgütleri, toplumu gönüllülük esasına göre örgütleyen birliklerdir. Kapsamında sendikaları; NGO’ları; cinsiyet, dil, kültürel ve dinsel grupları; hayır grupları; işveren birlikleri; sosyal-spor klüpleri; kooperatifler ve yerel kalkınma örgütleri; çevre grupları; mesleki birlikler, akademik ve siyaset üreten kurumlar, medya yer alır. Parlamento’da temsil ediliyorsa sivil toplum ile devlet arasında kabul edilmesine karşın, siyasal partiler de bu başlığa dahildir.”** (**Birgül A.GÜLER; “Yönetişim: Tüm İktidar Sermayeye”, Praksis, 2003)
Bu tanımla, “yönetişim”in kavramsal macerası bitmiştir diyebiliriz. Kaba hatlarına makyaj yapılmıştır da diyebiliriz. “Yönetişim”, bugünlerde sıkça kullandığımız, ama anlam yüklerken sıkıntı yaşatan onca kavram içinden sıyrılıp, bir kuram, bir yönetim şekli, hatta bir siyasal rejim halini almıştır. Kimileri, şimdi onu, “küresel dünya”nın “yeni modern demokrasisi” olarak tanımlamaktadır.
“Katılımcılık”, “hesap verilebilirlik”, “çoğulculuk”, “çok kültürlülük” gibi, duyulduğunda insana güzel duygular yaşatan sözcüklerin ardında yatan ise, Birleşmiş Milletler’in tanımında da dikkatli okursak görebileceğimiz, sermayenin iktidar mekanizmalarındaki etkinliğini arttırmaktan başka bir şey değildir.
“Yönetişim”in, terimden kuram haline getirilen bu yolculuğunun arkasında yatan niyeti tartışmadan önce, son olarak, arkasındaki akademik desteği kısaca da olsa göstermek, yararlı olacaktır. Özellikle yeni kullanılmaya başlanmış bu kavramın, henüz kuram olamamışken, akademiden destek bulması ise şaşırtıcıdır. Sanırım bu durum, üniversiteler üzerinde devamlı yürüyen bilim-iktidar tartışmasına bir örnek teşkil edebilecektir. Kamu yönetimi alanında, bazı akademik çevrelerin, ‘80’lerin başında; kamu yönetimi yerine kamu işletmeciliğini, hemen ardından da, “kamu yönetişimi”ni bir tanımlama olarak benimsemeleri çarpıcıdır. Ancak “yönetişim”e kuramsal destek ya da bir başka deyişle, altının doldurulması, yeni kurumcu iktisadi yaklaşım tarafından gerçekleştirilmiştir denilebilir.
YENİ KURUMCU İKTİSATÇILARIN KURAMSAL KATKISI
Kurumcu iktisatçıları kısaca tanırsak; 19. yy’ın sonlarında, kapitalizmin tekelleşme aşamasında, klasik iktisat anlayışına karşı Amerika’da geliştirilmiş bir akım olarak karşımıza çıkıyor. Genel olarak bireyin rasyonel tercihleri üzerine kurulmuş piyasa-devlet karşıtlığını reddediyor. Bunun karşısına, bireylerin bağımsız değişkenler olmadığını ve içinde bulunduğu kültürün, toplumun bir ürünü olduğunu söylüyor. Bu anlamda geliştirilen eleştirel bakış açısı, aynı zamanda, bireyi belirleyen toplumsal üst yapı kurumları ve iktidar ilişkilerinin sorgulanması anlamını taşıyor. “Kurum” kavramıyla ifade edilenler ise, işte bu iktidar makanizmalarını belirleyen toplumsal kurumlar oluyor. Bu bakış, liberalizmi temel alan iktisadi anlayışı, özellikle en az çaba, en az maliyet ve en fazla kâr hedefiyle ençoklaştırıcı ya da iktisadileştirici olarak niteliyor. Amaçlanması gereken şeyi, “insanların maddi ihityaçlarının karşılanması”, bu bağlamda “iktidar mekanizmalarının şekillendirilmesi ve ekonomik sistemin örgütlenmesi” olarak tarif ediyor. Bu eleştirel yaklaşım ise, sonra farklı bir biçimde tekrar önümüze geliyor.
Genel hatlarını çizdiğimiz bu yaklaşımın devamı olarak şekillenmiş yeni kurumcu iktisatçılar ise, neoliberal iktisat politikalarını, kurumsal iktisadın temel yaklaşımlarıyla birleştiriyorlar. Bu yaklaşımın geliştirdiği “işlem maliyeti”, “mülkiyet hakkı maliyeti” gibi tanımlamalarla özel ya da devlete ait kurumların kârlılıklarının nasıl arttırılabileceği üzerine oturtulmuş tezler, klasik anlamda tanıdığımız liberal felsefenin devlet-piyasa ayrılığını, onları kesen “kurum” kavramıyla aşmıştır. Bu, aslında “regülasyon reformları”yla devletin piyasalaştırılması tarifinden başka bir anlam taşımıyor izlenimi vermektedir. Tabii ki, kamu yönetimi alanında kamu işletmeciliği, bir başka deyişle, “kamu yönetişimciliği”nin gelişmesine de alt yapı oluşturmuştur.
YÖNETİŞİM NASIL BİR ALDATMACA
Genel hatlarıyla terminolojisi ifade etmeye çalışılan “yönetişim”in, temel olarak bugün ne gibi bir yerde durduğuna gelince; “yönetişim”, bugün “küresel düzeyde yeni bir iktidar biçimi”dir. Yapısal uyum reformlarıyla ortadan kaldırılmış sosyal devletin, bu anlamda, emekçi sınıfın mücadelesiyle elde ettiği tüm kazanımların teker teker ortadan kaldırıldığı düşünüldüğünde, bu, eklenen son halka olarak da nitelendirilebilir. “Yönetişim”, emekçi sınıfların varlığını yok saymakta, aslında “katılımcı demokrasisi” içinde ona fiilen yer vermemekte, en iyimser yaklaşımla, katılım alanını daraltmaktadır. Devletin daha geniş bir uzlaşmayla iktidar mekanizmasını sağlayacağını vaad etmektedir. Ancak, daha bunun aktörleri belirlerken, niyetini belli etmektedir. “Yönetişim” modeli, iktidarı, sivil toplum, özel sektör ve devlet arasında bir uzlaşma olarak tanımlamaktadır. Burada “özel sektör”, ekonomik dille sermaye, hukuki ifadeyle şirketler, iktidarın resmi anlamda paydaşı ilan edilirken, “sivil toplum” diye tarif edilen alanda, işçi, köylü, emekli, kadın gibi sınıfsal temeli olmayan bir anlayışla katagorize edilmiş toplumsal kesimler sıralanmış ve bunlara ek olarak, sermayenin, bu alanda da iktidar mekanizmalarına katılımı imkânlı hale getirilmiştir. Oysa ki, bu kesimlerin hepsine katılım sözü verirken, cilalı literatürünü kullanırken, gerçeği hasıraltı etmektedir. Ne anlam taşıdığı tartışmalı “sivil toplum” kavramı, sınıfsal çıkar ilişkilerinin üstünde, onları örtmek dışında bir anlama gelmemektedir. Ayrıca iktidar paydaşları arasında ayrı bir yer verdiği sermaye ya da cilalanmış ismiyle özel sektör, “sivil toplum”un bir parçası olarak, tekrar, başka isimlerle iktidar ve devlet yapılanmasına makyajlanarak konulmaktadır.
Bu, bir aldatmaca demokrasisidir. Bunun ötesinde, küreselleşme söyleminin ve onun yaşadığı iktisadi ve siyasi krizin üstünü örtmenin, “küreselleşme karşıtı sivil toplumcu akımlar”ın katılımcılık vaadiyle aklını bulandırmanın ötesinde humanist bir anlam ifade etmemektedir.
‘90’larla birlikte, Doğu Bloku’nun çöküşünün ardından tarihin sonunu ilan eden, bu burnu büyük anlayış, 1995’de Meksika’da, 1997’de Uzakdoğu’da, 1998’de Rusya’da, 2001’de Türkiye ve Arjantin’de gerçekleşen ekonomik krizleri nasıl izah edebilecektir? Çeşitli araçlarla dayattığı ekonomik politikaların, doğruluğundan, en azından kârlılığından bu kadar eminken, sorgulanmasını nasıl engelleyecektir? Dünya ekonomisinin emperyalist politikalarla tek merkezden diktatörce yönetildiğini nasıl gizleyecektir? Bu anlamda klasik liberal demokrasi anlayışının yaşadığı kriz nasıl saklanabilecektir? İşte bu soruların cevaplanması için verilen uğraş, bu odakları, 1904’te yazılan bir kitabın kapağındaki tozları silkeleyip, buldukları yeni bir terimle kuramsallaştırılmaya çalışılmış bir yeni bir retoriğe kadar götürmüştür. Süreç bir yönetememe krizi olarak tanımlanmış, yine çözüm burada aranmaya çalışılmıştır. Tarihin sonunu ilan ederek liberal felsefeyi baş tacı edenler, tam da aynı temelden, daha fazla iktidarı, başka araçlarla talep etmektedirler.
SERMAYE DAHA FAZLA İKTİDAR HEDEFLİYOR
Liberal felsefenin temelleri, içinde bulunduğu toplumda var olan diğer sınıflar karşısında iktidar olanaklarını genişletmek isteyen burjuvazi tarafından atıldı. Feodal seçkinlerin mutlakiyetçi monarşisi ve onların tanrısal düzenine karşı, akla dayanan liberal felsefe oturtuldu. Temel prensibi eşitlikti. Eşit olunmadan özgür olunamazdı. İşte bu temel prensibin şekillendirdiği bir iktidar mekanizmasının adı, ancak demokrasi olabilecekti. Seçim ve temsil ilkesine bağlı bu demokrasi tarifi ve rejimi, feodal seçkinlerin yenilmesini sağlayan temel alternatif oldu. Ancak bu sistem, elinde bir el bombası taşıyordu. Bu, yaratılmak istenen sistemin temel çelişkisinden, felsefi temelindeki çarpıklıktan ileri geliyordu. Şöyle özetleyelim; eğer eşit olunmadan özgür olunamıyorsa, üretim ve bölüşüm ilişkileri bağlamında bir iktisadi sistem sorgulaması beraberinde gelecekti. Yani doğal olarak paylaşımdan memnun olmayanların çoğunlukta olduğu bu düzende, seçim ve temsil ilkesine bağlı olarak, iktidarın, bölüşümden memnun olmayan çoğunluğa geçmesi muhtemeldi. Bu duruma karşı, sermaye sınıfı çeşitli önlemler almaya, daha iktidarını kurumsallaştırırken başladı. Kuvvetler ayrılığı prensibi, bu önlemlerden biri olarak nitelenebilir. Ancak temel ve geçerli önlem, kapitalizmin bir sistem olarak yapılanması için, seçim ve temsilin mülkiyete göre sınırlandırılması oldu. Felsefi olarak, temelini, insanın kendini gerçekleştirme sürecinde mülkiyet edinme süreci olarak tanımlayan liberalizmin demokrasisi şöyle özetlenebilir: Sahip olduğun mülk kadar eşit ve özgürsün.
Bu tablo, ancak 20. yy’ın ortalarında, klasik anlamda, bildiğimiz genel oy prensibine dayalı modern Batı demokrasisine dönüşebilmiştir. İngiltere’de erkekler için ‘genel oy’a, 1919’da geçildi. Kadınların siyasal hakları 1939’da tanındı. İsviçre’de ise, kadınların oy verme hakkının tanınması için 1971’e kadar beklenilmesi gerekecekti. ABD’de, 1776 Bağımsızlık İlanı’ndan önce, tek tek koloniler özgürlük bildirileri ve anayasalarla temel hak ve özgürlükleri tanıdıklarını ilan ederken; köleliğin kaldırılması yüzyıl sonra, 1865’de gerçekleşti. Yine, zencilere karşı ırkçı yasaların egemenliği ancak 1960’larda kırılmaya başlandı. 1964’de ABD’nin güney eyaletlerinde okullar, restoranlar ve ulaşım araçlarında zenci-beyaz ayrımı hâlâ devam ediyordu. Aynı tarihte ABD’de zencilerin sadece yüzde yedisi oy kullanabiliyordu. Bu ülkede de özellikle zencileri oy hakkından yoksun bırakan dolaylı teknikler (Anayasayı okuyup anlama ve yorumlama!) geçerliydi.* (*Gürsel Uğur, “Anayasa Değişikliği Tartışmaları Üzerine”, Özgürlük Dünyası, Sayı.112, 2001). Tabii, bu da, sermaye sınıfı karşısında özellikle sanayi devrimi sonrasında örgütlü olarak yükselen işçi sınıfı mücadelesiyle gerçekleşebilmiştir. 19. yy’da, burjuvazi karşısında gelişen işçi sınıfı, ancak böylelikle, devlet yapılanmasında, rejim içinde kendine yer bulabilecek olanaklara sahip olabilmiş; 20. yy’ın başında ise, Sovyet Devrimi’yle, kapitalist, sermaye egemenliğine dayalı bir sisteme karşı alternatif bir sistem oluşturabilmiştir. Temel olarak mali sermaye egemenliğine dayalı emperyalizm çağında, bir alternatif olarak ortaya çıkan sosyalizm, aslında, kapitalist düzenin demokrasi anlayışının geliştirilmesi zorunluluğunun temel sebebi de olmuştur. Özellikle 1929 Büyük Dünya Bunalımı’ndan Sovyetlerin hiç etkilenmemesi, anayasasının tarihin o güne kadar gördüğü en demokratik anayasa oluşu, bu sebeplerle kazandığı sempati, kapitalist düzenin ve liberal felsefesinin daha paylaşımcı bir katılım geliştirmesinin zeminini hazırladı. Ekonomik temelini Keynes’ten alan, siyasi temelini ise, bildiğimiz modern Batı demokrasisi şeklinde oluşturan bu devlet biçimini, sosyal devlet olarak biliyoruz. Ancak gelişmiş kapitalist ülkelerde devletin yaptığı harcamalarla, kendi emekçi, yoksul kesimlerini koruduğu bu model, gelişmekte olan ülkelerde benzer bir biçimde karşımıza çıkmamıştır. Sosyal devlet rüyası ise, yarım yüzyıl bile yaşayamadan bitmektedir. 1970’lerde dünya ekonomisinin yaşadığı durgunluk, Keynesyen ekonomik politikalara olan güvenin ortadan kalkmasına, ve yerine, neo-liberal olarak tarif edilen ekonomi politikaların ikame edilmesine sebep olmuştur. Neo-liberal politikalar, özellikle 1980’lerde tüm dünyayı saran bir dalga halinde yayılmış, genel bir doğru olarak kabul görmüştür. Aslında bu süreç, 19. yy sonu ve 20. yy başında tarif edilen emperyalizme bir “dönüş süreci” olarak da tanımlanabilir. Eğer aynı dönem için Lenin’in Emperyalizm kitabında yaptığı tanımlamayı hatırlarsak, daha açıklayıcı olacaktır: “1) Üretim ve sermayenin yoğunlaşmasının, ekonomik yaşamda belirleyici rolü oynayan tekelleri yaratacak kadar yüksek bir gelişme aşamasına ulaşması; 2) Banka sermayesiyle sanayi sermayesinin içiçe geçip kaynaşması ve bu ‘mali sermaye’ temelinde bir mali oligarşinin kurulması; 3) Meta ihracından farklı olarak özellikle sermaye ihracının büyük bir anlam kazanması; 4) Dünyayı kendi aralarında paylaşan uluslararası tekelci kapitalist birliklerin oluşması; 5) Yeryüzü topraklarının kapitalist büyük güçler arasında paylaşılmasının tamamlanması.” (Emperyalizm, Evrensel Basım Yayın, sf. 119)
Yukarıdaki tanımda ifade edilen düzen, kendi mezarını kazan kapitalizm olarak da nitelenebilmiştir. Ancak tanımın, bugünü de iktisadi anlamda tanımlayan doğruluğuna ek olarak, yaşanan teknolojik gelişme, sosyal devletin yarattığı nispi özgürlükçü ortamda ortaya çıkan, temelini orta sınıftan alan entelektüel gelişme ve son olarak bu iki kaynaktan büyüyen insanın kendine ve çevresine yabancılaşmasının olanaklarını arttıran sayısız araç, fikirsel akım, medya, spor ve daha birçok yatırım, çağımızın “küreselleşme” olarak tarif edilen emperyalizmini özetleyebilir. İşte bu durum, sermayenin mükemmel kararlar alma, ama egemenliğini gizleyebilmek için birçok imkâna sahip olması, emek hareketindeki durgunluk eşliğinde, bu baskıcı ve diktatörce çizilmiş yeni iktidar yapısının da oluşmasına sebep oldu diyebiliriz. Artık sermaye, 19. yy’ın başında kendi iktidarının kurumsal yapısını belirlerken yaptığı rejim tanımının bir benzerini yapabilir, mülkiyete bağlı egemenlik şemasını tekrar çizebilirdi. Artık kendini, liberal felsefenin ilk döneminde tarif ettiği “sivil toplum” sınırları içine hapsetmeye de ihtiyacı da yoktu. Kendine bu şemada ayrı bir rol biçti. Böylece diğer toplumsal kesimlerle olan ayrılığını ve özelliğini tekrar resmileştirdi. Sonra, Weber’in “çoğulcu-işlevselci” modeline göre belirlenmiş bir “sivil toplum” tanımı yaptı. Orada, kendi varlığını tehdit eden tek güce, işçi sınıfı ve sendikalarına da kafa karıştırıcı bir rol biçti, tabii, “sivil toplum”a da kendi katılımını saklı tutarak. O alanı da boş bırakmayarak. Son olarak, kapitalist devlet yapılanmasının siyasi seçkinlerinin de yine aynı burjuva temelde yetiştiğini anımsarsak, “yönetişim”in, sermaye iktidarının tam anlamıyle kurumsallaşması olduğunu tekrar görebiliriz.
SONUÇ
Sermaye sınıfı, doğduğu andan itibaren, iktidar mekanizmalarını geniş emekçi yığınlarla, mülksüz kesimlerle paylaşmaktan uzak durmuş; demokrasi tarifini, “demos”tan korkarak oluşturmuştur. Ne zaman ki emekçi sınıfın mücadelesi yükselmiş, sistem olarak kendini yeniden üretmek adına, iktidar makanizmalarına emekçi sınıfların katılımına izin vermiştir. Oysa şimdi, tartışmalı sebeplerle yenilgiye uğrayan emekçileri, yeniden oldukları yere geri göndermek istemektedirler. Bunu da, Fransız Devrimi’nin sempatik sloganlarının benzerleriyle yapmaktalar. Dün “eşitlik” diyerek yaptıklarını, bugün “katılımcılık” diyerek yapmaktalar. Dün ulus devletler yaratarak oluşturdukları güvenli pazarlarda sağladıklarını, şimdi emperyalist politikalarla, tüm dünyayı saran askeri ve finansman gücünün yardımıyla “küreseleştirdikleri” dünya pazarında, ulus devletin yapısını desantralizasyan (yerelleşme) ile budayarak, etnik-kültürel ayrımları körükleyerek ya da kendi çıkarına kullanarak daha ileri noktadan sağlamaktadırlar.
“Yönetişim” uygulamalarının varlığı ve yaygınlığı, temel olarak, emek hareketinin sermaye karşısında gerilemesinin sonucu olarak, sermayenin demokrasi vaadinin arkasında bir diktatörlük olarak görülmeli, liberal felsefenin 2 yy. önce yaptığının benzeri yeni bir egemenlik deklerasyonu ve anayasası olarak okunmalıdır.
Kaynakça:
Birgül A.GÜLER;“Yönetişim: Tüm İktidar Sermayeye”, Praksis 2003
Nuray Sancar; “Emperyalizmin Yeni Demokrasisi: Yönetişim”, Evrensel Kültür 2002
Gürsel Uğur “Anayasa Değişikliği Tartışmaları Üzerine”, Özgürlük Dünyası,2001
Gencay Şeylan; “Küreselleşme ve Devletin Yeni İşlevi”, İmge Yayınları
Gülten Kazgan; “Küreselleşme ve Ulus Devlet” İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları
Lenin; “Emperyalizm” Çev: Olcay Geridönmez, Evrensel Basım Yayın