İşçi Hareketi, Sendikal Hareket ve 2006 1 Mayısının Anlamı

Sovyetler Birliği’nin çözülüp dağılmasının sonuçlarından biri de, dünya kapitalizminin temel yönelimlerinin bir gereği olarak –başta Avrupa işçi sınıfı olmak üzere, sosyalizm yolundan geri çevirmek amacıyla, işçi ve emekçilere tanınan sosyal hakları tanımlamak üzere adına– “sosyal devletçi” denilen uygulamalara son vermeye yönelik bir sürecin başlatılması oldu.

Dünya kapitalizmi, “küreselleşme” adını verdiği neoliberal emperyalist politikalarla, işçi ve emekçilere sosyalizm baskısı altında vermek zorunda kaldığı bu tavizler başta olmak üzere,  sınıfın bütün tarihsel kazanımlarını geri almayı hedeflemişti.

Saldırıların sivri ucu öncelikle bu kazanımlara yöneltildi. Özelleştirme, taşeronlaştırma, esnek çalışma vb. bir dizi saldırı bu amaçla peşpeşe devreye sokuldu. Saldırılar giderek bir dalga halini aldı.

İşçilerin sermaye karşısında bir örgütlenme ve direniş merkezi olan sendikalar, ’50’li yıllardan itibaren oluşan nispi “barışçıl ortamda” adım adım “uzlaşma kurumları”na dönüştüler. Sendikacılar ise, yine bu dönemde, yaşam koşulları ve edindikleri “sosyal statü” nedeniyle, “kitlesel” olarak, işçilerden bütünüyle ayrışıp bürokratlar haline gelerek, “işçi aristokrasisi”nin yanında, sınıf içinde burjuvazinin bir diğer dayanağı olan sendika bürokrasisinin saflarını şişirdiler. İşçi hareketi ve sendikal hareket, bünyesinde taşıdığı bu zaaflardan dolayı, sermayenin saldırıları karşısında, saldırıları püskürtecek bir direniş mevzisi oluşturmakta yetersiz kaldı. Dönem dönem, Fransa’da “Juppe Planı”nın püskürtülmesi olayında olduğu gibi, elde edilen mevzi başarılar, daha ileri ve kalıcı kazanımlara ilerletilemedi. Ülkemizde de farklı bir durum yaşanmadı. Büyük Zonguldak Madenci Yürüyüşü ve “Bahar Eylemleri”yle dönemsel saldırılar geri püskütülmüş olsa da, peşi getirilemedi. Sosyal Güvenlik ve İş Yasası’yla ilgili değişiklikler gündeme geldiğinde, yüzbinlerin katıldığı mitingler yapılmasına rağmen, sermaye ve burjuvazinin istediği değişiklikler engellenemedi. Bu sonuçta temel etken, sendikal hareketin içinde bulunduğu durum ve sendika bürokrasisinin etkileriydi.

Bu süreç halen bütün yıkıcılığıyla sürüyor. Ve dünyada ve ülkemizde, işçi ve emekçiler, işçi sınıfının uluslararası birlik, dayanışma ve mücadele günü 1 Mayıs’ı bu koşullarda karşılıyor.

Bilindiği gibi 1 Mayıs, dünya ölçeğinde, bir yandan emek ve sermaye cephesinin karşılıklı olarak sınıf güç ilişkilerini test ettikleri bir gün olma özelliği taşırken, diğer yandan bununla bağlantı içinde, işçi sınıfının geleceğe yönelik moral ve güç biriktirdiği bir gündür de.

Öncelikle, dünya ve ülkemizde işçi ve emekçilerin 1 Mayıs öncesi yüzyüze oldukları sorunlara bir bakalım:

* Fransa’da öğrenciler ve gençlik, işçilerin de desteğini alarak, hükümetin çıkardığı “26 yaşından küçüklerin işten atılmasını kolaylaştıran yasa”nın geri alınması için, mücadele veriyorlar.

* Almanya’da, metal işçileri, metal işverenlerinin TİS dayatmalarına karşı teyakkuz halinde bulunuyor.

* İngiltere’de, Yerel Belediye Emeklilik Ödeneği’ne göre çalışanların emeklilik hakkının gaspedilmesine karşı mücadele ediyorlar. Bunlara, Yununistan’daki banka çalışanları ve liman işçilerinin mücadelelerini, ABD’de göçmen yasasına karşı gösterileri ve daha pekçok ülkede hak gasplarına karşı verilen mücadeleleri ekleyebiliriz.

Ülkemiz işçi sınıfı ve emekçilerine yönelik ise;

* Merkezinde Sosyal Güvenlik ve Genel Sağlık Sigortası (GSS) Yasa Tasarısı’nın  bulunduğu saldırılar; işçi kıyımı, sendikasızlaştırma, düşük ücret dayatmaları, ücretlerin ödenmemesi şeklinde sürmekte; patronlar kuralsız (esnek) çalıştırmanın sayısız çeşidini devreye sokmaktadırlar.

* Bütün çözümsüzlüğüyle ortada duran Kürt sorunu, egemenlerin tarafından, Kürt, Türk ve her milliyetten işçi ve emekçileri şoven milliyetçi kışkırtmalarla “bölme”nin ve bu yolla sosyal ve siyasal hak taleplerini baskılamanın bir aracı olarak kullanılmaya devam etmektedir. Yalnız bununla da sınırlı değil. Çözülmemiş Kürt sorunu, aynı zamanda, ABD emperyalizminin elinde, Türkiye’yi, GOP’a ilişkin “görevlendirmeler”de istediği kıvama getirmek için bir “sopa” vazifesi de görmektedir.

* Nitekim, Irak işgalinin ardından, şimdi de Suriye ve özellikle –nükleer enerji çalışmalarını bahane ederek– İran üzerindeki baskı ve kışkırtmalarını artırmış bulunan ABD’nin talepleri karşısında, AKP hükümeti, “GOP’ta bize görev verildi” deyip, İran’a karşı ABD emperyalistlerinin ağzıyla konuşmaya başlamıştır. AKP’nin sınır tanımaz bu işbirlikçi tavrı, ülkeyi, GOP adı verilen bataklığın içine doğru sürüklemektedir.

1 Mayıs öncesi, dünya ve ülkemizde işçi ve emekçiler, özetle böyle bir tabloyla karşı karşıyadırlar. Saldırılar karşısında, dünyada ve ülkemizde işçi ve emekçiler, biçim ve boyutları farklılıklar gösterse de mücadele veriyorlar. Özellikle Fransa işçi sınıfı ve gençliğinin verdiği mücadelenin başarısı, uluslararası sermayenin yönelimleri dikkate alındığında, tüm dünya işçileri ve emekçileri bakımından stratejik bir önem taşımaktadır. İşçi hareketinin uluslararası yönüyle ilgili çok yönlü değerlendirmeler yapılabilir, ötesi, bu, bir ihtiyaçtır da. Ancak biz yazımızın bundan sonraki bölümünü, ülkemiz işçi hareketi ve sendikal hereketinin içinde bulunduğu durumla sınırlı tutacağız.

Ülkemiz işçi ve emekçilerinin mücadele gündeminin ilk sırasında, doğal olarak, sosyal güvenlikle ilgili değişiklikler ve Genel Sağlık Sigortası (GSS) bulunuyor. AKP hükümeti, IMF başta olmak üzere, emperyalist mali merkezlerden gelen talepleri anında yerine getirme tutumunu sosyal güvenlik ve GSS konusunda da  sürdürmekte, işçi ve emekçilerden gelen itirazlara kulaklarını tümüyle kapatmaktadır. Konfederasyonlar, hâlâ, bildik biçimde, “yasa çıkacaksa bizim uyarılarımız dikkate alınsın, uzlaşı içinde çıksın” diyerek, baştan teslim bayrağı çekmenin işaretlerini vermektedir. Sermaye ve hükümetin kararlılığı karşısında sendika yönetimlerinin takındıkları bu tutum, tam anlamıyla “içler acısı”dır.

Sendikal hareketin saldırılar karşısında ciddi bir mücadele ve eylem platformu oluşturması bir yana, Emek Platformu gibi, bir dönem önceki mücadele içinde oluşturulan oluşumlar da, bu dönemde erozyona uğrayarak, fiilen bir dağılma ve parçalanma sürecine girmişlerdir. Burada paratez açarak, bir gelişmeye işaret etmekte yarar var: GSS’ye karşı KESK, TTB, ve DİSK’in çağrısıyla düzenlenen “referandum”a emekçiler ve halk büyük ilgi göstermiştir. Varolan duyarlılığı göstermesi yönüyle oldukça önemli bir durum olmakla birlikte, eğer daha ileri mücadelelerin dayanağı yapılamaz ise, “referandum”un, yasayı geri çektirmeye yetmeyeceği anlaşılır bir durumdur. Gelgelelim, “referandum” noktasında dahi emek ve meslek örgütlerinin birleşememeleri, gelecek açısından oldukça kaygı vericidir. Bu bölünmüşlük ve parçalanmışlık görüntüsü, 1 Mayıs öncesinde sendikal hareket için en önemli olgu durumundadır.

 

BİRLEŞMEK VE ÖRGÜTLENMEK

İşçi hareketi ve sendikal hareketin içinde bulunduğu bu durum, namuslu dürüst sendikacıya, sınıf bilinçli işçiye ve elbette ki sınıf partisine “tarihi” denilebilecek türden sorumluluklar yüklemektedir: İşçi hareketini tabandan başlayarak her kademede birleştirmek, sendikal hareketi mücadeleci temelde yeniden ayakları üzerine dikmek… Bunun bir adımı olarak, 1 Mayıs 2006’yı, işçi sınıfının her düzeyde birleşme ve örgütlenme platformu olarak örgütlemek… 2006 1 Mayıs çalışmalarının kapsam ve içeriği, işte bu görev ve sorumlulukla şekillenmektedir. Yazımızın girişinde de belirtildiği üzere, işçi hareketi ve sendikal hareketin bugün ve yakın gelecekte çözmesi gereken en temel problem, sendikaları birer “uzlaşma kurulları” olmaktan çıkartıp, yeniden sermayeye karşı örgütlenme ve direniş merkezleri haline getirmek noktasında düğümlenmiştir. İşçi sınıfı bakımından uluslararası önemde bir gün olan 1 Mayıs’ta, öncelikle bu sorunun bilince çıkartılması hayati önem arzetmektedir.

Şüphesiz, emperyalizmle ekonomik, askeri, siyasi alanlarda kurulan tüm bağların sökülüp atılması, Kürt sorununun halkların kardeşliği ve eşit haklar temelinde demokratik halkçı çözümü, GSS başta olmak üzere saldırı yasalarının geri çekilmesi, işçilerin, emekçilerin ve yoksul halk kitlelerinin 1 Mayıs 2006’daki temel taleplerini oluşturmaktadır. Ve yine hiç şüphesiz, 1 Mayıs 2006’da işçi ve emekçilere yönelik propaganda ve ajitasyonun içeriğini bu talepler oluşturacaktır.

Ancak, tarihi tecrübeler, işçi ve emekçilerin, en basit bir hak talebini dahi ancak örgütlü ve birleşik bir mücadeleyle elde edebileceğini göstermektedir. Bu noktada en bilinir gerçeklerden biri de; sermaye karşısında işçi sınıfının örgütten başka bir silahının olmamasıdır. Öyleyse, bu 1 Mayıs’ta, işçi ve emekçiler arasında, öncelikle kendi aralarına sokulan rekabet ortamı ve yapay bölünmeleri bir tarafa iterek, sermayeye karşı birleşmeleri ve örgütlenmeleri fikri öne çıkarılmalıdır. Bu fikir, işçiler, emekçiler arasında yerleştiği oranda, 2006 1 Mayıs’ında sendikalar ve konfederasyonlar arası parçalanma tehlikesi bertaraf edilecek; sendikaların işçilerin sermayeye karşı bir örgütlenme ve direniş merkezi olmaları gerçeği işçiler nezdinde yeniden anlam bulacaktır.

Bu çerçevede, “sermayeye karşı birleş, sendikada örgütlen”, “sendikanı sermayeye karşı bir örgütlenme ve direniş merkezi yap”, “milliyetçi temelde bölünme, Türk-Kürt kardeşliğinde birleş” vb. sloganları, 1 Mayıs’ta yürütülecek propaganda ve ajitasyon çalışmalarında özel bir yer tutmalıdır.

“SOLCULAR”IN DEĞİL İŞÇİLERİN BAYRAMI

İşçi hareketi ve sendikal hareketin yaşadığı zaaf ve zayıflıklar; 2006 1 Mayısı’nın, bir dönem önce olduğu gibi, konfederasyonlarca farklı alanlarda kutlanması riskini beraberinde getirirken; diğer bir olumsuzluk, böylesi dönemlerde küçük burjuva sınıf dışı örgüt ve akımların, “1 Mayıs’ı devrimcileştirmek” adına, 1 Mayıs’ı işçilerin bayramı olmaktan çıkarıp, “solcuların gövde gösterisi”ne dönüştürme hevesine kapılmalarıdır. Henüz tazeliğini koruyan 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü’nde yaşanan “bölücü” tavırlar, bu bakımdan uyarıcı olmalıdır. Nitekim TKP, kendinden menkul “yurtsever cephe”siyle, İstanbul’da 1 Mayıs başvurusu yapmış bulunuyor. TKP başta olmak üzere, ayağı yerden kesik sözde solcu grupların sınıf dışı tutumuna karşı ideolojik, teorik, siyasal (teşhir) yönden mücadele, fabrika ve işyerlerinde, yani emekçi yığınların içinde, pratik günlük bir mücadele olarak yürütülmelidir. Aynı türden mücadele, konfederasyonlar arası çekişmelerden kaynaklanabilecek olası ayrı kutlama girişimlerine karşı da, bugünden yürütülmelidir. Ancak bu noktada, asıl belirleyenin, işçiler arasında yürütülecek çalışmalarla, işçilerin 1 Mayıs’a yönelmelerini sağlamak olduğu unutulmamalıdır.

Gerek işçi sınıfının –kuşkusuz yerellerde– mümkün olan her yerde birleşmesi ve mücadeleye atılmasını dert edinmeyen sınıf-dışı “solcular”ın “güçlerini tek merkezde birleştirme” ihtiyaçları, gerekse sendika bürokrasisinin hareketin zayıflığından yararlanarak 1 Mayıs’ı birkaç merkezle sınırlama girişimleri karşısında, tabandan işçilerin inisiyatifini teşvik ederek, 1 Mayıs’ın, önceki yıllarda olduğu gibi, en yaygın ve kitlesel biçimde kutlanması güvence altına alınmalıdır. Bu noktada, sınıfa karşı sorumluluk duyan herkese büyük görevler düşmektedir. En başta da sınıfın partisine. 1 Mayıs’ın kutlanmasına dair toplantı çağrılarının sendikaların en geniş katılımıyla yapılması arzu edilen olmakla birlikte, bundan geri durulduğunda ve geri durulduğu yerde/yerlerde, şüphesiz ileri işçileri ve işyeri temsilcilerini de işin içine katarak, sınıfın birliği üzerinden ve birliği için, gerekli çağrıları gecikmezsizin yapacak düzeyde imkanlar, kamu emekçileri sendikalarında sahip bulunduğu mevziler de düşünüldüğünde, sınıf partisi bakımından sendikal hareket içinde yeterince vardır.

“Genelin dışına düşerek ‘tecrit olma’ kaygısı” ya da katılacak emekçi sayısından kaygı duyularak, basın açıklamalarıyla işi geçiştirme tutumunun reddedilmesi doğru ve zorunludur. Sınıfa güven duyulmalıdır. 1 Mayıs’ın yaygın kutlanmasında, sınıf partisinin yıllar boyu bu noktadaki ısrar ve kararlı tutumunun belirleyici rol oynadığı herkesçi bilinir bir gerçekliktir.

 

FABRİKA VE İŞYERİ KUTLAMALARININ ÖNEMİ

Son yıllarda 1 Mayıs kutlamaları, fabrika ve işyerlerinden ziyade, “törensel alan kutlamaları” olarak öne çıkmıştır. Bunda, 1 Mayıs’ın son iki yıldır hafta sonu tatiline denk gelmesinin, sendika bürokrasisine, kutlamaları yasak savma biçimde “resmi geçit”vari düzenlemelerle geçiştirme olanağı tanıması kadar, sınıf-dışı, üst tabaka “geleneksel sol” anlayışın “törensel tapınç narsistliliği”nin de payı vardır. Alan kutlamaları, elbette ki, önemlidir ve olacaktır. Ancak, işçi ve emekçiler cephesinden bilinç ve örgütlenme düzeyinde biriktirici olan; fabrika, işyeri ve hizmet birimlerinde yürütülecek çalışma ve kutlamalardır. Alan kutlamaları, bunların üzerinde yükseldiği oranda anlamlı olacaktır. 2006 1 Mayısı açısından ölçüt; 1 Mayıs’ta alanlarda kaç kişinin olduğundan daha fazla –ki, asla önemsiz görülüp küçümsenemez–, ne kadar işyerinde, hangi sayıda emekçinin kutlamalara katıldığı olmalıdır.

Bunun için; işçiler arasında yaygın bir propaganda, teşhir ve ajitasyon faaliyeti örgütlenmeli, yazılı materyaller ve çağrılarda genel soyut ifadeler yerine, o alandaki emekçilerin somut taleplerinden hareket edilmelidir. En basit bir talebin bile işçileri birleştirmenin bir imkanı olarak kullanılması gerektiği bir dönemden geçtiğimiz unutulmamalı. Sosyal güvenlik ve GSS noktasında işçiler, emekçiler ve emekçi halk kitlelerinin yeterince bilgi sahibi olmadığı her platformda dile getirilmektedir. Yeterli aydınlatma çalışmasının yapıldığı her yerde, “ GSS’ye karşı 1 Mayıs’a” çağrısı işçileri birleştirecektir.

Aynı şekilde, “ …  talebimiz için birleşelim, birleşir örgütlenirsek haklarımızı elde edebiliriz. 1 Mayıs, birlik, mücadele ve dayanışmamızın en özlü ifadesidir. 1 Mayıs’ı birlikte örgütleyerek kutlamalıyız” fikrinin işçilere mal edilerek pratik bir hale büründürülmesi, 1 Mayıs’ın işçilerin mücadelesinde gerçek yerine oturması bakımından önemlidir.

İşyeri kutlamalarının, iş bırakılarak örgütlenemediği yerlerde, yerine göre, işbaşı yapmadan önce, öğle tatilinde ya da iş çıkışı topluca yapılması, işçilerin bilinç ve örgütlülüklerinin geliştirilmesi bakımından büyük önem taşımaktadır. Bu yüzden, ne gerekçeyle olursa olsun küçümsemek bir yana, işyeri kutlamalarının örgütlenmesine önayak olunmalıdır. Alan kutlamalarının, işyeri kutlamalarının ardından ve üzerinden geldiği ölçüde anlam ve değeri büyüyecektir.

İşçi hareketi ve sendikal hareketin geleceği bakımından, 1 Mayıs hazırlık çalışmaları ve kutlamalarında, Organize Sanayi Bölgelerinde yürütülecek faaliyet büyük önem arzetmektedir. Organize sanayi bölgeleri temelinde kutlamalar örgütlenmesi savsaklanamaz ve önemi görmezden gelinemez. 1 Mayıs hazırlıkları kapsamında işyeri  toplantıları ve bölge düzeyinde paneller örgütlenerek, işçi ve emekçilerin içinde bulunduğu durum, sermayenin saldırıları ve yol açtığı etkiler üzerine tartışılarak, birleşme ve sendikal örgütlenmenin gereği ve önemi vurgulanmalıdır. OSB’nde 1 Mayıs vesilesiyle düzenlenecek mütevazı kültürel etkinlikler, genç işçi kuşakları arasında duygu bağlarını güçlendirecektir. Hazırlık ve kutlamaların bu yanı ihmal edilemez.

Bir demokrasi sorunu olarak Kürt sorunu üzerinde önemle durulmalıdır. Şoven, milliyetçi tarzda kışkırtmaların yol açtığı bölünmenin Türk, Kürt her milliyetten emekçilere verdiği zarar somut olarak ortaya konulmalıdır. Tüm kışkrtma ve provoke edici tutumlara rağmen, 2006 Newrozu’nun barış ve kardeşlik içinde geçmesi; aynı birlik ve kardeşliğin 1 Mayıs’ta da yaşanmasının imkanlarını genişletmiştir. Nitekim, Newroz’daki barış ve kardeşlikten rahatsızlık duyan güç odakları, Newroz’un hemen ardından harekete geçmişlerdir. Diyarbakır’da, gerilla cenazeleri bahane edilerek estirilen gerici terör ve sıkılan kurşunların barış ve kardeşliğe yönelik olduğu açıktır. Emek ve demokrasi güçleri, karanlık güç odaklarının bu girişimlerini boşa çıkartmak üzere, Türk-Kürt kardeşliğine her zamankinden daha fazla vurgu yapmak durumundadırlar. Kürt sorununa ilişkin devlet, hükümet ve Genelkurmay’ın yaklaşımlarının Türkiye’yi her geçen gün daha fazla ABD’nin dümen suyuna soktuğunu ve ülkemizi Ortadoğu’da ABD’nin GOP bataklığına sürüklediğini ortaya koyarak; Kürtlerin tam hak eşitliğinin kabülünden en başta işçi ve emekçilerin çıkarı olduğu cesaretle savunulmalıdır. “Emperyalizm ve sermaye karşısında milliyetçi temelde bölünme değil, (elbetteki eşit haklara dayalı olarak) kardeşlik temelinde birlik”, emekçilerin temel şiarı olmalıdır.

Diğer yandan, son örneği Şemdinli’de ortaya çıkan ve ucu generallere kadar uzanan çete bağlantıları gizlenemez bir noktaya ulaşmıştır. Kara Kuvvetleri Komutanı Yaşar Büyükanıt’ın yargılanması talebi etrafında yoğunlaşan tartışmalar şimdilik sönmüş gibi görünse de, yarın bir başka vesileyle yeniden benzer tartışmalar gündeme gelecektir. Diyarbakır’da gerçekleşenler buna aday durumdadır. Demokratikleşmenin önündeki en büyük engeli oluşturan bu tür örgütlenme ve ilişkiler teşhir edilerek, sorumlularının yargılanması bir demokrasi talebi olarak  öne çıkartlmalıdır.

İşsizlik ve yoksullukla boğuşan emekçi semtlerde, “işsizliğe ve yoksulluğa karşı 1 Mayıs’a” sloganı etrafında yürütülecek bir çalışma; sermayenin saldırıları karşısında yürütülecek birleşik mücadelenin önemli dayanaklarından olacak bu alanlarda, birleşmenin zeminini güçlendirecektir. Emekçi semtlere yönelik propaganda ve ajitasyonun bu durum gözetilerek ele alınması herhalde zorunludur.

Son yıllarda 1 Mayıs kutlamalarına katılanların yaşlarına bakılarak, haklı olarak, “Genç 1 Mayıs” nitelendirmesinde bulunulmuştur. Bu durum, gerek işçi, gerekse öğrenci gençliğin ülke sorunlarına ve kendi geleceklerine karşı duyarlılığını göstermektedir. Bugün işçi sınıfının genç kuşaklarının yüz yüze olduğu sorunlar olsun (büyük bir bölümü işsizliğin pençesinde kıvranmaktadır), öğrenci gençliğin gelecek korkusu olsun, düne göre daha da büyümüştür. Fransa’da, 26 yaşın altında işe girenlerin işten atılmasını kolaylaştıran yasa karşısında Fransa gençliğinin verdiği mücadele, gençliğin taşıdığı mücadele potansiyelini göstermesi bakımından oldukça öğreticidir.

8 Mart çalışmaları, düzenlenen etkinlikler, emekçi kadınların toplumsal, siyasal sorunlar ve gelişmelere karşı geçmişten çok daha fazla duyarlı hale geldiklerini göstermiştir. Emekçi kadınlar arasında mayalanan örgütlenme ve mücadele isteği 1 Mayıs’a  taşınmalıdır. Emekçi kadınların acil taleplerini merkezine koyan 1 Mayıs çalışmaları, kadın hareketinin emekçi karakter kazanmasını güçlendirirken, emekçi kadınların örgütlenme imkanlarını da geliştirecektir.

Yaşasın 1 Mayıs

Yaşasın proletarya enternasyonalizmi!

Avrupada Yeni Bir Hareketlenmenin Belirtileri

Fransa, tüm Avrupa’yı etkileyen hemen bütün büyük emekçi hareketlerinin kalkış ve odak noktasında bulunuyor.

Son iki ayda gündeme gelen gençlik hareketi ile birlikte yaşananlar, bu durumu bir kez daha doğruladı. İşçilerin ve diğer emekçi kesimlerin desteğini alan gençlik, tüm Avrupa gençliğinin özlemlerine tercüman oldu. Sorunlarını dile getirdi ve daha iyi bir gelecek için nasıl bir toplum arzuladığını aradı, taleplerini haykırdı.

Fransa ve Fransız gençliği, kendisinden bekleneni yaptı, ama aslında bu durum, sadece Fransa’ya özgü birşey olarak da görünmüyor. Avrupa’nın değişik ülkelerinde, ayrı zamanlarda, ayrı ayrı gündeme gelen veya bazen birçok ülkeyi içine alan hareketlere bakıldığında, belirli bir değişim yönünde kıpırdanmaların olduğu görülmektedir.

Durum şöyle özetlense yanlış olmaz:

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, 1970’li yılların sonuna kadar olan dönem, bir yeniden canlanma, nispi refah koşullarıydı ve Batı Avrupalı emekçiler, çalışma yaşamı ve sosyal-siyasal yaşamla ilgili temel haklarını bu dönemde kazandılar. Toplusözleşme düzeni, işgüvencesi, sosyal sigorta, emeklilik, haftalık ve senelik dinlenme hakkı, işyerlerinde sendikal ve nispeten siyasal örgütlenme vb. gibi temel önemdeki hakların hemen hepsi, ya bu dönemde kazanıldı veya pekiştirildi.

1970’lerin sonlarından başlayarak, ’90’larda zirvesine ulaşan ve bugünlere kadar uzanan süreç ise, sermayenin, yitirdiklerini adım adım geri alma dönemidir. Önce emekçi cephesini, kendi idealleri, kapasitesi, rolü hakkında şüpheye düşürmeyi hedefleyen ideolojik saldırı ile başladı iş. Bunu takip eden süreçler biliniyor, tekrarlamaya gerek yok.

Sovyetler Birliği ve Doğu Bloku’nun yıkılması ile zirvesine ulaşan ve ekonomik krizle de atbaşı giden bu saldırı döneminde, tüm ülkelere yaklaşık aynı reçeteler dayatıldı. Bu reçeteler, bazı ülkelerde nispeten kolayca ve sendikal ve siyasal alanda emekçileri temsil etme iddiasındaki güçlerin de işbirliğiyle hayata geçti. Beyni, bir önceki dönemde yaşanan kuvvetli saldırıyla bulandırılmış olan emekçi kitleler, pek ciddi bir direnme eğilimine girmeden, bir nevi kendi ölüm fermanlarının imzalanmasına sessiz kalmayı kabul ettiler.

REFORM YUTTURMACASI HER YERDE AYNI KOLAYLIKLA UYGULANAMADI

Fransa gibi başka bazı ülkelerde ise (ki bunların sayısı çok sınırlıdır), “reform” diye sunulan bu geriletici yasalar, o kadar kolayca gerçekleştirilemedi. Tüm süreç itibarıyla bakıldığında, tabii ki, sermayedarlar, burjuvazi esas amaçlarına ulaşmıştır. Ama her bir hak uğruna, kazanıldığı dönemde olduğu gibi, kaybedilirken de mücadele verilmiştir. Fransa’da, gaspedilen veya geriye itilen haklardan hiçbiri, rahatça ve kavgasız teslim edilmemiştir.

Burada detaylarına girmeye gerek yoktur, ama bunun, hem tarihsel ve hem de güncel pratik nedenleri vardır. Fransızların “genetik yapısındaki itirazcılık”la alakalı değildir, ama, önceki kuşakların kanları pahasına elde ettiklerini korumak ve geliştirmek, en azından kendine ve geçmişine saygı gereğidir. Ve böyle bir gelenek, emekçi sınıflar içinde oluşmuş, kök salmıştır. Tüm günahlarına ve işin bu şekle dönüşmesindeki küçümsenemez sorumluluğuna rağmen, sınıf içerisinde güçlü köklere sahip bir Komünist Partisi’nin varlığı, bu bakımdan son tahlilde olumlu bir rol oynamıştır. Ve mücadeleye atılan her yeni kuşağın, kendisine, eski kuşakların mücadele deneyimlerinden ilham kaynağı ve tarihsel, siyasal, örgütsel dayanak bulması, tesadüfi ve yabana atılacak bir durum değildir.

Dolayısıyla Fransa, mesela 1980’li yılların başında ABD ve Ingiltere’de, şimdiki saldırgan dalganın habercileri ve zemin hazırlayıcıları olan Reagan ve Thatcher gerici, intikamcı, savaşçı rüzgarları eserken; Mitterrand’ı işbaşına getirerek ve otuz sene aradan sonra ‘sol’u iktidara taşıyarak, farklı bir mesaj vermişti.

1990’larda zirvesine ulaşan “global karşı devrim dalgası”na, emperyalist küreselleşmeye karşı, ilk büyük çaplı kitlesel yanıt Fransa’dan gelmiş, 1995 sonbaharındaki işçi hareketi, öteki Avrupa halklarına ve hatta dünya emekçilerine örnek teşkil etmişti.

“Neoliberal Avrupa artık kuruldu, ona her bakımdan entegre olmak haricinde başka bir çare yoktur”denirken, ve bu fikrin genel bir kabul gördüğü iddia ediliyorken, Fransa bir başka yol izledi. “Biz neoliberal Avrupanızı istemiyoruz”diyerek, Avrupa Anayasası’nı reddeden ve sermayenin planlarına fren koyan, yine Fransa oldu.

Şimdi birçok karşı reformun en son gerçekleştirilebildiği ülke, yine Fransa oluyor. Fransa’da büyük sosyal, hatta siyasal çalkalanmalara yolaçan, sosyal sigorta, emeklilik, işsizlik, çalışma süresi vb. konulardaki “reformlar”, başka birçok ülkede “sessizce” gerçekleştirilebilmişti.

Sadece Fransız burjuvazisinin değil, Avrupa burjuvazisinin nefretini Fransa’ya yönelten şey, Fransız emekçilerinin bu çetin mücadeleci geleneğidir. Şimdi yine, Berlusconi’den Blair’e ve Merkel’e kadar, tekelci burjuvazinin tüm temsilcileri, Fransa’daki gençlik hareketine kin kusuyorlar. Alman sermayesinin has temsilcisi Angela Merkel, sadece emekçilere nefret kusmakla yetinmeyip, beceriksizliklerinden dolayı, yakında Almanya’da gündeme gelecek aynı içerikli uygulamaları riske sokan Fransız hükümetini de “kafasızlık”la suçladı. Berlusconi, Fransız hükümetini, sokağa teslim olup, korumacı, devletçi uygulamalara geri dönüşle ve dolayısıyla AB politikalarını çiğnemekle suçladı. (Bunları söylerken tabii, İtalyan enerji tekeli Enel’in, Fransız enerji tekeli Suez’i yutma planının, Fransız devletinin müdahalesi ile suya düşmesine öfkesini ifade ediyordu.)

Burjuvazi, son yirmi sene içerisinde, hedeflerinin birçoğuna kuşkusuz ulaşmış, kendince başarılı olmuştur. Ama işin renginin yavaş yavaş değişmekte olduğu da bir başka yadsınamaz gerçektir. Reagan’ın, Thatcher’in ve devamcılarının yalanlarına kanarak ayaklanmış olan Doğu Avrupalı emekçiler, şimdi, “biz ne yapmışız?” diye düşünmektedirler. Eski kuşaklar kandırıldıkları için pişmanlık içinde sefaletle boğuşurken, yeni kuşaklar mücadeleye atılıyorlar. Yarın, bunun çok daha ileri düzeyde gerçekleşmesi, en beklenen şeydir.

Batılılar da öyle. Bütün Avrupa ülkelerinde ve özellikle de Almanya, İtalya, Yunanistan gibi ülkelerde son yıllarda yaşananlar buna örnektir. Son aylarda bazı Avrupa ülkelerinde yaşanan bir dizi gelişme yakından incelendiğinde, genel bir hoşnutsuzluk ve yeni bir yönelim belirtisi oldukları görülecektir. Bunlara birkaç örnek verelim:

BİRKAÇ ÖNEMLİ VE ETKİ YARATAN ÖRNEK

· Anayasa referendumu:

Avrupa anayasasının, AB oluşumunun bugünü ve geleceği bakımından taşıdığı merkezi önem biliniyor. 1950’li yıllarda Kömür ve Çelik Birliği ve Roma Anlaşması ile temelleri atılan Avrupa Birliği projesinin, onca süreçten geçtikten sonra, bügün atması öngörülen adım; ortak bir anayasanın kabulü idi. Anayasa, sadece bağlayıcı ortak bir metnin ortaya çıkması bakımından değil, pratik güncel ihtiyaçlar bakımından da gerekli idi. Ortak bir başkan, bir dışişleri bakanı, ortak bir savunma ve dışişleri politikası, bu anayasa ile birlikte dereceli olarak mümkün hale gelecek, federal bir oluşumun ön adımları atılacaktı. Emperyalist bloklar arası çelişki ve sürtüşmelerin keskinleştiği ve herkesin karşılıklı olarak daha büyük çaplı çatışmalarda üstün taraf olmak için hazırlık yaptığı koşullarda, bu, tekeller (ve özellikle en büyükleri) için hayati önemde bir sorundu.

Avrupa’nın çeşitli ülkelerindeki işçi ve halk hareketinin mevcut seviyesine bakıldığında, herhangi bir engelin çıkması da beklenmiyordu. Hem, Avrupa fikri o kadar tek yönlü olarak işlenmiş ve beyinlere kazınmıştı ki, buna muhalefet etmek düşünülemezdi. Hem de, Avrupa’yı “modernleştirmek”, “reformdan geçirmek” adına, neoliberal politikalar o kadar dayatılmıştı ki, bunları birer doğa kanunu gibi çaresiz kabullenmek haricinde bir seçenek görünmemekteydi.

Fransız işçi ve emekçileri, işte Avrupa tekellerinin bu planlarını bozma başarısını gösterdiler. Onun coşkusuyla, Hollandalılar da aynı şeyi yapınca, anayasa kadük oldu. Tekeller planlarını yenilemek ve bazılarını ertelemek zorunda kaldılar.

Bu, Avrupa çapında az birşey değildi. Bu başarıyı elde etmiş olan Fransız işçi ve emekçilerine ise, yeni bir güç ve kendine güven geldi.

· Bolkestein Kararnamesi:

Avrupa anayasası içine de sindirilmiş olan bu kararnamenin içeriği ve hedefleri biliniyor. Hizmetlerin liberalizasyonu kararnamesi, iş piyasasının kuralsızlığa açılması, tekellerin tüm Avrupa çapında istedikleri gibi at koşturabilmelerinin yolunu açan öneridir. Buna göre, tekeller, işgücü fiyatının ucuz olduğu ülkelerden işçileri, işçilerin belirli hakları mücadeleyle kazandıkları öteki ülkelere serbestçe götürebilecek ve sınırsız bir sömürüye tabi tutabileceklerdir. İki hedef var: 1-) Milyonlarca ucuz, kalifiye ve genç işgücünü, yasal sınırlamalara takılmadan, kene gibi sömürme imkanı elde etmek. 2-) İleri kapitalist ülkelerde mücadeleyle kazanılmış hakları ortadan kaldırmak. İşçiler arasına rekabet sokmak, sınıf bilincini bulandırmak.

Uygulandığı takdirde, bundan faydalanacak tek kesimin, büyük tekeller ve burjuvazi olduğu biliniyor. İşçi haklarına bir saldırı, çalışma yasalarının çiğnenmesi, sendikal örgütlenmenin dağıtılması, kuralsızlığın kural olarak dayatılması anlamına geldiği, herkesçe biliniyor. AB Komisyonu’nun böylesine açık ve pervasız işçi düşmanlığı, tüm Avrupa ülkelerinde büyük tepki gördü. Referendumda “Hayır” oyu çıkması ile birlikte gündemden çekildiği zannedilirken, burjuvazi, birkaç ay sonra, yeniden işçilerin karşısına bu yasayla çıktı.

Avrupa çapında tek tek ve ortak gösteriler, eylemler düzenlendi. Strasbourg’da, kararnamenin Avrupa Parlamentosu’nda oylanacağı günlerde yapılan iki büyük gösteriye 70 bin kişi katıldı. Bunlardan birisi demokratik kitle örgütleri tarafından tertiplenirken, diğerinin çağrısı da Avrupa Sendikalar Konfederasyonu tarafından yapılmıştı.

Sonuçta, Avrupa Parlamentosu, tahmin edildiği gibi, halkın, işçilerin sesine kulak asmadı, ama Bolkestein Kararnamesi’nin özünü oluşturan bazı düzenlemeleri işlevsiz kılacak değişikliklere gitmek zorunda kaldı. Burjuvazi, tabii ki hedefinden vazgeçmiş değildir, başka bir biçim ve ad altında, başka ince taktiklerle yine aynı şeyi yapmaya çalışacak ve belki de başarılı olacaktır. Ama, Yunanistan’dan Portekiz’e kadar, tüm Avrupa ülkelerindeki işçilerin ortak ve benzer bir tutum etrafında birleşmiş olmaları ve hatta delegasyonlarını göndererek, tek bir merkezde (Strasbourg’da) ortak tepki göstermeleri önemlidir. Şimdi kararnameyi işlevsizleştirip nispeten püskürtmüş olan bu ortak tutum, yarın daha ileri başarılara imza atabilir.

Dokerler:

“Liman direktifi” adını taşıyan önergenin içeriği şu idi: Limanlardaki yük boşaltma ve taşıma işlerinin gemideki personel tarafından da yapılabilmesine olanak tanımak.

Burada iki amaç var: 1-) Gemilerde zaten kölelik koşullarında çalışan ve ezici çoğunluğu işsizlik salgını ile boğuşan geri yoksul ülkelerden gelen emekçilere dayatılan çalışma koşullarını daha da kötüleştirmek, tam köle haline getirmek. 2-) Avrupa’nın belli başlı limanlarında çalışan, uzun bir geçmişe ve güçlü mücadeleci bir geleneğe sahip liman işçilerinden kesin olarak kurtulmak. Son yirmi yılda dalga dalga gelen saldırılarla sayısı iyice düşürülerek 55 bin’e inen dokerlerin ruhuna, adeta fatiha okunmak isteniyordu.

Avrupalı dokerlerin neden oldukları “yüksek maliyet yükü”nden şikayetçi olan armatörler ve onların hizmetindeki hükümetlerin arzu ettikleri bu değişiklik, daha önce de gündeme gelmiş ve yine mücadele sayesinde, Avrupa Parlamentosu tarafından, Kasım 2003’de reddedilmişti. Ama burjuvazi inatçı. Komisyon, işin peşini bırakmayıp, 2005 sonlarında yeniden gündeme getirdi.

Avrupa’nın birçok ülkesinde (Almanya, Belçika, İspanya, Yunanistan vb.) değişik eylemler yaparak muhalefetlerini dile getiren dokerler, 16 Ocak’ta Strasbourg’da bir araya geldiler. Avrupa’daki tüm dokerlerin %20’sinden fazlası Strasbourg’da toplandı. Polis ve çevik kuvvetlerle Strasbourg’da gün boyu çatıştılar ve tek bir talepleri vardı: “Direktif geri alınsın!” Avrupa Parlamentosu’nun, 2003’te aldığı kararı yinelemekten başka bir seçeneği yoktu, öyle yaptı.

Liman işçilerinin başarıyla sonuçlanan bu ortak eyleminin anlamı büyüktür ve uzun süreden beri, ilk defa, bu türden bir eylem başarıyla sonuçlanıyor. Yarın başka sektörlerde benzer saldırıyla yüzyüze kalan emekçilerin dönüp yararlanabilecekleri çok değerli bir mücadele tecrübesidir ve sınıfın kollektif hafızasına kaydedilmiştir artık.

Fransa’da CPE yasasına karşı eylemler:

CPE (İlk İş Sözleşmesi), “fırsat eşitliği yasası” adı altında hazırlanan genel bir projenin, gençlikle ilgili parçasıdır. “Fırsat eşitliği yasası” ise, bir süre önce Fransa’nın gettolarını saran isyan ateşine, sözde bir yanıt olarak gündeme getirilmişti. Burjuvazi ve hükümet, getto gençliğinin isyanından, bilinçli olarak yanlış sonuçlar çıkarmış ve fırsatçı “çözüm önerileri” ileri sürmekteydi. Gençlerin “iş istiyoruz” çığlığından hareketle ve fırsatı değerlendirerek, gençleri, ucuz ve istendiğinde gerekçesiz bir şekilde sokağa atılabilir işgücü olarak patronların insafına terkedecek bir düzenleme yapıldı. Bunun adına da CPE dendi.

CPE ne “yenilik” getiriyor?

* Okulda başarısız olan gençlerin 14 yaşından itibaren çalıştırılmaları mümkün olacak. (Halen yürürlükte olan mevcut yasal uygulamaya göre, 16 yaşından küçüklerin çalıştırılmaları yasaktır: Her çocuk, 16 yaşına kadar zorunlu eğitim görmelidir.)

* 16-25 yaş arası gençlerin, “serbest bölge” olarak adlandırılan yerlerde çalıştırılmaları.

* Çocukları suça bulaşan anne babalar da, aile ve çocuk yardımlarının kesilmesi yoluyla maddi bakımdan cezalandırılacaklar.

* İşyerine bir çırak almayı kabul eden işletmeye, çırak başına 2.200 euro destek verilecek.

* Kısaca “ZUS – Hassas Yerleşim Bölgesi” adı verilen gettolardan bir genci işe alan patrona, ayda 400 euro destek verilecek.

* 250’den az işçi çalıştıran ve Serbest Bölgede bulunan tüm işletmelere, sürekli vergi muafiyeti sağlanacak.

* 6 aydan beri işsiz olan 26 yaşın altındaki bir genci CNE veya CPE kontratı ile işe alan patrona, üç yıl boyunca tüm sosyal giderlerden muafiyet hakkı tanınacak.

Daha önce de CNE diye bir yasa hazırlanmış ve geniş muhalefete rağmen yürürlüğe konmuştu. 6 aylık deneme sonunda, patronların bu tür sözleşmeleri, işgüvencesini ortadan kaldırabilmek için istismar ettikleri birçok örnekte görüldü.

CNE ve CPE aslında aynı şey. Ancak CNE, toplam olarak 20’nin altında işçi çalıştıran küçük işletmeler (Fransa’daki işletmelerin % 96’sı) için geçerli olduğundan, çok büyük bir tepkiye neden olmamıştı. Şimdi ise, hem büyük tekellere aynı imkan veriliyor, hem de özel olarak gençler hedefleniyor.

CPE meselesinde şimdi gelinen yere bakıldığında, bunun, bundan sonra yürütülecek dizginsiz saldırılar için dönüm noktası olacağı söylenebilir. J. Chirac, 2002 yılında, aşırı sağcı, ırkçı-faşizan lider Le Pen ile yarışıp, “sol”un da oylarını alarak, %82 oyla cumhurbaşkanı olduktan sonra, bu görev dönemindeki önceliklerini açık ve net olarak sıralamıştı: Emeklilik, sosyal sigorta, eğitim reformları ve iş kanununun çağdaşlaştırılması!!

2002’den bu yana, emekçiler, sahip oldukları şu hakları kaybettiler:

* Emekli olabilmek için, geçmişte 37.5 sene prim ödemiş olmak yetmekteydi. Yeni yasaya göre, bu süre 40’a çıkarıldı ve kademeli olarak 42’ye kadar çıkarılacak.

* Sosyal Sigorta açıklarının yükü, vergiler yoluyla emekçilere bindirildi. Tekellerin biriken prim borçları affedildi. Sosyal sigortanın yanısıra, özel sigorta şirketlerinin kurulmasının yolu açıldı. Sosyal sigorta açıkları bahane edilerek, yoğun ideolojik saldırıya girişildi.

* “Eğitim reformu”, emekçi çocuklarını gettolara hapsederek kaliteli eğitimden mahrum bırakmayı hedeflerken, üst gelir gruplarının çocuklarını yarınki devleti ve toplumu yönetecek kişiler olarak yetiştirmeyi planlamaktadır. Eğitim emekçilerinin ve öğrencilerin, mücadelesiyle bir miktar geriletilse ve değişikliğe uğratılsa da, “reform” yapılmış oldu.

* İş kanunu: İşe, öncelikle, çalışma süresi ile başlandı. Bir önceki hükümet zamanında çıkarılmış olan “35 saat yasası” işlevsiz kılındı. Bazı durumlarda, işyerlerini kapatma tehditlerine başvurularak, çalışma süresinin resmen arttırılması yoluna gidilirken, hükümet kararıyla senede 180 saat fazla mesai yapılabileceği karara bağlanarak, fiiliyatta çalışma süresi yeniden 38 saate çıkarılmış oldu.

Grev hakkına yönelik olarak, hükümet ve medya tarafından özel ideolojik bir saldırı yürütüldü. Özellikle demiryolları ve şehir içi ulaşımda “asgari zorunlu hizmet” düzenlemesine gidilerek, grevin içi boşaltıldı, etkisiz bir araca dönüştürülmesinin yolu açıldı.

CNE ve CPE yasaları ile de, şimdi, iş güvencesine ve belirli kurallar getiren iş sözleşmesine saldırılmış oluyor.

Bu konuların hiçbirinde sessizce ve mücadelesiz adımlar atılamadı. Ve kanunlar, burjuvazinin arzuladığı, hükümetin formüle ettiği gibi çıkmadı. Her seferinde, şu veya bu ölçüde püskürtülerek değişikliğe uğratıldı.

Ama bu CPE meselesi, Chirac’ın görev döneminde önüne koyduğu ana hedeflerin sonuncusu oluyor. (Şamar oğlanı haline getirilen ve seçimlere kısa bir süre kala seçim malzemesi olarak gündeme getirilmesi beklenen yabancılar ve göç konusunu saymazsak..) Burada kazanılacak bir başarı, yarın, Chirac’ın yerine geçecek kişi, Villepin, Sarkozy veya Juppe’den hangisi olursa olsun; sermaye hükümetleri için avantajlı bir durumun doğması, emekçi cephesindeki direniş eğiliminin büyük bir darbe yemesi demektir.

Fransız emekçi cephesindeki direnişin böyle bir darbe yemesi, tüm Avrupa burjuvazilerinin ortak istek ve özlemidir. Bunun için ne gerekiyorsa yapmaktan geri durmayacakları açıktır.

“SINIF MÜCADELESİDİR BU”

Yukarıda verdiğimiz bu birkaç örneğe, Almanya’da son aylarda yaşanan önemli işçi ve gençlik eylemlerini, kamu sektöründeki grevleri, Yunanistan’da hayatı felce uğratan grevleri ve genel grevleri, İtalya, İngiltere, Portekiz gibi ülkelerdeki işçi eylemlerini eklersek, tablo daha iyi anlaşılır.

Almanya gibi bir ülkede, “Sol Parti” gibi bir partinin parlamentoya bilinen güçle girmesi ve ana muhalefet partisi konumuna gelmesi önemli bir gelişmedir. Bu partinin liderlerinden Oscar Lafontaine’nin “Marx doğrulandı, bugün yaşanan sınıf mücadelesidir ve ben de bu mücadelede kendi tarafımı tutuyorum” şeklindeki sözleri, ileride yaşanacaklara işaret etmesi bakımından uyarıcıdır.

Şimdi İtalya’da, gelecek sene de Fransa’da seçimler var. Bu ülkelerde de ibrenin “sol”a doğru döneceği şimdiden görülüyor.

Avrupa’da, bir süredir yaşanmakta olan nispi ekonomik istikrar ve küçük de olsa ekonomik büyüme eğiliminin, kime yaradığı sorgulanmaktadır bugün. Kriz zamanında veya kriz korkuluğunun daha çok sallandığı dönemde fedakarlığa zorlanıp tepesine vurulan işçi sınıfı ve emekçiler ve hepsinden de önemlisi emekçi gençlik; bugün büyümeden ve yaratılan zenginliklerden pay talep etmektedir.

Fransa’da gençlik eylemlerinin en alevlendiği günlerde, borsadaki en büyük şirketlerin (CAC 40 tekelleri) ciro ve kârlarıyla ilgili rakamlar yayınlandı. Tekellerin altın dönemlerinden birini yaşadıkları ve kârlarını katladıkları, resmi rakamlarla belgelendi. Listede yer alan 39 büyük tekelin, kârlarını bir önceki seneye göre %30 oranında arttırarak, 84 milyar euroya çıkardıkları açıklandı. İşçileri ve genç işçileri arzu ettikleri koşullarda sömürüp, istedikleri anda da sokağa atma hakkını talep edenler de bunlar.

Almanya’da Deutsche Bank (“yılın bankası”), geçen sene 6.4 milyar euro kâr elde etmiş. Net kâr, bir önceki seneye göre %50 daha fazla, yani 3.78 milyar. Ama birçok eyalette greve giden kamu sektörü emekçilerine verilen cevap ise, “para yok” olmuştu. İşçilere 38.5 saat yerine 40 saat çalıştırılma, ücretlerin dondurulması ve işten atılmayı dayatanlar da bunlar.

Mesele son derece açık ve net. Batı toplumları ve genel olarak dünya, her zamankinden daha fazla zenginlik üretiyor. Üretim araçlarının mülkiyetine ve devletin yönetimine sahip olanlar, emekçileri yeniden on yıllarca geriye götürmek, bir dönem elde ettiklerini burunlarından getirmek istiyorlar.

Bunun imkansız bir hülya olduğu bellidir. Avrupa’daki gelişme ve kıpırdanmalar da sadece buna işarettir. Durumun ne kadar normale dönebileceğini belirleyecek olan da, tabii ki, herşeyden önce, güç ilişkileridir.

“Kürt Konferansı” Üzerine Notlar

11-12 Mart tarihlerinde Bilgi Üniversitesi’nde “Türkiye’nin Kürt Meselesi” anabaşlığıyla düzenlenen Konferans, konuşmacı ve “tebliğ sunucu” katılımcılarının sayısal çokluğuna[1] ve Konferans’ın ara alt başlıkları olarak belirlenen ‘panel konuları’na[2] bakılarak, ‘hayli verimli tartışmalara sahne olan’ ve ‘yararlı sonuçlar çıkarılan’ bir konferans olarak yansıtıldı. İki günlük Konferans’ın panel konularının kapsam ve içeriğiyle aralarında çeşitli üniversitelerde görevli profesörler ve diğer çeşitli mesleklerden kalabalık katılımcılarının olması, bu yöndeki yaygın beklentiye belli bir haklılık da kazandırıyordu.

 

* * *

“Türkiye’nin Kürt Meselesi” konulu Konferans; düzenleniş ve temsil sorunları, dar bir zamana sıkıştırılmış olması, Kürtlerin temsilindeki eksiklikler vb. bakımlardan elbette sorunluydu. “Helsinki Yurttaşlar Derneği ve Empati Grubu” gibi Soros bağlantılı vakıf ve derneklerin girişimiyle gerçekleştirilmiş olması da ihtiyatlı bir yaklaşımı gerekli kılıyordu. Ama yine de, “Kürt Meselesi” anabaşlıklı bir konferansın “bir Türk Üniversitesi”nde gerçekleştirilmiş olması, Kürt sorunu merkezli gelişme ve tartışmaların “suç işleme” kavramıyla birlikte ele alındığı ya da doğrudan suç sayıldığı bir sosyal-siyasal ortamda, bir ‘olumluluk göstergesi’ sayılabilirdi.

Biz ise burada, biçim ve temsil sorunlarını bir yana bırakarak, kendimizi, bu Konferans’ta ya da sonrasında bazı Kürt ve Türk yazar-gazeteci ve politikacıları tarafından, sorunun çözümü iddiasıyla dile getirilmiş görüşlerin ‘çarpıcı olanları’ndan bir bölümünü ele almakla; bu görüşleri, işaret ettikleri eğilim ve anlayışlar yönünden irdelemek ve bu Konferans’ı gündeme getiren ihtiyaç ya da zorunluluklara değinmekle sınırlayacağız. Çünkü, Konferans platformunda ve sonrasında dile getirilen çeşitli görüşler, bazı Kürt aydınlarıyla politik çevrelerinin soruna yaklaşımlarını ortaya koydukları gibi, Türk burjuvazisinin çeşitli kesimleri arasında süren soruna ilişkin tartışmaları da bir biçimde yansıtan Türk burjuva liberal aydınlarıyla yazar-gazeteci kesimlerinin “çözüm” önerilerini de içermektedir. Devlet ve hükümetin doğrudan temsilcilerinin katılmadıkları bu ‘platform’da, bazı Türk burjuva yazar-gazeteci ve aydınlarının, gerek iki günlük Konferans süreci içinde, gerekse sonrasında sermaye basınında ortaya koydukları görüşlerle “soruna artık daha farklı bakma zamanının geldiği” yönündeki açıklamaları; bunlar, hem bir tür “arabuluculuk girişimi”ni, hem de Türk burjuva egemen çevreleri içindeki tartışmaları bir biçimde ve bir ölçüde ifade ettikleri ve yansıttıkları için, Konferans’ı doğuran ihtiyaç veya arayış bakımından bir veri olarak alınabilirler.

* * *

Yazılıp söylenenlerin bir bölümüne daha yakından bakalım: Konferans’ı izleyen günlerde, Milliyet yazarı H. Cemal, Türkiye’nin Kürt politikasını, “arabasının sinyal lambası takılan Temel”in “fırdöndü” fıkrasına benzeterek, “Türkiye’nin de sinyali takıldı Kürt sorunu konusunda. Seksen küsur yıl boyunca hep aynı şeyleri yapıp farklı bir sonuç almaya çalıştı. Ama olmadı. Kürt sorunu çözülmedi” diye yazıyor ve şöyle devam ediyordu:

Kürt sözcüğünü duyunca hâlâ tüyleri diken diken olanlara, ya da kelle koltukta yıllar yılı PKK’ya karşı dağlarda meşru ve haklı mücadele vermiş olanlara bugün gidin sorun bakalım: ‘Kazandık!’ diyebiliyorlar mı? Diyebildiklerini sanmıyorum.

Çünkü, aklı başında olanlar Güneydoğu’da olan biteni görüyorlar. Apo İmralı’da ama, aynı zamanda Kürtlerin gönlünde önemli yeri var. PKK yeraltında ama, aynı zamanda yer üstünde. Kürtleri siyaseten en çok PKK’nın yönlendirdiği herkesce malum bir sır… Belediyeler kimin elinde? DTP’ nin diyoruz. Ama bu partiyi PKK’dan ne kadar ayrı olarak düşünebiliriz?.. Kürt kadınları artık Güneydoğu’da çok aktif. Kadın dernekleriyle birlikte sanat evleri, kültür festivalleri gitgide yaygınlaşıyor. Kürt dili ve kültürünün gelişmesi için Güneydoğu, hem kendi içinde pencereler açıyor, hem Türkiye’nin batısına, Avrupa’ya açılıyor her geçen gün.

Belki daha önemlisi ve daha ilginci Güneydoğu’nun Kuzey Irak’a dönük ilgisi. Kuzey Irak’taki ‘İlan edilmemiş Kürt devleti’ olgusu yakından izleniyor Türkiye Kürtleri arasında. Kuzey Irak’la yakın ilişkiler örülmeye çalışılıyor. Hatta ‘Artık bizim de bir devletimiz var!’ duygusunun tomurcuklandığı dikkati çekiyor. Ne yapacaksınız? Bütün bu gelişmelerden sonra hâlâ Temel gibi, ‘Sinyalim takıldı!’ diyebilir misiniz?

Ankara’nın da artık “bir setin yıkıldığının farkında” olduğunu belirten H. Cemal, “set”in yeniden inşa edilmek istenmesinin, “Türkiye’de demokrasiyi, hukuku, insan haklarını hiçe sayma..” olacağını ve daha fazla kan ve gözyaşına yol açacağını söylüyor ve devleti yönetenlere, “şiddet ve silahı bırakma”yı ve “Avrupa Birliği şemsiyesi altında demokratik hukuk devleti ve refah çıtasını yükseltme”yi öneriyordu. H. Cemal’in Kürtlere de diyecekleri vardı: Kürtler de “ezberlerini bozmak zorunda”ydılar. Onların da, “PKK’nın öncelikle silahlara veda demesi ve şiddetten vazgeçmesi için bastırmaları gerekiyor”du vs.

M. Ali Birand ise, “Kürt sorununda dönüm noktasındayız” başlıklı yazısında, Genelkurmay 2. Başkanı Işık Koşaner’in Murat Yetkin ile yaptığı konuşmaya işaret ediyor ve “Koşaner paşa”nın, “PKK terörünün artık öncelikli sırada bulunmadığını, buna karşılık, Kürt sorununun siyasallaşma aşamasına girdiğini, Kürt milliyetçiliği ve ayrılıkçı hareketinin giderek yaygınlaştığı”na dikkat çektiğini belirterek, “Medya”nın “hala PKK terörü ile oynaşıyor” olmasını eleştiriyordu. Birand’a göre, “Üç terörist öldü’ haberini yayınlama”yla, “gazilerimizin acıklı hikayelerini TV’lere taşıma”yla yetinilemezdi. Birand, yaklaşan büyük bir tehlikeye işaret eder gibi, “bir gün öyle bir gelişmeyle karşı karşıya kalacağız ki, hayret edeceğiz. ‘Bu da nereden çıktı’ diyeceğiz. Ardından da komplo teorileri kuracağız. Suçu başkalarına atacağız” diyordu.

Sermaye ve devlet çevrelerini, “uyanma” ya ve “olaya artık farklı bakma” ya çağıran Birand, şöyle devam ediyordu:

Kürt hareketi bir süredir, yıllardan beri Amerika ve Avrupa’dan kaynaklanan telkinlere kulak verir oldu. Onlara sürekli şekilde ‘Terörü bırakın ve isteklerinizi siyasi alana taşıyın. Bunu yaptığınız taktirde bizden destek bulabilirsiniz. Aksi halde, terörist bir hareket olarak kalırsınız’ denirdi. Kürtler sonunda bu tavsiyeye uymuş gibi bir tutum takındılar ve İrlanda’daki İRA örneğini benimsediler.Yani bir siyasi parti, bir de silahlı kola ayrıldılar. Eskiden ortada sadece PKK görünürdü. Şimdi durum değişti. Demokratik Toplum Partisi (DTP) Kürt hareketinin siyasi kolunu, PKK’da silahlı kolunu temsil eder oldular.
PKK hala ortada, hala faal, ancak artık eskisi gibi değil. Zaten eski gücü de yok. Varlığını hissettirecek kadar eylemle yetiniyor. Sırf, hala ayakta olduğunu ve gerektiğinde vurabileceğini göstermenin ötesine geçmiyor veya geçemiyor.

Olay giderek siyasallaşıyor. Terör yerine siyasallaşarak, toplum muhalefetiyle -seçilmiş belediye başkanlarıyla- isteklerini seslendiren Kürtler hem daha etkili oluyorlar, hem de dış destekleri artıyor.

Biz ne yapıyoruz? PKK ile silahlı mücadeleye takıldık, kaldık. Teröristle mücadele daha kolay olduğu için, işin siyasi yanını görmezden geliyoruz. Oysa, Devletin korktuğu başına geliyor. Siyasallaşan Kürt hareketi Ankara’yı ve toplumumuzu zorluyor. Siyasallaşmak demek, Devletin ve Siyasi partilerin tabularını yıkmaları, ekonomik ve siyasi pastayı bölge halkıyla paylaşmaları, siyasi partilerin bölgeyle kucaklaşmaları, alışkın oldukları eski yaklaşımlardan vazgeçmeleri, vizyon sahibi olup yeni politikalar geliştirmeleri, gereken ödünleri vermeleri ve uzlaşıcı davranmaları anlamına geliyor.

Birand, Kürt politikacılarının “artık eskisi gibi çekinmedikleri”ni; “söyledikleri bir sözü veya açıklamayı, basın veya savcılar üzerlerine gidince, sonradan kıvırtıp yalanlar gibi” yapmadıklarını; “medya veya siyasetçilerin baskılarına da” pek aldırmadıklarını ve “cesur davrandıkları”nı belirterek; bunun nedenlerini de kendince şöyle açıklıyordu:

– Zira arkalarında milyonluk bir oy birikimi ve sokakta gösteri yapan grupları var. İstedikleri anda yüz binlerce kişiyi hareketlendirebiliyorlar. Üstelik, bölgeye de hakimler. ‘Kepenkleri açın ve artık gösterileri bitirin’ dediler mi, insanlar dinliyor. İstenildiği kadar asker polis veya zırhlı araç çıkarın, para etmiyor. Belediye Başkanlarının bir sözü yetiyor…

– Bir diğer nedeni de, terörden uzaklaştıkça, Avrupa Birliği başta olmak üzere, Amerika ve diğer Batı ülkelerinden destek bulabileceklerini artık görmeye başlamaları.

– Nihayet, Irak’ın istilası, istila öncesinde ve sonrasında Irak Kürtlerinin Türk askerinin girişini engelleyebilmeleri ve Kuzey Irak’ın bağımsızlığa yakınlaşması, Kürt Milliyetçi hareketinin daha da cesaretini ve vizyonunu pekiştiriyor.

Birand ve H. Cemal, soruna Türkiye egemenlerinin çıkarlarını esas alarak yaklaşıyorlardı, ama Kürt sorunu bağlantılı “tehlike”leri de, denebilir ki, ‘somut olarak’ ortaya koyuyorlardı.

‘Kürt Konferansı’nı, MHP ve Perinçek’in İP’i gibi bazı Türk şoven çevreleri, “bölücülüğün aleni yapıldığı platform” olarak değerlendirirlerken, “Kürt hareketi içindeki farklı sesleri açığa çıkardığı” için olumlu bulanlar da vardı. T. Akyol ve E. Babahan Konferansı daha çok bu yönüyle “irdelendiriyorlardı”! Ancak onlar da, “devletin bir yaklaşım farklılığı içinde olması gerektiğini, bunun zorunlu hale geldiğini” söylemekten kaçınamıyorlardı.

T. Akyol, İ. Beşikçi ile “tarih” ve “sömürgecilik” anlayışı tartışmasını öne çıkarırken; S. Bucak gibi bazı Kürt aydınlarının PKK’ya, “sivil ve demokratik çözümün önünü tıkamamak için derhal silahı bırakma” çağrısı yaptığını; A. Türk’ün ise, silah bırakmaya “sıcak bakmadığını” ve “şiddeti kesin bir dille kınamadığını” ileri sürerek, tartışmayı köşesinde sürdüren Sabah grubu yazarlarından Ergun Babahan, devlet ve hükümetin “bölgedeki sıkıntıların giderilmesi için yeni adımlar atması” ihtiyacına işaret ediyor; “Kürtçe’nin öğretilmesindeki sıkıntılar kadar, Kürtçe televizyon yayını konusundaki engeller”in sürdüğünü, “Koruculuk sisteminin bölgede ve bölge halkı üstünde yol açtığı hasarlar”ın “bütün ağırlığıyla” devam ettiğini belirtiyor ve Türkiye egemenlerine, “şiddet üretmeyen demokratik bir ortam” sağlayarak, “kendini bölgenin çalkantıları dışında” tutma(!) çağrısı yapıyordu. Hikmet Çetinkaya gibi cumhuriyetçi-Kemalist yazarlara göre de, Kürtlerin, “Kürtlüklerini öne sürerek” hak talebinde bulunmaları “milliyetçilik” olacaktı ve “bu milliyetçilik” “öteki(Türk) milliyetçiliği körükleyeceği için” yapılmamalıydı; yani Kürtler, Türk milliyetçiliğini körüklemekten geri durmak için ulusal baskı ve inkar politikasına boyun eğmeliydiler! Yazar-profesör Mehmet Altan ise, sorunu ve çözümünü, sorunun ulusal niteliğini göz ardı ederek, ekonomik-sosyal gelişme kapsamında ele alıyordu.

Soruna “daha insancıl yaklaşan”lar da elbette vardı: Milliyet yazarı Derya Sazak, “Medya”dan, “yargıdan gelen baskıyı da karşılayarak Şemdinli dosyasını kapatmaması”nı; Şemdinli’yi bir “milat” olarak değerlendirmesini; “gerilimleri düşüren barışçıl ortamları teşvik etme”ye çalışmasını; artık “90’lara dönülmemesi”ni ve annelerin “çocuklarının cep telefonundan ölüm mesajları almamaları”nı isterken; eski milletvekilli Ercan Karakaş da, “Kürt sorunu bir ‘demokrasi sorunu’dur. Özgürlükler ve demokrasi derinleşirse bu sorun da çözülür. Şiddet bu çağda sorun çözme aracı olamaz. Kürt sorununun çözümü için öncelikle ‘Kürt kimliği’ kabul edilmeli. Bu kimlik yasal ve anayasal güvence altına alınmalıdır. Koruculuk sistemi kaldırılmalı, bölgede barış kalıcı olacaksa, geçmişte silahlı olan insanların toplumsal demokratik hayata katılımlarının sağlanması gerekiyor. Genel af konusunda cesur kararlara ihtiyaç var” diyordu.

* * *

Konferans’ta, “Kürt tarafı”nı dolaysız temsil edenlerle “Kürtlerden yana olanlar”ın yaptıkları konuşmalar ya da sundukları “tebliğ”lerin ana noktasını ise, “bir bölünmeyi de engellemek” üzere, devletin ve hükümetin baskıya son vermesi oluşturuyordu. “Kürt tarafı” olarak ifade edebileceğimiz kesimden yapılan konuşmalar ve sunulan yazılı metinlere baktığımızda, bu konuşmacıların önemli bir bölümünün, çoğunlukla, “Irak Krizi ve sonuçları”nı değerlendirir ve Türkiye’nin Kürt politikasını eleştirirlerken, Türkiye egemen sınıflarına, Kürtlerin haklarını tanıyarak “bölgenin güçlü ve etkin ülkesi olma olanağını yakalaması ve kullanması” önerisi getirdiklerini; bunu “anlamak istemeyen” Türk yetkililerini ise eleştirdiklerini görüyoruz. H. Yıldız ve S. Bucak tarafından öne çıkarılan görüşler bu bakımdan dikkat çekicidir. Örneğin Konferans’ta en uzun konuşmalardan birini yapan H. Yıldız (siyaset felsefesi uzmanı), Ortadoğu’da yaşananları sadece “BOP” çerçevesinde değerlendirmenin eksikliklerine işaret ederken, Türkiye’nin “bölgede etkin devletlerden biri olarak farklı roller oynama şansına sahip” olduğunu ileri sürüyor, Türkiye’yi “dış politikasında dünyamızda baş gösteren köklü değişimlerin yansıması” olmamakla ve Türk burjuvazisini “öngörüsüzlük”le suçluyor; “döneme özgü izlenecek politikalar”ın, figüran olmakla aktör olmak arasındaki farkı ortaya koyacağını iddia ediyordu. Bu görüşlerin, C. Ülsever, İlter Türkmen, E. Özkök, H. Cemal, T. Akyol vb. türü Türk şoveni yazarların ABD’nin çıkarlarıyla uyuşan bölge politikaları izlenmesi isteklerinden farkı, Kürtlerin ulusal hakları ya da bu hakların tanınması üzerinden getiriliyor olmalarıdır. Yıldız, “AB ile olan yol arkadaşlığı”nın “küreselleşme konseptiyle birlikte” ve “birbirlerine yakınlığından ötürü, çok daha verimli sonuçlar doğurmakta” olduğunu; “Oysa bütün bu değişimlere karşın Türkiye’nin Ortadoğu bağlamındaki kırmızı çizgileri”nin “80–85 yıl önceki çizgilerle aynı” kalması nedeniyle, “çağın gerçekleriyle çatışmalı olduğunu” belirtmekte ve bu “çatışma” politikalarını, “Paris Şartı ve Kopenhag Kriterleri”nin “azınlık haklarıyla ilgili maddeleri” kapsamında eleştirmekteydi.

Yıldız’ın ortaya koyduğu yaklaşımın Kürtler içinde ne kadar etkili bir görüş olduğu üzerine spekülasyonları bir yana bırakırsak, o, Türkiye’nin işbirlikçi egemen sınıflarını bölgede “atak ve etkin politikalar izleme”ye davet edenler içinde, bu görüşü -bu platformda- hayli detaylı biçimde dile getirenlerden biri olarak dikkat çekiyordu. ABD’nin bölge politikalarından Türkiye egemenleri yararına sonuçlar çıkarma anlamına da gelen önerisini içeren uzunca konuşmasında, Yıldız şöyle diyordu:

Irak’ta mezhep farklılığıyla bölünmüş bir tablo çizilse de, yarın Arap milliyetçiliğinin kırılma noktası olan mezhep farklılığının yumuşatılarak milliyetçi eğilimlerin güçlenmesi halinde bile, sorunlar iç içe geçmiş olarak gelip kapımıza dayanacaktır. Böylesi bir durumda Türkiye’nin en hassas sınırları olarak Güney karşımıza çıkmaktadır. Sadece bu ülkelerde baş gösterecek radikal akımların yaratacağı sorunlar açısından değil, geleceğin en önemli çatışma nedeni olabilecek olan su kaynaklarının kullanımı bu sınırları daha da hassas hale getirmektedir. Dolayısıyla Türkiye bu bölgede kendisine ve Batı değerlerine yakın yaklaşımları dikkatle izlemek zorunda kalacaktır.

Yıldız, “Ortadoğu’da laik ve demokratik bir toplum olarak göze çarpan en önemli yapı”nın sadece Güney Kürdistan’da görüldüğünü; radikal İslami akımların “Güney Kürtleri arasında yer edinme” çabalarında başarılı olamadıklarını belirtiyor ve bunun “Türkiye tarafından iyi değerlendirilmesi”ni istiyor. “Güney Kürtleri’nin Batı’yla olan olumlu diyalogları da göz önüne alındığında”, “Güney Kürdistan’da kurulacak bir Kürt devleti, Türkiye’nin çıkarlarına aykırı mıdır?” sorusunun sorulması zamanının gelip geçtiğini yineleyen Yıldız, Kurtuluş savaşı günlerinin Kürt sorununun çözümü için “en uygun durum” olduğunu; ancak, “devlet kaygısı, cumhuriyetin kurum ve kurallarının yerleştirilmesi kaygısı, askeri denetim kaygısı…” vb. nedenlerle sorunun çözülmeden bugüne geldiğini belirtmekte ve Türk devlet yöneticilerini “sağduyulu olma”ya ve “gerçekleri görmeye” çağırmakta; “bugün yine çözüm için Türkiye’nin önünde durmakta” olan “tarihsel an”ın değerlendirilmesini istemekte; Türkiye’nin “açık inisiyatif almak zorunda bile kalmadan, hiçbir komşu riski de almadan, sadece suskunluğunu belirterek Güney Kürtlerine devletleşme yolunu açması”yla sahip olacağı olanakları ‘sayıp dökmekte’dir.

Yıldız’a göre; “AB’nin demokratik değerlerini ve kazanımlarını Ortadoğu’da paylaşabileceği tek güç, yine Batı’yla diyaloğu gelişen, laik, demokratik ve çoğulcu bir toplum olma yolunda ilerleyen Güney Kürtleri”dir. Ve Türkiye “kendi Kürtleriyle ağır aksak bir yola girmişken, dışında kalan Kürt hareketiyle ilgili tarihsel şüphelerini” devam ettirmemeli; “kendi Kürtleriyle olan ilişkisini, AB ile olan yolculuğu, küreselleşme ve Ortadoğu’daki yeni değişimler ışığında ele alma” yeteneği göstermeli, “kuşkulardan arınıp” doğru olanı yapmalı, Güney’de kurulacak bağımsız Kürt devletinin “kendi Kürtleri için bir örnek olacağı” endişesinden kurtularak, bazen “yüzyıllarca elde edilemeyecek ‘tarihsel fırsat’ı değerlendirmesini bilmelidir”!

“Kürt meselesinin evrimi ve tarihi arka plan” oturum/panelinde, Kürt sorunu ve çözümünü AB “standartları” ve “reformları” kapsamında ele alan Kürt aydınlarından biri de, “Uluslararası Kürt İnsan Hakları Merkezi Kurucusu ve Eski Başkanı” Sertaç Bucak’tı.

Konuşmasına, M. Kemal’in 17 Ocak 1923’te yaptığı bir konuşmasına atıfla ve onun, “…. Şimdi Türkiye Büyük Millet Meclisi, hem Kürtlerin hem de Türklerin yetki sahibi vekillerinden oluşmuştur. Ve bu iki unsur, bütün çıkarlarını ve kaderlerini birleştirmişlerdir. Yani onlar bilirler ki, bu ortak bir şeydir” sözlerini aktararak başlayan Bucak, 1924 Anayasası’yla bundan geri adım atıldığını; o zamandan itibaren uygulamaya geçirilen ve Kürtlerin varlığını inkara dayanan “güvenlik hassasiyeti üzerine kurulu devlet politikası”nın, “Kürt kökenli milyonlarca Türkiye Cumhuriyeti yurttaşı ile devlet arasında bir güven bunalımına yol açtığını” ve “kurtuluş savaşı dönemindeki sözlerin” unutulduğunu belirterek, “güven bunalımının aşılması için AB ve kurumları ile yapılan üyelik müzakereleri süreci,  bu bağlamda Kopenhag Kriterlerinin eksiksiz uygulanması, Katılım ortaklığı belgelerinde dile getirilen koşulların yerine getirilmesinin sorunun tarihsel açıdan demokratik ve sivil çözümü için bir fırsat” ve “anahtar” olduğunu belirtiyordu. Ona göre, “Federal bir örgütlenme” ve “Topluluğa üye olan çok uluslu ülkelerin birliğinin çimentosu” olan AB, “Türkiye’nin birliğinin çimentosu”ydu ve bu nedenle de, “Türkiye; güvenle bu sorunu AB standartları içinde çözmeyi göze almalıdır”… vb.

Bucak, sorunun çözümü için ve bugünkü koşullarda Kürtler için de bazı zorunlulukların gelip dayandığına dikkat çekerek, bu zorunlulukların başına “şiddetten vaz geçilmesi”ni koyuyordu. “Kürt sorunun geldiği aşamada çözüme kavuşması için Kürtlerin de değişen koşullara uygun politika yapmasının gerekliliğine inanıyorum” diyen ve “Silahlı mücadele dönemi bitmiştir. Sorunun çözümü şiddeti kesin bir dil ile reddetmekten ve buna uygun bir politikadan geçiyor. Kaldı ki, içinde bulunduğumuz koşullarda silahlı mücadelede diretmek çıkmaz bir sokaktır. ‘Demokratik Cumhuriyet’, ‘anadilde ders hakkı’, ‘üniter devlette yaşam’ gibi istemler için silahlı mücadelenin mantığı, haklı gerekçesi yoktur. Bunda diretmek, bu ülkede sivil ve demokratik ortak yaşamın karşıtları olan ve değişime her türlü yolu deneyerek karşı çıkan statükocu güçlerin politikası ile örtüşmektedir” diye devam eden Bucak, “Türkiye’nin üye olmak için çaba harcadığı AB ve üye ülkeleri, Türkiye’nin üyesi olduğu Avrupa kökenli tüm hükümetler arası kurumlar, Türkiye’nin NATO’daki müttefikleri Kürt sorunun çözümünü açık bir dil ile ifade ediyor” görüşünü dile getirerek, devletin, sorunu “Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde çözümü” için adım atmasını istiyordu.

Rouen Üniversitesi Dil ve İletişim Bölümü’nden Doç. Dr. Salih Akın ise, “… Kürtçenin Türkiye’nin ikinci resmi dili olarak kabul edilmesi, Anayasa’nın 42’nci maddesinin değiştirilerek Kürtçe’nin anadil olarak öğretilmesine olanak tanınması, Kürtçe eğitim öğretiminin, Türkçe gibi kamu eğitim sistemi tarafından yapılması, Kürtçe eğitiminin tüm giderlerinin devlet bütçesinden karşılanması, ilkokuldan üniversiteye kadar, iki dilli bir eğitim öğretim sisteminin inşa edilmesi, Kürt dilinde öğretmen yetiştirilmesi, ders kitaplarının hazırlanması, devlet dairelerinde Kürtçe bilenlere kadro açılması” vb. biçimindeki önerilerini sıralıyordu.

Yıldız ve Bucak’ın görüşlerini dikkate almamız ve uzunca aktarmamızın nedeni, bu tür görüşlerin Kürt politik çevreleri içinde hayli yaygın olmasıdır. Türkiye egemenleri için “en az zararlı Kürt politikası” kapsamında dile getirilen bu görüşlerin, en genel, “en kaba” biçimiyle dahi, Kürtlerin yararına olmaları için, Türkiye egemenlerinin, Kürtleri eşit ulus olarak tanınmaları ve ulusal haklarını kullanmalarının önündeki engelleri kaldırmaları gerekirdi. S. Bucak, H. Yıldız ve onlarla hemen hemen aynı “argümanlar”ı kullanan diğer bazı Kürt aydınlarının, burjuva sınıfların mülkiyetçi konumundan hareketle, Türkiye gericiliğine getirdikleri öneriler, tekelci burjuvazi ve emperyalistlerin oluşturdukları somut tehdidi dikkate almama gibi ciddi bir risk de taşımaktadırlar.

H. Yıldız, S. Bucak gibi Kürt temsilciler tarafından açıklanan bu görüşler, elbette tümüyle yeni sayılamazlar. Daha önce de, çeşitli vesilelerle, değişik zamanlarda ve Kürt politik örgütlerinin bazı yöneticileri tarafından dile getirilmiş/açıklanmışlardı. Bu görüşleri, –bu denli açıklıkla ortaya konmalarının ‘bir yenilik’ olabileceğini bir yana bırakırsak– içerikleri ve “çözüm”e ilişkin vurguları bakımından birkaç başlık altında özetleyebiliriz: Kürt konuşmacılar, birinci olarak, “Kürt kimliğinin resmi kabulünü ve gereklerinin yasal ve anayasal düzeyde garanti altına alınmasını” bir çözüm için gerekli gördüklerini bir kez daha açıkladılar. “Kürtlerin temsilcileri” olarak görüş açıklayanların hemen hepsi, ikinci olarak, şiddetle bir yere varılamayacağının açığa çıktığını” belirterek, “PKK’nın silah bırakmasını istediklerini”, ancak bunun için ve bunu da sağlamak üzere, devlet ve hükümetin “şiddeti terk ederek barışçıl bir politika izlemesini, genel af çıkarmasını, köye geri dönüş için gerekli koşulları oluşturmasını,…” vb. istediler. Üçüncü olarak, aynı kesimden konuşmacılar, çözüm için AB ile uyum politikalarının uygun bir zemin yarattığını belirterek, bu zemin üzerinde yürünerek sonuç alınabileceği yönündeki beklentilerini bir kez daha dile getirdiler. Dördüncü olarak, yine bu konuşmacılarla “tebliğ sunanlar”, ABD’nin Irak işgaliyle Ortadoğu’da ortaya çıkan “yeni durum”dan Kürtler yararına sonuçlar çıkarma anlayışına uygun olarak, ve Barzani-Talabani yönetimindeki Irak Kürtlerinin “Federe Kürt Devleti” oluşumunu dayanak göstererek, Türkiye Kürtleri’nin de “benzer bir yönelime girmemeleri için devletin sorumluluğunu bilmesi ve gerekli adımları atması gereği”ne vurgu yaptılar.[3] Yıldız ve Bucak gibilerinin sözcülüğünü yaptıkları bu görüşlerin handikapı ise, “ABD’nin bölge politikalarından Kürtler yararına sonuçlar çıkarma” ya da daha açık söylenirse, Kürtlerin çıkarlarının Amerikan politikalarında ifade edilebilir/temsil edilebilir bir yer bulacağı beklentisi yaratmaları; bu görüşlerin, Kürtlerin ulusal özgürlük mücadelesini, emperyalizmle (ulusal baskı ve ayrımcılığın günümüzdeki temel kaynağı) çatışmasız olabilir/yürütülebilir görmeleriydi. Yıldız ve Bucak gibi bazı Kürt aydınlarıyla bazı Kürt politikacıları, tekelci kapitalisitlerin, emperyalistlerin ulus sorununu yalnızca çıkarları yönünde istismar ettikleri gerçeğini göz ardı ediyorlardı. Bu politikacı, yazar ve aydınlar, emperyalistlerin “Doğu”da, ezen-ezilen ulus ilişkilerini kendi çıkarları yönünde kullanmaları politikasının 20. yüzyılın başından beri geçerli olageldiğini; ‘Büyük Britanya emperyalizmi’nin, nispeten daha gelişkin olan ulusun egemen sınıflarını mandasına alarak ya da işbirlikçi edinerek, öteki ulus ve azınlıkları da sömürge bağımlılığına almayı çıkarlarına uygun gördüğünü; bunu öteki emperyalistlerin de uyguladıklarını; ABD emperyalizminin bu politikayı bugün çok daha pervasız biçimde uyguladığını; Irak’ı örneğin, milliyet-mezhep çatışmalarına sürüklemekten kaçınmadığını çok da önemli bir tehlike ya da tehdit olarak görmüyor ya da görmek istemiyorlardı.

Emperyalist pratik oysa, Kürtlere ya da başka ezilen ulus ve halklara ilişkin politikanın, bu halkların hakları ve içinde tutuldukları durumca değil, ama emperyalist çıkar ve tekelci rekabetin gerekleri tarafından belirlendiğini gösteriyor. Durum, 1920’lerde böyleydi; bugün daha çok böyledir. Bu “nesnel gerçek”, özellikle iki açıdan önemlidir: önce, emperyalistlere, bu sorunu kullanma ve istismar ederek halkları birbiriyle boğazlaşmaya sürükleme –ki bunu bazı eski Sovyet ülkeleriyle Yugoslavya gibi ülkelerde gerçekleştirdiler– olanağı tanımamak; ve ikinci olarak, özellikle Irak Kürt bölgesindeki gelişmelerden hareketle, onun, Kürtlerin hamisi olabileceği ya da Kürt sorununu çözecek bir güç olduğu yönündeki beklentilere yer vermemek için.

* * *

Kürt sorununu ele alma ve “çözümü”ne ilişkin yaklaşım farklılıkları yönünden “Kürt Konferansı”na baktığımız ve “Konferans platformu” ve ardından sürdürülen tartışmaları dikkate aldığımızda, başlıca şu birkaç noktaya işaret edebiliriz:

1-) Türk egemen sınıflarıyla politik-askeri temsilcileri; politikacılar, yazarlar ve generaller, Kürt ulusal sorunundan söz edilmesinin, sorunun Kürtlerin ayrı bir ulus oluşturmaları ve fakat bunun kabul edilmek istenmemesinden kaynaklandığını gizlemeye; çözümünün bu kapsamda ele alınması ve gerçekleştirilmesi istemini “bölücülük” olarak görmeye ve göstermeye; ve bastırılmasına yönelik devlet ve hükümet politikasının haklılığını yüksek sesle ilan etmeye devam etmektedirler. Genelkurmay, generaller, Kürtlerin ulusal hak eşitliği talebini, onları “sözde vatandaş” olarak tanımlama gerekçesi sayarlarken, bazı savcılar “sözde Kürt halkı” ibareli iddianameler hazırlayacak kadar şirazeyi kaçırmışlardır. Sermayenin en liberalinden en şovenine hemen tüm temsilcileri, Kürtlerin “farklı bir ulus oldukları” gerçeğini red ve inkarda birleşiyor; Kürtleri, “tek ulus, tek devlet, tek bayrak” kapsamında, ve “Türk ulusunu oluşturan alt etnik kimliklerden biri” olarak görüyor ya da tanımlıyorlar. Onların, sorunu sözde en ileriden ele alanları, bu “alt etnik kimlik” için, –o da “kendine ait kültürel özellikleri” ve “farklı bir dil ile anlaşması” nedeniyle– ve sanki ulufe dağıtırmış gibi, sınırlı kültürel hak kullanımını uygun görerek; bu doğrultuda AKP hükümeti eliyle ve ‘Kopenhag Kriterleri’ çerçevesinde gerçekleştirilmiş kısmi iyileştirmeleri bir adım daha ileri götürme ötesine geçilemeyeceğini vazetmektedirler.

2-) Ancak, cumhuriyetin kuruluşundan bu yana (82-83 yıldır) izlenen baskı, zor ve asimilasyon politikası Türk egemen sınıflarını çok ciddi açmazlarla karşı karşıya getirmiş, bir değişim ya da değiştirme zorunluluğu ortaya çıkmıştır. İşbirlikçi büyük sermaye kesimleri başta olmak üzere, Türk burjuvazisinin, Kürt politikasında bazı değiştirmeleri yapma ihtiyacı duyması; Kürtlerin ulusal hak eşitliği için mücadeleyi sürdürmelerinin yanında, Irak işgali sonrasında Irak Kürtlerinin bir federe devlet biçiminde örgütlenmeleri, bu devlet kurumlaşmasının bölgenin tüm Kürtleri içinde aynı ya da benzer eğilimi teşvik etmesi ve Amerikan emperyalizmi başta olmak üzere Batılı emperyalistlerin bu sorunu –ve elbette Filistin sorununu da– istismar ederek, bölgedeki işbirlikçilerini daha fazla itaate ve uşaklığa zorlaması için baskı unsuru olarak değerlendirmesi gibi etkenler nedeniyledir.

Bu ve daha birçok öteki etken ve bunların oluşturduğu baskı nedeniyledir ki, Genelkurmayın birinci ve ikinci başkanları “değişim ihtiyacı”ndan söz etmişler; MİT bir “Kürt raporu” hazırlamış; yöneticileri Barzani ve A. Öcalan’la görüşmüşler; devletin bu temel kurumlarının yöneticileriyle ilişkili politikacı ve yazarlar “artık eskisi gibi gidilemeyeceği” açıklamalarını yoğunlaştırmışlar; işbaşındaki hükümetin başbakanı “Kürt sorunu var ve demokrasi içinde çözeceğiz” deme gereksinimi duymuş; ve bir “Kürt Konferansı” da düzenlenebilmiştir.

Bu Konferans ve yapılan tartışmalar, son zamanlarda devletin Genelkurmay, MİT ve hükümet gibi önemli kurumlarının sözcü ve yöneticilerinin de aralarında yer aldıkları çeşitli kesimler adına yapılan açıklamalar, karşıdan ya da “arabulucu orta”dan da yapılmış olsalar da; bu, “geriye gidemez”, “geriye döndürülemez” gelişmenin farkında olunduğunu göstermektedir. M. A. Birand’ın makalesine konu olmuş Genelkurmay İkinci Başkanı’nın “Kürt siyasallaşmasının boyutları”na dikkat çekişini; MİT yöneticilerinin Barzani ile yaptıkları görüşmeyi, A. Gül’ün, “Irak Anayasasıyla öngörüleni biz de kabul etmek zorundayız” mealindeki açıklamasını, Orgeneral Özkök’ün “bölgedeki gelişme ve değişmeler”e işaret eden ve Türkiye’nin de bu gelişmeleri dikkate alması gerektiği yönündeki açıklamasını, Kürt sorununun “bir biçimde çözümü”ne ilişkin zorunlulukları buna kanıt sayabiliriz. Kuşkusuz, egemen sınıfların, soruna ilişkin olarak, üzerinde anlaştıkları “bir çözüm”den hâlâ söz edilemez. Aralarındaki gerginlik ve çekişmeleri daha derin çatlakların oluşumuna doğru tetikleyen bu sorunu, mümkün oldukça oyalayarak, Irak ve bölgedeki gelişmeleri izleyerek ve o gelişmelerden kendileri için yararlanabilir olanaklar çıkarmayı umarak; bunun için Amerikan emperyalizminin bölge politikalarına yedeklenme dahil, deyiş yerindeyse, “her ayağa yatarak”; bir sonuç almaya çalışıyorlar. Ancak yine de inkar ve baskı politikası, artık eski tarz götürülemeyecek noktaya gelmiştir ve yaşananlar bunun sancılı yansımalarıdır.

Bunu gerçi, geriye doğru –1900’lerin başlarına– “dönerek”(!); ve o dönemde, Doğu Avrupa ve Asya’da gelişmeye başlayan ulusal kurtuluş (ulusal burjuva devrimleri) “rüzgarı”nın Kürtler üzerindeki etkisiyle ortaya çıkan/çıkabilen çok sayıdaki Kürt örgütleri ve yayınlarını göz önüne getirerek; ve yine, yeni Türk devletinin kuruluş sürecinde M. Kemal başta olmak üzere burjuva Türk politikacılarının “Türklerin ve Kürtlerin temsili” üzerine söylediklerini –buna vaatlerini de diyebiliriz– dikkate alarak değerlendirdiğimizde, bir geriye gidiş; egemen sınıfın dayattığı bir toplumsal ve politik gerilik ve gericilik olarak görmek de mümkündür. Kürt gerçeğini görme ve “gereklerini yerine getirme” zorunluluğu, artık üniversitelerde bu tür toplantı ve konferansların yapılmasını da gündeme getirmektedir. Amaçları ne olursa olsun; gerçeği ne kadar bulandırmaya çalışırlarsa çalışsınlar, yaşananlar, gerçeğin (burada Kürt gerçeği) kendini dayatmasıyla, egemenler bakımından da Kürt sorununun şöyle ya da böyle kabulünün ve “çözüm arayışları”nın göstergesidir.

Bu inkâr politikası, başka sonuçlarının yanı sıra, devlet ve hükümet çevrelerinin, bugün artık daha kesin biçimde “çözüm dayatan” bu sorunu nasıl ele alacakları konusundaki “şaşkınlıkları”nın da etkenlerinden biridir. Ulus olarak varlıkları görmezden gelindiği içindir ki, Kürtlere, deyiş yerindeyse, yer ve statü aranmakta; Kürtler, bazen “birinci sınıf vatandaş”, bazen de Türk ulusunu oluşturan “alt etnik kimlik”lerden biri olarak tarif edilmeye çalışılmakta; ama her halükarda Türk ulusundan farklı bir ulus oldukları reddedilmeye devam edilmektedir. Aslında, tarihi süreç açısından bakıldığında, bugünkü egemen politika, 20. yüzyılın başındaki devlet “yaklaşımı”yla kıyaslandığında dahi, ilerleme değil, gerileme olduğu söylenebilir. Bu, bırakalım, o günün koşullarında M. Kemal’in yukarıda aktardığımız “çözüm” görüşündeki gibi “bir tür özerklik”ten ve Kürt bölgesinden seçilen milletvekillerini “Kürdistan mebusu” olarak anmaktan geri basmayı; Kürtlerin ve yaşadıkları toprakların kendi isimleriyle anılmasının reddi açısından da geçerli bir durumdur. Kürt ve Kürdistan sözcüklerinin kullanılması bir yana, Kürtçe isimlerin kullanılması bile, bugünün savcılarının ceza istemli soruşturma tutanaklarından eksik olmamaktadır. Ve haliyle çözüm istemi ve çözümsüzlükteki ısrarın yarattığı gerilim ve çatışma da daha sert ve keskin olmaya doğru evrilmektedir.[4]

İşbirlikçi gericilik, ‘Kürt açmazı’nı bir biçimde aşmanın yol arayışında olmasına karşın, bu görüş ya da politikayı bugün de, ve denebilir ki, daha ‘modern’ biçimler altında sürdürmektedir. Türk devlet ve hükümet yöneticileri, general Karabekir’in, general Çakmak’ın, general Alpdoğan’ın politik-askeri vasiyetleri ve verasetlerine sadık kalmışlar; Kürtleri “hükümete ısındırmak için”, özellikle üst sınıflardan (feodal, burjuva-feodal) etkili şeyh ve aşiret reisleriyle ilişkiye geçip “ruhlarını kazanmak” için çalışmalarının yanı sıra, bu kesimlerden aileler de dahil olmak üzere, Kürt kitlelerine karşı, “pek şedit surette tecziye” (belirgin ve şiddetli cezalandırma) politikasını sürdürmekten geri durmamışlardır. İşte bu politika nedeniyledir ki, bugün Kürt özgürlük mücadelesi, işbirlikçi gericilik ve temsilcilerini açmaza düşürecek bir toplumsal-politik sorun olarak gündemde kalmaya devam etmektedir. Köylerin “teröre karşı mücadele” adı altında yakılıp-yıkılması ve yüz binleri bulan Kürt kitlelerinin topraklarından göçe zorlanmaları, pekala bu politika kapsamında değerlendirilebilir.[5]

 

* * *

“Kürt Konferansı”, böylesi bir konferansın düzenlenebilmesi ve tartışmaya katılan “taraflar”ın sorunu ele alışlarıyla, sorunun, red ya da kabul şeklinde, ama toplumsal gündeme mutlaka bir biçimde “oturduğu”nu bir kez daha gösterdi. Kürtlerin ulusal varlıklarıyla ulusal haklarının inkarı politikasının bir “çözüm” olarak gösterilmesi için, işbirlikçi egemen sınıfın olanakları esas olarak tükenmiştir. Baskı ve inkar politikası devam etse de, artık eskisi gibi götürülemeyecek/sürdürülemeyecektir. “Kürt Konferansı”, başka şeylerin yanı sıra, bu “olanaksızlık”ın, bizzat sistem savunucuları tarafından dile getirilişine de sahne olmuştur. Yeniden özetlersek; Konferans’ta, a-) İnkar ve baskı politikasını “aynen sürdürme”; b-) Kültürel haklar alanında iyileştirmelerin sınırlarını genişletme; c-) Kürtlere de “hamilik yapacak büyük devlet politikası izleme” ve buradan, bölgede Batılı büyük güçlere ve politikalarına “alternatif oluşturma” görüş ve eğilimleri ortaya çıkmış ya da yeniden dile getirilmiştir.

Konferans platformunda ve sonrasında, ister Kürtler adına ve ‘ulusal hak eşitliğini sağlayacağı’ düşünülerek getirilen öneriler, isterse Kürtlerin ulusal varlıklarının reddi temelinde de olsa, kültürel vb. alanlarda yapılacak reformlarla çözüm sağlanabileceği iddialarıyla ortaya konan Türk burjuva liberal aydın tutumu olsun, inkar ve baskı politikasını sürdürmekle, Türkiye egemenlerinin elde edecekleri “istikrarlı” bir sonucun, artık esas olarak olanaklı olmadığı sonucunda birleşmiştir. Sorunun –az sayıdaki bazı konuşmacılar tarafından da olsa– tarihsel bağlantılar ve gelişme süreci kapsamında irdelenmesi; İngiliz ve Amerikan emperyalistleri başta olmak üzere, emperyalist devletlerin bölge ve Kürt politikalarının bazı yönleriyle sergilenmesi; 1920’lerin Türk burjuvazisini temsilen cumhuriyetin kurucu kadrolarının Lozan Konferansı’nda, “azınlıklar sorunu” ve “ Musul sorunu” gibi konular tartışıldığında “Türk ve Kürtleri temsilen” pazarlıklara oturmalarına karşın, devlet, kuruluşunu sağlamlaştırdıkça, şoven-gerici bir inkarcılığı öne çıkararak, Kürt “tenkil ve tehciri” politikasını benimsedikleri vb. konular, dönemin belgelerine; o dönem yöneticilerinin konuşma ve raporlarına dayanılarak bir kez daha gündeme getirilmiştir. Türkiye gericiliğinin “Irak Kürt Federe Devleti’ni de korumaya alarak” bölgenin etkili ve yönlendirici gücü olması yönünde dile getirilen ve Kürt sorununun çözümünü bu tutum ve politikada gören anlayışlar ise, Amerikan emperyalizmi ve büyük emperyalist güçlerin hegemonya için ve pazar ve hammadde kavgası yürüttükleri alanların en önemlilerinden birinde, emperyalizme bağımlı Türkiye’nin “bu rolü oynayabileceği”ni düşünmek gibi, saçmalamanın ifadesi olmaları bir yana; ezilenlerin kaderini işbirlikçi büyük burjuvazinin eline teslim ederek, ulusal baskının “değişik biçim” ya da biçimlerde sürmesine ‘olur vermek’ gibi ciddi bir tehdidi de içermektedirler; ve bu görüşlerle mücadele, ulusal hak eşitliği temelinde özgürce yaşayabilmek için de bir zorunluluktur.

 


[1] 11-12 Mart tarihlerinde Bilgi Üniversitesi’nde gerçekleştirilen Konferans’a, Prof. Dr. Mete Tunçay, Ruşen Arslan, İsmail Beşikçi, Sertaç Bucak, Ayşe Hür, Kürşat Bumin, Nilüfer Akbal, Fransa Rouen Üniversitesi’nden Doç. Dr. Salih Akın, Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanı Osman Baydemir, Koç Üniversitesi’nden Prof. Dr. Fuat Keyman, Prof. Dr. Ahmet İnsel, Gazi Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. Mümtaz’er Türköne, Muhsin Kızılkaya, Mehmet Uzun, Prof. Dr. Naz Çavuşoğlu, Zeri İnanç, Etyen Mahcupyan, Prof. Dr. Baskın Oran, Doç. Dr. Mithat Sancar, Selahattin Kaya, Prof. Dr. Mehmet Altan, Mehmet Ali Birand, Hasan Cemal, Şerafettin Elçi, Doç. Dr. Nihat Ali Özcan, Sezgin Tanrıkulu, Mesut Yeğen, Oral Çalışlar, Celal Başlangıç, Yavuz Baydar, Nevzat Bingöl, Ahmet Hakan, Mustafa Karaalioğlu ve Derya Sazak gibi çok sayıda araştırmacı, politikacı, gazeteci ve üniversitelerde kürsüsü bulunan kişilerin katılacağı açıklanmıştır.

 

[2] Konferans’ın panel konuları olarak “Kürt Meselesinin Evrimi ve Tarihi Arka Plan”; “Kimlik Hakları,
Sosyal ve Kültürel Boyut”; “Azınlık Kavramı”; “Kürt Meselesi ve Devlet Politikaları”; “Kürt Meselesi ve Medya” olarak belirlenmiştir.

[3] Konferansın ikinci gününde “Kimlik Hakları, Sosyal ve Kültürel Boyut” başlıklı panelde konuşan Diyarbakır Belediye Başkanı Osman Baydemir, “Kürt Sorunu”nun “akademik bir ortamda akademisyenler tarafından tartışmaya açılmasının ileri bir adım olduğunu” ve Kürtlerden söz etmenin sorun olmaktan çıkarılması gerektiğini belirterek, sorunun ekonomik, sosyal, siyasal, kültürel boyutlu bir sorun olarak ele alınması ve “bu sorunun aşımı konusunda bütün bu ayrıntıları içeren sivil bir projenin, bir yol haritasının oluşturulması”na olan ihtiyaca vurgu yaparak, izlenen politikanın “iki halkın birbirinden uzaklaşma sürecine girmesi”ne yol açtığını, bunun engellenmesi gerektiğini belirtti.

 

[4] Türk devlet ve hükümet sözcüleriyle gerici-şoven yazar ve sözüm ona tarihçiler, “Cumhuriyet döneminde 29 Kürt isyanı olduğu”nu, Kürtlere yönelik inkar ve imha politikasının örtüsü olmak üzere ve Kürt halkını “durup dururken karışıklık çıkarıp isyan eden, silahtan başka bir çözümden anlamayan bir halk olarak göstermek” amacıyla yineleyip duruyorlar. Bu propaganda, Kürtlerin, üzerlerindeki baskıya karşı mücadelesini karalama ve devletin “tedip ve tenkil” (had bildirme-tepeleme ve cezalandırma) politikasını haklı çıkarma amacıyla bugün de kimi gerici politikacı ve yazarla, lafa, “ömrümü bölücü terörle mücadeleye verdim” diye başlayan emekli generaller tarafından sürdürülmektedir.

 

([5]) Bugün açmaza düşmesine karşın, ısrarla sürdürülmek istenen inkar-baskı ve ayrımcı politikanın, Türkiye Cumhuriyeti devletinin kuruluşu sürecinden başlayarak şekillenen ve giderek belirginlik kazanan Türk şovenisti ve Kürt’ü ulus olarak kabul etmemeyi içeren politika olduğu biliniyor. Bu politikanın özünü, Başbakan İnönü, 27 Nisan 1925’te, Türk Ocağı Kongresi’ndeki konuşmasında, “Biz açıkça milliyetçiyiz ve milliyetçilik bizi birleştiren yegâne unsurdur. Türk çoğunluğunun yanında diğer unsurların hiçbir etkisi yoktur. Her ne pahasına olursa olsun, ülkemizde yaşayanları Türkleştirecek, Türklere ve Türkçülüğe karşı çıkanları yok edeceğiz…” şeklinde dile getirmişti. Yeni Türk devletini kuran asker-politikacı kadroların izleyecekleri Kürt politikasının hatları, Türk burjuvazisinin konumu güçlendikçe belirginlik kazandı. Kürtler için “tedip ve tenkil” dönemi başlamıştı. Konferans’taki bazı konuşmacılar, Kürt özgürlük mücadelesine karşı izlenen devlet ve hükümet politikalarını, Cumhuriyet’in ilk dönemlerinden başlayarak sürdürülen politikayla bağlantıları içinde eleştirilere tabi tuttular. Ruşen Arslan, 1920’li yıllardaki devlet ve ordu yöneticilerinin yürürlüğe koydukları ve örneğin 3. Ordu Müfettişi General Kazım Karabekir tarafından, “taltif ve tehditten aynı derecede müteessir olan bir millet” olarak tarif edilen Kürtler’e karşı, “tehdit”in “taltiften ziyade müessir ve faydalı” görüldüğü görüşüne dikkat çekti.

Emekçi Kadınların Durumu ve Olanaklar Işığında Görevlerimiz

Dünyada ve ülkemizde itildikleri konum ve yüz yüze geldikleri sorunlar, emekçi kadınların harekete geçme koşullarını da olgunlaştırıyor.

Emperyalizm ve işbirlikçi hükümetler, gerici sistemin tüm araçlarıyla, kadınları kuşatarak, sömürü çarklarının arasında kaybederek, çalışma ve sosyal yaşamın dışına iterek, burjuvazinin dayanağı haline getirmeye çalışıyor. Ancak diğer yandan tüm bu baskılar ve sömürü mekanizmasının çelişkileri, giderek emekçi kadınlar açısından daha görünür olmaya başladı ve doğal olarak da kadın kitlelerinin mücadeleye daha etkin bir biçimde katılımını hızlandırdı.

Geçtiğimiz aylarda kendi ülkemizde yaşanan gelişmeler bu nesnel duruma örnek verilebilir.

29 Aralık’ta, Bursa’da, yatak fabrikasında çıkan yangın sonucu 5 kadın işçinin yanarak can vermesi, bir yandan hepimizi yürekten üzerken, diğer yandan sisteme olan öfkemizi biledi. Patronların kâr hırsını ve kadın işçilerin çalışma koşullarını gözler önüne sererek; kölelik koşullarında çalıştırılmanın son bulması, iş güvenliği ve sigorta taleplerinin özellikle 8 Mart eylemlerinde daha yüksek sesle dillendirilmesine neden oldu.

Benzer şekilde, tüm dünyada kadınların giderek daha fazla sömürü, yoksulluk ve şiddete maruz kalması, emekçi kadınların uyanması, harekete geçmesi, emeğin saflarında emperyalizme ve gericiliğe karşı örgütlenmesinin olanaklarını da arttırıyor. Bu olanakların işçi sınıfının ve emekçi kadın hareketinin ileri kesimlerine, sınıfın partisine yüklediği görevler üzerine eğilmeden önce, içinde bulunduğumuz nesnel durumu gözden geçirmekte fayda var.

 

KADINLAR YOKSULLAŞIYOR YOKSULLUK KADINLAŞIYOR

Dünyadaki işlerin yüzde 60’ını yapan kadınlar, toplam gelirin yüzde 10’una, dünya üzerindeki malvarlığının yüzde 1’ine sahipler… Tek başına bu rakamlar bile, “küreselleşme” denen şeyin ya da neo-liberal kapitalist saldırganlığın kadın emeğini ne kadar değersizleştirdiğini göstermeye yetiyor. 16 yıllık Tekel işçisi Halise Tüzün “Kendimi bildim bileli çalışıyorum” diyor, Evrensel Gazetesi’ndeki röportajında. Kadınlar, yüz yıllardır, çok küçük yaşlardan ölene dek her türlü işi yaparak, aslında yaşamı üretiyorlar; ancak karşılığında aldıkları, işsizlik, yoksulluk, aşağılanma, baskı ve şiddetten başka bir şey değil. Yeryüzündeki mutlak yoksulluk sınırındaki 1,5 milyar kişinin yüzde 70’ini kadınlar oluşturuyor.

Kadınların her zaman daha az ücret alması, üzerlerindeki artı değer sömürüsünün bu denli fazla olması, kadın-erkek eşitliğinde alınması gereken mesafeyle açıklanabilir mi? Bu durumda, burjuvazinin kadın özgürlüğü konusundaki samimiyetsizliğini, kadınları yoksullukta bile erkeklerle eşitlemeye yanaşmamasını görmezden gelebilir miyiz?

Kapitalistler, kârlarını arttırabilmek için, kadını ikinci sınıf gören ataerkil sistem ve onun ürettiği toplumsal ilişkilerden sonuna dek yararlanmakla kalmayıp, kendisi için hayati olan bu eşitsizliği yeniden üretmektedir. Çünkü kadınlara ucuz işgücü olarak ihtiyacı vardır ve bunu sağlayan her durumun devamı için çalışır. Örneğin kadınların ev işleri, çocuk bakımı gibi toplumsal rollerini üstlenmeye devam etmesi, kapitalist açısından, emekçinin ertesi güne hazırlanmasının bedavaya getirilmesidir. Türkiye’de 12 milyon ev emekçisi kadın, bu şekilde, işgücünün tamamen dışında sayılmaktadır. Yine ülkemizde çalışan kadınların yarısı, aile işletmelerinde ücretsiz olarak çalıştırılmaktadır. Geriye kalan yarısının emeği de aileye ek gelir olarak görüldüğü için, patronların ihtiyacı olduğunda çağırıp, istediğinde ilk işten çıkardığı kadın işçiler, erkek sınıf kardeşlerine göre daha az ücrete kolayca razı edilmektedir. Hatta sermaye, kadın emeğini kayıt altına bile almamaktadır: TÜİK Hane Halkı İşgücü Anketi’ne göre, kadınların yüzde 71.2’si kayıt dışı çalıştırılmaktadır, yani sosyal güvenlikten yoksundur. Kayıt dışı sektör de, kadınların sanayiden eve iş alma, temizliğe gitme, çocuk ve hasta bakma, konfeksiyonda çalışma, evde yemek, örgü, dantel, dikiş yapma gibi kadınlık rollerinin devamı kabul edilen işlerden oluşuyor.

Kapitalistlerin evli ve çocuklu kadınlar yerine çocuksuz ya da bekar kadınları tercih etmeleri, hatta işe alırken evlenmeyi düşünüp düşünmediklerini sormaları veya belirli bir süre için çocuk yapmayacaklarına dair taahhütname imzalatmaları, kadınları, hızla bu tür işlere yöneltmektedir. Evlilik ve doğum, kadın işçilerin işten ayrılma nedenlerinin yüzde 70’ini oluşturuyor.

Bu tablo, ülkemizde emekçi kadınlar açısından iki temel talebi açığa çıkardı. İlki; sigortalı ve normal mesai saatleri içinde bir iş. İkincisi de, çalışma yaşamına katılabilmek için, kreşler ve bakımevleri. İş isterken, ücretinden ziyade sigorta ve mesai saatinin öne çıkması, bir yandan kadın emeğini değersizleştiren piyasa koşullarının dayatmasından kaynaklanırken, diğer yandan ve buna rağmen, kadınlar açısından, ailesine karşı sorumluluklarını da sürdürebileceği bir iş ve sosyal güvencenin ne kadar ihtiyaç olduğuna işaret ediyor.

HER BİÇİMİYLE ŞİDDETİN HEDEFİNDEKİ KADINLAR

İşsizlik, yoksulluk, eğitimsizlik, kadına yönelik şiddeti katmerleştiriyor. Bursa’daki yangın, şiddetin kaynağına ve derecesine işaret ediyor. Çalışma yaşamında şiddet doğrudan emeğine el koyma, yok sayma, insan hayatını değersizleştirme biçiminde şekillenirken, aynı zamanda, ev içinde ve toplumsal alanda fiziksel, cinsel ve psikolojik şiddet biçimiyle ve eş, baba, akrabalar eliyle uygulanıyor.

Türkiye’de kadına yönelik şiddet, en az dünya genelindeki rakamlar kadar ürkütücü boyutlarda. Kadınların yüzde 65’i bir şekilde şiddete maruz kalıyor, şiddetin yüzde 95’i aile içinde yaşanıyor. Erkeklerin yüzde 45’i, kadının kendisine itaat etmemesi durumunda dövme hakkı olduğuna inanırken, kadınların yüzde 40’ı, kocalarının dövmesini kabulleniyor, yüzde 63’ü, şiddetin gerekçesi olacağını düşünüyor.

Kimi çevreler, kadına yönelik şiddeti yalnızca zihinsel bir problem olarak ele alıyor. Dolayısıyla da, erkeklerin eğitilmesini şiddeti durdurmak için yeterli görüyor, işi, beyin nakli yaptırmaları gerektiğini söyleyecek kadar ifrada vardırıyorlar. Uluslararası Af Örgütü’nün konuyla ilgili kampanyası çerçevesinde futbolcuların sahaya kadına yönelik şiddete son pankartlarıyla çıkarılması da, bu yaklaşımın bir sonucu.

Elbette, aile içi şiddetin en azından azaltılması açısından, eğitimin, eşlerin birbirini anlamasının önemini yok saymıyoruz. Ancak zora, eşitsiz güç ilişkilerine ve baskıya dayanan ve kadın üzerindeki şiddetin asıl sorumlusu olan sistemi hedef almadan ne kadar başarılı olunabilir?

İşsizlik, yoksulluk, kadının ekonomik olarak bağımlı hale getirilmesiyle birlikte, ataerkil sistemin, toplumsal yapı, gelenekler eliyle kadınları evlenmeye ve şiddete rağmen evliliği sürdürmeye zorlaması, aile içi şiddeti koşullayan etkenler arasında. Ancak şu da bir gerçek ki, aile içi şiddetin bu ürkütücü boyutları, hem üzerinde daha derinlikli incelemeyi, kadınları daha fazla dinleyip anlamayı, hem de şiddete karşı yükseltilen her çığlığın yanında olmayı, en küçük çabayı desteklemeyi gerekli kılıyor. Bunu yaparken gözetilmesi gereken, mızrağın sivri ucunun sistemin karnına batırılarak, kadın kitlelerinin kurtuluşunun sınıfsız, sömürüsüz, şiddetsiz bir dünya için birleşmekte olduğunun unutulmaması.

 

SAVAŞ, YOKSULLUK VE FEODAL CENDEREDE DİRENEN KÜRT KADINI

Bölgede yıllardır süren şiddet ortamı, baskı ve yasaklar, üç kat ezilen Kürt kadınlarının barış, özgürlük ve demokrasi için sokağa çıkmasına ve mücadele içinde feodalizme ve katı geleneklere karşı da savaşmasına zemin hazırladı. Bu ilerleme, onu, kadın hareketinin en önemli dinamiklerinden biri haline getirdi. Geçtiğimiz 8 Mart eylemlerinde de olduğu gibi, Kürt kadınları, kitleler halinde, mücadelenin en ön safında yer almaya devam ediyor.

Ancak özellikle Batman’da yaşanan intiharlar da gösteriyor ki; yıllarca süren savaş ortamı ve hâlâ süren anti demokratik uygulamalar, göç ve ekonomik sorunların yanı sıra, aile içi ve toplumsal baskıların sürmesi de, Kürt kadınlarına ağır bedeller ödetmeye devam ediyor.

Tunceli Kadın Platformu’nun 8 Mart sürecinde düzenlediği paneldeki “Biz artık evlat acısı çekmek istemiyoruz” feryadı, Tunceli’de kadınların önemli bir bölümünün depresyon ilaçları kullanıyor olması, kapitalist baskı ve zorun, inkar ve asimilasyon politikalarının sonuçlarını yansıtıyor.

Ulusal mücadelenin ön safındaki konumunu koruyan Kürt kadını, kadın olarak özgürleşmesinin de kaldırım taşlarını dizerek, ilerliyor. 8 Mart eylem ve etkinliklerinin “mutfağı” olan platformlarda, Kürt kadın hareketinin temsilcilerinin aldığı tutumlar ve yaşanan tartışmalar, bu ilerlemenin yeni bir aşamaya geldiğine işaret ediyor. Bu platformlarda kadın örgütlerinin ve feminist yapılanmaların konumu, ayrıca irdelenmesi gereken bir konu. Ancak son birkaç yıldaki gelişmeler gösteriyor ki, Kürt kadın hareketi, ulusal mücadelenin seyriyle de ilgili olarak, kendisine akacak mecra aramaktadır. Kadın, emekçi ve yoksul olmasından kaynaklı talepleri de öne çıkmaya başlamıştır, ve bunları ifade edeceği kanallar, dışarıdan (ya da yukarıdan) müdahalelere açık haldedir. Kürt kadın hareketindeki feminizm etkisinin gün geçtikçe daha belirgin hale gelmekte olduğu açıktır. Bu etkilenmenin, kadın kitlelerinin kendiliğinden hareketinin bir getirisi değil, daha çok, ‘yukarıda’ kurulan ilişkilerin yansıması olduğunu söylemek abartı olmayacaktır. Kürt kadınlarının, kadın olarak özgürleşmesi için de mücadeleye girişmesi elbette olumlanmalıdır; ancak feminizmle kurulan bağın Kürt kadın kitleleri arasında yayılmak ve belki de egemen hale getirilmek istenmesi eğilimi, gerçekleşme şansı ve ne kadar başarılabileceğinden bağımsız olarak, hem ulusal taleplerin hem de sınıfsal mücadelenin üzerinin örtülmesi tehlikesini barındırmaktadır. Emek hareketinin, sınıf partisi ve ideolojisinin kurduğu ilişkilerin düzeyi ve yaygınlığının bu tehlikenin bertaraf edilmesindeki belirleyiciliğini göz ardı etmemeliyiz.

8 MART EYLEM VE ETKİNLİKLERİNİN İŞARET ETTİKLERİ

Dünyada ve ülkede kadınların ezilmişliği, aşağılanması, kadın özgürlüğüyle kapitalizm arasındaki çelişkiler daha fazla açığa çıktıkça, kadınlar, içinde bulundukları durumu daha net çizmeye ve taleplerini ifade etmeye başlıyorlar.

Bu yılki 8 Mart eylem ve etkinliklerinin yaygınlığı, en küçük çağrımıza verilen olumlu yanıtlar, etkinliklerde kadınların kendini ifade etme isteği, kadınların mücadeleye katılmasının koşullarının olgunluğuna işaret ediyor. Neredeyse her yerde etkinliklerin Bursa’da yanarak ölen kadın işçilere adanması, tüm kesimlerden kadınların kölelik koşullarında çalıştırılmaya karşı tek yumruk olması, kadın cinayetlerinde katledilen kadınların feryadını yüreğinde hissetmesi, kadınlar arasındaki dayanışma duygularının geliştiğini gösteriyor. Bununla birlikte, burjuvazinin yaşamın her alanındaki kuşatması devam ediyor.

Sigortalı ve normal mesai saatleriyle bir iş, kreş ve bakımevleri, şiddetin son bulması, kadınların çalışma ve sosyal yaşama katılımının önündeki tüm engellerin kaldırılması gibi talepler daha net bir biçimde ifade edilirken, bu taleplerin gerçekleşmesi, yaşamlarının değişmesi, güzelleşmesi konusunda, kadınlar umutsuz olmasa da, hâlâ cesaretsiz. Toplumun en örgütsüz kesimi olması ve eğitimden, sanattan, birlik ve dayanışmadan yoksun bırakılmasının etkilerini kırmak için ne kadar çok teşvik ve ilgiye de ihtiyacı olduğu ortaya çıkıyor.

Örneğin Ankara’da sınıf partisinin düzenlediği ev toplantılarının tamamında konuşulan genel sağlık sigortası yasasının getireceklerini öğrendikçe, gelecekleri için kaygılanıyorlar, ama saldırıyı durdurma konusunda kendilerini zayıf görüyorlar. Kendilerini, dünyadaki işlerin yüzde 60’ını yapan kadınlar olarak değil, toplam gelirin yüzde 1’ine sahip kadınlar olarak görüyorlar.

Onlarla arada bir görüşerek emekçi kadınların dertleri ve sıkıntıları karşısında bir talepler manzumesi sunmak ya da düzenlenen kimi etkinliklere genel çağrılar yapmak, kadınların örgütlenmesinin önündeki engelleri aşan türden bir çalışma değil.

Asıl mesele, iktidar hedefine sıkı sıkıya bağlı, ama öncelikle kendi mahallesi ve işyerindeki kadınlarla en acil talepleri etrafında birlik ve dayanışmayı örmesini sağlayacak yardımı sunabilmek. Kimi zaman “partiye getirmek” diye ifade edilen partili mücadeleye kazanmak konusunda yaşanan sıkıntıların kaynağında da, çalışmayı kavrayış sorunu yatıyor. Kadınların parti saflarına katılması, ona, partili kadınlarla daha sık görüşmekten öte şeyler ifade etmelidir. Kendi etrafındaki kadınlarla ve giderek ülke düzeyinde kadınlarla ve emek mücadelesiyle birleşmesini, ortak mücadele bilinci geliştirmesini, hak alıcı bir gelişkinliğe ulaşmasını hedeflemek, daha uzak bir hedef gibi görünse de, tam tersine, en temel derdi için bugün harekete geçmeyi salık vermektedir.

8 Mart sürecinde ülke düzeyinde toplantılarda, şenliklerde, panellerde yüz yüze geldiğimiz binlerce kadınla bağımızı ileri bir aşamaya taşımanın yolu, onlarla günlük bir bağ kurmak –ki bunun en temel aracının günlük gazete olduğu/olacağı bilinmez değil– kendi mahallesinde, işyerinde, yaşamının içinde doğal örgütlenmelere çağırmaktır. En yakınındakiyle kurduğu bu birlik ve dayanışma, yerel taleplerin ortaya çıkması ve onlar uğruna mücadelenin kadınları birleştirmesine, örgütlülüğün gücünü kimi taleplerini kazanarak görmesine, duygu ve düşüncelerine değer verilen, geliştiği, insiyatif ve cesaret kazandığı bir çalışmaya hizmet etmelidir. Sermayeden bağımsız, anti emperyalist nitelikte örgütlenmeler, yani bağımsız kadın örgütlenmesi, ancak böyle bir çalışmayla mümkün olabilir. Ajitasyon ve propagandamızın içeriği de böylece daha yerel ve zengin hale gelecektir.

Örneğin evde parça başı iş yapan, temizliğe giden kadınların oranı azımsanmayacak kadar çoktur. AKP hükümetinin kadına yaklaşımı ve politikaları da, kadınların eve kapatılarak ülke ekonomisine katkıda bulunmasını öngörmektedir. Kadın istihdamı zirvesinde, Çalışma Bakanı’nın, patronlar için ucuz işgücü, sigorta ve diğer maliyetlerden kurtulma anlamında eve iş vermeyi, fason üretimi, kadınların ülke kalkınmasına katkısı olarak öne çıkarması, bunun bir yansımasıdır. Hem kadınların ucuz emeği üzerinden ceplerini dolduracaklar, hem de kadınlar evden dışarı çıkmayacak, hakkını aramayacak. Bir taşla iki kuş.

Peki biz, yoksulluğunu bir nebze olsun gidermek, aileyi ayakta tutmak için gece gündüz dikiş diken, dantel ören, temizliğe giden kadınların örgütsüzlüğü, dağınıklığı nedeniyle emeğinin bu kadar değersizleşmesi karşısında nasıl bir çaba içinde olmalıyız? Hükümetten ve yerel yönetimlerden meslek edindirme kurslarıyla birlikte, aynı zamanda bir “imdat sibobu” olarak, ürettiklerini de aracılar olmadan pazarlayabilecekleri olanaklar istemek, kadınların kendi aralarındaki birliği mahallede kurmaya başlamalarının aracı olabilir.

Benzer şekilde yüz yüze geldiğimiz pek çok kadın, çalışsın ya da çalışmasın, çocukların eğitimi ve aralarındaki iletişimle ilgili problemler yaşadığını ifade etmektedir. Çocukların eğitimlerini desteklemek ve anne işteyken sokakta bırakmamak amacıyla, okul çağındaki çocukların yardımcı öğretmenlerle ders çalıştığı etüd merkezleri, gençlik merkezleri; okullarda yaşanan şiddet olayları, bıçaklanmalar, uyuşturucu ve çeteleşmenin yaygınlaşması göz önüne alındığında, giderek ihtiyaç haline gelmektedir.

Bu çalışmalar içerisinde, mahallesindeki, evindeki sorunun kaynağının sermayenin ülke ve dünya ölçeğindeki saldırısı olduğunu görmesi ve bunlara karşı mücadele etmesi, propagandamızın içeriğine ve derinliğine bağlıdır. Parasız eğitim, parasız sağlık, güvenli bir gelecek için yaptığımız genel çağrılara verilen cevaplarla, yaşama alanlarımızın en küçük biriminden başlayarak, örgütlenmiş kadınların vereceği cevap da farklı olacaktır. Emekçi mahallelerindeki parti çalışmasının gelişmesi, parti grupları oluşturmak, herhangi bir talep etrafında mücadele komiteleri kurmak, emekçi kadınlar arasında yürüttüğümüz böyle bir çalışmayla daha mümkün olacaktır.

Geçmiş yıllara oranla, yerel örgütlerimizin kadın kitleleri içinde çalışma yürütme, uyanışa geçen kadınların çalışmaya dahil edilmesi konusundaki ilgisinin ve çabasının arttığı görülmez değil. EMEP 4. Kongresi’nin tespitlerini de doğrular biçimde, emekçi kadınlar arasındaki çalışmanın sorumluluğunu üstlenen ve kadın kitleleri içinde var olma çabasına girişen hiçbir örgütümüzün çağrıları yanıtsız kalmadı. 8 Mart’ın ardından, bugün henüz sınırlı da olsa edindiğimiz mevzileri ilgisizliğe ve istikrarsızlığa terk etmemek, en temel görevlerimizden biri.

8 Mart sürecinde yapılan ev toplantıları ve etkinliklerin yaygınlığı ve sayısı ile gazeteye yansıyanların sayısı arasında çok ciddi bir fark var. Edindiğimiz mevzileri korumanın, ilerletmenin yolunun, kadınlar arasında günlük bir gazete dağıtımını örgütlemek olduğu kadar, kadınların, duygularını, düşüncelerini, kazanımlarını, yaptıklarını, yapmak istediklerini, yollarını bu gazetenin sayfalarında bulabilmesi olduğunu unutmamalıyız. Bu nedenle, sınıf partisinin her düzeydeki örgütü, birikmekte olan deneyimler ışığında, kadın kitleleri içindeki çalışmasını, günlük gazete dağıtımı, okutulması ve yazılması temelinde yenilemelidir.

Sendikaların emekçi kadınların sorunlarına ve örgütlenmesine olan ilgisinin birkaç istisna dışında zayıflığı aşikardır. Hem işçi sendikaları hem de kamu emekçileri sendikalarında, sınıftan yana, mücadeleci sendikacılara düşen görev, işyerlerinden başlayarak kadınların sorunlarına eğilecek, kadınların emek hareketine ve sendikal mücadeleye katılımının önündeki engelleri kaldıracak bir çalışmanın hayata geçirilmesidir. Bu çalışmanın sürükleyicisi olması gereken sınıf bilinçli kadınların görevlendirilmesi ve desteklenmesi, parti örgütlerimizin görevidir.

Çorlu’da bir kadın işçinin “Biz hayatı eşlerimizle paylaşıyoruz, ama eşlerimizle evdeki sorumlulukları paylaşamıyoruz. Oysa bir çift güzel söz de yeter” sözleri, kadınların, özellikle eşlerinden teşvik ve yardım beklediğinin göstergesidir. Erkek sınıf kardeşlerimiz, eve, ev işlerine hapsedilen ve mücadeleye katılmayan her kadının burjuvazinin dayanağı olmaya, kendisinin değil, kendisiyle birlikte kapitalizmin kölesi olmaya devam edeceğinin bilincine vardıkça, emekçi kadınların ekmek ve gül yürüyüşü hızlanacaktır. Bu yürüyüş hızlandıkça da, savaşsız, sömürüsüz bir dünya ve sosyalizm mücadelesine güç verecektir.

AB Tartışmaları Ekseninde İç ve Dış Dinamikler

Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne üyeliği konusunda yürütülen propagandanın başını çeken tekelci burjuvazinin sözcüleri, Türkiye’nin AB üyeliği doğrultusunda müzakerelere başlamasının, yaklaşık iki yüzyıldır devam eden “çağdaşlaşma süreci”nde bir dönüm noktası ve demokratik bir dönemin başlangıcı olduğunu savunuyor. Bu söylem, 1980’li yıllardan bu yana solda giderek güç kazanan liberalizmin etkisiyle, sol aydınlar ve liberal solcu siyasi akımlar nezdinde AB projesini cazip hale getiriyor. Bu propagandanın etkisi, ekonomik bir birlik olarak gündeme gelen Avrupa Birliği projesinin, 1990’lı yıllardan itibaren, üye ülkeler arasında siyasi bir birlik sağlamaya dönük bir rota değişikliğine girmesiyle artışa geçti. Başta “Kopenhag Kriterleri” olmak üzere, AB’nin temel metinlerinin içerdiği biçimsel demokratikleşme söylemi, liberal solun, olası AB üyeliğini, AB ülkelerinin sahip olduğu kabul edilen demokratik kültürel ve sosyal standartları da Türkiye’ye taşıyacağı beklentisi ile sahiplenmesine yol açtı.

Liberal solun temel hareket noktasını, Türkiye’nin, AB’nin “sağlayacağı” dönüşümleri kendi içinde gerçekleştirecek iç dinamiklere sahip olmadığı inancı oluşturuyor. Örneğin sol liberalizmin duayenlerinden ve AB’nin ateşli savunucularından Murat Belge, bir vesileyle, “biz adam olmayız” kabilinden şunları yazıyor:

Üyelik hedeftir, değildir, bana göre ikincil konu; asıl sorun, bu toplumun çağdaş demokratik düzeye ulaşmasıdır. Ama işte, buyurun: bu düzeye ulaşmak için gerekli dinamikleri, bugün hâlâ, kendi içinden üretemiyor.” (Radikal, 8 Kasım 2005)

Türkiye’nin AB’ne üye olmasını siyasi projesinin temel dayanağı olarak gören ÖDP çevresi ise, giderek çekingenliğini atıyor ve açıktan AB destekçiliği yapıyor. Bir dönem, bu çevrenin liberalizm yönündeki ideolojik dönüşümünün öncülüğünü yapmış olan Melih Pekdemir şunları söylüyor:

Bizde dış dinamiklerle gelişen kapitalizmin burjuva devrimi de yine dış dinamiklerle, yani dışarıdan olabilirdi; ve bir de tepeden… 6 Ekim, gecikmiş bir devrimdir; ve bir tesellidir. …Türkiye’de olup bitenlerin en kestirme ve isabetli değerlendirmesi ‘tepeden ve dışarıdan devrim’ olarak ifade edilebilir. …AB üyeliğine hayır demek solculuğun kıstası değildir. … şurası kesin; AB’ye üye olmak, elbette olmamaktan yeğdir.” (Birgün, 11 Ekim 2004)

Türkiye’nin AB üyeliğini oldukça iyimser bir biçimde ele alan eski TİP milletvekili ve Kürt aydını Tarık Ziya Ekinci de, ne yazık ki aynı fikirde:

Bugünkü nesnel koşullarda Türkiye’nin iç dinamiklerle demokratikleşmesi, kalkınıp modernleşmesi mümkün değildir. Bunun, göreli de olsa, gerçekleşmesi ancak dış dinamiklerin (AB) itici gücüyle mümkündür.” (Radikal İki, 18.12.2005)

Türkiye’de “demokratikleşme” ve “kalkınma” için gerekli iç dinamikler gerçekten yok mu? Bu sorunu, iç dinamiklerin bulunup bulunmadığı sorusu çerçevesinde tartışmanın pratik bakımdan yararı bulunmuyor. Çünkü sorun, temelde, genel olarak toplumların tarihsel gelişiminin ve bu çerçevede mevcut dünya ve ülke gerçekliğinin nasıl ele alındığı ile ilgili. Yani ideolojik bir içeriği olan, yöntemsel ve teorik bir sorun. Dolayısıyla bu yazıda, iç ve dış dinamikler sorununu açıklığa kavuşturmaya çalışırken, Türkiye’nin AB üyeliğine “sol”dan destek veren çevrelerin, mevcut gerçekliği teorik açıdan nasıl kavradıklarını ve bu kavrayış biçiminin, üzerinde durdukları ideolojik platformla ilişkisini berraklaştırmaya çalışacağız.

 

-I-

İlk olarak, Tarık Ziya Ekinci’nin Türkiye’de demokratikleşme ve kalkınma için gerekli iç dinamiklerin bulunmadığı iddiasını dayandırdığı “Marksist açıdan” yapılmış şu gözlemine kulak verelim:

Marksist açıdan Türkiye’nin AB üyeliğini sorgularken, hem sosyal sınıfların konumunu, hem de emperyalist sistemin bir parçası olan AB’nin nasıl bir güç odağı olduğunu doğru değerlendirmek gerekir. …Türkiye orta derecede sanayileşmiş, gelişmekte olan bir ülkedir. Nüfusunun yüzde 40’ı kırsal alanda yaşıyor. Son yıllardaki kitlesel iç göç nedeniyle şehir varoşlarında yaşayan yığınlar da şehirleşemedikleri için, köylülük ideolojisine bağlı nüfus oranı yüzde 60’ın üstündedir. İşçi sınıfı nicel bakımdan yetersiz, büyük ölçüde dinsel dogmatizmin güdüsündeki vasıfsız öğelerden oluşur. Henüz kendisi için sınıf olma sürecine giremedi. Memur ve hizmetli konumundaki emekçiler ise, çoğunlukla milliyetçilik dozu yüksek küçük burjuva ideolojisine bağlıdır. Bu gerçekler, Türkiye’de sosyalist iktidar perspektifine bağlı Marksist bir partinin nesnel koşullarının olmadığını ve marjinal kalmaya mahkum bu tip partilerin devrim yaparak toplum sorunlarını çözecekleri iddiasının da bir aydın fantezisi olmaktan öteye geçmediğini kanıtlamaya yeterlidir. …Büyük sanayi burjuvazisinin öncülüğündeki sermaye sınıfı ise, AB’den yana olmakla birlikte, ekonomik ve siyasal liberalizmi bir bütün olarak algılamakta yetersizdir. Sınıfsal çıkarlarının gereği olarak asker-sivil bürokrasinin yörüngesinde kalmayı yeğliyor ve demokrasiye AB’nin değil, militarizmin ölçütleri içinde yaklaşıyorlar.

Bu uzunca alıntının nedeni, Ekinci’nin orijinal şeyler söylemesi değil; Türkiye’de, üzerine siyasi stratejiler inşa edilen ve “Marksist açıdan” yapıldığı iddia edilen tespitlerin Marksizme uzaklığını gösteren iyi bir örnek olması. Burada Ekinci’nin, Türkiye’de toplumsal sınıfların analizini yaparken kullandığı ifadelere dikkat edelim: “Köylülük ideolojisine bağlı nüfus, büyük ölçüde dinsel dogmatizmin güdüsündeki vasıfsız öğelerden oluşan işçi sınıfı, çoğunlukla milliyetçilik dozu yüksek küçük burjuva ideolojisine bağlı memur ve hizmetli konumundaki emekçiler, ekonomik ve siyasal liberalizmi bir bütün olarak algılamakta yetersiz burjuvaziGörüldüğü gibi, Ekinci, toplumsal sınıfların sosyoekonomik konumlanışlarını içeren objektif bir sınıf analizi değil, bir tür ideoloji analizi yapıyor ve analizinde, sınıfları, objektif konumları bakımından değil, sözde ideolojik tutumları ile ele alıyor. Ve buna dayanarak, Türkiye’de bırakın devrim yapmayı (ki bu, “aydın fantezisi”dir!), asgari bir burjuva demokrasisi için bile, gerekli iç dinamiklerin bulunmadığı sonucunu çıkarıyor.

Bu yaklaşımın, her şeyden önce, Marksist yönteme tümüyle yabancı idealist bir yaklaşım olduğunu vurgulayalım. “Marksist açıdan” yapılan bir tahlil, emekçilerin, egemen sınıfların gerici dünya görüşünün arkasına takılmasını, maddi yaşamdaki ilişkilerin bir sonucu olarak yorumlar. Marksist tarih anlayışına göre, “fikirlerin, anlayışların ve bilincin üretimi, doğrudan doğruya insanların maddi faaliyetine, karşılıklı maddi ilişkilerine ve gerçek yaşamın diline” bağlıdır. Her çağın egemen düşünceleri, egemen sınıfın kendi iktidarının sürekliliğini sağlamak için ihtiyaç duyduğu düşüncelerdir. Bunun temel nedeni, sınıf iktidarını yalnızca baskı ve zora dayalı olarak sürdürmenin olanaksızlığıdır. Eğer egemen sınıf, kendi düşüncelerini toplumdaki egemen düşünce haline getiremezse, hakimiyetini sürdüremez. İdeoloji bu noktada devreye girer. Egemen sınıfın ideolojisi, gerçek dünyanın ilişkilerini çarpıtarak, emekçilerin, mevcut düzenin değiştirilemeyeceğine inanmasını sağlar. İdeolojinin yeterli olmadığı hallerde ise, devreye, baskı ve zor araçları (mahkemeler, hapishaneler, işkence, terör vb.) girer.

Marksizm, burjuvazinin sınıf iktidarının karşısına, işçi sınıfı iktidarı hedefiyle çıkar. Bunun için, burjuva egemenliğinin işçi sınıfı devrimi yoluyla yıkılması gerektiğini söyler. İşçi sınıfının devrimci potansiyelini ise, onun kapitalist üretim ilişkileri içindeki nesnel konumuna dayandırır. Bu nedenle, Marksistler, devrim için, işçi sınıfının en geniş kesimlerinin, kapitalizme karşı başta ekonomik talepler olmak üzere çeşitli biçimler altında yürüttüğü mücadelenin içinde yer alarak, burjuva ideolojisinin ve diğer gerici ideolojilerin etkisini kırmaya ve bu mücadeleyi kapitalizmin yıkılması hedefine bağlanan politik bir mücadeleye dönüştürmeye çalışır.

İşçi sınıfı, Ekinci’nin beklediği gibi, politik bir müdahale olmadan sınıf bilincine sahip olabilseydi, ne politikaya ne de partiye ihtiyaç olurdu. Ne var ki işçi sınıfı, kapitalizme karşı günlük mücadelesi içerisinde, ancak ekonomik ve sendikal bir bilince ulaşabilir. İşçi sınıfının egemen sınıf haline gelebilmesi için, karşısında tepeden tırnağa örgütlü bulunan burjuvaziye karşı, kendi mücadelesini tek bir hedef doğrultusunda birleştirecek, mücadelenin ihtiyaç duyduğu program, strateji ve taktiği oluşturacak bir parti içerisinde birleşmeye ihtiyacı vardır.

İşçi sınıfı partisi, en geniş işçi ve emekçi kesimleri içerisinde politik bir amaçla, işçi sınıfı iktidarı için mücadele eder. Ekinci, ülkenin azgelişmiş olması, işçi sınıfının nicel olarak toplumda zayıf bir azınlığı teşkil etmesi, burjuva demokratik hakların kazanılmamış olması gibi tespitlerden hareketle, devrim ve iktidar hedefinin, sosyalizm için gerekli koşulların burjuvazi tarafından olgunlaştırılacağı (!) bir vadeye ertelenmesini önermektedir. Marksizmin toplumsal gelişmeye dair analizinin çarpık ve şematik bir biçimde kavranmasından kaynaklanan bu yaklaşımın mantıksal sonucu, günümüzde her türden gericiliğin kaynağı olan tekelci burjuvazinin açıktan destekçiliğini yapmaktır.[1]

Türkiye gibi geri ve bağımlı bir kapitalizmin hüküm sürdüğü, gerici bir siyasal rejimin hakim olduğu bir ülkede işçi sınıfı partisinin görevi, sayılan sorunları gözeterek oluşturulan bir programdan hareketle gerekli strateji ve taktikleri hayata geçirmektir. Kaldı ki, günümüz Türkiyesi bağlamında konuşacaksak, işçi sınıfı hareketinin kendiliğinden yükselişinin dahi ne denli muazzam bir politik bir güç oluşturduğu yakın geçmişin deneyimleriyle birçok kez görülmüştür.

 

-II-

Ekinci yazısında şöyle diyor: “Türkiye’de ancak ab’nin öngördüğü reformlar yapılarak demokratik bir düzen kurulduktan sonradır ki, işçilerin, emekçilerin ve sosyalist aydınların özgürce örgütlenmeleri ve sosyalist bir düzen için mücadele etmelerinin yolu açılır.

Türkiye’de, AB’nin öngördüğü reformlar yapılarak, “demokratik bir düzen” kurulması mümkün müdür? Bu sorunun yanıtını uzun uzun tartışmak yerine, AB demokrasisi hakkında bir iki temel noktaya değinmekle yetinelim. AB çerçevesinde gündeme gelen herhangi bir metinde Susurluk ya da Kontrgerilla’dan tek kelimeyle olsun söz edilmemektedir. Ortaya koyduğu metinlerde akla hayale sığmayan ayrıntılara yer veren AB’nin, Türkiye’nin demokratikleşmesi açısından elzem olan bir meseleyi es geçmesinin temel nedeni, Avrupalı emperyalistlerin, Türk Kontgerillasına, Ortadoğu ve Kafkaslar’daki “güvenlik stratejisi” çerçevesinde ihtiyaç duymasıdır. Bu iddiamız, AB içerisinde Türkiye’nin üyeliğini savunan kesimlerin argümanları dikkate alındığında, daha anlaşılır olmaktadır. Çünkü Türkiye’nin AB’ye üye olmasını savunan AB çevreleri, her fırsatta, Türkiye’nin, AB’nin “güvenlik stratejisi” için vazgeçilmez bir öneme sahip olduğunu ifade etmektedir.

AB demokrasisinin gerçek içeriğini ele veren bir diğer nokta, liberal solcuların “demokrasi manifestosu” ilan ettiği “Kopenhag Kriterleri” ile ilgilidir. Bu kriterlerin, “Ekonomi” başlığı altında düzenlenen maddelerinden nedense hiç sözedilmemektedir. Çünkü bu kriterler, emekçileri korkunç bir sefalete mahkum eden IMF politikalarının farklı cümlelerle ifade edilmesinden ibarettir. Kopenhag Kriterleri’nin “Ekonomik Kriterler” başlığı altında şöyle bir ifade var: “ekonomik politikaların gerekleri hakkında geniş bir fikir birliğinin olması”. Yani vahşi piyasa ekonomisinin uygulanması konusunda bütün partilerin konsensüs halinde olması zorunlu. İşte Türkiye’ye “demokratik devrim” diye sunulan AB demokrasisinin faşizan yüzü!

Burada asıl tartışmak istediğimiz nokta, AB demokrasisi değil. Liberal solcuların “Marksist” bir teorik çerçeveden hareket ettikleri iddiasıyla, demokrasi sorununu burjuvaziye havale etmesi. Başka bir deyişle, burjuvazi eliyle, “işçilerin, emekçilerin ve sosyalist aydınların özgürce örgütlenmeleri ve sosyalist bir düzen için mücadele etmelerinin yolu”nu açacak bir demokrasinin kurulacağı beklentisi. Marksist bir söylemle gerekçelendirilen bu beklenti, aslında kapitalizmin tarihsel evriminin şematik bir şekilde kavranmasından kaynaklanıyor. Ancak burada liberal solcular ciddi bir paradoks içindeler. Türkiye’deki liberal solcular, Marksizmin tarihsel gelişmeye ilişkin yaklaşımını şematik olmakla eleştirirler. Marx ve Engels’in Batı Avrupa toplumlarının tarihsel evrimini kavramlaştırmak üzere belli tarihsel aşamalardan (ilkel, köleci, feodal, kapitalist) söz etmelerini ve kapitalizmin hareket yasalarının çözümlemesine dayanarak, sosyalizmin tarihsel bir zorunluluk olduğunu ortaya koymalarını, evrimci, determinist ve ekonomist olmakla suçlarlar. Buna karşılık, yukarıdaki örnekte gördüğümüz gibi, Türkiye’de “sosyalist bir düzen”in kurulması için gerekli şartların bulunmadığını, önce kapitalizmin ve burjuva demokrasisinin gelişmesi gerektiğini savunurlar. Basit el kitaplarından öğrenilmiş bir Marksizm anlayışından ve tarih bilgisi noksanlığından güç alan bu görüş, esas itibariyle, demokrasi ve devlet sorununun liberal perspektiften kavranmasından kaynaklanmaktadır. Marx’ı şematik ve ekonomist olmakla suçlayan bu akım, Marksistleri eleştirirken, kaba bir şematizmden ve ekonomist bir yaklaşımdan hareket etmektedir.

Liberal solun ekonomist yaklaşımının kökeni, Rus devrimcilerinin 19. yüzyıl sonundaki tartışmalarına kadar uzanmaktadır. Bu yıllarda, Rusya’da Lenin’in önderliğinde devrimci bir işçi partisinin inşası; feodal Çarlığın yıkılması ve demokrasi sorununu burjuvaziye havale eden ekonomistlere karşı verilen ciddi ideolojik ve politik mücadele sonucunda gerçekleşmiştir. Bu dönemde Rus ekonomistleri, sosyalist mücadele için önce kapitalizmin gelişmesi gerektiğini, bu süreçte işçi sınıfının sadece ekonomik mücadele ile yetinmesini, demokrasi mücadelesinin liberal burjuvaziye bırakılmasını savunuyordu. Kuşkusuz, 1900’lerin Rusya’sında bu görüşün maddi temelleri bulunuyordu. İktidarda burjuvazi değil, gerici feodal Çarlık rejimi vardı. Buna karşın, Lenin ve yoldaşları, ekonomistlere karşı yürüttükleri mücadelede, yaklaşan demokratik devrimde (1905 Devrimi) işçi sınıfının rolünün altını çizerek, demokrasi sorununun burjuvaziye bırakılmayacağını savundular.

Tarih, Lenin ve yoldaşlarını haklı çıkardı. 1917 Şubat Devrimi, Rus burjuvazisinin gericilikten başka bir seçeneği olmadığını ortaya koydu. Türkiye’deki ekonomistler ise, 80 yıllık bir burjuva iktidarının ardından, hâlâ, burjuvazinin demokrasi getireceği iddiasını savunuyorlar. Kullandıkları gerekçeler ise, Rus ekonomistlerinin gerekçeleri ile aynı. Ve yüzyıllık görüşleri savunanlar, Marksistleri geçmişte kalmakla suçluyorlar.

Eğer, bu konuda Rus devrim tarihi yeterince ikna edici ve çekici gelmiyorsa, bizzat Marx ve Engels’in mücadele pratiğine başvuralım. Rusya’da Marksistlerin ekonomistlere karşı mücadelesinden yarım asır önce, Marx ve Engels, 1848 Devrimlerinin hemen arefesinde kaleme aldıkları Komünist Manifesto’da, henüz olgun bir kapitalist ekonominin, bugünün ölçütleriyle bakıldığında, sınırlı bir biçimde yalnızca İngiltere’de bulunduğu ve Avrupa’da birçok ülkede burjuvazinin henüz iktidara gelmediği bir dönemde, komünist devrim çağrısı yapıyorlardı. Bu çağrı, Marx ve Engels’in gençlik heyecanından değil, demokrasinin sınıfsal içeriğinin farkında olmalarından kaynaklanıyordu. Üstelik Marx ve Engels, 1848’de, tarihsel değişme ile ilgili temel görüşlerini ana hatlarıyla formüle etmiş bulunuyorlardı. Daha sonraki hiçbir yazılarında Manifesto’nun çağrısının erken olduğunu söylemediler. 1882 yılında, Manifesto’nun Rusça baskısına yazdıkları önsözde, Rusya’daki ortak mülkiyete dayalı köy topluluğunun, Rus Devrimi’nin Batı’daki bir proleter devrimle birleşmesi halinde, kapitalizm yönünde bir dönüşüme uğramadan, komünist bir gelişmenin başlangıcını oluşturabileceğini söylüyorlardı. O dönemde Rusya, 1861 yılında serfliğin ilga edilmiş olmasına karşın, hâlâ feodal üretim ilişkilerinin yaygın olduğu, sanayinin henüz emekleme aşamasında bile olmadığı bir köylü toplumuydu. Marx ve Engels, böyle bir toplum için komünizme geçiş sorununu büyük bir dikkatle tartışıyorlardı. Marx, ölmeden önce, Rusya’daki devrimci gelişmeleri birinci elden izlemek için Rusça öğrenmeye başlamıştı. Elbette Marx ve Engels, bilimsel sosyalizmin kurucuları olarak, devrimci mücadelenin sorunlarını ele alırken, kapitalizmin gelişme düzeyini, mevcut sınıfların karşılıklı konumlarını analiz ediyor, örneğin 1848 devrimlerinde, komünistlerin Kıta Avrupasındaki feodal rejimlere karşı radikal burjuvaziyle ittifak yapabileceğini söylüyorlardı. Bu dönemde sosyalizme geçişin şartları henüz olgunlaşmamıştı. Ancak Marksizmin kurucuları buna dayanarak, sosyalizm mücadelesini, tarihin kendiliğinden evrimine bırakmamış, işçi sınıfının bağımsız bir sınıf olarak politik örgütlenmesini geliştirmek üzere büyük bir çaba sarfetmişlerdir.

Marksizmin kurucuları, sosyalizmi hiçbir zaman kendiliğinden gelişecek bir düzen olarak görmemiş, insanlığı, başta ücretli emek sömürüsü olmak üzere her türlü baskıdan kurtaracak bir siyasi proje ortaya koymuşlardır. Ancak bu projeyi, kapitalist toplumun bilimsel bir çözümlemesine dayandırmışlardır.

Kapitalizm bir kez ortaya çıkınca, doğası gereği, tüm dünyayı adım adım kapitalist üretim ilişkileri içerisine çeker. Bu olgunun temelinde, kapitalizmin, kendisinden önceki üretim tarzlarından farklı olarak tüm dünyaya yayılmak zorunda olması yatar. Sermaye birikiminin içsel mantığının zorunlu bir sonucudur bu. Marx ve Engels, Komünist Manifesto’dan daha önce kaleme aldıkları Alman İdeolojisi adlı yapıtlarında, bu gelişmeyi şöyle açıklıyorlar:

Tarihi gelişmenin seyri içerisinde birbirleri üzerinde etki yapan ayrı ayrı alanlar genişledikçe gelişmiş üretim tarzıyla, karşılıklı ilişkiyle ve bunların doğal sonucu olarak uluslararasındaki işbölümüyle çeşitli ulusların başlangıçtaki içe kapalılıkları yıkıldıkça tarih de giderek dünya tarihine dönüşür.

Marx ve Engels, ömürleri vefa etmediği için, kapitalizmin gelişmesinin eşitsiz bir tempoda gerçekleşmesinin ve emperyalizmin yarattığı azgelişmişlik gibi sorunları yeterli düzeyde ele alamamışlardır. Bu sorun, 20. yüzyılın en yaratıcı Marksistleri olan, başta Lenin ve Stalin olmak üzere, Rus devrimcileri tarafından açıklığa kavuşturulmuştur. Bolşevikler, emperyalizm çağında geri bir ülkede bir işçi devriminin mümkün olduğunu ortaya koymuş ve bu programı Ekim Devrimi ile yaşama geçirmiştir.

Kapitalizmin dünya çapında bir sistem haline geldiği emperyalizm çağında, ulusararası kapitalizmin dünya çapında yayılması, bir yandan çağdaş azgelişmişlik dediğimiz olguyu yaratırken, diğer yandan kapitalist üretim ilişkilerini geliştirerek, sosyalizmin bir önadımı olarak ulusal kurtuluşun ve demokratik devrimin işçi sınıfı öncülüğünde gerçekleşmesi olanaklı hale gelmiştir.

Bu çerçevede sosyoekonomik şartların ancak anti-emperyalist ve anti-feodal bir köylü devrimine izin verdiği 1920’li yılların Türkiyesinde bile (bugünden bakıldığında teorik bir olasılık olarak) burjuva devrimin sonuna kadar götürülmesi için bağımsız bir sınıf olarak örgütlenmeyi başarmış bir işçi sınıfının varlığı zorunluydu.[2] Farklı toplumsal koşulların hükmünü sürdürdüğü 1970’li yıllarda, devrimde işçi sınıfı öncülüğünün objektif koşulları daha da olgunlaşmıştı. 2000’li yıllarda, bu olanak fazlasıyla vardır. Sorun, böyle bir iç dinamik bulunup bulunmaması değil, kapitalist bir dünyada nesnel olarak zaten olanaklı, hatta kaçınılmaz olan böyle bir dönüşümü mümkün kılacak objektif koşulların bir araya gelip gelmemesiyle ve olanağı gerçekliğe çevirecek bilinç ve örgüt düzeyiyle (devrimin subjektif koşulları), ama öncelikle bu dönüşümü gerçekten arzu edip etmemekle ilgilidir.

İşçi sınıfı devrimcileri, siyaset yaparken, nesnel koşulların analizini yaparak, gerekli program, strateji ve taktikleri oluştururlar. Sözgelimi, gelişmiş bir kapitalizmin hakim olduğu bir toplumdaki sınıf yapısı ile geri bir kapitalizmin hakim olduğu toplumdaki sınıf yapısı farklı olduğu için, geri bir ülkede, işçi sınıfı öncülüğünde gerçekleşecek demokratik devrim, sosyalizme kesintisiz geçişi sağlamak için, siyasal demokrasi, ulusal sorun, köylülük sorunu gibi bir dizi burjuva demokratik sorunu da çözmek zorundadır. Ancak bu sorunlar, burjuvazinin anlayışı çerçevesinde değil, işçi sınıfının önderliği ve yaklaşımı altında sosyalizme bağlanarak ele alınır. Bu nedenle, Marksistler, 20. yüzyıl boyunca, hele 21. yüzyılda, “nesnel koşullara” bakarak devrimin gerekli ya da zorunlu olup olmadığını tartışmamıştır.

Liberal solun Türkiye’de Marksist bir partinin nesnel koşullarının bulunmadığı yolundaki görüşleri, Türkiye’deki geleneksel solun bir diğer akımı olan Kemalist solun da teorik öncüllerini oluşturmaktadır. 1960’lı yıllarda Doğan Avcıoğlu’nun Yön dergisi ve ardından Doğu Perinçek’in Aydınlık çevresi de, “işçi sınıfı öncülüğünün objektif koşullarının bulunmadığı” tespitinden hareketle, ülkenin kurtuluşunu yine bir “dış dinamik”te arıyor, “ilerici” bir askeri darbeye bel bağlıyordu. Bugün farklı koşullarda yeniden gündemde olan milliyetçi ve militarist “sol” görüşlerin, liberal solcularla aynı teorik platformu paylaşması şaşırtıcı değildir. Çünkü her iki akım da doğuşundan itibaren işçi sınıfı ve emekçilere güvenmemek ve mücadelesini halka dayandırmamak paydasında birleşmektedir. Sonuçta, liberal solcular emperyalizmden demokrasi beklemeye başlarken, “Kemalist sol” militarist ve faşizan bir milliyetçiliğe sürüklenmiştir. Lenin, sosyalizmin temel ilkelerini görmezden gelen bu tür sözde sol akımlara şöyle sesleniyordu:

Soru yalnızca şu şekilde ortaya konulabilir. Burjuva ideolojisi mi sosyalist ideoloji mi? İkisinin ortası yoktur…Bu nedenle sosyalist ideolojiyi her türlü küçümseme, ona her sırt çeviriş, aynı zamanda burjuva ideolojisini güçlendirmektir.” (Lenin, Ne Yapmalı?)

 

-III-

Bu tartışmanın ardından, Türkiye’de demokratik ve sosyalist bir dönüşüm için iç dinamiklerin bulunmadığını savunan bir diğer liberal solcunun, Melih Pekdemir’in söylediklerine geçebiliriz. Önce Pekdemir’in tezlerini anımsayalım:

1) Türkiye’de kapitalizm dış dinamiklerle gelişmiştir.

2) Bu nedenle burjuva devrimi de dış dinamiklerle olabilir. 6 Ekim 2004’te Türkiye’de bir burjuva devrimi yaşanmıştır.

3) Türkiye’de kapitalizm dış dinamiklerle geliştiği için burjuva devrimi ancak tepeden gerçekleşebilir.

4) 6 Ekim, gecikmiş bir devrimdir; ve bir tesellidir.

Pekdemir’in söylediklerinin özeti böyle. Bu tezler, liberal solcuların toplumsal sorunları ele alışlarındaki yaklaşımın ne denli sorumsuzca ve bilgisizlikle malül olduğunu gösteriyor.

Sırayla gidelim.

Pekdemir’in ilk tezi, genellikle çok fazla tartışılmadan kabul gören bir tez. Ama gerçeği yansıtmıyor. Türkiye’de kapitalizmin dış dinamiklerle geliştiği tezi, kapitalist gelişmenin temel özelliklerini yanlış anlamaktan kaynaklanıyor.

Kapitalizm, 15. yüzyılda İngiliz tarımında doğdu. Ancak 18. yüzyıla kadar tarımsal bir karakterde gelişti. Bu dönem, kapitalist üretim ilişkilerinin adım adım yaygınlaşıp hakim üretim ilişkisi haline geldiği, feodal üstyapının tasfiye edildiği bir geçiş dönemiydi. Kapitalizmin dünya çapında bir sistem haline gelmesi ise, 18. yüzyılın sonlarındaki gelişmelerin ürünüdür.

18. yüzyılın son çeyreğinde, dünya tarihine damgasını vuran iki büyük devrim yaşandı. İngiliz tarihçi Eric Hobsbawm’ın “çifte devrim” adını verdiği bu devrimler, İngiliz Sanayi Devrimi ile Fransız Devrimi’ydi. Sanayi devrimi, tüm dünyayı dönüştüren kapitalist iktisadi dinamiği harekete geçirirken, Fransız Devrimi, yaydığı düşüncelerle, Sanayi Devrimi’nin politik ve ideolojik üstyapısını oluşturdu. Bu devrimler, tıpkı Ekim Devrimi gibi, tarihsel rolleri ve etkileri bakımından, ortaya çıktıkları coğrafya ile sınırlı olmayan, kelimenin gerçek anlamıyla birer dünya devrimi idiler. 1917’deki Ekim Devrimi’ne kadar, dünya siyasetinin dili, Fransız Devrimi’nin yaydığı, ilerleme, rasyonalizm, milliyetçilik ve liberalizm düşünceleri tarafından oluşturuldu. Dünyanın İngiliz Sanayi Devrimi ve Fransız Devrimi tarafından biçimlendirilmekte olduğu bir dönemde, Osmanlı İmparatorluğu, içten içe bir dönüşüm yaşamaktaydı. 1808 yılında Sened-i İttifak’ın imzalanması, Osmanlı toplum yapısındaki değişmenin somutlaştığı önemli bir uğraktı. Sened-i İttifak, pratik sonuçlarından ziyade, toplumdaki değişimin ve bunun kapitalizm-öncesi iktidar yapısında yansımasının somutlaştığı bir belge olması bakımından önem taşımaktadır.

19. yüzyıl başlarından itibaren gündeme gelen reform girişimleri, bir bakıma Sanayi Devrimi ile Fransız Devrimi’nin yaratığı yeni dünyaya uyum sağlama çabasını yansıtmakla birlikte, Osmanlı toplum yapısındaki içsel dönüşümün, bu gelişmelerle çakışmasının ürünüdür. Söz konusu “dış dinamikler”, Osmanlı toplumu içerisinde süregelen iç değişim olmadan somut bir nitelik kazanamazdı. İskoçyalı filozof Adam Ferguson’un dediği gibi, “milletler ancak icat etmek üzere oldukları şeyleri dışarıdan alırlar”. Sözgelimi, Tanzimat Fermanı ile başta gayrimüslim teba olmak üzere, tüm Osmanlı uyruklarına müsadere konusunda güvence verilerek, özel mülkiyet haklarının kısmen de olsa tanınması ve 1858 yılında yayınlanan Arazi Kanunnamesi ile topraktaki fiili tasarruf haklarının özel mülk olarak tescil edilmesi, kapitalizm öncesi bir toplumsal yapının bağrında, kapitalizmin ağır aksak da olsa gelişmekte olduğunun göstergesiydi.[3]

Osmanlı toplumunda kapitalist gelişme, kapitalizmin emperyalist aşamaya geçişiyle hız kazandı. Kapitalizmin emperyalizme dönüşmeye başladığı 1870’li yıllardan itibaren, Avrupa sermayesi, Osmanlı devletini denetim altına alarak, bir yarı-sömürgeye dönüştürdü. Liberal solcular, kapitalizmden, yalnızca sermayenin dolaşım sürecini anladıkları için, Avrupa mali sermayesinin ticaret ve finans alanındaki artan nüfuzunu, kapitalizmi geliştiren bir dış dinamik olarak algılarlar. Ancak, kapitalizm, sermayenin dolaşım sürecinde değil, üretim sürecinde ortaya çıkar. Eğer Osmanlı toplumunda, burjuva mülkiyet ilişkilerinin gelişimi yönünde içsel bir evrim bulunmasaydı, tarihsel evrimin yönü daha farklı olacaktı. Osmanlı toplumsal kuruluşunun burjuva mülkiyet ilişkileri yönündeki içsel evrimi nedeniyle, Avrupa sermayesinin Osmanlı devleti üzerinde artan nüfuzu, Osmanlı toplumunda kapitalist üretim ilişkilerinin yaygınlaşmasında hızlandırıcı bir rol oynadı. Osmanlı toplumunda kapitalist üretim ilişkilerinin yaygınlaşması, egemen sınıfın ve onun bir parçası olan bürokrasinin de bir dönüşüme uğramasına yol açtı. Jön Türk hareketi, 1908 Devrimi, İttihat ve Terakki iktidarı, bu değişimin yarattığı gelişmelerdi. Ne var ki, bu hareketler, kapitalist üretim ilişkilerinin özgürce gelişmesinin önünde büyük bir engel oluşturan kapitalizm-öncesi üstyapıyı dönüştürmekte başarısız oldu. Ülkenin emperyalist işgalden kurtulmasına dönük bir kurtuluş savaşının toplumsal temeli üzerinde gerçekleşen ve yukarıda sayılan hareketlerin mirasçısı olan Cumhuriyet Devrimi, bu çelişkinin çözümü için gerekli son adımı atarak kapitalizm-öncesi üstyapıyı az-çok tasfiye etti. Saltanatın kaldırılıp Cumhuriyet’in ilan edilmesi, hilafetin kaldırılması, burjuva sözleşme hukukunun hayata geçirilmesi, kapitalist üretim ilişkilerinin özgürce serpilip gelişmesini sağlamaya dönük girişimlerdi.

Dış dinamikler meselesini açıklığa kavuşturduktan sonra, Pekdemir’in ikinci tezine gelelim. Dış dinamiklerle gelişen kapitalizm tezinin dayanaksızlığı, burjuva devriminin dış dinamiklerle gerçekleşebileceği tezini de anlamsızlaştırıyor. Pekdemir, 1923 Cumhuriyet Devrimi’ni, siyasal demokrasiyi gerçekleştirmeye yönelmemesi nedeniyle gerçek bir burjuva devrimi saymadığı için, sorunu savuşturmuş oluyor. Onun tezi, Türkiye’de burjuva devriminin 6 Ekim 2004’te yaşandığı yolunda. AB sürecini bir burjuva devrimi diye yorumluyor Pekdemir. Devrimin ruhundan uzaklaşınca, içeriğini çarpıtmak da kaçınılmaz oluyor.

Devrim, en basit anlamıyla, yeni bir sınıfı iktidara getiren süreçtir. 1923 Cumhuriyet Devrimi, kapitalizm öncesi toplumsal ilişkilerin temsilcisi olan eski rejimi değiştirerek, burjuvaziyi siyasi iktidara taşıdığı için, kelimenin gerçek anlamında bir burjuva devrimiydi. Bu devrimin sonucunda iktidara gelen burjuvazi, kapitalist gelişmeye paralel bir dönüşüm geçirmiş olmakla birlikte, 1923’ten bu yana iktidarın sınıf karakteri değişmedi.[4] Anlaşılan, Pekdemir’le, aynı kavramlardan aynı şeyleri anlamıyoruz. Ama sorun bizden değil, Pekdemir’in liberal görüşlerini Marksist kavramlarla açıklama alışkanlığından kaynaklanıyor. “Devrim”, “burjuva devrimi”, “tepeden devrim” kavramları, siyasi literatüre ve toplumsal bilimlere Marksizmin kazandırdığı kavramlar. Ancak bu kavramları benimseyen burjuva tarihçi ve teorisyenler bile, onları, Pekdemir’in yaptığı gibi keyfi biçimde kullanmıyorlar.

Önce “burjuva devrimi” kavramını ele alalım. Bu kavramın içeriğini belirleyen tarihsel deneyimler, klasik burjuva devrimleridir. “Tepeden devrim” kavramı da, klasik burjuva devrimlerine referansla tanımlanır. Feodalizmden kapitalizme geçiş döneminde gündeme gelen burjuva devrimleri, kapitalist sermaye birikiminin işleyeceği toplumsal ortamı ve kurumsal yapıyı hazırlayan büyük tarihsel dönüşümlerdir. Bu devrimlerin perdesi İngiltere’de 1640 Devrimi ile açılmış, 1789 Fransız Devrimi ile tüm dünyayı dönüştürecek bir etki ve yaygınlık kazanmıştır. Burjuva devrimleri, siyasal planda burjuvazinin iktidara gelmesini ve sermaye birikiminin temel kaldıracı olan iç pazarın kurulması hedefine yönelik olarak ulusal birliğin sağlanmasını içerir. Klasik burjuva devrimleri olan İngiliz ve Fransız devrimleri, burjuva devrimi kavramının içeriğini tanımlayan iki temel unsur taşırlar. Birincisi, bu devrimlerin, kapitalizmin özgürce gelişebilmesi için, kapitalizm-öncesi (feodal) egemen sınıfları iktidardan uzaklaştırarak burjuvaziyi iktidara taşımalarıdır. İkincisi, bu devrimlerin demokratik karakteridir. Bu olgu, bir yandan bu devrimlerin kapitalizmin gelişmesini engelleyen feodal eşitsizlik ve ayrıcalıkları hedef almasından, öte yandan emekçi kitlelerin devrimin sürükleyici gücünü oluşturarak burjuvazinin devrimi yarı yolda bırakmasına engel olmalarından kaynaklanır.

Klasik burjuva devrimlerine, demokratik karakterleri nedeniyle, “burjuva demokratik devrim” de denilir. Klasik burjuva devrimlerinde, alt sınıflar, eylemleriyle, bu devrimlerin sürükleyici gücünü oluşturmuş, eski düzenin tüm sonuçlarıyla ortadan kaldırılması için gereken “pis işleri” üstlenmiştir. İngiliz Devrimi’nde Eşitleyiciler (Levellers) ve Kazıcılar (Diggers), Fransız Devrimi’nde Paris proletaryası ve yoksul köylülerden oluşan Baldırıçıplaklar, bu devrimleri, burjuvazinin tasarladığı toplumsal düzenin daha ötesine taşımak istemişler, ancak gerek tarihsel koşulların olgunlaşmamış olması, gerekse tarihsel koşulların uygun olmamasının koşullandırdığı iç tutarsızlıkları nedeniyle burjuvazi tarafından tasfiye edilmişlerdir.

Pekdemir, yukarıda ortaya koyduğumuz klasik burjuva devrimlerinin temel özelliklerini anlamadığı için, “tepeden devrim” kavramını da, aynı sorumsuzluk ve bilgisizlikle kullanıyor. Sözlerinden anlaşıldığına göre, Pekdemir, “tepeden devrim”i, liberal burjuvazinin kitlelerin inisiyatifine yaslanma ihtiyacı duymadan, yasal bürokratik aygıtta bir dizi düzenlemelerle, sistemi “demokratikleştirme”si diye anlıyor.

Tepeden devrimler, 19. yüzyıl ortalarında, kapitalizmin geliştiği, ancak siyasi bakımdan kapitalizm öncesi üst yapının egemenliğini sürdürdüğü Almanya, İtalya ve Japonya’da yaşama geçirilen ve klasik burjuva devrimlerinin görevlerini, kitleler olmadan gerçekleştiren devrimlerdir. Yukarıda vurguladığımız gibi, klasik burjuva devrimlerinin temel görevleri, siyasal planda burjuvaziyi iktidara getirmesi, sermaye birikiminin mekansal temelini oluşturan geniş ölçekli bir iç pazarın kurulması ve özgür bir emekgücü pazarının oluşturulması hedefi doğrultusunda kırdaki feodal ilişkileri tasfiye ederek, tarımda kapitalist gelişmenin sağlanacağı koşulları oluşturması ve ulusal birliği sağlamasıdır.

Bu devrimlerde burjuvaziyi feodal ayrıcalıklara karşı sonuna kadar mücadele etmeye yönelten ve siyasal demokrasi yönünde tavır almaya iten temel unsur, burjuvazinin eski rejimleri devirmek için inisiyatiflerine ihtiyaç duyduğu köylülük, kent küçük burjuvazisi ve kentli emekçilerin mücadelesidir. Bu mücadelenin basıncı burjuvazi içerisinde çatlak yaratarak, burjuvazinin radikal kesimlerinin inisiyatifi ele almasını sağlamıştır. Örneğin Fransız devriminin hemen arefesinde, burjuvazinin ufku asıl olarak anayasal bir monarşi ile sınırlıydı. Ancak bir kez devrim patlak verince, burjuvazinin alt kesimlerini temsil eden radikaller inisiyatifi ellerine geçirdi. Ancak Jakobenlerin temsil ettiği alt-kesim burjuvazinin (başlıca küçük burjuvazinin) aldığı önlemler, burjuva mülkiyet haklarını tehdit etmeye yönelince, bu eğilim, burjuvazinin üst kesimlerini temsil eden uzlaşıcılar (Jirondenler) tarafından tasfiye edildi. Ve sonuçta, emekçilerin baskısıyla birlikte radikal eğilimin de üstesinden gelerek, inisiyatifi ele geçiren burjuvazi, siyasal demokrasiyi rafa kaldırarak, Napolyon’un şahsında kendi diktatörünü İmparator adı altında iktidara getirdi. Almanya, İtalya ve Japonya’da gündeme gelen burjuva devrimleri sırasında bu ülkelerin burjuvazisi, Fransız devriminde “aşırılar”ın yarattığı sorunları biliyordu. Asıl önemlisi 1848 devrimlerinin yarattığı korku idi. 1848 Haziran ayaklanmasında işçi sınıfının burjuvaziye karşı kendi bağımsız çıkarlarını elde silah savunmaya kalkışması, burjuva devrimi arefesinde olan Almanya’da burjuvaziyi korkutmuştu.

Almanya, İtalya gibi ülkelerdeki burjuva devrimlerinin “tepeden devrim”ler olmasının temel nedeni, bu devrimlerin ortaya çıktığı tarihsel süreçte (1870’lerde), kapitalizm-öncesi siyasi yapıları, kapitalist gelişmenin ihtiyaçları doğrultusunda dönüştürmek için kitlelerin inisiyatifine dayanmanın çok daha büyük riskler taşımasıdır. 1848 Devrimleri, bu riski büyük bir açıklıkla ortaya koymuştur. 1848 Devrimlerinde, 1789-93 Fransız Devrimi sırasında henüz gelişmemiş olan işçi sınıfı, 19. yüzyılın ilk yarısındaki kapitalist gelişme ile birlikte tarih sahnesine çıkmıştı. İşçi sınıfı, henüz tutarlı bir programa ve birleşik bir örgüte sahip olmamakla birlikte, burjuvaziye korku salacak kadar örgütlü ve bilinçliydi. Bu koşullarda, eski rejimleri devirmek için işçi ve emekçilere siyasi inisiyatif tanımak, burjuvazinin, iktidarı proletaryaya kaptırmasına ya da en azından uzun vadede burjuva sınıf egemenliğinin temellerini sarsacak ciddi tavizler vermesine neden olabilirdi. Bu nedenle, Alman, İtalyan ve Japon burjuvazisi, toplumsal devrim riskinden kaçınmak için, üstyapıda kaçınılmaz hale gelen kapitalist dönüşümü, eski rejimin kalıntıları ile ittifak halinde, mevcut devlet yapısını dönüştürerek gerçekleştirdi. Böylece bu ülkelerdeki eski rejim kalıntıları burjuvalara dönüştüler. Almanya ve İtalya gibi ülkelerde burjuvaziyi iktidara getiren sürecin, tepeden devrimlerle, yani “kitlesiz” ve ezilen yığınların demokratik inisiyatifini dışlayan “burjuva devrimleri” ile gerçekleşmesi, bu ülkelerin burjuvazisini, her türlü gerici ittifaka açık hale getirdi. Bu iki ülkenin (bir bakıma Japonya’nın da) faşizmin anavatanı olmasının nedenlerinden birisi de budur. Marx, Alman burjuvazisini dünyanın en aşağılık, en habis ruhlu burjuvazisi olmakla itham ederken, tam da sözünü ettiğimiz olguya vurgu yapıyordu.

Özetle, “burjuva devrimi”, ancak, iktidar perspektifine sahip modern bir sınıf olan proletaryanın henüz kendisini bağımsız tarihsel eylemiyle ortaya koymadığı koşullarda belirgin bir demokratik öze sahip olabilir. Modern proletaryanın henüz bağımsız tarihsel eylemiyle tarih sahnesine çıkmadığı 19. yüzyıl ortalarına kadar burjuvazi, feodalizme karşı bütün halkı demokratik talepler etrafında kendi arkasında toplamayı başarmış, ve feodalizm karşıtı mücadeleye öncülük etmiştir. Ancak proletarya bağımsız sınıf eylemiyle tarih sahnesine çıkınca, burjuvazi, feodal biçimiyle bile olsa özel mülkiyetin hedefe konulmasının oluşturacağı tehdidin yanında, (1848 Devrimlerinde açıkça görüldüğü) gibi, ayağa kalkan emekçi kitlelerin kendisine karşı yönelme ihtimalinden duyduğu korkuyla gericiliğe ve feodal gericilikle uzlaşmaya eğilimli hale gelmiştir. Burjuva mülkiyet ilişkilerinin henüz üretici güçlerin önünde açık bir engel haline gelmediği, bu çerçevede burjuvazinin tarihsel olarak ilerici bir sınıf olmaktan bütünüyle çıkmadığı bir dönemde bile, burjuvazi, bu korkuyla, siyasal demokrasiye sırt çevirmistir. Tekellerin ve mali sermaye egemenliğinin ifadesi olan emperyalizm döneminde ise, burjuvazi, artık, gericiliğe eğilim göstermenin ve siyasal demokrasiden uzak durmanın da ötesine geçerek, (bu dönemde kapitalist üretim ilişkilerinin üretici güçlerin gelişmesinin engeli haline gelmesinin de ifadesi olarak), gericiliğin başlıca kaynağı ve demokrasi mücadelesinin asıl hedefi haline gelmiştir.

Tepeden devrimler ise, burjuvazinin işçi hareketi ve sosyal devrim tehlikesinden duyduğu korkuyla kendisini feodallerin kollarına atarak gericilikle uzlaştığı bir dönemde, emekçilerin feodal rejimlere karşı mücadelesinin burjuva mülkiyetine yönelmesi olasılığına karşı, eski rejimlerin şiddet yoluyla yıkılması yerine tepeden burjuvalaştırılması seçeneği olarak gündeme geldi.

Öte yandan 20. yüzyılda emperyalizme karşı verilen ulusal kurtuluş savaşları ile bağımsızlığa kavuşan ülkelerde, “burjuva devrim”leri ulusal kurtuluş savaşları ile içiçe girmiştir. Başta Türkiye olmak üzere, bu tür ülkelerde, ulusal kurtuluş savaşlarının ezilen kitleleri seferber etmesi, “burjuva devrimi”nin, burjuvazinin ufkunu aşan bir demokratik nitelik kazanması olasılığını gündeme getirmiştir. Ancak, bu ülkelerde burjuvazi, geri ve bağımlı karakteri nedeniyle eski rejimin kalıntısı olan sınıflarla ittifak kurduğu için burjuva devriminde tarım ve köylülük sorunu ve siyasal demokrasi konusunda adım atma kabiliyetine sahip değildi.[5] Cumhuriyet devriminin, siyasal demokrasiyi dışlayan ve “tepeden” karakteri, yalnızca devrime önderlik eden sınıf koalisyonunun bir işçi-emekçi devrimi ya da “bir toprak devrimi ihtimali karşısındaki” gerici karakterinden değil, aynı zamanda, bu tür bir gerici koalisyonu zorunlu hale getiren başka bir olgudan, yani yukarıda tartıştığımız, bir işçi-emekçi devriminin nesnel imkanlarının bulunması olgusundan kaynaklanıyordu. 1920’lerde, burjuva Cumhuriyetin yanı başında bir işçi devletinin kurulmuş ve sosyalist inşaya girişmekte oluşu, burjuvazi açısından demokratik bir devrimi çok tehlikeli bir girişim haline getiriyordu. Çünkü, emperyalizm çağında, niceliği ve niteliği ne olursa olsun, proletaryanın tarih sahnesine çıkması, burjuvazi için “demokrasi”nin aşılmaz sınırlarına işaret etmektedir. Emperyalizm çağında geri ve bağımlı bir ülkede burjuvazinin öncülüğünde ve inisiyatifinde gerçekleşen tepeden bir burjuva devriminin bırakalım kararlı bir şekilde feodal üretim ilişkilerinin üzerine gitmeyi, biçimsel bir burjuva demokrasisi konusunda bile ayak sürümesi kaçınılmazdı.[6] Çünkü Lenin’in işaret ettiği gibi, emperyalizm çağı, aynı zamanda proleter devrimleri çağıdır. Lenin’in tespiti siyasi bir slogan değil, tarihsel pratiğin kanıtladığı bir olgudur.

“Tepeden devrim” kavramına tekrar dönecek olursak, bu kavram, “devrim” kavramının içeriğini kesin bir şekilde tanımlamaktadır. Bu kavram, devrimin, salt kitleleri seferber etme özelliğine değil, sınıfsal içeriğine ya da başka bir deyişle yeni bir sınıfı iktidara getirme ölçütüne vurgu yapmaktadır. Eğer bir toplumsal seferberlik ya da tepeden büyük bir dönüşüm yeni bir sınıfı iktidara getiriyor ya da onun iktidar mücadelesini güçlendiriyorsa, bu hareket “devrim” diye adlandırılır. Şayet, zaten iktidarda olan bir sınıfın iktidarını, yeni sınıfa karşı güçlendiriyor ya da eski sınıfı yeniden iktidara getirmeye yöneliyorsa, buna “karşı-devrim” denir.

AB süreci ise, Türkiye’de iktidarda bulunan tekelci burjuvazinin iktidarını daha da perçinlemiştir. Öylesine perçinlemiştir ki, bir zamanlar, bu sınıfa karşı devrimci bir yolda mücadele edenler, şimdi onun gerici programını alkışlamaktadırlar. Eğer ille de devrim kavramını kullanmak gerekli ise, AB sürecini bir “karşı devrim” olarak nitelemek daha uygun olacaktır.

Pekdemir, liberal bakış açısı nedeniyle, demokrasinin ancak burjuvazi tarafından sağlanacağına inanmaktadır. Bu nedenle, tarihsel olarak sosyal devrim olasılığına karşı gündeme gelen “tepeden devrim” kavramını kullanarak, demokrasi düşmanı tekelci burjuvazi eliyle demokrasinin geleceğini, hatta geldiğini savunmaktadır. Oysa belirgin bir demokratik nitelik taşıyan klasik burjuva devrimlerinde bile, siyasal demokrasi, burjuvaziden çok emekçi sınıfların mücadelesi sonucunda elde edilmiş ve çoğu kez burjuvazi tarafından kısa sürede rafa kaldırılmıştır. Bu devrimlerde burjuvazinin radikal unsurlarını öne çıkmaya iten emekçi sınıfların mücadele azmi olmuştur. İngiliz burjuvazisi, 1640 Devrimi’ni izleyen süreçte, alt sınıfların eşitlikçi taleplerinin çığ gibi büyümesi karşısında, Krallığın yıkılmasının ardından kurulan Cumhuriyet’ten kısa sürede vazgeçerek, monarşiyi yeniden iktidara getirmiştir.[7] Benzer bir şekilde, burjuva demokratik devrimlerin klasik modeli olan Fransız Devrimi de, feodal monarşinin tümüyle tasfiyesinin ardından, burjuvazi ile emekçiler arasında, burjuvazinin tutucu ve ilerici güçleri (Jirondenler ve Jakobenler) arasındaki mücadele tarafından gölgelenen şiddetli sınıf mücadelelerine sahne olmuştur. Jakobenlerin tasfiyesi, Direktuar yönetimi ve en sonunda Napolyon’un imparatorluğuna giden süreç, burjuvazinin demokrasi ufkunun sınıf çıkarları ile sınırlı olduğunu ortaya koymuştur. Burjuvazinin demokrasi ufku, rekabet özgürlüğü ve özel mülkiyetin dokunulmazlığı ile sınırlıdır. Pekdemir’e göre, 6 Ekim 2004 bir burjuva devrimine işaret ettiğinden, “tepeden devrim”in mimarı, AKP ve onun arkasındaki tekelci burjuvazi olmaktadır. Daha vahimi, Pekdemir, demokrasinin ancak burjuvazi tarafından sağlanabileceğini inandığı için, tanımı gereği “demokrasi” olasılığına karşı gündeme gelen “tepeden devrim”i, burjuvazi eliyle demokrasi ihsanı olarak yorumlamaktadır.

 

-IV-

Pekdemir’in tarihsel materyalizmin temel kavramlarını gelişigüzel kullanmasının kaynağını, Türkiye’de egemen olan Marksizm anlayış(ları)nın sorunlu geçmişinde aramak gerekiyor. Toplumsal değişim talebinin büyük bir atılım gösterdiği 1960’lı yıllarda, ülkenin emperyalizm ve kapitalizmden kurtuluşunu hedefleyen farklı siyasi akımlar arasında yapılan yoğun tartışmalarda, farklı güncel siyasi projeleri meşrulaştırmaya yarayan tarihsel çözümlemeler önemli bir ağırlık oluşturuyordu. 1960 ve 1970’lerde, dünya ve Türkiye’deki güçlü toplumsal uyanış ve sosyalizme duyulan özlemin gücü ve yaygınlığı nedeniyle, bu tartışmalar, Marksist terminoloji ve teorik çerçeve içerisinde gerçekleşiyordu. Ne var ki, sosyalizme duyulan güçlü özlem bir yana, bu dönemde Marksist teori ve politika alanındaki birikimin zayıflığı ve modern revizyonizmin yarattığı teorik kargaşa nedeniyle, gündelik siyasetin gürültüsü içerisinde ortaya çıkan incelemeler, ciddi bir teorik temelden ve olgusal incelemeden yoksundu. İkincil kaynaklardan edinilen Marksizm bilgisi ile tarihsel materyalizmin temel ilkeleri şematik bir şekilde kavranıyor, Marx ve Engels’in yüksek bir soyutlama düzeyinde ele aldığı teorik kategoriler indirgemeci bir şekilde günlük siyasi polemiklerin konusu oluyordu. Bu dönemin sosyalizme özlem duyan devrimcilerinin önemli bir bölümü, Türkiye’nin tarihsel evrimi ile Marx ve Engels’in incelemelerinin odak noktası olan Batı Avrupa’nın tarihsel evrimi arasında paralellikler kurmaya çalışıyor, ancak modern revizyonizm tarafından çarpıtılmış sınırlı ve eksik Marksizm bilgisi nedeniyle, Türkiye’nin kapitalist bile olmadığı, olsa olsa “çarpık” bir kapitalizme sahip olduğu sonucuna ulaşıyorlardı. Şayet Türkiye’de gerçek bir kapitalizm olsaydı, “gerçek” bir burjuvazi ve “gerçek” bir işçi sınıfı bulunacak ve her şey kitaba uygun olacaktı. Türkiye’deki azgelişmişlik sorunu, kapitalizmin eşitsiz gelişmesi ve emperyalizm olgusuyla açıklanmaktan çok, milliyetçi bir retorikle ele alınan dış güçlerin oyunu teziyle ya da Türkiye’nin “dünyadaki hiçbir ülkeye benzemeyen” (!) tarihsel evrimiyle açıklanıyordu. Bugünden bakınca çocuksu gelen bu bakış açıları, ne yazık ki, bir dönemin algılayışını biçimlendirdi ve hâlâ güncel tartışmaların ana eksenini oluşturuyor.

Şüphesiz o dönemde bu bakış açısı, sadece bilgi eksikliğinden değil, teorik ve örgütsel zayıflığı koşullayan sosyo-ekonomik ve kültürel ve politik ortamdan kaynaklanıyordu.[8] 1960’lı yıllarda, bugünkü AB hayranı liberal solcuların teorik ataları, Marx’ın oldukça ihtiyatlı bir dille ve sınırlı bir bağlamda sözünü ettiği “Asya Tipi Üretim Tarzı” kavramından hareket ederek, Türkiye’deki azgelişmişlik sorununu, devletin geleneksel olarak güçlü olmasına ve bu “güçlü devlet”in, “sivil toplum”da kendi denetimi dışında bir gücün gelişmesine izin vermediği için, kapitalizmin gelişmesine öncülük edecek burjuvazinin oluşumuna sekte vurmasına bağlıyorlardı. Burjuvaziye özsel olarak ilerici bir rol atfeden bu bakış açısı, başta askeri darbeler olmak üzere, burjuvazinin sınıf egemenliğini tahkim eden gerici uygulamalardan burjuvaziyi aklıyordu. Tarihsel gelişmeyi devlet-sivil toplum ikiliği çerçevesinde kavrayan liberal ideolojiden beslenen bu yaklaşım, burjuvazinin Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana gerici siyasi ittifaklar içerisinde yer almasını ve askeri darbeler başta olmak üzere, her türden gericiliğe ve antidemokratik uygulamaya alkış tutmasını, devletin vesayetinde gelişmesine bağlamaktadır. 1960’lı yılların koşulları düşünüldüğünde anlaşılabilecek olan teorik tutarsızlıkların, bugün liberal sol akımın teorik öncüllerine dönüşmesi, ne yazık ki, solun önemli bir bölümünün 1980’li yıllardan itibaren dünya çapındaki liberal taarruzun etkisi altında kalmasından kaynaklanmaktadır.

Pekdemir’in bir diğer iddiasını ele alalım. Pekdemir’in üçüncü iddiası, Türkiye’de kapitalizm dış dinamiklerle geliştiği için, burjuva devriminin de ancak tepeden gerçekleşebileceği yönünde. Pekdemir, burjuva devrimi kavramının gerçek içeriğini anlamadığı için, dış dinamiklerle gelişen kapitalizmin burjuva devriminin “tepeden” gerçekleşeceğini savunuyor. Burada, onun mantık yürütmesi açısından bir tutarsızlık yok. Ancak liberal bakış açısı nedeniyle, kapitalizmi geliştiren dış dinamiklerin, aynı zamanda, demokratik devrimi de sağlayacağına inanıyor. Türkiye’de kapitalizmi geliştiren “dış dinamik” Avrupa mali sermayesi “olduğuna göre”, demokrasiyi de o getirecektir! Bu bakış açısı, AB’nin, Kopenhag Kriterlerinde ifadesini bulan demokrasi anlayışını “demokratik devrim” olarak görmenin yanısıra, AB’nin iki yüzyıla uzanan süreçte yaşanan sınıf mücadelelerinin ürünü olan demokratik kazanımlarının, Türkiye’ye aktarılabileceğine inanmaktadır. Oysa en basitinden, AB’den gelen “demokratikleşme” yönündeki basınç, AB ülkelerindeki demokratik kazanımların mimarı olan başta işçi sınıfı olmak üzere ilerici güçlerden değil, gerici Avrupa tekelci burjuvazisi ve bürokrasisinden gelmektedir. Bu nedenle, AB demokrasisi, tekelci burjuvazinin sınıf çıkarları ile sınırlı, emekçilerin temel taleplerini yok sayan, ırkçı, kültürel önyargılardan beslenen ikiyüzlü bir demokrasi anlayışıdır. Üstelik, demokrasi odağı olarak gösterilen AB, kendi kurumsal yapısı ve işleyişiyle de, oldukça antidemokratik bir oluşumdur. Seçimle gelmeyen ve denetlenemeyen AB Komisyonu, bütün stratejik konularda tam yetkilidir. AB anayasası referandumlarında görüldüğü gibi, Avrupa burjuvazisi ve AB bürokrasisi, en temel burjuva demokratik hak olan seçim ilkesini bile ihlal etmekten çekinmemekte, “evet” oyu çıkana kadar seçimleri yenilemeyi tartışabilmektedir.

Son olarak, Pekdemir’in “6 Ekim, gecikmiş bir devrimdir; ve bir tesellidir” ifadesine karşı, sözü, “sol-duyu”sunu kaybetmemiş değerli sosyalist iktisatçı Korkut Boratav’a bırakalım:

AB kurumlarıyla bütünleşme sürecinin stratejik işlevi, Türkiye toplumunu mümkün mertebe dönüşü olmayacak bir biçimde kapitalizme kenetlemektir. Ancak bu kapitalizm, önceki üç yüzyılın halk mücadelelerinin mirası olan toplumsal kazanımları tasfiye etmiş; sermayenin sınırsız tahakkümünü hedefleyen bir kapitalizm olacaktır. 21. yüzyılın bir dönemecinde Türkiye bugünkü sınıf dengelerinin değiştiği kritik bir yol ayrımı ile karşılaştığında, AB bağlantıları, toplumumuzun kökten, belki ‘sosyalizan’ bir doğrultuya yönelmesini önleyebilecek bir rol oynayacaktır.

 

SONUÇ YERİNE

Bugün Avrupa Birliği’ne üyelik süreci, bir dış dinamik olarak, Türkiye’deki demokrasi mücadelesi üzerinde ciddi bir rol oynamaktadır. Ama liberal solcuların savunduğu gibi olumlu yönde değil, olumsuz yönde. Öylesine ki, bir dönemin “uslanmaz devrimcileri”, AB’nin gerici ve ikiyüzlü demokrasisinden teselli bulabilmekte, bir zamanlar mücadeleleri ile DGM’leri kaldıran “devrimci sendikacılar” patronlarla sosyal barış gezileri düzenleyebilmekte ve en acısı, son yirmi yılda yürüttüğü mücadele ile, sadece Türkiye’nin değil, Ortadoğu’nun ve dünyanın politik denklemini değiştirmeyi başaran ve ezilenlerin umudu olan bir halkın aydını “iç dinamiklerle hiçbir şey yapılamaz” diyebilmektedir. İç dinamik örneğin Diyarbakır’da değilse nerededir?

 


[1] Ne yazık ki ömrünü emekçilerin safında mücadeleye adamış dürüst bir Kürt aydını olan Ekinci’nin AB destekçiliğini, en azından burada alıntıladığımız yazısında dile getirilen düşüncelere dayanarak, başka türlü yorumlamak mümkün değil. Kuşkusuz Ekinci, AB destekçiliğini Marksizmin açık çarpıtmasına dayalı bir şekilde yapmasaydı, AB’yi şu ya da bu nedenle desteklemesine bu yazı çerçevesinde diyecek bir sözümüz olmazdı.

[2] Burada kastedilen 1920’li yıllarda işçi sınıfı devriminin olanaklı olup olmaması değil, ulusal kurtuluş savaşı ile birleşen burjuva devriminde varolduğu kadarıyla işçi sınıfının bağımsız bir parti olarak örgütlenmeyi başarmış olması halinde, burjuva devriminin tamamlanması yönünde önemli bir rol oynayabileceğidir. Tabii ki, bu, yukarıda da vurgulandığı gibi, teorik bir olasılıktır. Ama 1920lerin Türkiyesi’ni kuşatan koşullar (Sovyetler Birliği’nin kurulması ve Yeşil Ordu gibi Sovyetlerden etkilenen güçlerin varlığı ve Mustafa Suphi ve yoldaşlarının TKPsi gibi) dikkate alındığında, bu olguyu pratik bir olasılık olarak da tartışmak mümkündür.

[3] Osmanlı tarihçiliğinin esas itibariyle geleneksel ve liberal tarihçilerin tekelinde olması nedeniyle, Osmanlı topraklarında doğrudan üretim sürecinde yaşanan dönüşümü konu edinen Marksist perspektiften yazılmış çok fazla inceleme bulunmamaktadır. Bu tür çalışmaların azlığı, Osmanlı toplumundaki dönüşümlerin, dış güçlerin baskısı altındaki Osmanlı devletinin beka stratejisi olarak gündeme getirdiği reformlar süreci olarak görülmesine neden olmaktadır. Oysa bilim ya da tarih bilimi, yüzeydeki görünüşlerle değil, derinde yatan süreçlerle, değişimi koşullayan içsel nedenlerle ilgilenir.

[4] 1923’den bu yana iktidarın burjuva sınıf karakterinin değişmemiş olması yukarıda kısmen açıkladığımız gibi belirli bir niteliksel bir değişim yaşanmadığı anlamına gelmemektedir. 1920’li yılların feodalizm kalıntısı geri toplumsal koşullarının ürünü olan tefeci – tüccar gibi unsurlardan oluşan burjuvazi, gelişme süreci içinde emperyalist sermaye ile bütünleşerek adım adım tekelci bir karakter kazandı.

[5] Ancak oldukça özgül bir toplumsal ve uluslararası siyasi ortamda gündeme gelen Çin ve Küba devrimlerinde olduğu gibi, burjuvazinin alt katmanlarının yönlendirdiği antiemperyalist ve antifeodal devrimler aslında bu önermeyi doğrulamaktadır. Çünkü bu ülkelerdeki devrimler, burjuva demokratik içeriğe sahip olmalarına karşın, esas olarak yoksul köylülüğe dayanmaları ve sosyalizmin dünya çapındaki prestiji nedeniyle kendilerini sosyalist bir söylem içerisinde var etme çabası içinde olmuşlardır. Başka bir deyişle “emperyalizm ve proleter devrimleri çağı”nda, burjuva-demokratik devrimler, burjuvazinin öncülüğü ve inisiyatifinde gerçekleşen tepeden burjuva devrimlerinden farklı olarak, burjuva toplumun sınırlarını zorlayan bir içeriğe sahip olmuştur.

[6] Yukarıda değindiğimiz gibi burjuvazinin alt katmanlarının yönlendirdiği radikal ulusal demokratik devrimler bu önermeye bir istisna oluşturmaktadır.

[7] 1660 yılındaki Restorasyon ile monarşiyi yeniden işbaşına getiren İngiliz burjuvazisi, bu sefer Krallığın feodalizmi canlandırması olasılığını engellemek için, burjuva mülkiyet haklarını ve rekabet özgürlüğünü güvence altına alacak önlemler almıştır.

[8] Bu konunun ayrıntılı analizi için Bkz. İ.Akdere ve Z. Karadeniz, Türkiye Solunun Eleştirel Tarihi-1, Evrensel Basım Yayın. İstanbul, 1994.

“Stalin Raporu” ve Sonun Başlangıcı

Tarihin belirli dönemeç noktaları vardır. İçinde yaşanılan anda bunlar kolayca farkedilemeyebilir. Ancak olayların gelişimi incelendiğinde, herhangi bir gelişmenin başlangıcı, ya tam, ya da yaklaşık olarak tespit edilebilir. Sosyalizmin tarihi bakımından da aynı durum geçerlidir. Geriye dönüş ve Stalin sorunlarında –ki, aralarında kopmaz bir bağ vardır– sağlıklı bir değerlendirme yapmak için, SBKP’nin 20. Kongresi tam bir dönemeç noktasıdır. Bu sorunların bugün hâlâ tartışılmakta oluşunun anahtarı da burada yatmaktadır. Geçtiğimiz aylar içerisinde, 1956’da, SBKP’nin 20. Parti Kongresi’ne Kruşçev tarafından sunulan Stalin karşıtı rapor yeniden gündeme geldi. Raporun gündeme geliş nedeni, üzerindeki “50 yıllık gizlilik”in kaldırılmasıydı. Rusya Federal Arşivi’nde bulunan rapor, Rusya Devlet Tarih Müzesi’nde açılan bir sergide yer aldı. Raporun üzerinde “50 yıl gizlidir” mührü bulunsa da, Kruşçev’in raporu okumasından daha bir kaç gün sonra, raporun genel içeriğinin emperyalist dünya tarafından bilindiğini, birkaç ay sonra, ABD basınında tam metninin yayınlandığını biliyoruz. Rapor, 20. Kongre’ye konuk olarak katılan diğer komünist partilerinin delegasyonlarına da –konuk delegasyonlar, “Stalin Raporu”nun okunduğu oturuma alınmamışlardı– dağıtılmıştı ve onlardan bazıları, bu raporu, Enver Hoca’nın deyimi ile “gericiliğe vermeye ve kitap sergilerinde kiloyla satmaya götürmüşlerdi.

SBKP’nin 20. Kongresi, Kruşçev’in Stalin’i mahkum eden raporu ile ün kazandı ve öne çıktı. Kuşkusuz dünya gericiliği, “Stalin raporu”nda ve Kongre’ye sunulan raporda sosyalizmden uzaklaşmanın ilk belirtilerini buldu. Stalin sorunu öne çıktı, ancak Kongre Raporu’nda dile getirilen modern revizyonizme doğru sapmanın tezleri gölgede kaldı. Kuşkusuz Marksist-Leninistler bu durumun farkındaydı ve önceleri sosyalist dünyanın birliğini koruma kaygısı ve ilke nedeniyle açıktan karşı çıkmasalar da, daha sonra, işlerin susulmaması gereken bir noktaya gelmesiyle, açıktan mücadele bayrağı açtılar. ‘50’li yıllarda CIA Başkanı olan Allen Dalles, raporla ilgili yaptığı açıklamada, “Bu raporun metnine bir milyon dolar veriyorum. Bu, komünizmin tabutuna çakılan ilk çivi olacaktır” demişti. Gericilik kuşkusuz o günlerde çok sevinmiş ve ellerini ovuşturmuştu. Bugünden bakıldığında daha rahat görülebilmektedir ki, Gorbaçov’a giden yolun taşlarını Kruşçev döşemiştir ve Gorbaçov, ‘malum olanı ilan ederek’ perdeyi kapatmıştır.

Ancak vurgulamak gerekir ki, ne SSCB’de ve tek tek ülkelerde sosyalizmin yıkılması, ne de sosyalist bloğun dağılması komünizmin sonu olmadı, olamazdı da. Çünkü komünizm, işçi sınıfının sömürü ve yaşam koşullarından, insanlığın tüm olumlu mirası ve bunun bilimsel bilgi ile donatılmasından doğmuştur ve bu mücadelenin son bulması için, her şeyden önce, sınıfların ve sömürünün ortadan kalkmış olması gerekir. Bu da, kapitalist emperyalist sistemin doğasına, varoluş koşullarına aykırıdır. Emperyalist burjuvazi, bugün savaş, işgaller ve katliamlarla, işçi ve emekçi sınıfların yaşam ve çalışma koşullarını sürekli geriye götürmekle, insanlığın sosyalizme ve komünizme doğru ilerlemekten başka bir kurtuluşunun olmadığını zaten sürekli olarak kanıtlamaktadır.

Uluslararası burjuvazi ve emperyalist kapitalizm, önce sosyalizmin, ardından da sosyalizm görünümü altında devam eden “Doğu Bloku”nun yıkılması ile geçici bir zafer kazanmış, bu zaferin sarhoşluğu ile “tarihin sonu”nu ilan etmişti. Emperyalist burjuvazinin dünya halklarının önüne sunduğu sözde “yeni dünya düzeni”, daha ne olduğu anlaşılmadan tarih olmuş, bugün artık unutulmuştur. Ancak bugün emperyalist burjuvazinin dilinden ilan edilen her “yeni dünya ideali”nin, kapitalist emperyalist sistemin, sosyalizm ve sınıf mücadelesinin baskısıyla karanlıkta kalan tüm kötülüklerinin su yüzüne çıkması olduğu görülmektedir. Bugünün egemenlerinin dünya halklarına kandan, göz yaşından, sefaletten, savaş ve işgallerden, aşırı sömürü ve yoksulluktan başka verebilecekleri hiçbir şeyin olmadığını, günümüz gerçekleri açıkça ortaya koymaktadır.

Bütün bu gerçeklerin ışığında, kapitalizme rücu edip sosyalizmi satanların, Stalin’i mahkum edenlerin neye hizmet ettiklerini yeniden hatırlatmak zorunlu olmaktadır. Burada, kısaca ve ana çizgileri ile yapılmaya çalışılacak olan da budur.

STALİN RAPORU NEYDİ?

SBKP’nin 20. Kongresi’ne, dönemin parti sekreteri Kruşçev tarafından sunulan “Stalin Raporu”, Stalin’e yönelik bir dizi suçlamayı içeriyordu. Aslında bu suçlamaların her biri, dünya gericiliği tarafından, sosyalizmi yıkmak amacıyla, anti-komünist propagandanın malzemeleri olarak zaten kullanılmaktaydı. “Stalin’in despotluğu”, “tek adam diktatörlüğü”, “keyfi yönetimi”, “yargılamalar ve sürgünler”, dünya gericiliğinin sosyalizme karşı kullandığı “önemli” malzemelerdi. Kruşçev’in tüm yaptığı, bütün bu malzemeyi alıp sistemleştirmek, onu “içeriden” süslemekti. Raporun yarattığı etkinin büyük sırrı da burada yatmaktadır. Stalin’in yerine oturan, onu mahkum etmekte ve suçlamaktadır. Bu suçlama, geçmişte sınıf düşmanlarını bastırmak için belki aşırıya kaçmış şu ya da bu uygulamanın eleştirilmesinden öte, sosyalizmin “defterinin dürülmesi” açısından çok önemli ve stratejiktir. Bu yanıyla da, bir ilktir. Kapitalizmin yolunu tutmuş olan –bu süreç, giderek, Sovyetler’de tekelci devlet kapitalizminin egemen olduğu bir süreçtir– modern revizyonistler, –revizyonizm, bir burjuva ideolojisidir ve işçi sınıfının tarihsel amaçlarından kesin bir ayrılıştır– deyim uygun düşerse, “hançeri tam kalbe saplamışlardır.”

Dünya gericiliği tarafından alkışlarla karşılanan bu raporda, ilk olarak, Kruşçev, Stalin dönemini “facia” olarak nitelendiriyor ve şöyle devam ediyor: “Bu facianın suçlusu elbette Stalin’dir. Biz, yoldaş Lenin’in ölümünden az önce yazdığı yazıları yayımlamak istiyoruz. Bu yazılarda, yoldaş Lenin de, Stalin’in görevini suiistimal edebileceği uyarısında bulunarak, Stalin’in çok kaba biri olduğunu ve yoldaşlarla çalışamayacağını vurgulamıştı.” Raporda, Stalin’in “işlediği birçok suçu” açıklayan Kruşçev, “Stalin olmasaydı İkinci Dünya Savaşı da olmazdı” görüşünü de savunuyor.

“Facia” olarak adlandırılan dönemde ne olmuştur? Rusya gibi geri bir ülkede sosyalist inşa dev adımlarla ilerlemiş, Rusya 10 yılda dünyanın en ileri ülkelerinden birisi haline gelmişti. Tüm dünya halklarını umuda ve sevince boğan yeni sosyalist bir uygarlık yaratılmış, bu uygarlık, aynı zamanda, faşizm belasının insanlığın başından atılmasında belirleyici rol oynamıştı. Faşist saldırının tüm yıkımlarına ve tahribatlarına rağmen, ülke yeniden inşa edilmiş, sosyalizm, daha sonraları Kruşçevciler ve ardından gelenlerin mirasyedi gibi harcayacakları dev bir miras bırakmıştı. Öyle ki, bu miras, birikimleri üzerinde tepinen “mısır uzmanı” Kruşçev’e bile, döneminde, uzaya ilk insanı göndermeyi nasip etmişti! “Facia” olarak adlandırılan dönem, işte böyle bir dönemdi.

Lenin’in Stalin’i “kaba” olarak nitelemesi ise, ilk kez bu raporda yer almıyor ve tarihsel olarak da bulunmaz bir malzeme değil. Troçkistler, çok önceleri bu tartışmayı yapmışlardı. Burada önemli nokta şudur: Lenin’in ölümünden sonra, parti sekreterliği tartışmalarında, bu “sorun” partinin önüne bizzat Stalin tarafından getirilmiş, Stalin açıkça, “sınıf düşmanlarına karşı kaba olduğunu” ifade etmiş, partinin kendisini görevlendirmeyebileceğini, aday olmayacağını belirtmiştir. O dönemde, parti, buna rağmen, –Troçki’nin de bir itirazı olmadan!– Stalin’i Genel Sekreter seçmekte hiç tereddüt etmemiştir. Lenin’in söz konusu mektubundaki kısa bölüm, Stalin’in kaba yanları olabileceğini ifade etmekte, ancak Stalin’in kararlı ve sadık olduğuna dikkat çekmektedir. Lenin, Troçki’nin ise, sürekli yalpalayan durumuna vurgu yapmıştır.

Stalin’in, tüm görevi boyunca, görevlerini “suiistimal ettiği” tek örnek yoktur. Tüm yaşamı ortadadır ve sonradan ellerinde her türlü belge ve bilgi olanlar da, aksi bir kanıt ileri sürememişlerdir. “Stalin olmasaydı İkinci Dünya Savaşı olmazdı” iddiası ise, tam Kruşçevvari bir saçmadır. Ciddi bir eleştirinin konusu bile yapılamaz. Emperyalist ideologlar bile, o dönemde, –sonradan Hitler ve Stalin’e eşit sorumluluk yüklemelerine karşın– böyle bir iddia ileri sürmemişlerdi. Savaş emperyalistler arasında başlamış, Nazi saldırganlığı Sovyetler’e yönelmişti. Bu iddiaya, Kruşçev’in dünya emperyalizmine sunduğu adi bir hizmet deyip geçmek gerekiyor.

Stalin’i yakından tanıyan ve onunla bir çalışma içinde bulunanların genelde birleşen ortak bir değerlendirmesi vardır. Bu değerlendirme, onun içtenliği, mütevazı kişiliği, sade yaşamı, kolektif çalışmaya verdiği önem üzerinedir. Gerek savaş sırasında sosyalist anayurdun savunulması çalışmalarında, gerekse de sosyalist inşa sorunlarında, Stalin, birlikte çalıştığı kişilerin düşüncelerine son derece değer vermiş, ancak hatalarını ve eksikliklerini göstererek, onları ilerletmekten de hiç geri kalmamıştır. Özellikle 30’lu yılların ortalarından itibaren SSCB’de sınıf mücadelesi sertleşmiş, dünya gericiliğinden de destek alan pek çok eylem gündeme gelmiştir. Parti önderlerinden Kirov’un öldürülmesi, bunlardan sadece birisidir. Sosyalist devlet kendisini savunmakta tereddüt etmemiştir. Dönemin mahkemelerinde yapılan yargılamalar, sınıf düşmanlarına gerekli cezayı vermiştir. Bu arada, “kurunun yanında yaşın da yandığı” durumlara rastlanmıştır. Ancak bu hatalar ortaya çıktığında düzeltilmiş, sürgüne gönderilenlerin önemli bir kısmı suçsuz bulunarak serbest bırakılmış, içlerinden, daha sonraları, yine Stalin döneminde önemli görevler alanlar olmuştur. Mücadelenin büyüklüğü ve bir ölüm-kalım meselesi olduğu dikkate alındığında, bu konularda yapılan hataların, karşı devrimci pravokasyonlar da dikkate alındığında, büyük ve vahim olmadığı, büyük tarihsel ilerleyişin yanında ihmal edilebilir olaylar olarak karşılanması gerektiği açıktır. Ayrıca hatırlatmak gerekir ki, “yapılan bazı aşırılıklar”a, Stalin’in katıldığı son Kongre olan 19. Parti Kongresi’nde dikkat çekilmişti.

Kruşçev’in hazırladığı raporun sonunda da Stalin’in bir devrimci olmadığı savunularak, “O, her zaman takip edilme ve casus korkusuyla yaşayan biriydi” gibi ifadeler de kullanılıyor. Bu tür karalamalara ciddi bir yanıt vermek gerekmiyor. Stalin’in tüm yaşamı ve mücadelesi biliniyor. Devrimden önceki illegal mücadeleye katılımı ve yaşamı, yakalanmalar ve sürgüne –Stalin’in anlamı çelik adamdır ve tüm mücadelesi ve eylemi bunu doğrular niteliktedir– gönderilmeler, iç savaş sırasında görevlendirildiği cephelerdeki tutumu, Nazi ordularına karşı savaşın örgütlenmesinde büyük bir stratejist ve önder olarak önemi ve Nazi orduları Moskova’nın dibine kadar geldiğinde de Stalin’in Moskova’dan ayrılmadığı biliniyor. Dönemin İngiltere Başbakanı Churchill, savaş içerisindeki Sovyet stratejisinin doğruluğunu teslim etmekte, bu durumun ise, Stalin’in stratejik dehasının ürünü olduğunu kabul etmektedir. Troçkist tarihçi Isac Deucher de, 2 ciltlik Stalin adlı kitabında, Stalin’in kendi sınıfının en kararlı adamı olduğunu kabul eder. Stalin, o dönemde, sosyalizmin önderi ve sosyalist devletin en önemli yöneticidir. Bu devlet, elbette önderini korumak için karşı-devrimcilere ve casuslara karşı önlem alacaktır. Yaşananlar da öyle olması gerektiğini zaten ortaya koymaktadır.

Raporu, emperyalist dünya ve modern revizyonizm –o dönemde Titoculuk’ta simgelenen kapitalist ideoloji ki, sonradan, Kruşçevciler de böyle anıldılar– coşkuyla karşıladı. Ancak Marksist-Leninistler açısından durum oldukça farklıydı. O günleri, 20. Kongre sırasında Moskova’da bulunan Enver Hoca şöyle anlatmaktadır: “Kongreye katılan kardeş partilerin sadece birinci sekreterleri raporu okudu. Bütün gece raporu okudum, çok sarsılmıştım; okumaları için heyetin öteki iki üyesine de verdim. Kruşçev ve şürekasının Stalin’in şanlı eserine ve kişiliğine çizik çektiklerini zaten biliyorduk; adının hiç olumlu anılmadığı Kongre çalışmaları sırasında da bunu gördük. Ama Sovyet önderlerinin büyük, unutulmaz Stalin’e karşı bütün bu iğrenç suçlama ve iftiraları kağıda dökeceğini asla tahmin edemezdik. Yine de işte yazıya dökülmüştü. Kongre’ye delege olarak gelen Sovyet komünistlerine okunmuş, Kongre’ye katılan öteki partilerin temsilcilerine okumaları için verilmişti. Yüreğimize, beynimize derinden işleyen ağır bir darbe inmişti. Bunun bütün sınırları aşan, Sovyetler Birliği ve hareket için feci sonuçlar getirecek bir ihanet olduğunu ve bu trajik koşullarda partimizin görevinin, kendi Marksist-Leninist konumunda sımsıkı direnmek olduğunu kendi aramızda konuştuk.

Okuduktan sonra bu korkunç raporu hemen sahiplerine geri verdik. Kruşçev’in düzdüğü bu tiksindirici suçlama lağımı neyimize gerekti ki. Gericiliğe vermeye ve kitap sergilerinde kâr için kiloyla satmaya götürenler öteki ‘komünistler’di.

Lenin ve Stalin’in anayurdunda görüp duyduklarımızdan yüreğimiz ezik, ama Kruşçev ve Kruşçevcilerin faaliyet ve tutumlarına karşı daha uyanık, dikkatli olmamızı belirten çok öğretici bir dersle döndük Arnavutluğa.” (Enver Hoca, Kruşçevciler)

20. KONGRE’NİN ÖNEMİ

20. Kongre’de Stalin’in adı etrafında kaldırılan toz bulutu arasında kabul edilen kararlar, sonraki çöküşün başlangıcı niteliğindeki kararlardı. Sonrasında Kruşçev* tarih sahnesinden çekilse de, onu tasfiye eden Brejnev ekibi ve ardından gelenler, aynı yolda yürüdüler. Kruşçev, hem yıpranmış, hem de beceriksiz çıkmıştı. Sonradan gelenler, açıktan pek fazla Stalin’e saldırmadılar, çünkü bu, artık onlar için “çözülmüş” bir meseleydi. Ama Kruşçev’in açtığı kapitalist yolu sonuna kadar takip ettiler, dünya egemenliği için ayrı bir mihrak olarak mücadele ettiler. İçten içe çürüyen ve kapitalist niteliği artık gizlenemeyecek hale gelen sistemlerinin, Gorbaçov’la birlikte, üzerindeki “sosyalist” kabuğu atmasıyla, açıktan kapitalizme iltihak ettiler.

20. Kongre raporu ve kararları, Stalin’in ölümünden önce yapılan 19. Parti Kongresi kararlarını ve dolayısıyla Marksizm-Leninizmi başlıca şu alanlarda revize ediyordu: Çağımızın niteliği, barış içinde bir arada yaşama, sosyalizme geçiş sorunları, savaş ve barış sorunları, modern revizyonizme ve emperyalizme karşı tutum vb. Ayrıca sosyalizmin ekonomik yasaları ile oynanıyor, üretim araçların meta olmalarının ve değer yasasının etki alanının genişlemesinin yolu açılıyor, üretimin artışı için maddi teşvikler bütünüyle öne çıkarılıyordu. Sanayi ve öncelikler sorunu da çarpıtılıyor, ekonomik iflasa gidecek yol açılıyordu. Bu yazıda, bütün bu başlıklara ayrıntılı olarak girilmeyecektir. Ama hatırlatma amacıyla da olsa, önemli bazılarını, satır başları ile ele almaya çalışacağız.

Marksist-Leninistler, çağımızın “emperyalizm ve proleter devrimleri çağı” olduğunu hep vurguladılar. Bu tespit, uluslararası durumun tahlil edilmesi, anlaşılması, olayların gelişim yönünün öngörülmesi ve sınıf mücadelesi politikalarının geliştirilmesinde temel önemde bir rol oynadı. Çağımızın emperyalizm ve proleter devrimleri çağı olmasının anlamı şudur: Çağımıza emperyalizm ve proleterya damgasını vurmakta, emperyalizmde somutlaşan tekelci kapitalizm eskiyi ve çürüyen güçleri temsil ederken, proleterya yeniyi ve devrimi temsil etmekte, çağımıza buradan çıkan çelişki –burjuvazi-proleterya çelişkisi– damgasını vurmaktadır. Çağımız, bu yanıyla, tarihsel bir süreç boyunca devrime varacak olan, büyük nicel ve nitel dönüşümler çağıdır ve diğer tüm çelişkilerin –emperyalizm ve ezilen uluslar, emperyalist devletlerin kendi aralarındaki çelişkiler– nihai çözümü, anılan bu çelişkinin çözümüne bağlıdır.

Kruşçevciler kesin nitelikleri belli olmayan bir “yeni çağ” tespiti yapmakta, bu “yumuşama” çağında devrimler, savaşlar, emperyalist ülkelerle ilişkiler eski içeriklerinden soyulmakta, tüm bu tespitlere, sınıf işbirliği, uzlaşma, devrimden yüz çevirme çizgisi sinmektedir. Herşey bir “termonükleer savaşın önlenmesi” amacına bağlanmaktadır. Uluslararası ve ulusal düzeyde kapitalizm ve sosyalizm “barış içinde yarışacak”, sosyalizm üstün gelecektir. Tek tek ülkeler, devrimlerini yapmadan, sosyalizme, “kapitalist olmayan yoldan kalkınarak” geçeceklerdir. Nükleer silahların varlığı ve sosyalist sistem yeni bir savaş ihtimalini ortadan kaldırmakta, savaş sorunu, kapitalizm ve emperyalizmden, dünyanın paylaşılması sorunundan soyutlanmaktadır.

Emperyalist kapitalist sistem var olduğu sürece savaşlar hep olacaktır. Bunların bir dünya savaşına dönüşmesi elbette kaçınılmaz değildir ve barış yanlısı güçler böyle bir savaşı engelleyebilir veya geciktirebilir. Ancak Kruşçevciler, sorunu, bu bağlam içerisinde değil, artık kesin olarak emperyalist savaşların, dünya savaşlarının olmayacağı ilişkisi içerisinde koymakta, ulusal kurtuluş mücadelelerini görmezden gelmekte, halklar arasında boş hayaller yaygınlaştırma işini üstlenmektedirler. Bugün de dünya, emperyalist işgal ve savaşlarla sarsılıyor. Yeni kamplaşmalar belirginleşiyor. Dolu dizgin silahlanmaya gidiliyor, nufüz ve hegomonya mücadeleleri sertleşiyor.

Alınan kararlar, ülkelerdeki iç sınıf mücadelelerine ilişkin olarak da oldukça çarpıcı tespitler içermektedir. Örneğin 20. Kongre Raporu’nda yer alan tespitlerden birisi şudur: Rapor, Ekim Devrimi’nden bu yana, parlamento sorununa “yeni biçimde” yaklaşım için “esaslı değişiklikler” olduğundan söz etmekte, sorunu şöyle koymaktadır. “…Sağcı burjuva partileri ve onların oluşturduğu hükümetler sık sık iflasa uğruyorlar. İşçi sınıfı bu şartlarda, emekçi köylülüğü, aydınları ve yurtsever güçleri etrafında toplayıp, kapitalistlerle ve büyük toprak sahipleriyle anlaşma siyasetinden kopamayan oportünist unsurlara tayin edici darbe vurarak, gerici, halk düşmanı güçleri yenilgiye uğratabilir, parlamentoda sağlam bir çoğunluk kazanabilir ve parlamentoyu burjuva demokrasisinin organı olmaktan çıkarıp, halk iradesinin gerçek organı haline getirebilir.” (19. ve 20. Kongre Raporları, İnter Yayınları) Bu “tez”, nedense, Ekim Devrimi’ni yapan ve sosyalizmi kuranların ‘aklına gelmemiştir!’ Bu Kruşçevci tezde, parlamenter mücadeleden ve parlamentodan yararlanma taktiğinden değil, “parlamenter devrim”den söz edilmektedir. Bu, ham bir hayaldir ve tek bir örneği bulunmamaktadır. Sözde sosyalist hükümetlerin ise, kapitalizmin temel işleyiş yasalarına dokunmaları söz konusu bile olmamaktadır.

Barış içinde bir arada yaşama ise, farklı iki sistemin zorunlu olarak yan yana yaşaması taktik sorunundan, barış içinde yarışa dönüştürülmekte, bu sorun, ülke içerisindeki sınıf mücadelesinin yerini almaya doğru genişletilmektedir. Sınıf mücadelesini reddetme taktiğidir bu. 20. Kongre, parti ve devlet sorunlarında da, mevcut gerçekliği ve Marksist-Leninist teoriyi revizyona tabi tutmuş, işçi sınıfının partisi ilkesi “halkın yöneticisi” konumuna geriletilmiştir. Elbette bu “halk” sözcüğü de, Kruşçevcilerin iktidarını perdelemek amacıyla kullanılmakta, “halkın devleti” vb safsatalara yol açılmaktadır. 20. Kongre Raporu, bir yanıyla “Pandoranın kutusu”nu sonuna kadar açmıştır. Açılan bu kutudan, “Avrupa komünizmi” vb. burjuva ideolojileri çıkmakta gecikmemiştir. Kuşku yok ki, Togliattiler, Berlinguerler, Kruşçev’e çok şey borçludurlar.

SONUÇ

Diğer taraftan “Doğu Bloku”nun yıkılmasıyla gündeme gelen büyük dağılmanın ardından, bu gelenekten gelen ve o dönemde Kruşçevciliğe çark eden eski komünist partiler –revizyonist partiler– bugün toparlanmaya çalışmakta, ama Kruşçevcilikle ideolojik bir hesaplaşma yoluna girmemektedirler. Kruşçev, en fazla, olağan gidişten bir sapma olarak görülmekte, Brejnev’le işlerin yeniden düzeldiği kabul edilmektedir. Açıkça görülmektedir ki, bu partiler, bugün ideolojik olarak Brejnevciliği aşamamaktadırlar. Bunların içinde büyük ve ciddi partilerin olduğu da görülmektedir. Ancak geçmişle bu köklü hesaplaşma yapılmadan, işçi sınıfı ve sosyalizm adına varılabilecek hiçbir yer bulunmamaktadır ve proletaryanın sosyalizm bilinci, bu hesaplaşma yapılmadan ilerleyemez ve gerçek zeminine oturamaz. Geçmişi yeni koşullarda tekrar etme çabası, işçi sınıfının mücadelesine zarar verecek bir çabadır.

Özetle diyebiliriz ki, 20. Kongre Kararları ve “Stalin Raporu” sosyalist blokta kargaşa yaratmış, uluslararası proletaryayı ve onun partilerini bölmüş, emperyalist sisteme taze kan taşımış, kapitalizmin yolunu açmıştır. Bu niteliği ile çöküşün başlangıcı olmuştur. Kruşçev’in girdiği kapitalist yolu Gorbaçov tamamlamış, işi doğal sonucuna götürmüştür. Ancak tarih hükmünü sürdürmektedir. Emperyalist kapitalist sistem, bugün çürümenin ve kokuşmanın zirvesine doğru ilerlemektedir. Bu sistem, attığı her adımda insanlığı felakete doğru sürüklemektedir. Diğer yandan, bugün Rusya’da yapılan anketler, Stalin’in en sevilen lider olduğunu kanıtlamaktadır. Kruşçev, Gorbaçov vb. gibiler ise, en sevilmeyenler arasındadır. Kuşkusuz insanlık, sosyalizmin geçmiş kazanımlarını, sosyalist uygarlığın olağanüstü deneyimini ve Stalin’i sağduyuyla değerlendirebileceği bir yere doğru ilerlemektedir.

 

* Kruşçev üzerine birkaç şey söylemek gerekirse, kısaca şunları söylemek olanaklıdır: Stalin döneminde MK üyesi, ancak Parti’nin önde gelen önderlerinden birisi değildir. Stalin’in ölümünden sonra, parti, Malenkov, Molotov ve Voroşilov tarafından yönetilmiş, ’53-’56 arasında Kruşçev olağanüstü bir hızla yükselmiştir. Genel Sekreterliğe gelmiş, ancak ’57’de MK tarafından görevden alınmış, (bu görevden almanın, devrimci uyanıklık ve Kruşçev’in yapmak istediklerini farketmekten ziyade, klik çelişmesinin ürünü olduğunu vurgulamak gerekir) tarımla uğraşmakla görevlendirilmiştir. Ancak Savunma Bakanlığı’nın tankları ile, yeniden, bir darbe ile göreve getirilmiş, MK ve parti içerisinde büyük bir temizlik ve kıyım yapmıştır. Kruşçev’i tanklarıyla bu göreve yeniden getiren Savunma Bakanı Jukov’da bu arada kızağa çekilenler arasındadır!

 

“Bir Kadın İşçinin Gençliği”ne Önsöz

Evrensel Basım Yayın tarafından yayımlanan ve tüm çekiciliği ve etkili dönüştürücü gücüyle, sefalet ve yokluk içindeki bir çocukluktan genç bir parti militanı kadının yükseldiği işçi yaşamı ve mücadelesini anlatan Adelheid Popp’un “Bir Kadın İşçinin Gençliği” adlı eserine, Emek Partisi Genel Başkanı Levent Tüzel’in yazdığı önsözü, sık sık yer verdiğimiz kitap tanıtımları kapsamında yayımlıyoruz.

Kitap, Almanca orijinal adı “Die Jugendgeschichte einer Arbeiterin” ve “Erinnerungen. Aus meinen Kindeheits- und Mãdchenjahren. Aus der Agutation und anderes” olan iki kitapçıktan oluşan ve “Jugend einer Arbeiterin” adıyla yayımlanan 1991 basımından Olcay Geridönmez tarafından çevrilmiştir.

İşçilerin ve emekçilerin sömürü ve baskıdan kurtuluş için verdikleri mücadelenin uzun bir geçmişi vardır. 150 yıldan daha fazla bir zaman önce Avrupa’da işçi sınıfının ilk ayaklanmaları başlamıştı. İnsanlık tarihinde bir dönüm noktası olan bu ayaklanmalar, toplumun iki ana sınıf ekseninde bölündüğünü göstermiştir. Yaşam biçimleri, hak ve çıkarları birbirine karşıt iki ana sınıfa bölünmüş bir toplumda yaşamanın ortaya koyduğu en önemli sonuç, işçiler ile kapitalistlerin tek tek bireyler olarak değil, iki ayrı sınıf olarak karşı karşıya bulunduğu gerçeğidir.

Kapitalizmin doğuş yıllarından başlayıp, sermaye iktidarının en katı biçimlerde sürdürüldüğü XX. yüzyıl boyunca ve günümüzde devam eden sınıflar mücadelesi, daima örgütlü güçlerin omuzlarında yükselmiştir.

İçine sürüklendiği karanlığı ve çaresizliği bireysel çabalarıyla yırtmaya çabalayan milyonlarca insan, köklü bir kurtuluşun, ancak örgütlenerek ve birlikte mücadele ederek olanaklı olduğunu bu süreçte görmüş ve göstermiştir.

Elinizdeki kitap, o milyonlarca işçiden birinin, geçen yüzyılın başlarında Avusturya’da yaşamış bir işçi kadının, çocukluk, gençlik ve olgunluk dönemlerinin gerçek öyküsüdür.

Adelheid Popp, Avusturya işçilerinin siyasi örgütünde kimliğini ve kişiliğini bulmuş, etkili bir yazar ve konuşmacı haline gelmiştir. Yazıları ve konferanslarıyla, bütün Avrupa’da ezilenlerin sesi olmuş, örgütleyici ve mücadele önderi olarak, kendisini sınıfının ve halkının kurtuluşu davasına adamıştır.

Popp’un yaşamı, birçok bakımdan öğreticidir. Önce, ayyaş bir baba ve gerici düşüncelerle körleşmiş bir annenin egemen olduğu ev yaşamı içinde, hiçbir iş güvencesi olmadan, bir fabrikadan diğerine geçip çok düşük ücretlerle yaşamaya çalışan, daha iyi yaşam koşulları ve yolunu aydınlatacak ışık arayan bir küçük işçi kız olarak tanıyoruz onu. Gençlik ve yetişkinlik çağlarını ise, sosyalist bir işçi militan olarak yaşamıştır. Bu yaşam çizgisi, kişisel ve toplumsal acıların karşısına diktiği engelleri aşan güçlü bir iradeyi yansıtmaktadır. Ama bundan daha önemli olarak Popp, işçilerin sınıf mücadelesi içinde karşılarına çıkan siyasi olanakları doğru değerlendirerek kavuşacakları olumlu değişikliklerin de bir örneğidir. Popp, kuşkusuz son derece zeki ve yetenekli bir işçidir; ama eğer Avusturyalı sosyalist işçilerin örgütü olan “Sosyal Demokrat Parti”nin kendisine tuttuğu ışık olmasaydı, bu zekâ ve yetenek, kapitalist sistemin acımasız çarkları arasında heba olup giderdi. Üyesi olduğu partinin düşünceleri ve hedefleri ile birleşerek yürüttüğü mücadelede kazandığı yeni yetenekler ve değerler, günümüzde de bütün parti militanları için önemli dersler taşımaktadır. Ezilen, sömürülen yığınlar içinde yaşayarak ve siyasi çalışma yaparak dönüşmek, günümüzde ve bizim partimizde de kadroların eğitimi bakımından son derece belirleyici bir yer tutmaktadır.

Onun yazdıklarını, 100 yıldan fazla bir zaman geçmiş olmasına karşın, son derece değerli ve hâlâ öğretici bulmamızın bir başka nedeni de, kendi yaşamını, bütün işçilerin ortak özelliklerini özetleyen bir yaşam olarak sunmasıdır. İşçi hayatına ilişkin son derece canlı, yalnızca gözlemlere değil, doğrudan yaşanmışlığa dayanan gerçekçi izlenimler ve değerlendirmeler, ülkemiz işçi sınıfına hiç de yabancı gelmeyecektir. Yüz yıl kadar önce yaşanmış olsa da, olaylar ve insanlar, bizim sınıfımızın insanlarıdır ve onların öyküleri, dünyanın bütün işçilerinin ortak öyküsüdür.

Dünyanın neresinde ve hangi zamanda olursa olsun, işçiler ve emekçiler, aynı sorunlarla, aynı dertlerle karşı karşıyadır. Kısa bir süre önce, Bursa’da yanarak ölen beş işçi kadın, vahşi kapitalist koşulların yüz yıl öncesinden bugüne özü bakımından değişmediğini en can yakıcı biçimde kanıtlamışlardır. Popp’un anılarını okurken, kuşkusuz onların da hayatına tutulmuş bir ayna ile karşılaşacağız. İşçilerin hayatını hiçe sayan, onları sermayelerinin basit bir parçası olarak gören kapitalist egemenlik, en değerli insani özelliklerin de düşmanıdır. Popp’un yaşadıkları ve mücadelesi, aynı zamanda derin bir iç dünyaya sahip, âşık olan, sevilen, sevdikleri için acı çeken bir insanın hayatıdır ve her işçinin hayatı ile birlikte neleri yitirdiğimizi anlatan sert bir uyarıdır.

Popp’un anıları yalnızca işçi kadınlar için değil, öğrenci, emekli, kamu emekçisi kadınlar, ev kadınları ve erkek işçiler için de öğretici ve yol göstericidir. Kendisi değiştikçe, çevresindekileri de değiştirebileceğine güvenen bir militanın yapabileceklerinin sınırı yoktur. İnsanları uyandırmak, mücadele saflarına kazanmak ve her adımda daha çok işçi ile birleşebilmek için, Popp, nasıl yaşamamız ve savaşmamız gerektiğini gösteren büyük bir örnektir. Düşüncelerinin ve örgütünün doğruluğuna, davasının haklılığına yürekten inanmış bir partilinin, çekingen, utangaç, özgüvenden yoksun biri olarak kalması olanaksızdır.

Pek çok kadın üyemiz, onun yaşamının bazı özelliklerinin günümüzdeki bir örneği olarak değerlendirilebilecek özellikler taşımaktadır. Parti toplantılarımıza, etkinliklerimize, gazete dağıtımına, mitinglere, siyasi çalışmanın her biçimine kucaklarında çocukları ile katılan arkadaşlarımız, evlilik kurumunun ve analık sorumluluklarının siyasal görevleri yerine getirmeyi engelleyemeyeceğini göstermektedirler. Fakat Popp, şuna da işaret ediyor: “… yaşadıklarımı kağıda dökmenin yararlı olacağına ikna olmamı sağlayan, sayısız insan benimle aynı acıyı çekmek zorunda kaldığı halde, çok azının ezilmiş ve köleleştirilmiş bir gençlikten silkinip kurtulması ve yükselişe giden yolu bulabilmesiydi. Bu da bizim gerçeğimizdir. Özellikle günümüz koşullarında, binlerce yozlaştırıcı ve şaşırtıcı etki altındaki işçi ve emekçi kadınlar, kimliklerini, kişiliklerini bozan, çarpıtan ağır saldırıya karşı koyamamakta, gündelik hayat sorunları içinde bunalarak bozulmaktadır. Bu gerçeği, onların kişisel zayıflığının göstergesi olarak yorumlayamayız. Aynı biçimde, işçi davasına yabancı ve düşman düşüncelerden, siyasetlerden etkilenmiş insanların, sonsuza kadar aynı cendereye sıkışıp kalmayacağını da görmeliyiz. İnsanlar değişebilir. Yeni ve daha güçlü düşüncelerle, umutlarla tanıştıklarında kendi kabuklarını kırmak için daha çok istek duyabilir ve değişmeye cesaret edebilirler. Bu bizim görevimizdir. Bir kurtuluş yolu bulunduğunu göstermek zorundayız. Ezilmiş ve köleleştirilmiş bir hayata mahkûm olmadığımızı, siyasal mücadelenin henüz zafere ulaşamamış bile olsa, bireysel yüceliş için olanaklar sunduğumuzu anlatmak zorundayız.

Umutları ve heyecanları olmayan, gerici düşüncelerle körelmiş işçileri, kendi hak ve çıkarları için mücadeleye sevk etmek ve bu mücadele içinde onları geliştirmek ve kazanmak, bizim partimizin yabancısı olduğu bir durum değildir.

A. Popp, bu güçlü kadın işçi, okuyarak, yaşayarak ve örgütlü mücadele içine girerek, kendisine ait bir davasının olabileceğini öğrenmiş, yeni bir dünya yaratmak için sınıf kardeşlerini birleştirmeye çalışmış ve çağlar boyunca yaşayacak bir örnek yaratmıştır. Onun yaşamı, ülkemiz işçi sınıfı kadınları, erkekleri ve çocukları içinde binlerce Popp’un yaşadığını ve bizim onlara ulaşmamamız için hiçbir neden bulunmadığını da bize hatırlatmalıdır. Bilmeliyiz ki, kapitalist egemenlik, kanlı yürüyüş yolunda yalnızca emeğimizin ürünü maddi birikimleri çiğnemekle kalmaz, aynı zamanda işçi ve emekçi çocuklarının bireysel yeteneklerini ve zekâlarını da ezer, köreltir, ziyan eder. Bu barbarlığa karşı mücadele, ulaşabildiğimiz her yerde bu en değerli varlıklarımıza sonuna kadar sahip çıkarak yürüyecektir.

* Emek Partisi Genel Başkanı

“Varsayalım ki Öğrenciler Bir Kongre Yapıyor”

Varsayalım ki öğrenciler bir kongre yapıyor diye yola çıkan Türkiye Üniversite Öğrencileri Bağımsız İktisat Kongresi’nin 4.sü bu yıl İstanbul üniversitesinde yapıldı.

İktisat bilimi ve iktisat eğitiminin sosyal bilimlerin diğer alanları ile bağlarının gevşemesi ve neo-klasik öğretinin iktisat eğitimi üzerindeki hegemonyası, beraberinde bu eğitim anlayışına karşı eleştiri ve arayışları da getirdi. Çeşitli ülkelerde farklı biçimlerde açığa çıkan bu eleştirilerin en iyi bilineni, post-otistik iktisat hareketi oldu. 2000 yılında, Fransa’nın saygın eğitim kurumlarından olan Ecole Normale Superieure öğrencilerinin hazırladığı bir bildiri ile başladı. Otistik kelimesi, psikolojide, bireyin dış dünya ile bağlarını kopararak içe kapanması anlamına geliyor. Öğrencilerin karşı çıkış noktası, iktisat eğitiminde neo klasik iktisat öğretisi dışında diğer öğretilerin yer almamasına; iktisadın hayattan kopuk olmasına; iktisadın matematiğe indirgenmesine karşı çıkış olarak özetlenebilir. Bu çıkışın Türkiye’de öğrenciler içindeki karşılığı ise, ODTÜ ve Boğaziçi Üniversitesi öğrencilerinin öncülük ettiği Bağımsız İktisat Kongresi oldu. Bu yıl dördüncüsü düzenlenen kongre, kulaktan kulağa da olsa duyulmaya ve katılan üniversite sayısı artmaya devam ediyor.

Kongre’nin adı bağımsız olunca, ilk akla gelen sorular, neden bağımsız ve kimden bağımsız oluyor şüphesiz. Bu bağımsızlık meselesi iki yönlü olarak düşünülebilir. Birincisi, klüplerin faaliyetlerini gerçekleştirmek için sponsorların kucağına itildikleri bir ortamda, sponsorlara mahkum olmaya bir karşı çıkış. İkincisi ise, iktisat eğitimi ve son dönem uygulanan ekonomi politikalarının mutlak doğru olduğu fikrinden bağımsızlık.

İktisat bilimi ve eğitiminin tamamen neo-klasik öğretiye, dolayısıyla “piyasanın görünmez eli”ne terk edildiği bir dönemde, “tek doğrunun serbest piyasa öğretisi olduğu” fikrinden bağımsızlık, aynı zamanda, iktisat fakültelerinden sürgün edilmiş fikirleri kongre salonuna çağırmanın yolunu açtığı gibi, hem kongrede sunum yapanlara hem de katılımcılara, iktisadın, diğer sosyal bilim dallarıyla olduğu kadar hayatla da bağını kurmanın kapılarını aralıyor. Bunun en doğal sonucu da, IMF ve Dünya Bankası gibi dünya ekonomisinin belirleyici aktörlerinin uygulamalarının, aslında, az gelişmiş ülkeler açısından söylendiği gibi refahı değil, yoksulluğu arttırdığı gerçeğinin ortaya çıkması oluyor.

Hayattan kopuk olmakla eleştirdikleri neo-klasik öğretiye öğrencilerden gelen yanıt, oldukça çarpıcı ve Kongre’nin amacına da bir o kadar uygun. Neo-klasik iktisadın hayattan kopukluğuna inat, Kongre programı, tam da hayatın içinden. Programda, geçtiğimiz yılın en çok tartışılan konuları ve önümüzdeki dönemin tartışmaları önemli bir yer tutuyor. Özelleştirmeler, Tekel, Telekom, Seka, Tüpraş gibi örneklerle tartışılırken; AB para sistemi, AB’ye uyum tasarılarının tarıma, sosyal güvenliğe yansımaları, mortage sistemi, Kongre’nin tebliğ başlıklarına örnekler. Üç gün boyunca Kongre salonunda ve akşamları sürdürülen tartışmalar, iktisat öğrencilerinin en ileri kesimlerinin ülke gündemine ve emekçilerin sorunlarına olan ilgisini göstermesi açısından oldukça önemli idi.

Kongre’nin son günü düzenlenen forumda ise, hem iktisat eğitimi hem de Kongre’nin kendisi değerlendirildi. 12 üniversiteden katılımcının olduğu ve sekiz üniversiteden sunumların geldiği Kongre’nin forumundan çıkan değerlendirmeleri ise şöyle özetleyebiliriz.

· Kongre’nin gittikçe daha fazla üniversiteyi kapsamaya başlaması Kongre’nin amaçları ile uyumlu bir yan taşıyor. Aynı zamanda, üniversiteler arasında iktisat eğitimini ele alışın da farklılıklar gösterdiğini anlamak ve birbirini tanımak için iyi bir olanak yaratıyor.

· Kongre tartışmalarını üniversitelere yaymak için bir sonuç deklerasyonu çıkacak, buna dönük hazırlıklar bitmek üzere.

· Bir sonraki kongrenin ise ODTÜ’de yapılmasına karar verildi.

Son olarak, Kongre’ye ilişkin, ilerletilmesi gereken bir noktanın altını çizmekte fayda var. Kongre tebliğlerinin derinleştirilmesi ve konuların daha temelli olarak ele alınması, Kongre’nin akademik düzeyinin yükselmesi açısından önemli bir ihtiyaç.

Yönetişim Neyin Kısaltması?

Yayımladığımız makale, geçtiğimiz ay İstanbul …. Üniversitesi’nde düzenlenen “Türkiye Üniversite Öğrencileri İktisat Kongresi”ne tebliğ olarak sunulmuştur.

Sistemin doğasını değiştirdik (….) bağımlılaşmış ve bölünemez bir küresel ticaret mimarisi yarattık. Artık farklı ülkeler arasındaki ticaret ilişkilerinin kurallarını koymuyoruz. Tek bütünleşmiş bir dünya ekonomisinin ve dünya düzenin anayasasını yazıyoruz.

Dünya Ticaret Örgütü Eski Başkanı Renato Ruggiero

Türkiye Üniversite Öğrencileri Bağımsız İktisat Kongresi’nin bu yılki başlığı “Yeniden Yapılandırma” olunca, ekonomik alandaki yapılandırma faaliyetinin bir parçası ve gerekliliği olarak gerçekleşen siyasi yeniden yapılandırma sürecine de değinmek gerekecekti. Yukarıda sözünden alıntı yaptığımız Renato Ruggiero’nun tanımlamasının heyacanlı bir konuşmanın iddialı finalinden daha derin anlamlar taşıyıp taşımadığı ise yazımızın temel konusunu oluşturuyor. Bu bağlamda, yazının kapsamı, küreselleşme sürecinde, özellikle kamu yönetimi ve siyasi alanda üretilen yeni kavramsal çerçeveye bir bakış geliştirmek olacaktır. Eğer “tek ve bütünleşmiş dünyanın anayasası” birileri tarafından yazılıyorsa, buna dönük fikir edinebilmek, karşı çıkmak veya olumlamak üzere onu anlamak gerektiği için…

‘90’lı yıllar, bir kavramın yükselişine tanıklık etti. Şimdi, ülkemizde ve dünyada belli kesimler açısından genel bir doğru, genel demokrasi şeması olarak kabul edilen bu kavram, “governance” ya da Türkçeleştirilmiş haliyle “yönetişim” olarak biliniyor. Kelime, bizde olduğu gibi, Almanca’ya da Fransızca’ya da yeni kelimeler türetilerek geçmiştir.

Aslında sözcüğün İngilizce’deki anlamı ve kökeni de tartışmalıdır. Çeşitli araştırmalar yapıldığında ise, government sözcüğüne eş anlamlı olarak kullanıdığına rastlanmış, ama özel bir tanımına rastlanmamıştır. Governance kelimesinin 1904’yazılmış bir kitabın kapağı olduğu, ama içinde sözcüğe dair özel bir tanımlama olmadığı da biliniyor.Governance kelimesi, minimal-etkin devleti tanımlayan bir kod olarak, şeffaf, akılcı, iyi, etkin yönetim anlamında devamlı kullanılıyor. Özellikle günümüzde, ‘90’lardan sonra gelişen küreselleşme terminolojisinin baş aktörlerinden biri olarak, devamlı karşımıza çıkıyor.

KAVRAMIN YARATICISI DÜNYA BANKASI

Terim, ilk olarak, Dünya Bankası tarafından kullanılıyor. 1989 yılında yayınlanan bir raporda, Sahraaltı Afrika’nın kalkınamamasının nedeninin “yönetişim krizi” olduğuna dikkat çekiliyor. İşte o andan itibaren, terimin inanılmaz bir ivmeyle gerçekleşen popülerleşmesine şahit oluyoruz. Özellikle bu çeşit kaynaklardan etkilenen kesimler için yeni bir kavram kullanmanın imkânını yaratıyor da diyebiliriz. Bu raporda bahsi geçen ifadeyle, yönetişimin, ancak iyi bir yönetim olarak tanımlanabileceği açıkça gözüküyor. Tabii, daha sonra, “yönetişim”, kavramın yaratıcısı tarafından iki defa daha tanımlanıyor.

“Yönetişim”, DB’nın 1992’de hazırladığı “Kalkınma ve Yönetişim” adlı bir raporunda ve sonrasında, 1994’te, “Yönetişim: Dünya Bankası’nın Deneyimi” adlı yayınında kullanılmaya devam ediliyor. Bu iki yazılı kaynakla bir çerçeve oluşturuluyor. Burada, Dünya Bankası, terimi üç farklı biçimde tanımlıyor. İlki sistem, ikincisi siyasi rejim, üçüncüsü ise yönetsel çerçevedir:

Sistem: Hem iç, hem de dış siyasal ve ekonomik iktidarın gevşek ve geniş bölüşümü sistemi. Bu tanım; devletin, kapitalist devletin hem içerden hem de dışardan yetkilerini paylaşmak isteyen kurumlarla ve kişilerle işbirliğini öngörüyor. Yani küreselleşen dünyanın bir parçası, minimal zayıf devletlerden oluşan bir kapitalist yapı tarif ediliyor.

Siyasal rejim: Geleneksel liberal kural olan yasama, yürütme ve yargının kuvvetlerinin ayrılığı üzerinden inşa edilmiş, demokratik yönetime sahip, çoğulcu temelde serbest ve düzenli temsili demokratik süreçlerle belirlenen başkanlık ya da parlementer sistemin işlediği, yürütme organını etkileme ve denetleme kapasitesi olan siyasal rejim olarak tarif ediliyor.

Yönetsel yapı: Etkin, bağımsız, hesap sorulabilen, saydam bir kamu yönetimi yapısı.* (*Birgül A.GÜLER “Yönetişim: Tüm İktidar Sermayeye”, Praksis, 2003 )

Bu üç alanda gerçekleştirilmiş tanımlamalar, aslında daha doksanlı yıllarda, bilinen liberal demokrasi anlayışının yerine başka bir şey ikame edilmeye çalışıldığını görmemize yetiyor. Özellikle yönetsel yapı tarif edilirken öne sürülen altı doldurulmamış soyut ifadelerin üzerinde durmak açısından, aynı dönemde, devletin ‘etkin’liğinden kast edilen şeyin ne olduğunu biraz açmak gerekiyor. Devlete ‘80 sonrası biçilen rol ve bunun için kullanılan araçlar bilinmeden, yukarıda sıralanmış, herbiri birbirinden ‘çekici’ gözüken devlet tanımlamasını anlamak güç olacaktır. Çünkü Dünya Bankası tarafından bu üç tanımlamanın sentezinde en çok üzerinde durulan konu, bu yönetsel yapıyı şekillendirmek ve daha açık haliyle, devletin, piyasa karşısında ya da içindeki konumunu belirlemek olmuştur.

Bu anlamda, ‘80’lerden sonra, yapısal uyum programlarında, Dünya Bankası’nın gelişmekte olan kapitalist ülkelere, bir başka kullanımıyla gelişmekte olan piyasalara(!) önerdiği veya dayattığı uygulamaları kısaca hatırlarsak; karşımıza beş parçalı bir model çıkıyor.

Bunlar, deregülasyon (düzensizleştirme) [deregulation], liberalizasyon (serbestleştirme) [liberalization], privatizasyon (özelleştirme) [privatization], desantralizasyon (merkezsizleştirme) [decentralization], regülasyon (düzenleme) [regulation] isimleriyle birbirini tamamlayan bir çember olarak da düşünülebilir. Bu maddeleri teker teker tanımlarsak…

Deregülasyon: Devletin merkezi ya da yerel kurumu tarafından kullanılan bir yetkinin, özel sektöre ya da “sivil toplum kuruluşu”na ya da gönüllü örgüte devredilmesi ya da devletin tekelci yetkilerinin devletin elinden alınıp özel sektöre devri. Buna örnek olarak verilecek uygulamalar vardır. Örneğin fiyatlandırmayı devletin yaptığı sektörlerden devletin elini çekmesi, bu yetkiyi ya piyasaya ya da alandaki “sivil toplum kuruluşu”na, meslek odasına devretmesi. Bir başka şekliyle, devlet tekeliyle yapılan bir hizmetin, özel sektöre de olanak sağlayacak şekilde yeniden düzenlenmesi. “Yönetişim” tarifinde katılım olarak ifade edilenin, bu tanımla birlikte okunduğunda anlamı artmaktadır.

Liberalizasyon: Liberalizasyon, deregülasyon düzenlemeleri yapılırken, aynı anda, özel sektör için açılan alana, yerli ve yabancı arasındaki ayrımı ortadan kaldıran düzenlemelerle müdahale etmek, demektir. Bu şekilde, yabancı sermayenin doğrudan yatırım yapabilmesi, ülke içinde mal ve hizmet satın alabilmesi, hatta toprak satınalması mümkün olabilmektedir.

Privatizasyon: Bir kamu malının mülkiyetinin el değiştirmesi, yani satılması, ya bir kamu işletmesinin özel sektöre devredilmesi ya da bir kamu işinin (hizmetinin) görülmesinin özel sektöre devri, yani ihale sistemi ile devri. Mülk devri, işletme devri, bir işi görme devri. Kısaca, özelleştirme. Bu uygulama hepizce biliniyor.

Desantralizasyon: Yerelleştirme, başka bir ifadeyle, merkezi planlama ilkelerinden uzaklaşarak, yetkilerin yerel unsurlarla paylaşılması ve dağıtılması anlamına geliyor. Yerelleşme, aynı zamanda, “yönetişim”in de temel şartlarından biri olarak ortaya çıkıyor. Bilhassa, yerinden, etkin yönetişim olarak tarif edilen düzenlemeyi karşılıyor.

Regülasyon: Bütün bu işlemleri gerçekleştirerek kamu hizmetinden ve sosyal devlet yapısından giderek uzaklaşmış, sadece “dümen tutma” işlevini sürdüren ve bu süreci yöneten araçların oluşturulmasıdır. Düzenleyici, regülatör devlet tanımı böyle ortaya çıkmaktadır. Özellikle ‘80’lerin başında devlet tanımlanırken kullanılan “minimal” sözcüğünün yerini ‘90’larla birlikte “etkin devlet”in alması ve bu bağlamda, düzenleme işlevinin, bu 4 temel politikanın dümeninde yer almak olması da, tesadüf değildir.

Şimdilerde, regülatör, düzenleyici devlet ya da etkin devletin karşılığı, “yönetişimci devlet” olmuştur. Yukarıdaki dört maddeyi gerçekleştirmek için çabalayan, ancak bu şekilde mali sermayeyi çağırmayı, ona güven vermeyi amaçlayan devlet yapısı bu şekilde oluşmuştur.

Ülkemizde, yukarıdaki maddelerden, özelleştirme, diğerlerinden çok daha fazla gündeme gelmektedir. Burada, özelleştirme uygulamalarıyla doğrudan canı yanan emekçi kesimlerin aydınlatma faaliyetleri etkili olmaktadır. Oysa ki, bizim gibi, gelişmekte olan ülke, gelişmekte olan piyasa, çevre ülke, nasıl tanımlarsanız tanımlayın, ülkelerin emekçi kesimlerinin bu politikaların hepsiyle canı yanmakta; küreselleşmeci politikalar, bu araçları kullanarak, kısmi sosyal devlet yapısının sunduğu sınırlı kazanımları budamaktadır.

“YÖNETİŞİM” ULUSLARARASI KURUMLARCA TANIMLANMAYA DEVAM EDİYOR

Bu noktada, “yönetişim”in kavramsal macerasına dönersek, Dünya Bankası’nın yönetsel yapıyı öne çıkaran tanımının ardından, OECD de 1995’de bir tanım geliştirmiştir. OECD “Küresel Yönetişim Komisyonu”nun tanımı şöyledir: “Yönetişim bireyler, kurumlar, kamu ve özel sektör unsurlarının ortak işleri yönetme biçimlerinin toplamıdır. Çatışan ya da farklı çıkarların uyum ve işbirliği sağlanarak harekete geçirilmesiyle sağlanan bir süreçtir. Uyumu sağlamakla yükümlü formal kurum ve rejimleri kapsadığı gibi, insanların ya da kurumların, ya uzlaşmaları ya da bunun kendi çıkarına olduğuna inanmalarını sağlayan informal düzenlemeleri de kapsar.”* (*Birgül A.GÜLER;“Yönetişim: Tüm İktidar Sermayeye”, Praksis, 2003)

Bu tanımla, “yönetişim”, bir süreç olarak tarif edilmiştir. Yani belli kurum veya grupların ilişkilerinin çeşitli kurallarla belirlendiği bir sistemi, ve aynı zamanda, böyle kuralların ortaya koyulmadığı bir sistemi de kapsar. Aynı zamanda bir uzlaşmacı modeldir de. Yani belli bir konuda alınacak kararların, tanım içinde ne olduğu üzerinde durulmamış bir uyumu sürdürmek için, uzlaşmaya dayandırılmasının gerekliliği üzerinde durulmuştur. Görüldüğü gibi, OECD’nin tanımı, “yönetişim” için çizilebilecek en geniş çerçeveyi, uzlaşmanın ve ‘uyumu’ sürdürmenin aracı olan bir yönetim modeli olarak çiziyor. Ancak çerçevenin genişliği, anlamın tam olarak anlaşılmamasına sebep olabilir. Bu yüzden, son olarak Birleşmiş Milletler’in geliştirdiği, kavramın en anlaşılır ve en oturmuş tanımına da bakalım. Bu tanım, 1992’den itibaren “Yerel Gündem 21” adı altında “yönetişim” ilkelerini uygulamaya çalışan Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı’na ait:“Yönetişim, bir ülkenin işlerinin yönetimi için her kademede kullanılan ekonomik, siyasal ve yönetsel yetkilerin uygulanışıdır… Yönetişim devleti kuşatır, ama devleti aşarak özel sektör ve sivil toplumu da kapsar. Burada devlet, siyasal kurumlar ve kamu sektörünü kapsayacak şekilde tanımlanmıştır. Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı’nın başlıca ilgi alanı, devletin halkın gereksinimlerini nasıl karşılayacağı konusudur. Özel sektör, özel işletmeleri (imalat, ticaret, bankacılık, koperatifler gibi) piyasadaki informal sektörü kapsar. Kimilerine göre özel sektör, sivil toplumun bir parçasıdır. Oysa özel sektör ayrı bir parçadır, çünkü özel sektör oyuncuları piyasaya ve şirketlere daha yardımcı bir çevre yaratma doğrultusunda toplumsal, ekonomik ve siyasal politikaları etkilemektedir. Sivil toplum bireyler ve örgütlü örgütsüz gruplardan oluşan, formal ya da formal olmayan kurallarla düzenlenmiş olarak toplumsal, siyasal ve ekonomik amaçlarla etkileşimde bulunan birey ve devlet arasındaki alanı anlatır. Sivil toplum örgütleri, toplumu gönüllülük esasına göre örgütleyen birliklerdir. Kapsamında sendikaları; NGO’ları; cinsiyet, dil, kültürel ve dinsel grupları; hayır grupları; işveren birlikleri; sosyal-spor klüpleri; kooperatifler ve yerel kalkınma örgütleri; çevre grupları; mesleki birlikler, akademik ve siyaset üreten kurumlar, medya yer alır. Parlamento’da temsil ediliyorsa sivil toplum ile devlet arasında kabul edilmesine karşın, siyasal partiler de bu başlığa dahildir.”** (**Birgül A.GÜLER; “Yönetişim: Tüm İktidar Sermayeye”, Praksis, 2003)

Bu tanımla, “yönetişim”in kavramsal macerası bitmiştir diyebiliriz. Kaba hatlarına makyaj yapılmıştır da diyebiliriz. “Yönetişim”, bugünlerde sıkça kullandığımız, ama anlam yüklerken sıkıntı yaşatan onca kavram içinden sıyrılıp, bir kuram, bir yönetim şekli, hatta bir siyasal rejim halini almıştır. Kimileri, şimdi onu, “küresel dünya”nın “yeni modern demokrasisi” olarak tanımlamaktadır.

“Katılımcılık”, “hesap verilebilirlik”, “çoğulculuk”, “çok kültürlülük” gibi, duyulduğunda insana güzel duygular yaşatan sözcüklerin ardında yatan ise, Birleşmiş Milletler’in tanımında da dikkatli okursak görebileceğimiz, sermayenin iktidar mekanizmalarındaki etkinliğini arttırmaktan başka bir şey değildir.

“Yönetişim”in, terimden kuram haline getirilen bu yolculuğunun arkasında yatan niyeti tartışmadan önce, son olarak, arkasındaki akademik desteği kısaca da olsa göstermek, yararlı olacaktır. Özellikle yeni kullanılmaya başlanmış bu kavramın, henüz kuram olamamışken, akademiden destek bulması ise şaşırtıcıdır. Sanırım bu durum, üniversiteler üzerinde devamlı yürüyen bilim-iktidar tartışmasına bir örnek teşkil edebilecektir. Kamu yönetimi alanında, bazı akademik çevrelerin, ‘80’lerin başında; kamu yönetimi yerine kamu işletmeciliğini, hemen ardından da, “kamu yönetişimi”ni bir tanımlama olarak benimsemeleri çarpıcıdır. Ancak “yönetişim”e kuramsal destek ya da bir başka deyişle, altının doldurulması, yeni kurumcu iktisadi yaklaşım tarafından gerçekleştirilmiştir denilebilir.

YENİ KURUMCU İKTİSATÇILARIN KURAMSAL KATKISI

Kurumcu iktisatçıları kısaca tanırsak; 19. yy’ın sonlarında, kapitalizmin tekelleşme aşamasında, klasik iktisat anlayışına karşı Amerika’da geliştirilmiş bir akım olarak karşımıza çıkıyor. Genel olarak bireyin rasyonel tercihleri üzerine kurulmuş piyasa-devlet karşıtlığını reddediyor. Bunun karşısına, bireylerin bağımsız değişkenler olmadığını ve içinde bulunduğu kültürün, toplumun bir ürünü olduğunu söylüyor. Bu anlamda geliştirilen eleştirel bakış açısı, aynı zamanda, bireyi belirleyen toplumsal üst yapı kurumları ve iktidar ilişkilerinin sorgulanması anlamını taşıyor. “Kurum” kavramıyla ifade edilenler ise, işte bu iktidar makanizmalarını belirleyen toplumsal kurumlar oluyor. Bu bakış, liberalizmi temel alan iktisadi anlayışı, özellikle en az çaba, en az maliyet ve en fazla kâr hedefiyle ençoklaştırıcı ya da iktisadileştirici olarak niteliyor. Amaçlanması gereken şeyi, “insanların maddi ihityaçlarının karşılanması”, bu bağlamda “iktidar mekanizmalarının şekillendirilmesi ve ekonomik sistemin örgütlenmesi” olarak tarif ediyor. Bu eleştirel yaklaşım ise, sonra farklı bir biçimde tekrar önümüze geliyor.

Genel hatlarını çizdiğimiz bu yaklaşımın devamı olarak şekillenmiş yeni kurumcu iktisatçılar ise, neoliberal iktisat politikalarını, kurumsal iktisadın temel yaklaşımlarıyla birleştiriyorlar. Bu yaklaşımın geliştirdiği “işlem maliyeti”, “mülkiyet hakkı maliyeti” gibi tanımlamalarla özel ya da devlete ait kurumların kârlılıklarının nasıl arttırılabileceği üzerine oturtulmuş tezler, klasik anlamda tanıdığımız liberal felsefenin devlet-piyasa ayrılığını, onları kesen “kurum” kavramıyla aşmıştır. Bu, aslında “regülasyon reformları”yla devletin piyasalaştırılması tarifinden başka bir anlam taşımıyor izlenimi vermektedir. Tabii ki, kamu yönetimi alanında kamu işletmeciliği, bir başka deyişle, “kamu yönetişimciliği”nin gelişmesine de alt yapı oluşturmuştur.

YÖNETİŞİM NASIL BİR ALDATMACA

Genel hatlarıyla terminolojisi ifade etmeye çalışılan “yönetişim”in, temel olarak bugün ne gibi bir yerde durduğuna gelince; “yönetişim”, bugün “küresel düzeyde yeni bir iktidar biçimi”dir. Yapısal uyum reformlarıyla ortadan kaldırılmış sosyal devletin, bu anlamda, emekçi sınıfın mücadelesiyle elde ettiği tüm kazanımların teker teker ortadan kaldırıldığı düşünüldüğünde, bu, eklenen son halka olarak da nitelendirilebilir. “Yönetişim”, emekçi sınıfların varlığını yok saymakta, aslında “katılımcı demokrasisi” içinde ona fiilen yer vermemekte, en iyimser yaklaşımla, katılım alanını daraltmaktadır. Devletin daha geniş bir uzlaşmayla iktidar mekanizmasını sağlayacağını vaad etmektedir. Ancak, daha bunun aktörleri belirlerken, niyetini belli etmektedir. “Yönetişim” modeli, iktidarı, sivil toplum, özel sektör ve devlet arasında bir uzlaşma olarak tanımlamaktadır. Burada “özel sektör”, ekonomik dille sermaye, hukuki ifadeyle şirketler, iktidarın resmi anlamda paydaşı ilan edilirken, “sivil toplum” diye tarif edilen alanda, işçi, köylü, emekli, kadın gibi sınıfsal temeli olmayan bir anlayışla katagorize edilmiş toplumsal kesimler sıralanmış ve bunlara ek olarak, sermayenin, bu alanda da iktidar mekanizmalarına katılımı imkânlı hale getirilmiştir. Oysa ki, bu kesimlerin hepsine katılım sözü verirken, cilalı literatürünü kullanırken, gerçeği hasıraltı etmektedir. Ne anlam taşıdığı tartışmalı “sivil toplum” kavramı, sınıfsal çıkar ilişkilerinin üstünde, onları örtmek dışında bir anlama gelmemektedir. Ayrıca iktidar paydaşları arasında ayrı bir yer verdiği sermaye ya da cilalanmış ismiyle özel sektör, “sivil toplum”un bir parçası olarak, tekrar, başka isimlerle iktidar ve devlet yapılanmasına makyajlanarak konulmaktadır.

Bu, bir aldatmaca demokrasisidir. Bunun ötesinde, küreselleşme söyleminin ve onun yaşadığı iktisadi ve siyasi krizin üstünü örtmenin, “küreselleşme karşıtı sivil toplumcu akımlar”ın katılımcılık vaadiyle aklını bulandırmanın ötesinde humanist bir anlam ifade etmemektedir.

‘90’larla birlikte, Doğu Bloku’nun çöküşünün ardından tarihin sonunu ilan eden, bu burnu büyük anlayış, 1995’de Meksika’da, 1997’de Uzakdoğu’da, 1998’de Rusya’da, 2001’de Türkiye ve Arjantin’de gerçekleşen ekonomik krizleri nasıl izah edebilecektir? Çeşitli araçlarla dayattığı ekonomik politikaların, doğruluğundan, en azından kârlılığından bu kadar eminken, sorgulanmasını nasıl engelleyecektir? Dünya ekonomisinin emperyalist politikalarla tek merkezden diktatörce yönetildiğini nasıl gizleyecektir? Bu anlamda klasik liberal demokrasi anlayışının yaşadığı kriz nasıl saklanabilecektir? İşte bu soruların cevaplanması için verilen uğraş, bu odakları, 1904’te yazılan bir kitabın kapağındaki tozları silkeleyip, buldukları yeni bir terimle kuramsallaştırılmaya çalışılmış bir yeni bir retoriğe kadar götürmüştür. Süreç bir yönetememe krizi olarak tanımlanmış, yine çözüm burada aranmaya çalışılmıştır. Tarihin sonunu ilan ederek liberal felsefeyi baş tacı edenler, tam da aynı temelden, daha fazla iktidarı, başka araçlarla talep etmektedirler.

SERMAYE DAHA FAZLA İKTİDAR HEDEFLİYOR

Liberal felsefenin temelleri, içinde bulunduğu toplumda var olan diğer sınıflar karşısında iktidar olanaklarını genişletmek isteyen burjuvazi tarafından atıldı. Feodal seçkinlerin mutlakiyetçi monarşisi ve onların tanrısal düzenine karşı, akla dayanan liberal felsefe oturtuldu. Temel prensibi eşitlikti. Eşit olunmadan özgür olunamazdı. İşte bu temel prensibin şekillendirdiği bir iktidar mekanizmasının adı, ancak demokrasi olabilecekti. Seçim ve temsil ilkesine bağlı bu demokrasi tarifi ve rejimi, feodal seçkinlerin yenilmesini sağlayan temel alternatif oldu. Ancak bu sistem, elinde bir el bombası taşıyordu. Bu, yaratılmak istenen sistemin temel çelişkisinden, felsefi temelindeki çarpıklıktan ileri geliyordu. Şöyle özetleyelim; eğer eşit olunmadan özgür olunamıyorsa, üretim ve bölüşüm ilişkileri bağlamında bir iktisadi sistem sorgulaması beraberinde gelecekti. Yani doğal olarak paylaşımdan memnun olmayanların çoğunlukta olduğu bu düzende, seçim ve temsil ilkesine bağlı olarak, iktidarın, bölüşümden memnun olmayan çoğunluğa geçmesi muhtemeldi. Bu duruma karşı, sermaye sınıfı çeşitli önlemler almaya, daha iktidarını kurumsallaştırırken başladı. Kuvvetler ayrılığı prensibi, bu önlemlerden biri olarak nitelenebilir. Ancak temel ve geçerli önlem, kapitalizmin bir sistem olarak yapılanması için, seçim ve temsilin mülkiyete göre sınırlandırılması oldu. Felsefi olarak, temelini, insanın kendini gerçekleştirme sürecinde mülkiyet edinme süreci olarak tanımlayan liberalizmin demokrasisi şöyle özetlenebilir: Sahip olduğun mülk kadar eşit ve özgürsün.

Bu tablo, ancak 20. yy’ın ortalarında, klasik anlamda, bildiğimiz genel oy prensibine dayalı modern Batı demokrasisine dönüşebilmiştir. İngiltere’de erkekler için ‘genel oy’a, 1919’da geçildi. Kadınların siyasal hakları 1939’da tanındı. İsviçre’de ise, kadınların oy verme hakkının tanınması için 1971’e kadar beklenilmesi gerekecekti. ABD’de, 1776 Bağımsızlık İlanı’ndan önce, tek tek koloniler özgürlük bildirileri ve anayasalarla temel hak ve özgürlükleri tanıdıklarını ilan ederken; köleliğin kaldırılması yüzyıl sonra, 1865’de gerçekleşti. Yine, zencilere karşı ırkçı yasaların egemenliği ancak 1960’larda kırılmaya başlandı. 1964’de ABD’nin güney eyaletlerinde okullar, restoranlar ve ulaşım araçlarında zenci-beyaz ayrımı hâlâ devam ediyordu. Aynı tarihte ABD’de zencilerin sadece yüzde yedisi oy kullanabiliyordu. Bu ülkede de özellikle zencileri oy hakkından yoksun bırakan dolaylı teknikler (Anayasayı okuyup anlama ve yorumlama!) geçerliydi.* (*Gürsel Uğur, “Anayasa Değişikliği Tartışmaları Üzerine”, Özgürlük Dünyası, Sayı.112, 2001). Tabii, bu da, sermaye sınıfı karşısında özellikle sanayi devrimi sonrasında örgütlü olarak yükselen işçi sınıfı mücadelesiyle gerçekleşebilmiştir. 19. yy’da, burjuvazi karşısında gelişen işçi sınıfı, ancak böylelikle, devlet yapılanmasında, rejim içinde kendine yer bulabilecek olanaklara sahip olabilmiş; 20. yy’ın başında ise, Sovyet Devrimi’yle, kapitalist, sermaye egemenliğine dayalı bir sisteme karşı alternatif bir sistem oluşturabilmiştir. Temel olarak mali sermaye egemenliğine dayalı emperyalizm çağında, bir alternatif olarak ortaya çıkan sosyalizm, aslında, kapitalist düzenin demokrasi anlayışının geliştirilmesi zorunluluğunun temel sebebi de olmuştur. Özellikle 1929 Büyük Dünya Bunalımı’ndan Sovyetlerin hiç etkilenmemesi, anayasasının tarihin o güne kadar gördüğü en demokratik anayasa oluşu, bu sebeplerle kazandığı sempati, kapitalist düzenin ve liberal felsefesinin daha paylaşımcı bir katılım geliştirmesinin zeminini hazırladı. Ekonomik temelini Keynes’ten alan, siyasi temelini ise, bildiğimiz modern Batı demokrasisi şeklinde oluşturan bu devlet biçimini, sosyal devlet olarak biliyoruz. Ancak gelişmiş kapitalist ülkelerde devletin yaptığı harcamalarla, kendi emekçi, yoksul kesimlerini koruduğu bu model, gelişmekte olan ülkelerde benzer bir biçimde karşımıza çıkmamıştır. Sosyal devlet rüyası ise, yarım yüzyıl bile yaşayamadan bitmektedir. 1970’lerde dünya ekonomisinin yaşadığı durgunluk, Keynesyen ekonomik politikalara olan güvenin ortadan kalkmasına, ve yerine, neo-liberal olarak tarif edilen ekonomi politikaların ikame edilmesine sebep olmuştur. Neo-liberal politikalar, özellikle 1980’lerde tüm dünyayı saran bir dalga halinde yayılmış, genel bir doğru olarak kabul görmüştür. Aslında bu süreç, 19. yy sonu ve 20. yy başında tarif edilen emperyalizme bir “dönüş süreci” olarak da tanımlanabilir. Eğer aynı dönem için Lenin’in Emperyalizm kitabında yaptığı tanımlamayı hatırlarsak, daha açıklayıcı olacaktır: “1) Üretim ve sermayenin yoğunlaşmasının, ekonomik yaşamda belirleyici rolü oynayan tekelleri yaratacak kadar yüksek bir gelişme aşamasına ulaşması; 2) Banka sermayesiyle sanayi sermayesinin içiçe geçip kaynaşması ve bu ‘mali sermaye’ temelinde bir mali oligarşinin kurulması; 3) Meta ihracından farklı olarak özellikle sermaye ihracının büyük bir anlam kazanması; 4) Dünyayı kendi aralarında paylaşan uluslararası tekelci kapitalist birliklerin oluşması; 5) Yeryüzü topraklarının kapitalist büyük güçler arasında paylaşılmasının tamamlanması.” (Emperyalizm, Evrensel Basım Yayın, sf. 119)

Yukarıdaki tanımda ifade edilen düzen, kendi mezarını kazan kapitalizm olarak da nitelenebilmiştir. Ancak tanımın, bugünü de iktisadi anlamda tanımlayan doğruluğuna ek olarak, yaşanan teknolojik gelişme, sosyal devletin yarattığı nispi özgürlükçü ortamda ortaya çıkan, temelini orta sınıftan alan entelektüel gelişme ve son olarak bu iki kaynaktan büyüyen insanın kendine ve çevresine yabancılaşmasının olanaklarını arttıran sayısız araç, fikirsel akım, medya, spor ve daha birçok yatırım, çağımızın “küreselleşme” olarak tarif edilen emperyalizmini özetleyebilir. İşte bu durum, sermayenin mükemmel kararlar alma, ama egemenliğini gizleyebilmek için birçok imkâna sahip olması, emek hareketindeki durgunluk eşliğinde, bu baskıcı ve diktatörce çizilmiş yeni iktidar yapısının da oluşmasına sebep oldu diyebiliriz. Artık sermaye, 19. yy’ın başında kendi iktidarının kurumsal yapısını belirlerken yaptığı rejim tanımının bir benzerini yapabilir, mülkiyete bağlı egemenlik şemasını tekrar çizebilirdi. Artık kendini, liberal felsefenin ilk döneminde tarif ettiği “sivil toplum” sınırları içine hapsetmeye de ihtiyacı da yoktu. Kendine bu şemada ayrı bir rol biçti. Böylece diğer toplumsal kesimlerle olan ayrılığını ve özelliğini tekrar resmileştirdi. Sonra, Weber’in “çoğulcu-işlevselci” modeline göre belirlenmiş bir “sivil toplum” tanımı yaptı. Orada, kendi varlığını tehdit eden tek güce, işçi sınıfı ve sendikalarına da kafa karıştırıcı bir rol biçti, tabii, “sivil toplum”a da kendi katılımını saklı tutarak. O alanı da boş bırakmayarak. Son olarak, kapitalist devlet yapılanmasının siyasi seçkinlerinin de yine aynı burjuva temelde yetiştiğini anımsarsak, “yönetişim”in, sermaye iktidarının tam anlamıyle kurumsallaşması olduğunu tekrar görebiliriz.

SONUÇ

Sermaye sınıfı, doğduğu andan itibaren, iktidar mekanizmalarını geniş emekçi yığınlarla, mülksüz kesimlerle paylaşmaktan uzak durmuş; demokrasi tarifini, “demos”tan korkarak oluşturmuştur. Ne zaman ki emekçi sınıfın mücadelesi yükselmiş, sistem olarak kendini yeniden üretmek adına, iktidar makanizmalarına emekçi sınıfların katılımına izin vermiştir. Oysa şimdi, tartışmalı sebeplerle yenilgiye uğrayan emekçileri, yeniden oldukları yere geri göndermek istemektedirler. Bunu da, Fransız Devrimi’nin sempatik sloganlarının benzerleriyle yapmaktalar. Dün “eşitlik” diyerek yaptıklarını, bugün “katılımcılık” diyerek yapmaktalar. Dün ulus devletler yaratarak oluşturdukları güvenli pazarlarda sağladıklarını, şimdi emperyalist politikalarla, tüm dünyayı saran askeri ve finansman gücünün yardımıyla “küreseleştirdikleri” dünya pazarında, ulus devletin yapısını desantralizasyan (yerelleşme) ile budayarak, etnik-kültürel ayrımları körükleyerek ya da kendi çıkarına kullanarak daha ileri noktadan sağlamaktadırlar.

“Yönetişim” uygulamalarının varlığı ve yaygınlığı, temel olarak, emek hareketinin sermaye karşısında gerilemesinin sonucu olarak, sermayenin demokrasi vaadinin arkasında bir diktatörlük olarak görülmeli, liberal felsefenin 2 yy. önce yaptığının benzeri yeni bir egemenlik deklerasyonu ve anayasası olarak okunmalıdır.

Kaynakça:

Birgül A.GÜLER;“Yönetişim: Tüm İktidar Sermayeye”, Praksis 2003

Nuray Sancar; “Emperyalizmin Yeni Demokrasisi: Yönetişim”, Evrensel Kültür 2002

Gürsel Uğur “Anayasa Değişikliği Tartışmaları Üzerine”, Özgürlük Dünyası,2001

Gencay Şeylan; “Küreselleşme ve Devletin Yeni İşlevi”, İmge Yayınları

Gülten Kazgan; “Küreselleşme ve Ulus Devlet” İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları

Lenin; “Emperyalizm” Çev: Olcay Geridönmez, Evrensel Basım Yayın

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑