AB’nin aslına rücu süreci

Kapitalist bir merkez olan Avrupa Birliği (AB), liberal sermaye birikiminin ve dünya ölçeğinde rekabetin mantığına uygun bir dönüşüm süreci yaşıyor. Bu yazıda, yaşanan süreç özetlenecek olmanın yanı sıra, sürecin, AB tarımına ve müzakereler boyunca Türkiye tarımına etkileri tartışılacak.
AB, Maastrich (1992) ve Amsterdam (1997) anlaşmaları aracılığıyla neoliberalizmin anayasalaştırıldığı bir birlik. Belirtilen anlaşmaların ruhuna uygun olarak, Lizbon Stratejisi (2000), Hartz IV, Agenda 2010 vb. programlar hayata geçiriliyor. Söz konusu programlar, ABD ve Japonya gibi ülkelerle girişilen “küresel” rekabette ucuz emek kullanmanın, emek verimliliğini (daha az sayıda işçiyle daha fazla üretim sağlayarak) artırmanın, esnek çalışmanın önünü açıyor. Tüm bunlar, artı değer oranı ve miktarını yani kapitalist sömürüyü sürekli arttırmanın yöntemleri.
Kapitalistin, rekabet ortamında ayakta kalabilmesi için, diğerlerinden daha fazla sermaye birikimi gerçekleştirmesi gerekiyor. Bunun için, elde ettiği artı değer oranıyla miktarını artıracak yöntemler geliştiriyor. Bundan dolayıdır ki, AB işçi haklarıyla genel olarak sosyal hakları, “yoksullukta eşitlik” ilkesine uygun biçimde, bu hakların en geri olduğu ülkelerin mevzuatına göre yasallaştırıyor.
AB’nin yaşadığı liberal dönüşüm sürecine uygun olarak, genişleme süreçleri de farklılıklar gösteriyor. AB’nin Güney genişlemesi (Portekiz, Yunanistan, İspanya’nın üyelikleri) ile Doğu genişlemesi (Polonya, Macaristan, Çek Cumhuriyeti vb.), entegrasyon projesinin niteliği açısından oldukça farklı. Güney genişlemesi, başlangıçta Fordist birikim modeli içinde şekillenmiş birliğin, açıkça liberal tonlar taşıyan bir entegrasyon siyasetine dönüşmeye başladığı yıllara denk geldi. Ama yine de, Güney genişlemesi, yalnızca Batı Avrupa şirketlerine kapıların ardına kadar açılması önceliğini içermiyordu. O dönem, kapitalist birliğe meşruiyet zeminin sağlanması amacıyla, 1970’lerde başlamış olan demokratikleşme sürecinin güçlendirilmesi hedefi diğer faktörler kadar önemliydi. Bu siyasi amaca denk düşecek şekilde, Portekiz, Yunanistan, İspanya ile uzun geçiş dönemi uygulamalarının geçerli olması konusunda mutabakat oluşturulmuştu. Bu çerçevede üç ülkeye, AB’nin o dönemki bölgesel kalkınma ve birleşme politikalarından doğan yüklü mali yardımlar yapıldı. Eski Doğu Bloğu ülkelerine doğru genişleme sürecinde ise, revizyonist sistemin çökmüş ve soğuk savaş döneminin sona ermiş olması dolayısıyla, kapitalist sisteme meşruiyet kazandırma ihtiyacı azalmıştı. Üstelik Doğu Bloğu ülkeleri de, yaşadıkları çöküşün ardından, liberal söyleme kayıtsız şartsız uyum sağlama yoluyla meşruiyet arayışına girmişlerdi. AB, üye ülkelerin kabul edilme sürecindeki müzakerelerde, bu ülkelerin iktisadi ve siyasal politikalarında söz sahibi oldu. Bu ülkeler, aday ülkeler hukukunu AB’nin kriterlerine göre belirleme, entegre edilmeleri için seri özelleştirmeler yapma mecburiyetinde bırakıldılar. Güney Avrupa genişlemesinden farklı olarak, AB, dar bir alanda uyum baskısını azaltan ve entegrasyonun kendisine maliyetini düşüren politikaları hayatı geçirdi. Hayata geçirilen politikalar entegrasyon sürecinin bedelini aşağı katmanlara kaydırmayı hedefliyordu; daha düşük sosyal ve ücret standartları, sendikal olarak örgütlenmemiş büyük kesimin varlığı vs…
Entegrasyonun bedelini aşağı katmanlara kaydırma politikalarının yıkıcı etkileri Doğu Almanya ve Polonya örneklerinde açıklıkla görülüyor. “Berlin Duvarı”nın yıkılışının ardından Doğu Almanya halkında yaşanan iyimserlik, sürecin, kendilerini kendi ülkelerinde yaşayan yabancılar konumuna düşürmesiyle, son buldu. Doğulular, iki Almanya’nın “birleşeceğini” umarken, Batı’nın Doğu’yu kayıtsız şartsız teslimiyet almasıyla yüz yüze kaldılar.
Doğu Almanya’nın 40 yılda oluşturduğu her şey değersizleşti. Yaşanan felaketin çarpıcılığını, Cenk Aygül’ün İktisat dergisinin 154. sayısındaki yazısından uzun bir alıntıyla ortaya koyalım:
“Bir zamanlar sosyalist kampın en sanayileşmiş ülkesi olan Doğu Almanya’nın bütün tekstil, deri, konfeksiyon, optik ve elektronik fabrikaları kapatılmış, Interflug havayolları, Pentakon fotoğraf makineleri, araba fabrikaları gibi devasa şirketler dağıtılmıştır. Bu acımasız özelleştirme sonucunda Doğu Almanya sanayisizleştirilmiştir. Kapitalizmle birlikte bütün sorunlarının çözüleceğini sanan kitleler, 1994 itibariyle işçilerin yüzde 77’sinin işlerini kaybettiklerini ümitsizlikle görmüşlerdir. Bütün Doğu Almanya sanayii 7 milyon işçi ve 4 milyon hektar toprak ile birlikte Treuhandanstalt adlı kayyuma devredilmiştir. Bundan sonrası özelleştirme öyküleri içinde ibret verici bir olaydır. Doğu Almanya’nın son sosyalist hükümeti, devletin toplam sermaye stoğunu, 1989’da 15 trilyon mark olarak hesaplarken, Kasım 1989’da kurulan Treuhandanstalt, kuruluş tarihinde bunu sadece 750 milyar mark olarak hesaplamıştır. Bir yıl sonra, 1990 yılında hesaplamalar 400 milyar marka kadar düşürülmüş, 1991 yılında ise, toplam sermaye stoğunun hiçbir değeri olmamış, Treuhandanstalt 1994’te faaliyetlerine son verirken bir de 209 milyar marklık bir açık bırakıp gitmiştir… Doğu Alman Markı’nın Batı’nınkiyle değiştirilmesinin etkisi, Doğu Alman sanayiinin müşterisi olan Doğu Avrupa ülkeleri ve başta Sovyetler Birliği’nin, Alman markı ile ticaret yapamaması olmuştur. Doğu Alman şirketleri pazarlarından koparılmıştır.”
Almanya sürekli olarak Doğu’ya büyük kaynak aktardığını propaganda etmektedir. Fakat kaynağı üretim yerine sanayiyi çökertmeye harcadığını belirtmemektedir. Doğu Almanya sanayiini dört yılda bitiren özelleştirme çalışmaları için 121 milyar marklık bir harcama yapılmıştır. Bu harcamaların sonucu, Doğu Almanya işçilerinin dörtte üçünün işlerini kaybetmesi, çalışan şanslı gurubun ise, Batı’daki sınıf kardeşlerine göre daha düşük ücret almaya mahkum olmasıdır. Şu an Batı Almanya’daki işsizlik oranı yüzde 7,5 civarındayken, Doğu Almanya’da yüzde 20’lere dayanmıştır.
Doğu Avrupa ülkelerini, Doğu Almanya gibi, bütünüyle sanayisizleştirmek hem maliyeti hem de stratejik önemi bakımından AB için kabul edilemez durumdu. Fakat bu ülkelerdeki ekonomik yıkım da az olmamıştır. 1989-1994 yılları arasında, Doğu Avrupa ülkelerinde milli gelir, sınai üretim ve yatırımlar azaldı. Doğu Avrupa ülkelerinin ticareti yön değiştirdi. Daha önce “sosyalist” blok içinde gerçekleştirilen ticaret AB lehine gelişti. Özellikle Almanya’nın doğrudan yatırımları da arttı. Bu süreçte, AB, Doğu Avrupa ülkelerinde bölgesel destekleme programları uygulamaya koydu. Doğu Avrupa’da Euro-bölgeler kuruldu.
Polonya Euro-bölgelerinde neredeyse bütün insiyatif ve yatırımlar Almanya kaynaklı. Bu durumun yanı sıra, Euro-bölgelerinde Almanya lehine eşitsizlik olması, bu bölgelerdeki faaliyetlerde Polonya ve Almanya’nın ekonomik çıkarlarının birbiriyle sürekli çelişmesi, en AB yanlısı Polonyalıların bile tepkisine neden oluyor. Sadece Almanya’nın doğrudan yatırımlarının 20 milyar doları bulduğu Polonya’nın durumunu, yine Cenk Aygül’ün yazısından alıntıyla ortaya koyalım:
“Sosyalist dönemin ağır sanayi yatırımlarının devalüe edilerek, sanayi yapısının inşaat malzemeleri, otomobil montajı, gıda işleme, mobilya ve enformasyon teknolojilerine hapsedildiği görülmektedir. Sanayisinin yapısı, küçük ve orta ölçekli firmaların yoğunlukta olduğu, orta teknolojili ve temel tüketim ürünleri üretime dayanan bir biçime dönüşmektedir. Bu yapıda çok fazla tezahürat edilen otomobil üretimi ve enformasyon teknolojileri ise, yüksek teknoloji kullansalar bile, yaratılan katma değer açısından bakıldığında, ikili emek süreçlerine en çok dayanan sektörlerden oldukları görülmektedir.  
“Bir başka deyişle, daha çok katma değer üreten, araştırma geliştirme, tasarım gibi alanlar ‘merkez’deki fabrikalarda ve birimlerde gerçekleştirilirken, montaj ve ucuz emeğe dayanan alanlar Polonya’ya kaydırılmaktadır.”
Polonya örneği ayrıca şunu göstermiştir: Almanya doğrudan yatırım yapsa bile, bu yatırımları kendi sanayiini güçsüzleştirecek şekilde yapmamaktadır. Yatırımlarını, ya Polonya pazarında Almanya hakimiyetini sağlayacak ya da değer üretiminde Almanya sanayiinin avantajını artıracak şekilde yapmaktadır. Bu yatırım şekli, tüm merkez ülkelerin yatırımları için geçerlidir.

TARIMDAKİ TEZAHÜR
Buraya kadar, sermayenin bir birliği olmasının doğal sonucu olarak, AB’nin kendi içindeki liberal düzenlemelerin işçi ve emekçi kesimler aleyhine işlediği, entegrasyona dahil etme sürecinin de, merkez ülkeler lehine cereyan ettiğine dikkat çektik. AB’nin içindeki her şey neo-liberal yasalara göre dönüştürülüyor. Dönüşüm gerçekleştikçe, ideolojik manüplasyon kavramları (çok kültürlülük, halklar arası kardeşlik vb.) da bir bir buharlaşıyor. Tarımın bu sürecin dışında kalması elbette beklenemezdi.  
AB bütçesinin yüzde 40 kadarının tarım sübvansiyonlarına gitmesine rağmen AB’de, kapitalist tarımın doğal sonucu olarak, 1992-2002 yılları arasında tarımdan kopan çiftçi sayısı 5 milyon. Küçük üretici nüfusunu hızla düşürmeye çalışan AB, büyük üreticilerin ise kârlarına kâr katacakları bir zemin hazırlıyor. AB tarım raporları, tarıma el atmış tekellerin milyarlarca dolarlık yardımlar aldıkları, özel yasalarla güvence altına alındıkları ve kâr grafiklerini önemli oranda yükselttikleri yolundaki bilgilerle dolu. Fransa’da sübvansiyonların yüzde 80’i, işletmecilerin yüzde 20’sine gidiyor. Portekiz’de, AB’ye girişten sonra, köylü nüfusunun yarısı yok oldu.
AB, küçük üreticilerin aleyhine düzenlemelere devam ediyor. Bu düzenlemelerden biri, “AB şeker reformu”. AB, 2003 yılında başlatılan Ortak Tarım Politikası reform süreci kapsamında, şeker politikalarında değişikliklere girişti. Reform, üretilen şeker maliyetini düşürmeyi ve Nişasta Bazlı Şeker üretimini artırmayı kapsıyor. Temel hedef ise, pancar fiyatını 47 Avro/ton’dan 25 Avro/ton’a düşürmek. Şeker üretim maliyetini ise, ton başına 600 Avro’dan 350 Avro’ya indirmek. Üye ülkelerde şeker üretim maliyetlerini düşürmeyi ve şeker pancarı üretimini kısıtlamayı  hedefleyen bu uygulama sonucu AB üyesi ülkeler arasında, şeker pancarı tarımının ancak 6-7 ülke tarafından sürdürülmesi bekleniyor. Şeker reformuna uyum toplantıları başlatan Türkiye’nin, bugünkü şartlarda, AB’nin öngördüğü maliyetlerde bir üretim gerçekleştirmesi ise imkansız. Bu, şeker pancarı üretiminin sonlanması anlamına geliyor.
Küçük üreticilerin aleyhine, birliğin merkez ülkeleri ve tekelleri lehine düzenlemeler gerçekleştiren AB’nin, tarımını korumayacağı, rekabet edemediği koşullarda tarımdan vazgeçeceği hiçbir şekilde söylenemez. Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) toplantılarında, gelişmekte olan ülkeler ile ABD ve AB arasındaki en büyük kavgalar, tarım sübvansiyonları üzerine oldu. DTÖ’nün 2001 yılı Kasım ayında Katar’da yapılan toplantısında anlaşma yapılmaması üzerine, 2003 yılına kadar toplantılar dondurulmuştu! 2003 yılında Meksika’daki toplantı da, zengin ülkelerin, özellikle tarımlarına yönelik devasa sübvansiyonlarından geri adım atmayıp, üstelik borç boyunduruğu altında tutulan yoksul ülkelerden taviz istemesi üzerine sonuçsuz kalmıştı. DTÖ, 2003 sonunda bir kez daha toplanmak istendi, fakat; gelişmiş ülkelerin, görüşmeler öncesinde yine tarımsal sübvansiyonları kaldırmayacaklarına ilişkin açıklamalar yapması dolayısıyla zirve gerçekleşmemişti. 2004 Temmuz’unda Cenevre’de toplanan DTÖ zirvesinde ise, ABD ve AB’nin, tarımda desteklerin, ihracat sübvansiyonlarının ve gümrüklerin önce azaltılıp sonra kaldırılacağını söylemeleri üzerine, bu doğrultuda bir çerçeve anlaşması  imzalanmıştı.
13-18 Aralık 2005 tarihleri arasında, DTÖ, Hong Kong’ta toplanacak. Fakat geçen yıl imzalanan çerçeve anlaşmaya rağmen, atılmış bir somut adım yok. Uluslararası görüşme ve pazarlık sürüyor. Bu yılın Kasım ayı içerisinde, her hafta, ABD, Avustralya, Brezilya, Hindistan, Çin, Japonya gibi ülkelerin (toplam 30 gelişmiş ve gelişen ülke) temsilcileri, diplomat ve müzakerecileri, tekrar tekrar bir araya gelerek, bir çözüm, bir anlaşma zemini üretmeye çalışıyorlar. Fakat tarım konusunda, yine serbestleşmeye en çok direnen gelişmiş ülkeler, ABD, AB ve Japonya.
AB’de, bir dizi “reformlar” içeren “gündem 2000” çerçevesinde, 2001-2006 yılları arasında, özellikle fazlalık olan ürünlerde destekleme fiyatlarının düşürülmesi öngörüldü. 2003 yılında sübvansiyonları azaltma girişimi yapılıp, yeni destekleme kuralları getirildi. Destekler göreceli olarak düşük tutulsa da, hiçbir koşulda, üretici gelirinin düşmesine izin verilmedi. Doğrudan yardımlar, çevresel ve kırsal amaçlı destekler sürdürülürken, müdahale kuruluşları ile piyasanın düzenlenmesine devam edildi.
AB, egemenliğini kaptırmak istemediği ve rekabet edemeyeceği ürünleri korumakta ısrar ediyor. Tüm serbest ticaret söylemlerini “hikayeleştiren” bu tutum, tekstil sektöründe de açıklıkla görülüyor. DTÖ toplantılarında, 1995 yılında yapılan anlaşmalarla, 2005 yılı başında tekstil kotaları kalkacak denildi. Ancak özelikle 2005 yılının başında Çin ihracatını artırınca, AB hemen girişlerini artırdı: Çin ile Avrupa’nın tekstil ve hazır giyim ticaretine, Çin’in DTÖ üyesi olması için yapılan anlaşma çerçevesinde dayatılmış geçici sınırlamaların üç yıl için mümkün olabileceği maddesini hemen gündeme getirdi. AB, üç yıl bu uygulamayı sürdürecek. ABD’nin de, aynen AB gibi, Çin’e geçici önlemler getiren bir anlaşma imzaladığı açıklandı.

STANDART KELEPÇESİ
Yukarıda anlatılan örneklerde görüldüğü gibi, AB, ABD, Japonya gibi büyük emperyalist ülkeler, rekabet edemeyeceklerini düşündükleri sanayilerini, tarım ürünlerini koruma altına alırken, “gelişmekte olan” ya da “az gelişmiş” diye adlandırdıkları ülkelerden serbest piyasa “tavizleri” istiyorlar. Piyasalara hakim olmalarının bir yöntemini bu “tavizler” oluştururken, AB açısından bir diğer yöntemi, tek taraflı dayatılan “standart” uygulamaları oluşturuyor.
AB İlerleme Raporu’nun açıklandığı 9 Kasım 2005 tarihi öncesi ve sonrasında, tarıma yönelik tartışmalar, AB müzakere sürecinin tarımdan götürüp getirecekleri medyada yoğun bir şekilde yer aldı. Yapılan değerlendirmelerde, “standart” uygulamaları, genelde şu cümlelerlerle kalite artışı olarak sunuldu: “Tarımda AB’ye uyum sağlandığında tarım nüfusunun eğitimi artacak, ürün kalitesi yükselecek. Ticaret serbestleşeceği için fiyatlar ucuzlayacak.”
Standartlar, “Sütte hastalıklı hücre sayısı azalacak”, “Sütü robotlar sağacak”, “Sağlıksız mezbahaneler kapanacak” sözleriyle anlatıldığında, kimsenin itiraz edemeyeceği bir olumluluk kazanıyor. Ama standartlar, süt kotası konacağı, Türkiye’de toplam süt üretiminin 3,5 milyon tonunun kayıtlı olduğu bilinerek, geriye kalan 7 milyon tonun asla piyasaya giremeyeceği, milyonlarca “sütlük hayvan”ın “etlik” olacağı gerçeğiyle düşünüldüğünde, üstü kazınan “olumluluk”un ardındaki gerçek hiç de iç açıcı olmuyor. Üstelik, buna, Türkiye’nin AB’ye verdiği “22 bin ton et alma” sözünün yerine getirilmesi isteği eklenince, durum iyice olumsuzlaşıyor. Avrupa Birliği Tarım Protokolü uyarınca, 7 yıl önce Türkiye, AB’den her yıl toplam 22 bin ton et ithal edeceğini taahhüt etmişti. Ancak 1996 yılında İngiltere’de deli dana hastalığının ortaya çıkması nedeniyle, Türkiye, AB’den et ithalatını sağlık gerekçesi ile durdurmuştu. AB, şimdi imzalanan anlaşmaya uyulmasını istiyor. Bu istek, zor durumdaki hayvancılığı daha da zorlayacak, hatta yıkıma götürecek bir içeriğe sahip. Hayvan hastalıkları ile mücadele için, Türkiye, bütçesinden 17 milyon YTL ayırıyor. Bu ödeneğin 7 milyon YTL’si, zaten AB ile ortak veterinerlik projesi için harcanıyor. Geriye kalan 10 milyon YTL’lik kaynak hayvan sayısına bölündüğünde, hastalıklarla mücadele için, hayvan başına 5 Yeni Kuruş (50 bin lira) ayrıldığı ortaya çıkıyor. Bu rakamlarla standartları yakalamak imkansız. AB kaynak aktarmıyor. Hükümet bütçeden pay veriyor. “Bu şartlarda standart nasıl yakalanacak” sorusu boşlukta kalıyor. Ama AB’nin cevabı hazır: “Siz şap ülkesisiniz, standartlar uygun değil. Sizden et ithal etmeyiz. Fakat siz bizden et alma sözünüzü yerine getirin.”
“Standart” kavramı, asla tek yönlü anlaşılmaması gereken bir kavram. Örneğin TMO, AB’ye uyum mevzuatı bakımından, 10 yıllık alım politikasını belirlemiş durumda. TMO, her yıl “asgari alım” miktarını arttıracak. 2006 yılında “10 tonun”, 2007 yılında “15 tonun”, 2008’de “20 tonun” altında alım yapmayacak. İlk bakışta, “Güzel zaten biz TMO’nun üst sınır koymasına karşıydık” dedirtebilecek bir uygulama. 2014 hedefi ise, AB’nin alt sınırı olan “80 ton” olacak. Bu asgari tutarın anlamı şu: 2008’de “20 ton’”un altında, 2014’te ise “80 ton”un altında ürün getirene, “kusura bakmayın alamayız” denilecek. Türkiye şartlarında oldukça yüksek bir üst sınır. Türkiye’de 80 ton hasat yapabilen çiftçi sayısı oldukça düşük. Söz konusu sınır, buğday üreticilerinin büyük bir bölümünün sonunu getirecek.
AB ile müzakerelerde en zorlu alanlardan birinin tarım olduğu konusunda herkes hem fikir. Müzakere edilecek 35 başlıktan 3 tanesi doğrudan tarımla ilgili: “Tarım ve kırsal kalkınma”, “gıda güvenliği, hayvan sağlığı ve bitki sağlığı” ve “balıkçılık”. İşletme yapısı küçük, ürün planlaması yapılmayan, Avrupalı üreticiden daha az destek alan Türkiye üreticisinin, tüm teknolojilerden yararlanan Avrupalı tarım tekelleriyle ile hiç rekabet şansı yok. Uyumu en zor alanlardan biri olan tarımda, Türkiye, tek başına başının çaresine bakacak.
Öte yandan genişleme öncesi tarım yardımı düzeyi, yılda 520 milyon Euro ile sınırlandırıldı. AB Ortak Tarım Politikası (OTP)’nın Türkiye’de uygulanması halinde ise, 11.3 milyar Euro kaynak gerekiyor. Tarıma şu anda ayrılan kaynak 4 katına çıkarılmalı ki, AB’nin kaynak vermemesi durumunda, Türkiye tarımı, AB sürecinden en az zararla çıkabilsin. Mali kaynak aktarılmazsa, yalnızca yaş meyve ve sebze, fındık ve bakliyat alt sektörleri rekabetçi olabilecek. Diğer alanlarda ise, AB tarımsal ürünleri Türkiye pazarını dolduracak.
AB’nin Türkiyelilerin AB ülkelerinde dolaşımına kısıtlama getirmesi de, işsizliğin yoğunluğu kadar, söz konusu süreçle ilgili. Sürekli tarım nüfusunun azaltılmasını isteyen AB, çerçeve anlaşmalar doğrultusunda hayata geçirilecek politikalar sonucu, milyonların tarımsal üretimden kopacağını biliyor. Polonya’ya süreli sınır getiren AB’nin, Türkiye için, serbest dolaşımın, belli bir zaman dilimi belirtmeden sınırlanmasından söz etmesi, tarımdan kopacak milyonlarca emekçiyi Anadolu coğrafyasına hapsetmek istemesiyle alakalı.

SONUÇ YERİNE
Kapitalist süreçlerde sermaye sadece emekle çatışmaz. Aynı zamanda, yoğun olarak, rakip sermayeyi ortadan kaldıracak şekilde de davranır. Kapitalizmde sermayeler arasında amansız çatışmalar yaşanır. Bir alanda başatlığı ele geçiren sermaye, aynı alandaki benzer teknoloji kullanan rakip sermayeyi ortadan kaldıracak şekilde davranır. Zira, her sermaye dokusu, üretici piyasasında olduğu kadar, tüketici piyasasında tek olmak ister ki, kârını en yüksek noktaya çıkartabilsin. DTÖ toplantılarındaki kavgaların ardında da, ülkelerin kendi sermayelerinin rekabet güçlerini koruma mantığı yatar.
Bir yandan Türkiye gibi ülkelerin tarımını yıkıma sürükleyen, bir yandan kendi tarımını koruyan, bir yandan da büyük çiftçilerin, tekellerin lehine düzenlenmeler yapan bir AB tablosudur karşımızdaki. Bu tablo, AB’nin bütün önemli politikalarını biçimlendiren sermaye sahiplerinin oluşturduğu büyük “hissedarlar” topluluğu yapısına uygundur. AB sanayii ve topraklarının büyük bir bölümü, AB genelinde iç içe geçerek, AB düzeyinde bir sınıf olma peşinde olan tekelci burjuva ittifakının elindedir. AB özel banka, finans ve medya sektörü de, bu onların kontrolündedir. Emekçi sınıfların yaşam koşullarını baskılayarak güçlerini artırmayı hedefleyen söz konusu sermaye ittifakı, sosyal, siyasi, iktisadi ve kültürel girişimleri çıkarları doğrultusunda yönlendirmektedir.
AB’nin ABD’ye karşı daha uygar ve insancıl olduğu, neoliberal kapitalizme karşı “sosyal” kapitalizmi tercih ettiği, ABD emperyalist saldırganlığına karşı barışı ve uluslararası hukuka saygıyı savunduğu, ABD’nin ırkçılığına karşı çok kültürlülüğü temsil ettiği yönündeki söylemler sadece ve sadece efsanelerden ibarettir. İşçi sınıfının mücadeleleri ve sosyalizm tehdidi karşısında oluşturulan “sosyal hizmet ve güvenlik” anlayışı, yeni düzenlemeler ve gelişmelerle pul pul dökülüyor. Yani AB aslına rücu ediyor.
AB aslına rücu ederken, çıkarılacak sonuçlardan biri, Türkiye’nin ekonomik standartlarının düşük olmasının AB açısından doğuracağı sorunları tartışmak değil, aradaki fark nedeniyle, Türkiye’nin çıkarlarının farklı istikamette politikalar izlemeyi gerektirdiğidir.
Türkiye çiftçileri açısından çıkarılacak ikinci sonuç, İngiltere ve Fransa arasında yaşanan kavgada yatıyor. Bugün AB bütçesinin yüzde 40 kadarı tarım sübvansiyonlarına gidiyor. Tarımı koruma ve destekleme, özellikle Fransız tekellerinin vazgeçemedikleri bir konu. AB tarım bütçesinden en büyük payı Fransa alıyor. İngiltere’nin bu duruma itirazı var. Fransa’nın İngiltere’yle bu alanda kavgayı sürdürmesi ve  tarım konusundaki korumacılığı azaltmak niyetinde olmamasının sebebi aslında iç politikaya ilişkin… Fransa köylüsü çok örgütlü. Çiftçi sendikaları çok etkili ve büyük bir oy potansiyeline sahip. Yabana atılamıyorlar.
Sayıları 25 milyonu bulması rağmen, Türkiyeli çiftçilerin, örgütlü hareket edip, iktidara taleplerini dayatabilecek bir güç oluşturduklarını söyleyebilmek imkansız. 100 bin kişilik miting yaptıklarında dahi, dikkate alınmak yerine, hükümet sözcüleri tarafından azarlanabiliyorlar. Oysa geçmişte, çiftçiler, örgütlü olmasalar dahi, dikkate alındıkları günleri gördüler. 1950’li yıllarda kırlardaki üretim ilişkileri ve küçük köylülüğün yaygınlığı, seçimle iktidara gelen partilerin, bu güçlü kitleye karşı hassas davranmalarını gerektiriyordu. 1950’lerde Demokrat Parti’nin politikaları öncelikle çok sayıda köylü üreticiyi “tatmine” yönelmişti. Köylünün büyük bir kısmının ilk defa pazar için üretim yapması ve ekonomik durumlarında kısa sürede iyileşme sağlanması, köylülerde politikaya karşı bir duyarlılık yaratmıştı. Tek dereceli seçim köylünün sayısal gücünü ön plana çıkarınca, kırsal yapının çoğunlukla küçük üretici birimlerinden oluşması, partilerin iktisadi politika önerilerini etkilemeye başladı. Partiler, programlarını, kırsal ekonomiye fayda sağlayacak şekilde hazırlamaya mecbur kaldılar.
Bu durum uzun yıllar sürdü. Seçimle iş başına gelmiş hükümetlerin tarıma destek mahiyetindeki fiyat politikalarını sürdürmelerinin sonucunda, dünya fiyatlarının düşmeye yüz tuttuğu dönemlerde dahi, tarım sektörü, dünya pazarının olumsuz etkisinden yalıtılmış oldu. Tarımda kullanılan esas girdiler hep sübvanse edildi. Gübre, tarım ilaçları, traktör, yakıt ve geliştirilmiş tohum fiyatlarının sübvanse edilerek düşük tutulması, iç ticaret hadlerinin 1960’lar ve 1970’ler boyunca (1971 askeri müdahale dönemi hariç) tarım lehine genişlemesi sağlandı.
Gelinen noktada da, bazı partiler köylüleri oy deposu olarak görüyor, ama iktisadi politikalarını açıklar ve parti programlarını oluştururken, köylülerin adını dahi anmıyor. Çünkü, MHP’sinden AKP’sine, DYP’sinden CHP’sine kadar, tüm sermaye partileri için küreselleşme politikaları bunu gerektiriyor. Hızla yok oluşa doğru sürüklenen üretici köylüler, hala bu ülkenin en geniş toplumsal kesimini oluşturmalarına rağmen, taleplerine yönelik bir programın hayata geçirilmesini sağlayamıyorlar. Üreticilerin, 1950-70’li yıllardaki gibi, dikkate alınmayı sağlayabilmeleri ve yok oluş sürecine barikat kurabilmeleri için artık sayısal çoklukları yetmiyor. Fransa’daki gibi dikkate alınmaları, Fransa’daki gibi örgütlenmelerine ve örgütlü hareket etmelerine bağlı.  Bu nedenledir ki, Türkiyeli çiftçiler, tohumları atılan, uç vermeye başlayan Tüm Üretici Köylü Sendikası’nı (Tüm Köy-Sen), Fransa deneyiminden “ders” çıkararak sahiplenmeliler…

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑