Özgürlük Dünyası’nın Temmuz sayısında sermaye cephesinin gündeme getirdiği asgari ücret tartışmalarını ele almış ve asgari ücretin istisnasız bütün emekçiler için savunulması ve geliştirilmesi gereken bir mevzi olduğunu vurgulamıştık. Bu süreçte, sermaye örgütleri ve hükümetin asgari ücretin düşürülmesi konusunda kararlı olduğu, işçi emekçi cephesinden caydırıcı bir tepki gelmediği takdirde, öngörülen değişiklikleri hayata geçirmeye yönelecekleri ortaya çıktı. Bu yazıda, kapitalist düzende ücretlerle ilgili olarak sermaye sözcülerinin geliştirdikleri yanıltıcı iddiaları masaya yatıracağız.
Sermaye cephesinin emekçilerin ücret taleplerine karşı geliştirdiği iddialar, sanayi kapitalizminin iki asıra uzanan tarihi boyunca farklı biçimlerde dile getirilmiş olsa da, özünde işçi sınıfına karşı burjuvazinin sınıf çıkarlarını koruma içgüdüsüne dayanmaktadır. Üniversitelerde okutulan yüzeysel burjuva iktisadı da, söz konusu argümanları bilimsel bir kılıfla savunmakta, sermaye cephesine ideolojik destek sunmaktadır.
Kapitalist toplumlarda iktisadi faaliyet, üretim sürecinde işçi sınıfının yarattığı artık ürüne nasıl el konulacağı ve bu artık ürünün nasıl büyütüleceği sorunu etrafında biçimlenir. Bu nedenle, 18. yüzyılda gelişen bilimsel politik ekonomi, iktisadi artığın doğrudan üreticilerden çekilip alınması ve bu artığın büyütülmesini düzenleyen toplumsal ilişki ve süreçlerin çözümlenmesine odaklanmıştır. Kapitalizmin, sosyo-ekonomik bir sistem olarak, feodal düzenin bağrında boy verdiği Batı Avrupa’da gelişen bilimsel politik ekonomi, burjuvazinin, feodal sınıflara karşı verdiği mücadele içerisinde tarihsel olarak ilerici bir rol oynadığı özel bir dönemin ürünüdür. Bu yüzden, klasik politik ekonomi, burjuva sınırları içinde gelişmesine ve burjuva bakış açısının sınırlarına tabi olmasına karşın, kapitalist toplumun temel iktisadi süreçlerine odaklanmış ve bilimsel kaygıları göz ardı etmemiştir. İngiltere’de David Ricardo’nun kişiliğinde en yüksek biçimine ulaşan klasik politik ekonomi, emek-değer teorisini benimsemiş, ve iktisadi mekanizmayı, çıkarları birbirine karşıt sınıflar bakımından incelemiştir. Ricardo, Ekonomi Politiğin İlkeleri ve Vergilendirme adını taşıyan eserinin girişinde, politik ekonominin amacını şöyle açıklar:
“Toplumun farklı aşamalarında yeryüzünden sağlanan toplam üretimin, [yeryüzünün işlenebilmesi için gerekli olan toprağın sahipleri, sermaye sahipleri ve emeğiyle yeryüzünü işleyen emekçiler] arasında rant, kâr ve ücret olarak paylaşımı farklı olacaktır. Rant, kâr ve ücretler, esas olarak toprağın fiili üretkenliğine, sermaye ve nüfus birikimine ve tarımda kullanılan ustalık, yaratıcılık ve araçlara bağlıdır. Bu bölüşümü düzenleyen yasaların belirlenmesi Politik Ekonominin temel sorunudur.”
Ne var ki, Ricardo’nun ölümünü izleyen dönemde, bilimsel politik ekonominin yazgısını belirleyen gelişmeler olmuştur. Bu dönemde, hızla gelişen sanayi kapitalizminin yarattığı işçi sınıfı, kapitalist sömürüye karşı bağımsız bir sınıf olarak tarih sahnesine çıkmıştır. Burjuvazi ise, geçmişte feodalizme karşı ittifak yaptığı işçi sınıfının kendi iktidarına karşı oluşturduğu potansiyel tehdit karşısında, bu kez, feodalizmin kalıntısı olan sınıflarla işbirliğine gitmiştir. Mülkiyetin kutsal bayrağı altında gerçekleştirilen bu işbirliği, burjuva sınırlar içerisindeki bilimsel politik ekonominin de sonunu hazırlamıştır. Marx, Kapital’in Almanca Baskısına yazdığı sonsözde bu dönemi şöyle değerlendirir:
“İngiltere’yi ele alalım. Orada ekonomi politik sınıf savaşının henüz az geliştiği bir dönemde doğmuştur. Onun son büyük temsilcisi Ricardo, sonunda bilinçli olarak sınıf çıkarlarının, ücret ve kârın, kâr ve rantın karşıtlığını, bu karşıtlığı, safça, doğanın toplumsal bir yasası kabul ederek, araştırmalarının hareket noktası yapar. Ancak buradan hareketle, burjuva ekonomi bilimi, aşamayacağı sınırlara gelip dayanmıştır. Bu bilim Ricardo daha hayattayken ve ona karşı olarak Sismondi’nin kişiliğinde eleştiri ile karşı karşıya geldi.
“Bunu izleyen 1820-1830 dönemi, İngiltere’de ekonomi politik alanında bilimsel etkinliklerle dikkat çeker. Ricardo’nun teorisinin vülgerleştirildiği, ve yayıldığı kadar, bu okulun eski okula karşı bir savaşım verdiği bir dönemdi. Parlak karşılaşmalar yapıldı.
“…..Fransa ve İngiltere’de burjuvazi siyasal iktidarı ele geçirmişti. Bundan sonra sınıf savaşımı, pratik olduğu kadar teorik olarak da gitgide daha açık ve tehdit edici biçimler aldı. Bu, bilimsel burjuva ekonomisinin ölüm çanını çalıyordu. Artık bundan sonra, şu ya da bu teoremin doğru olmaması değil, ama sermayeye yararlı mı yoksa yararsız mı, gerekli mi yoksa gereksiz mi, siyasal bakımdan tehlikeli mi yoksa tehlikesiz mi olduğu sözkonusuydu. Çıkar gözetmeyen araştırmaların yerini ücretli yumruklaşmalar, gerçek bilimsel araştırmaların yerini kara vicdanlı ve şeytanca mazur göstermeler almıştı.” (vurgu sonradan)
Bugün yüzyüze bulunduğumuz egemen burjuva iktisat anlayışı, Marks’ın yukarıda ele aldığı sürecin 1870’lerde mantıksal sonuçlarına ulaşması ve yalnızca görünümlerle ilgilenen yüzeysel bir iktisat anlayışının matematik bir kesinlik içinde formüle edilmesiyle oluşmuştur. Tekelci medyanın köşelerinden, ekranlardan ve üniversite kürsülerinden, soğuk ifadelerle “işsizliğin nedeni işçilerin verimsizliğidir” diye konuşanlar, tarafsız olduklarını ve bilimin yöntemiyle konuştuklarını öne sürmektedirler. Oysa, akademik iktisatın tüm meziyeti, tarafsızlık görüntüsü altında, burjuvazinin gündelik çıkarlarını teknik ve yavan bir dille korumaya çalışmaktan ibarettir. Şimdi bu akademik yavanlıkları masaya yatıralım.
YÜKSEK ÜCRETLER İŞSİZLİK Mİ YARATIR?
Sermaye sözcüleri, ücretlerin yüksek olması halinde, yatırım için gerekli fonu oluşturan kârlar azalacağı için “işverenler”in yeni yatırım yapamayacaklarını, bu nedenle, yüksek ücretlerin işsizliğe yol açacağını savunurlar. Aynı meselenin üniversitelerin iktisat kürsülerinde dile getirilişi ise, yüksek ücretlerin, ücretlerle verimlik arasındaki ilişkiyi ortadan kaldıracağı, bunun ise, işsizliğe yol açacağı şeklindedir.
Önce, ücretlerin yüksek olması halinde yatırımların azalacağı tezini ele alalım. Kapitalist toplumda, aşağıda ele alacağımız gibi, ücret ile kâr arasındaki karşıtlık, sınıf mücadelesinin iktisadi temelini oluşturur. Ancak, ücret düzeyleri ile kapitalistlerin yatırım kararları arasında kesin bir ilişki yoktur. Kapitalizmin tekelci aşamasında, şirketler, tekelci fiyatlama ile maliyetlerini belli sınırlamalar içerisinde fiyatlara yansıtma olanağına sahiptir. Bunun yanı sıra, üretimin, herhangi bir plana dayanmadan, piyasa anarşisi içerisinde örgütlendiği kapitalist düzende, kapitalistlerin yatırım kararı almasında psikolojik beklentiler de rol oynar. Ünlü burjuva iktisatçısı Keynes, kapitalistlerin, yatırım yaparken, hayvani içgüdülerle hareket ettiğini söylemiştir.
Öte yandan, sermaye birikim sürecinde doğal bir eğilim olarak ortaya çıkan “kâr oranının düşme eğilimi” nedeniyle patlak veren kapitalist krizler, yatırımların durmasına ve yığınsal işsizliğe yol açar. Bu sonucun ücret düzeyleri ile hiçbir ilgisi yoktur. Kapitalist ekonomi, ücretlerin yüksek olması nedeniyle değil, tam tersine, ücretleri düşürerek yığınların satın alma gücünü düşürdüğü için krize girer. Ancak kapitalizm, bitip tükenmeyen kâr hırsı ve acımasız rekabet nedeniyle krizlerden kurtulamaz.
Yüksek ücretlerin, ücretlerle verimlik arasındaki ilişkiyi ortadan kaldıracağı, bunun da işsizliğe yol açacağı yönündeki iddia ise, işçi sınıfının ücret taleplerine karşı sermayenin en sık kullandığı ideolojik silahlardan birisidir. Sermaye cephesinin bu iddiasının temelsizliğini kanıtlamak için, meseleye tersinden bakmak yeterlidir. Acaba işçi sınıfının düşük ücret düzeyini kabullenmesi, işsizlik sorununu çözer mi?
Düşük ücretlerin işsizlik sorununu çözmediğini, Türkiye işçi sınıfı halen acı bir şekilde yaşamakta olduğu deneyimden bilmektedir. Bugün, son yirmi yılın en düşük ücret düzeyleri geçerli olduğu halde, işsizlik azalmamakta, tersine artmaya devam etmektedir. Kapitalizmin yaşadığı en büyük kriz olan 1929 krizinde, ücretler çok büyük oranda düşmesine karşın, işsizlik oranları, azalmak şöyle dursun, artmaya devam etmiştir. Daha yakın bir tarihten örnek verecek olursak, 1970’li yılların sonlarından beri, başlıca ileri kapitalist ülkelerde, işsizlik oranları yüzde 10’lar civarında seyretmektedir. Aynı süreçte, kapitalist dünyanın her yerinde, reel ücretler her geçen yıl daha fazla aşınmıştır. Üstelik, toplumsal artı-değer havuzundan karşılanan ve ücretlerle yakından ilişkili olması nedeniyle toplumsal-ücret olarak adlandırılan sosyal kazanımların (eğitim, sağlık, sosyal güvenlik) budanması da, reel ücret kayıplarını derinleştirmiştir.
Şekil.1’de, 1988’den 2001 yılında kadar özel sektör imalat sanayindeki ücret ve işgücü verimlik endekslerinin seyri yer almaktadır. Kolayca görüleceği gibi, ücretler, 1989 Bahar Eylemleri’nin kazanımları ile birlikte, verimlilik artışlarını yakalamış, ne var ki, 1994 kriziyle birlikte, ücret ve verimlilik ilişkisi kopmuştur. Daha uzun zaman aralıkları için yapılan başka çalışmalarda, sınıf mücadelesinin yükseldiği dönemlerde ücretlerin arttığı (örneğin 1970’li yılların ortaları), buna karşılık işçi sınıfının yenilgiye uğratıldığı dönemlerde (örneğin 1980 sonrası), ücretlerin azaldığı görülmektedir.
İleri kapitalist ülkeler için yapılan çalışmalarda, 1960’lı yılların sonlarından bu yana ücretlerle verimlilik ilişkisinin giderek koptuğu, reel ücretler giderek azalırken, sömürü oranının tam olmasa bile yakın bir göstergesi sayılabilecek olan işgücü verimliliğinin arttığı görülmektedir. Tüm bunlar, burjuva iktisatçılarının ücretleri işgücü verimliliğinin belirlediği tezini çürüten örneklerdir.
Ücretlerin verimliliği yansıtması gerektiği yönündeki iddia, değeri, nesnel, yani ölçülebilir bir büyüklüğe bağlayan klasik politik ekonominin aksine, metanın kullanım değeri ile ilişkili olan öznel unsurlara (fayda) bağlayan yüzeysel burjuva iktisadının teorik çerçevesinin ürünüdür. Yüzeysel burjuva iktisadı, emek-değer teorisini yadsımak için, öncelikle değeri, büyüklüğü her birey için farklı olan öznel bir unsura, faydaya bağlamıştır. Öte yandan, emeğin değerin temel kaynağı ve ölçüsü olduğu düşüncesini iktisattan silmek için, sermaye ve tabiatın da emek gibi birer üretim faktörü olduğunu öne sürmüştür. Böylece, emek değer teorisinin sonucu olan tüm değerin yaratıcısının emek olduğu gerçeği yerine, farklı bir şekilde tanımlanan “değer”in, emek, sermaye ve toprak (tabiat) şeklinde üç farklı üretim faktörü tarafından yaratıldığı iddiası geçirilmiştir.
Burjuva iktisadına göre, üretim sürecine katılan üretim faktörlerinden her birisinin bir birimine yapılacak ödeme, o faktörün verimliliğini yansıtmaktadır. Sonuçta, sermayedarın ve toprak sahibinin üretim süreci sonunda ele geçirdiği artık-değer, mülk sahipliğinden dolayı değil, ellerinde bulundurdukları üretim faktörlerinin verimliliğinin karşılığı olmaktadır! Böylece, işçinin kapitalist tarafından sömürüldüğünü söylemenin bir anlamı kalmayacaktır. Keza, herkes ne üretiyorsa, onun karşılığını almaktadır. Ürünün piyasa değerinden elde edilen hasılattan, sermaye faizini, toprak sahibi kirasını, işçi ise ücretini almakta, kimse kimseyi sömürmemektedir!
Ne var ki, gerçek yaşam, bu harikalar dünyasından çok farklıdır. Öncelikle yüzeysel burjuva iktisadının sermayenin üretken olduğu tezini ele alalım.
KÂRIN KAYNAĞI SERMAYENİN ÜRETKENLİĞİ Mİ?
Kapitalist, artık-değer elde etmek amacıyla, belli bir para sermaye ile işe girişir. Bununla üretim araçlarını satın alır. Üretimde bulunmak için gereksindiği araçlar, genellikle içinde üretim yapılan bir fabrikayı, makineler ve hammaddeleri ve çeşitli yardımcı maddeleri kapsar. Ama tüm bunlar, üretime hazırlıktan başka bir şey değildir. Kapitalistin üretim sürecini gerçekleştirmek için, başka bir metaya, yani emekgücüne gereksinimi vardır. Emekgücü kendi değerinin üzerinde ve ötesinde değer yaratmaya muktedir olan tek metadır. Öncelikle, burada durup bu sermayenin nereden geldiğine bakalım.
Kapitalistin para sermayesi aracılığıyla üretim sürecine koştuğu sermaye, birikmiş emek ürünüdür. Bunlar, geçmişte, işçinin ürettiği değerlerdir. Kapitalist, bunlara, kapitalist üretim ilişkileri çerçevesinde el koymuştur. Ancak bu sürecin bir başlangıcı olmalıdır. Marx, Grundrisse adlı notlarında sermayenin ilk oluşumunu şöyle açıklar:
“Sermayenin ilk oluşumu sanıldığı gibi, sermayenin ihtiyaç maddelerini, iş araçlarını, hammaddeleri, kısacası emeğin topraktan bağımsızlaşmış ve insan emeğiyle ruh kazanmış olan nesnel koşullarını üst üste koymasıyla olmaz. Sermaye emeğin nesnel koşullarını yaratmaz. Sermayenin ilk oluşumu, salt parasal servet biçiminde hazır bulunan değerin, eski üretim tarzının tarihi çözülme süreci sayesinde, bir yandan emeğin nesnel koşullarını satın alabilme, bir yandan özgürleşen işçilerle para karşılığı canlı emek mübadelesine girebilme imkanına kavuşmasından ibarettir.”
Kapitalistin üretim araçları üzerindeki özel mülkiyeti, bir zamanlar kendi üretim araçlarına sahip olan, ancak bunlardan koparılan işçinin de, hayatta kalabilmek için, sermayeye tabi olmasını zorunlu kılar. Bu nedenle sermaye, yalnızca üretim araçları ya da para değil, aynı zamanda bir toplumsal ilişkidir. Sermayenin varolma koşulları, aynı zamanda ücretli emeğin de varolma koşullarını yaratır. Bu koşullar, Batı Avrupa’da 15. yüzyıldan 19. yüzyıla uzanan dönemde, büyük bir toplumsal yıkım pahasına, kan ve şiddetle yaratılmıştır. Marx, Adam Smith’den esinlenerek ilkel birikim adını verdiği bu sürecin dehşet verici öyküsünü, Kapital’in I. Cildinin 26. Bölümü’nde çarpıcı bir dille anlatmıştır.
Sermayenin verimliliği meselesine dönelim. Sermayedarın elindeki para sermayesi ile, üretime girişmek için sabit ve dolaşan sermaye unsurlarını satın aldığını ya da elde ettiğini söylemiştik. Şimdi, bunlarla üretim yapabilmek için, emek gücüne gereksinim duyacaktır. Gereksinim duyduğu emekgücü, yukarıda anlatılan süreçle “amele pazarına” sürüklenmiş işçiler tarafından satılmayı beklemektedir.
İşçi, hayatta kalabilmek için emekgücünü satmak zorundadır. Aksi halde açlıktan ölme özgürlüğüne sahiptir. Eğer işçi, malların mübadele edildiği pazara kendi emekgücü dışında satacak bir şey getirebilseydi, sözgelimi, satacak bir dikiş makinesi olsaydı, karşısındaki alıcı (diyelim ki kapitalist), bu alışverişten herhangi bir kâr sağlayamaz, herhangi bir artı-değer gerçekleştiremezdi; çünkü değer yasasına göre, eşdeğerler değişilir; bir emek miktarı eşit miktarda emekle değişilir. Oysa işçinin satacak bir dikiş makinesi yoktur. O, pazara, yalnızca kendi emekgücünü getirmiştir. Ancak sattığı bu emekgücü, başka mallardan farklı bir özelliğe sahiptir. İşçinin emek-gücü, kendi içinde gerçekleştirilen emekten daha fazla maddeleşmiş emeği gerçekleştirme özelliğine sahiptir. Başka bir deyişle, işçinin emekgücü, emek-gücünün yarattığı üründen daha az değere sahiptir. İşçinin emekgücünün değerinin parasal karşılığı “ücret”tir. Ücret, işçinin emekgücünün yeniden üretilmesi için gerekli zorunlu gereksinim maddelerinden ya da bu maddelerin değerinden oluşur. Ancak vurguladığımız gibi, emekgücünün değeri, yarattığı değerden daha düşüktür. Aradaki bu farkı, kapitalist, kâr olarak cebe indirir. Bütün üretim sürecinin temel amacı, işçinin ürettiği bu fazlalığa el koymaktır.
Kapitalist düzende, sermaye sahibinin, üretim sürecini gerçekleştirmek için işçilere teslim ettiği sabit sermaye ve döner sermayenin değeri, yeni üretilen metalara aynen aktarılır. Bu nedenle, bu sermaye unsurlarına, değişmeyen sermaye denilir. Ancak, işçinin emekgücünü kullanarak elde ettiği yeni metada, işçinin emekgücünün değerinden, yani ücretten daha fazla bir değer gerçekleştirilmiştir. Bu nedenle, kapitalist için emekgücü, değişken sermayedir. Yani yeni metaya kendi değerinin üzerinde bir değer aktaran bir sermaye unsurudur. Dolayısıyla, emekgücüne yapılan yatırım, patron için bir sermaye yatırımıdır. Başka bir deyişle, patron, iş vermemekte, sermaye yatırımı yapmaktadır.
Sermaye kendi başına üretken kapasiteye sahip olmadığına ve yalnızca emek sayesinde değer yaratılmasına aracılık ettiğine göre, sermayedarın sahip olduğu sermaye ile faiz ve kâr elde etmesinin geçerli bir nedeni var mıdır? Sermaye sözcüleri ‘evet’ diye yanıt verirler; sermayedar, elindeki para-sermayeyi hemen tüketmek yerine, “yatırım yaparak”, tüketimden feragat etmiş, fedakarlık yapmıştır. Dahası, yatırım yaparak işsizlere “iş vermiş”, onlara gelir sağlamıştır. Üretimden elde edeceği faiz de, bu fedakarlığın, paradan uzak kalmanın ödülüdür. Anaokullarında bile okutulmaması gereken bu gülünç iddia, ne yazık ki, üniversitelerde okutulmaktadır.
Burjuva iktisadı, derinde yatan gerçek süreçlerle değil, görünümlerle ilgilendiği için, akla yatkın görünen bir mantık yürütür. Faizi sermayenin üretkenliğinin ödülü olarak gösterirken, kategorik olarak bir artık değer unsuru olan kârı, kapitalistin (burjuva iktisadının dilinde girişimcinin) karşılaştığı riskin ve belirsizliğin ödülü olarak yansıtır.
Kapitalist üretim tarzının temel amacı, yatırım yaparak işsizliği azaltmak ve halkın tüketim gereksinimlerini karşılamak değildir. Kapitalistlerin temel amacı kâr elde etmektir. Kapitalistler, belli bir yatırımı yaparken, o yatırımın sağlayacağı istihdam düzeyi ya da halkın o yatırımın sonucu olan mal ve hizmetleri daha kaliteli ve ucuz bir şekilde elde etmesi ile değil, söz konusu yatırımın kâr potansiyeli ile ilgilenirler. Dolayısıyla, kapitalistin karşılaştığı risk, fabrikasında üretilen malları değerinin altında satma riskidir. Bu durumun tüm kapitalistler için genelleşmesi halinde, bir iktisadi krizden söz edilir. Kriz anında kapitalistin ilk tepkisi ise, işçilerine kapıyı göstermektir. Patron, işlerin düzelmesi ile er ya da geç malını satacaktır. Yani asıl risk, işçinin riskidir. Patronlar, kriz çıktığında, iflas bile etse, aç kalma riski ile karşılaşmaz, işçi ise işini kaybettiğinde, kendisi ve ailesi çok kısa sürede açlığın kollarına düşer.
HEPİMİZ AYNI GEMİDE MİYİZ?
Sermaye sözcüleri, özellikle kriz dönemlerinde, ekonominin zor günler geçirdiğini, bu nedenle, işçi patron, herkesin elini taşın altına koyarak fedakarlık yapması gerektiğini söylerler. 1994 krizinde, bu amaçla, basın yayın organları aracılığıyla etkili bir kampanya yürütülmüştü. Kampanyanın ana slogan ise şöyleydi; “Türkiye için çalışıyorum, Türkiye için üretiyorum, Başka Türkiye yok”. Kriz döneminde, işini kaybetmekle karşı karşıya olan işçi sınıfı, sermaye medyasının sözcülüğünü üstlendiği “ülkenin geleceği için, ücret artışı yönündeki taleplerin, ekonominin düze çıkacağı güne kadar ertelenmesi” yollu çağrılara olumlu yanıt verdi. Sonuç ise, şu oldu; 1994 yılında, bir önceki yıla göre ücret ve maaş gelirleri yüzde 5,8 azalırken, işçi ve emekçilere, “hepimiz aynı gemideyiz” diyerek fedakarlık çağrıları yapan patronların kâr, faiz ve rant biçimdeki gelirleri aynı oranda arttı. Sonuçta, krizin faturasını işçi ve emekçiler, yoksullaşarak ödediler. Üstelik, sermayenin tek kazancı bu olmadı; işçilere yapılan ikiyüzlü yurtseverlik propagandasının sağladığı milliyetçi atmosferde, yoksul Kürtlere yönelik saldırılar da büyük bir hız kazandı. Halka karşı yapılan “bin operasyon”un önemli bir bölümü bu dönemde icra edildi.
İşçilerin 1994 krizinde karşılaştıkları durum, işyeri düzeyinde de yaşanmaktadır. Özellikle ücret artış dönemlerinde, işçilerin patronla yaptıkları görüşmelerde sıkça karşılaştıkları yanıtlardan birisi, patronun, işlerin kötü gittiğini öne sürerek, ücret artışı yapamayacağını, aksi halde fabrikanın ya da işyerinin kapanmasının kaçınılmaz olduğunu ileri sürmesidir. Böylece işçiler, “insanca yaşamaya yetecek bir ücret mi yoksa işsizlik mi” seçeneği ile baş başa bırakılır. Eğer, sözkonusu işçiler sendikalı değilse, patronun tehdidi daha da etkili olur. Bu sorunu bütün işyerleri açısından ele aldığımızda, bütün kapitalistlerin, ücret artışı talebine değişik biçimlerde de olsa aynı yanıtı verdiğini görürürüz. Kapitalizmin acımasız rekabet koşulları altında, gerçekten, belli bir işyeri zor koşullar altında olabilir. Ama patron, zor koşullar altında olduğunu öne sürerek, işçiden fedakarlık istemesine karşın, işlerin iyiye gittiği dönemde, işçilere fazladan bir ödeme yapmaya yeltenmez. Örneklerini sıkça gördüğümüz gibi, evini ve arabasını değiştirir.
Kapitalistler, kriz dönemlerinde, ücret düzeyini düşürüp, daha fazla mesai ve daha verimli çalışma yöntemleri geliştirerek, sömürü oranını artırmaya çalışır. Yukarıda, 5 Nisan 1994 Krizi’nden sonra, işçi sınıfının fedakarlık çağrılarına olumlu yanıt verdiğini vurgulamıştık. Ancak kapitalist düzende işçiler ve patronlar aynı gemide değildir. İşçi emeğini satmadığı zaman, aç kalır. Patronlar için böyle bir risk yoktur. Üstelik, kriz, kapitalist üretim tarzının işleyişinin doğal bir sonucudur. Bu durumda, işçilerin patronlara, büyük bir özgüvenle, “kriz sizin kriziniz, fedakarlığı siz yapın” demesi gerekir.
Kapitalist üretim tarzı hiç bitmeyen bir kâr arzusu peşinde koşar. Bu nedenle, kapitalistler, bıkıp usanmadan her çareye başvurarak, emek tarafından yaratılan değerlerdeki payını çoğaltmaya ve işçiye ücret olarak giden payı azaltmaya çalışır.
Meseleyi daha anlaşılır kılmak için, işçi tarafından yaratılan değere “E” diyelim. Bu büyüklük, işçinin ürettiği metada cisimleşen canlı emek zamanıdır. Başka bir deyişle, işçinin metaya kattığı yeni değerdir. İşçilerin “E” için üretim sürecinde fiilen harcadıkları zaman, işgününün uzunluğu ile belirlenir. “E” büyüklüğü, birincisi, işçiye karşılığı ücret olarak ödenen gerekli emek zamanı, diğeri ise, patron tarafından el konulan artık emek zamanı olmak üzere, iki kısımdan oluşur. İşçilerin kendilerini yeniden üretmelerini için gerekli zaman, hem hayatta kalabilmek için tükettikleri malların miktarı hem de bu malları üretmek için gerekli zamanla belirlenir. Gerekli emek miktarına değişken sermayenin kısaltması olarak “d”, artık emek zamanına “a” diyelim. Artı-değerin ücretlere oranı (a/d), artı değer oranı ya da sömürü oranı olarak adlandırılır.
Kapitalistin amacı sömürü oranını artırmaktır. Bunun için ya artı-değerin değerini artıracak ya da işçiye ödediği ücreti azaltacaktır. Artık-değerin büyüklüğü ve sömürü oranı, ya işgününün uzunluğunu artırarak dolaysız bir şekilde ya da belirli bir işgününün daha büyük bir kısmının artık-değer üretimine harcanmasını sağlayacak şekilde gerekli emek zamanını azaltarak, dolaylı biçimde artırılabilir. Artık-değeri ve sömürü oranını yükseltmenin bu ikinci yöntemi, ya işçilerin gerçek ücretlerinin azaltılmasını ya da emek üretkenliğinin artırılması yoluyla, işçilerin tüketim araçlarının daha kısa sürede üretilmesini gerektirir.
Artık-değer oranını yükseltmek için, kapitalistler sürekli bir mücadele yürütürler. Ne var ki, zaman içerisinde, işçi sınıfının artan gücü, işgününü uzatma ve ücretleri düşürme yönündeki çabaları sınırlamıştır. Bu durumda, artı-değer oranını yükseltmenin temel yöntemi, emeğin üretkenliğini artırmak olmuştur. Emeğin üretkenliği; ya işçiyi aynı ücret karşılığında saat başına daha fazla çalışmaya zorlamak yoluyla ya da üretim yöntemlerini geliştirerek, saat başına üretimi artırarak yükseltilir.
Kapitalist sınıf, her türlü yönteme başvurarak, işçilerin emeğiyle yaratılan yeni değerlerdeki payını artırmaya çalışır. Bu nedenle, kapitalistlerle işçilerin çıkarları birbirine taban tabana karşıttır. İşçiler ücretleri, patronlar ise, kârları artırmaya çalışır. Kapitalizmin tarihi, işçi sınıfı ile kapitalist sınıf arasındaki bu mücadelelerin tarihidir. Sonuç olarak, işgününün gerekli zaman ve artık zaman arasında hangi orana göre bölüneceğini belirleyen bu mücadele, sınıf mücadelesinin iktisadi temelini oluşturur. Sınıf mücadelesi, masa başında oluşturulmuş tasarımların değil, kapitalist düzenin işleyişinin olağan bir sonucudur.
Kapitalist sınıf, kapitalist düzendeki temel çelişkiyi gözlerden saklamak ve işçilerin birleşik eylemini engellemek için, polisiye tedbirler almakla yetinmez, işçiler arasında, din, mezhep, etnik köken ve bölgesel farklılıkları kışkırtarak, düzenini korumaya çalışır. İşçilerin artan sömürüye karşı birleşik mücadeleye yönelmelerini engellemek için en sık başvurduğu yöntemlerden birisi de, işçilerin vatan sevgisini ve ulusal duyarlılıklarını istismar etmektir. Bu nedenle, özellikle kriz dönemlerinde, “hepimiz aynı gemideyiz” söylemine başvurur. Yaratılan milliyetçi atmosfer içerisinde, sınıf bilinçli işçilerin, “hepimiz aynı gemideysek, biz neden hep farelerin cirit attığı kazan dairesinde çalışırken, siz balo salonlarında içkilerinizi yudumlayıp keyif çatıyorsunuz?” şeklindeki itirazları gürültüye getirilir.
Kapitalist düzenin II. Dünya Savaşı’nı izleyen 20 yıl boyunca yaşadığı genişleme döneminde, Sovyetler Birliği’nin öncülük ettiği sosyalist dünyanın yarattığı baskının da etkisiyle, Batı dünyasında, işçi sınıfları, güçlü sendikalar aracılığıyla oldukça geniş kazanımlar elde etmiştir. Bu kazanımlar karşılığında, sendikalar, devlet ve kapitalistler arasında kapitalist düzenin bekası konusunda sağlanan bir konsensüs oluşturulmuştur. Bu konsensüs, korporatizm denilen işbirlikçi bir anlayışa yaslanan sendikal çizgiyi güçlendirmiştir. Kapitalist düzen, bugün, “küreselleşmenin kaçınılmazlığı” propagandası ile yeni bir işbirlikçi çizgiyi hakim kılmaya çalışmaktadır. 2005 yılı 1 Mayıs’ında DİSK’in taşıdığı “İşimi Seviyorum”, “Fabrikamı Seviyorum” pankartları, bu çizginin utanç verici bir gösterisi olarak tarihe geçmiştir. DİSK Başkanı, o günlerde, eski tipte sendikacılığın gününün geçtiğini, işyerinin sürekliliğini esas alan bir sendikacılık anlayışını benimsedikleri söylüyordu. Ona göre, fabrika kâr ederse, yeni yatırımlar olacaktı, bu da, işçilerin lehine bir gelişmeydi. DİSK Başkanı’na kapitalist birikimin sonuçlarını kısaca hatırlatalım.
Kapitalist üretim tarzı, gelişme süreci boyunca, sermaye birikiminin sınır tanımayan mantığı gereği, fiziki dünyanın en ücra köşelerini meta ilişkileri içine çekmiş, toplumsal yaşamın bütün ilişkilerini ve süreçlerini metalaştırmıştır. Günümüzde daha da hız kazanan bu süreç, her geçen gün nüfusun daha da büyük bir bölümünün mülksüzleşmesi ve işçi sınıfı saflarına savrulmasını beraberinde getirmektedir. “Üçüncü dünya”nın yoksullarının ölüm riski pahasına kaçak işçi simsarlarına canlarını emanet etmeleri, hastanelerde rehin kalanlar, eğitimsiz milyonlar, yüz milyona penye atelyelerinde sabahlayan genç kızlar, DİSK Başkanı’nın savunduğu sermaye birikim sürecinin doğal sonuçlarıdır.
Bu işçileşme süreci, hali hazırda çalışmakta olan işçilerin ücretleri üzerinde bir baskı yaratan bir “yedek sanayi ordusu” oluşturur. Kapitalist birikim geliştikçe, “işçilerin verimliliği” artar, bu nedenle, mevcut işçilerin birçoğu işini kaybeder ve yedek sanayi ordusunun saflarını doldurur. 2001 Krizi’nden bu yana yaşanan büyümeye karşın işsizliğin göreli olarak artması, başka nasıl açıklanabilir? Bu nedenle, “İşimi Seviyorum”, “Fabrikamı Seviyorum” diyen işçilere, patronlar bıyık altından gülecektir. Marx’ın sözleriyle kapitalist birikim, “…bir kutupta zenginlik birikimi, aynı zamanda öteki kutupta, yani kendi emeğinin ürününü sermaye biçiminde üreten sınıfın kutbunda sefaletin, yorgunluk ve bezginliğin, köleliliğin, cehaletin, vahşetin ve ahlaki çürümenin birikimidir.” Hâlâ ikna olmadıysanız, holding gazetelerinin üçüncü sayfalarını daha dikkatli okuyunuz.
YÜKSEK ÜCRETLER SERMAYEYİ KAÇIRIR MI?
Sermaye sözcülerinin sıkça dillendirdikleri bir diğer iddia, “küreselleşme çağında yüksek ücret talepleri sermayenin kaçmasına neden olmaktadır. Ücretler artarsa, sermayenin serbest dolaşımı nedeniyle Türkiye’deki firmalar fabrikalarını yurtdışına taşır. Ya da yabancı sermaye yüksek ücretleri görüp Türkiye’de yatırım yapmaz” biçimindedir. Bu iddianın dayandığı teorik yaklaşım, son 20 yıldır, bütün bilgi alanlarını istila eden küreselleşme ideolojisinin ürünüdür. “Küreselleşme” bir ideolojidir. İdeoloji kavramının yanlış bilince gönderme yapan tanımından yola çıkarak, “küreselleşme” kavramının, gerçek dünyanın çarpıtılmış bir görüntüsünü tanımladığını ve bir burjuva ütopyası olduğunu söyleyebiliriz. 1970’li yıllardan bu yana, kapitalizmin üretim, mali işlemler ve ticaret alanlarında uluslararasılaşmasında bir nicel sıçrama yaşanmıştır. Ne var ki, bu gelişme, tarihte örneği bulunmayan bir gelişme olmadığı gibi, kapitalist düzenin işleyişinde niteliksel bir dönüşüme de işaret etmemektedir. Elbette, sözkonusu zaman kesitinde uluslararası kapitalizmin işleyişinde yeni mekanizmalar gündeme gelmiştir. Ancak küreselleşme söyleminin temel amacı, bu gelişmelerin bilimsel açıdan incelenmesi değil, uluslararası kapitalist düzenin eşitsiz ve hiyerarşik yapısını gözlerden saklamak ve sermaye sınıfının dünya çapında işçi sınıfına karşı yürüttüğü taarruza destek vermektir. Son olarak Çin ile rekabet bağlamında gündeme getirilen asgari ücret tartışmalarında görüldüğü gibi, küreselleşme ideolojisi, işçi sınıfına karşı önemli bir mevzi işlevi görmektedir.
Kapitalizm, sermaye birikiminin dayandığı yasalar nedeniyle, doğası gereği, dünya çapında yayılmak zorundadır. Son yirmi yılda yaşanan gelişmeler, bir işçi devletinin ve onun 1990’lara kadar yaşayan mirasının bu eğilimin karşısına çıkardığı engellerin aşılması ile, uluslararasılaşmada yeni bir sıçramaya işaret etmektedir. Ne var ki, söz konusu sıçrama, küreselleşme ideologlarının öne sürdüğü karakteristikleri taşımamaktadır. Bilindiği gibi, küreselleşme ideologları, küreselleşme süreci ile birlikte ulus-devletin sermaye birikiminin mekansal temeli olmaktan çıktığını, üretime, dünya çapında “çokuluslu” denilen uluslararası tekellerin yön verdiğini, üretim sermayesinin çok büyük bir hareket kabiliyeti ve ortamı kazandığını iddia etmektedirler. Bu iddialar abartılı ve gerçek-dışıdır. 1990 yılı için yapılan bir hesaplamaya göre, faaliyetleri bakımından uluslararası nitelik taşıyan şirketlerin, kendi ülkeleri dışındaki üretimlerinin dünya üretimindeki payı yüzde 7 civarındadır. Aynı çalışmada, uluslararası tekellere bağlı şirketlerin üretimlerinin tüm dünyanın gayrı safi yurt içi hasılalar toplamına (GSYH) oranı, 1970’de yüzde 4,5; 1977’de yüzde 5,4; 1982’de yüzde 5,7; 1988’de yüzde 6,6; 1990’da yüzde 6,8 olarak hesaplanmıştır. Bu rakamlardan görüldüğü gibi, uluslararası tekellerin dünya üretimindeki katkısı, abartıldığı kadar büyük değildir. Sermayenin yoğunlaşması ve merkezileşmesi eğilimi ve buna bağlı olarak uluslararasılaşma eğilimi giderek artmakla birlikte, abartıldığı kadar yoğun bir gelişme yoktur. Üstelik, bu tür şirketlerin varlıklarının ve satışlarının çok büyük bir bölümü, hâlâ kendi ana bölge ve ülkelerindedir.
Sonuç olarak, sermayenin “vatanı” vardır ve kapitalizm koşullarında var olmaya devam edecektir. Ulus-devletler, sermaye birikiminin mekansal temeli olmaya devam etmektedir. Kapitalizm var olduğu sürece, sermaye birikiminin kurumsal çerçevesini belirleyecek, sınıf ilişkilerini denetleyecek bir devlete ihtiyaç duyulacaktır. Bu nedenle, yüksek ücretlerin sermayeyi kaçıracağı iddiası temelsizdir. Bu iddia, ileri kapitalist ülkelerin işçi sınıfına karşı kendi burjuvazilerinin savurduğu bir tehdittir. Bu tehdit yöntemi, Türkiye gibi azgelişmiş ve bağımlı ülkelerde de, işçi hareketini güçsüz düşürmek ve sömürü oranını artırmak için sıkça kullanılmaktadır. Olgular, bu tehdidin, işçi sınıfının birliğini dağıtmak amacıyla gündeme getirildiğini, sermayenin canı istediği zaman başka bir ülkeye gidebileceği yolundaki iddiaların temelsiz olduğunu kanıtlamaktadır.
Ulus devletlerin aşıldığı propagandasına örnek olarak gösterilen AB gibi bir projenin dahi, kapsadığı farklı ulusal burjuvaziler arasında ne denli büyük çelişkiler üzerinde ilerlediği, daha geçtiğimiz aylarda, İtalyan burjuvazisinin en aşırı kanadını oluşturan Kuzey Ligası’nın, euro’dan vazgeçilerek, yeniden ulusal para olan lirete dönülmesi çağrısıyla ortaya serilmiştir.
Küreselleşme söylemi etrafına örgütlenen sermaye propagandası, sermaye sınıfının tüm dünya çapında işçi sınıfına karşı yürüttüğü kapsamlı taarruzun teorik ifadesidir. Ve temelde olguların çarpıtılması üzerine kuruludur. İtalyan Marksist önder Antonio Gramsci, propagandanın gücünün kaynağının inandırıcılığında değil, sürekliliğinde olduğunu söyler. İşte tam da bu nedenle, sermaye sözcüleri, sözlerine, gerekli gereksiz, “küreselleşen dünyamızda…” diye başlamaktadır.
Küreselleşme söyleminin savunduğu fiziki sermayenin hareketliliği iddiasını çürüten en önemli örnek, Türkiye’dir . Türkiye burjuvazisi, ulusal tasarruf yaratma isteğine ve yeteneğine sahip olmadığı için, yabancı sermaye girişlerine büyük bir önem vermektedir. Bunun için de, düşük işçilik maliyetlerini koz olarak kullanmaya çalışmaktadır. Ancak, uluslararası tekeller, kapitalizmin doğasına uygun olarak, yeni yatırımlar yapmak yerine, şirket satın alma ve özelleştirme yoluyla Türkiye’ye gelmekte, daha da önemlisi, sanayi yerine, bankacılık ve perakendecilik gibi kayda değer bir istihdam ve katma değer yaratmayan sektörlere yatırım yapmaktadır.
Türkiye burjuvazisi ve hükümetlerinin yabancı sermayeye her türlü ödünü vermelerine karşın, istenen tür ve miktarda yabancı sermaye girişinin olmaması, yabancı sermayenin yalnızca düşük ücretlerle ilgilenmediği, kurumsal, sosyolojik ve siyasi yapı, pazar şartları gibi etkenleri de dikkate aldığını göstermektedir. Ne var ki, bu sorun, işçi sınıfının sorunu değildir. Çünkü yukarıda da vurguladığımız gibi, sermayenin büyümesi ve gelişmesi, işçi sınıfı için daha fazla yoksulluk ve sefalet anlamına gelmektedir. Sermaye sözcüleri, sermayenin büyümesi ile çeşitlenen ve artan meta yığınlarını göstererek, Marksistlerin bu tespitinin gerçekdışı olduğunu savunurlar. Peki, işçilere “Çin ile rekabet etmek ve yabancı sermaye çekmek için asgari ücretin düşürülmesi gerekir, bunun ilk adımı, asgari ücretin bölgelere göre farklılaştırılmasıdır” demek, kapitalizmin sefalet yarattığı gerçeğinin ikrarı değil midir?
Uluslararası sermaye ile ilişkiler bakımından önem taşıyan asıl gelişme ise, özellikle tekstil ve metal gibi alt sektörlerde, Türkiye’deki yerli şirketlerin, düşük işçilik maliyetleri nedeniyle, uluslararası tekellere fason üretim yapmalarıdır. Bu şirketler, kendi işçilerine karşı uluslararası rekabeti öne sürerek, ücret artışı yapmaktan kaçınmaktadır. İşçi sınıfının örgütsüzlüğünün yaygın olması ve yüksek işsizlik oranlarının yarattığı düşük ücret baskısı nedeniyle, özellikle ihracata yönelik sektörler, çalışma koşulları ve ücret düzeyleri bakımından birer işçi cehenneminden farksızdır.
SONUÇ: AB’NİN ÇİN’İ OLMAYA DOĞRU?
İhracata dayalı büyüme ve ücret düzeyi ilişkisini çözümlemenin anahtarı ise, devlet ile sermaye ilişkilerinde ve bu ilişkilerin çerçevesini belirleyen IMF ile ilişkilerde yatmaktadır. IMF ile imzalanan ve 2002-2005 dönemini kapsayan stand-by sürecinde, iktisat politikası, devletin sosyal harcamalardan, personel ücretlerinden ve yatırımlardan kesinti yapmasını öngören “faiz dışı fazla” aracı ile yönlendirmiştir. Geçtiğimiz aylarda imzalanan 2005-2008 yıllarını kapsayan yeni stand-by ile, bu politikaya, “düşük ücret politikası” eklenmiştir. Yeni stand-by anlaşmasının imzalanması öncesinde, Türkiye’de temaslarda bulunan IMF Başkan Vekili A. Krueger, katıldığı toplantılarda, özellikle istihdam politikalarında değişiklik yapılması ve “asgari ücret”in yüksek olduğunu söyleyerek “ortalama ücretlerin” yüksekliği üzerinde durmuştu. Yeni stand-by anlaşmasının imzalanması arefesinde, hükümet tarafından IMF’ye sunulan Niyet Mektubu’nda, bu alanlarda yeni taahhütler verilmiştir. IMF, 2002 yılında imzalanan ve dış talebe dayalı büyüme öngören stand-by anlaşmasının yaratığı yüksek cari açık sorunun çözümü için, 2005-2008 yıllarında, başta kamu kesimi olmak üzere, ücretlerin aşağıya çekilmesi yönünde telkinlerde bulunmaktadır. Elbette, IMF yöneticisi, Türkiye’de ücretlerin yüksek olmadığını bilmektedir. Türkiye’deki emek piyasası üzerine son yayınlanan Dünya Bankası raporunun da işaret ettiği gibi, Türkiye, emek maliyetlerinin katma değer içindeki payı bakımından, Latin Amerika ülkeleri ve G. Kore gibi benzer gelişmişlik düzeyindeki ülkelere kıyasla, oldukça geri sıralarda yer almaktadır. Ülkelerarası karşılaştırmalarda daha anlamlı bir gösterge olan saatlik ücret düzeyleri bakımından, Türkiye, AB’nin en yoksul ülkelerinden daha düşük ücret düzeylerine sahiptir. Buna rağmen, işçi sınıfı ve emekçiler, ücretlerin düşürülmesi yolunda uluslararası sermaye çevreleri tarafından telkin edilen ve hükümet tarafından kararlılıkla uygulanmaya çalışılacağı anlaşılan bir saldırı dalgası ile karşı karşıyadır. Bu olgu, mücadele edilmediğinde, sermayenin sömürü oranını artırmakta sınır tanımayacağını göstermektedir.
Hükümet ve sermaye çevreleri, AB ile başlayacak müzakere sürecinde, pazarlık kozu olarak, Türkiye’yi, Avrupa Birliği’nin Çin’i yapacak bir ücret düzeyini koz olarak öne süreceklerdir. AB’yi sosyal hakları geliştirecek bir proje olarak gören işçi ve kamu emekçisi sendikalarının aklını başına alıp, sermayeye karşı birleşik bir mücadeleye girişmesi gerekmektedir. Bugün, işçi ve emekçilerin, çok küçük kazanımlar elde edebilmesi için dahi, kararlı ve birleşik bir mücadeleye ihtiyaç vardır.