Çiftçi eylemleri sık sık duyulur oldu. Neredeyse her gün bir başka bölgeden farklı ürün üreticilerinin eylemleri yazılı, görsel, işitsel medyada yer almaya başladı. Bir gün soğanların çöplere atıldığı, nehirlere döküldüğü haberleri geliyor, bir başka gün ıspanakların hayvan yemi yapıldığı. Bir yandan karpuzların piyasa sürülmeden ucuzlamasından dolayı tarlada çürümeye terk edildiği bilgisi geliyor, diğer yandan turunçgil üreticilerinin eylem yaparak ürünlerini sokağa döktükleri haberi. Bir gün hububat üreticilerinin ürünlerini yola dökmelerinin görüntüsü yansıyor ekrana, ertesi gün bir başka ürün üretenlerin yolu trafiğe kapattıklarının…
Eylemlerin arkasında, birinde MHP il teşkilatı, bir diğerinde DYP il örgütleri, bazısında ziraat odaları, bazısında başka bir üretici örgütünün yer alması, gerçeğin üzerinden atlanmasına yol açmamalıdır. Sürekli savunmaya çekilen üreticinin artık sıkıştığı, savunmada kalamadığı açıkça görülmektedir. Kendi kendilerine çözüm yolu aramaya koyulan üreticiler, hayal kırıklığı yaşıyorlar. Herhangi bir üründen zarar eden üretici bir başka ürüne yöneliyor. O üründen bir yıl kâr etse, ikinci yıl yoğun üretimden dolayı zarar edip, vazgeçiyor. Yaşadıklarını kabul edip emek yoğun ürünlere yöneliyor, kendisini geçimlik pozisyondan yarı geçimlik pozisyona itiyor, ama yine de olmuyor, olmuyor.
AKP Hükümeti, sürekli tarımı desteklediğinin propagandasını yapıyor. Çeşitli kurumlar tarafından hazırlanan raporlar da, AKP’nin bu propagandasını destekliyor. Örneğin Türk Sanayicileri ve İşadamları Derneği (TÜSİAD) tarafından, tarım konusunda çalışmalar yürüten Ortadoğu Teknik Üniversitesi’nden iki profesöre hazırlatılan, “DTÖ ve AB’deki gelişmeler ışığında 21. Yüzyılda Türkiye Tarımı” raporunda şu ifadelere yer verilmekte: “Tarıma yapılan transferlerin Yurtiçi Gayrisafi Milli Hasıla içindeki payı tekrar eski seviyesi olan yüzde 4’e yükselmiştir. Tarım sektöründe yüksek oranda korumalarla sağlanan piyasa fiyat desteği de tekrar yüzde 80’lere ulaşmıştır. Transfer göstergelerindeki gelişmeler, politikalarda kalıcı ve köklü değişiklikleri taşımaktan uzaktır.” TÜSİAD raporu, IMF ve Dünya Bankası patentli tarım reformunda sapmaların olduğunu düşünüyor.
Verilere bakıldığında, hükümetin tarıma yönelik harcamalarında gerçekten de bir artış görülüyor. 2004’ün Ocak-Mayıs dönemine göre, 2005 aynı döneminde tarımsal kesime yapılan destekleme, yüzde 70.4 oranında yükseldi. Hatta hükümetin harcamadan yana böylesi “cömert” bir tavır içine girmesi, erken seçim tartışmalarını bile beraberinde getirdi. Bu noktada üretici eylemlerindeki artışın nedeni önem kazanıyor. Desteklendiği halde eylem yapan üreticiler “kötü niyetli” kişiler mi? Yoksa tarım kesimini içten içe kaynatan, öfke birikmesine yol açan çok ciddi sorunlar mı yaşanıyor?
VERİLERİN YORUMA YER BIRAKMAYAN ÇARPICILIĞI
Çiftçilerin son dönem eylemlerinin nedenini anlamak için, tarımın tablosuna iyi bakmak gerekir. Son beş yılda dünyanın en fazla gelir kaybına uğrayan çiftçisi, Türkiye çiftçisidir. 1999 yılında uygulanmaya başlanan IMF güdümlü ‘‘Tarım Reformu’’ nedeniyle, Tarım kesimine aktarılan kaynaklar, üç yılda 4.3 milyar dolar azaldı. Tarımsal gelirde büyük oranlı düşüşler yaşandı. Dünyanın en pahalı gübresini ülke çiftçisi kullanıyor. Uygulanan IMF güdümlü politikaların sonucu olarak, verimlilik açısından son derece önemli bir girdi olan gübrede tüm destekler kaldırıldı. Desteklerin kaldırılmasının yanı sıra, TÜGSAŞ’a bağlı gübre fabrikaları kapatıldı, satıldı. Elde kalan son fabrikalar da özelleştirilme sürecinde. 1999 yılında 1 kg amonyum nitrat 38 bin lira iken, 2003 yılında 230.300 TL’ye yükseldi.
Dünyanın en pahalı elektriğini kullanan çiftçi de bu ülkede bulunuyor. AKP, iktidara gelir gelmez, tarımsal sulamalara verilen desteği kaldırdı. 2002 Aralık ayında, yaklaşık 102 bin lira olan tarımsal sulamada kullanılan elektrik fiyatını yüzde 34,4 artırarak, 138 bin liraya çıkardı. Sanayide kullanılan elektriğin fiyatı 121 bin Lira iken, tarımsal sulamada kullanılan elektriğin fiyatı 135 bin lira. Kültür balıkçılığı ve kümes hayvancılığında kullanılan elektriğin fiyatı 141 bin; soğuk hava depolarında kullanılan elektriğin fiyatı ise 145 bin lira. Hayvancılık işletmeleri ve seralarda kullanılan elektrik, ticarethane gibi fiyatlandırılıyor. Yakın zamanda sanayi kesimi için yapılan bir araştırmanın sonuçları duyuruldu ve dünyanın en pahalı elektriğini ülke sanayiinin kullandığı açıklandı. Oysa, Türkiyeli üretici köylü, elektriği sanayiciden bile daha pahalıya kullanıyor.
Bu çerçevede, üreticiler, en düşüğü 50 milyar TL olan elektrik borçları ile karşı karşıya kaldılar. Hükümet, bu borçlara karşı eylemlerin ve tepkilerin artması üzerine, sulamadan kaynaklı borçların faizlerini sildiğini açıkladı. Hükümet, tarımsal sulamada kullanılan elektrik enerjisinin 660 trilyon TL ana parası dışındaki borcunun faizlerinin silineceğini, borcun, tarımsal TEFE ile yeniden yapılandırılarak, 36 ay taksitlendirileceğini belirtti. Yaklaşım, üretici açısından yakıcı bir soruna geçici çözüm bulma kolaycılığını yansıtıyor. Doğrudan Gelir Desteği ödemesi uzun süreler geciktirilirken üreticiye herhangi bir faiz ödemesi yapılmamasına koşut olarak, üreticiden elektrik enerjisi bedeli alacağı tahsil edilirken de faiz alınmaması doğal sayılmalı. Ancak, yetkililerin açıklamalarında ana para dışındaki faizlerin silineceği belirtilmesine karşın, borç, “Tarımsal TEFE” ile yeniden yapılandırıldı. “Tarımsal TEFE”, piyasa faiz oranlarının bir miktar altında olmakla birlikte, neticede, bir faiz uygulamasıdır. Oysa, bu alanda uygulanacak kalıcı yapısal önlem, tarımda kullanılan elektrik enerjisi bedelinin sübvanse edilmesi olmalıydı.
Dünyanın en pahalı mazotunu kullanan çiftçi de, maalesef Türkiye’de. 1999 yılında 260 bin lira olan mazotun litresi, 2003 yılında 1 milyon 400 bin liraya çıkmıştı. 2005 Haziran ayında, 1 milyon 900 bin lirayı buldu. Geçtiğimiz yıl, DGD parasından bir miktarı kesilerek, ‘‘mazot desteği’’ adı altında, çiftçiye ödeme yapıldı. Azami 500 dekara kadar olmak kaydıyla, 3.9 milyon TL/dekar destek sağlandığı ifade ediliyor. Türkiye tarım sektöründe 2.5 milyon ton düzeyinde mazot kullanılırken; 4.1 milyon tarım üreticisinden ancak 2.6 milyonu, 26 milyon hektar tarım alanının ancak 16 milyon hektarı için DGD başvurusu yapabildiğinden, ‘mazot desteği’nden üreticinin yüzde 60’ı, tarım alanının ise yüzde 63’ü yararlanabiliyor. Kaldı ki, toplamı 640 trilyon olan destek, DGD’nin içinde kaybolmakta ve tarımsal faaliyet dönemlerinde ödenmediğinden, gerçek bir destek niteliğine kavuşamamaktadır. Başbakan, bu yıl mazota 300 bin lira destek verileceğini açıkladı. “Devede kulak” sayılabilecek olan bu rakam, geçen yılki gibi, dönüm başına 8 litre mazot tüketildiği var sayılarak ödenecek. Ancak tarlaya hububat ekilecek ise, bir dönümde 15 litre, mısır ekilecek ise 20 litre, pancar ekilecekse 30 litre, ayçiçeği ekilecek ise 20 litre mazot tüketiliyor. Sulama pompasında harcanan mazot, bunun dışında. Hükümetin sadece 8 litre üzerinden hesap yapması ve bunun da çok azını karşılaması, desteği sözde kılıyor.
Türkiye’de tarımsal alt sektörler içinde en büyük çöküş, hayvancılık alanında yaşanıyor. Bunda; girdi maliyetlerinin yüksekliği, çayır ve meralardan yararlanma olanaklarının çeşitli nedenlerle kısıtlanması gibi etkenler yanında, Et Balık Kurumu, Süt Endüstrisi Kurumu ve YEMSAN özelleştirmeleri başat rol oynadı. Israrla özelleştirme uygulamalarını savunan, TŞFAŞ ve TEKEL’in de özelleştirilerek yabancı sermayeye geçişine yönelik uygulamaları sürdüren hükümetin, hayvancılık alanında yaşanan çöküşü engellemek için, EBK Kombinalarından kalanları, bakanlık bünyesinde toplamaya çalışıyor. Bu durum, hükümetin, kamusal piyasa düzenleme gücü olmaksızın tarım politikası uygulanamayacağı gerçeğini fark etmesi açısından, olumlu bir gelişme olarak değerlendirilebilir. Fakat tablo hiç iç açıcı değildir. Karma yemin (sığır) kilosu 2000 yılında 93.000 iken, 2003 yılında 242.000 TL’ye yükselmiştir. 2005 Mayıs ayı itibariyle, fiyat, 360 bin TL’dir. Artış oranı, üç kattan fazladır. Bu artış, hayvancılıktaki yüzde 10’luk üretim düşüşünün en başta gelen nedenlerinden biridir. Şu anda hayvancılıkla uğraşan üreticilerimiz, sattıkları 1 kilo süt karşılığında 1 kg yem alamaz duruma gelmişlerdir.
Tarımsal üretim etkinliğini artırabilmenin araçlarından biri de, tarımsal kredinin ucuz ve kolay ulaşılabilir olmasıdır. Geçen yıl, Ziraat Bankası ve tarım kredi kooperatiflerine olan toplam 2.7 katrilyonluk borçlarını ödeyemeyen ve haciz kıskacı altında olan üreticilerin borçları yeniden yapılandırıldı. Yine, 2004 yılında 2 katrilyon TL’nin üzerinde selektif kredi hacmi “yaratılmasına” karşın, kullanılan kredi miktarı, Ziraat Bankası’ndan 307 trilyon, tarım kredi kooperatiflerden 234 trilyon olmak üzere toplam 604 trilyon TL ile sınırlı kaldı. Bu verilere rağmen, Başbakan yaptığı açıklamada, 2005 yılı için tarımsal kredi hacminin genişletilmesini üreticiye müjde olarak sundu. Oysa veriler göstermektedir ki, giderek gerileyen bir tarımsal yapı ve azalan tarımsal gelir söz konusu iken, tarım üreticisinin faizle para kullanması mümkün olmuyor. 2004 yılının kredi hacminin neredeyse 1.5 katrilyonluk kısmı kullanılmamış iken, Başbakan’ın “2005 yılında 2.5 katrilyon TL’lik kredi hacmi yaratma” müjdesi, üreticiye inandırıcı gelmiyor.
Don, sel, fırtına, kuraklık, heyelan gibi doğal afetler karşısında en çaresiz çiftçi de Türkiye’de. Ülkemizde sık sık görülen doğal afetler karşısında tarımsal ürünü kaybetmek, devlet tazmini için yeterli şartı oluşturmuyor. Devlet yardımı, “tüm mal varlığının yüzde 40’ının yitirilmesi” gibi garip ve bir o kadar da ağır bir şarta bağlandığından, çiftçi devletten yardım alamıyor, doğal afetler karşısında çaresiz kalıyor. 2004 yılı içinde, yalnızca yaşanan don felaketinden dolayı ülke çiftçisinin uğradığı zarar, 1.5 katrilyon TL’dir. Yapılan ödeme, uğranılan zararın 40’ta birini bile karşılayamamıştır. Meyve-sebzede, pamukta, fıstıkta, kayısıda uğranan zarar, üreticiyi yıkıma uğratmıştır. Buna rağmen, Başbakan, tarımsal afet yaşayanlara 52,5 trilyon kaynak ayırdıklarını söyleyip, bununla övünebiliyor. Başbakan, aynı zamanda, Nevşehir ve Niğde yörelerinde görülen ve “kanserli patates” olarak anılan hastalıklı patatese karşı ivedi önlem aldıklarını, patates üretimine sınırlama getirildiğini, zarara uğrayan üreticilere 15 trilyon TL destek ayrıldığını, her fırsatta belirtiyor. Fakat korkunç gerçeğin üzerinden atlıyor; mantar hastalığından ötürü, pek çok tarlada en az 30 yıl patates yetiştirilemeyecek. Oysa mantarlı patates tohumları dışarıdan ithal edildi. Hastalıklı patatesin tüm vebali Tarım Bakanlığı’nda. Çünkü ithal edilecek tohumlukların incelenmesi için, yurt dışına, mantar ve virüs konusunda değil, bakteri konusunda uzman ziraat mühendisleri gönderildi.
Ülke çiftçisi, sağlıklı işleyen bir Tarım Sigortaları Yasası’na halen sahip değil. Şu an Meclis’te yasallaşmayı bekleyen Tarım Sigortaları Yasa Tasarısı’nın, üreticilere can simidi olmak yerine, özel şirketlere kaynak aktarmak gibi bir işleve sahip olduğu görülüyor. Tasarının içeriği kısaca şöyle: Yasayla, olası doğal afetlerin tazmin edilmesi için ödenecek tarım sigorta pirimlerinin yüzde 50’sini Hazine’nin ödemesi planlanıyor. Geriye kalan yüzde 50’lik bölümü, üretici ödeyecek. Ödenen primler bir havuzda toplanacak. Çiftçin zarar görmesi durumunda, eksperler tespitte bulunacak ve zarar, oluşturulan havuzdan karşılanacak. Uygulama, devletin yükünü hafifletmeyi hedefliyor. Özel şirketler şu anda da tarım sigortası yapıyorlar, ama üreticiler buna yanaşmıyor. Yanaşmamalarının nedeni ise, primlerin çok yüksek fiyatlı olması değil. Asıl neden, Gayrı Safi Milli Hasıla’dan en az payı alan çiftçilerin tarım sigortalarına ayıracak paralarının bulunmaması. Çiftçilerin büyük bir kısmının prim ödeme sorunu yaşayacak olması dikkate alınmaksızın, Tarım Sigortaları Kanunu ile, çiftçiler, zorunlu olarak özel şirketler tarafından sigortalanacak. Bu sigorta sistemine girmeyen çiftçilerin, zarar oluştuğunda, zararları kesinlikle karşılanmayacak. Tasarının sakıncalı bir diğer yanı ise, üreticilerden alınan primler ile Hazine’nin sağlayacağı kaynağın toplanacağı havuzun yönetiminin bir sigorta şirketinde olması. Bankacılıkta yaşanan ‘‘batık’’ olaylarının ardından, Türkiye’deki denetim otoriteleri ve mali sisteme güven duyulabilir mi? Kısa süreli aralıklarla ekonomik krize giren Türkiye’de, birikimler, kriz dönemlerinde nasıl korunacak? Sigorta şirketi batarsa ne olacak? Bu sorulara cevap veremeyen tasarı, şirketleri güvence altına almış durumda. Üreticilerle yapılan anlaşmaların üzerine çıkan hasarlarda, devlet şirketlere bu hasar fazlasını ödeyecek! Şirketler yerine üreticiyi güvenceye alan bir yasa hâlâ ihtiyaç.
AKP Hükümeti, çiftçiyi yeniden üretime döndürdükleri için, 2002’de 6 bin 300 olan yurt içi traktör satışının 2004’de 30 bine çıktığını ifade ediyor. Oysa ki, traktör satışı, 1997’de 48 bin, 1998’de ise 49 bin idi. Eğer iddia edildiği gibi, çiftçi üretime dönseydi, son iki yılda, Çukurova ve Ege’de pamuk, İç Anadolu’da buğday ekim alanları boş kalmaz; ekilen tarım arazisi, 2002 yılında 18 milyon 123 bin hektar iken, 2003 yılında 17 milyon 549 bin hektara inmezdi. Ülke çiftçisi, ürettiği için cezalandırılan bir pozisyonda. 2000 yılından bu yana uygulanan IMF güdümlü politikalar sonucu, son beş yılda, Türkiye’de, tarımsal fiyatlarda yüzde 13 düzeyinde bir reel düşüş olmuş, ekili alanlarda ise 450 bin hektarlık bir azalma görülmüştür.
Dünün en büyük tütün üreticisi olan Türkiye’de, tütün üretiminde, son üç yılda, yaklaşık yüzde 40 oranında bir azalma olmuştur. TEKEL’in içki fabrikalarının özelleştirilmesinin ardından, üzüm fiyatları, bu yıl, geçen yıla göre, yüzde 25-30 gerilemiştir. Şeker pancarına konulan kota sonucu, pancar üretimi gerilemiştir. Genetiği değiştirilmiş mısır ithalatı ve nişasta bazlı şeker kotalarının her yıl Bakanlar Kurulu kararıyla yüzde 50 oranında artırılması sonucu, pancar üreticileri engellenirken, yabancı mısır üreticileri ödüllendirilmektedir.
HEDEFTE OLMANIN TAŞIDIĞI KAÇINILMAZ POTANSİYEL
Türkiye tarımı böylesi bir tabloya sahip. Birçok iktisatçı, politikacı, sosyal bilimci bu tabloya bakmadan, soyut bir şekilde, 21. Yüzyıl’da Türkiye tarımın mutlaka rekabetçi bir yapıya kavuşturulması gerektiğini belirtiyor. Bu söylemlerini, “Dünya Ticaret Örgütü, AB, IMF ve Dünya Bankası kararlarının artık her türlü desteği ortadan kaldıracağını, oluşacak olan yeni koşullarda, ülke tarımın ayakta kalabilmesi için, rekabet edebilir bir yapıda olması gerektiği” tezine dayandırıyorlar. “Rekabetçi tarım sektörü” söylemiyle kastedilen şudur: Hiçbir devlet desteği olmadan, tarımın, piyasa fiyatlarından üretim faktörlerini edinebilmesi, diğer sektörlerle bu açıdan rekabet edebilmesi ve ürününü, makul bir kârla, işleyen piyasalarda satabilmesidir.
Yukarıdaki ülke tarımına ilişkin veriler dikkate alındığında, Türkiye tarımının, kendiliğinden, rekabete uygun hale gelmesi imkansızdır. Türkiye’de tarımın verimsizlik, çok parçalı ve küçük olma, teknolojik gerilik gibi yapısal sorunları da dikkate alındığında, rekabete açılması, yıkımdan başka bir anlam ifade etmiyor. Dünya tarımına da, aynı emperyalist merkezlerden, aynı politikalar dayatılıyor. Uluslararası kuruluşların verilerine göre, 1,5 milyar insan tarımla uğraşıyor ve bunlardan 1.3 milyarı (traktör, hayvan gibi olanaklara sahip olmadığından), eliyle üretim yapıyor. Böylesi bir yapıda, kapitalist tarımın hakim olmasının doğal bir sonucu olarak, tarımdan kopup varoşlara akacak nüfus, AB ve ABD’deki gibi milyonlarla değil, yüz milyonlarla ifade edilecek. Brüksel’de “rasyonellik” masalı anlatılırken, AB’de, kapitalist tarımın doğal sonucu olarak, 1992-2002 yılı arasında, tarımdan kopan çiftçi sayısı 5 milyon. AB’de 10 yılda ortaya çıkan bu tablonun, Latin Amerika, Asya, Afrikaya doğru yayıldığında ortaya çıkaracağı sonuçlar, çok daha dramatik olacak.
2001’de DTÖ’ye dahil olan ve DTÖ kurallarını uygulamak zorunda kalan Çin’in iktisatçılarına göre, önlerindeki 10 yılda, ülkelerinde, 250 ile 400 milyon arasında köylü, topraklarını terketmek zorunda kalacak. Can alıcı soru burada yatıyor: “Daha şimdiden Çin’in büyük kentlerinin varoşları topraksız köylüler tarafından ‘istila edilmişken’, yarım milyara varan köylü nüfusunun varoşlara ulaştığı durumda söz konusu kentler ve oradaki ‘muhtemel yaşam’ nasıl ‘korkunç’ bir hal alacaktır?” Kısacası, Dünya Ticaret Örgüt (DTÖ), IMF’nin, Dünya Bankası’nın (DB) benimseyip dayattığı neolibarel politikalar, bugün tasarlandığı biçimiyle uygulanmaya devam ederse, ortaya çıkacak tabloyu hayal etmek bile ürperticidir.
Özgür Üniversite forum serisi içinde yer alan “Küreselleşme Çağında Tarım Sorunu” başlıklı kitaptaki “Kapitalizm ve Yeni Tarım Sorunu” başlıklı yazısında Samir Amin, kapitalist yıkıcı etkiye karşı, “piyasayla” köylü tarımı arasında bir düzenleme tasarlamak gerektiğine dikkat çekmiş. Amin, bahsettiği düzenlemelerle, ulusal ve bölgesel düzeyde, koşullara uygun olarak, şunların hayata geçirilmesi gerektiğini belirtmiş: “Ulusal üretimi korumalı, gıda güvenliğini sağlamalı ve emperyalizmin gıda silahı etkisizleştirilmelidir. Tarımsal fiyatların ‘dünya pazarı’ fiyatlarıyla bağını koparmak gerekir. Yavaş da olsa, köylü tarımında sürekli verimliliği artırarak, kırlardan kentlere göçü denetim altına almak mümkün olabilir. Dünya pazarı denilen düzeyde de, muhtemel arzulanır düzenleme, bölgeler arası anlaşmalar yapılabilir.”
Türkiye’de tarımsal soruna çözüm aramak yerine, tarımsal nüfusu azaltmak adına, tarımı kökten halletmek –ulusal ve uluslararası sermayenin dayatmaları sonucu– tercih ediliyor. Bu tercih, üreticileri sıkıştırıyor. Sürekli savunmaya çekilen üretici, artık savunma stratejisi de geliştiremez durumda. Çoğalan çiftçi eylemleri de, şu an gelinen noktanın doğal bir sonucudur. Yayılma, kitleselleşme potansiyeli taşımaktadır. Tıpkı emperyalist saldırıların direk hedefi konumundaki SEKA, Seydişehir Alüminyum, Ereğli Demir-Çelik, Türkiye Taş Kömürü İşletmeleri, TÜPRAŞ, TEKEL, Telekom gibi.
İşyerini savunmayı vatanı savunmayla eşdeğer görüp mücadeleye atılan Seydişehir işçisinin tavrını, üretim yaptığı toprağını savunmayı vatan savunusu sayan çiftçi de gösterme eğilimi taşımaktadır. Birçok Anadolu kentinin sosyo ekonomik yapısında çitçilik önemli bir yer tuttuğu için, kent halkıyla köylü hareketinin buluşması kolaydır. Bu duruma en iyi örnek, Tokat’ta, TEKEL’in özelleştirilme girişimine karşı yapılan mitingtir. Esnaf, çiftçi, işçi bu mitingde bir araya gelerek, kitlesel bir mitinge imza atmıştır.
Özelleştirme hedefindeki işletmelerin emekçilerine yönelen saldırılar ile çiftçilere yönelik saldırılar, sermayenin uluslararası hareketinin parçasıdır. Saldırılar, tüm işçi, emekçi ve köylüleri hedefliyor ve saldırıların etkisiz kılınması, ülke düzeyinde bir karşı koyuşu gerektiyor. Saldırılara karşı birleşik, yaygın ve etkili bir mücadelenin örgütlenmesi sorumluluğunu ve hedefini taşıyan sınıfın partisinin köylü hareketini dikkatle izlemesi ve hareketin taşıdığı potansiyeli değerlendirmesi, hedefleri ve misyonu açısından bir zorunluluktur.