Yeni faşist barbarlık tehlikeleri üreten Kapitalizmdir

8 mayıs faşizmin yenilgisinin 60. yılı konuşması

İşçi sınıfı olarak, 20. yüzyıldan bize miras kalan iki günün yıldönümünü büyük bir gururla kutluyoruz. Övünç kaynağımız olan bu günlerden biri Ekim Devriminin gerçekleştiği, diğeri ise Alman faşizmini yenilgiye uğrattığımız gündür.
Emperyalizmin insanlığa tarifsiz acılar yaşattığı iki dünya savaşı yaşadık. Bu iki dünya savaşında yaşayarak gördük ki, kapitalizm, emekçi insanların yarattığı toplumsal zenginlikleri tüm insanlar yararına kullanmaz. Toplumsal emeğin yarattığı değerlerin özel mülkiyete geçirilmesinin sonucu olarak, sömürgecilik ve baskı, ekonomik krizler ve savaşlar yaşadık.
Eğer bir avuç azınlık, çoğunluğun sırtından geçiniyorsa, zenginliğini çoğunluğun sırtından çoğaltıyorsa, egemenliğini sürdürmek ve kurulu düzeni korumak için iktidarı elinde tutmak zorundadır. Kapitalizmin tarihi, bireyin özgürlüğü talebiyle başlamıştır. Ne var ki, kapitalizmin varacağı son nokta, azınlığın kârlarını güvence altına almak için çoğunluğun özgürlüklerini ayaklar altına almaktan başka birşey olamaz. Bu yüzden faşizmin ortaya çıkışı bir tesadüf değildir, kazara bir olay değildir; faşizm, kapitalizmin yanlış yola girmesi sonucu olarak da ortaya çıkmamıştır. Tam tersine, faşizm, doğrudan kapitalizmin ürünüdür. Faşizm tehlikesinin 8 Mayıs 1945’te tamamen ortadan kaldırıldığını da düşünmemeliyiz. Kapitalist sistem varolduğu sürece, faşizm tehlikesi de varolmaya devam edecektir.
Ancak bu sömürü sisteminden hiçbir çıkarı olmayanlar, sömürü sistemine karşı tavizsiz bir mücadele verebilirler. Bu özelliklere sahip olan sınıf, işçi sınıfıdır. İşçiler piyasaya sadece işgüçlerini arz edebilirler. Günümüzdeki toplumsal refahı yaratan da bu işgücüdür. Mantıklı ve ahlaki açıdan adil olan, zenginlikleri üretenlerin, yani çalışan insanların bu zenginliğin nasıl kullanılacağına karar verme yetkisine sahip olmasıdır. Bu hedef uğruna ilk bir araya gelenler, kendilerine “Adiller Birliği” adını vermişlerdi. Bu, komünist hareketin doğuşu oldu. On yıl sonra da Marx ve Engels “Komünist Manifesto”yu yazdı.
Bu sayede, tarihi, sınıflar mücadelesi tarihi olarak kavramayı öğrendik. Dinler ve felsefeler, her zaman adaleti ve kardeşliği toplumsal hedef olarak gördüler ve bireylerin davranışlarında bu ülküyü şiar edinmesini öğütlediler. Ancak dünyaya baskıyı ve sömürüyü getiren, insanın içindeki kötülük değildir; bu baskı ve sömürü, şeytanın işi de değildir. Adaletsizliğe karşı çıkmak, eşitliğe, dayanışmaya ve barışa ulaşmak için iyiniyetli olmak yetmez. Marx, Engels ve Lenin’in de bize gösterdiği gibi, toplumun bugün içinde bulunduğu durumu ve barındırdığı çelişkileri üreten, karşı karşıya olduğumuz üretim ilişkileridir.
Bundan dolayıdır ki; Ekim Devrimi, faşizm ve Alman faşizminin yenilgiye uğratılması arasında tarihsel-toplumsal bir bağ vardır. Sosyalizmin dünyanın altıda birinde inşası sonucunda, sınıf mücadelesi dünya çapında bir boyut kazanmıştır. İleri kapitalist devletlerdeki ekonomik kriz, aynı zamanda emperyalist güçler arasındaki rekabeti ve toplumsal çatışmaları derinleştirmiştir. Emperyalistler, bu koşullarda, egemenliklerini korumak için dizginsiz bir şiddete başvurmuşlardır. Dimitrof’un sözleriyle ifade edecek olursak; “mali sermayenin en gerici, en şövenist ve emperyalist unsurlarının açık, zorba diktatörlüğünü” kurmuşlardır. Bu da kendi ülkesinde işçi sınıfını ezme, dışarıda ise savaş anlamına gelir.
Bu strateji, sosyalist Sovyetler Birliği’nin boyun eğmez savunma savaşına ve halkların Alman işgalcilere karşı sürdürdüğü direnişe çarparak paramparça oldu. Stalin’in Lenin’den görevi devraldığı dönemde, Sovyetler Birliği savaşın ve içsavaşın yarattığı sarsıntılardan yeni çıkmıştı. Büyük bedeller ödenerek, 20 yılda, insanlara sosyal güvenlik veren bir toplum yaratıldı. Gelişen sanayi üretimi ve bilimsel araştırmalar, Sovyet halklarının Alman faşistlerini yenmesinin koşullarını yarattı. Stalin’in hız verdiği inşa politikasının doğru olduğu görüldü.
Artık sıra, barış içindeki dünyanın kurulması için bir sonraki adımı atmaya gelmişti. Hitler 1942’de “Rusya’yı, bir daha belini doğrultamayacağı şekilde imha edeceği”ni ilan etti. Stalin’in Ekim Devrimi’nin yıldönümü vesilesiyle yaptığı konuşmada buna verdiği yanıt şöyleydi: “Görevimiz Almanya’yı imha etmek değildir. Çünkü nasıl Rusya’yı imha etmek mümkün değilse, Almanya’yı imha etmek de aynı şekilde mümkün değildir. Ama biz Hitler devletini imha edebiliriz ve buna mecburuz.”
Stalin, faşizme karşı kazanılan savaşın ardından, 9 Mayıs 1945 tarihinde yaptığı konuşmasında Hitler’in bu tehdidine atıfta bulunarak, Rusya’yı parçalama tehdidini bir kez daha hatırlatıyor ve bir gün önce ilan edilen büyük askeri zafere rağmen şunları söylüyordu: “Sovyetler Birliği, Almanya’yı parçalama ve imha etme gibi bir hedef taşımaksızın bu zaferi kutluyor.” Stalin, savaşın ardından kurulmasını arzuladığı yeni dünya düzeninin çerçevesini şöyle çiziyordu: “Bu düzende büyük güçlü devletlerin iktidarının yerini halkların, karşılıklı güven ve desteğine dayanan ekonomik, siyasi ve kültürel işbirliği alacaktır.” Evet, biz kurtuluşumuzun ardından gelen yıllarda, Sovyetler Birliği’ni böyle yaşadık. Sovyetler Birliği bu zor günlerde, savaşın getirdiği yıkımların onarımının ve ülkenin yeniden inşasının getirdiği sıkıntıların aşılması için yardım elini uzattı, barışçı bir politika için çaba harcadı ve sömürgecilikten yeni kurtulmuş halkların dostu ve müttefiki bir ülke oldu.
Faşizme karşı kazanılan zafer, dünyadaki ilerici güçlerin kazandığı bir zaferdi. Ve 1945’te henüz genç olan ve antifaşist direnişten gelen bizler, barışçı ve sömürünün olmadığı bir dünya kurma umudunu ve arzusunu taşıyorduk.
Birleşmiş Milletler’in kuruluşu, bu gelecek vizyonumuzun bir ifadesiydi. Bunun barış ve özgürlük içinde, adaleti temsil eden dünya halklarının bir birliği olmasını hedefliyorduk. Programımız, kültürlerin çeşitliliği koşullarında, karşılıklı saygı ve eşitliğin kurulmasıydı. Ve unutmayalım ki; Sovyetler Birliği’nin 1936’da kabul edilen Anayasası’nda yer alan taleplerin birçoğu, BM’nin tüzüğüne alındı.
Günümüz toplumunun temel gerçeği, burjuvazi ile proletarya arasındaki çelişkidir. Burjuvazinin sınıf egemenliği, içinde faşizm eğilimini taşır. Ama buradan, burjuva sınıfının her mensubu faşist egemenlik biçimini benimser sonucu çıkmaz; burjuvazinin her fraksiyonu, çıkarının tekelci sermayenin hizmetinde şiddet kullanılmasında yattığını düşünmez.
Burjuva toplum, aydınlanma ruhundan doğmuştur. Aklın ve insan haklarının galip gelmesi için, akıldışılığa ve feodalizmin keyfiliklerine karşı mücadele etmiştir. Onun ülküsü, bütün insanların kurtuluşu olmuştur. Kapitalist üretim ilişkilerinin hüküm sürdüğü koşullarda bu hedefin gerçekleşeceğine inanmak ise, bir hayal olmuştur. Ancak Marx’ın dediği gibi, bir “kahramanlık hayali”. Çok sayıdaki özel mülk sahibinin, el zanaatkarının, tüccarın ve küçük tarım üreticisinin bireyselliği, tek tek bireylerin özgür olmasını ister; iktidarın tekellerin elinde yoğunlaşmasını değil. Bu bireysellik yolunun özgür, dayanışmacı, yani egoist olmayan bir yurttaşlar birliğine çıkması mümkün olabilir. Çünkü tekellerin egemenliği, nasıl proletaryanın çıkarlarına düşmansa, aynı şekilde yurttaşların hayati çıkarlarına da düşmandır. Emperyalizme ve faşizme karşı bir ortak cephe kurulmasının, yani bütün insanların ittifakının kurulmasının olanakları vardır. Çünkü insanı insan yapan, akılcı düşünebilmesi, kendi düşünceleri doğrultusunda kararlar alıp harekete geçebilmesidir. Emperyalizm ve faşizm ise, onun bu özelliklerini elinden alır.
Kapitalizm insanları aşağılayarak, onları sermaye çarkının dişlileri haline getiriyor. Kapitalizmin en yüksek aşaması emperyalizmdir. Yani sermaye gittikçe daha az tekelin elinde toplanır ve bu sermaye güçleri karşılıklı rekabette ve sömürülenlerin ezilmesinde giderek saldırganlaşır. Faşizm ise, emperyalistlerin insanlık düşmanı siyasetlerini, insanlığın büyük çoğunluğuna karşı en acımasız şiddetle hayata geçirdikleri egemenlik biçimidir.
Alman emperyalizminin dağıtılmasıyla birlikte faşizmin kökünün kurutulduğuna inanmak bir yanılgıydı. Toplum kapitalist tarzda örgütlendiği sürece, üretim araçlarının mülkiyetini elinde bulunduranlar, bu üretim araçlarını işleten işçiler üzerinde tahakküm kurarlar, onların yarattığı artıdeğere el koyarlar, gittikçe daha fazla sermaye biriktirirler ve bu sömürüye karşı ortaya çıkan her direnişi bastırırlar. Faşizmin zehirli çiçekleri, işte bu toprak üzerinde yeşerir.
Ve faşizmin değişik yüzleri vardır. Bilim adamları, Alman nasyonal sosyalizminin ortaya çıkardığı çirkin yüz üzerinde odaklaşarak, “başka neye faşizm denebilir?” sorusuna yanıt bulmak için kavgaya tutuşuyorlar. Acaba İspanya’da General Franco’nun, Şili’de General Pinochet’in rejimleri faşist değil miydi? Kuşkusuz İspanya ve Şili emperyalist güçler değildi. Bunun için gerekli ekonomik ve askeri güce sahip değillerdi. Ancak Franco ve Pinochet şiddet yönetimlerini, emperyalist merkezlerin onayını alarak sürdürüyorlardı. Hedef, kendi ülkelerindeki kurtuluş hareketlerinin zaferini engellemekti. Yani emperyalizmin işbirlikçilerinin uyguladığı bir “komprador faşizm”den söz edilebilir.
Bugün ABD faşist olmadığı için –belki de “henüz faşist olmadığı için” demek gerekiyor– Amerikan ordusunun Vietnam’da giriştiği terör savaşına, Guantanamo’daki zindanlarına faşist uygulamalar denilemez mi?
Faşizm tehlikesi, emperyalizmin kudurganca saldırdığı her yerde mevcuttur. Bugün 8 Mayıs 1945’i çok eskilerde kalmış bir tarihsel gün olarak anmıyoruz. Aksine, hala çıkarlarını gerçekleştirmek için en insanlık dışı şiddet yöntemlerine başvurmaktan çekinmeyen güçlerle bir ölüm-kalım savaşı verdiğimiz için bugün buradayız. Bu güçler, savaş olunca kasalarını dolduranlar, servetlerini güvence altına almak için terörist egemenliklerini sürdürenlerdir.
İster ABD, ister Avrupa, isterse Japonya olsun; hangi emperyalist metropole bakarsak bakalım, demokrasinin adım adım budandığını görüyoruz. Bütün bu devletlerde silahlanma ve savaş hazırlıkları almış başını gidiyor. Emperyalist büyük güçler, ABD Başkanı Bush’un horlayarak nitelediği şekliyle “dünyanın geri kalan kısmına”, neyi yapabileceklerini, neleri yapmamaları gerektiğini açıktan dikte edebilme hakkını kendilerinde görüyorlar. Ulusal bağımsızlık, silah gücüyle tehdit ediliyor. Örneğin Filistin halkına yarım yüzyıldır çektirilen acılar, ağır ağır gerçekleştirilen kesintisiz bir soykırımdan başka bir şey değildir.
Sermaye, üretim olmadan çoğalamaz. Üretmek için de yerküremizin kaynaklarına gereksinim duyuyor. Metropoller sermayelerini çoğaltmak için, başka ülkelerin enerji kaynaklarını ve doğal zenginliklerini talan etmek zorunda. Bu emperyalistlerin ortak çıkarıdır. Bu uğurda elele veriyorlar. Ama her biri, elde edilen ganimetin en büyük bölümünü almak istiyor; daha fazla büyüyebilmek için diğerlerini pazardan kovmaya çalışıyor. Bu da kapitalist sistemin çelişkisidir ve bütün halklar, bu çelişkinin bir parçası haline getirilmeye çalışılıyor.
Sistemin bütün bu çelişkilerinden kurtulmamızın yolu, bu sistemle çelişkiye düşmemizden geçiyor. Bu çelişkinin kaynağı ise, sermayenin kendi karşıtını kendisinin yaratmasında, ona gereksinim duymasında yatıyor. Sadece ihtiyacımız olan malları değil, sermayenin büyümesini de sağlayan artı değeri üreten ücretli emek olmasaydı sermaye de olmazdı. Kapitalist sistemdeki bütün çelişkiler, bu sistemin temel çelişkisinden, yani emekle sermaye arasındaki çelişkiden doğuyor.
Bu yüzden işçi sınıfının kazanacağı zafer, bizi faşizmin barbarlığına götüren ve durmaksızın yeni faşist barbarlık tehlikeleri üreten kapitalizmin sonu olacaktır. Karl Kautsky, 1892’de şöyle diyordu: “Kapitalist uygarlıkta ısrar etmek imkansızdır. Çünkü ya sosyalizme ilerleyeceğiz ya da barbarlığa geri döneceğiz. Başka yolu yok.” Rosa Lüksemburg da, buradan hareketle şu sonuca vardı: “Ya sosyalizm, ya barbarlık!”
İlerici insanlık, 8 Mayıs 1945’te, barbarlığa karşı unutulmayacak bir zafer kazandı. Karşı devrim ise, bu kazanımların birçoğunu tekrar ellerimizden aldı –ama kesinlikle tümünü değil. Sömürgeci bağımlılık altında tutulan ülkeler, biçimsel de olsa bağımsızlıklarını kazandı. Bunların bir kısmı, bugün, emperyalist güçlere kafa tutabilecek büyük güçler haline geldi.
Ancak insanlığın geleceğinin ne olacağı sorusu, devletler düzeyinde yanıtlanmayacak. Bu sorunun yanıtı, kitlelerin uluslararası dayanışma ve mücadele birliği içerisinde sürdüreceği sınıf mücadelesiyle verilecek.
8 Mayıs’tan çıkaracağımız ders budur!
Onun bizde yeşerttiği umut budur!

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑