Kongra-Gel, 1999’da PKK tarafından ilan edilen tek taraflı ateşkesin, bir karşılık bulmadığı gerekçesiyle, 1 Haziran 2004 itibarıyla kaldırıldığını açıkladı. Eski boyutlarında olmasa da yeniden bir dizi operasyon ve çatışmalar başladı. Oluşan yeni durumla birlikte, tartışmalar başladı ve bir dizi yaklaşım ve tutum ortaya çıktı.
Doğrudan taraflar sayılmazsa, tartışmalarda pozisyon alış ve tavırlar belli başlı üç grupta toplandı. Sürdürülen tartışmalar ve konuyu ele alışta ortaya çıkan yaklaşımları irdelemek gerekiyor.
Birinci grubu, soruna, tamamen kurulu düzenin selameti ve “devletin bekası” açısından yaklaşan Hürriyet ve Ertuğrul Özkök başta olmak üzere yazarları, Milliyet ve Taha Akyol, Fikret Bila başta olmak üzere Hasan Cemal gibi köşe yazarları, Yeni Şafak ve Aksiyon gibi dergiler oluşturuyor. Bunlar, aslında taraftır, taraf olarak konuşmaktadırlar. Pozisyon ve tutumlarının ana çizgisi ise; “Zana ve arkadaşları bırakıldı, radyo ve TV’de Kürtçe yayınlar başlatıldı, Kürtçe kurslar açıldı, tam AB’ye yakınlaşılır ve AB perspektifiyle hayal bile edilemeyecek bir demokratikleşme yaşanırken ateşkes de nerden çıktı, ateşkesi bozanların katli vaciptir.” şeklindedir. Kimileri, Kongra-Gel’in, ABD tarafından AB süreci ve demokratikleşmenin üzerine sürüldüğünü de ileri sürme noktasındadır.
Anadilde eğitim hakkını kapsamasa da Kürtçe kursların açılması ve sınırlı da olsa Kürtçe radyo-TV yayını kuşkusuz tümüyle olumsuzlanamaz. Bu iki sınırlı –ve üstelik tehdit altındaki– gelişme, özünde, inkar edilerek yok sayılan Kürtçe ve dolayısıyla Kürtlerin varlıklarının tanınması anlamına gelmektedir. Ancak, inkar politikasında bir çözülmenin, bu politikanın eski biçimiyle sürdürülemez hale geldiğinin kanıtlarını oluşturmaktadır. Eskiden “Kart-kurt” olan, artık Kürtçe ve Kürt olmuştur. Bu iki hakkın kabulünün “tombaladan çıkmadığı”, örneğin Kongra-Gel’i “terörist örgüt” ilan eden Avrupa “demokratizmi”nin ürünü değil, belirli emperyalist çıkarlara ulaşmaya çalışan AB’nin pozisyonu ve Türkiye’nin AB üyeliği süreci tarafından kolaylaştırılsa bile, bedelleriyle birlikte uzun bir mücadelenin ürünü olduğu kesindir. DEP’li vekillerin salıverilmeleri ise, gericiliğin, artık ayaklarına dolanmakta olan bir “yük”ten kurtulmaları içeriklidir. Bırakılmaları “iane” ya da Kürt-severlik olmadığı gibi, 10 yıldır, sadece, bir dil olarak Kürtçe’yi ve Kürtlerin haklarını dillendirip savunmaları nedeniyle cezaevinde tutulmalarının haksızlığı ve inkarcılığı, hâlâ orta yerde durmaktadır.
Evet, bu adımların önemi vardır. Ancak hiç kimsenin kurs, yayın ve DEP’lilerin bırakılmalarını öne sürerek, Kürtlerin varlık ve Türklerle eşit haklara sahip olma haklarına karşı çıkmaya, buna yeltenmeye hakkı olamaz.
3 Kurs açılmıştır. Pencere-kapı boyutlarının santimlerine varıncaya kadar inkar bahaneleri karşısında sürdürülen uzun uğraşlar sonucunda, bu yazıda tartışılması gerekmeyen ciddi sınırlamalarla kurs açılmış olması, dil ve eğitim sorununun çözümü kuşkusuz değildir. Radyo-TV yayınları, aynı şekildedir. Sabahın köründe ve son derece sınırlı süreli –TV’de haftada bir– yayın, hangi ihtiyacı karşılayacaktır? Bu iki sınırlı adımın dil ve hak eşitliğini sağlamadığı ve sağlayamayacağını her aklı başında kişi kabul edecektir. Anadilde eğitim, Kürtçe ve Kürt kültürünün geliştirilmesi, hak eşitliğinin bu olmazsa olmazları ne olacaktır?
Birinci grubu oluşturan Kürt sorunu karşısındaki inkarcı takımının yanıtları hazırdır: Çok bile, şükretsinler, otursunlar oturdukları yerde! Başbakan yardımcısı bu koronun assolisti pozisyonunda eklemiştir: “Ya da sopa!”
Tartışmaya böyle katılmakta, “ya verilenle yetinin ya da sopa yersiniz!” demektedirler.
Tutumlarının ayırt edici öneme sahip bir yönü ise, içeriden karıştırıcılık içeriklidir, en çok Zana ve arkadaşları üzerinden geliştirmeye çalıştıkları, Kürt hareketini ve genel olarak Kürtleri bölmeye yönelik çabalardır. Sanki herhangi bir Kürt ya da Kürt hareketi ve örneğin Öcalan barışı, üniter devlet içinde birliği ve anayasal vatandaşlığı yıllardır öne sürmüyormuş, “ne inkar ne ayrılık” demiyormuş, ama silaha sarılmayı savunuyormuş gibi, barışçı mesajlarından hareketle, Zana’yı, barışın ve uzlaşmanın temsilcisi sayıp Kürt hareketinin karşısına dikmeye çalışarak, sonuç alma peşine düşmüşlerdir. Zana’ya bu yönde açık çağrılar yapılmıştır. Bunu Fethullah’ın Aksiyon’unda açık olarak görüyoruz:
“Kürtler için ‘sembol’ haline gelen Leyla Zana’nın barış çağrıları yapması ve bölgenin huzura, kalkınmaya ihtiyacı var söylemi olumlu tepkilere neden oldu. Ancak devletle barışan Zana’ya terör örgütü soğuk bakmaya başladı.(…) Leyla Zana’nın açıklamaları, PKK/KONGRA-GEL’in sorumlusu Murat Karayılan’ı çileden çıkarmışa benziyor. Karayılan geçtiğimiz hafta ortasında yayımladığı bildiride; bu şekilde devam etmesi halinde Zana’ya yönelik eylem için örgütten karar çıkartacaklarını söylüyor.(…) Karayılan (…) Medya TV’de yaptığı konuşmasında, Zana’nın Kürtleri kullanarak yeni bir siyasi anlayışı başlatacağını belirtti. Karayılan bir de tarih veriyor; önümüzdeki Aralık ayında Zana partisini kuracak. Doğrusu, mitinglerde Zana’nın bir parti genel başkanı gibi karşılanması, çeşitli senaryoları da beraberinde getiriyor. Öte yandan, zaten bunalımlı günler geçiren terör örgütünün Zana’dan dolayı iyice çözüleceği gerçeği de giderek anlam kazanıyor.” Aksiyon’un bir sonraki yazısının ise başlığını vermekle yetinelim: “Güneydoğu PKK ile DEP Kıskacında”!
Kuşkusuz, magazin haberciliği yapmıyor Fehullahçılar. Yazdıklarının bir kelimesi bile doğru değil. Örneğin sözünü ettikleri TV’nin bile adı “Medya TV” değil. Yönlendirmeye dayalı olarak açıkça politika yapıyor, Kürtleri ve Kürt sorununu istedikleri geri çizgiye çekmeye çalışıyorlar. Çizgileri de “ılımlı” ya da “Amerikancı İslam”. Kürtleri çekmek istedikleri çizgiyi ve kendi genel çizgilerini ise bir sonraki “Çözüm Ortak Değerlerde” başlıklı yazı dillendiriyor.
“Uzun Osmanlı yılları”ndan övgüyle söz eden, Safavilere karşı Kürtlerin Yavuz’un yanında yer alışından, Kürt bölgelerine tanınan “otonomi”den, “bu durum(un) onlara kimliklerini koruma imkanı verdiği gibi, feodal düzenin sürmesini kolaylaştıran bir hukuki düzen de getirmiş oldu(ğundan)” bahis açan dergi, bir saptama yapıyor: “Osmanlı tarihi bakımından belirtilmesi gereken bir diğer olgu da, Kürtlerle Türklerin kaynaşmış olmalarıdır.” Nasıl? “Kaynaşma” temeli ne? Bunu, Abdülhamid ve “Hamidiye Alayları”na ilişkin söylenenlerden anlıyoruz:
“Abdülhamid’in getirdiği çözümün çatısını da ‘Hamidiye alayları’ oluşturdu. Abdülhamid’in ismine kurulan bu alaylar, Güneydoğudaki Kürt aşiretlerinden adam devşirilerek bölgeyi Osmanlı devleti adına korumak amacıyla kurulan yarı askeri birliklerdi.(…) Hamidiye Alayları, aynı zamanda Kürtlerin devlete olan sadakatlerini pekiştirmek gibi bir amaç da taşıyordu.
“Aslında alaylar, Sultan Abdülhamid’in Kürtleri devlete daha da ısındırmak ve bağlılıklarını artırmak için yürüttüğü kapsamlı projenin parçasıydı. Projede Kürt önde gelenlerinin çocuklarının İstanbul’da eğitilmesi, bölgeye gönderilen din adamları yoluyla ‘Osmanlı’ bilincinin güçlendirilmesi gibi unsurları da vardı.”
Kürtlerin, haklarının tanınması ve eşitlik ve kardeşliğe dayalı birlik ve kuşkusuz barış yerine devlete payanda edilmelerine dayanan “tarihsel çözüme” atıf sonrasında dergi, noktayı şöyle koymaktadır: “… gerek Demokrat Parti döneminde, gerekse Anavatan Partisi iktidarında bir takım olumlu adımlar atıldı. Ancak bu adımlar başarılı olamadı ve sorun günümüze kadar büyüyerek geldi. Şimdi yeni bir dönemin başında kapsayıcı projelere ihtiyaç olduğu anlaşılıyor. Yanı başında Irak gibi istikrarsız bir yapının olduğu bir dönemde Türkiye’nin, tıpkı Osmanlı zamanında olduğu gibi, ülkede yaşayan bütün unsurları ortak manevi değerlere dayalı, kardeşlik duygusuyla kucaklayacak politikaları hayata geçirmesi gerekiyor.”
Sözü edilen kardeşlik ise, tıpkı şeyhi olduğu Fethullah gibi, devletle sorunlu olan Bediüzzaman Said Nursi’ye dayandırılarak açıklanmaktadır: “İslam kardeşliği esastır.”!
Burada ne Kürtlerin ve haklarının tanınması vardır, ne eşitlik ve ne de özgürlük ve eşitlikleri onaylanmış bir “kategori” olarak, şu veya bu örgüt ya da kişi şahsında muhatap alınmaları. Önerilen ve ateşkese ilişkin tartışmalar sürecinde yönlendirmelerle yolu açılmaya çalışılan, Irak vb.’yi de kapsayan BOP çerçevesinde Kürt sorununun, inkara dayalı çözümü politikasında “bir adım” gerilemeyi ve sözde Kürtlüğün –gerçekte, payanda kılınmasının– tanınmasını temsil eden yeni inkarcı-devletçi, Amerikancı İslamcı “çözümü”dür. “Hamidiye Alayları” fikir ve pratiğinin güncel koşullarda yenilenmesi içerikli “İslam kardeşliği”ne, ama ulusal haklarının tanınmamasına dayalı “çözümü”. Bu nedenle, Erdoğan da, “düşünmezseniz Kürt sorunu yoktur” noktasından, bu soruna el atma noktasına “ilerlemiştir”.
Ateşkes tartışmaları ekseninde sözünü ettiğimiz birinci grup içinde Aksiyon ve Fethullahçılar üzerinde bunca durmamızın nedeni, grup içinde yer alan diğer burjuva gerici sözcülerin de çıkış yolu olarak, bu “çözüm”e eğilim göstermeleri ve destek sunmalarıdır. Bir yandan “sopa”, bir yandan da Kürt hareketinde bölünmeye oynayarak, böyle bir “çözüm”e yönlendirme, bu gruba dahil olanların ya doğrudan savundukları ya da destek verdikleri tutumdur. Örneğin Taha Akyol, bu tutumun savunucu ve sözcülerindendir.
İKİNCİ “SEÇENEK”
Birinci gruptakiler de Kürtlerin sözde bir dizi haklarının tanınması üzerinden “daha ne istiyorlar, belalarını mı arıyorlar” türünden politika geliştirirlerken, tartışmalarda ikinci pozisyon alış, yine Kürtlerin ve haklarının sözde tanınması üzerinden geliştirildi. Bu gruptakilerin birincilerden farkı, sopa sallamamaları, Kürtlere belirli bir dostluk öngörürlerken, “ateşkesi bozmaları” üzerinden yine onları suçlamalarıdır.
Bu gruptakilerin başını Birgün ve bazıları dışında yazarları çekti. Küresel solculuğu savunmaktaydılar, “zaten ulusal sorunlar ve ulus devlet aşılmıştı!” Küresel saldırganlık karşısındaki uyum ve uzlaşmacılık, sistem içi pozisyon alış, Kürt sorunu karşısında tutum geliştirirken de sürdürüldü. Evet, Kürt sorunu vardı ve çözümü de ihtiyaç halindeydi. (Gerçi birinci gruptakiler de, sorunun varlığını kabul noktasına gelmişlerdi.) Bütünüyle düzen ve devlet adına, topyekun inkarcılıkla konuşmadılar; ancak bu gruptakiler de, “tam da şu şu hakların tanındığı koşullarda neden böyle..” deyip, eleştiri oklarını Kürtlere ve Kürt hareketine yönelttiler.
Öyle miydi? Haklar tanınmış ya da tanınmakta mıydı? Tersine, bir-iki son derece sınırlı hak tanıma üzerinden, Kürtlerin hakların tanınabileceği ve hiç de bir bölünmeye yol açmayacağı görülmemiş miydi? Öyleyse “tanınmış haklar”dan söz açmanın ve “bu durumda da olur mu?” demenin alemi var mıydı? Tam aksine, “olur mu” deme yerine, sınırlı hakların olumsuzluk konusu olmayışını da ileri sürerek, dönüp burjuvazi ve devlete, “Verin Kürtlerin haklarını, çözün Kürt sorununu”, “Kürtlerin varlıklarını ve haklarını tanırsanız, dil ve hak eşitliğini kabul ederseniz, sorun çözülecek, çatışma da, savaş tehlikesi de ortadan kalkacak” demek, kısacası; Kürtlere yüklenmek yerine, mecbur kaldığı adımları tam bir “pintilik”le atan burjuvazi ve devlete, hükümete yüklenmek gerekmez ve doğru olmaz mıydı? Ama bu grup da, kolayı seçti, ezilene yüklenme tutumunu geliştirdi. Sopayla ya da başka türlü tehdit etmedi, ancak, burjuvazi ve devlete “ver” demedi, “sorunu bitir, hallet” demedi , ezilene “sus” ve –neyse verilen, onunla– “yetin” dedi, “ne isteyip duruyorsun, neden sorun çıkarıyorsun, sorun çıkarma” dedi. Oysa, sorun zaten vardı; böylece, sorunun varlığını görmezden gelmiş oldu, varolan Kürt sorununu, sanki Kürtler çıkarıyormuş gibi davrandı. Ve bu yaklaşım, az-çok bazı haklarından söz açarak ve az-çok “dostça” ama aynı inkarcılık kervanına takılma anlamına geldi. Bu bakış açısı, bu çevrenin, şovenizmin etki alanından çıkmayı göze alamadığını gösterdi. Kürtlerin tam hak eşitliği, kendi kaderi üzerinde söz ve karar sahibi olması, geleceğini özgürce belirlemesi hakkı karşısında gösterilen gerici tutumun güncel yorumuna tanık olduk.
Evet bir-iki son derece sınırlı adım atılmıştı. Ama genel olarak Kürtlerin varlığı ve haklarının tanındığını kim iddia edebilirdi? Üstelik Kürt hareketi ve Kürtler, ayrılmayı öngörmüyor, eskisinden farklı olarak ayrı bir devlet değil, “üniter devlet içinde eşit ve özgür yurttaşlık” talep ediyorlardı. Dolayısıyla, benimsenir ya da benimsenmez, bugünkü koşullar, sorunun, hakların tanınması temelinde çözümü için eskisinden çok daha elverişli haldeydi. Sorun, Kürtlerin siyasal iradelerinin kabulü noktasında kilitlendi. Öngörülen, iradelerinin kabul edilmediği ve buna bağlı olarak Kürtlerin varlık ve haklarının esasta tanınmadığı türden bir “çözüm”dü. Sorun, bunun, bugünkünden asıl olarak farklı olmayan bir “çözüm” oluşu, dolayısıyla, eski inkarcı, yok sayıcı yaklaşımın dayatılmasının sürdürülmesiydi. Ama kapitalizm şartlarında da çözüm bulunamaz ve uygulanamaz değildi. Örneğin İsviçre’de kantonlar ve üç başlıca dilin –hem de tüm resmi kurumlarda– resmi dil olarak kabulü koşullarında, hiçbir sorun çıkmamakta ve sıkı bir birlik sürdürüldüğü gibi, kimse ulusal taleplerden ya da bir ulusal sorunun varlığından söz etmemekteydi. Bu grup da, Kürtlerin haklarının tanınması yoluyla Kürt sorununun çözümünü öne sürüp, burjuvazi ve devletten bunu talep eden ve tanımayışını, askeri çözümde ısrar edişini eleştiren bir tutum ortaya koymadı.
Ve ötesinde, altı yıl boyunca tek taraflı ateşkes ilan edilip uygulanmamış mıydı? Bu grup da, Güneri Civaoğlu’na benzer şekilde, “ateşkesin bozulmuş olması”nı suçladı. Ama ateşkesin zaten tek taraflı uygulanmakta olduğunu nedense gündemine almadı. Tartışılan, tarafların üzerinde anlaşmış oldukları çift-taraflı bir ateşkes değildi ki! Bu süre içinde operasyonlarda öldürülen 500 Kürt gencinden de söz edilmedi.
Diğer yandan, ülke içinde ve dışında, önceki dönemden “miras” silahlı Kürtler vardı örneğin. Birinci grup tartışmacı politika üreticisi, onları her halükarda yok sayıyor ve “temizlenmeleri”ni öngörüyordu. Peki ne olacaklardı? ABD ile birlik sağlanmaya ve sorunun çözümü Amerikalılara “ihale” edilmeye çalışılarak, sıkıştırılmaya ve tasfiyeye uğraşılıyorlardı. Karşı duruş ise, tıpkı Kürt sorununun varlığının kabulü gibi ve bu kabulün bir parçası olarak, silahlı Kürt gücü olarak kendilerinin de kabulü, ve Kürt sorununun çözümü çerçevesinde bu gücün durumuna da bir çözüm getirilmesi üzerinden şekillenmekteydi.
Cezaevinde tutuklular ve ülke içinde ve dışında silahlı bir güç… Kürt sorununun bir parçası olarak bu soruna da bir çözüm oluşturulmadan “çözüm”den söz edilebilir miydi? Öyleyse, tutuklu-hükümlü ve silahlı Kürtleri de kapsayan, “özgür, eşit yurttaşlık” hakkı da içinde olmak üzere, dil ve hak eşitliğine dayanacak bir çözüme bağlı olarak ve istisnasız tüm Kürtlerin siyaset yapmasını olanaklı kılacak bir “Genel Af” ve aşağılamasız gerçek bir “Eve Dönüş” talep etmek ya da bu talepleri desteklemek doğru olmaz mıydı? Ancak, ateşkes tartışmalarında, ikinci grup da, bu tür talepleri ileri sürmedi ya da desteklemedi ve sadece ateşkesi “bozanları” takbih ederek, her şeyi onlardan istedi, onlara yükledi. Bu tutum, zaman zaman devlet ağzıyla konuşmaya, zaman zaman burjuvazi ve devletin yaklaşımının yedeği olmaya götürdü. Tek bir örnek vermek gerekirse, Zana’larla PKK arasında ayrılık arayıp bulmada iki grubu birbirinden ayırmak zordu. Ayrıca, bu gurubun tüm uluslardan işçi sınıfının, ezilen ve sömürülen tüm halkların eşit ve özgür birliğini savunan ve bunun için mücadele eden sınıfın partisine yönelik karalayıcı tutumu da dikkat çekti. Piyasacı-gerici ve sosyalizm düşmanı bazı kalemlerin Birgün’ü bu kadar fütursuzca kullanmaları ve bunlara gösterilen tolerans da öyle.
DEMOKRATİK SEÇENEK
Erdoğan övgüsü ve Kürt yergisiyle her iki grubun da içinde ya da “ara” bir yerde durmakta olduğu izlenimi veren Birgün’ün özellikli yazarı Mehmet Metiner; burada yapılanlara benzer değerlendirmeleri, “DEHAP (ya da Kürt) gövdesi üzerinde baş olmaya çalışan EMEP’çilerin” “kan üzerinden politika yapma uğraşı” olarak nitelendirdi. Halbuki, tutum ve söylenen çok açıktı, eğer istenirse, anlaşılamaz değildi: Türkiye’de Kürt sorunu vardır, ve nedeni, Kürtlerin varlıkları ve haklarının tanınmayışı ve zor konusu edilmesidir. Şeyh Sait, Koçgiri, Ağrı,… ve en son isyan, Demirel’in dediği gibi 29 Kürt isyanı yani, inkar ve baskı politikalarının ürünüdür. Sorunun çözümü için, bu politikaların izlenmesine son verilmesi, dil ve hak eşitliğinin tanınması gereklidir. Soruna “PKK şöyle yaptı, böyle yaptı”, ya da “şöyle yapsın, böyle yapsın” yaklaşımı ve atılacak adımları ve çözümü –“terörizmden vazgeçmeleri ve sözcülüğü Zana’lara yakıştırılan devletle barışma çizgisine gelmeleri istenen– Kürtlerden beklemek, Kürt sorununu isteyerek ya da istemeden PKK ile eşitlemenin, altı yıldır uyguladığı tek taraflı ateşkese rağmen tüm emperyalist ve gericilerce “terör örgütü” ilan edilen PKK üzerinden Kürt sorununu terör sorununa indirgemenin ötesinde, nispeten inceltilmiş inkar ve baskı politikasını onaylamakla eş anlamlıdır. Sorun PKK’da, onun yapıp yapmadıklarında değildir ve buradan da çözülmeyecektir. Elbette PKK bir olgudur ve bugün sorunun çözümü bakımından muhatap alınması halinde önemli gelişmeler sağlanacaktır. Ancak, PKK eleştirmenliği hem doğru değildir, hem de işlevsizdir, çözücü değildir. Ya da işlevli ve çözücü olduğu düşünülüyor ve eleştiriler bu nedenle yapılıyorsa, en çok, az-çok inceltilmiş inkar ve baskı politikalarını kabule ve onlara uyuma dayandırılıyor demektir.
Gerekli olan açıktır: Kürtlerin dil ve hak eşitliği tanınmalıdır. Ateşkes sorununa ilişkin olarak da, yine dil ve hak eşitliğinin tanınması talebi ileri sürülmelidir. Talep eden konumundaki Kürtler ve Kürt hareketinden talepte bulunulması anlamlı değildir. Dil ve hak eşitliğinin tanınması koşullarında; ne ulusal talep, ne “devletin bekası ve bütünlüğü” adına o çok kuşkulanılan ayrılıkçılık ve bölünme ihtimali, ne ulusal hareket ve ne de “terör” kalacaktır. Evet, ateşkes sürmelidir. Ancak ateşkesin zaten benimsenmemiş olduğu, barışa varmak üzere çift-taraflı kılınmadığı, sorunun çözümü için adım atılmadığı görülmelidir.. Ateşkes sürmeli, barışa varılmalıdır; Türkiye halkı barış, demokrasi ve kardeşlik istemektedir. Yeniden çatışma ortamına dönülmesini, kan dökülmesini istememektedir. Operasyonlar durmalı, şiddetin çözüm olmadığı, Kürt sorunun demokratik ve halkçı bir tarzda; barış ve demokrasi içinde çözüleceği ilan edilmelidir.
Kongra-Gel sözcüsü M. Karayılan savaş ya da “terör” sorununun gündemden çıkışının, son derece daha dar bir zeminde mümkün olduğunu ileri sürmektedir. Ona göre, tecrit kaldırılır ve operasyonlar durdurulursa, savaş duracaktır. Bu yapıldıktan sonra tek mermi patlarsa, kendilerinden hesap sorulabilecektir.
Dil ve hak eşitliğinin tanınması koşullarında –ya da söylendiği gibi daha da dar bir zeminde– Kürt sorununun çözümü bir yana –ki çözülecektir– savaş ya da “terör” sorunu çözülecekse (bu durumda hiçbir nesnel temeli kalmayacağı kesindir), ihtiyaç olan ve yapılması gereken tek şey, burjuvazi ve devletin inkar ve baskı politikalarından vazgeçerek dil ve hak eşitliğini tanıması olmakta, ve sorunla ilgilenen az-çok demokrat olan herkese, sermaye ve devletin buna çağrılması düşmektedir. Öyleyse, “PKK tartışması”na değil, burjuvazi ve devlete yönelik olarak dil ve hak eşitliğinin tanınması talebinin ileri sürülmesine, kabul edilmedikçe, bu talep üzerinden eleştirilmelerine ihtiyaç vardır.
Peki, burada “Kürtlere baş olma isteği” ya da “kan üzerinden politika yapma” var mıdır? Kürtler ve “baş olma” sorunu açısından şu söylenebilir: Soruna işçi sınıfı davası ve sınıfın kurtuluşu açısından bakılmaktadır. İşçi sınıfı ve onun devrimci partisi, Kürtler üzerindeki baskıya, dil ve hak eşitsizliğine karşıdır. Kürtlerin bu yöndeki taleplerini desteklemektedir. Nedeni basittir: Marx’ın dediği gibi, “Başka ulusları ezen uluslar özgür olamazlar” ve yine Marx’ın belirttiği gibi “İşçi sınıfı, tüm diğer ezilen ve haksızlığa uğrayanları kurtarmadan kendisini kurtaramaz.” Açık değil mi? Başkalarının ezilmesine ses çıkarmayan, kendisi de ezilmekten kurtulamaz. Burada “baş olma” isteği mi vardır? En azından Metiner’in vaaz ettiği darlıkta, “kısa günün kârı” türünden bir “baş” hesabı yapılmadığı ortadadır. İşçi sınıfı ve insanlığın kurtuluşu ilişkisi, işçi sınıfının, kendisini sömürüden kurtarmak için tüm insanlığı kurtarmak zorunda olması bakımından bir iddiası ise, kuşkusuz vardır.
“Kan” sorununa gelince, burjuva politikası ve demagoji yapılmadıkça, Kürt sorununun demokratik çözümünün savunulmasının “kan üzerinden politika yapmakla” bir ilişkisi kurulamaz. Tersine, kan dökülmesinin önlenmesi amaçtır. Bu nedenle, Kürt sorunuyla ilgili olarak her türlü baskıya karşı çıkılmaktadır.
Gözü burjuva gerici çözümden ve düzenin ihtiyaçlarının karşılanmasından başka şey görmeyenler dışında hiç kimse, ateşkes sorunu üzerinden yürütülen tartışmalarda burjuvazi ve devletten hak talep edilmesi ve bunun mücadelesinin verilmesini, “kan üzerinden politika yapmak”la özdeşleştirmeyecektir. Baskı görenin hakkını savunmak, ezilene sahip çıkmak ve eşitlik istemek, “kan istemek”le ilişkisizdir ve tamamen demokratik içeriklidir. Sınıfın devrimci partisini “baş olmak isteme” ve “kan üzerinden politika yapma” gibi asılsız suçlamalarla karalamaya kalkanların tutumunu; sınıfa, devrim ve sosyalizm fikrine ve onun için mücadeleye, halkların ulusal ve sosyal kurtuluş mücadelesine duyulan kin ve nefretin dışa vurumu olarak yorumluyoruz. Ve yadırgamıyoruz. Ancak, ne yazık ki, Birgün bunun zemini, bir bölüm Birgün yazarı/yöneticisi ise kalkanı olmaktadır. Olmaması gereken, budur.
Somutun somutu bakımından, işçi davası militanının Kürt sorunu zemininde çatışmaların, operasyonlar ve savaşın yeniden gündeme gelmesinde hiçbir çıkarı yoktur, olamaz. Onun çıkarları, sınıf mücadelesinin ilerleyişindedir; sınıf mücadelesinin netlikle ve açıkça serpilip gelişmesinin ihtiyacı ise, ulusal sürtüşme ve çatışmaların, ulusal önyargı ve düşmanlıkların, tümüyle ulusal davaların aşılması, ulus ve ulusallık içerikli “defter”in kapanmasıdır. Koşulu açıktır: Tam dil ve hak eşitliği. Kimse işçi davasının savunucularını, ne söylediklerini anlamaya çalışmadan ya da çarpıtmaya yeltenerek, ateşkesten vazgeçilmesi ve savaş yanlılığı ile suçlamaya kalkmasın. Tartışma politiktir, “belden aşağı vurma” da anlaşılırdır; ancak savaş-barış (ya da tek taraflı olsa bile ateşkes) tercihi ayrıdır, sorunun özünün nerede yattığı ve çözüm için kimin, nasıl eleştirilmesi gerektiği ayrı. Barıştan yanayız. Ancak barışı garanti edecek olan, net olarak dil ve hak eşitliğinin, tam hak eşitliğinin tanınmasıdır. Barıştan yana olduğumuz için barış yanlısı olmayanları, hak ve eşitlik inkarcılığını suçluyoruz.
Üçüncü seçenek budur. Ateşkes tartışmaları açısından da, bu, tek demokratik seçenektir.