DİDF tarafından 5 Haziran 2004’te Almanya’nın Essen Kenti’nde düzenlenen “Emek Şenliği – Kültürler Festivali” etkinliği kapsamında gerçekleştirilen “Kültürler çatışması mı?” başlıklı panele, üç ülkeden dört bilim insanı bizzat bulunarak ya da tebliğleriyle katıldılar. Son yıllarda, özellikle İngiliz kökenli ABD’li profesör S. P. Huntington tarafından gündeme getirilen “Medeniyetler Çatışması” tezine karşı, Almanya’dan felsefe profesörü Hans Heinz Holz, bizzat katılamadığı için bir tebliğle, İspanya’dan felsefeci ve Edebiyat Tarihi profesörü Manuel Ballestero, Türkiye’den profesör Taner Timur ve Almanya’dan profesör Norbert Mecklenburg katıldılar. Panel katılımcılarının tebliğlerini, okurlarımıza sunmayı yararlı gördük.
Prof. “Kültürlerin çatışması”- bunu ABD emperyalizminin ideologları vaaz ediyorlar. Önyargılar uyandırılarak ve duygular kaşınarak ABD’nin ve kapitalist metropollerin dünya egemenliği arzuları haklı gösterilmeye çalışılıyor.
“Kültürlerin çatışması”, sadece halkı aldatmanın ve tarih çarpıtıcılığının bir ifadesidir.
Kültür, çatışmanın, savaşın, kavganın ve yakıp-yıkmanın karşıtıdır. Latince kökenli bu sözcük şefkat, bakım, tarlanın bakımı, aileye bakmak, topluma ve devlete hizmet, eğitime ve manevi değerlere saygı duyarak destek sunmak, önemli insanlara değer vermek anlamına gelir. Kültürler her zaman değiş tokuş edilmişler, karşılaşmaları değişik köken ve geleneklerden insanlar arasında uyumu, karşılıklı canlılığı ve ufkun genişlemesini sağlamıştır.
İslam bilginleri, Yunanlı Aristotales’i okuyup yorumlamış ve yeniden ‘güneşin battığı yere’, O’nu çoktan hasır altı etmiş, unutmuş olan Hıristiyan dünyasına taşımışlardır.
İbni Sina ve İbni Rüşd ile Ortaçağ Avrupa’sında yeni bir aydınlanma başlamıştır. Kültürlerin çatışması olarak nitelenen şey, hep egemen sınıfların daha çok iktidar, daha çok zenginlik ve egemenlik alanı mücadelesi olagelmiştir.
İspanya’nın Hıristiyanlaştırılması bahanesi ile Cordoba halifeliğine karşı kanlı bir savaş verilmesinin arkasında, yoksul Kastilyalıların Müslüman güneydeki refahtan pay alma isteği yatıyordu; yani, sorun kültürel değil, maddi değerler sorunuydu. Aynı dönemde, Hıristiyan entelektüelleri, tıp, matematik ve teknik okumak-öğrenmek, ve öğrendiklerini, zenginleşmiş bilgi ve yaşam standardı olarak ülkelerine taşımak için, Müslüman şehirlerine taşınıyorlardı.
Kayzer III.Otto’nun öğretmeni, daha sonra Papa II. Silvester olarak bilinen, Ortaçağın en önemli bilginlerinden Gerbert von Aurillac, bildiklerini, İspanya’nın Moris adasında öğrenmişti. Olan şey, çatışma değil, kültür alış verişiydi. Örneğin, Cordoba’da İslam-Hıristiyan etkileşiminin örneklerinin gösterildiği bir de müze vardır. (İspanyol dostumuz bu konuda mutlaka bir şeyler söyleyecektir).
Düşmanlık, sadece egemen sınıfların değişik klikleri arasındaki rekabeti körüklüyordu. Ve söylemek gerekiyor ki, Müslüman ağalar, zamanın İspanya’sında, kendi çıkarları uğruna kendi “dindaşlarına karşı” Hıristiyan fetihçilerle işbirliği yapmışlardır.
Bugün Filistin halkının kurtuluş mücadelesindeki durum da farklı değildir: Arap hükümdarları için ABD ile dostlukları, kendi iktidarlarını geliştirmek açısından, kardeşlerinin yaşam koşullarından daha önemlidir. Kültürler arasında değil, ama sınıflar arasında çatışma vardır, ki burada, kültür kavramı, onların apaçık olan “daha çok kâr” hedefleri için kötüye kullanılmaktadır.
KÜLTÜR TARİHİ BİZE NEYİ ÖĞRETİYOR?
Tarihin her döneminde göçler yaşanmıştır: Mısır’daki Firavunlar için çalışmış olan Giritli emekçilerin izlerini bulabiliyoruz. Yunan denizcileri ve tüccarları, kültürleriyle birlikte, eski-Doğunun her tarafına yayılmışlardır. Büyük Roma İmparatorluğu korkunç bir halklar curcunasından oluşuyordu ve bugün bile Romanya’dan Portekiz’e kadar Latince’yle kendi ana dillerinin kaynaşmasından harmanlanmış diller konuşulmaktadır.
“Saf” kültürler, en çok, eski çağın başlarında varolmuşlardır; o zamandan bu yana, tüm kültürler, göçlerden ve halkların birbirleriyle karışmalarından oluşmuşlardır. Bu, sadece yüksek bilimsel değerler için değil, ve hatta, özellikle de günlük yaşamdaki davranışlar ve üretilenler için de geçerlidir.
Alman ozanı Bertolt Brecht’in “Lukullus’un sorgusu” adlı bir oyunu var. Lukullus şark(doğu)ta savaşlara katılmış ve Roma İmparatorluğu adına büyük devletler fethetmiş, Roma eşrafından bir komutandı. O’nun bir özelliği de midesine çok düşkün olması, yemekten anlamasıdır ve Almanca’da hâlâ ”lukullisches Mahl” (Lukullus’a layık yemek) diye, yemeğin güzel olduğunu belirtmek için söylenen bir söz vardır.
Brecht’in bu oyununda, Lukullus ölümünden sonra öbür dünyada, yaptıklarının hesabını vermek durumundadır. O, Büyük Roma’nın büyüklüğü için yaptığı savaşların önemini ve zaferlerini över. Ama, hakimler O’nu, bu savaşlarda ölen kurbanlardan ötürü suçlu bulurlar. Sonunda, elinde Lukullus’un Asya’dan getirip İtalya’da ektiği ya da bugünkü deyimiyle “yeni yöresine kultive ettiği/uygarlaştırdığı” bir kiraz ağacı olan bir köylü, şahit olarak çıkagelir.
Ve köylü der ki:
“Bu bir kiraz ağacı.
Asya’dan getirdik; zafer
yolculuğumuzda yanımızda taşıyıp
Appenin yamaçlarına diktik onu.
Dostlar, ben buna,
kanlı savaşların iğrenç hatıraları içindekilerden
en iyisidir diyorum.
Çünkü, bu dal yaşıyor.
Yeni, dostça, üzüm bağına ve de
hamarat böğürtlenlere
ve de yetişen nesillere
meyve taşıyor.
Tüm zafer ganimetleri
iki Asya’dakiler de dahil, eğer
çoktan çürümüş de olsalar,
her yıl yeniden canlanacak,
baharda bembeyaz çiçekleri,
rüzgardaki dalları
tepelerde sallanarak…”
Bu bir kültürel yapıttı, ve Brecht bunu, yazdığı oyunun ilk nüshasında, davalı komutanın suçunu azaltmak için kullanmak istemişti. Bu da, Parti ve Yazarlar Birliği’nde hararetli tartışmalara neden oldu: İktidara adanmış ve sayısız savaşlarda insanlara uğursuzluk getirmiş bir insan, tek bir kültürel eylemle –aslında hiç bir kültürel çabayla– aklanamazdı.
Brecht itirazlara hak verdi ve oyuna “Lukullus’un cezalandırılması” başlığını koyduğu bir sonuç bölümü ekledi.
Orada hakimlerden biri der ki:
“Bir kiraz ağacı!
Tek bir adamla fethedebilirdi onu.
Ama sekiz bin adam
Yolladı aşağıya, yanımıza.”
Ve ölüm yargıcı verir kararını:
“Öyle ise, hiçbir yere
yollayın O’nu. Çünkü,
işte o şiddet ve fetihlerin
kurduğu
tek bir imparatorluk vardır:
Gölgeler imparatorluğu.”
İdeolojik açıdan bakıldığında, bu sonuç, uygun ve doğrudur. Kültür, şiddet üzerine kurulamaz. Ama, kiraz ağacı, bizim “savaş ve kültür arasındaki farklar nedir” sorumuz açısından bakıldığında, “kültürlerin çatışması” denilen yalanı ortaya çıkarmada bir semboldür.
Kültür, yaşamı kolaylaştıran, güzelleştiren ve ona bir anlam veren şeylerin, edinilen bilgilerin geleceğe taşınmasıdır. Kiraz ağacı, insanın doğayı sömürmeden, onu geliştirerek neler yapabileceğini de gösteriyor. Kültürleştirme/uygarlaştırma sonucunda, yabani kirazdan, yenilebilir meyveler taşıyan bir ağaç ortaya çıkmaktadır.
Ama Lukullus örneği, bize, içinde yaşadığımız sınıflı toplumdaki toplumsal çelişkiyi de göstermektedir. Genellikle kültürel ilerlemeye ve yayılmaya neden olan şeylerin, egemenlerin uyguladıkları şiddetin örnekleri olduğunu görüyoruz. Sanatçılara ve bilginlere iş ve aş verenler krallardı: Taç Mahal’ı yaptıran bir mihrace, Petersdom’u yaptıran bir papaydı. Bir dönemin kültürü egemen sınıfın imzasını taşımaktadır; bu, Ortaçağ’da, soylular ve kilise, Yeniçağda ise, burjuvazidir. Kültür, aynı zamanda da, halkın yaşam biçimi, egemen güçlere karşı direnişin, özgürlük, hak ve sosyal güvenlik için verilen mücadelenin de lokomotifidir. Kültürün iki yüzü vardır. Bu, tüm toplumlarda böyledir. İçinde toplumdaki çelişkileri yansıtmayan ve taşımayan kültür yoktur.
Bu, şu anlama gelmektedir:
Her toplumun kapsamlı bir kültürel birliği vardır ve bunun bir parçası da karşı kültürü içerir. Biri egemen sınıfın yaşam ve düşünce biçiminin imzasını taşırken, diğeri ezilenleri ve sömürülenleri temsil etmektedir. Ama ortada iki değişik kültür değil, aynı ve tek bir kültürün değişik sınıfsal yönelimleri var.
Lenin, bu iki anlamlılığın bir ulusun kültürel kimliğinin sınıf mücadelesi açısından belirleyici bir yönü olduğunu anlamıştı. “Ulusal Sorun Üzerine Eleştirel Notlar” adlı makalesinde şöyle yazıyor:
“Her ulusal kültürün –az gelişmiş de olsa– içinde demokratik ve sosyalist kültürün nüveleri vardır; çünkü, her ulusun içerisinde yaşam koşulları kaçınılmaz olarak demokratik ve sosyalist ideolojiyi üreten emekçi ve sömürülen bir kitle vardır. Her ulusun bünyesinde, aynı zamanda da, bir burjuva (ve hatta bir çok durumda gerici ve ruhani) kültür de vardır ki, bu sadece ”nüveler” olarak değil, ‘egemen’ kültür olarak mevcuttur. (…) Her modern ulus bünyesinde iki modern ulusu barındırmaktadır. (…) Her ulusal kültürün bünyesinde iki ulusal kültür vardır.” (Lenin, Werke (Eserler), Band (Cilt) 20, sf. 8f)
Ama egemen kültürün karşısındaki herşey de demokratik karşı kültür değildir. Her zaman egemen kültürü reddeden ve kendilerini özel bir manevi yaşama çeken bireyciler, “Outsider” (dışta duranlar –çev.) vardır. Her çeşit sekter de var. Nihilistler, hiçbir ölçü tanımayanlar da. Her egemen sınıf, kendisi için aslında tehlike oluşturmayan bu tür yan gruplarla yaşayabilir. Mevcut egemenlik ve düzen prensiplerinin yerine yeni ve kültürel, yani dünya görüşüne yansıyan toplumsal içerik geçirilmek istendiğinde, iki sınıfın antagonizmine/uzlaşmazlığına paralel olarak, iki kültürün antagonizmi ortaya çıkmaktadır. Bu kültürel zıtlıklar gerçekten de mücadelenin, yani ideolojik sınıf mücadelesinin biçimleridirler. Ancak bu, dünya egemenliği ideologlarının bize anlattıkları “kültürlerin çatışması”ndan farklı bir şeydir. Söz konusu olan, büyük kültür birliklerinin birbirleriyle olan (Çin-Konfiçyusçu, Müslüman, Hıristiyan-Batıcıya karşı; ya da başka bir perspektiften: Batıcı-bilimsel-teknik, doğucu mediyatife (karşıtları uzlaştırıp birleştirici –çev.); ya da daha başka bir açıdan: bireyci-kolektife karşı) çatışması değildir. Çatışma, daha çok, ulusal kültürler içerisindeki egemenci ve kurtuluşçu ideolojiler arasında yaşanmaktadır.
Bu mücadele, günümüzde tek başına her ulusal kültür içerisinde sürdürülemez, çünkü o, kendi ulusal özgüllüğü yanında ortak enternasyonal bir temele de sahiptir: Kendisini bir yanda anti-kapitalist-sosyalist eğilim ve düşüncelerde ve diğer yanda kapitalizmin meşruluk/yasallık ideolojilerinde bulan emek ile sermeye arasındaki çelişki.
Kurtuluşun kültürü enternasyonalisttir ve içeriği eleştirel, hümanist ve demokratiktir. Eleştireldir, çünkü: Sadece kapitalist sisteminin ilkesel çarpıklıklarını, insanlık dışılıklarını ve haksızlık ve nedeni olduğu sefaleti değil, bunların nedenlerini de gözler önüne sermektedir. Hümanisttir, çünkü: İnsancıldır, insan onuruna yakışan koşullar ve davranışlar ortaya koymaktır. Demokratiktir, çünkü: Kültürel etkinliğinin hedefi, insanın sorumluluk bilinciyle kendi başına karar verebilmesidir.
Bu, genel olarak insancıl olan bir hedeften yola çıkmaktadır. Bastırsalar bile, egemen sınıflar da, bu değerleri inkar edememektedirler. Bu yüzden, egemen sınıfların kültürlerinde de ilerici düşünceler yer alabilmektedir, ve onlar, bu düşünceleri kendi egemenlik çıkarları doğrultusunda eğip bükmekte ve çarpıtmaktadırlar. Bu, burjuva kültürünün büyük eleştirmenlerinden George Lukacs’ın “Mantığın Yok Edilmesi” adını verdiği, irrasyonel ideolojilerin fonksiyon biçimidir.
Örnek olarak “insan hakları” düşüncesini alalım. Bu, burjuva sınıfının 18. yüzyıldaki bir büyük algılayış biçimi/kavramsallaştırmasıy ve daha iyi bir toplumun yitirilmeyecek derecede önemli bir öznesiydi. Bugün ise, müdahaleciliğin, baskının ve iktidar politikasının bir aracı haline geldi. İnsan haklarının savunucusu, burjuvazi değil, sömürülenlerin ve ezilenlerin enternasyonal mücadele birliğidir. Tıpkı Enternasyonal marşımızda haykırdığımız gibi: “Enternasyonalle kurtulur insanlık! (Çev. notu: orijinalinde “insan hakları” dendiği için oraya gönderme yapılıyor.)
Burjuvazinin temsilcileri, ilk başlarda, gerçekleştirmek istedikleri özgürlük, eşitlik ve kardeşliğin kapitalizmde olabileceğine inanıyorlardı. Oysa gerçek tam da tersidir.
Marks, bunu, burjuvazinin kendisiyle çeliştiği, kahramanca bir hayali olarak nitelemişti.
Tarih, ilericiliğin çıkarına olabilecek biçimde düz bir çizgi izlememektedir. O, kader değil, insanların hakları ve refahları için verdikleri mücadelenin sonucudur; ancak tek başlarına değil, güçlü bir örgütsel birliğe dayalı verilen mücadelelerin. Tarih, içinde zaferlerin ve yenilgilerin, başarıların ve gerilemelerin olduğu sınıflar mücadelesinin tarihidir.
Bilinç, kültür içerisinde ifadesini bulur. Mücadelemizin hedeflerini, düşünce ve resim olarak, teori ve umut olarak ve nihayet yaşama sevincinde hissedebilmemiz için gereksinme duyduğumuz bir şeydir, bilinç.
SEVGİLİ ARKADAŞLAR VE YOLDAŞLAR,
Bizi birbirimize bağlayan şeydir kültür. Ve kültürün birçok ulusal kaynağının olması, dünyayı zenginleştirip çok yönlüleştirmektedir, ve bizi, birbirimize karşı çatışmaya değil, birbirimizden –tıpkı hediyeler gibi–, bir şeyler alıp vermeye sevk eder.
Lukullus’un Asya’dan getirdiği kiraz ağacı, biz Avrupalılara, o zamana dek tanımadığımız bir damak tadı bahşetti. Bunun için de, ne çatışmaya ve ne de savaşa gerek vardı.
Çin’li Li Tai Po’nun, Perslerden Hafız’ın ve Alman Goethe’nin şiirleri birbirlerinin karşıtı olarak durmuyorlar, tersine onlar, dünya deneyimlerinin ve hislerinin, bütün insanların ortak olan değerlerini simgeliyorlar.
Büyük islam filozofu İbni Sina, buna “evrensel bilgi” adını koymuştu; her birey ve özel duygu, bunun, sadece birer bakış açısıydılar. Kültürlerin çatışmasından söz edenler, bu bahaneyle sadece kültürleri yok ettiler. Bağdat Müzesi’ni talan edip, insanları Guantanamo’daki tutsak kafeslerine tıktılar. 500 yıl önce de İnka’ların kültürünü yok etmişlerdi; o zaman İnka’ların altınlarını çalmak için savaşıyorlardı, bugün petrol için. Savaşları, 19. yüzyılda pamuk içindi ,ve o zamanlar da, önce “kültür taşıyıcıları” misyonerler gönderiliyordu. Bu yüzdendir ki, “onlar dinden söz ediyorlar, ama keteni düşünüyorlar” sözü söylenegelmiştir.
Keten, yani basit bir pamuklu kumaştan tekstil fabrikatörleri milyonlar kazanıyorlardı. Haçlı savaşçısı denizciler, Hıristiyanlığın kutsal şehirlerini Sultanlardan geri almak için Kudüs’e giderlerken, o zamanlar Hıristiyan olan Konstantinopol (İstanbul) şehrini yağmalayıp, yakıp yıkmışlardı. Böylece, Venediklilerin baş belası ve Doğu pazarındaki rakipleri ortadan kaldırılmış oluyordu.
Kültürel farklılıkları dünya tarihi açısından çatışmalara dönüştürmelerine ve sizi aldatmalarına fırsat vermeyin! Bu tür halk kışkırtıcılarının hedeflerinin kültürle hiçbir ilişkisi yoktur. Siz başka bir kültürden geliyorsunuz ve burada yaşıyorsunuz; şunu bilmek gerekir ki, karşılıklı saygı ve birbirine uyum, barış içinde yaşam için zorunludur ve bir kuşaktan fazla bir zamanı gerektirir. İşte o zaman toplumun çehresi yenilenecektir.
Bir çağı öbürüne taşımak gibi zor bir görevle karşı karşıyayız. Birçok şey henüz uyum içinde değil ve geleceğin nasıl olacağını da gerçekten bilmiyoruz. Ama şunu her zaman söyleyebiliriz: Biz mantıkla hareket edebilen, yaptıklarını gerekçelendirebilecek yetenekleri olan insanlarız. İnsan olmamızdan dolayıdır ki, karşımızdaki insanın onuruna saygı duymak zorundayız. İnsan olduğumuz için, faşizme karşı mücadele içinde şekillenmiş olan “Dört Özgürlüğümüz” vardır: Yoksul olmama özgürlüğü, korkmama özgürlüğü, dinsel özgürlük ve bir dünya görüşüne sahip olma özgürlüğü. Emperyalist güçlerin egemenliği altında bu özgürlüklerden hiçbirisi güvence altında değildir. Ve milyarlarca insanın en basit yaşam standartlarının altında yaşamak zorunda bırakıldıkları bir dünyada, Yoksul Olmama Özgürlüğü en önemli ve birinci talebimiz durumuna gelmiştir. Bu talebi bastırmak için korku yaygınlaştırılıyor.
Birinin yoksulluğu diğerinin kazancıdır. Bu ise, kültür değil kültürsüzlüktür, ve buna karşı, insanlığın enternasyonalist dayanışmacı gerçek bir kültüre sahip olması hepimizin ortak çıkarıdır! Bunun için de, önce, bizi kültürlerin çatışması için kışkırtanların yenilmesi gerekiyor. Bu zafer gökten kucağımıza zembille inmeyecektir: Onu, dişiyle tırnağıyla, hep birlikte kazanmak zorunda olan bizleriz!
Son olarak, yine Brecht’in Lukullus adlı oyunundaki kölelerin kapanış korosundan bir bölüm:
Daha ne kadar oturacaklar
İnsanların tepelerinde
Onlar ve Onlar gibi olan çaylaklar
ve kaldırıp o kokuşmuş ellerini
kırdırtmak için halkları birbirlerine
kanlı savaşlara fırlatacaklar
Daha ne kadar izin vereceğiz buna
Ve siz, daha ne kadar izin vereceksiniz buna?
++++
emperyalizme ve savaş kültürüne karşı kültür ve dayanışmacı işbirliği
PROF. MANUEL BALLESTERO
Humboldt’un şu sözlerini hatırlatarak başlayalım: “Her dil, evrenle ilgili bir bakış açısını ifade eder, hepsi birlikte ise insanlığın tümünü.”
Bu aynı kavrayış, Hegel’in ilk büyük biyografçısının düşüncesine şöyle yansır; “Her gerçek kültür kendinde evrenselliği barındırır, insanların tarihsel tecrübesindeki evrenseli yansıtır.”
Bunu, despot küreselleşmeci emperyalizmin saldırgan ve savaşçı yaklaşımına karşı olarak aktarıyorum. Uluslararası büyük tekel gruplarının elinde merkezleşen bu süreç, sosyal yaşamı, emeğin ve bağımlı halkların sömürülmesi ve tahakküm altına alınması olarak ele almakta, değişik toplumların dayanışmacı işbirliği, eşitliği ve özgürlüğü olarak görmemektedir. Ve Rus Bolşeviği Nikolai Buharin 1916’da emperyalizm olgusunu incelerken, büyük öngörüyle ve haklı olarak, finans kapitalin çıkarları için halkları ölüme sürükleyecek fetih ve egemenlik savaşları eğilimine dikkat çekmekteydi.
Bu Marksist eleştirel perspektif, günümüzde gözlerimizin önünde doğrulanmaktadır. Halkların bağımsızlıklarını ve egemenliklerini çiğneyen savaşlar, eşitler arasında ortak ve özgür bir yaşam sürdürme hakkını ve tüm hakları yasaklayan girişimler, silahlı tecavüz, eski Yugoslavya halklarının federal birliğine karşı girişilen saldırı, Afganistan, Irak halklarının egemenliğine karşı müdahaleler, Libya ve Sudan’a karşı küçük çaplı operasyonlar, Filistin halkının haklarına karşı girişilen saldırgan ve açıkça faşist tahakküm. Aralıksız süren bu saldırganlık, zamanında, Rus Bolşeviklerinin parmak bastıkları emperyalist gerilim belirtilerinden bağımsız olarak düşünülemez. Bu nedenle, “kültürlerarası” fikri, emperyalist ve militarist pratiği teorize etmek ve genelleştirmek, bugün ulusların yaşamında etkin olan bir pratiği teori düzeyine çıkarmaktan başka bir anlama gelmemektedir.
Sizlere kendi ülkemin, İspanya’nın örneğini vermek isterim. İspanya, 12. yüzyılda, henüz ‘las Espenas’ (İspanyalar) diye adlandırıldığı zamanlarda, çok kültürlü, çok uluslu bir ülkeydi. Toledo ve Cordaba’nın çok etnikli İspanya’sında üç din, üç kültür, üç halk birlikte iç içe yaşardı.
Küreselleşen mali sermayenin sömürücü ve tekelci yapısı, ifadesini, halklar arasındaki her türlü ortak yaşam hakkı ve ilkesini küstahça çiğnemekte bulmaktadır. Olup bitenlerin dinamiğini bu toplumsal ölçekte araştırmak, değerlendirmek ve kavramak gereklidir. Afganistan’da, Irak’ta yaşananları, işkenceyi, uluslararası hukukun çiğnenmesini, tüm bunları, mali sermayenin uluslararası plandaki sömürücü pratiğinin sonucu olarak değerlendirmek gerekir. Kesintisiz sömürü ve tahakküm savaşı tekelci stratejisi ile karşı karşıya bulunduğumuz anlaşılmalıdır. Ülkemde Aznar’ın burjuva hükümeti, bu stratejiyi uygulayarak, Bask halkının haklarını çiğneyip, İspanyol oligarşisinin hakimiyetini uzatmak istemiştir. Bush, “Haydut Devletler” dediği İran, Kuzey Kore ve Suriye’ye karşı aynı stratejiye başvurmaktadır.
Bu genelleşen gerginlik sürecinde ifadesini bulan şeyin içeriğini, toplumsal bakımdan tahlil etmek önem taşımaktadır. Bu, basit konjonktür değişiklikleri ile aşılabilecek bir şey değildir. Burada söz konusu olan, biriken, küreselleşen ve tüm halkları, halkların kaynaklarını kendi emrine almak isteyen mali sermayenin ihtiyaçların tatmin etme şeklindeki temel eğilimdir. Ve bugün halklar, eğer birlikte yaşamak, serbestçe işbirliğini geliştirmek istiyorlarsa, potansiyellerini ilerletmek, halk olarak varlığını devam ettirmek istiyorlarsa, toplumsal değişim meselesini gündemlerine almalıdırlar.
Bunun için birbirimize destek vermeli ve yardımcı olmalıyız. Ama savunmada kalmak yetmez. Her halkın bir kalkınma alternatifi olmalı, mali sermayenin tahakküm alanının dışında bir alternatif olmalıdır ki, sermayenin kâr güdüleri değil, toplumsal ihtiyaçların tatmini önde gelen amaç olsun.
Açıktır ki, bu çabada her parçanın değeri ve yeri vardır. Mali sermaye, onun politik temsilcileri ve kurumlarına karşı büyük bir toplumsal ittifaktır, gerekli olan. Bu büyük sosyal blok, tabii ki çoğulcu olmalı, kendi iç diyalektiğini korumalı, özgür ve demokratik bir tartışma ve politika oluşturma süreci izlemelidir. Anti-kapitalist ve ortak perspektifler etrafında örgütlenmelidir. Bu büyük toplumsal buluşma, anti-kapitalist stratejik birlik ile anlayış çoğunluğunu birleştirebilmelidir. Halkların ve kültürlerin mücadele birliği, bu yoldan geçerek kurulur.
++++
kültürler çatışması mı?
Prof. NORBERT MECKLENBURG*
“Kültürler Çatışması” üzerine süren tartışmanın Alman iç ve dış politikasıyla bağı ve Almanya’daki kültürel yaşama yansıması üzerine neler söylenebilir?
Almanya ve Avrupa sahnesindeki bir kültür bilimi gözlemcisi olarak, tabii ki ben de, içimizden bir çoğunun farkında olduğu gibi, “Kültürler Çatışması” formülünün sürekli yanlış kullanıldığını belirtmek istiyorum. “Kültürler Çatışması” formülü, bilindiği gibi, daha önce Huntington tarafından sorumsuzca ortaya atılmıştı. Ancak Huntington’un bu formülüyle, günümüzde sürdürülen politik tartışmalarımızdaki kullanımı, birbirinden oldukça farklı. Örneğin bunu, Türkiye ve Avrupa tartışmalarında somut bir şekilde görüyoruz: Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne girmesindeki sorunun, Avrupa’nın sözüm ona Hıristiyan olmasından kaynaklandığı söyleniyor. Hatta bu öyle kişiler tarafından iddia ediliyor ki, bu söylediklerine kendilerinin bile inanmadığı görülmektedir. Örneğin oldukça önemli bir tarihçi olduğunu düşündüğüm Hans–Ulrich Waehler, bugün, ne yazık ki, Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne girmesine karşı savaşım verenlerin başında yer alıyor ve bunu hiç utanmadan “Hıristiyan Avrupa” söylemine dayandırıyor. Şimdi bunun kültürler çatışmasıyla ilgisi ne? “Kültürler çatışması” formülünün, Waehler gibi, aslında iyi düşünen kişilerin, durup dururken saçmalık yapmasını kolaylaştırdığını düşünüyorum, bu da, kültürler çatışması konseptinin içeriğine uyan bir durum tabii ki.
Eğer Türkiye’nin İslam dünyasına ve Avrupa’nın Hıristiyan dünyasına ait olduğu iddia ediliyorsa, ve eğer, İslamiyet ve Hıristiyanlık birbirine karşıt ise (tabii bunun doğruluğu tartışılır), o zaman Avrupa’da bir “kültürler çatışması” mümkün ve bu yüzden, Türkiye dışarıda bırakılmalı (!). Tabi bunun ardından soru sormak gerekir. Almanca’daki “Kültürler Çatışması” (Kampf der Kulturen) ve İngilizce’deki “Clash of Civilizations” kavramları arasında önemli bir fark söz konusu. Huntington ve diğer Amerikalılar, ‘Civilizations’ kavramıyla, bizim Almanca’da kullandığımız ‘Kultur’ kavramından daha farklı bir olguyu kastediyorlar.**
Amerikalılar, ‘Civilization’ sözcüğüyle, yeryüzündeki mümkün olan en büyük insan kolektifini kastediyorlar. Yeryüzünde insanlık ya da Marx’ın dediği gibi insan türünün toplumlaşmadığını, aksine insanlığın çeşitli gruplara dağıldığını iddia ediyorlar ve bu en büyük grupları ‘Civilization’ olarak adlandırıyorlar. Buraya kadar bir sorun yok, fiziksel bir durum söz konusu. Ancak bu nötr gruplar, bu büyük gruplar ya da politik dünya bölgeleri, Huntington’un yaptığı gibi, dinle özdeşleştirildiğinde tehlikeli bir söylem, tehlikeli bir tablo ortaya çıkıyor.
Büyük insan grupları = Kültürler (Civilizations) = Dinler; bu denklem, tamamen yanlış ve demagojik. Çünkü Huntington, Afrika’yı yedi büyük Civilization’dan sayıyor. Batı’da bu durum, Hıristiyanlığın daha baskın bir din olmasından dolayı, bir dereceye kadar akla yakın kabul edilebilir. Orta ve Yakındoğu’da ise, İslamiyet’in baskın rol oynaması akla yakın. Ancak Afrika’da, Hindistan’da, Japonya’da, Çin’de durum nasıl?… Biliyoruz ki, Hindistan, çok dinli ve çok kültürlü bir ülke. Budizm’in genel geçer bir din olduğunu hemen söyleyemeyeceğimiz Japonya’da durum nasıl?… Ya da sadece Taoizm ve Konfüçyonizm’in değil, uzun yıllar komünizmin de dünyaya bakışında çok önemli yer tuttuğu Çin’de durum nasıl?…
Bu olgular gösteriyor ki, bütün bu denklemler, yani Kültürler = Dinler denklemi demagojik, ve yerleştirilmeye çalışılan mantık, belli çıkarların dayatılmasını ifade ediyor. Ve aslında iyi düşünen kişiler, durup dururken, Avrupa’nın Hıristiyan olduğunu ve Türkiye’nin bu birliğe ait olmadığını iddia ederlerse, o zaman Kültürler Çatışması sloganı, bir sınırlama konulması adına, yanlış kullanılmış olur. Ve bu, tabii ki, tarihsel bağlamda tam bir saçmalık. Ortaçağda Avrupa’nın belli bölgeleri Müslümanlığın etkisi altındaydı ve buralarda Müslümanlar kültürel açıdan etkindiler. Fakat Avrupa, beş yüzyıldan beri dinin hükmünü ve dinin güç pozisyonunu kırmasından dolayı, çok önemli bir iş başarmış bir kıta. Avrupa’da, dinlerin baskısından kurtuluş, dindeki insanlık dışı ve insanı hiçe sayan eğilimlerden kurtuluş söz konusu. Yani eğer Avrupa’nın kimliğinden söz etmek gerekiyorsa, o zaman şüphesiz, Avrupa’nın dine karşı bir yapısının olduğunu dile getirmek gerekir. Demokrasi düşüncesi de kökenini Avrupa’da bulur. Bu, tabii ki, demokrasinin Avrupa’ya ait bir fenomen olduğu anlamına gelmez; aksine, diyebilirim ki, bütün kültürler ve dinler, bu düşünceye ne kadar yakın olup olmadıklarını denetlemek zorunda.
Şimdi Almanya’daki bu tartışmaları biraz daha somutlaştıralım. Sanıyorum, Almanya’nın günümüz kültürel yaşamından, Avrupa = Hıristiyanlık tezini çürütecek, ve bize, bütün kutuplaşmalar ve basmakalıplıklarla dikkatle başa çıkmayı ve gerçeklerin ayırdına varmayı öğrenebilme olanağı sağlayacak birçok örnek bulmak mümkün.
Benim yakından ilgilendiğim Göçmen Edebiyatı, buna bir örnek. Bu arada, film, müzik gibi kültürel alanlarda da göçmenlerin seslerini sıkça duymaktayız. Bunların hepsi kültürel fenomenler, ve bunlar, alışılagelen kutuplaşma kalıplarının içine sokulamaz, hele ki, Avrupa = Hıristiyanlık denklemine hiç indirgenemez.
Bu bağlamda, Türkiye kökenli olup yapıtlarını Almanca olarak yazan ve oldukça iyi bir yazar olduğunu düşündüğüm Emine Sevgi Özdamar’a değinmek istiyorum. Emine Sevgi Özdamar’ın dinle ilgisi çok sevdiği büyükannesinin dindar olmasının dışına çıkmıyor ve büyükannesi de Müslüman’dı. Dinle ilgisi, sadece bundan ibaret. Ancak Özdamar yapıtlarında, gerek Türkiye’de gerek Almanya’da ve gerekse başka ülkelerde, örneğin Fransa’da yaşamış olan bir kadın olarak, kültürler arası çatışmayı değil, soğuk savaş zamanındaki sistemler arası (Kapitalizm – Komünizm) çatışmayı işliyor. Özdamar, romanlarında, aradaki farklılıkları ortaya koyan bir görünüş sergiliyor. Bu, hiçbir kutuplaşmayı içinde barındırmayan bir görünüş ve gerçeğin bizim tasnif etme eğilimimizden daha farklı bir şey olduğunu düşünmeyi öğretiyor. Ben, Almanya’daki öğrenci hareketlerini bire bir yaşayan, bu hareketin içinde olan bir kişi olarak, Emine Sevgi Özdamar’ı okurken, o zamanlar Türkiye’deki öğrenci hareketlerinin Almanya’dakinden çok farklı boyutlarda olduğunu, çok gerilimli , trajik ve dramatik olayların yaşandığını öğreniyorum. Kültür sınırlarımın daha ötesine bakabilme olanağı oluyor böylece.
Şimdi somut örnekten tekrar genel bir düzleme geçelim:
Kültür = Din = İnsan grupları denkleminin de demagojik olduğunu düşünüyorum. Bu, buna karşı mücadele etmek zorunda olduğumuz ideolojik bir anlayış. Kültürün, yani sanatın, edebiyatın, her şeyden önce, sınırlar ötesi bir olgu olduğu kanıtlanabilir. Örneğin, öğleden sonraki müzikli program gerçekleştiğinde, en azından, bu konferansta yaşanan dil sorunu, orada önemli bir rol oynamayacak. Çünkü müzik, din ya da diğer sınırları aşan, mutluluk ve uyumu sağlayan bir potansiyeli içinde barındırıyor. Kısaca kültür, sınırları aşan bir araç ve kendisinden iki olguyu daha öğrenebildiğimiz bir alan: İlki, farklılıklarla yaşamasını öğrenmek. Başa çıkmamız, katlanmamız gereken sayısız farklılıkların olduğu bir gerçek. Bu farklılıkların en başında, tabii ki milliyet ve din yer almıyor. Örneğin, yaşlı kültürü –bu arada, ben de bu kategoriye dahil oluyorum– ve genç kültür –yani şu anda salonda olan bir çoğunuz– arasındaki farklılıklar, göz ardı edilemez. Bunlar arasındaki farklılıklar o kadar büyük ki, belki İslamiyet ve Hıristiyanlık arasındaki farktan daha fazla. Aramızdaki bu farklılık, birbirimize savaş ilan etmemiz gerektiği anlamına gelmez tabii ki.
Bir başka örnek, cinsiyet farklılıkları: Kültür ayrımı olmaksızın, erkekler, eşlerini döverken öldürebiliyorlar halen. İspanya’da erkeklerin eşlerini döverek öldürme oranının oldukça yüksek olduğunu, iki yıl önce bir yerde okumuştum.
Burada söz konusu olan, İslam dini değil; ataerkillik, kültürleri aşan barbar bir kurum.
Farklılıklar, ayrılıklar var, bunlar yadsınamaz. Ancak bunlarla yaşamasını öğrenmek zorundayız. Ben kültürü, bu farklılıklarla insanca başa çıkmamızın bir aracı olarak görüyorum. Bu işin bir yanı.
Diğer taraftan kültür, içinde bulunduğumuz grupta, kültürde ve dinde var olabilen belli insancıl ve sosyal ana değerleri tanımamızı, diğer kültürlerin ve dinlerin içinde de var olabileceğini görebilmemizi sağlayan bir araç olabilir. Ve bu keşfedilirse, farklı insan grupları arasında köprüler oluşturulabilir. Örneğin, ‘tüm yaratıkların dayanışması prensibi’. Bu prensip, din düşünürü Ernst Cassirer’e göre, bütün büyük dinlerin yapısında mevcut. Eğer dinlerde, sınırlar değil, dayanışma prensibi merkezde olursa, o zaman kültür önemli bir işi başarmış olur; önceleri sınıf savaşı olarak adlandırılan, günümüzün kapitalist-emperyalist dünya sistemini, insancıl yöntemlerle yenmeyi başarmış olur.
++++
“uygarlıklar çatışması” ve türkiye
Prof. TANER TİMUR
Önce, beni bu toplantıya hepimizi yakından ilgilendiren bir konuda düşüncelerimi açıklamak üzere davet eden DİDF’e teşekkür etmek isterim. Özellikle kültür çatışması gibi bir konuyu, bazı nesnel koşulları itibariyle, bu konunun tartışılmasına çok elverişli bir ülkede, kısa bir sürede bile olsa değerlendirme fırsatını bana vermeleri, benim için gerçekten teşekküre değer bir şey oldu.
Günümüzde uygarlıklar konusu, tartışılma biçimi itibariyle, daha çok, bilim kisvesi altında ideolojik bir biçimde yürütülüyor. İdeolojik bir biçimde diyorum; çünkü, kültür çatışmasını yaratan koşullar, sunuluş biçimleriyle, gerçekten bilimsel bir analiz çerçevesine oturtulmuş değiller. Özellikle Sovyetler Birliği’nin çöküşünden sonra, büyük ideolojik dalgalar, kısa sürede marka haline gelen bazı isimlere bağlı bir şekilde, Atlantik ötesinden geliyor ve bütün dünyaya yayılıyor. Söz konusu isimler de, manevi güçlerini, geliştirdikleri analizlerden değil, daha çok, temsil ettikleri prestijli üniversitelerden alıyorlar.
Son on beş yıl içinde bu şekilde üç önemli isimle tanıştık. Bunlardan birincisi Francis Fukuyama idi.
Fukuyama, aslında hocası Allan Bloom’a bir seminer görevi olarak hazırladığı basit bir makaleyi 1989 yılında yayınladı ve “tarih bitti!” dedi. Berlin duvarının yıkıldığı bir sırada ortaya atılan bu başlık tam zamanında gelmişti ve tarihin “liberalizmin zaferi” ile bitişi, dünyada büyük yankılar uyandırdı. 1993’de ise, Samuel Paul Huntington, yine bir makale çerçevesinde, “uygarlıklar çatışması”nı dile getirdi. O da, aynı şekilde, büyük yankılar uyandırdı; fakat, bilimsel açıdan aynı derecede hafifti ve daha çok ideolojinin –Harvard markası ile– bilim olarak sunulması görünümündeydi. Nihayet, üçüncü bir isimden, Robert Kagan’dan söz etmek istiyorum. Bu isim, ilk ikisi kadar ünlü değil; ama, yine de çok önemli. Şu sıralarda yeni bir kitap daha yayınladı ve iktidarda olan Bush yönetiminin ideologluğunu yapıyor. Daha önceki kitabında, Irak savaşını destekledikten sonra, burada olan bitenleri biraz hayal kırıklığı içerisinde anlatıyor. Biraz da özeleştiri yapıyor; fakat kitabı bütünüyle okuduğunuz zaman, gerçek bir özeleştiri göremiyorsunuz. Aslında, “Neo-Con”ların temsilcisi, Irak’ta olan bitenleri, özellikle Avrupa’dan gelen muhalefete karşı ciddi bir şekilde savunuyor ve Avrupa’nın “mültilateralizm”* iddialarına ancak ABD’nin tartışma dışı liderliği bağlamında evet diyor.
Burada, bu düşünürlerin “teori”leri üzerinde durmayacağım. Batı’da bu eleştiriler fazlasıyla ve inandırıcı bir biçimde yapıldı, ve daha önce ben de, “Küreselleşme ve Demokrasi Krizi” başlıklı kitabımda bir bilanço çıkarmaya çalışmıştım. Bugün daha çok şunu söylemek istiyorum: Adını andığım düşünürlerin ilk ikisi, Türkiye ile de yakından ilgili düşünceler ileri sürmüşlerdir. Özellikle Samuel Paul Huntington, 1960’larda, az gelişmiş ülkelerin siyasal rejimleri hakkında, Türkiye üzerinde de özel olarak durduğu eserler vermiştir. Örneğin ünlü profesör, 1968 yılında yayınlanan bir eserinde, Türkiye’yi Meksika ile karşılaştırmıştı. O yıllarda, başka ünlü bir Amerikalı profesör olan Edward Shils de, kalkınmakta olan ülkeler ile ilgili ve Türkiye’deki rejimi açıklayacak –ve belki bir ölçüde de etkileyecek– bir kavram ortaya atmıştı. “Vesayet altında demokrasi” (tutelary democracy) dediği ve olumlu biçimde kullandığı bir kavramla, Türk siyasal rejimini de açıklamak istemişti. S. P. Huntington da, aynı konuda, yine olumlu bir vurguyla kullanılan “pretoryanist rejim” kavramını önermiştir. ABD’ye yakın silahlı kuvvetlerin vesayeti altındaki “demokrasi”leri “pretoryanizm” sözcüğü ile ifade etmiştir.
Bugünkü durumla ilgili olarak da, gerek Huntington’un gerekse Fukuyama’nın açık tavırları bulunuyor. Bu noktayı geliştirmeden önce, günümüzle ilgili bir açıklama yapmak istiyorum.
***
Amerika, Türkiye’yle ilişkilerini, uzun yıllar NATO ve ikili anlaşmalar çerçevesinde ve daha çok Türk Silahlı Kuvvetleri’ne önem vererek yürüttü. Zaten Türk Silahlı Kuvvetleri’nin, özellikle 12 Mart ve 12 Eylül darbelerinden sonra, Türk siyasal rejimi üzerinde yönlendirici bir etkisi oluşmuştu. Başka bir deyimle, Türkiye’de, Huntington ve Shils’in teorilerine uygun, “vesayetçi” bir durum ortaya çıkmıştı, ve bunu, Amerika olumlu bir şekilde karşılıyordu. Doğal olarak, Türk politikasını da, bu veriye uygun bir biçimde yürütüyordu. Ne var ki, bu politika, 1 Mart 2003’te, Büyük Millet Meclisi’nin ABD’ye Irak’ta “hayır!” diyen oylamasıyla büyük bir sarsıntıya uğradı. Bir buhranla karşılaşıldı; çünkü hiç beklenmedik bir şeydi bu, Amerika için. Aslında oylama Meclis’ten gelmişti; ama, Amerikan dış politikasının en önemli sözcüleri, burada, asıl eleştirileri, Türk Silahlı Kuvvetleri’ne karşı yönelttiler. Düşünce tarzları şuydu: Eğer, diyorlardı, eğer Türk Silahlı Kuvvetleri isteseydi, bu durumu kolayca önlerdi; oysa gevşek davrandı; sorumsuz hareket etti ve bize karşı dostluğunu yeterince ortaya koymadı. ABD şahinlerinin önde gelen isimlerinden P. Wolfowitz, bunu hayli açık bir şekilde ifade etti. Gerçi daha sonra, 7 Ekim oylamasıyla, Meclis, askerlerin de desteğiyle, durumu düzeltmek istedi; Irak’a asker göndermeye karar verdi; fakat bu kez de, Irak halklarından öyle bir itiraz yükseldi ki, onların etkisiyle, Amerika da Türk askerini istemedi. Kısaca, Amerika-Türkiye ilişkilerinin karşılaştığı kriz ortadan kalkmadı.
Bu olup bitenler esnasında, Türkiye’de, aslında Amerika’nın Ortadoğu politikasına ve şu sıradaki duyarlılıklarına ters düşen bir parti iktidarda bulunuyordu. İslamcı sayılan, fakat kendisini “muhafazakâr demokrat” olarak takdim etmeye çalışan AKP Hükümeti iş başındaydı. Bu veriler bağlamında, ABD yönetiminde Türkiye’ye karşı uygulanacak politika hususunda iki farklı eğilim belirdi. Farklılık, Türkiye’nin AB ile ilişkilerinde Beyaz Saray’ın alacağı tavır ile ilgiliydi.
Bilindiği gibi, Bush yönetimi, öteden beri Türkiye’nin AB’ye kabul edilmesini istiyor, hatta bu konuda AB’ye baskı yapıyordu. Oysa son gelişmelerden sonra, daha çok, Pentagon’da etkili bir grup şahin, buna karşı çıkmaya ve doğrudan doğruya Amerika’ya bağlı bir Türkiye istemeye başlamışlardı. D. Rumsfeld, P. Wolfowitz, R. Perle gibi politikacıların başını çektiği bu grup, Türklere, “Avrupa zaten sizi almaz; Avrupa’da yeriniz yok!” diyorlardı, “Bırakınız Avrupa’yı; gelin, Amerika ile daha sıkı bağlar içerisinde bir Ortadoğu politikası geliştirelim!” Ve burada, konuşmamın başında sözünü ettiğim ideologlar da devreye giriyorlar.
S. P. Huntington, daha geçen Nisan ayında, Fransız Le Point dergisiyle uzun bir söyleşi yaptı. Bu söyleşide, Harvard’lı profesör, “bilim” adına, Pentagon şahinleriyle aşağı yukarı aynı şeyleri söylüyordu. Türkiye’nin Avrupa’da yeri yok, diyor; tüm AB liderlerinin aslında Giscard d’Estaing gibi düşündüklerini ifade ediyor ve Türkiye’nin laik ve demokratik rejimiyle (artık “pretoryanizm”den söz etmiyor!) Ortadoğu’ya model ve lider olması temennisinde bulunuyordu. Kısaca, Türkiye, kendisini küçük düşüren bu Avrupa sevdasını bırakarak, ABD’ye sıkı sıkıya sarılmalıydı.
F. Fukuyama’nın da bu konudaki düşünceleri farklı değildi.
Biliyorsunuz, Fukuyama, Amerika’da, geçenlerde Türkiye’deki iktidara yakın İslamcı entelektüel bir grubun 7. Abant toplantısını yaptığı Johns Hopkins üniversitesinde profesör; oranın “İleri Sosyal Araştırmalar Okulu” (SAİS) dekanı. Bizim Fethullahçı gazeteciler derneğinin ön ayak olduğu ve finanse ettiği toplantının açış konuşmasını da o yaptı. Aynı Fukuyama, bu toplantıdan kısa bir süre sonra da, ABD basınında çıkan bir yazısında, Türkiye koşullarının AB’ye girmeye yeterli olmadığını; Türkiye’nin AB’ye alınmayacağını ve alınmaması gerektiğini anlattı. Kısaca, o da, sıkı sıkıya Amerika’ya (daha doğrusu Pentagon’a) kenetlenmiş bir Türkiye’den yanaydı.
Ne var ki, burada bir sorun ortaya çıkıyor. Amerika dış politikasında, şahinler, Türkiye’de kendilerine yakın çevrelerle ve iktidarla da işbirliği içerisinde bir ideoloji geliştiriyorlar; fakat, daha önce sözünü ettiğimiz kriz de çözülmüş değil. Görünüşe göre, bu kriz sonbaharda çözülecek.
Sonbaharda Türkiye AB’den tarih alacak mı, almayacak mı? Tam üyelik perspektifinde müzakere masasına oturacak mı, oturmayacak mı?
Bana öyle geliyor ki, Türkiye tarih alsa da, almasa da, sorun, sonbaharda da çözülemeyecek ve bir takım ara formüllerle, palyatif önlemlerle daha uzun süre devam edecek. Çünkü, maalesef, Türkiye kendi politikasını kendisi üretme araçlarına sahip görünmüyor. Bu durumu yaratan toplumsal ve iktisadi koşulların uluslararası bağlantıları ile birlikte analizini yapmak kuşkusuz gerekli; fakat asıl konumuz bu değil. Burada tekrar geriye dönmek ve “uygarlıklar savaşı” bağlamında bazı şeyler söylemek istiyorum.
***
Huntington, aralarında çatışma halinde olan sekiz uygarlık saymıştı. Fakat, son tahlilde, temel çatışmanın İslam’la Hıristiyanlık arasında olacağını ileri sürmüştü. Harvard’lı profesör, en “yırtılmış” ülke olarak tanımladığı Türkiye’yi de, bu çatışmanın temelinde görüyordu. Şimdi, on yıl sonra, kendi kendimize soralım: Huntington haklı çıktı mı? Gerçekten bu yönde bir gidiş oldu mu? Belki, bu arada Türkiye’de İslamcı bir partinin iktidara gelmiş olması böyle bir izlenim uyandırabilir. Fakat gelişmeler çok daha karmaşık görünüyor ve şu kanıdayım ki, Huntington’un analizi, hem Türkiye, hem de Amerika açısından yanlış!
Neden yanlış?
Çünkü, her şeyden önce Amerika, Avrupa’dan çok daha dindar bir ülke ve Bush yönetimi de İslam düşmanı bir yönetim değil. Aslında Bush yönetimi, maddi ve askeri kriterlere dayanarak, dünyayı ikiye ayırıyor; “bizden olmayanlar bize karşıdır!” diyor. En korktuğu şey de, dindar olmayanlar, dinsizler, Allah’a inanmayanlar. Daha başbakan bile olmadan, Recep Tayyip Erdoğan, Bush’la görüştüğünde, Amerikan basınında çıkan bir habere göre, Bush müstakbel başbakanımıza “sen de Allah’a inanıyorsun, ben de Allah’a inanıyorum; çok iyi partner olabiliriz” demişti. Yani, aralarında manevi planda buluşma noktası Allah’a inanmak olmuştu. İlginçtir ki, yukarda sözünü ettiğim Abant-7 toplantısı, Fethullah Gülen’in manevi, hatta maddi desteği ile yapıldı, ve toplantı sırasında, Fethullah Gülen’in “athé”leri (Allah’a inanmayanları) en tehlikeli insanlar olarak gören beyanatları da, Türk basınında yer aldı. Demek ki, din kavgası yapmıyor Washington. Tabii Başkan Bush’un Müslümanlığa bir sempati duyduğunu kimse söyleyemez; Müslümanların hepsi Hıristiyan olsa, kuşkusuz, çok memnun olur. Fakat asıl derdi Müslümanlıkla savaşmak değil; asıl derdi, Müslümanlık ABD’ye nasıl yardımcı olur; daha doğrusu ‘ABD’ye nasıl bir müslümanlık lazım’ sorusunda somutlaşıyor. İşte ılımlı İslam, demokratik İslam, Türkiye modeli vb. gibi formül ve arayışlar da, bu bağlamda ortaya çıkıyorlar. Dikkat edilirse, bu arayış içinde olanlar arasında, Bernard Lewis gibi önemli Türkologlar da var. Hatta bir konuşmasında, Samuel Huntington, “uygarlıklar çatışması” (“clash of civilatitions”) kavramını, Bernard Lewis’in kendisinden önce kullandığını söylemişti. Yani Türkoloji, oryantalizm ve muhafazakâr ideoloji destekli bir politika, Türkiye’yi bir din savaşına değil, fakat Amerikan emperyalizminin dikensiz gül bahçesi olmaya zorluyor; hiçbir tepki vermeyen, amorf bir “arka bahçe”ye çevirmek istiyor.
Bu gelişme, elbette ki, Türkiye’de reaksiyonlar yaratıyor; yurtdışında yaşayanlardan da tepkiler alıyor. Fakat bu dağınık ve çoğu kez örgütsüz muhalefet, maalesef bu politikayı henüz sarsmış değil.
Bu politika, Türkiye’nin çıkarına, Türkiye halklarının çıkarlarına tamamen ters düşüyor. Hatta AKP’nin partizan çıkarlarının dahi aleyhine! Çünkü dinci duyarlılıkları çok kuvvetli bir seçmen tabanına dayanan AKP, komşu bir ülkede Müslümanlara yapılan zulümlere, görülmemiş baskı ve işkencelere daha ne kadar dayanabilir? Bu seçmenler daha ne kadar sessiz kalabilirler ve bu iktidarı daha ne kadar oylarıyla destekleyebilirler?
Önümüzdeki günlerde, ister istemez, sorunlar bu boyutlarıyla da gündeme gelecek görünüyor. Tehlike o zaman şöyle somutlaşacağa benziyor: Amerika, Ortadoğu krizi daha da vahimleştikçe, Türkiye’yi, Ortadoğu’da uyguladığı zulme direnenlere karşı yanına almak için baskı yapmaya başlayabilir; iç kriz tahrik edebilir ve zaten Türk Silahlı Kuvvetleri modernizasyon, araç-gereç bakımından İsrail’e, Amerikan endüstrisine vb. muhtaç olduğu için bütün bu silahları da kullanabilir.
Türkiye’deki tüm demokratik güçlerin, ülkenin bu tuzağa düşmemesi için birleşmeleri gereğine inanıyorum.
Kısaca Ortadoğu savaşı bir kültür ve uygarlık çatışması, din kavgası değildir. Hatta Amerikan halkının savaşı da değildir. Amerikalı petrol ve silah şirketlerinin ve bunlara bağlı geniş bir hizmet sektörünün ve spekülasyon ağının, sonunda Amerikan halkını da perişan edecek kirli savaşıdır. Bu savaş, elbette ki, Türkiye halklarının çıkarlarına da aykırıdır ve çıkar çatışması ister istemez bir yerde patlak verecektir; fakat, buna hazırlanmış olmak, alternatif politikaları üretmiş olmak gerekiyor. İşte ideolojinin bittiği, bilimin başladığı yer de, bu politikaların üretilme biçimi olmalıdır. Aksi takdirde, geçen yıllarda yaşadığımız krizlerin daha derinlerini yaşama durumuna düşebiliriz ve bunlardan çıkabilecek rejimler de maalesef askeri diktatörlüklerdir, faşist diktatörlüklerdir.
***
Bu analiz çerçevesi içinde, son aylarda Amerika’nın ortaya attığı Büyük Ortadoğu Projesi’nin yeri nedir? Sözlerimi bitirirken, birkaç kelime de bu konuda söylemek isterim.
Öyle görünüyor ki, Büyük Ortadoğu Projesi de, aynı çıkarlar bağlamında kotarılmış, demagojik bir projedir. Aslında, bugünkü aşamada, buna bir “proje” demek bile zordur. Bununla ilgili tek belge, sadece Londra da yayınlanan Dar el Hayat adlı bir Arap gazetesinde İngilizce olarak yer almıştır. Çıktıktan birkaç gün sonra da, bir Mısırlı ünlü entelektüel, aynı gazetede, bu projeyi ağır bir şekilde eleştirerek, bunun demagojik bir tasarı olduğunu ileri sürmüştür. Yine aynı günlerde, Mısır Devlet Başkanı Hüsnü Mübarek de, projenin bir yanılsama (illusion), bir hayal ürünü olduğunu ifade etmişti.
Aslında, Amerika’da toplanacak G-8’lere, Arap dünyasındaki sefaletin kendileri için de ne kadar büyük bir tehdit olduğunu anlatmak üzere geliştirilmiş olan tasarı, bir kalkınma programı öneriyor. Buna göre, beş yıl boyunca, bütün bölgeye senede 400- 500 milyon dolar kredi verilecek. Bu krediler de, daha çok, mikro-finans ölçeğinde küçük işletmelere gidecek. 1 milyon 200 bin kadar küçük işletme bu kredilerden yararlanacak ve bu işletmelerin 700 bini de kadınlara ait olacak! Görüldüğü gibi, projeye, biraz feminizm ya da “laiklik” de katılmış! Fakat böyle koskocaman bölgeye senede 400-500 milyon dolar ayıracaksınız ve bunu beş yıl boyunca 1 milyondan fazla şirkete dağıtacaksınız; bölge böylece giderek demokratik olacak, laik olacak! Bu belgeyi ciddiye almak mümkün mü?
Belge, esas olarak, Arap dünyası için geliştirilmiş bulunuyor ve Türkiye’nin adı da sadece bir kez; proje kapsamına giren ülkeler arasında geçiyor.
***
Sonuç olarak, şunu söylemek isterim: Türkiye için bugünkü koşullarda iki iktidar almaşığı bulunuyor: Birincisi, mevcut iktidar: AKP, İslamcı duyarlılığı ile, AB’ye, Avrupa’yı sevdiği, Batılı değerleri paylaştığı için değil; İslamcı özgürlükler orada daha iyi korunur; modern bürokrasinin baskılarına orada daha sağlam bir sığınak buluruz, diye girmek istiyor. Onun karşısında da, ulusalcı denilen büyük bir kesim –CHP’yi de içine alan–, sayıca olmasa bile, güç itibarıyla önemli bir kesim var. Aralarında rejim konusunda ayrılıklar olan bir çok gruptan oluşan bu kesimin ortak özelliği, yeri geldikçe TSK sırtından baskıları da ihmal etmeden, Amerikan emperyalizmi ile ittifak bağlarımızı kendi emperyal çıkarlarımız lehine kullanabilmek ve iktidar çatışmasını daha çok laiklik-şeriatçılık eksenine oturtarak, mevcut iktidarı bir an önce iktidardan düşürmek..
Kişisel olarak, asıl halkçı, halk lehine bir politikanın, bu ikisinin de dışında, devrimci-demokratik bir politika olduğunu düşünüyorum. Zannediyorum, içinde bulunduğum grup da, çoğunluğu itibarıyla, böyle bir arayış içerisinde ve onun için, kendimi, burada bulunmaktan mutlu hissediyorum. Fakat bu eğilimin çok daha yaygın, çok daha güçlü olması gerektiği kanısındayım. Aksi takdirde, korkarım ki, yaşadığımız dramları, belki daha da büyük boyutlar içinde, tekrar yaşama tehlikesi ile karşı karşıya kalacağız.