NATO zirvesi, bop ve anti emperyalist mücadele

ABD ve İngiltere’nin başını çektiği emperyalist güçlerin, merkezinde Ortadoğu’nun yer aldığı yeniden yapılandırma operasyonu, özünde, silah, petrol ve enerji tekellerinin bölge ve dünya halklarına karşı sömürücü ve sömürgeci savaşıdır. Henüz bir çok açıdan işin başında olunması; ABD Başkanı Bush’un deyimiyle, onlarca yıl sürebilecek bir emperyalist savaş-terör politikasının ilk adımlarının atılıyor olması ve sonuçlarının şimdilik Ortadoğu ülkeleriyle (onlarında bir kaçıyla) sınırlı olarak ortaya çıkması, bu gerçeği değiştirmiyor.
Emperyalist yeniden yapılandırma operasyonunun bir tarafında uluslararası tekelci sermaye ve işbirlikçileri ve onların çıkarları vardır. Diğer tarafında ise, işçi sınıfı ve ezilen halklar ve onların çıkarları vardır. Mücadele bu taraflar arasında bir mücadele olarak keskinleşmekte, saflar belirginleşmekte ve geleceği bu taraflar arasındaki kapışmanın tayin edeceği görünmektedir.
Şüphesiz bu mücadele yeni ortaya çıkan bir mücadele değildir. Geride bıraktığımız yüzyılın mücadelesidir. Ancak yakın geçmiş ve günümüzde yaşanan gelişmeler, mücadelede yeni bir döneme girildiğine işaret etmektedir.
28-29 Haziran’da İstanbul’da toplanan NATO Zirvesi ve ABD’nin çerçevesini çizdiği, son dönemlerin temel tartışma konularından olan Büyük Ortadoğu Projesi (BOP), bu saflaşma ve çatışmanın, özünde, sermaye güçleri ile işçi sınıfı ve halk güçleri arasında bir saflaşma ve çatışma olduğunu gösteren güncel, çarpıcı olay ve olgulara sahne olmuştur, olmaktadır.
NATO Zirvesi’nin Türkiye’de toplanacağı ve Türkiye’nin BOP’un “merkez gücü, eksen ülkesi” olarak bu emperyalist operasyonun ön cephesine sürüleceğinin ilan edilmesinin ardından, bu işi isteyenlerin, bundan çıkarı olanların kimler olduğu, Türkiye, bölge ve dünya halklarının gözünde daha bir netlik kazanmaya başlamıştır.

NATO ZİRVESİ’NİN VE BOP’UN ARKASINDAKİ GÜÇLER, SERMAYE GÜÇLERİDİR
ABD’nin emperyalist terör ve savaş politikalarının amacı, Ortadoğu, Ortaasya ve Kafkaslar bölgesindeki petrol ve enerji birikimini ve geçiş yollarını mutlak denetime almaktır. ABD emperyalizminin, varlığını sürdürebilmek ve tekelci kapitalizmin yeni ihtiyaçlarını karşılayabilmek için buna ihtiyacı olduğu her fırsatta ortaya çıkmaktadır.
Bunun için, bir dönemin bu bölgelerdeki hegemonya ilişkileri, dengeleri, mevzilenmeleri ve buna bağlı olarak şekillenen ekonomik, sosyal, idari ve askeri rejimleri ABD tarafından yeniden biçimlendirilmektedir.
Bu emperyalist saldırganlık, ABD ve ona bağlı propaganda merkezleri tarafından “bölgede demokrasi, insan hakları ve evrensel hukuku egemen kılma”, “güvenlik ve teröre karşı mücadele”, “üstün-modern batı medeniyetini tehditlerden koruma” adı altında ne kadar haklı gösterilmeye çalışılırsa çalışılsın, gerçekler balçıkla sıvanamamakta, üstü örtülememektedir.
ABD’nin California eyaletindeki La Verne Üniversitesi profesörlerinden William Cook, Evrensel Gazetesinde yayımlanan röportajında bu durumu şu cümlelerle özetliyor: “Bush… Amerika’nın dünyaya demokrasi ve özgürlük getirmek ile görevlendirildiğini söyleyerek. enerji çıkarlarını maskelemek zorunda.” (…) “Cheney’nin demokrasiden kastettiği şey pazarların yabancı şirketlere açılması, yabancı yatırımların önündeki engellerin, ekonomik engellerin kalkması, kamu kaynaklarının özelleştirilerek uluslararası şirketlere sunulması ve dünya çapında ABD hegemonyasıdır. “
Bunun bir parçası olarak, Irak işgal edilmiş, işgal çemberinin genişleyeceği her fırsatta dile getirilmiş, emperyalistler ve işbirlikçileri arasında çelişki ve saflaşmalar belirginleşmiş, NATO Zirvesi ve BOP aracılığıyla, ABD, hedeflerini ve konumunu tahkim etmeye yönelmiştir.
ABD’nin BOP kapsamında, NATO aracılığıyla sürdürmek istediği emperyalist terör ve işgal siyasetinin, ABD’nin tekelci kapitalizminin ihtiyaçlarını karşılamaya dönük olduğu ve emperyalist ABD burjuvazisinin çıkarları doğrultusunda gündeme getirildiğinin resmi belgesi, ABD Senatosu’na sunulan “Büyük Ortadoğu ve Ortaasya Kalkınma Yasası-2004” adı altında sunulan yasa tasarısıdır. 8 Nisan tarihinde ABD Senatosu’na sunulan 2305 sayılı tasarının 2. bölümünde özetli şu saptamalar yapılıyor:
● Terörizme karşı savaş; ABD’nin Büyük Ortadoğu ve Orta Asya’yı kendi siyasi, ekonomik ve güvenlik dinamiklerine sahip stratejik bir bölge olarak değerlendirmesini gerektirir.
● Büyük Ortadoğu ve Ortaasya; ekonomik kalkınma ve siyasi hürriyet konularında ortak engellerle karşı karşıyadır.
● Ekonomik kalkınma, serbest ticaret ve özel sektörün geliştirilmesi yoluyla, terörizme zemin hazırlayan radikal siyasi eğilimlerin önü kesilebilir.
● ABD’nin Büyük Ortadoğu ve Ortaasya’da hürriyete verdiği destek; bölge hükümetleri ve halklarıyla yeni, kapsamlı ortaklık programlarını içermelidir. Bu programlar ile dürüst yönetim, siyasi hürriyet, özel sektörün geliştirilmesi ve açık ekonomiler teşvik edilmelidir. 
● AB üyeliği isteği desteklenmesi gereken Türkiye, Büyük Ortadoğu ve Ortaasya’ya ekonomik kalkınma ve istikrar getirme çabasında eksendir ve temel bir rol oynamaktadır.
Bu özet saptamalar, ABD’nin nasıl bir emperyalist sermaye saldırganlığı içinde olduğunu çarpıcı şekilde gözler önüne seriyor.
Yine, son birkaç aydır Türkiye gündemine oturan NATO Zirvesi ve BOP’un Türkiye’deki işbirlikçileri ve savunucularının tablosu da bu açıdan çarpıcıdır.
Türkiye’de her renkten sermaye örgütünün (TÜSİAD, MÜSİAD, TOBB vb.) arkasında birleştiği AKP hükümeti başta olmak üzere, işbirlikçi tekelci sermaye çevreleri ve sermaye basını adeta tek ses olmuş durumda. Bu işbirlikçi sermaye takımı, ABD tarafından Türkiye’ye biçilen rolün ne kadar iyi ve gelecekte Türkiye’nin bölgedeki konumunun güçlenmesi açısından ne kadar gerekli olduğunu anlatmak ve kamuoyunu ikna etmek için, her gün, her saat kırk takla atıyor.
NATO Zirvesi’nin sponsorluğunu yapan holding ve şirketler bile, başlı başına, Türkiye, bölge ve dünya işçi sınıfı ve ezilen halklarının uluslararası tekelci sermaye ve işbirlikçilerinin yeni bir saldırganlığıyla karşı karşıya olduklarını gösteriyor. NATO Zirvesi’nin sponsorluğunu yapan Doğan Yayın Holding, Coca Cola, Aksa, Çalık Holding, Doğuş Otomotiv, Efes Pilsen, FNS/UDLP/NUROL (silah tekelleri), Enterkon, MNG Bank, Nurus, Petrol Ofisi, Sanko, Türkcell, Setkom, İş Bankası, Türkiye Müteahhitler Birliği, TOBB, Ülker, Ulusoy, Vestel (Zorlu Grubu); halka karşı oluşturulan Amerikancı saldırı cephesinin işbirlikçi sermaye kolunun öncü kuruluşları durumdalar.

TEMEL GÜÇLER, İŞÇİ VE EMEKÇİ HALKTIR
Açıktır ki, bu sermaye cephesini oluşturan ABD emperyalizmi ve işbirlikçilerine karşı yürütülen mücadelenin temel güçleri; çıkarları onlarla çatışan, taban tabana zıt olan işçi, emekçi, halk güçleridir. Emperyalist yeniden yapılandırma operasyonu kapsamında çözülen ve yeniden şekillendirilen sisteme karşı, bugüne kadar hangi renkten burjuva politik akımın ve propagandalarının etkisinde kalmış olursa olsun, anti-emperyalist mücadele saflarında birleştirilebilecek kesimleri, işçi, emekçi halk kesimleri oluşturmaktadır.
Başını ABD emperyalizminin çektiği sermaye cephesi ve işbirlikçilerinin yeniden yapılandırma operasyonunun güncel saldırı politikalarının içeriği de açıkça gösteriyor ki, işçi sınıfı ve ezilen halklar, bütün dünyayı sarabilecek bir hegemonya savaşının tehdidi altındadır. Bu emperyalist saldırı politikaları, en başta da işçi,emekçi sınıfları ve ezilen halkları vurmaktadır. Afganistan, Filistin ve Irak’ta yaşanan işgal, işkence ve katliamlar, bir yandan insanlığın biriktirdiği bütün ilerici değerleri yok ederken, acı faturayı ise, işçi sınıfı ve ezilen halklar ödemektedir.
Gerek dünya ölçeğinde, gerekse bölge ve Türkiye açısından yaşanan olay ve olguların örgüsünün bütün karmaşık görünümüne rağmen, gelişmeler yakından incelendiğinde, bu gerçek açıkça görülecektir. Bu gerçek, aynı zamanda, emperyalistler ve işbirlikçilerine karşı, işçi sınıfı ve ezilen halkların anti-emperyalist talepler etrafında mücadeleye seferber olmalarının koşullarının her geçen gün daha fazla olgunlaşmasını da içeriyor.
Türkiye’de de koşullar doğru değerlendirilerek doğru eylem ve mücadele yöntemleriyle hareket edildiğinde, güçlü bir anti-emperyalist mücadele dalgasının yaratılması mümkündür. İşçi, emekçi halk kesimlerinin, çeşitli burjuva politik akımlardan etkilenme ve saflaşma konumlarının güncel görünümü ne olursa olsun, halk güçlerinin anti-emperyalist bir mücadele cephesinde birleştirilmesi için mevcut koşullar iyi değerlendirilmek durumundadır.*
Birkaç aydır Türkiye’nin gündemini oluşturan NATO Zirvesi’ne karşı sürdürülen mücadele, bu açıdan, kısa süre içerisinde önemli bir birikim yaratmıştır. Irak’ta yaşanan işgalin gerçek yüzünü ortaya koyan işkence fotoğraflarının kamuoyuna yansıması, halk yığınlarının öfke ve tepkisinin artmasına neden olmuş ve bu tepki, çeşitli eylemlerle sokaklar ve meydanlara yansımıştır.
Fabrikalarda, işyerlerinde, okullarda, kahvelerde, günlük hayatın her alanında halkın ABD’ye karşı öfke ve tepkisi NATO Zirvesi yaklaştıkça daha da belirginleşmiştir. Alevi, Sünni, İslamcı, Kemalist, ilerici, sosyalist, her tür politik etkilenme ve gruplaşma içerisindeki çevreler ve çeşitli inanç ve politik akımların etkisindeki işçi, emekçi halk kesimlerinde ABD’nin bölgedeki politikalarını sorgulayan tutumlar öne çıkmıştır.
NATO Zirvesi için Türkiye’ye gelen devlet adamlarına gösteri yapmak üzere Çırağan Sarayı’na davet edilen Alevi Semah grupları bu davetleri reddederken, camilerden protesto sesleri yükselmiştir. Semt pazarlarında, mahallelerde, işyerlerinde ABD ve işgale karşı yapılan eylem ve etkinlikler, halk yığınları tarafından destek ve takdirle karşılanmıştır.
Bir yandan bunlar yaşanırken, bir yandan da işçi, emekçi halk kesimlerinin tepkisinin daha yaygın ve kitlesel olarak sokağa yansımasını engelleyen, halkın anti-emperyalist mücadeleye katılımını zayıflatan bir dizi tutum, anlayış ve eylemler de gündeme gelmiş, adeta sermayenin halk düşmanı, iki yüzlü propagandalarına çanak tutmuştur.

BİREYSEL TERÖR EYLEMLERİ SERMAYE VE GERİCİLİĞE HİZMET ETMİŞTİR
NATO Zirvesi yaklaştıkça sıkışan sermaye ve hükümet, halkı ikna etmeye yönelik propagandalarına hız vermiş, AKP hükümetinin sözcüleri ve Başbakan Erdoğan, İsrail’in Filistin’de sürdürdüğü işgal ve soykırım karşısında “yalancı pehlivan” çıkışları yaparak, halkın ABD ve işbirlikçilerine yönelen öfkesini dindirmeyi amaçlayan demeçler vermiştir.
İşgal, işkence, NATO ve BOP konusunda sermaye ve halk güçleri arasında yaşanan saflaşmayı, sermaye cephesi lehine dağıtıp zayıflatan terör eylemleri, Amerikancıların, NATO’cuların imdadına yetişircesine son birkaç hafta içerisinde gündeme gelmiş, halk düşmanlığının malzemesi yapılmıştır. İşçi, emekçi halk kesimlerinin tepkisinin yönünü saptırmaktan, devletin İstanbul ve Ankara başta olmak üzere halkı terörize etmeye yönelik adımları meşrulaştırmaktan başka hiçbir işe yaramayan bu tür eylemlerin, işgalcileri, işkencecileri ve işbirlikçilerini değil halkı vurduğu gerçeği, aklı başında bütün herkes tarafından kabul edilir, kavranır ve tepkiyle karşılanır durumdadır.
“NATO’yu Türkiye’den terörle mi kovacaksınız?”, “NATO’ya, işgale ve işkenceye karşı terörle mi yanıt vereceksiniz?” diyerek, eylemlere, mitinglere çağrı yapanlara halkın tepki göstermesine neden olanların aymazlığının halkı ve mücadelesini vurarak zayıflattığı ve güçlerini etkisizleştirdiği ortadadır. İşçi, emekçi halk kitlelerinin duygularını, tepkilerini, öfkesini dikkate almayan, fırsatçılık, reklamcılık, adını duyurma, “militanlık” vb. ne adına olursa olsun, bireysel terör eylemleri sermaye cephesinin değirmenine su taşımaktadır.
Bu terör eylemleri bir kez daha göstermiştir ki, anti-emperyalist bir mücadele cephesinin, halk güçlerinin sermaye cephesine karşı birleştirilmesi çabalarının dışardan olduğu kadar içerden görünen baltalayıcıları da vardır. Şüphesiz sadece bugün açısından değil, dün ve yarın açısından da, bu anlayışların, işçi sınıfının, halkın mücadelesine katacak bir şeyleri yoktur, ama zararları da çoktur. Mücadelenin ilerlemesi ve başarısı için, bu tutum ve anlayışlardan arınarak, ayrışarak ilerlemek bir zorunluluktur.

MERKEZİ EYLEM VE PROTESTOCULUK DEĞİL, KİTLESEL VE YAYGIN GÖSTERİLER
İşçi sınıfı ve emekçilerin sermaye sınıfının saldırılarına karşı mücadele birikiminin gösterdiği önemli bir olgu da; fabrika ve işyerleri, sanayi havzaları, mahalleler, bölgeler ve illerdeki çalışma ve mücadelenin alternatif kılınan terk merkezci, protestocu eylem ve anlayışın, halk kitlelerinin mücadelesini ilerletici, genelleştirici ve yaygınlaştırıcı değil, daraltıcı, en ileri kitlesinin katılımıyla sınırlayıcı ve zayıflatıcı olduğu gerçeğidir. 27 Haziran merkezi İstanbul eylemi, bu gerçeği bir kez daha doğrulamıştır.
Kitle eylemlerinin kalkış noktası; işçi sınıfının, emekçilerin, halkın öfke ve tepkisini olabilecek en yaygın; fabrikası ve işyerinde çalışan, semtinde, mahallesinde yaşayan halkın birleştirilmesi ve en ileri noktadan katılımını mümkün kılacak şekilde dile getirmesini sağlamak olmalıdır. Bunu zorlaştıran, tek ve güçlü bir protesto eylemiyle sonuç alınabileceğini düşünen ya da bunun halk kitlelerinin mücadele ve örgütlenmesini ilerleteceğini sanan yaklaşımın yanlışlığı, yüz binlerce işçi ve emekçinin katıldığı merkezi Ankara eylemleriyle bir çok kez görülmüştür.
Milyonlarca emekçinin yaşadığı kentlerde, mücadele ve eylemlerin, halkın tepkisini yüz binlerle dile getirmesinin araç ve olanaklarını iyi değerlendiren, kitlelerin eyleme katılımını zorlaştıran değil kolaylaştıran biçimlerini tercih etmek yerine, gösterişçilik ve eylemi amaç haline getiren anlayışların mücadeleye katkı sunmadığı açıktır.
27 Haziran’da “İşgale, Bush’a ve NATO’ya Karşı Büyük Buluşma” eyleminin, birçok ilde, işyerlerinde ve mahallelerde halkın daha kitlesel katımıyla ve daha yaygın olarak gerçekleştirilebileceği gerçeği, geriye dönüp bakıldığında, halkın öfke ve tepkisinin örgütlenmesi anlayışıyla hareket eden herkes tarafından teslim edilecektir. Sınıfın devrimci partisi, birçok vesileyle ve birçok kez bu gerçeklerin üzerinde durmasına rağmen, “bölücü olmama, birleştirici olma” adına İstanbul’da tek bir merkezi eylem kararına itiraz etmeyerek bir yanlışa ortak olmuştur. Birçok ilde 27, 28 ve 29 Haziran’da kitlesel miting ve gösteriler düzenleme olanağının kullanılmamış olması, gerek genel ve gerekse özel olarak sınıf partisi açısından kabul edilemez bir olgudur.**
Kuşkusuz, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı mücadele, NATO Zirvesi’yle sona ermiş ya da erecek değildir. NATO Zirvesi’yle Türkiye’nin BOP’un eksen ülkesi haline getirilmesine ve emperyalizm ve işbirlikçilerine karşı mücadele, kuşkusuz önümüzdeki dönem de devam edecektir. Sendikaların, emek örgütlerinin ön cephesini tutan güçler ve sınıf partisi, önümüzdeki süreçte, yaşananlardan doğru sonuçlar çıkarmış bir tutumla hareket etmek durumundadır.

Ateşkes tartışmaları ve tutumlar

Kongra-Gel, 1999’da PKK tarafından ilan edilen tek taraflı ateşkesin, bir karşılık bulmadığı gerekçesiyle, 1 Haziran 2004 itibarıyla kaldırıldığını açıkladı. Eski boyutlarında olmasa da yeniden bir dizi operasyon ve çatışmalar başladı. Oluşan yeni durumla birlikte, tartışmalar başladı ve bir dizi yaklaşım ve tutum ortaya çıktı.
Doğrudan taraflar sayılmazsa, tartışmalarda pozisyon alış ve tavırlar belli başlı üç grupta toplandı. Sürdürülen tartışmalar ve konuyu ele alışta ortaya çıkan yaklaşımları irdelemek gerekiyor.
Birinci grubu, soruna, tamamen kurulu düzenin selameti ve “devletin bekası” açısından yaklaşan Hürriyet ve Ertuğrul Özkök başta olmak üzere yazarları, Milliyet ve Taha Akyol, Fikret Bila başta olmak üzere Hasan Cemal gibi köşe yazarları, Yeni Şafak ve Aksiyon gibi dergiler oluşturuyor. Bunlar, aslında taraftır, taraf olarak konuşmaktadırlar. Pozisyon ve tutumlarının ana çizgisi ise; “Zana ve arkadaşları bırakıldı, radyo ve TV’de Kürtçe yayınlar başlatıldı, Kürtçe kurslar açıldı, tam AB’ye yakınlaşılır ve AB perspektifiyle hayal bile edilemeyecek bir demokratikleşme yaşanırken ateşkes de nerden çıktı, ateşkesi bozanların katli vaciptir.” şeklindedir. Kimileri, Kongra-Gel’in, ABD tarafından AB süreci ve demokratikleşmenin üzerine sürüldüğünü de ileri sürme noktasındadır.
Anadilde eğitim hakkını kapsamasa da Kürtçe kursların açılması ve sınırlı da olsa Kürtçe radyo-TV yayını kuşkusuz tümüyle olumsuzlanamaz. Bu iki sınırlı –ve üstelik tehdit altındaki– gelişme, özünde, inkar edilerek yok sayılan Kürtçe ve dolayısıyla Kürtlerin varlıklarının tanınması anlamına gelmektedir. Ancak, inkar politikasında bir çözülmenin, bu politikanın eski biçimiyle sürdürülemez hale geldiğinin kanıtlarını oluşturmaktadır. Eskiden “Kart-kurt” olan, artık Kürtçe ve Kürt olmuştur. Bu iki hakkın kabulünün “tombaladan çıkmadığı”, örneğin Kongra-Gel’i “terörist örgüt” ilan eden Avrupa “demokratizmi”nin ürünü değil, belirli emperyalist çıkarlara ulaşmaya çalışan AB’nin pozisyonu ve Türkiye’nin AB üyeliği süreci tarafından kolaylaştırılsa bile, bedelleriyle birlikte uzun bir mücadelenin ürünü olduğu kesindir. DEP’li vekillerin salıverilmeleri ise, gericiliğin, artık ayaklarına dolanmakta olan bir “yük”ten kurtulmaları içeriklidir. Bırakılmaları “iane” ya da Kürt-severlik olmadığı gibi, 10 yıldır, sadece, bir dil olarak Kürtçe’yi ve Kürtlerin haklarını dillendirip savunmaları nedeniyle cezaevinde tutulmalarının haksızlığı ve inkarcılığı, hâlâ orta yerde durmaktadır.
Evet, bu adımların önemi vardır. Ancak hiç kimsenin kurs, yayın ve DEP’lilerin bırakılmalarını öne sürerek, Kürtlerin varlık ve Türklerle eşit haklara sahip olma haklarına karşı çıkmaya, buna yeltenmeye hakkı olamaz.
3 Kurs açılmıştır. Pencere-kapı boyutlarının santimlerine varıncaya kadar inkar bahaneleri karşısında sürdürülen uzun uğraşlar sonucunda, bu yazıda tartışılması gerekmeyen ciddi sınırlamalarla kurs açılmış olması, dil ve eğitim sorununun çözümü kuşkusuz değildir. Radyo-TV yayınları, aynı şekildedir. Sabahın köründe ve son derece sınırlı süreli –TV’de haftada bir– yayın, hangi ihtiyacı karşılayacaktır? Bu iki sınırlı adımın dil ve hak eşitliğini sağlamadığı ve sağlayamayacağını her aklı başında kişi kabul edecektir. Anadilde eğitim, Kürtçe ve Kürt kültürünün geliştirilmesi, hak eşitliğinin bu olmazsa olmazları ne olacaktır?
Birinci grubu oluşturan Kürt sorunu karşısındaki inkarcı takımının yanıtları hazırdır: Çok bile, şükretsinler, otursunlar oturdukları yerde! Başbakan yardımcısı bu koronun assolisti pozisyonunda eklemiştir: “Ya da sopa!”
Tartışmaya böyle katılmakta, “ya verilenle yetinin ya da sopa yersiniz!” demektedirler.
Tutumlarının ayırt edici öneme sahip bir yönü ise, içeriden karıştırıcılık içeriklidir, en çok Zana ve arkadaşları üzerinden geliştirmeye çalıştıkları, Kürt hareketini ve genel olarak Kürtleri bölmeye yönelik çabalardır. Sanki herhangi bir Kürt ya da Kürt hareketi ve örneğin Öcalan barışı, üniter devlet içinde birliği ve anayasal vatandaşlığı yıllardır öne sürmüyormuş, “ne inkar ne ayrılık” demiyormuş, ama silaha sarılmayı savunuyormuş gibi, barışçı mesajlarından hareketle, Zana’yı, barışın ve uzlaşmanın temsilcisi sayıp Kürt hareketinin karşısına dikmeye çalışarak, sonuç alma peşine düşmüşlerdir. Zana’ya bu yönde açık çağrılar yapılmıştır. Bunu Fethullah’ın Aksiyon’unda açık olarak görüyoruz:
“Kürtler için ‘sembol’ haline gelen Leyla Zana’nın barış çağrıları yapması ve bölgenin huzura, kalkınmaya ihtiyacı var söylemi olumlu tepkilere neden oldu. Ancak devletle barışan Zana’ya terör örgütü soğuk bakmaya başladı.(…) Leyla Zana’nın açıklamaları, PKK/KONGRA-GEL’in sorumlusu Murat Karayılan’ı çileden çıkarmışa benziyor. Karayılan geçtiğimiz hafta ortasında yayımladığı bildiride; bu şekilde devam etmesi halinde Zana’ya yönelik eylem için örgütten karar çıkartacaklarını söylüyor.(…) Karayılan (…) Medya TV’de yaptığı konuşmasında, Zana’nın Kürtleri kullanarak yeni bir siyasi anlayışı başlatacağını belirtti. Karayılan bir de tarih veriyor; önümüzdeki Aralık ayında Zana partisini kuracak. Doğrusu, mitinglerde Zana’nın bir parti genel başkanı gibi karşılanması, çeşitli senaryoları da beraberinde getiriyor. Öte yandan, zaten bunalımlı günler geçiren terör örgütünün Zana’dan dolayı iyice çözüleceği gerçeği de giderek anlam kazanıyor.”  Aksiyon’un bir sonraki yazısının ise başlığını vermekle yetinelim: “Güneydoğu PKK ile DEP Kıskacında”!
Kuşkusuz, magazin haberciliği yapmıyor Fehullahçılar. Yazdıklarının bir kelimesi bile doğru değil. Örneğin sözünü ettikleri TV’nin bile adı “Medya TV” değil. Yönlendirmeye dayalı olarak açıkça politika yapıyor, Kürtleri ve Kürt sorununu istedikleri geri çizgiye çekmeye çalışıyorlar. Çizgileri de “ılımlı” ya da “Amerikancı İslam”. Kürtleri çekmek istedikleri çizgiyi ve kendi genel çizgilerini ise bir sonraki “Çözüm Ortak Değerlerde” başlıklı yazı dillendiriyor.
“Uzun Osmanlı yılları”ndan övgüyle söz eden, Safavilere karşı Kürtlerin Yavuz’un yanında yer alışından, Kürt bölgelerine tanınan “otonomi”den, “bu durum(un) onlara kimliklerini koruma imkanı verdiği gibi, feodal düzenin sürmesini kolaylaştıran bir hukuki düzen de getirmiş oldu(ğundan)”  bahis açan dergi, bir saptama yapıyor: “Osmanlı tarihi bakımından belirtilmesi gereken bir diğer olgu da, Kürtlerle Türklerin kaynaşmış olmalarıdır.”  Nasıl? “Kaynaşma” temeli ne? Bunu, Abdülhamid ve “Hamidiye Alayları”na ilişkin söylenenlerden anlıyoruz:
“Abdülhamid’in getirdiği çözümün çatısını da ‘Hamidiye alayları’ oluşturdu. Abdülhamid’in ismine kurulan bu alaylar, Güneydoğudaki Kürt aşiretlerinden adam devşirilerek bölgeyi Osmanlı devleti adına korumak amacıyla kurulan yarı askeri birliklerdi.(…) Hamidiye Alayları, aynı zamanda Kürtlerin devlete olan sadakatlerini pekiştirmek gibi bir amaç da taşıyordu.
“Aslında alaylar, Sultan Abdülhamid’in Kürtleri devlete daha da ısındırmak ve bağlılıklarını artırmak için yürüttüğü kapsamlı projenin parçasıydı. Projede Kürt önde gelenlerinin çocuklarının İstanbul’da eğitilmesi, bölgeye gönderilen din adamları yoluyla ‘Osmanlı’ bilincinin güçlendirilmesi gibi unsurları da vardı.”
Kürtlerin, haklarının tanınması ve eşitlik ve kardeşliğe dayalı birlik ve kuşkusuz barış yerine devlete payanda edilmelerine dayanan “tarihsel çözüme” atıf sonrasında dergi, noktayı şöyle koymaktadır: “… gerek Demokrat Parti döneminde, gerekse Anavatan Partisi iktidarında bir takım olumlu adımlar atıldı. Ancak bu adımlar başarılı olamadı ve sorun günümüze kadar büyüyerek geldi. Şimdi yeni bir dönemin başında kapsayıcı projelere ihtiyaç olduğu anlaşılıyor. Yanı başında Irak gibi istikrarsız bir yapının olduğu bir dönemde Türkiye’nin, tıpkı Osmanlı zamanında olduğu gibi, ülkede yaşayan bütün unsurları ortak manevi değerlere dayalı, kardeşlik duygusuyla kucaklayacak politikaları hayata geçirmesi gerekiyor.”
Sözü edilen kardeşlik ise, tıpkı şeyhi olduğu Fethullah gibi, devletle sorunlu olan Bediüzzaman Said Nursi’ye dayandırılarak açıklanmaktadır: “İslam kardeşliği esastır.”!
Burada ne Kürtlerin ve haklarının tanınması vardır, ne eşitlik ve ne de özgürlük ve eşitlikleri onaylanmış bir “kategori” olarak, şu veya bu örgüt ya da kişi şahsında muhatap alınmaları. Önerilen ve ateşkese ilişkin tartışmalar sürecinde yönlendirmelerle yolu açılmaya çalışılan, Irak vb.’yi de kapsayan BOP çerçevesinde Kürt sorununun, inkara dayalı çözümü politikasında “bir adım” gerilemeyi ve sözde Kürtlüğün –gerçekte, payanda kılınmasının– tanınmasını temsil eden yeni inkarcı-devletçi, Amerikancı İslamcı “çözümü”dür. “Hamidiye Alayları” fikir ve pratiğinin güncel koşullarda yenilenmesi içerikli “İslam kardeşliği”ne, ama ulusal haklarının tanınmamasına dayalı “çözümü”. Bu nedenle, Erdoğan da, “düşünmezseniz Kürt sorunu yoktur” noktasından, bu soruna el atma noktasına “ilerlemiştir”.
Ateşkes tartışmaları ekseninde sözünü ettiğimiz birinci grup içinde Aksiyon ve Fethullahçılar üzerinde bunca durmamızın nedeni, grup içinde yer alan diğer burjuva gerici sözcülerin de çıkış yolu olarak, bu “çözüm”e eğilim göstermeleri ve destek sunmalarıdır. Bir yandan “sopa”, bir yandan da Kürt hareketinde bölünmeye oynayarak, böyle bir “çözüm”e yönlendirme, bu gruba dahil olanların ya doğrudan savundukları ya da destek verdikleri tutumdur. Örneğin Taha Akyol, bu tutumun savunucu ve sözcülerindendir.

İKİNCİ “SEÇENEK”
Birinci gruptakiler de Kürtlerin sözde bir dizi haklarının tanınması üzerinden “daha ne istiyorlar, belalarını mı arıyorlar” türünden politika geliştirirlerken, tartışmalarda ikinci pozisyon alış, yine Kürtlerin ve haklarının sözde tanınması üzerinden geliştirildi. Bu gruptakilerin birincilerden farkı, sopa sallamamaları, Kürtlere belirli bir dostluk öngörürlerken, “ateşkesi bozmaları” üzerinden yine onları suçlamalarıdır.
Bu gruptakilerin başını Birgün ve bazıları dışında yazarları çekti. Küresel solculuğu savunmaktaydılar, “zaten ulusal sorunlar ve ulus devlet aşılmıştı!” Küresel saldırganlık karşısındaki uyum ve uzlaşmacılık, sistem içi pozisyon alış, Kürt sorunu karşısında tutum geliştirirken de sürdürüldü. Evet, Kürt sorunu vardı ve çözümü de ihtiyaç halindeydi. (Gerçi birinci gruptakiler de, sorunun varlığını kabul noktasına gelmişlerdi.) Bütünüyle düzen ve devlet adına, topyekun inkarcılıkla konuşmadılar; ancak bu gruptakiler de, “tam da şu şu hakların tanındığı koşullarda neden böyle..” deyip, eleştiri oklarını Kürtlere ve Kürt hareketine yönelttiler.
Öyle miydi? Haklar tanınmış ya da tanınmakta mıydı? Tersine, bir-iki son derece sınırlı hak tanıma üzerinden, Kürtlerin hakların tanınabileceği ve hiç de bir bölünmeye yol açmayacağı görülmemiş miydi? Öyleyse “tanınmış haklar”dan söz açmanın ve “bu durumda da olur mu?” demenin alemi var mıydı? Tam aksine, “olur mu” deme yerine, sınırlı hakların olumsuzluk konusu olmayışını da ileri sürerek, dönüp burjuvazi ve devlete, “Verin Kürtlerin haklarını, çözün Kürt sorununu”, “Kürtlerin varlıklarını ve haklarını tanırsanız, dil ve hak eşitliğini kabul ederseniz, sorun çözülecek, çatışma da, savaş tehlikesi de ortadan kalkacak” demek, kısacası; Kürtlere yüklenmek yerine, mecbur kaldığı adımları tam bir “pintilik”le atan burjuvazi ve devlete, hükümete yüklenmek gerekmez ve doğru olmaz mıydı? Ama bu grup da, kolayı seçti, ezilene yüklenme tutumunu geliştirdi. Sopayla ya da başka türlü tehdit etmedi, ancak, burjuvazi ve devlete “ver” demedi, “sorunu bitir, hallet” demedi , ezilene “sus” ve –neyse verilen, onunla– “yetin” dedi, “ne isteyip duruyorsun, neden sorun çıkarıyorsun, sorun çıkarma” dedi. Oysa, sorun zaten vardı; böylece, sorunun varlığını görmezden gelmiş oldu, varolan Kürt sorununu, sanki Kürtler çıkarıyormuş gibi davrandı. Ve bu yaklaşım, az-çok bazı haklarından söz açarak ve az-çok “dostça” ama aynı inkarcılık kervanına takılma anlamına geldi. Bu bakış açısı, bu çevrenin, şovenizmin etki alanından çıkmayı göze alamadığını gösterdi. Kürtlerin tam hak eşitliği, kendi kaderi üzerinde söz ve karar sahibi olması, geleceğini özgürce belirlemesi hakkı karşısında gösterilen gerici tutumun güncel yorumuna tanık olduk.
Evet bir-iki son derece sınırlı adım atılmıştı. Ama genel olarak Kürtlerin varlığı ve haklarının tanındığını kim iddia edebilirdi? Üstelik Kürt hareketi ve Kürtler, ayrılmayı öngörmüyor, eskisinden farklı olarak ayrı bir devlet değil, “üniter devlet içinde eşit ve özgür yurttaşlık” talep ediyorlardı. Dolayısıyla, benimsenir ya da benimsenmez, bugünkü koşullar, sorunun, hakların tanınması temelinde çözümü için eskisinden çok daha elverişli haldeydi. Sorun, Kürtlerin siyasal iradelerinin kabulü noktasında kilitlendi. Öngörülen, iradelerinin kabul edilmediği ve buna bağlı olarak Kürtlerin varlık ve haklarının esasta tanınmadığı türden bir “çözüm”dü. Sorun, bunun, bugünkünden asıl olarak farklı olmayan bir “çözüm” oluşu,  dolayısıyla, eski inkarcı, yok sayıcı yaklaşımın dayatılmasının sürdürülmesiydi. Ama kapitalizm şartlarında da çözüm bulunamaz ve uygulanamaz değildi. Örneğin İsviçre’de kantonlar ve üç başlıca dilin –hem de tüm resmi kurumlarda– resmi dil olarak kabulü koşullarında, hiçbir sorun çıkmamakta ve sıkı bir birlik sürdürüldüğü gibi, kimse ulusal taleplerden ya da bir ulusal sorunun varlığından söz etmemekteydi. Bu grup da, Kürtlerin haklarının tanınması yoluyla Kürt sorununun çözümünü öne sürüp, burjuvazi ve devletten bunu talep eden ve tanımayışını, askeri çözümde ısrar edişini eleştiren bir tutum ortaya koymadı.
Ve ötesinde, altı yıl boyunca tek taraflı ateşkes ilan edilip uygulanmamış mıydı? Bu grup da, Güneri Civaoğlu’na benzer şekilde, “ateşkesin bozulmuş olması”nı suçladı. Ama ateşkesin zaten tek taraflı uygulanmakta olduğunu nedense gündemine almadı. Tartışılan, tarafların üzerinde anlaşmış oldukları çift-taraflı bir ateşkes değildi ki! Bu süre içinde operasyonlarda öldürülen 500 Kürt gencinden de söz edilmedi.
Diğer yandan, ülke içinde ve dışında, önceki dönemden “miras” silahlı Kürtler vardı örneğin. Birinci grup tartışmacı politika üreticisi, onları her halükarda yok sayıyor ve “temizlenmeleri”ni öngörüyordu. Peki ne olacaklardı? ABD ile birlik sağlanmaya ve sorunun çözümü Amerikalılara “ihale” edilmeye çalışılarak, sıkıştırılmaya ve tasfiyeye uğraşılıyorlardı. Karşı duruş ise, tıpkı Kürt sorununun varlığının kabulü gibi ve bu kabulün bir parçası olarak, silahlı Kürt gücü olarak kendilerinin de kabulü, ve Kürt sorununun çözümü çerçevesinde bu gücün durumuna da bir çözüm getirilmesi üzerinden şekillenmekteydi.
Cezaevinde tutuklular ve ülke içinde ve dışında silahlı bir güç… Kürt sorununun bir parçası olarak bu soruna da bir çözüm oluşturulmadan “çözüm”den söz edilebilir miydi? Öyleyse, tutuklu-hükümlü ve silahlı Kürtleri de kapsayan, “özgür, eşit yurttaşlık” hakkı da içinde olmak üzere, dil ve hak eşitliğine dayanacak bir çözüme bağlı olarak ve istisnasız tüm Kürtlerin siyaset yapmasını olanaklı kılacak bir “Genel Af” ve aşağılamasız gerçek bir “Eve Dönüş” talep etmek ya da bu talepleri desteklemek doğru olmaz mıydı? Ancak, ateşkes tartışmalarında, ikinci grup da, bu tür talepleri ileri sürmedi ya da desteklemedi ve sadece ateşkesi “bozanları” takbih ederek, her şeyi onlardan istedi, onlara yükledi. Bu tutum, zaman zaman devlet ağzıyla konuşmaya, zaman zaman burjuvazi ve devletin yaklaşımının yedeği olmaya götürdü. Tek bir örnek vermek gerekirse, Zana’larla PKK arasında ayrılık arayıp bulmada iki grubu birbirinden ayırmak zordu. Ayrıca, bu gurubun tüm uluslardan işçi sınıfının, ezilen ve sömürülen tüm halkların eşit ve özgür birliğini savunan ve bunun için mücadele eden sınıfın partisine yönelik karalayıcı tutumu da dikkat çekti. Piyasacı-gerici ve sosyalizm düşmanı bazı kalemlerin Birgün’ü bu kadar fütursuzca kullanmaları ve bunlara gösterilen tolerans da öyle.

DEMOKRATİK SEÇENEK
Erdoğan övgüsü ve Kürt yergisiyle her iki grubun da içinde ya da “ara” bir yerde durmakta olduğu izlenimi veren Birgün’ün özellikli yazarı Mehmet Metiner; burada yapılanlara benzer değerlendirmeleri, “DEHAP (ya da Kürt) gövdesi üzerinde baş olmaya çalışan EMEP’çilerin” “kan üzerinden politika yapma uğraşı” olarak nitelendirdi. Halbuki, tutum ve söylenen çok açıktı, eğer istenirse, anlaşılamaz değildi: Türkiye’de Kürt sorunu vardır, ve nedeni, Kürtlerin varlıkları ve haklarının tanınmayışı ve zor konusu edilmesidir. Şeyh Sait, Koçgiri, Ağrı,… ve en son isyan, Demirel’in dediği gibi 29 Kürt isyanı yani, inkar ve baskı politikalarının ürünüdür. Sorunun çözümü için, bu politikaların izlenmesine son verilmesi, dil ve hak eşitliğinin tanınması gereklidir. Soruna “PKK şöyle yaptı, böyle yaptı”, ya da “şöyle yapsın, böyle yapsın” yaklaşımı ve atılacak adımları ve çözümü –“terörizmden vazgeçmeleri ve sözcülüğü Zana’lara yakıştırılan devletle barışma çizgisine gelmeleri istenen– Kürtlerden beklemek, Kürt sorununu isteyerek ya da istemeden PKK ile eşitlemenin, altı yıldır uyguladığı tek taraflı ateşkese rağmen tüm emperyalist ve gericilerce “terör örgütü” ilan edilen PKK üzerinden Kürt sorununu terör sorununa indirgemenin ötesinde, nispeten inceltilmiş inkar ve baskı politikasını onaylamakla eş anlamlıdır. Sorun PKK’da, onun yapıp yapmadıklarında değildir ve buradan da çözülmeyecektir. Elbette PKK bir olgudur ve bugün sorunun çözümü bakımından muhatap alınması halinde önemli gelişmeler sağlanacaktır. Ancak, PKK eleştirmenliği hem doğru değildir, hem de işlevsizdir, çözücü değildir. Ya da işlevli ve çözücü olduğu düşünülüyor ve eleştiriler bu nedenle yapılıyorsa, en çok, az-çok inceltilmiş inkar ve baskı politikalarını kabule ve onlara uyuma dayandırılıyor demektir.
Gerekli olan açıktır: Kürtlerin dil ve hak eşitliği tanınmalıdır. Ateşkes sorununa ilişkin olarak da, yine dil ve hak eşitliğinin tanınması talebi ileri sürülmelidir. Talep eden konumundaki Kürtler ve Kürt hareketinden talepte bulunulması anlamlı değildir. Dil ve hak eşitliğinin tanınması koşullarında; ne ulusal talep, ne “devletin bekası ve bütünlüğü” adına o çok kuşkulanılan ayrılıkçılık ve bölünme ihtimali, ne ulusal hareket ve ne de “terör” kalacaktır. Evet, ateşkes sürmelidir. Ancak ateşkesin zaten benimsenmemiş olduğu, barışa varmak üzere çift-taraflı kılınmadığı, sorunun çözümü için adım atılmadığı görülmelidir.. Ateşkes sürmeli, barışa varılmalıdır; Türkiye halkı barış, demokrasi ve kardeşlik istemektedir. Yeniden çatışma ortamına dönülmesini, kan dökülmesini istememektedir. Operasyonlar durmalı, şiddetin çözüm olmadığı, Kürt sorunun demokratik ve halkçı bir tarzda; barış ve demokrasi içinde çözüleceği ilan edilmelidir.
Kongra-Gel sözcüsü M. Karayılan savaş ya da “terör” sorununun gündemden çıkışının, son derece daha dar bir zeminde mümkün olduğunu ileri sürmektedir. Ona göre, tecrit kaldırılır ve operasyonlar durdurulursa, savaş duracaktır. Bu yapıldıktan sonra tek mermi patlarsa, kendilerinden hesap sorulabilecektir.
Dil ve hak eşitliğinin tanınması koşullarında –ya da söylendiği gibi daha da dar bir zeminde– Kürt sorununun çözümü bir yana –ki çözülecektir– savaş ya da “terör” sorunu çözülecekse (bu durumda hiçbir nesnel temeli kalmayacağı kesindir), ihtiyaç olan ve yapılması gereken tek şey, burjuvazi ve devletin inkar ve baskı politikalarından vazgeçerek dil ve hak eşitliğini tanıması olmakta, ve sorunla ilgilenen az-çok demokrat olan herkese, sermaye ve devletin buna çağrılması düşmektedir. Öyleyse, “PKK tartışması”na değil, burjuvazi ve devlete yönelik olarak dil ve hak eşitliğinin tanınması talebinin ileri sürülmesine, kabul edilmedikçe, bu talep üzerinden eleştirilmelerine ihtiyaç vardır.
Peki, burada “Kürtlere baş olma isteği” ya da “kan üzerinden politika yapma” var mıdır? Kürtler ve “baş olma” sorunu açısından şu söylenebilir: Soruna işçi sınıfı davası ve sınıfın kurtuluşu açısından bakılmaktadır. İşçi sınıfı ve onun devrimci partisi, Kürtler üzerindeki baskıya, dil ve hak eşitsizliğine karşıdır. Kürtlerin bu yöndeki taleplerini desteklemektedir. Nedeni basittir: Marx’ın dediği gibi, “Başka ulusları ezen uluslar özgür olamazlar” ve yine Marx’ın belirttiği gibi “İşçi sınıfı, tüm diğer ezilen ve haksızlığa uğrayanları kurtarmadan kendisini kurtaramaz.” Açık değil mi? Başkalarının ezilmesine ses çıkarmayan, kendisi de ezilmekten kurtulamaz. Burada “baş olma” isteği mi vardır? En azından Metiner’in vaaz ettiği darlıkta, “kısa günün kârı” türünden bir “baş” hesabı yapılmadığı ortadadır. İşçi sınıfı ve insanlığın kurtuluşu ilişkisi, işçi sınıfının, kendisini sömürüden kurtarmak için tüm insanlığı kurtarmak zorunda olması bakımından bir iddiası ise, kuşkusuz vardır.
“Kan” sorununa gelince, burjuva politikası ve demagoji yapılmadıkça, Kürt sorununun demokratik çözümünün savunulmasının “kan üzerinden politika yapmakla” bir ilişkisi kurulamaz. Tersine, kan dökülmesinin önlenmesi amaçtır. Bu nedenle, Kürt sorunuyla ilgili olarak her türlü baskıya karşı çıkılmaktadır.
Gözü burjuva gerici çözümden ve düzenin ihtiyaçlarının karşılanmasından başka şey görmeyenler dışında hiç kimse, ateşkes sorunu üzerinden yürütülen tartışmalarda burjuvazi ve devletten hak talep edilmesi ve bunun mücadelesinin verilmesini, “kan üzerinden politika yapmak”la özdeşleştirmeyecektir. Baskı görenin hakkını savunmak, ezilene sahip çıkmak ve eşitlik istemek, “kan istemek”le ilişkisizdir ve tamamen demokratik içeriklidir. Sınıfın devrimci partisini “baş olmak isteme” ve “kan üzerinden politika yapma” gibi asılsız suçlamalarla karalamaya kalkanların tutumunu; sınıfa, devrim ve sosyalizm fikrine ve onun için mücadeleye, halkların ulusal ve sosyal kurtuluş mücadelesine duyulan kin ve nefretin dışa vurumu olarak yorumluyoruz. Ve yadırgamıyoruz. Ancak, ne yazık ki, Birgün bunun zemini, bir bölüm Birgün yazarı/yöneticisi ise kalkanı olmaktadır. Olmaması gereken, budur.
Somutun somutu bakımından, işçi davası militanının Kürt sorunu zemininde çatışmaların, operasyonlar ve savaşın yeniden gündeme gelmesinde hiçbir çıkarı yoktur, olamaz. Onun çıkarları, sınıf mücadelesinin ilerleyişindedir; sınıf mücadelesinin netlikle ve açıkça serpilip gelişmesinin ihtiyacı ise, ulusal sürtüşme ve çatışmaların, ulusal önyargı ve düşmanlıkların, tümüyle ulusal davaların aşılması, ulus ve ulusallık içerikli “defter”in kapanmasıdır. Koşulu açıktır: Tam dil ve hak eşitliği. Kimse işçi davasının savunucularını, ne söylediklerini anlamaya çalışmadan ya da çarpıtmaya yeltenerek, ateşkesten vazgeçilmesi ve savaş yanlılığı ile suçlamaya kalkmasın. Tartışma politiktir, “belden aşağı vurma” da anlaşılırdır; ancak savaş-barış (ya da tek taraflı olsa bile ateşkes) tercihi ayrıdır, sorunun özünün nerede yattığı ve çözüm için kimin, nasıl eleştirilmesi gerektiği ayrı. Barıştan yanayız. Ancak barışı garanti edecek olan, net olarak dil ve hak eşitliğinin, tam hak eşitliğinin tanınmasıdır. Barıştan yana olduğumuz için barış yanlısı olmayanları, hak ve eşitlik inkarcılığını suçluyoruz.
Üçüncü seçenek budur. Ateşkes tartışmaları açısından da, bu, tek demokratik seçenektir.

Konferans sonuç bildirgesi*

Bölge Örgütü Konferansı’nı gerçekleştirdiğimiz sürecin arz ettiği bazı özgünlükleri vurgulamak, önümüzdeki sorun ve görevlerin belirlenmesi bakımından önem taşımaktadır.
Kısaca, durum şudur: Amerikan emperyalizminin Kürtlerin yaşadıkları toprakları da kapsayan bölgeye, askeri saldırı dahil, müdahalesi sürüyor. ABD, bölgemize; tüm Ortadoğu, Ortaasya ve Kafkasya’yı kapsayan ve oradan Çin’e doğru genişleyen ‘Büyük Ortadoğu’ya “demokrasi getireceğini, ‘geleneksel politik yapılar’da kapsamlı reformlar gerçekleştireceğini” ileri sürerek, bu müdahalelere dayanak oluşturmaya çalışmaktadır. İşbirlikçileri olarak bugün de kullanmaya devam ettiği bölge gerici rejimleri üzerindeki bu sözde “dış baskılama”, esas hedefin üzerini örten bir örtü durumundadır. Emperyalizm; demokrasi, özgürlük, kalkınma, refah, kadın hakları gibi, bölge halklarının doğrudan ilgi duydukları talepleri, müdahale gerekçeleri olarak sunmaya çalışıyor.
Böylece, Amerikan yönetimi ve işbirlikçileri, bölge ülkeleri halklarının, küçük burjuva ve orta sınıflarının saflarında beklentiler yaratarak, bölünmeleri körükleyerek, toplumsal muhalefetin önündeki engelleri güçlendirerek tahkim etmeyi, anti-emperyalist hareketlerin önünü kesmeyi amaçlıyor.
ABD, “Avrasya” olarak da adlandırılan bu geniş bölgede hakimiyet kurmayı son derecede önemli görmektedir. Dünya pazarlarına egemen olmanın başlıca koşullarından saydığı; petrol, doğalgaz ve öteki hammadde kaynaklarına, bunları barındıran havzalara sahip olmak ve Batı pazarlarına ulaşım yollarının denetimini sağlamak için, rakiplerini püskürtüp geriletmeyi stratejik hedef olarak belirlemiş ve bu hedefe ulaşmak üzere tüm araç ve güçlerini harekete geçirmiş olan ABD, sınırsız bir saldırganlık sergilemektedir. Afganistan ve Irak’ın işgali, İran ve Suriye’nin hedefte olduğunun açıkça ifade edilişi, artık bu saldırganlığın çok “rutin” verileri durumundadır.
ABD, ilk elden bizzat sorumlusu olduğu bölgenin tüm çözümsüz kalmış sorunlarını, yine kendi hegemonya arayışına malzeme etmektedir. Ulusların tam hak eşitliği, demokratik siyasal yaşamın gerçekleşmesi, işçi sınıfı ve emekçilerin çalışma ve yaşam koşullarının iyileştirilmesi vb. sorunların suistimali için her türlü hileye başvurmaktadır.
Bölgede ne kadar gerici, antidemokratik, faşist (İran Şahlığı, Yunan Albaylar Cuntası, 12 Mart ve 12 Eylül faşist darbeleri) rejim kurulmuşsa, hepsini destekleyen ABD, şimdi, antidemokratik yönetimleri “daha fazla demokrasi” yönünde baskılayan bir güç olduğu yanılsaması yaratmaya özel bir önem veriyor.

EMPERYALİZM KÜRT SORUNUNU İSTİSMAR ETMEYİ SÜRDÜRÜYOR
ABD’nin istismar ettiği en önemli konulardan biri de Kürt sorunudur. Filistin halkının kasabı Siyonist Şaron yönetiminin en kararlı koruyucusu olmasına, Afganistan’ı ve hemen ardından, Irak’ı işgal ederek uluslararası hukuk, demokrasi, ulusların kaderlerini tayin hakkı vb. meşru hakları açıktan çiğnemesine karşın, Kürtlerin hamisi görünümü vermeye özel önem veriyor. Irak Kürdistanı’ndaki gelişmeler, bu bakımdan çarpıcıdır. Özgürlük ve demokrasiye susamış Kürt halkının mevcut esaret koşullarının ortağı olan emperyalizm ve ABD, Kürtler üzerinden demokrasi, özgürlük ve bağımsızlık yanlısı bir tavır sergilemeye özen gösteriyor. ABD’nin bu tutumu, yalnızca Kürt burjuvazisi ve işbirlikçi Kürt gericiliğinin Kürtlerin ulusal taleplerini emperyalizmin çıkarlarına bağlama girişimlerini cesaretlendirmekle kalmayarak, etkileri, Kürt halk hareketine kadar genişleyen bir liberal beklenticiliğin, Kürt küçük mülk sahipleri ve burjuva Kürt aydınlarıyla, politik grup ve partileri içinde de karşılık bulduğu söylenebilir. Bu etkinin, Irak Kürdistanı’nda olduğu gibi, Suriye, İran ve Türkiye sınırları içinde yaşayan Kürtler üzerinde de derinleştirilmesi hedeflenmektedir. Türkiye gericiliğinin, iflas ettiği bugün açıklık kazanan 80 yıllık inkarcı ve imhacı politikadaki ısrarı, emperyalizm hesabına beklenticiliği besleyen bir rolü yeniden oynamaya başlamıştır. Kürt halkı, bugün yeni bir eşikte, gerici ve despot yönetimlerin süregelen politikaları karşısında emperyalist tuzaklarla karşı karşıya bulunuyor.
İşte özetlediğimiz bu siyasal tablo, önümüze, bugüne kadar olandan daha somut, ek pratik ve politik-örgütsel ve ideolojik sorumluluklar yüklüyor. Önemle belirtmeliyiz ki, bugün yaşanan durum, Kürt özgürlük mücadelesinde, hareketin ’92’ye dek süren yükselişi sonrasında görülen düşüş, yorgunluk, bıkkınlık ve ardı sıra geniş kesimlere yayılan reformcu değişim beklenticiliğinden bağımsız olmak bir yana; oradan beslenen damarlara sahiptir. Üzerinden on yılı aşkın bir süre geçti. Daha sonra silahlı Kürt hareketi ateşkes ilan etti. ABD ve AB’nin etkin ülkeleri “soruna el attı”lar! İki kez seçim ortamına giren ülkede, burjuva partileri çeşitli vaatlerle Kürt emekçilerinin karşısına çıktılar. “Kürt sorununu düşünmezseniz sorun da kalmaz” mantığıyla inkarcı politikayı sürdüren bir başbakan, Siirt gibi bir Kürt kentinden, seçim hileleriyle milletvekili seçildi.
Kürt hareketinde küçümsenemez bir etki ve konuma sahip olan bir parti/örgütün yönetimi “devletle işinin olmadığını” ilan ederek, belediyecilik çerçevesini aşmayan bir “ekolojik-demokratik bir mücadele” önerebildi. Ve bütün bu gelişmelerin Kürt toplumsal yaşamında yankı bulmaması düşünülemezdi herhalde.
Bugün kapitalizmin Kürt kenti ve kırında yol açtığı çözülme ve antidemokratik baskı, inkarcı politikanın sürmesi, kültürel baskının bir ölçüde hafiflemekle birlikte devam etmesi, işsizliğin ve yoksulluğun artışı vb. sorunlar yumağıyla birlikte, bu beklentici tutum, daha geniş çevrelerde etkili oluyor ve bu etki daha da artabilir.
Ama açık ki, Kürtlerin tarihinde yaşanmış ve tarihe mal olmuş birçok deney var. Ve bugün Kürt halkı ve özellikle de onun öne çıkmış unsurları, bu gelişmelerden haklı bir kaygı duymakta, tüm milliyetlerden bölge ve Türkiye emekçileri ve gençliğiyle birlikte, sorunun demokratik çözümü ve sosyal-ekonomik ve politik taleplerin elde edilmesi için daha güçlü bir mücadeleden yana tutum alacağını gösteriyor.
Bölge Konferansımız, bu olgu ve bu yönlü eğilimlere özel bir dikkat çekerken, kuşkusuz esas ve önemli olarak, kendi görev ve sorumluluklarına bir kez daha işaret etmektedir. Bölgede ve Kürt emekçileri içinde bugün henüz yeterince güçlü bir pratik alternatif düzeyine yükselmemiş olsa da, varlığı kuşku götürmez bu mücadeleci eğilimin, bu halkçı damarın geliştirilmesi, güçlendirilmesi başlıca görevlerimizin ön sıralarında yer alıyor.
Unutmamalıyız ki, kapitalizmin Kürt kırı ve kentinde yol açtığı çözülme; umutsuzluk, bireycilik, çıkarcılık, beklenticilik gibi çöküntüyle birlikte, bunun yanı sıra, işsizlik, açlık ve yoksulluk, barınaksızlık, düşük ücret, sosyal güvenlikten yoksunluk vb. sorunların ortak zemini üzerinde bir emekçi hareketinin gelişmesi ve onun örgütlenmesinin koşullarını da olgunlaştırmaktadır.
Bölge Örgütümüz bu zemin üzerinde, ve burjuvazi ve emperyalizmin Kürt emekçilerinin saflarındaki çözülme ve dağınıklıktan yararlanma ve bu amaçlı olarak Kürt sorununu istismar etme politikası karşısında, daha belirgin bir mücadele hattında yürümeye devam edecektir. Bu, her şeyden önce, örgütlerimizin; Kürt işçi ve emekçilerinin içinde derin kök salmış devrimci örgütler olarak şekillenmelerini, güçlenmelerini, Kürt emekçiler ve aynı zamanda bölge işçi ve emekçilerin en geniş desteğine sahip, onların içinde yaygın olarak ve sağlamca örgütlenmiş, Kürtlerin ulusal ve tüm emekçilerin sosyal kurtuluş davasının en kararlı savunucusu olduğuna kanaat getirilen örgütler haline gelmesini gerektirmektedir.

BÖLGE ÖRGÜTÜMÜZÜN DURUMU, PERSPEKTİF VE HEDEFLER
Bölge Örgütü Konferansı, partimizin Kürt sorununun çözümüne ilişkin platformunu güncelleştirdiği ve aynı zamanda soruna ilişkin çizgi ve tutumumuzun daha da derinleştirilerek ilerletildiği bir konferans olmuştur. Ulusların ve dillerin tam hak eşitliğini, Kürt halkının tüm hak ve özgürlüklerine kayıtsız-koşulsuz sahip olmasını, Kürt halkının ayrı devlet kurma hakkı da dahil olmak üzere kendi kaderini özgürce belirleme koşullarına sahip olmasını savunan partimiz ve Bölge Örgütü, Kürt ve Türk emekçi kardeşliğini, tüm Türkiye halklarının eşit ve özgür birliğini esas almaktadır. Bu ise, kuşkusuz çok yönlü görevlere işaret etmektedir; ancak, sınıfın partisinin bölgede inşasının iki temel önceliği vurgulanmalıdır: Birincisi; bölgede gelişme olanakları artan işçi-emekçi hareketine dayanmak temel hedef olarak belirlenmiştir. İkincisi ise; kaynağını bir yanıyla Kürt halkının inkarından, öte yanıyla bu inkar tarafından da tahrik edilen Kürt milliyetçiliğinden alan siyasal mücadele anlayışına ve (sınıf dışı) çalışma ve örgütlenme geleneklerine karşı mücadeledir. Bu yaklaşım, Konferans’ta önemle değerlendirilmiştir.
Sınıfın devrimci partisinin doğuşu, Kürt ve Türk işçilerinin, tüm ulus ve mezheplerden Türkiye halkının partisi olarak kuruluşu dönemi, sadece, Marksist-Leninist ideoloji ve Türk işçi sınıfı hareketinin kazanımı bakımından değil; aynı zamanda, Kürt işçi sınıfı ve halkı ve ulusların kaderini tayin hakkı açısından da bir dönemeç olmuştur, bugün partimizi ve Bölge Örgütümüzü yönlendiren de bu temel anlayıştır. Sınıf çelişkileri hiçe sayılarak, Kürt halkı üzerinde sosyalizme yönelik anti-propagandanın öne çıkarılmasında olduğu kadar, mücadeleci tutumun değişik tanımlamalarla mahkum edilmesi karşısında da partimizin tutumu önemli olmuştur.
Partimiz ve Bölge Örgütümüz Bölge’de Kürt halkının, Kürt gençliğinin ve Kürt kadınının büyük bedeller pahasına sürdürdüğü özgürlük mücadelesini her alanda desteklemiş; demokratik ve halkçı karakterli hareketin bir bileşeni olma çabası içinde olmuştur. Demokratik Kürt hareketinin emek ve demokrasi taleplerinin bileşeni olma yolunda ilerlemesinde de önemli sorunluluklar omuzlanan partimiz ve Bölge Örgütümüz, Kürt işçi ve emekçisinin sınıf talepleri etrafında birleştirilmesi ve Bölge işçisinin bir sınıf olarak tutum almasını teşvik etmede, ve, mücadelenin emperyalizme, sömürü ve baskıya ve işbirlikçilerine karşı geliştirilip-güçlendirilmesinde, aydınlatma ve örgütleme mücadelesinde sürekli ve istikrarlı bir tutum sergilemiştir.
İl, ilçe ve diğer örgütlerin inşası ve Bölge Örgütü’nün güçlendirilmesi yolunda kat ettiğimiz mesafede; günlük gazetenin bölge sayfalarıyla zenginleştirilmesi, Kürt kültür-sanat dergisi, basılan kitaplar, teorik dergi vb. önemli kaynaklar olarak değerlendirilmiştir. Kürt sorunundan kaynaklı gelişmeler karşısında gösterilen tutumda atılan ileri adımlar anlamlı ve önemlidir.
Konferansımız; Kürt aydınları ve kültür ve sanat çevreleri ile gelişen ilişkilerimizde önemli bir dayanak olan Kürt kültür ve sanat dergisi Tîroj’un yayınlanmasını partimizin attığı önemli bir adım olarak değerlendirmiş ve tüm bu çalışmaların güçlendirilmesini karar altına almıştır.
Kürt halkının kültürü, dili, tarihi, yaşam tarzı, şekillenişi, ruh hali ve tüm bunların toplamı olarak toplumsal yaşamına daha fazla nüfuz edebilmek için mevcut enerji ve çabanın daha da geliştirilmesinin gerekli ve zorunlu olduğu belirtilmiştir.

“YENİDEN İNŞA” SORUNU
Konferansımız, mevcut düzeyi değerlendirmiş, içinde bulunduğumuz koşulların sunduğu olanak ve zorlukları da hesaba katarak, örgütlerimizin yeniden inşası çalışmasını hedefine koymuştur.
Geçmiş çalışmasını değerlendiren Konferansımız; Diyarbakır, Tunceli, Urfa, Elazığ, Van, Antep, Adıyaman, Malatya ve Maraş gibi, örgütlerimizin belli bir düzeyde olduğu merkezler, ve diğer sanayi bölgelerindeki çalışmaya bir kez daha dikkat çekmiştir. İşçi sınıfının sendikal hak ve özgürlüklerinin ilerletilmesi, sosyal hak ve daha yüksek ücret gibi taleplerin için yürütülen mücadelede örgütlerimizin önemli sorumluluklar üstlendiğini belirtmiştir. Bölge Örgütü’nün, işçi örgütleri üzerinden şekillenmesini temel alan Konferans; sınıf bilinçli işçinin Kürt sorununun çözümü mücadelesinin başına geçmesi için mücadelenin güçlendirilmesine dikkat çekmiştir. İşçi merkezleri ve ulusal uyanış içindeki bölgelerin güçlendirilmesini benimseyen Konferans; profesyonel çalışmanın ve özel görevlendirmelerin örgütün güçlenmesi ve mücadelenin ilerletilmesinde önemli olduğuna vurgu yapmıştır. Profesyonel çalışmanın güçlendirilmesi ve çalışma ve örgütün zayıf olduğu merkezlerin yeniden değerlendirilmesi ve desteklenmesi benimsenmiştir. Yeniden bir planlama ve özel görevlendirmelerle sınıfın çalışmasının ve örgütlenmesinin ve özgürlük mücadelesinin güçlendirilmesi hedef olarak belirlenmiştir. Büyük fabrika ve işletmelerin çalışmanın merkezine alınması, sanayi merkezlerinde güçleri dağıtmadan, birkaç işletme-fabrikaların temel çalışma alanı olarak belirlenmesi, buraların dikkat ve mücadele merkezi olarak öne çıkarılması, yoksul ve emekçi semtlerinde belirli hedeflerin sürekli ve sistemli bir çalışmayla planlanması kararlaştırılmıştır.
Bu illerin dışında ve çalışmamızın görece zayıf olduğu Bingöl, Batman, Muş-Varto, Erzincan, Ağrı, Mardin-Kızıltepe, Kilis, Kars, Ardahan, Iğdır, Erzurum başta olmak üzere, Bölge illerindeki çalışmanın yeniden değerlendirilmesini, buradaki güçlerin yeniden organize edilmesini ve ihtiyaca yanıt verecek organlar olarak şekillendirilmesini karar altına almıştır. Parti platformumuzun ve dönemsel taktik yaklaşımımızın bir tutum haline getirilemediği Kars, Iğdır ve Ardahan ve yine Erzurum’daki mevcut çalışmanın güçlendirilmesi, olanakların genişletilerek Parti örgütleri olarak bir istikrara kavuşturulması hedefi belirlenmiştir.

İŞÇİ ÇALIŞMASI VE DENEYLERDEN ÖĞRENMEK
Antep-Ünaldı dokuma işçileri direnişi, bölge işçi sınıfının tarihinde önemli bir yere sahiptir. Bölge’de, Kürt işçi ve emekçilerinin ve Bölge’deki tüm işçi sınıfının mücadelesinde özel ve anlamlı bir yeri olan bu direniş büyük deneyler sunmuştu. Partimizin uzun ve sabırlı bir çalışma yürüterek örgütlediği bu direniş, her ulus ve mezhepten işçi sınıfının kapitalizme, sömürü ve baskıya karşı tutması gereken yolu gösterdi. Tüm Türkiye işçi sınıfı mücadelesine önemli katkılar sunan bu direnişten dersler çıkararak ilerlenmelidir. Bu bölgede birçok işletmede istikrarlı olmasa da parti organları ve çevre örgütlerimiz bulunmaktadır. Ancak Ünaldı Dokuma İşçileri örgütlenmesinin ilerletilememiş olduğu Antep İl Örgütü ve Bölge Örgütü tarafından tespit edilmesine rağmen, hâlâ dokuma işçilerinin kitlesel örgütünün yaratılmasında ileri bir adım atılamamıştır. Bu çalışma bölgesindeki gelişmeler ve küçük atölyelerin tasfiyesiyle devam eden sürecin de değerlendirilerek, yeniden tarifi ve örgütlenmesi hedef çalışmamız içinde bulunmaktadır.
İnsanlık dışı koşullarda ve tüm sosyal haklardan yoksun olarak çalışan Taşıma İşkolu’ndaki işçiler ve bununla birlikte ‘Ulaşım İşkolu’ndaki işçilerin sendikalaşmasında, partimiz ve Bölge örgütümüzün önemli sorumluluklar üstlendiği ve başarılı bir çalışma yürüttüğüne, ancak bunun ilerletilmesine dikkat çekildi. Antep, Malatya, Elazığ’da Taşıma İşkolu’nun Ulaşım İşkolu’ndaki sendikal örgütlenmeyle genişletilmesi, Diyarbakır, Van ve Erzurum başta olmak üzere, bölgedeki diğer illerde Taşıma ve Ulaşım işkollarındaki sendikalaşmayı geliştirmek, örgütümüzün önünde durmaktadır. Gıda, Tekstil, Deri-Kundura, Petrol ve Metal gibi işkollarındaki işçilerin örgütlenmesi ve sendikal haklar, sosyal hak ve özgürlüklerin genişletilmesi için mücadele ve parti örgütlenmesinin işçi örgütleri üzerinden güçlendirilmesi, konferansın belirlediği görevlerdir.
Bölge işçi sınıfının, Kürt sorunu, çatışma ve savaş koşulları bahane edilerek dayatılan kölelik koşullarına daha fazla boyun eğmeyeceği ve önümüzdeki süreçte işçi direnişlerinin artacağı vurgulanmıştır. Örgütlerimizin bu yönlü hazırlıklar içinde olması ve bunu teşvik edici ve ilerletici planlara sahip olması gerekli ve zorunludur.
Bölge Örgütümüz, Urfa Organize Sanayi’ndeki tekstil işçilerinin sendikalaşma mücadelesinde önemli bir sorumluluk yüklendi. 12 Eylülden sonra Urfa’da ilk sendikal deneyim ve işçi örgütlenmesi, bu çalışma oldu. Urfa Organize Sanayi Bölgesi’ndeki büyük birkaç işletmede işçilerin örgütlenme çabası içine girmeleri, işletmeler arasında ilişki ve diyalog kurmaları, sınıf olarak hareket etmelerinde, bu gelişme önemli bir başlangıç oldu. İşçiler uğradıkları kıyıma ve tüm baskılara rağmen, ileri bir tutum geliştirdiler ve bugün bunu sürdürmektedirler. Urfa İl Örgütü’nün bir işçi örgütü olarak güçlendirilmesi gerekli ve zorunludur. Harran Üniversitesi başta olmak üzere, gençlik içinde yaygın bir propaganda, ajitasyon ve örgütleme çalışması, yoksul ve topraksız köylülük içinde, Üretici Köylü Sendikası’nın örgütlenmesi gibi kapsamlı bir çalışmanın yeniden planlanması gerekmektedir. GAP’ın ortaya çıkardığı değişim ve tahribatın değerlendirilmesi, GAP kapsamlı çalışmanın güçlendirilmesi, toprak sorununun irdelenmesi, yoksul ve topraksız köylünün toprak taleplerinin desteklenmesi, Kürt aydınları ve kamu emekçileri içindeki çalışmanın yeniden düzenlenmesi hedefi belirlenmiştir.
Diyarbakır’da, Akyıl ve diğer bazı tekstil fabrikalarında geliştirilen mücadelenin, işçi tasfiyesiyle kısa sürede saldırıya uğraması ve daha ileri taşınamamasındaki zaafları değerlendiren örgütümüz, Diyarbakır Organize Sanayi bölgesinde ve diğer alanlarda (Mermer-maden, Tuğla, Gıda, Tekstil vd.) sınıf çalışmasını ve hak ve özgürlüklerin kazanılması ve sendikal örgütlenmeyi hedeflemektedir. Diyarbakır’da Et ve Balık Kurumu’nun (EBK) özelleştirilmesinde, Tekel, Sümerbank gibi fabrikaların özelleştirilme kapsamına alınması karşısında örgütlerimiz önemli bir çalışma yürüttüler.
Özelleştirmenin ve diğer saldırılar karşısında alınacak tutumun geliştirilmesi ve sınıfın aydınlatılmasında Bölge Örgütü önemli bir sorumluluk üstlendi. Malatya Sümerbank ve Tekel fabrikalarında, Antep Tekel ve Urfa Tekel-Suma fabrikalarının özelleştirilmesi ve bölgedeki diğer özelleştirme ve işten atma saldırıları karşısında işçilerinin ve sendikaların tutum almasında, örgütlerimizin önemli etkisi oldu.
Kürt halkının demokratik hak ve özgürlüklerini kazanma mücadelesinin, kapitalizme karşı süren mücadeleden bağımsız olmadığının bilincinde olarak, sömürü ve baskıdan kurtuluşun, sınıfın ve tüm ezilen ve sömürülen halkın mücadelesi ile olanaklı olduğu bilincinin geliştirilmesinde, bugün, daha büyük sorumlulukla karşı karşıya bulunuyoruz. AB uyum yasalarındaki bazı düzenlemeler ve bazı gelişmelerin gerekçe edilerek, halkın yedeklenmek ve mücadeleci tutumun etkisizleştirilmek istenmesi yönlü politikalar karşısında durmak, bu bakımdan daha da önem kazanmıştır.
Bölge işçi sınıfının Kürt sorununun siyasi çözümü için hareketin başına geçmesi çabası içinde olan örgütümüz, sınıfa yönelik baskıların kırılması, özelleştirmelerin durdurulması, yeni iş olanaklarının yaratılması, sendikalaşmanın güçlenmesi için yoğun bir aydınlatma, örgütsel ve politik çalışma içinde oldu. Bölge’de 1 Mayısların kutlanmasında, Emek Platformlarının kurulmasında, işçi ve emekçiler arasındaki önyargıların kırılmasında, “İslamcı”, “solcu”, “Kürt”, “Türk”, “Arap” gibi bölücü ve zayıflatıcı yaklaşımların aşılması, ezilen ve sömürülen Bölge işçi ve emekçilerinin birleşik hareketinin yaratılması tutumunun güçlenmesinde önemli sorumluluklar üstlenen örgütümüz, çalışmanın bugün daha da güçlendirilmesi göreviyle karşı karşıyadır.
Halkların kardeşliğini güçlendirme kaygısıyla hareket eden örgütlerimiz, Bölgenin tüm halklarının Kürt halkıyla dayanışma içine girmeleri ve tüm Türkiye halkının özlemlerinin gerçekleştirilmesi çabası içinde oldu, Bölge halkları arasında kardeşlik duygularının güçlenmesine katkı sundu. Bölge İl Örgütlerimiz, şovenizmin kışkırtılması karşısında tutum alarak, Newroz’un barış ve halkların kardeşliğini güçlendirmede rol oynaması perspektifiyle hareket ederek, kutlamaları gerçekleştirdiler. Ancak ‘anadilde eğitim’ mücadelesi kapsamında üniversiteli gençliğin dilekçe eylemlerinde daha ileri bir tutumun gösterilmesi gerektiği, bir zaaf olarak belirtilmiştir.
İşçi ve kamu emekçileri sendikalarında, örgütümüz, diğer tüm örgüt ve çevrelerden farklı olarak, olumlu bir tutum sergileyegeldi. Bölgede tüm ulus ve milliyetlerden kamu emekçilerinin ortak mücadelesi ve ortak örgütlenmesinin karşısına çıkarılan yanlış eğilimlerin, milliyet esası üzerinde geliştirilmek istenen tutumların eleştirilerek aşılmasında, her ulus ve mezhepten emekçilerin ortak sendikalar ve ortak mücadelede hattında ilerlemelerinde, Bölge’deki il örgütlerimizin aldığı tutum önemli oldu. Aynı zamanda, bölgedeki bazı illerde, şovenizmin etkisinden kurtulamayan bazı “sol” akımların, ulusal demokratik güçleri, Kürt emekçileri dışlama ve tecrit etme tutumları karşısında da partimiz ve örgütlerimiz tavır alarak, birleştirici ve geliştirici bir çaba içinde oldular. Ancak, bu alanda sorunlar bitmemiştir. Bugün her türlü şoven ve milliyetçi anlayışın bertaraf edilmesi ve geniş işçi ve emekçi birliğinin sağlanmasında sınıf tutumunun geliştirilmesi önemini sürdürmektedir.

İŞÇİ-EMEKÇİ VE HALK GÜÇLERİNİN DOĞRU BİR HATTA BİRLEŞTİRİLMESİ VE KÜRT SORUNUNDA DEMOKRATİK ÇÖZÜM
Tüm bunlarla beraber, halkçı ve demokratik karakterli ulusal direniş hareketinin düzen içi bir platforma çekilerek teslim alınması ve bastırılıp etkisizleştirilmesi yönlü çabalara karşı tutum alan Bölge Örgütümüz, gelişmeler ve saldırılar karşısında politikalar üretmek ve pratik örgütsel alternatifler sunmak çabası içinde oldu.
Konferans, Kürt halkının taleplerinin, Emek, Barış ve Demokrasi Bloğu’nun, tüm Türkiye halkı, işçi ve emekçiler bakımından taşıdığı önemi onaylamıştır. Bu birliğin bir halk cephesi olarak genişlemesini, Türk, Kürt, Arap ve tüm Türkiye halkının mücadele merkezi olarak, demokratikleşme dinamiği olarak ilerletilmesini benimsemiştir. Ancak tüm Türkiye halkı bakımından bir alternatif olmayı başaramadığı tespit edilmiştir. Yerel seçimlerde gerçekleştirilen Demokratik Güçbirliği ise, önemli ve ileri taşıyıcı rolü oynamadı. Seçimlere müdahalede geç kalınması, seçim sürecinin demokrasi ve özgürlük mücadelesini güçlendirecek ve ileri taşıyacak örgütlenmeye ve halk hareketine hizmet etmesini sağlamak yerine “seçim kazanma”nın her şeyin önüne geçirilmesi gibi zaaflara dikkat çekilmiştir. Güçbirliği’nin seçim telaşı ile kurulan bir birlik izleniminden kurtulamadığı belirlenmiştir. SHP faktörünün ve başkaca birçok nedenin Kürt halkı içinde yeni tartışma konusu yarattığı, işbirlikçi Kürt burjuvazisinin, gerici, inkarcı ve asimilasyoncu güçlerle ortak bir platformda birleşerek, Güçbirliği’ne karşı yıkıcı bir çalışma içine girdiği ve AKP’nin hesaplarını bozmada yeterli performansın, ortak dil ve tutumun geliştirilemediği gibi nedenlere rağmen, partimizin birleştirici bir tutum alması ve halkın çıkarlarını her şeyin üstünde tutarak hareket etmesinin önemli olduğu, konferans iradesi olarak çıkmıştır. Mücadele ve halk güçlerini birleştirici tutumunun geliştirilmesi, kazanılan yerel yönetimlerde, halkçı ve demokratik yerel yönetim anlayışının geliştirilmesi için partimizin daha fazla enerjiyle çaba sarf etmesi benimsemiştir.
Hareketin emperyalizmin ve onun her tondan işbirlikçisinin tuzağına düşürülmesi yönlü çabalar karşısında yürüttüğümüz ideolojik, politik ve örgütsel mücadelenin, aydınlatma çabasının, uyarı ve önerilerimizin karşılık bulduğu bir gerçektir. Bu tutumun geliştirilip güçlendirilmesi, demokratik Kürt hareketiyle yerellerde gelişen dayanışma ve diyalogun güçlendirilmesinin önemine dikkat çeken Konferans, ortak hareket etmenin bugün daha da önem kazandığını saptamıştır. Ancak, demokratik Kürt hareketinin ve Kürt halkının karşı karşıya bulunduğu tehlikeleri atlatmak ve hareketin ilerlemesini sağlamak için sürdürdüğümüz mücadelenin sorunları, bugün daha da çoğalmış ve karmaşık bir hal almış bulunmaktadır. Bu süreçte cesaretle hareket etmek, yeni araçlar yaratmak ve her türlü olanağı kullanarak, ortaya çıkan her olgu ve durumu halkın kazanımına dönüştürmede tereddütsüz davranmak, önemlidir. Kürt halkının özgürlük taleplerini genişleterek ilerlemek, Kürt sorununu istismar eden emperyalist burjuvazi ve işbirlikçilerinin oluşturduğu çemberi kırmak için, Bölge Örgütü ve örgütlerimizin alacağı tutum ve sürdüreceği mücadele daha da önem kazanmıştır.
Kürt halkının tarihsel, sosyal ve kültürel şekillenişini bilerek ve gerici tuzakları halkla beraber aşarak ilerleyebiliriz. İşbirlikçi Türkiye burjuvazisinin hareket üzerindeki planlarını teşhir etme ve Kürt işbirlikçi tabakalarını özgürlük ve bağımsızlık mücadelesinin hedefi haline getirmede, örgütlerimiz somut ve açık bir mücadele yürüteceklerdir.
Dikkat çekilen perspektifin hayat bulması için yapılması gereken, sınıfın ve emekçilerin güçleriyle birleşmiş örgütün sürece cesaretle müdahalesidir. Her şeyden önce; fabrika, işyeri, işletme, atölye, semt, üniversite ve liselerde ve halk güçleri içinde demokrasi ve özgürlük kavgasını yükseltmektir.
Kürt sorunu, kültürel haklarla sınırlı olmayan, siyasi çözüm bekleyen bir sorun olarak; eşit haklar temelinde çözümlenmelidir.
Kürt halkının acil taleplerinin karşılanmasının mücadele ile olanaklı olduğunu belirten Konferans, Kürt sorununun demokratik ve halkçı çözümünün gerçekleşmesi için mücadelenin tek yol olduğunu belirtmiştir.

BARIŞ, DEMOKRASİ VE HALKÇI  ÇÖZÜM
Bölgede çatışma yıllarına yeniden dönülmemeli, barış ve demokratikleşme yoluyla Kürt sorununun çözümü gerçekleşmelidir;
Bölgede operasyonlara son verilmeli; asker, polis ve diğer militer güçler bölgeden çekilmeli, koruculuk sisteminin dağıtılmalıdır.
“Faili meçhul” cinayetlerin açığa kavuşturulması ve sorumlularının cezalandırılması gerçekleştirilmeli, köy boşaltmaların, halka yönelik hukuk dışı uygulamaların sorumluları yargılanıp cezalandırılmalı, halka karşı suç merkezi olan kurumlar dağıtılmalı, halkın zararları tazmin edilmelidir.
Genel af çıkarılmalı; tüm siyasi tutukluların salıverilmesi, Kürt sorunu kaynaklı tüm kovuşturma ve yargılamaların kaldırılması, halkın taleplerinin yasal güvenceye kavuşturulması sağlanmalıdır.
Kürt silahlı direniş hareketinin kendi iradesiyle demokratik sürece katılımının koşulları yaratılmalıdır.
Kürt dili ve kültürü önündeki tüm engeller ve yasaklar kaldırılmalı, Kürtçe eğitim ve öğretimin önü açılmalıdır.
Bölgeler arası eşitsizliğin giderilmesi için bölgeye yeni yatırımlar yapılmalı, iş olanakları yaratılmalı, GAP bölge halkının çıkarına yeniden düzenlenmelidir.

KONFERANS DEĞERLENDİRME VE TESPİTLERİ IŞIĞINDA MÜCADELE
Temel hedeflerimizi bir kez daha tanımlayan Bölge Konferansı, bölgedeki ABD kuşatmasına özellikle dikkat çekmiştir. Konferans; İşbirlikçi güçlerin Kürt sorunu karşısında süren inkarcı ve imhacı tutumuna, işbirlikçi Kürt burjuvazisinin tüm entrikalarına, gelişmeleri çarpıtmak ve halkı burjuvazinin yedeğine sürmek için seferber edilen karşı devrimci politik örgütlerin varlığına rağmen, Kürt halkının mücadelesinin daha da güçlenme olanaklarına sahip olduğu tespitini yapmıştır.
Kürt ulusal direniş hareketinin süreci karşılamakta yetersiz kaldığı ve bir dönemin kendi özgünlükleriyle beraber sona erdiği, ancak Kürt halk hareketinin yeni bir karakter kazanarak ilerlediği, halkın ulusal özgürlük ve kurtuluş mücadelesinin bastırılıp yok edilemediği, dahası mücadelenin yeni kazanımlarla ve yeni bir karakterle ilerlediği tespitinde bulunan Konferans, ulusal direniş hareketinin sürece müdahale tarzındaki tutumunu da irdelemiş ve sonuçlara varmıştır. ABD’nin Afganistan ve ardından Irak’a yönelik saldırgan tutumunun ve işgalin altındaki gerçekleri algılamakta yetersiz kalan KONGRA-GEL’in bir bölüm yöneticisi tarafından, emperyalist işgalin “demokratik emperyalizm”, “demokratik sömürgecilik” gibi kavramlarla izah edilmesinin bulanıklık ve tereddüt yarattığını vurgulayan, yine, bu açıklamalar karşısında sessiz kalınmasını olumsuz bir tutum olarak saptayan Konferans; ABD, AB ve emperyalizme karşı beklenti yaratmanın büyük bir tehlike olduğunu belirtmiştir. BOP’un bölge halklarına karşı yeni saldırı planı olarak anlaşılması, NATO zirvesine karşı tutum geliştirmek bu bakımdan oldukça önemlidir. KDP ve YNK’nın ABD ve diğer emperyalist güçlerle ve bölge gerici, işbirlikçi yönetimleriyle içine girdiği ilişkiler ve tutumu kınayan konferans, Güney Kürdistan halkıyla dayanışma içinde olmayı, Kürt direniş hareketinin, emperyalizm ve bölge gericiliği karşısında takındığı ikircikli tutumun halk güçleri lehine ve emperyalizme karşı mücadeleye dönüştürülmesi çabasının sürdürülmesini benimsemiştir.
Direniş hareketinin yoğun ideolojik, politik ve örgütsel iç sorun ve çelişkiler içinde olması bir yana, halk, demokrasi ve özgürlük taleplerinden geri durmamaktadır. Bölge Örgütü, ulusal direniş hareketiyle ve bu kapsamda mücadele eden tüm örgüt ve oluşumlarla saldırılar karşısında ortak tutum geliştirmeyi, işbirliği ve güçbirliği içinde olmayı, tüm halk güçlerini birleştirmeyi öngörmüştür.

BÖLGE ÖRGÜTÜ YENİLENMİŞ VE GÜÇLENMİŞTİR
Parti Bölge Örgütü yenilenmiş ve genç kadrolarla güçlendirilmiştir. Bölgedeki il, ilçe ve diğer tüm özgün örgütlerimizin yenilenmesi ve güçlenmesi için olanaklar her zamankinden daha fazladır ve güçlenerek yeniden görev almış Bölge Örgütü, bu olanakları değerlendirecektir.
Hızla gelişen ve değişen koşullar karşısında, Bölge Örgütü’nün süratle hareket etmesi, bölgenin politik ve örgütsel sorumluluğunu omuzlayarak, belirlenen görevleri çözmek üzere hareket etmesi gerekli ve zorunludur. Saldırılar karşısında anında tutum alan, aydınlatma ve örgütleme çalışmasında cesaretle hareket eden ve güven veren, giderek çekim merkezi olan bir çalışma için tüm bölge örgütlerimize seferber olma çağrısı yapan Konferansımız; hem objektif koşullar bakımından, hem de parti kadrolarımız bakımından bunu başarabileceğimizi saptamıştır. Gerekli olan, sınıf tarzıyla, ama Bölge’nin özgünlükleriyle, Kürt halkının çözümlenmemiş sorunlarının bilinciyle, hiçbir talebi küçümsemeden ve atlamadan sürece müdahale edebilmektir. Dağıtılmak, saptırılmak, beklenti içine sokularak ve ezilerek yok edilmek istenen Kürt halk hareketinin içten ve dıştan kuşatılmışlığını parçalamanın koşulları hiç de az değildir. Yeni tarzda mücadelenin ancak işçi ve emekçi karakterli bir müdahaleyle mümkün olduğunu belirleyen Konferans, halk hareketinin emek ve özgürlük temelleri üzerine oturtulması için çok yönlü, kalıcı bir çalışmayı görev olarak belirlemiştir.
Bölge Örgütü, öncesine göre güçlenmiş ve yetkinleşmiş durumdadır. Konferansın bileşimi, katılım ve tartışmaların düzeyi ve Bölge Örgütü’ndeki görevlendirme bunu göstermektedir. Bölge’de, genç ve işçi sınıfı ve halkın davasına sıkıca bağlanmış kadrolarımız artmaktadır. Bölgeyi daha detaylı tanıma, sosyal, siyasal ve kültürel gelişmeleri takip etme, fabrika, işletme, üniversite, lise ve semt çalışmasındaki gelişmeleri merkezileştirme ve günlük takibi sağlama, bizi daha da ileri taşıyacaktır. Müdahale alanlarını belirleme ve yoğunlaşmada, günlük çalışmayı örgütleme, politik ve örgütsel sorumluluğu omuzlamada bugün daha ileri bir noktadayız.
Kamu Emekçileri mücadelesi ve sendikal mücadelenin düzeyini değerlendiren Konferansımız, önümüzdeki süreçte, mücadeleci sendikal hareketin güçlendirilmesi çabasını yoğunlaştırmak için bir dizi kararlar aldı. Bu yönlü eğitim ve örgütlenme çalışması planlanacaktır. İller ve dağınık merkezler arasındaki ilişki yeniden düzenlenecektir. Bölge kamu emekçileri çalışmasının koordine edilmesi, politik ve mücadeleci bir hareket olarak yeniden organize olmasında daha etkin bir tutum sergilenecektir. Sendikaların bu perspektifle hareket etmelerine katkı sunulacaktır.
Tarım, hayvancılık, çevre sorunu, göç sorunu ve köy boşaltma ve sürgünlerin yeniden dönüş talepleri gibi sorunları değerlendiren Konferansımız; doğanın tahribine karşı tutum geliştirilmesini, barajlar vb. gerekçelerle Munzur, Hasankeyf barajları vb. doğa, tarih ve kültürün yağmalanmasına neden olacak projelere karşı mücadele etmeyi yeniden vurgulamıştır.
.
GENÇLİK ÇALIŞMASI VE YENİ BİR HAMLE ZORUNLULUĞU
Emek Gençliği’nin; Bölge gençliğinin, Kürt gençliğinin örgütü olarak yeniden inşası Konferansın temel hedeflerindendir. Bölge Gençlik Örgütümüzün Kürt gençliğinin örgütü olarak vücut bulması ve bölgede bir mücadele merkezi olma amaçlı çalışmamızda henüz istenilen düzeyde olmadığımız açıktır. Ancak Emek Gençliği, Kürt gençliği içinde ilgi ve sempati bulan çalışmalarıyla tanınmaktadır. Bu durumun örgütlenmeye dönüştürülmesinde, Bölge gençlik örgütlerimiz tutuk davranmaktadır. Henüz kitlesel bir hareket düzeyine ulaşmamış olmakla beraber; yurtseverlik tutkusu ve sosyalizm idealiyle yürütülen çalışmanın giderek güç kazandığı görülmektedir. Bölge’de, bünyesinde on binlerce öğrenci barındıran üniversiteler bulunmaktadır. Yüz binlerce üniversite öğrencisi içinde örgütlenmek, üniversite gençliğinin; bilimsel, demokratik, parasız ve anadilde eğitim taleplerini kararlıca savunmak, Kürt gençliği ve üniversiteli her ulustan gençliğin demokratik örgütü olarak gelişmek önemli hedef olarak belirlenmiştir.
Hedeflenen Dicle-ODTÜ buluşmasının gerçekleştirilmesi, kardeşlik köprüsünün her türlü engeli aşarak kurulması, bunu güçlendirecek bir çalışmadır.
Liseli, üniversiteli ve işçi gençlik içindeki çalışmanın, işsiz gençlik, semt gençliği ve yoksul köylü gençlik içinde yaygınlaştırılması hedef olarak belirlenmiştir. Bölge Gençlik Örgütü’nün; emekçi karakterli, yurtsever, sosyalist ve kitlesel bir örgüt olarak yeniden inşası için başlatılan süreç, yıl sonuna kadar Bölge Gençlik Konferansı’nın gerçekleştirilmesiyle güçlendirilecektir.
İller düzeyinde birbirinden farklılıklar göstermesine rağmen, istikrarlı bir gençlik çalışmasının gerçekleştirilememesinin nedenlerinin irdelendiği Konferans’ta; zaaflar ve sorunlar tartışılarak, olumlu örneklerin çalışmada dayanak edinilmesi benimsenmiştir.
Diyarbakır Gençlik Örgütümüzün, merkezi gençlik örgütü misyonuna uygun olarak inşa edilmesi ve Kürt gençliğinin iş, eğitim ve özgürlük taleplerini karşılayan örgütler olarak tüm bölgede yeniden inşa çalışması başlatılacaktır. Bölge’de her üniversite ve hemen her yüksek okuldaki üye ve çevre ilişkilerimizin yeniden düzenlenmesi, Gençlik Konferansı’nın hedefi olarak belirlenmiştir. Türkiye çalışmasının tekrarı olarak değil, Bölge’nin özgünlüğü üzerinde yürütülen çalışmanın araçları çoğaltılarak, Bölge’nin gerçeklerine uygun, Kürt gençliğinin duygu ve düşüncelerini, ulusal şekillenişini, özlem ve eğilimlerini karşılayan, halkın diliyle yürütülen çalışma güçlendirilecektir. Bölge gençlik çalışması, Kürt halkının ulusal ve sosyal kurtuluş mücadelesinin örgütlenmesi çalışmasının bir parçası olarak yürütülürken, Kürt gençliğine yönelik çalışmanın genel bir çalışma olmaktan kurtarılması, Emek Gençliği Merkezi’nin, Türkiye gençliği için belirlenen çalışma programı ve kampanyalarında, Kürt gençliğini özel bir alan olarak değerlendirmesi, Kürt gençliğinin ulusal ve demokratik, sosyal ve kültürel, kimlik ve diğer taleplerini, eğitim ve dil sorunlarını gündeminden düşürmeden, tüm Türkiye’de yaygın bir çalışma konusu yapması benimsenmiştir.
Bölge gençliği anti emperyalist, demokratik ve ilerici bir potansiyel taşımakta, özgürlük ve demokrasiye, sosyalizm fikrine büyük sempati beslemektedir. Kürt direniş hareketinde gençlik önemli bir yer tutmaktadır. Tüm saldırı ve katliamlara rağmen yılmadan mücadele eden Kürt gençliğinin; Deniz Gezmiş ve diğer sosyalist gençlik önderlerine büyük sempati beslediğini belirten Konferans, Kürt gençliği içinde bu tutumun daha da ileri taşınmasını benimsemiştir. Irak’ın işgali ve Güney Kürdistan’da ortaya çıkan durum karşısında, emperyalizme, işgale ve işbirlikçi tutumlara karşı tepki gösteren, özgürlük ve eşitlikten yana tutumu benimseyen Kürt gençliğinin, emperyalizme, sömürgeciliğe, faşist ve gerici iktidarlara ve işbirlikçi girişimlere karşı gösterdiği tutumun ileri taşınması hedeflenmektedir.
Türkiye gericiliğinin, bölge halkına yönelik yeni saldırıları ve yeni operasyonları gündeme getirdiği günümüzde, olası harekatlar karşısında gençliğin kitlesel duruşunu sağlamada azami hassasiyet gösterilmelidir. Konferans, demokratik Kürt hareketi ve ulusal demokratik gençlik hareketleriyle ortak mücadele tutumunu geliştirmeyi benimsemiştir. Yoz kültür kuşatmasının parçalanması, uyuşturucu vb. salgınının pençesindeki gençlerin kurtarılması için sosyal ve kültürel etkinliklerin arttırılmasıyla beraber, gençliğin, kapitalizme, işsizliğe, sömürü ve baskıya karşı, baskısız ve sömürüsüz bir gelecek için mücadelesinin önü açılacaktır. Yerel yönetimlerin demokratik gençlik hareketinin güçlenmesine katkı sunması ve gençliğin sosyal, kültürel ve sportif ihtiyaçlarının karşılanması için işbirliği gerçekleştirilecektir.
Emperyalizme ve sömürgeciliğe karşı eşitlik ve özgürlük için, Kürt halkının kendi geleceğini özgürce belirleme koşullarını yaratma amaçlı mücadelede Kürt gençliği önemli bir mücadele dinamiğidir. Bölge Gençlik Konferansı, bu dinamiğin örgütlenmesinde ileri bir adım olmayı hedefleyecektir. Gençlik Örgütü, Kürt gençliğinin yurtsever ve sosyalist örgütü olarak inşa edilecektir. Konferansı, Bölge düzeyinde yapılacak kitlesel bir şölenle tamamlanacaktır.

KÜRT KADINI VE BÖLGEDE KADIN MÜCADELESİ
Kürt kadını, mücadelenin önemli bir dinamiği oldu. İnkar ve asimilasyona karşı süren mücadelede büyük acılar çeken Kürt kadınının gösterdiği direngen tutum örnektir. Cinsiyetçi baskıya eklenen ulusal ve sınıfsal baskı altında ezilen ve sömürülen kadın, bu koşullara karşı mücadelede ileri pozisyondadır. Bir mücadele dinamiği olarak dikkatleri çeken Kürt kadınının mücadelesinden öğrenmek, aynı zamanda, mücadeleci tutumun geliştirilmesinde de örgütlerimizin müdahalesi, bir birini tamamlayan ihtiyaçlar durumundadır. Kürt emekçi kadınının yürüttüğü mücadelenin güçlendirilmesinde koşulsuz destek ve birleşme tutumu benimsenmelidir. Kürt demokratik kadın hareketinin, kadın hareketini emekçi karakterli bir hareket olarak tanımlamayışına dikkat çeken Konferansımız, liberal burjuva eğilim ve örgütlenmelerin, AB ve diğer emperyalist merkezlerden oluşturulan bazı fonların bölgede “değerlendirildiği”, kadınının sosyal hayata katılımını güçlendirme adı altında yürütülen etkinliklerin ve oluşturulan “sivil toplum örgütleri”nin dikkatle izlenmesi, kadın hareketinin sistemin yedeğine çekilmesi ve işsizlik, yoksulluk gibi kapitalizmin yıkıcı sonuçlarından kaynaklı taleplerin bazı kurumlar vasıtasıyla yedeklenmesi tehlikesine karşı aydınlatma ve örgütleme görevi belirlemiştir. Bölge Kadınlarının, 8 Mart çalışmalarının merkezine “Emekçi Kadınları” koyması, böylesi bir söylemi benimsemesi önemli bir gelişmedir. Bu eğilim desteklenerek ilerletilmelidir.
Bölgede sıkça gündeme gelen ve “töre cinayetleri” olarak tanımlanan kadınlara yönelik kıyıma karşı doğru bir yaklaşım geliştirilmelidir. “Tetikçi” mahkum edilerek sorunu çözmeyi öneren tutuma karşı çıkılmalı, sorunun kaynağına işaret edecek bir yaklaşım sergilenmelidir. Sorunun irdelenmesi, sistemin, gericiliğin, feodal burjuva kültürün mahkum edilmesi için özel bir çalışma ihtiyacı bulunmaktadır. Bölgede sıkça görülen “intihar” olayları, kadının altında ezildiği çok yönlü baskıların boyutunu ve kadının çaresizliğini göstermektedir. Bölge kadınının gerici feodal yapı ve savaş koşullarının yarattığı özel baskı ve gerici statüye karşı mücadele etmesine yardımcı olacak bir çalışma yürütülmelidir.
Bölge kadınlarının ve Kürt kadınının yaşadığı acıların, verdiği kayıplarla; kardeşi, kocası, yakını ve evlatlarını yitirerek yaşadığı dramın; sistemli cinsel şiddet, taciz ve tecavüzlerin dizginini boşaltan savaşın Kürt kadını üzerinde oluşturduğu çok yönlü tahribatın etkilerini onarmayı da hedefleyen barış, demokrasi, özgürlük talepleriyle beraber, kapitalizmden kurtuluş için mücadele edilecektir.
Bölge Kadın Örgütü’nün oluşturulamadığına dikkat çeken konferansımız, il örgütlerimizin kadın çalışmasındaki darlıklarına işaret etmiş, Kürt kadınının sisteme karşı gösterdiği tepkiyi ve attığı adımları desteklemeyi ve ileri taşımayı benimsemiştir. Bölge kadın çalışmasının geliştirilip güçlendirilmesi, işçi ve genç kadınlar içinde çalışmanın ilerletilmesi ve çalışmanın bölge düzeyinde merkezileştirilerek Bölge Kadın Örgütü’ne dönüştürülmesi hedef olarak belirlenmiştir.
Bölge’deki bazı il örgütü ve diğer yerel örgütlerimizin, Kürt kadınının sorunlarına yaklaşımda “işçi kadın” vurgusundan hareketle, ulusal demokratik talepleri, barış taleplerini atladıkları sonucu çıkarılmıştır. Örgütlerimizin emekçi karakterinin, Kürt ulusal taleplerini atlamak olarak anlaşılmaması gerektiği açıktır. Mahallede, işyerinde, okulda ve fabrikada aynı tarzda, her il ve ilçede aynı düzeyde yürütülen ajitasyon ve aydınlatma çalışmasının yetersizliğine dikkat çeken konferans, kadınların örgütlenmesi için özgün araçlar, örgütler, dernek ve birlikler, dayanışma evleri ve diğer mekanizmaların yaratılması ihtiyacına dikkat çekmiştir. Yoksul kadınların örgütlenmesi için derneklerin oluşturulması, genç kadınlar içinde yoğun bir aydınlatma ve örgütlenme çalışmasının yürütülmesi ve örgütün bu dinamikler üzerinden yenilenmesi hedefi belirlenmiştir.
Demokratik Güçbirliği’nin kazandığı yerel yönetimlerin kadınlara yönelik çalışmalara öncelik vermesi, kadın örgütlenmesinin güçlenmesi için yerel yönetim olanaklarının esirgenmemesi ve kadınların mağduriyetlerini giderecek çalışmaların toplumsal mücadelenin kazanımı olarak geliştirilmesi önemlidir.

GÜNLÜK GAZETENİN EMEK VE DEMOKRASİ MÜCADELESİNDEKİ ÖNEMİ
Günlük gazetenin bölgedeki tirajı, bölge sayfalarının yeniden düzenlenmesi, bölge sayfa sayısının arttırılması, başta Diyarbakır bürosu olmak üzere, büroların reorganizasyonu, tüm bölge muhabirleri, özel görevlilerin tutumu ve örgütlerimizin durumu değerlendirilerek, yeni görevler saptandı. Haber zenginliğinin sağlanması gibi sorunlar tartışılarak, yeni döneme ilişkin planlamalar yapıldı. Bölge baskısının yapılması için mali sorunun çözümünde bölge il örgütlerinin süratle hareket etmesi, tirajın yükseltilmesi için abone, elden satış vb. ile çalışmanın genişletilmesi, ilan vb. olanakların yaratılması karar altına alındı. Bölge baskısına başlanmasıyla birlikte bölge sayfalarının arttırılması hedefi belirlendi. Bölgede Kürtçe olarak gerçekleştirilen etkinliklerin gazetede Kürtçe olarak yayınlanması, makalelerin Kürtçe yayınlanması, bununla birlikte, Kürtçe materyallerin, propaganda ve ajitasyon çalışmalarının arttırılması hedef olarak belirlendi. Kürtçe ve Zazaca tiyatro, müzik guruplarının ve diğer alanlarda gurupların oluşturulması ve sosyal-kültürel etkinliklerin arttırılması hedef olarak saptandı.

KÜRT KÜLTÜRÜ, SANAT VE TARİHİ VE YENİ DÖNEM ÇALIŞMASI
Bölgede sosyal ve kültürel çalışmanın toplumsal yaşamadaki rolü giderek artmaktadır. Yıllardır uğruna mücadele edilen taleplerin bir bölümü baskı, yasaklama ve kısıtlamalara rağmen kullanılmaktadır. Diyarbakır’da yerel yönetimin halk güçleri tarafından kazanılmasından bu yana, bu alanda olumlu gelişmeler oldu. Kürt kültür ve sanat etkinliklerinde ve alana ilgide büyük bir artış görülmektedir. On yıllardır baskı ve yasaklarla, inkar ve asimilasyoncu yaklaşımla yok sayılan Kürt dili, kültürü, sanatı ve diğer alanlardaki gelişmelerin savunulması, sosyal etkinliklerdeki gelişmelerin desteklenmesi, güçlendirilmesi ve yaygınlaştırılması, Kürtçe kurslara ilginin güçlendirilmesi, dil öğrenme ve eğitim yönlü tüm çalışmaların desteklenmesi, kültür ve sanat merkezleri, sosyal, kültürel ve sportif amaçlı dernek, lokaller ve girişimleri arttırmak hedeflenmelidir.
Gençlik içinde Kürtçe’nin öğrenilmesi, Kürtçe eğitim ve öğrenimin bir talep olarak öne çıkarılması; üniversitelerde Kürdoloji kürsülerinin kurulması, Bölgede anadilde eğitimin başlaması için süren mücadelenin güçlendirilmesi; şiir, öykü, roman yazma eğilimi gösteren gençlerin teşvik edilmesi ve desteklenmesi, resim, müzik, sinema, tiyatro, bale gibi sanatların yaygınlaştırılması, Konferans kararları içindedir. Kürt aydınlarının, kültür ve sanat insanlarının çalışmalarının yayınlanması, yaygınlaştırılmasının sağlanması, basım ve dağıtımında örgütlerimizin özel çaba sarf etmesi önemlidir. Bölgede okuma ve araştırmayı; Marksist klasiklerin, roman, şiir vb. edebi eserlerin okunmasını teşvik etmek, Marksist klasiklerin ve sosyalizm biliminin Bölge gençliği tarafından öğrenilmesi, bu fikrin gençlik içinde etkin hale gelmesi için çalışmak gereklidir; ve ayrıca, bu eserlerin Kürtçe’ye çevirisi de giderek bir ihtiyaç haline gelecektir.
Kürt kültür ve sanat dergisi Tîroj; mevcut işlevinin güçlendirilmesi, Kürt aydınları, gençliği ve kadınları içinde yaygın bir dağıtım ve okuma ağının oluşturulması, Kürt sosyalistleri, aydınları, yazar, sanatçı ve kültür adamları tarafından ilgi ile takip edilen ve desteklenen derginin konu ve görsellik bakımından zenginleştirilmesi, konu ve röportaj sunumu gibi eksiklerin giderilmesiyle, Bölge halkının yaşamının yansıtılmasında güçlü bir araç haline getirilmelidir.
Bölge Örgütü Konferansı, tüm delegelerin irade birliğiyle gerçekleşmiştir.
EMEP Bölge Örgütü Konferansı, 11 Nisan 2004’te Diyarbakır, Van, Urfa, Dersim, Bingöl, Elazığ, Malatya, Adıyaman, Maraş, Muş İl ve bu illere bağlı ilçelerden 85 delegenin katılımı ile Dersim’de gerçekleştirildi. Kars, Ardahan, Iğdır, Erzurum, Erzincan, Batman, Mardin, Kilis delege ve temsilcileri değişik nedenlerle Konferansa katılamadı.

Yağmanın diğer adı: özelleştirme

IMF ve Dünya Bankası’nın “küreselleşme sürecinde yeniden yapılanma” adı altında tüm ülkelerinin önüne koyduğu yaptırımlardan birisi de özelleştirme olarak karşımıza çıktı.
Özelleştirme, gelişmiş kapitalist ülkelerde, daha önceleri “Sovyet tehdidine karşı” kapitalistlerin sosyal alanda uygulamaya mecbur kaldıkları sosyal yapıların tamamen tasfiye edilmesi, kamusal alanların büyük sermayeye peşkeş çekilmesi; geri kalmış, emperyalizme bağımlı ülkelerde ise, emperyalist yağmanın önündeki tüm engellerin kaldırılması, ekonominin savunmasız ve güçsüz bırakılması, en kârlı alanların, hazır kurulu işletmelerin, yine yabancı sermaye ve onun işbirlikçisi yerli büyük sermayeye peşkeş çekilmesi olarak işlev görüyor.
Bugün tüm dünya kapitalist sisteminde yoğun bir “özelleştirme harekatı”nın yaşanması, “yeniden yapılanma” sürecinin bir sonucudur.
Sovyetler Birliği ayaktayken, bu ülkedeki emekçiler lehine sağlanan muazzam ilerlemeler, ülke nimetlerinin, kaynaklarının birkaç şiş göbekli kapitalist için değil, milyonlarca emekçi için kullanılması; kâr, çıkar, rant değil, emekçi yığınların talep, dilek ve ihtiyaçlarının temel alınması, yaşam standartlarının hızla yükselmesi, konut sorunundan sağlığa, eğitimden kültürel alanlara kadar sınırsız genişlikte düzenlemelere gidilmesi, kapitalist ülkeleri ve genel olarak kapitalist sistemi de ister istemez tedirgin ediyordu. Her ne kadar Sovyetler Birliği’ne karşı akıl almaz yalan ve iftiralarla dolu muazzam bir propaganda kampanyası sürdürülüyor, eğitimden medyaya, sanattan bilime kadar her şey bu propaganda dahilinde kullanılıyorsa da, sosyalizmin başarıları, sadece yalan karşı propagandalarla örtülemiyordu. Kapitalist yönetimler altında yaşayan milyonlarca emekçinin Sovyet Birliği’nden etkilenmesinin önü kesilemiyor; işçiler, emekçiler Sovyetler’deki gelişmelerden, düzenlemelerden, sürekli hale gelen iyileştirmelerden etkilenip kendi hükümetlerinden daha fazla şey talep ediyorlardı. Sadece kuru laf kalabalığının, akıl almaz yalanların kendi emekçilerini kandırmaya yetmeyeceğini gören burjuvazi de, yaşam standardı çıtasını yükseltmek, tavizler vermek zorunda kalıyordu.
Şimdi savunulan devletin “kamusal alanlarda ne işi var” düşüncesinin tersine, devlet, kapitalist de olsa, kamusal alanlara girmeye, halka şimdikinden daha fazla hizmet götürmeye mecbur kalıyor; “sosyalizme” karşı “sosyal devlet” anlayışı ileri sürülüyordu. Bunun neticesinde de, kapitalist devlet, ister istemez hastanelerden postanelere, okullardan konut sorununa kadar pek çok alana girmek zorunda kalmıştı.
Bu arada, kapitalist devlet, sermaye birikiminin henüz yeterince sağlanamadığı, büyük sermaye gerektiren işlere de el atmıştı.
Bu anlamda, hastanelerden eğitime kadar sosyal alanlara yatırım, katkı, kapitalistlerin ulufesi değil, emekçilerin kazandığı haklar olarak karşımıza çıkmaktaydı.
Yoksa dünyayı sömürmek, yeni yer altı ve yerüstü hammadde kaynaklarına el koymak, nüfuz alanları yaratmak, pazar alanları peşinde koşmak, sömürge ve yarı sömürgeler ele geçirmek, vurgun, talan, yağma, spekülasyonlarla milyarlarca doları cebe indirmek gibi temel görevleri varken, kapitalizmin, insanların sağlığını, konut sorununu, defterini-kitabını düşünecek hali yoktu.!
Sovyet Birliği’nin çökmesi, Rusya’nın kendisini kapitalist olarak ilan etmesiyle birlikte, kapitalizm sırtındaki büyük bir yükten kurtulmuş oldu. O güne kadar istemeden de olsa yapmak zorunda kaldığı hizmetlere noktayı koydu. Ve adeta geçmişin intikamını alırcasına, emekçilerin kazanılmış haklarına yönelik büyük bir saldırı kampanyası başlattı. Bunun adına da “yeniden yapılanma”, “değişim”, “yapısal reformlar” gibi adlar koydu.
Şöyle demek istiyordu kapitalistler: “Bu güne kadar sizin için istemeden, yüreğimiz kanayarak yapmak zorunda kaldığımız bir takım hizmetleri burada noktalıyoruz. Noktalamakla da kalmıyor, yavaş yavaş, ortam uygun oldukça geri alamaya başlıyoruz. Herkes başının çaresine bakacak. Hizmet almak isteyen parayı bastırıp istediği hizmeti alacak. Parası olmayan parasızlığına yanacak.”
Kapitalistler, bir kez daha oyun oynuyor, ellerindeki geniş ve etkili propaganda araçlarıyla, medyası, kitapları, eğitim sistemiyle, gerçekleri her zaman olduğu gibi bir kez daha büyük bir yalancılıkla tahrip ediyorlardı. Söz konusu hizmetler zaten halkın emeğinden sağlanan değerlerle, ülkenin kaynaklarıyla yapılmıştı. Kimsenin kimseye ulufe bağışladığı yoktu. Tersine, halkın sırtından, ülke kaynaklarından beslenen kapitalistlerdi.
Yeniden yapılandırmanın temel taşlarından birisi olarak, özelleştirmeler ileri sürüldü. Bunun ileri sürülen ana gerekçesi de, devletin hizmetten, kamusal alanlardan çekilmesi gerektiği, sosyal alanların, KİT’lerin ekonominin sırtında büyük bir “kambur” olduğuydu. Oysa, insanların temel ihtiyaçlarını karşılamak, hastane, okul yapmak, alt yapı hizmetlerini yürütmek, nasıl olabilir de, devletin sırtında yük olarak görülebilirdi? Hani kapitalist öğretiye göre, devlet tüm vatandaşlarına hizmet sağlar, eşit davranırdı? Hani devlet, insanların refahı ve huzuru için çalışırdı? Ve nasıl olabilirde, devlet sadece kârı hedefleyebilir, yapacağı hizmetlerde kâr şartını arardı? Devlet kapitalist bir işletme miydi? Bizzat kapitalist ideologlar, devletin vatandaşların hizmetinde olduğunu söyleyip durmuyorlar mıydı?
Ama, işte Sovyetler Birliği çökmüş, burjuvazi de bu durumu moralsizleşen işçi sınıfı ve emekçilere karşı yoğun bir ideolojik propagandayla birlikte haçlı seferine dönüştürmüştü.
Büyük kapitalist ülkeler özelleştirmeye girişti. Bu, aynı zamanda, işçi sınıfı ve emekçilerin o güne kadar kazandığı ekonomik ve sosyal hakların belli bir program dahilinde tasfiyesi sürecinin bir başlangıcıydı.

GERİ KALMIŞ BAĞIMLI ÜLKELERDE ÖZELLEŞTİRMENİN MANTIĞI
Bizim gibi geri kalmış ve bağımlı ülkelerde özelleştirme, yukarıda sayılan hedeflere yönelik olmasının yanı sıra, bir başka amaca daha hizmet etmektedir. Bu da, emperyalist yağma önünde engel olabilecek ve ekonominin yerli olarak nitelenebilecek kaynaklarını ele geçirme, tahrip ve yok etme, dayanak noktalarını ortadan kaldırıp, bugünkü küreselleşme denilen olgunun temel hedeflerine uygun olarak, yerel ekonomiyi emperyalist sermayenin tam anlamıyla uzantısı durumuna getirmektir. Daha kestirme biçimde söylemek gerekirse, ülkeyi kelimenin tam anlamıyla dışa bağımlı hale getirme. Kendi başına bir ekonomi ve ülke olmaktan çıkan, ancak dış sermayenin bir parçası olarak kendine yaşam hakkı tanınan bir duruma sokma.
Nitekim son zamanlarda Türkiye’deki ekonomi tam da bu çerçevede şekillenmiş; Sabancı, Koç gibi Türkiye’nin en büyük sermayedarları, yabancı sermaye ile ortaklıklarında küçük ortak durumuna düşürülmüş, ya da sadece dağıtımdan pay alır hale sokulmuşlardır. Toyota, Fiat, Ford vb. buna örnektir.
Özelleştirmelerin boyutları incelendiğinde, gerçekten de bunların, birkaç bin işçinin işsiz kalmasıyla sınırlı olmadığı, tarımdan enerjiye kadar ülkenin ekonomik yapısını hedef aldığı, alt yapıyı tahrip ettiği ve giderek her alanda korkunç bir yıkım ve sınırsız bir dışa bağımlılıkla karşı karşıya olunduğu görülecektir.
Örneğin, Et ve Balık Kurumu’nun özelleştirilmesi, ülke hayvancılığına indirmiş bir darbe olarak karşımıza çıkmaktadır. Yine SEK’lerin özelleştirilmesini aynı kategori içersinde değerlendirmek gerekir.
Hatırlanacaktır, özelleştirmeler ilk gündeme geldiğinde, öyle bir yalan bombardımanı başlatılmış, öylesine aşağılık bir propaganda sürdürülmüştü ki, Türkiye’nin içinde bulunduğu bütün sıkıntıların vebali KİT’lere yüklenmişti:
“KİT’ler, halkın sırtındaki kamburdu”
“KİT’ler, memleketi yiyip bitiriyordu”
“KİT’ler varken, bu ülke asla düzelmezdi.”
“Bütün borçların nedeni, KİT’lerdi”
“KİT’lerdeki işçiler çok ücret alıyordu.”
“Özelleştirmeler bir olsun, bakın memleket nasıl düzelecek, ekonomi nasıl şaha kalkacaktı.”
Ancak gelinen noktaya ve bu yalan propaganda altında vahşice sürdürülen özelleştirmeler sonucu ortaya çıkan tabloya bakınca, hiç de anlatılanlara uygun bir tablo çıkmıyor karşımıza.
DPT verilerine göre; 17 yılda 408 kuruluş özelleştirilmiş. Bu kurumların özelleştirilmesinden elde edilen gelir, 4 milyar 474 milyon dolar. Özelleştirilmeler için yapılan masraf ise, 4 milyar 574 milyon dolar. Yani devlet, 408 kuruluşun satışından 100 milyon dolar zarar etmiş.
Hani özelleştirmelerle büyük gelirler sağlanacak, yüklerden kurtulacaktık?!
Ki bu hesaplara, özelleştirilen işletmelere sonradan “işletme kredisi” adı altında aktarılan paralar dahil değildir. Bu paralar gizlenmeyip ortaya konulsa, memleketin nasıl talan edildiği, kaynakların nasıl yağmalandığı çok daha net biçimde ortaya çıkacaktır.
Mesela, Balıkesir SEKA işletmesi, binlerce dönümlük arazisi, yüzlerce lojmanı, işletmesi, makineleri, depolarındaki stokları ile birlikte AKP’nin beslemesi Albayraklar gurubuna 1 milyon dolar civarında verilmiştir.
Albayraklar, Tayyip Erdoğan’ın İstanbul Belediye Başkanı olmasıyla birlikte belediyeden aldığı ihalelerle peydahlanan bir şirkettir. Koskoca SEKA Balıkesir işletmesi, 1 milyon dolar civarında bir paraya bunlara ikram edilmiştir. İstanbul’da Sarıyer’de, Beykoz’da, Zekeriyaköy’de villaların 1 milyon dolara satıldığı hesap edilirse, ortadaki peşkeşin nasıl gözükara olduğu daha iyi anlaşılacaktır.
Ama bu kadarı da yetmemiştir. Hemen ardından Albayraklar’a hükümet tarafından yine yaklaşık 1 milyon dolarlık bir işletme kredisi verilmiştir! Yani, koskoca işletmenin yanı sıra üstüne de para verilmiştir! Buyurun özelleştirmenin memlekete faydasını!
Bugünlerde özelleştirilmesi gündemde olan ve yabancı sermayenin ağzını sulandıran TEKEL’de de aynı oyunlar karşımızdadır.
Tekel, sadece sigara fabrikaları olarak değerlendiremez. Tekel, bu ülkede tütünle uğraşan yüz binlerce insanın gözü kulağı, yaşam alanıdır. Tekel’in özelleştirilmesi demek, yüz binlerce tütün üreticisinin gırtlağının sıkılması, ülkeye milyon dolarlık katkı sağlayan bir tarımsal alanın boğazlanması demektir.
Tekel, bu yıl devlete 3,9 katrilyon lira ödeyecektir. Bunun 2,4 katrilyon lirası ÖTV, 945 trilyon lirası KDV, 146 trilyon lirası SSK primi, 550 milyar lirası Savunma Sanayi Destekleme Fonu, 9 trilyon 82 milyar lirası Afetler Fonu’na, 1,5 trilyon lirası Sivil Savunma Fonu’na, 110 trilyon lirası Tütün Fonu’na, 12,5 trilyon lirası işsizlik sigortası primi, 13,4 katrilyon lirası Emekli Sandığı’nadır.
İşte, özelleştirilmek istenen TEKEL, ekonomiye böylesine büyük katkılar sağlayan böyle dev bir işletmedir. Tabiri caizse “altın yumurtlayan tavuk”tur! Ve bu tavuğun başı vurulmak istenmektedir. TEKEL’in özelleştirilmesini, tütün üstünde oynanan oyunlarla birleştirmek gerekir. İşte o zaman, facianın boyutları daha iyi anlaşılabilmektedir.
Türkiye, yıllardır tütün ihracatında dünyada ilk beş sıradaydı. Türkiye, bu ihracatından 450.000 milyon dolar gelir sağlamaktayken, dönemin başbakanı Özal, sigara üretiminde tekeli kaldırarak, yabancı sigara tekellerine iç piyasayı açtı. Böylece tütün ihraç eden Türkiye, tütün ithal eder duruma düştü. Sürekli kösteklenen, sabote edilen Tekel sigara fabrikalarına 1986’dan beri hiçbir yatırım yapılmadı. Kalitesiz üretim için her türlü sabotaj yapıldı. Yabancı sigara tekellerinin, iç tüketimde %60’a varan bir pazar payı elde etmeleri sağlandı. Tütün üretimine kotalar konarak, 1999’da 251.000 ton olan üretim, 2000 yılında 208.000 tona, 2002 yılında ise 120.000 tona düşürüldü.
Şimdi Türkiye’ye Amerika’dan ve Nijerya’dan Virjinya tipi tütün ithal edilirken, Yunanistan’dan da Türk tipi tütün ithal edilmektedir. Zaten zor durumdaki Türk tütüncülüğüne son darbe, Amerika’da hazırlanıp gelen Kemal Derviş’in kabul ettirdiği tütün yasası ile vuruldu. Devlet artık tütün almayacak, üretici, tüccarın insafına terk edilecekti.
Oysa tütünün bir başka önemi şuradan gelmektedir ki, Türk tütünü en kıraç ve verimsiz topraklarda yetişmektedir. Bu topraklarda başka bir ürün yetişmemektedir. Tütün üretimi küçük arazi parçalarında aile tarımı olarak yapılmaktadır. Yani yalan propagandanın söylediği gibi, tütün ekmesinler başka bir şey eksinler demekle sorun çözülmemektedir.
TEKEL’in özelleşmesi; Marlboro, Camel, Kent ve diğer yabancı sigaraları üreten uluslararası tekellerin ve onların ülkedeki uzantıları, komisyoncuları Sabancıların, Koçların önlerindeki son engelin kaldırılması demektir. Bu ise, yerli tütüncülüğün ölmesi, yabancı tütünün ülkeye dolması anlamını taşımaktadır. 500.000 civarında ailenin, yani yaklaşık 2,5 milyonluk nüfusun ve Tekel fabrikalarında çalışan otuz bin işçinin ekmeğine göz dikilmesidir.
Marlboro, Camel, Kent, Sabancı, Koç için, yüz binlerce ailenin feda edilmesi, Türkiye’nin tütücülüğünün gırtlaklanması… Ne vatanseverlik ama!
Aynı şey şeker pancarı ve şeker fabrikaları için de geçerlidir. Aynı oyunlar şeker üzerine dönmekte, Cargill’e her türlü kolaylık, ayrıcalık sağlanır, Bakan Kemal Unakıtan’ın oğlu bu işten yüz binlerce dolar vururken, yüz binlerce pancar üreticisinin ipi çekilmektedir.
Sümerbankların özelleştirilmesine aynı şekilde bakmak lazım. Mesele, sadece birkaç fabrikayla sınırlı değil. Yüz binlerce pamuk üreticisini, ülkenin pamuğunu ilgilendiriyor.
Aynı tezgahlar pamukta da döndürüldü. İthalatın serbest bırakılması, düşük fiyatlar, devlet desteklerinin kaldırılması, kotalar, pamuk üretiminin ve üreticinin belini kırdı. Ve yine aynı sona gelindi.
Uzun yıllar dünyanın en önemli pamuk ihracatçılarından olan ve daha yirmi yıl öncesine kadar ihracatının %15’ini pamuk satarak karşılayan Türkiye, uygulanan politikalar sayesinde, artık yılda 550-600 milyon dolarlık 500.000 ton pamuk ithal ediyor. Bunun % 40’ını Amerika’dan yapıyor.
İşte bir ülkenin ekonomik alt yapısını böyle yok ediyorlar, dışa böyle bağımlı hale getiriyor, böyle borçlandırıyorlar. Bu yüzden de, Sümerbanklar, şeker fabrikaları, Tekeller yağma talan satılıyor, tarım mahvoluyor, yerli ürünler yok ediliyor, dışardan ürün alınıyor.
Yine örneğin TÜPRAŞ’ı ele alalım. TÜPRAŞ, Türkiye’nin en stratejik işletmelerinden birisidir. Bırakın kârı zararı, bir ülkenin geleceği için en önemli ve mutlaka elinde olması gereken kurumlarından birisidir. Ama bu işletmenin bile başını yiyorlar. Bir yanda en hamasi milliyetçilik yapıyor, “vatan bölünmez” nutukları atıyorlar, diğer yandan da, ülkenin en stratejik işletmelerini, hem de yabancı ortaklı konsorsiyumlara peşkeş çekiyorlar.
Stratejik olmanın yanında, kapitalist işletmecilik mantığıyla bakıldığında bile, bir insanın TÜPRAŞ gibi bir işletmeyi satması için aklını yemesi lazım. Hangi kapitalist kendisine katrilyonlar kazandıran, dev bir işletmeyi zararına satar? Ölene kadar her tarafta vır vır konuşan, “satılsın kardaşım” diye nutuk atan Sabancı, SASA’sını neden bedavadan birilerine vermiyor? Ya da Koç, Arçelik’ini, BEKO’sunu niye sırtından atmıyor?
TÜPRAŞ ise, on Sabancı, Koç alır. İşte bu işletmeye gözlerini diktiler, göz göre yiyecekler.
TÜPRAŞ’ın rakamlarına bakmak bile, nasıl bir katliam peşinde olunduğunu gösteriyor bizlere.
TÜPRAŞ, Türkiye’nin rafineri kapasitesinin yüzde 86’sına sahip. Ham petrolün yanı sıra LPG ve diğer petrol ürünlerinin ithal ve depolamasında da en büyük alt yapı onda. Yalnızca son dört yılda 2 milyar dolar yatırım harcaması yapılan TÜPRAŞ’ın  yeniden kuruluş değeri, 7 milyar dolar. Yıllık 660 trilyon kârı olan işletmenin cirosu, 19, 3 katrilyon (13,5 milyar dolar). Hazineye katkı payı 7,7 MİLYAR DOLAR.
Nasıl oluyor da 7 milyar dolarlık bir işletme, 1,3 milyar dolara satılmaya kalkılıyor?   
Hem de 2003 yılında 14,3 milyar dolar ciro gerçekleştiren TÜPRAŞ’ın cirosu;
kendisinin peşkeş çekilmeye kalkışıldığı Vestel Elektronik’in cirosunun 17, Tatneft’in cirosunun ise 3 katı kadar olmasına rağmen! TÜPRAŞ’ın ödediği vergi ise, Vestel Elektronik A.Ş.’nin ödediği verginin 370 katıdır.
Yine özelleştirilmek istenen TELEKOM’a bir bakalım ve memleketin nasıl yağmalandığını anlayalım.
Telekom, TÜPRAŞ gibi, Türkiye ekonomisine en büyük katkıyı yapan kurumlardan birisi.
Türk Telekom’un yıllık geliri 9,5 katrilyon lira. 2003 kârı ise, 1,5 milyar dolar. Ödediği 900 trilyon 216 milyar liralık vergi ile Türkiye’nin kurumlar vergisi rekortmeni.
Şirketin yılın ilk üç ayındaki kârı, geçen yılın aynı dönemine göre, yüzde 17.1’lik artışla, 656 trilyon liraya ulaştı. Yılın ilk üç ayında cirosunu, geçen yılın aynı dönemine göre yüzde 17.8 artırarak, 2 katrilyon 206 trilyona çıkardı. Kurumun toplam net gelirleri, yüzde 8.7’lik artışla, 1 katrilyon 710 trilyona çıktı. Telefon gelirleri yüzde 19, data gelirleri yüzde 2.9, kablo TV gelirleri yüzde 1.5 artış gösterdi. İlk üç aydaki kontör geliri yüzde 43, konuşma gelirleri de yüzde 17.2 arttı. Üç aydaki yatırım giderleri, yüzde 74’lük artışla 47 trilyon oldu. Sabit telefon abone sayısı 18.9 milyona ulaştı. Üç ayda, abone başına aylık geliri yüzde 29 arttı.
Her şey apaçık ortada. Bu ülkenin en güzide kuruluşları, ekonomisinin can damarları bir bir yok edilmek isteniyor. Yabancı tekeller ve onların işbirlikçileri yağma edercesine memleketin tüm değerlerine büyük bir aç gözlülükle saldırıyor.

ÖZELLEŞTİRMELERE KARŞI ÇIKMAK VATANI SAVUNMAKTIR.
Özelleştirmelere karşı eylemler yapan işçilerin son zamanlarda en çok attıkları sloganlardan birisi, “TÜPRAŞ’ı, TEKEL’i, Sümerbank’ı” savunmanın vatanı savunmak olduğudur.
Yukarıda aktarılan rakamlar, küreselleşme denilen emperyalist yağmanın hedefleri, IMF ve Dünya Bankasının “yeniden yapılanma” adıyla tüm bağımlı ülkelerin önüne olmazsa olmaz şart olarak koyduğu özelleştirmelerin ülke ekonomisinde yarattığı tahribatlar, en güçlü işletmelerin ve ona bağlı tarım vb. alt yapıların bir bir yok edilmesi dikkate alındığında, işçilerin bu sloganı ileri sürerken ne kadar haklı olduklarını ortaya koymaktadır.
Şimdi gelinen noktada çok açık biçimde ve acı deneylerle anlaşılmıştır ki, özelleştirme, birkaç bin işçinin işini kaybetmesi meselesi değildir. Bunun ve alıcı yerli ve yabancı kapitalistlerin tatlı kârlar uğruna yükselttikleri mal ve hizmet faturalarıyla halkın iliğini emmelerinin yanında, özelleştirmenin hedefinde bağımlı ülkelerin son sınırına kadar bağımlı hale getirilmesi, emperyalist sermaye önündeki bütün direnç noktalarının yerle bir edilmesi, dayatmalara, şantajlara, yaptırımlara karşı tüm dayanak noktaların yok edilmesi, yani savunmasız ve çaresiz bıraktırılması vardır.
Bu bakımdan özelleştirmelere karşı çıkmak, işçilerin dediği gibi, “vatanı savunmakla eş değer”dir. Özelleştirmeler ise, vatanı satmak ve vatan hainliğiyle eş değerdedir. Dolayısıyla bugün için özelleştirmelere karşı mücadele, emperyalizmle dişe diş mücadele alanlarından birisidir.

Sendikal hareketin sorunları ve sınıf partisinin mücadele taktiği

Sendikal hareket, sorunları ve sınıf partisinin sendikal alandaki çalışmalarının ele alındığı bu yazı, 22-23 Mayıs tarihlerinde İstanbul’da yapılan toplantıların değerlendirme ve sonuçları üzerinden kaleme alınmış, okurlarımızın dikkatine sunulmuştur.
İşçi ve kamu emekçileri sendikalarının içinde bulunduğu durum ve özellikle organize sanayi bölgelerinde genç işçilerinin sendikalaşma mücadelesinin yaygınlığı dikkate alındığında, yazıda ortaya konan tespit ve kararlar önemli ve yol göstericidir. )

1-) 2. Dünya Savaşı sonrasının koşulları içinde; uzlaşmacı, reformcu bir anlayış üstünde şekillenen sendikacılık, son 25 yıl içindeki gelişmelerin baskısıyla çökmüştür. Neoliberal politikaların devreye sokulması, “Küreselleşme” adı altında uluslararası sermayenin zincirlerinden boşanması ve birer birer ülkelerde bu politikaların özelleştirme, taşeronlaştırma, esnek çalışma, Toplam Kalite Yönetimi yoluyla ekonominin, sosyal hizmet kurumlarının, sosyal güvenliğin, eğitim, sağlık, iletişim, belediye hizmetleri olarak tüm kamu hizmetlerinin piyasa malı haline getirilmesi; reformcu, “sosyal devletçi” sendikacılığı çekici hale getiren temelleri yıkmıştır.
Bu gelişmeler, bu sendikacılığın üstünde yükselen sendikaları tümüyle işlevsizleştirirken, sendikal bürokrasinin gerçek yüzünün görülmesini kolaylaştırmış, bu sendikacılık anlayışını ve onun biçimlendirdiği sendikaları işlevsiz, itibarsız bir konuma itmiştir. Nesnel bakımdan, sistemin, sahipleri tarafından bile kabul edilemeyecek kadar çürümesi koşullarında, sendikalar, nesnel konumlarına uygun bir pozisyonda (sınıf sendikacılığı çizgisinde) olsalardı; son derece güçlenecek, kapitalist sistem karşısında işçi sınıfının dünyasını kurmanın temel araçları olarak rol oynayacaklardı. Ne var ki, uzlaşmacı sendikacılık, bütün öteki sistem kurumları gibi sendikaları da bunalıma sürüklemiş; onları, itibar ve güç kaybeden bir sürece itmiştir.
Bu durum, elbette, işçi sınıfı saflarında da karamsarlık, özgüven yoksunluğu, mücadelenin geriye atılmasının getirdiği olumsuz bir psikolojinin yayılmasına dayanak oluşturmuştur.
Ama aynı zamanda, süreç; işçi sınıfının kendi talepleri etrafında birleşmesi, sendikaları yenilemesi ve kapitalist toplum karşısında, kendi pozisyonunu ona karşı bir mevziye çekmesinin imkanını da sunmaktadır. Ancak, bu olanağın gerçeğe dönüşmesi ve sendikaların yeniden örgütlenmesi için, sınıf partisinin harekete müdahale düzeyinin günün ihtiyacına uygun bir düzeye ulaştırılması bir zorunluluktur.
Bunun da ötesinde; parçalanmış işçi hareketinin birleştirilmesi ve sınıfın bir güç olması; sendikal mücadele kadar, ondan da daha önemli olarak, demokrasi mücadelesi ve sosyalizm için de bir zorunluluktur. Çünkü yaşananlar da açıkça göstermektedir ki; işçi sınıfı demokrasi mücadelesinin omurgasını oluşturmadan, bu mücadelenin istikrar kazanması, sermayenin demokratikleşme programını aşan amaçlara yürümesi son derece güç, hata imkansızdır. Blok, Demokratik Güçbirliği, Emek Platformu gibi birliklerin başarısı da, sınıfın birleşmesi ve mücadeleci bir çizgiden gidişata müdahalesine bağlıdır. Öncesini bir yana bıraksak, son 5 yıl, Emek Platformu’nun sahneye çıkması sonrasındaki gelişmeler de bunu kanıtlamıştır.
Toplantıda yapılan değerlendirmelerde de altı çizildiği gibi; işçi hareketi ve sınıfın bugünkü durumu; sınıf partisine, hareketi birleştirme ve sınıfın birliğinin sağlanmasında hayati bir rol yüklemektedir. Bu yüzden de, sınıfın devrimci partisinin çalışmalarının merkezinde, fabrikalar ve işyerlerindeki ve özelikle de işçilerin yoğunlaştığı sanayi havzalarındaki işçilerin ve mücadelelerinin birleştirilmesi, buralarda işçi örgütlerinin yaratılması ve sınıf partisinin bu işçi örgütleri içinde mevzilenmesi yer alacaktır.
Sınıf partisinin tüm öteki alanlardaki örgütleri, bu alanlardaki çalışmanın başarısı için seferber olacak; o alanda sınıf hareketine müdahale için önemli bir eylem hazırlanıyorsa, tüm örgüt, tüm emek ve demokrasi güçleri ve yerel ve –ihtiyaca ve hazırlanan eylemin kapsamına göre– ulusal ve uluslararası imkanlar o eylemin başarısı için seferber edilecektir.

2-) Sınıf partisi, işyerlerindeki, üretim ve hizmet birimlerindeki mücadelesini sendikal talepler uğruna mücadele ile sınırlamaz. Sınıf partisinin örgüt ve üyeleri de dikkatlerini sendikal mücadele ile sınırlamazlar. Ancak, sendikal mücadele, zaman olarak, çabaların ne kadar çoğunu kapsarsa kapsasın, parti çalışmasının önemli bir alanıdır.

● Sendikal mücadele; bir işyerindeki işçilerin bir sendikaya üye olması ve o sendikanın işyerinde “yetkili” yapılmasından ibaret sayılamaz. Asıl olan, işçinin, daha iyi çalışma, daha iyi ücret ve sendikal mücadelenin öteki talepleri uğruna mücadelesini FİİLEN verir duruma gelmesidir. Yani asıl olan, işçilerin örgütlenmesidir; ve YETKİ ya da SENDİKANIN HANGİ SENDİKA olacağı ikincil önemde olacaktır. İşyerinde patron ve sendikal bürokrasiyi dize getirecek bir düzeye gelmeyen mücadelenin; ya patron (daha da ötesinde, kendilerini –sanayi havzası, organize sanayi bölgesi vb. çapında– her düzeyde sıkıca örgütlemiş olan patronlar) tarafından ezileceği ya da sendikal bürokrasi tarafından kontrol edilip, ileri işçilerin, patronla işbirliği içinde tasfiye edileceği, son yılların deneyleriyle görülmüştür. Bugün de, işçilerin, patronları ve sendikal bürokrasiyi dize getirebilecek “aşağıdan” örgütlenmesine dayanmayan yaklaşımlar, başarısızlığa mahkumdur.

● İşyerlerindeki sendikal mücadeleye katılımda esas:
a) İşyerinde sağlam bir sendikal örgüt oluşturmak; işçilerin en geniş kesimini bu mücadeleye çekerek, sendikal taleplerde kararların, bu en geniş kesimle oluşturulmasına, taban inisiyatifinin geliştirilmesine azami önem vermektir.
b) Birer birer işyerlerindeki mücadelenin birleştirilerek, o sanayi havzası içinde (yerine göre, Organize Sanayi Bölgesi çapında) birbirine bağlanmasını, giderek tüm ülke sathında sendikal mücadelenin birliğinin sağlanmasını amaçlamaktır. Sınıf partisinin saflarındaki sendikacıların görevleri ise, bu mücadeleyi, sınıf partisinin mücadele hattına (sınıf sendikacılığı çizgisine) çekmektir.
c) İşçiler, işçilerle kamu emekçileri, her işkolundan ve her konfederasyondan sendikalar ve konfederasyonlar arasında rekabet ve çatışmadan kaçınılması, onların aralarındaki birliğin, dayanışmanın teşviki ve geliştirilmesi son derece önemlidir.

3-) Sınıf sendikacılığının mücadele anlayışı; yasaların tanıdığı tüm hakların sonuna kadar kullanılması, hakların yasalara geçmesi için kararlı mücadele vermektir; ama asıl olarak, yasalarla sınırlı olmayan, mücadelenin ihtiyacı neyse onu gerçekleştirmeyi amaçlayan, bir fiili ve meşru mücadele anlayışıdır. Bu yüzden de; sendikalar ve çalışma yasasındaki anti-demokratik maddelerin ayıklanması, çalışma yasalarının demokratikleştirilmesi, mücadelenin önemli bir alanıdır. Bu amaçla;
– İşkolu barajını kaldırılması,
– Grev ve grev hakkının sınırlanması için konmuş yasa maddelerinin kaldırılması; siyasi grev, dayanışma grevi, genel grev gibi grevlerin işçilerin hakkı olarak tanıması için mücadele,
– Yetki sorununun basitleştirilip, patronların işçilerle oynamasına izin vermeyecek biçimde düzenlenmesi. Örneğin yetkinin hızla yapılacak bir “referandum”a bağlanması,
– Kamu emekçilerine grevli toplu sözleşmeli sendika hakkının sınırsız bir biçimde tanınması ve kazanılmış hakların ortadan kaldırılması için girişilen düzenlemelere son verilmesi,
– Toplam Kalite Yönetimi, esnek çalışma, taşeronlaştırma uygulamalarının, teknolojideki gelişmelerin işçiler ve kamu emekçileri aleyhine kullanılmasının yasalarla yasaklanması,
– Sendikal mücadelenin gelişmesi, işçilerin sendika üyeliğinin serbestleşmesi, (sendikaya üye olma ve istifada noter harcı vb.’nin kaldırılması) örgütlenme ve üyeliğin önündeki yasal engellerin kaldırılması, yasaların ve prosedürlerin basitleştirilmesi gibi yasalarla ilgili talepler, en başta partili sendikacıların bayraktarlığını yapacağı taleplerdir.

KESK’E BAĞLI SENDİKALARDA YÜRÜTÜLEN
ÇALIŞMALARA İLİŞKİN DEĞERLENDİRMELER
1-) KESK Genel Kongresi sürecinin değerlendirilmesi: Her şeyden önce bu süreç, kamu emekçileriyle hükümetin karşı karşıya geldiği, kamu emekçilerinin talepleri uğruna birleştirildiği bir süreç olduğu ölçüde mücadelenin ve sendikal örgütlülüğün ilerlemesine hizmet edecektir.
KESK Genel Kongresi süreci, aynı zamanda temsilciliklerden başlayarak sendikaların
her kademesi için bir seçim sürecidir.
Ancak şu bir gerçektir ki, KESK ve bağlı sendikalar, sözcüğün gerçek anlamıyla son
derece kritik bir süreçten geçmektedirler.
Dünya ölçüsünde sermaye; emek mücadelesi ve onun değerlerine karşı tarihte eşi görülmemiş bir saldırganlık içindeyken, Türkiye’de de emeği hor gören, ticareti, rantçılığı yücelten, emek düşmanı, gerici bir hükümet vardır. Dahası sermaye güçlerinin kendi idari yapısını yenilemek için yaptığı hamleler; eğitim, sağlık, belediye, iletişim hizmetleri gibi en temel kamu hizmeti alanlarındaki halkın kazanılmış haklarını ortadan kaldırma aşamasına gelmişken, buna ek olarak, kamu emekçilerinin en temel kazanılmış haklarının ortadan kaldırılması için yasal düzenlemeler de Meclis aşamasındadır.
Bu yasalarla sermaye güçleri ve hükümetleri; kamu emekçisini basit bireysel bir sözleşmeye bağlamayı, kendi reformlarının (aslında karşı reform) başarısının en önemli amaçlarından birisi olarak ortaya koymuştur. Bu süreç öylesine kritik bir aşamaya gelmiştir ki; Meclis’in birkaç gecelik oturumu sonrasında kamu emekçilerinin en temel kazanımlarını ortadan kaldıran yasalar çıkabilir, ve mevcut sendikalar, yasal bakımdan “üyesiz hale” gelebilirler.
Bu yüzden de, KESK gibi bir mücadeleci sendikacılık merkezinin genel kongresi süreci, işte bu saldırıyı püskürtmenin takvimi olduğu kadar, aynı zamanda, KESK’in birlik ve bütünlüğünü güçlendiren bir süreç olarak değerlendirildiği ölçüde anlamlı olabilir.
Başka bir söyleyişle, KESK’e bağlı sendikalar ve kamu emekçileri; sermaye güçlerinin saldırılarını püskürttükleri ölçüde KESK’in birlik ve bütünlüğünü geliştirme şansını yakalayacakları gibi, KESK içinde birliği ve bütünlüğü koruyup, bürokratizm, grupçuluk, konformizm, menfaatçilik gibi tutumları aştıkları ölçüde de, saldırıları püskürtme, KESK’i güçlendirme fırsatını elde etmiş olacaklardır.
Sürecin, kamu emekçilerinin birleşmesinin daha ileriye taşındığı, örgütlenme ve mücadele düzeyinin yükseldiği, sendikaların güç ve itibar kazandığı, taban inisiyatifinin geliştiği bir süreç olması için şunların yapılması gerekir:

a-) Kongreler sürecini, KESK’in büyümesi için bir kampanyaya dönüştürme: Bundan kasıt; üyelerin ellerine üye fişlerini alıp, işyerlerinde “üye kayıt masaları” açması değildir.
Durup dururken, sadece “bizim sendikamız iyidir”i anlatmakla, kamu emekçisi gelip KESK’e üye olmaz. Ya da mücadele olmadan, kendi taleplerini sahiplenirken hükümetle, güdümlü sendikalarla karşı karşıya gelip, burada, KESK’in emekten, emekçiden yana tutumuyla birleşme ihtiyacını duymadan, var olan durumunu değiştirmek istemez. Bu yüzden de öncelikle, bir mücadelenin örgütlenmesi, hükümetle emekçilerin karşı karşıya gelmesi, bu karşı karşıya geliş içinde, sendikaların tutumunun ne olduğunun açığa çıkması gerekir ki, insanlar üye olmak, var olan konumlarını değiştirmek için harekete geçsinler. Burada asıl olan, sürecin, kamu emekçilerinin en acil taleplerinden bir “demet” oluşturularak, bunun öne çıkarıldığı, tüm kamu emekçilerinin bu talepler için mücadeleye çekildiği bir süreç olarak değerlendirilmesidir.
Bu talepler;
– Kamu Yönetimi Temel Kanunu, Yerel Yönetimler Yasası, Personel Rejimi  Yasası’nın geri çekilmesi,
– Kamu emekçilerinin kazanılmış haklarının korunması,
– “Performans değerlendirmesi”, “norm kadro” gibi her türden esnek çalışma uygulamasına son verilmesi,
– Toplam Kalite Yönetimi uygulamalarına yol açan girişimlerin (sözde yönetime katılma, emekçiler arasında rekabeti körükleyen uygulamalar…)  geri püskürtülmesi için, bu tür uygulamaların reddedilmesi içerikli taleplerin öne çıkarılması,
– İşyerlerinde taşeron, kadrolu, sözleşmeli uygulamasına son verilerek, tüm çalışanların eşit haklar ve iş güvencesine sahip olması (Herkesin “kadrolu” çalıştığı bir sistem),
– Maaş, kira yardımı, çocuk parası vb. gibi maaş ve ekleriyle ilgili taleplerin insanca yaşanacak düzeye çekilmesi,
– Grevli, toplusözleşmeli sendika hakkının öne çıkarılmasıdır (Bu amaçla somut bir mücadele planında birleşmek.).

b-) Hizmet birimi temelinde bir mücadele: Bu mücadele sürecinde, aynı zamanda; sendikalı sendikasız, şu ya da bu konfederasyona bağlı olduğuna bakılmaksızın, 657’li mi, sözleşmeli mi, taşeron mu, vakıf elemanı mı gibi ayrım yapmadan (dönemin gerçekleri açısından bakıldığında, asıl unsuru KESK üyelerinin meydana getirmesi kaçınılmazdır), her işyerinde bir sendikal mücadele komitesi (birliği, grubu vb. adları ile  olabilir) kurulmalı; ve mücadele, işyerleri temeline dayandırılarak, tabanın inisiyatifinin ilerletilmesi için sendikal örgüt biçimi de bu amaca uygun hale getirilmelidir. İçinde bulunulan koşullarda, mücadelenin, bu “birlik komiteleri” üstünden yürütülmesi önem kazanmıştır.

c-) Grevli, toplusözleşmeli sendika hakkı için mücadelenin yeniden öne çıkarılması: Bu talep etrafında, tüm sendikalı ve sendikasız kamu emekçilerini, sözleşmeli, taşeron, vakıf elemanı… tüm çalışanları birleştirmeliyiz. Bu, zor ve alışkanlıklar bakımından imkânsız görünse de; eğer durumun ciddiyeti iyi anlatılabilirse, yapılabilir olduğu, kamu emekçilerinin büyük bir güç teşkil edebilecek çoğunluğunun mücadeleye çekilebileceği görülecektir.
Temmuz ayında yapılacak “toplugörüşme” süreci de, bu talebin yükseltilip, tüm kamu emekçilerinin, hatta işçilerin ve sendikaların mücadeleye çekilmesi için gerekli girişimlerin yapıldığı bir dönem olarak değerlendirilmelidir.

d-) KESK’in emek hareketini örgütleme görevi: Süreci, aynı zamanda, emek hareketinin yeniden örgütlenmesi süreci olarak ele almak KESK’in tarihsel görevidir; ve bu rolün oynanmasında, KESK’in genel kurul süreci, çok da uygun bir süreçtir. KESK, kendisini etkinleştirip büyütürken, emek hareketini de büyütmüş olacaktır ya da emek hareketini büyüttüğü ölçüde kendisini de büyütmüş olacaktır.
KESK Genel Kongresi’nin bu temelde sürdürülmesi; kongre takvimine göre sürecin ayrıntılandırılması; temsilciliklerden, şubelerden, temsilciler ve danışma kurullarından geçirilerek, KESK Merkez Yürütme Kurulu’nun gündemine getirilmesi süreci de, aynı zamanda, KESK’in ileri kesimlerini bu fikre kazanmanın süreci olarak el alınmak durumundadır.
Çünkü sorun, sadece “tamam böyle olsun”dan öte, bu planın hayata geçirilmesi için KESK’in ileri kesimlerinin harekete geçirilmesi, yönetimlerin de, bu mücadeleye atılan çevrelerin temsilcilerinden, mücadele içinde ileri çıkan kamu emekçilerinden oluşması
için gayret edilmesi gerekmektedir. Ancak böyle bir süreçten geçilebildiği ölçüde, yönetimler, çeşitli siyasi çevreler arasında kötü anlamda pazarlık olmaktan çıkacak, bir dayanışma ve birlik içinde mücadeleyi ilerletme omuzdaşlığına dönüşebilecektir.

2-) Toplugörüşme süreci: Bu sürecin geçen yıl iyi değerlendirilmediği, hükümet
karşısında sendikaların bölündüğü görülmüş, dahası, görüşme masasının Kamu Sen’e bırakılması durumu doğmuştu. Bu yıl açısından sürecin gerektiği gibi değerlendirilmesi için;

a-) Görüşme masasına kamu emekçilerinin talepleri götürülmeli, medya aracılığı ile
hükümetin bu talepler karşısındaki tavrı deşifre edilmelidir. Bu görüşmelerde talepler şunlar olmalıdır:
– Ücret, maaş ve öteki haklar (çocuk yardımı, kira yardımı vs.),
– Kamu Yönetimi Temel Kanunu ve buna bağlı diğer yasa taslaklarının geri çekilmesi,
– Sadece görüşme süreçlerinde grev ve TİS haklarının gündeme getirilmesi yeterli değildir. 2 yıllık görüşme süreçlerinin bir oyalama ve aldatmaca olduğu açıktır. Esas olan grev ve TİS  talebi ekseninde bir mücadelenin sürekliliğinin sağlanmasıdır. Mücadelenin bu hat üzerinde sürdürülmesi için ısrar edilmelidir.
– Sendika Yasası’nın kamu kurumlarındaki (bir hizmet biriminde) her statüden emekçiyi kapsayacak biçimde değiştirilmesi talebi,
– Norm kadro, performans değerlendirmesi, taşeronlaştırma gibi esnek çalışma
yöntemlerinden vazgeçilmesi ve tüm çalışanların iş güvencesinin ve kadro korumasının sağlanması.

b-) Görüşmeler, deyim yerindeyse “dışardan kuşatılmalı”, görüşmelerin ilerlemesine göre, dışarıda, yurt sathında basın açıklamaları, irili ufaklı mitingler, gelişmelerin boyutuna göre, iş bırakmalar ve grevlerle hak mücadelesinde ciddiyet ortaya konmalıdır. Bu sürecin, KESK’in genel kongre takvimiyle de birleştirilerek, aynı zamanda, sendikal mücadelenin etkinliğinin artması, sendikaların büyümesinin vesilesi olarak değerlendirilmesi gerektir.

3-) NATO-BOP karşıtı mücadele: NATO ve BOP karşıtı mücadelede KESK’in rolünün artırılması için, çalışmalara daha etkin bir biçimde katılmak gerekmektedir. Bu amaçla; bütün ülke sathında, bütün il ve ilçelerde (yerine göre beldelerde) platformlara katılmak, yoksa platformlar oluşturmak için çaba sarf edilecektir.
NATO ve BOP karşıtı mücadele sadece NATO Zirvesi ile sınırlandırılmamalı; başta ABD olmak üzere bölgedeki emperyalist işgal güçlerine karşı, anti-ABD, anti-emperyalist bir mücadele temel hat olmaya devam etmelidir. Anti-emperyalist bir mücadele cephesinin yaratılması ve bütün halk güçlerinin bu mücadele cephesine çekilmesi konusunda, KESK, bölen değil birleştiren bir güç olarak rolünü oynamalıdır.
Bu doğrultuda KESK’in ve sınıf partisinin çağrıları dikkatle izlenip, gereken görevler üstlenilmelidir.

4-) Çalışanların ortak yasası sorunu: Bu konu son 10 yıldan (hatta son 25 yıldan) beri çeşitli çevreler tarafından gündemde tutulmaktadır. Bu girişimin arkasında; işçi sınıfının tarihi rolünü yitirdiği, bu nedenle de, artık sendikaların, bir sınıf örgütü değil; validen sanayi işçisine, polisten generale, memurdan taşeron işçisine “emeği ile geçinen” “her çalışan”ı kapsayan örgütler olması gerektiği görüşü vardır. Bu görüşün; sendikaların, “yoksulları, sınıf dışı tabakaları da kapsaması” gerektiği gibi fantastik versiyonları da vardır. Ancak; mevcut sendika yasalarının antidemokratik, mücadeleyi ve sendikalaşmayı önleyici nitelikleri de, bu, “çalışanlar yasası” fikrini destekleyip beslemektedir.
Ne var ki; bu ideolojik sapkınlığı bir yana bıraksak bile; “yasa öyle değil de böyle olsun” diyerek, bir “yasa metniyle” ortaya çıkmak demek, statüye karşı bir başka statü, bir başka sınırlama koymaktır. Çünkü; sınıflar mücadelesinin gelişmesiyle yasa arasındaki diyalektik ilişkide; mücadele ve onun talepleri devrimci etkendir ve mücadele geliştiği ölçüde yasaları da değiştirme gücüne sahip olur. Bu yüzden de; bugün şöyle bir “çalışanlar yasası” demek, en fazla bugünkü güç ilişkilerini yansıtabilir ve yarının mücadelesini karşılamaz. Bu yüzdendir ki; Marksistlerin, sınıf sendikacılığının bu konudaki tutumu; acil talepler üstünden mücadele tutumu olmuş, kazanımların yasalara geçmesi de, bu talepler uğruna mücadelenin çeşitli yansımaları ve ürünlerini oluşturmuştur.
Sınıf partisinin bu konudaki tutumu; sendikalaşmanın, emekçilerin örgütlenmesinin
önündeki tüm engellerin, yasakların kaldırılması, iş ve çalışma yasalarının demokratikleştirilmesi olabilir, öyle olmalıdır. Yine aynı çerçevede olmak üzere, bir işyerinde tek bir sendika fikri savunulmalıdır. Örneğin A hastanesinde her statüden emekçi, ayrı sendikalar yerine tek bir sendikada örgütlenmeyi (gelenek, o işyerinin asıl işi neyse, her işkolu ve statüden emekçiler o işkolu sendikasının içinde yer alacaktır)  esas almalıdır. Taşeron, muhasebeci, hemşire, temizlikçi, doktor hepsi aynı sendikada olmalıdır.
Bugün de; mevcut durumda, bütün kategorilerden çalışanların (mesleki açıdan ve resmiyette, çeşitli yasalarla farklı sendikalara üye olmaları fark etmeden) oluşturduğu bir “sendika komitesi” üstünden mücadele, işyerinde mücadelenin toparlanması ve tabanın inisiyatifi için tek seçenek olarak ortaya çıkmış bulunmaktadır. Dolayısıyla, sendika yasalarının bu doğrultuda değiştirilmesi için mücadele, aynı zamanda, çalışma yasalarının yeniden düzenlenmesi mücadelesi de olacaktır. Aksi halde “bir yasa taslağı” yazıp; “bunu istiyoruz” demek, pek gerçekçi görünse de, bu, sadece görüntüdedir. Gerçekçilik; mücadelenin boyutu ile öne sürülen talepler arasındaki diyalektik bağı görüp ona göre ilerlemektir.

SONUÇ VE KARARLAR
1-) Sendikal mücadele; son derece fazla, bir kurmay titizliği gerektirecek kadar önem kazanmıştır. Bu yüzden; mücadelenin düzeyi, sendikal mücadelenin sorunlarını alt edecek ölçekte olmalıdır. Aksi halde, günü kurtarmakla sınırlı bir müdahale ile bir yere gidilemeyeceği ve mücadeleye zarar verileceğini, hayat, yaşanan pek çok gelişmeyle kanıtlanmıştır.
Bu amaçla;
a) İçinde çalışılan her sendika, sendika şubesi ve temsilcilik gibi her kademede çalışmanın hedefleri, sorunları, çözümleri konusunda işçi sınıfının devrimci partisinin örgütleri, o alandaki partili sendikacılar tam bir fikir açıklığına sahip olmak durumundadır. Her bir sendika ve kademe için ortak amaç ve planlara sahip olmak gerekir.
b) Çalışma alanındaki sendikal faaliyeti yakından izlemek ve her yeni gelişmede işyerindeki planları, hedefleri, kadroların mevzilenmesini yeniden belirlemekten geri durulmaması gerekir.
c) Sınıftan yana sendikacıları, işçilerin ve kamu emekçilerinin ileri kesimlerini sınıf partisinin saflarına kazanmak, hareketin istikrarı ve sınıf mücadeleci bir çizgiye gelmesi için önemlidir. Burada, değişik siyasi çevreler içinde yer alan ya da partiler dışında bulunan, ama işçiler, kamu emekçileri içinde itibara ve iyi özelliklere sahip mücadeleci kişilerin, sendikacıların sınıf partisinin çizgisine kazanılmasında partili sendikacılar birincil dereceden sorumlu olacaklardır.
d) Sadece işçilerin, kamu emekçilerinin ileri kesimleri ve namuslu sendikacıların değil, işyerindeki işçi, emekçi yığınlarının da sınıf partisinin sendikal taktiğine kazanılması, partili sendikacıların önem vermesi gereken bir görevdir.
e) İşyerindeki çeşitli siyasi oluşumların etkisindeki kesimleri (Blok, Demokratik Güçbirliği, sol siyasi çevreler) mücadeleci sınıf sendikacılığı anlayışına kazanmak ihmal edilemez.
f) Sağ-sol ayrımını aşan, talepler uğruna bir sendikal mücadele taktiği, hiçbir ikirciklenmeye yer vermeden ve en “yüksek perdeden” savunulmalıdır. Sınıf partisinin politikalarını bütün işçi, emekçi yığınlara açarak, gündeme egemen kılmak; çalışmanın etkinliğinin artması ve sınıf partisinin taktiğinin işçilerin, kamu emekçilerinin arasında tartışılmasını sağlamak bakımından ihmal edilmemesi gereken bir sorumluluktur.
g) Bu çalışmanın başarılı olması için; sınıf partisinin ilgili bütün örgütleri; partili sendikacıların ve sendikal mücadele alanında çalışan parti üyelerinin (elbette işyerlerindeki parti gruplarının) sendikal mücadele taktiğini kavraması, her yeni gelişmede yeniden taktiğin inceliklerine dikkat çekilmesi, eğitimin vazgeçilmez bir kuralı olmak durumundadır. Sınıf partisinin örgütleri, bu eğitime özel bir önem vermek durumundadır.
h) Sınıfa layık bir sendikacılığın kesintisiz sürdürülmesi, patronlar ve sendikal bürokrasinin tasfiye girişimlerinin çalışmayı kesintiye uğratmaması, daha da önemlisi, gençliğin dinamizminin çalışmalara yansıması için, genç işçi ve kamu emekçilerinin sınıf partisinin saflarına, sosyalizm davasına kazanılması için, genç kuşakların eğitimine özel bir önem verilmesi hayatidir. Burada da, genç işçilerin ve kamu emekçilerinin eğitiminde partili sendikacıların özel bir göreve sahip olduğu, gençlere örnek olma, deneyimlerini onlara aktarma, onlara cesaret ve güven veren bir tutumla yaklaşmalarının bu eğitimdeki önemi tartışılmazdır.

2-) Partili sendikacıların ve sendikal faaliyet alanındaki parti güçlerinin bilgi ve kavrayışlarının ilerletilmesi için, ihtiyaca göre; aynı havza, aynı işkolu ya da ulusal düzeyde toplantılar, konferanslar, sempozyumlar düzenleyerek, sınıfın partisinin çizgisinin en ileriden kavranmasının sağlanmasına, her kademedeki parti örgütleri özel bir önem verecektir. Bu faaliyet; basın, özel broşürler, alana ilişkin sosyalist literatürün okunmasının teşvik edilmesi, örnek raporların yayınlanması gibi değişik başka araçlar kullanılarak desteklenecektir.

3-) Sendikal mücadele ile siyasal taleplerin birleştirilmesinde; Türkiye ve dünyanın içinden geçtiği sürecin verdiği fırsatlar değerlendirilmelidir. Siyasal sorunların (Irak, Filistin, NATO, BOP, Kemalizm, milliyetçilik, demokrasi, Kürt sorunu, seçimlerde tutum alma, “Ilımlı İslam”, şeriat sorunu vb. gibi) sendikaların gündemine sokulması, işçi ve kamu emekçisi yığınları arasında bu konuların sağlıklı bir biçimde tartışılması ve işçi sınıfının dünya görüşü doğrultusunda bir tutum almaları için çaba harcamak, sendikaların bu doğrultuda seferber edilmesi, sınıf sendikacılığının asli görevidir.
İşyerlerinde tartışmaların yönlendirilmesi; bu amaçla konferanslar, toplantılar düzenlenmesi, işçilerin, kamu emekçilerinin fikirlerini gösterilerle ifade etmesi ve en geniş kesimlerin bu eylemlere katılmasının teşvik etmek sınıf sendikacılığının temelidir.

4-) Sınıfın devrimci partisinin saflarında birleşen sendikacılar, günlük işçi basını başta olmak üzere, yayın organlarının sendikalarda, temsilciliklerde, işçiler ve kamu emekçileri arasında yaygınlaştırılmasını, bu yayınların konularının tartışılıp yayılmasını kendi görevleri olarak göreceklerdir.

5-) Bugün artık; “sınıf sendikacılığını savunuyorum”, “mücadeleci sendikacılığı savunuyorum” demek yetmemektedir. Bu genel tanımlar; açıklık, fedakarlık, kararlılık, cesaret,… gibi kavramların içerikleri de, partili sendikacıların, sınıf sendikacılarının gündelik yaşamlarında ve mücadelelerinde kişiliklerinin bir parçası olarak yansımalıdır.

– Açıklık: İşçi, emekçilere karşı açık olup, zorlukları açık yüreklilikle ortaya koyarak, sendikanın sorunu nedir; mücadelenin güçleri nelerdir, bunları aşmak için nasıl fedakarca çalışmak gerekir, herkese düşen rol gibi mücadelenin tüm sorunları yığınlar arasında tartışılmalı; böyle bir açıklık, sınıf sendikacılığını savunan her sendikacının ilkesi olmalıdır.
Elbette bunlar, korku yaymak üzere, mücadelenin zorluğu öne çıkarılarak işçilerin, emekçilerin caydırılmasına yol açacak biçimde değil, tersine, mücadele kararlılığını artırma ve sorumluluk bilincini geliştirme amaçlı olarak, uygun biçimde yapılmalıdır.

– Söz ve eylem birliği: Hareketin seyrini ve yığınların mücadele duygu ve azmini gözeten bir mücadele çizgisi esastır. Atıp tutan, yığınların örgütlenme düzeyi ve psikolojileri ile bağdaşmayan hedefleri öne çıkararak eylem talepleri arasında dengesizlik yaratan tutumlardan kaçınmak gerekir. Sınıf sendikacısı söylediğini yapan, yaptığını savunan bir sendikacılık çizgisidir. Sınıf sendikacılığını savunan sendikacılar, özü sözü bir olan, güvenilir sendikacılardır; böyle olmak zorundadırlar.

– Kararlılık: Zorluklardan yılmayan, sorunları çözmekten yorulmayan bir tutum, sınıftan yana sendikacıların kişiliklerinden ayrılmayan bir özellik olmak durumundadır. Bu kişisel tutum; taleplerde ve o talebin gerektirdiği mücadele çizgisinde ısrar olan sınıf tutumuyla birleşmelidir.

– Cesaret: Sınıf sendikacılığını savunan bir sendikacı kof, Don Kişotça bir cesaretten uzak durur. Ama o, yeri geldiğinde ve mücadelede bir yol açacaksa başkalarının “delilik” olarak göreceği bir cesaretle öne çıkar; ama mücadelenin çıkarı gerektirdiğinde de, “Hayır bu eylem, bu grev hareketin ilerlemesine zarar verir; karşı güçlerin pozisyonunu güçlendirir. Onun için bu sefer bu eylemden geri durmalıyız” diyebilen bir cesarete sahip olan bir kişidir. Ve elbette, bu iki uç arasında; gündelik mücadele içinde partili sendikacı; riskleri göze almasıyla, yığınların ataklığını teşvik eden ve heyecanını yüksek tutan bir cesaretin simgesi olmak durumundadır.

– Yaratıcılık: Mücadelenin sunduğu her imkandan faydalanan; ortaya çıkan her yeni durumda hareketin avantajı olacak unsurları seçmesini bilen; kötü gelişmelerden bile başarı için ders çıkarabilen ve bunlar üstünden hareket edebilen bir kişidir, sınıftan yana sendikacı. Bunu yaparken, bazen düşmanlarının zaaflarından yararlanacak, bazen geçici dostlarının desteğini alacaktır. Ama her durumda, bu imkanları, “sınıfın çıkarlarına”, onun amaçlarına zarar vermeyen biçimde değerlendirmesini bilecektir. Amaç için tüm imkanlardan yararlanacak, ama “amaca giden her yol mubahtır” faydacılığından da uzak duracaktır.

– Fedakarlık: Yaşamını işçi sınıfının davasına adamak, sınıf sendikacılığını, mücadeleci sendikacılığı savunan her sendikacının ana vasfıdır. Sendikaların sunduğu ve sendikal bürokrasinin önlerine sereceği “nimetler”in baştan çıkaramayacağı bir sınıf bilinci ve inancı ile donatılan bir kişidir, sınıftan yana sendikacı. İşçi gibi yaşayan, mücadelenin kendisinden beklediği her şeyi vermek için fiziki ve moral imkanların sonuna kadar zorlayan, bu tutumu kendine ahlak edinen kişi olarak; tembellik, hantallık, konformizim, bürokratizm gibi alışkanlıklara direnen, bu eğilimlerin sendikalardan ve mücadelenin saflarından tasfiyesini kendisi için amaç edinmiş kişidir.

– İnandırıcılık: İnandırıcılığın iki unsuru vardır. Birincisi; mücadelenin planının gerçekçi olması; “bunları yaparsak, hedeflediğimiz amaca varırız” dedirtecek bir sağlamlığa sahip olunmasıdır. İkincisi ise, bu planın mücadeleye katılacak yığınlar tarafından anlaşılması, bilinmesi, kavranmasıdır. Demek ki, sınıftan yana, mücadeleci bir sendikacı, bir kurmay gibi, (gibisi fazla aslında) hareketin zor sorunlarını çözen; engelleri nasıl alt edeceğini, avantajları nasıl başarıya çevireceğini açık seçik bilen, aynı zamanda, bu bilgisini son kertesine kadar yığınlarla paylaşan bir kişi olmak durumundadır. Yani, inandırıcılık; onun sınıf hareketi içinde kazandığı ve ona işçi, emekçi yığınlar tarafından verilen bir sıfattır. Ve sınıfın davasına inandığını söyleyen her sendikacı, “inandırıcılığı”; kararlılık, cesaret, fedakarlık, özü sözü birlik gibi erdemleri savunup kişiliğinde topladığı ölçüde kazanacağını bilen bir kişidir. Böyle olmak zorundadır.

Sendikal harekette gelişmeler ve yeni olanaklar

Son dönemde işçi ve emekçilerin cephesinde “ne olacak bu sendikaların hali”  tartışmaları 2004 İstanbul 1 Mayıs’ına paralel olarak şiddetlenerek sürmektedir. Tartışmanın muhataplarından biri olan DİSK’in 12. Genel Kurulu’nda yapılan tespit ve önerilerin büyük kısmını, İstanbul’daki iki 1 Mayıs oluşturdu. Birisi Çağlayan’daki, tamamen sermaye ve hükümet güçlerinin icazetine uygun, pasif; diğeri, “Türk-İş’in ablukasını kıran, devrimci” 1 Mayıs!
Ve buradan kalkarak, Saraçhane’de kutlanan 1 Mayıs’ı 20-25 yıllık sınıf mücadelesi skalasının en üst basamağına çıkarmak ve DİSK’i varolan işçi konfederasyonları içinde başka bir misyonun, sınıf sendikacılığının temsilcisi olarak göstermek ne kadar gülünç! On yıllardır diğer konfederasyonların tabanında süren işçi mücadelelerini inkara kalkışmak ne kadar kötü! ’89-’90 Bahar Eylemleri, 3 Ocak, 20 Temmuz genel grevleri, Zonguldak, Paşabahçe, SEKA, PETKİM işgal ve eylemleri, belediye grev ve direnişleri, Ankara, İstanbul ve yurdun birçok bölgesinde yüz binler, ağırlıkla Türk-İş üyesi işçilerin sel olup aktığı grev, gösteri ve yürüyüşlerdi.
Elbette, yıllardır ortaklaşmış talepler uğruna, hangi sendika üyesi olduğu ya da sendikalı olup-olmadığı önemli olmaksızın, işçisi, memuru, öğrencisi, kadını, çiftçisi ve köylüsü birleşerek mücadele etti. Emek Platformu (EP) bu sürecin ürünüydü, yürütülen ortak çalışmaların başında, diğer sendikaların yanı sıra DİSK yönetimleri de vardı. Hareketin yükseldiği ve düştüğü dönemler yaşandı; sınıf mücadelesini ve ezilenlerin birliğini çelmeleyenler, ihanet edenler, aynı sürecin unsurlarıydı. Geriye dönüp baktığımızda, kazanç ve kayıplarıyla, bu dönemlerin, ders, deneyim ve tecrübelerle dolu olduğunu görürüz. Her bilinçli işçi, sınıf davasına bağlı olduğunu iddia eden sendikacı, geçmiş mücadele deneylerinin hakkını teslim etmekten kaçınmayacaksa, yaşanan gerçek olgulardan uzaklaşmamaya dikkat etmelidir. Şu açıktır ki; sermaye egemenliği, Türk-İş ve Hak-İş’i hizaya soktuğu ölçüde DİSK’i de hizaya soktu. Ekonomik Sosyal Konsey, Bilim Kurulu’na katılım gibi “sosyal diyalog”a dayalı “birlikler”de sergilenen tavır ve alınan pratik tutumlar, işçi sendika konfederasyonlarının “aynı yolun yolcusu” olduklarını gösterdi.

SENDİKAL HAREKETE SALDIRININ BOYUTLARI VE TABANDAN REFLEKSİN ZAYIFLIĞI
Bugün varlık-yokluk noktasında duran işçi sendikalarının geleceği, esas olarak, devrimci, sınıf bilinçli dinamiklerin oynadıkları ve oynayacakları rolle doğrudan bağlantılıdır. Başka bir deyişle, işçiler, işyerleri ve sendikalarında gerçekten örgütlü, devrimci ve öncü işçiler, –sendikalı olanlarla da sınırlı olmadan– işçi yığınlarıyla sağlam bağlara sahipseler, türlü engelleri aşmak çok daha kolaylaşır. Örnek vermek gerekirse; 2004 1 Mayıs’ında konfederasyonların tepesindeki bürokratların İstanbul işçisini bölme amaçlı gizli hesapları fabrika ve işletmelerde tartışma masalarına yatırılabilseydi, bölenler amaçlarına ulaşmada aynı başarıyı sağlayabilirler miydi?
10-15 milyonluk işçi kitlesi içinde 600-700 binlerle ifade edilen sendikalı işçilerin üç konfederasyon eliyle sağa sola çekilmesi, yeni yeni bölünmeler, bilinç bulanıklıkları, küçük burjuva aydın unsurların kışkırtmalarıyla da beslenen sendikal rekabetin daha da şiddetlenmesi ve işçi kitlelerini küçümseme anlayışları daha da yaygınlaştıysa; sınıf bilinçli öncü işçi, sendikalar ve üyesi kitlelerle ilişkisini gözden geçirmelidir.
Sendikalı olup olmamasına ve hangi konfederasyona üye olduğuna bakılmaksızın, işçi sınıfının hak ve kazanımları, çalışma ve yaşam koşulları sermaye güçleri tarafından şiddetle tehdit edilmektedir.
● Onlarca yılın mücadele mirası olan kazanımlar bir bir gasp edilmekte; sendikaların elini kolunu bağlayan kölelik yasaları, şimdi de AKP eliyle takviye edilerek hayata geçirilmektedir.
● Fabrikalarda ve hizmet birimlerinde her gün “yeni” bir çalışma modeli tartışılmakta, “kalite yönetimi” ve “esnek çalışma”ya uyarlamalar, sendikanın rengine, işçinin politik görüşüne bakılmaksızın uygulamaya konulmaktadır.
● Sermaye ve örgütleri, hükümet, taşeronlaştırma ve özelleştirmelerde, işçi kıyımında ve kölelik yasalarını uygulamada, TİS görüşmelerinde konfederasyon, federasyon, şube ayrımı yapmamaktadır. İstanbul belediyelerinde olduğu gibi, MİKSEN, belediyeler adına hazırladığı paketi, Belediye-İş, Genel-İş, Hizmet-İş sendikalarına aynı zarf içinde sunmaktadır.
● İşletme ve fabrikalarda “yetkili” sendikaların yetkisi, adeta kağıt üzerinde bir yetki; sendikal birliğin temeli olan üretim ve hizmet birimlerinde kimin sendikalı kimin sendikasız olduğunu ayırt etmek güç; sendikasız taşeron işçiler, memur ve sözleşmeliler, çıkarılan yeni işçi düşmanı yasalarla pekiştirilip patron eline tutuşturulmuş “koz” durumunda.
Bu ve bunlara benzer yakıcı sorunlar, işyerlerinde genç-yaşlı, eski-yeni, ileri-geri, laik-dindar bütün işçileri rahatsız etmekte; sendikaların duyarsızlığı ve işbirlikçi tutumu karşısında çeşitli düzeylerde tepki gösterilmekte, seçimden seçime muhalif bir ekip çalışmasını destekleme düzeyini aşamayan bir tutumla gidişatın önüne geçilmeye çalışılmaktadır. Son yıllarda sendika merkezlerinde yaşanan olağan ve olağanüstü kongrelerde, yönetim değişikliklerinin koltuk kavgalarını aşamaması, bunun en açık kanıtıdır. Görünen o ki, işçi yığınlarının, patronlara ve sendika bürokrasisine karşı kendi örgütlerini sahiplenme ve mücadele etme çabası, sınıflar arası mücadelenin önemli bir halkası olarak değerlendirilemiyor. 3-5 yıl biriktirilen güç, yıllar boyu harcanan çaba, “yeni”, “değiştirici” ekibin eliyle harcanmakta; “yenilik” ve “değişim”, tabandan başlayıp salonlara yansıyan öfkeyi boşaltmanın ötesine geçememekte, hatta bazen, “yeniler” eskiyi aratır hale gelmektedir. Bu kısır döngü, işçi tabanının mücadele istek ve enerjisini öğüten, moral ve umutlarını tüketen bir işlev görmekte; sendikalardan ve sendikal eylemlerden kaçışları hızlandırmaktadır. Bir dönemin önder ve mücadeleci işçileri, sendikal bürokrasinin çirkefliklerine kızarak, “bu sendikacılar varsa ben yokum” diyebilmekte ve kendi örgütlerinden uzaklaştıkları gibi, genç işçilere de kötü örnek olmaktadırlar.
Sonuçta; sendika ağa ve bürokratlarının işi daha da kolaylaşmakta, sendikaya küsmüş, bölünmüş işçi grupları, kendi sınıf talepleri için, kendi örgütlerini (sendikalarını) sahiplenmekten geri durmakta ve başka bir genel kurula dek sendikal bürokrasiyi rahatsız etmemektedirler.

İŞÇİ SINIFININ ÖRGÜTLENME VE MÜCADELE MERKEZLERİ OLARAK SENDİKALARIN ÖNEMİ
Emperyalist-kapitalist egemenliği, sermaye iktidarı, sürekli olarak işçilerin, emekçilerin haklarını daraltmaya, yasal kazanımları azaltmaya, mücadeleyi engelleme amacıyla yeni yasalar yapmaya, genel olarak demokratik hak ve özgürlükleri, özel olarak da sendikal hak ve özgürlükleri kısıtlamaya çalışmıştır.
İşçi sınıfının mücadele tarihi, sendikalara yönelik burjuvazinin tüm yozlaştırma ve ajanları aracılığı ile kendine bağlama girişimlerine rağmen, sendikaların, tarihsel rolünü koruduğunu ve işçi sınıfının yeri doldurulamaz öz örgütleri olduğunu göstermiştir.
Konumuza dönersek; DİSK, Türk-İş, Hak-İş gibi sendikaların tepesine çöreklenen bürokratlarla, bu sendikaları birleşme ve mücadele yeri ve kendi örgütü olarak görmüş işçi kitlelerini aynı kefeye koymak mümkün müdür? Ayrıca bugün burjuvazinin sızma ve ajanlaştırma çalışmaları sonucu, işçi kitlelerinin büyük kesiminin güvenini kaybetmiş olsalar da, bu sendikalara sahip çıkmamak, buraları yeniden sınıf hareketinin dayanakları haline getirmek için mücadele etmemek, kimin işine yarar?
Son 5-10 yıldır yaşananları gördük; birikmiş hoşnutsuzluğun tabandan oluşturduğu baskıya bağlı olarak, en gerici, faşist güruhun denetimindeki Türk-Metal dahi, Emek Platformu’nun Kasım, Mart Ankara eylemlerine, 1 Mayıslara katıldı. Diğer sınıf bölüklerinin mücadele çağrıları, yine taban baskısının sonucu, faşist-gerici sendika merkezlerini sembolik dahi olsa alanlara çekmiştir; bu, hiç de küçümsenmeyecek kazanımdır. Çıkarı ve hedefi bir olan işçi sınıfı, ayrı ayrı konfederasyonlara bölünmenin ne denli yapay olduğunu, bu gibi pratik birlikteliklerde kavramaz da nerede kavrar?
Öyleyse, sendikaların içinde bulunduğu somut durumu bahane eden sol ve sağ tasfiyeci fantezilerin, sınıfın birlik ihtiyacına ve sınıf çizgisine yabancılığını görmek gerekir. Bilindiği gibi, son dönemde, sendikalara ve rollerine ilişkin türlü türlü ipe sapa gelmez görüş ortaya atılmaktadır: “Şu konfederasyon dağıtılmalı”, “sendikalar sermaye tarafından ele geçirilip kirletildi, onların yerine yeni bir örgüt lazım” , “sendikalar tarihsel olarak ömrünü tamamladı, küreselleşme çağında sendikalara yer yok”, “işçi sınıfı misyonunu yitirdi, örgütleri de öyle, küreselleşme, ‘yeni’ güçleri ve ‘yeni’ küresel örgütleri gerektiriyor”, “çalışanların, globalizm karşıtlarının eylem ve örgütlenmesi önemli” vb.. İçinden geçilen süreç, bu açıdan, dün olduğu gibi, bugün daha da önemlidir.

SENDİKALARI YENİDEN ÖRGÜTLEMEDE ÖNE ÇIKAN OLANAKLAR
Yakın geçmişe bir göz atalım. Kamuda özelleştirmelere karşı mücadele ve protestolar, Ankara mitingleri, cam ve lastik işkolundaki grev girişimleri, genellikle “ateş düştüğü yeri yakar” deyimini doğrulayan sınırı aşamadı. Öte yandan emperyalistlerin bölge politikalarının; Afganistan işgali, Irak işgali ve işgalcilerin insanlık dışı uygulamaları ve Filistin’de yaşanan vahşetin, tüm ezilenlerde olduğu gibi, sendikalı olsun olmasın, işçilerde de ciddi bir duyarlılık ve tepkiye yol açtığı gözlenmektedir. Nitekim 1 Mayıs eylemlerinde, ABD’nin Irak ve Ortadoğu’ya yönelik saldırılarını protesto eden miting ve gösterilerde, işçilerin, anti-emperyalist sloganları daha gür attıkları gözden kaçmamaktadır. Son 1 Mayıs Çağlayan mitinginde on binlerce işçinin ABD ve İsrail karşıtı sloganları, İHH ve Mazlum-Der’in Irak işgali ile ilgili miting ve toplantılarına sendikalarından bağımsız katılan, çoğunluğu AKP’ye oy vermiş işçilerin güçlü bir şekilde ortaya koydukları anti-emperyalist duygu ve eğilimleri, mücadelenin ilerletilmesinde, sendikaların mücadeleci bir hatta çekilmesinde önemli bir potansiyeldir. Emperyalist vahşetin üretim alanındaki çelişkiler ve sorunlarla bağı kurulduğunda, “suya sabuna dokunmayan işçilerin”, sendikalarıyla birlikte hareket etmenin, yani, örgütlü olmanın önemini hızla kavramaları kaçınılmazdır. En geniş işçi kesiminde oluşan ABD ve İsrail karşıtı anti-emperyalist duygular, uyuşmuş sendikal yapıları zorlamada ve harekete geçirmede önemli bir dayanak olmaz mı?
Başta Harb-İş olmak üzere, iki sendikanın Ankara ve İstanbul şubelerinin, tabandan işçilerin zorlamasıyla, Irak işgalini, BOP ve NATO zirvesini protesto amaçlı eylemler yapmaları, bunun mümkün olduğunu göstermektedir.
Öte yandan, tarihsel nitelikleri itibarı ile, sınıf örgütü olma ve sınıfın tümünü ayrımsız birleştirme özelliğine sahip sendikaların, dinsel, etnik, mezhepsel vb. burjuva gerici önyargılar temelinde bölünmüşlüğünü teşhir etmek, böylesi dönemlerde daha kolay olmaz mı?
İktidar mücadelesi ve anti-emperyalist mücadeleyi, Kürt ulusal sorunu vb. demokrasi sorunlarını, işyeri sorunlarıyla birleştirmede olanakların düne göre daha da arttığı ortadadır. Sınıf mücadelesine ve sosyalizm davasına bağlı öncü işçi, bu olanakları yeniden harmanlamalıdır:
● Irak işgali, Filistin’deki katliamlar ve NATO’nun bunlarla bağlantısı üzerinden oluşan insani tepki temelinde işyerlerinde açılan tartışmalar, temsilciliklerde, sendika şubelerinde de sürmelidir. Bu zamana kadar ilişki kurmada zorlanılan, hatta geçmiş sendika seçimlerinde karşı kutupta yer alan işçilerle olan soğukluk, sınırlı ilişkiler böylesi bir süreçte neden giderilip çözümlenmesin? Fabrika ve işletmelerde, çoğu zaman gerici önyargıların etkisi ile geniş işçi kitlesinin temkinli yaklaştığı ilerici, komünist işçinin ilişkilerini genişletmesi ve yenilemesinde, bu ortam, büyük fırsatlar sunmuyor mu?
● Sendikal prosedürler yerine gelsin diye oluşturulmuş (atama ya da seçilme) temsilcilikleri, birim gruplarını, ülkemiz ve bölgemizde saldırıların had safhaya vardığı böylesi dönemde harekete geçirmek, bunun için işçilere, yüzü sınıfa dönük sendikacılara yardımcı olmak zor işler değil. Irak’taki tecavüzler, Filistin’deki katliamlar üzerine, bazı gerici şube yöneticileri, işyerlerine, “Müslüman alemine yapılan zulmü” kınayan fakslar çektiler, yüzlerce işçi cami önlerinde gösterilere katılıyor. Bu eğilimleri neden örgütlü hale getirmeyelim? Emin olalım ki, bu potansiyeli sendikalara kanalize etmemiz, tutarlı, örgütlü bir güç haline gelmesine yardımcı olmamız devrimciliğimize ve komünistliğimize halel getirmez.
● Özellikle genç işçi kitlelerini mücadelenin odağına çekmek önemlidir. Genç ve enerjik olmak, üzerine ölü toprağı serpilmiş sendikal ortamla çelişmek demektir. Genç işçileri gerek anti-emperyalist mücadeleye ve gerekse işyeri ve ülke sorunları temelinde mücadeleye çekmede daha atak davranılmalıdır. Kartlaşmış sendika ağa ve bürokratları, genç işçilerin azim ve isteklerini “tecrübesizlikle” damgalayıp, bastırma yoluna giderler. Hem bu hainlerin taktiklerini boşa çıkarmak için, hem de gerçek sınıf sendikacılığını örgütlemede genç işçilerin (hangi siyasi görüşten etkilenirse etkilensin) tümünü, hareketin, sendikal görevlerin içine çekmek belirleyici önemde görülmelidir.

İşbirlikçiliğin yeni adı “sosyal diyalog” ve “üçlü ittifak”

Bir tarafta, tüm mal ve hizmetleri üretip var etmesine karşın yoksulluk çeken ve özgürlüklerden yoksun emekçiler, diğer tarafta, bütün üretici değer ve kaynakları tekelinde toplayan kapitalist burjuvazi arasında, ulusal ve uluslararası ölçekte sınıflar mücadelesi ve çatışma bütün vahşeti ile devam etmektedir.
1900’lü yıllardan bu yana mal ve hizmet üretimi ve pazarların ve kuşkusuz bir ilişki biçimi olarak sermayenin uluslararasılaşmasının vardığı boyut ortada, ve dünyaya, emekçilerin haklarına yönelik saldırganlık ve halkların daha ileriden köleleştirilmesiyle birlikte –küreselleşme adı takılarak– kapitalist entegrasyonun önündeki tüm engellerin kaldırılması her yol ve araçla dayatılıyor. Buna karşılık, mal ve hizmet üreten kesimler, kadını, erkeği ve çocuklarıyla işçi ve emekçiler, yarattıkları değerlerin eşit, adil toplumsal dağılımını sağlamak ve sömürüsüz bir dünya yaratmak için bir araya gelerek, çeşitli biçimlerde örgütlenerek, bu eşitsizliğe dur demek ve yeni bir dünya kurmak için ulusal ve uluslararası ölçekte güçlerini birleştirme çabası içindeler.
Bu karşıtlık üzerinde yükselen gelişmeler, dünyada olup-bitenler, aslında, iki temel sınıflı ve burjuvazinin hunhar egemenliği üzerine kurulu dünyada “bir sınıfın diğer sınıfı alt etme” mücadelesi olarak şekilleniyor. Kapitalist emperyalist koşullar altında bu mücadelenin seyri tek düze ilerlememekte; iki sınıf arasındaki uzlaşmaz mücadelenin hem dünya ölçeğinde hem de tek tek ülkelerdeki seyri, o günkü konjonktürel duruma göre değişkenlik arz etmektedir.
Günümüz kapitalist koşulları altında, bu iki sınıfın, temelde, geçici durumlar dışında, asla barış içinde bir arada çatışmasız yaşamaları mümkün değildir.
Bu hatırlatmaların yapılma nedeni, elimize geçen bir kitap. Kitabın adı, “Avrupa Birliği’nde Sosyal Diyalog; Üçlü Sistem ve Danışma”.
Kitap, Avrupa Sendikalar Konfederasyonu (ETUC) işbirliği ile HAK İŞ, DİSK ve KESK’in ortak çalışmalarını yansıtıyor. Kasım 2003 tarihinde basımı yapılan kitapta en çok üzerinde durulan konulardan biri, “Üç Taraflı İşbirliği” ve ”sosyal diyalog”. Sözü edilen birlik ve sosyal diyalog, sendikaların “temsilcileri”, işveren temsilcileri ve hükümet temsilcileri arasında öngörülmekte; emekçi-işveren-hükümet arasında oluşması gerekli birlik ve sosyal diyalog üzerinde durulmaktadır. Dünyanın birçok ülkesinden bu türden sosyal diyalog ve üçlü ittifak örnekleri verilerek, esasen günümüz koşullarında, bunun, insanlığın kurtuluşu için vazgeçilmez bir yöntem, bir ideolojik tutum olduğu ballandırılarak anlatılmaya çalışmaktadır.
Kitap, günümüz koşullarında, ekonomik ve politik egemenliği elinde tutan burjuvazinin bir “yürütme komitesi” olan hükümetin, işçi ve işverene eşit mesafede durduğunu, bir bütün olarak dünya ve ülke politikalarına işçi ve işverenle birlikte yön verdiğini öne sürmekte, dahası, sınıflar arası mücadelenin yerine “Sosyal Diyalog” ve uzlaşıyı asıl seçenek olarak sunmaktadır. Doğrusu, üyesi olduğum bir emek örgütü olan KESK adına bu yaklaşımları, sınıf sendikacılığı için tehlikeli bir yaklaşım, bir sapma olarak değerlendiriyorum. Zaten emekçileri ilgilendiren en önemli yön de bu noktadır.
Kitapta şöyle denmektedir;
“…Burada Hükümet iki tarafın etkileşimi parametrelerini ortaya koyan sessiz ortak durumundadır.” 

HÜKÜMET, DEVLET, EMEK VE SERMAYE
Kapitalist sömürü koşullarında devlet aygıtına baktığımızda, devlet; ordu, polis ve bürokrasiden meydana gelmektedir. Yürütücü güç olarak merkezi hükümetle birlikte, ordu, polis, bürokrasinin, hepsi birlikte, ezilenlerin üzerinde baskı gücünü, burjuvazinin iktidarının siyasal dayanaklarını oluşturduğu bilinen bir gerçektir. Kitap yazarlarından sayın IŞIK’ın, hükümeti, bir baskı aracı olan devletten ayrı ele alması, ve, müdahaleci olmadığını ileri sürerek, onu, işverenle işçi temsilcileri arasında arabulucu ve tarafsız olarak benimsemesi tam bir safsatadır. Çünkü Hükümet devletin icra organıdır. Dolaysız bir biçimde sermayenin temsilcisi, çıkarlarının ve siyasal egemenliğinin yürütücüsü durumundadır. Yürütücü işlevini, çeşitli ülkelerde ve somut durumlarda, –güvenlik konsey ve kurulları türünden– başka organ ve kurumlarla paylaşıyor olup olmamasının, bu yönüyle bir önemi yoktur. Sınıf güç ilişkilerine bağlı ve sınıf mücadelesinin ürünü belirli geçici durumlar dışta tutulursa, genel olarak sermayenin egemenliği koşullarında, burjuva hükümetlerin, taraflı ve kendisini hükümet eden lehine davranmasından doğalı yoktur.
Öncelikle emek örgütleri; sermaye ve egemenliğinin yanında, var olma nedenleri arasında sayılan ve bu nedenlerin en önemlilerinden olan ekonomik ve sosyal haklardan emekçileri mahrum bırakan kapitalist sömürü çarklarının işleyişini kolaylaştıran ve gözeten, aldığı siyasal, mali vb. önlemlerle işleyişini besleyen ve sermayenin yürütücü temsilcisi hükümetlere ve onun –tek başına veya başka kurumlarla birlikte– koordine ettiği diğer tüm baskı aracı kurum ve aygıtlara karşı mücadeleden doğmuştur. Dolayısıyla hükümetlerin tarafsız ve arabulucu niteliğine sahip olduğunu savunmak, hem sendikalara ve hem de işverene eşit mesafede durduğu fikrini yaymak, emekçilerin bağımsız olarak örgütlerini kurmalarının da reddidir ve hükümeti, verilen mücadelenin hedefinden çıkarmaktır. Bu yaklaşım sınıf işbirliği fikrinin somut bir biçimi ve savunulmasından başka bir şey değildir.
Sayın IŞIK daha ileri giderek;
“Burada hükümet, işverenler ve işçi sendikaları, aralarındaki kaçınılmaz ayrılıklara karşın, orta ve uzun dönemde gerek kendileri gerekse toplumun tümü için yararlı olacak uzlaşma alanları bulurlar. Bu yaklaşım, özünde hem sınıf mücadelesi hem de dizginsiz kapitalizm doktrinini zımnen reddederek, farklı çıkarlar arasında uzlaşma arayan bir ideolojiye dayanır.”
Tekelci kapitalizm ve onunla birlikte oluşan sömürü ve gözetim (sömürü koşullarının devamının garanti edilmesi) aygıtları olan hükümet, silahlı ve sivil bürokrasinin, tamamen rant ve artık değer gaspı üzerine oturmuş, sömürüye dayalı kurumlaşmalar olduğu bilinen bir gerçektir. Ancak Işık, “Üçlü ittifak” adını verdiği, ve bu üçlü ittifakın esas belirleyicisi olan hükümet, işçi temsilcisi ve işverenlerin, birlikte, uzun vadede ülke ve çalışanların çıkarlarını koruduklarını, bunun üzerinde uzlaştıklarını yazmaktadır. Doğrusu, yüzyılı aşkındır dünya çapındaki bütün çelişki ve çatışmaların nedeninin emek-sermaye çelişkisi ve kapitalist kâr hırsı olmadığının, bu çelişki ve çatışmaların soyut ve anlamsız çatışmalar olduğunun, sınıflar arası mücadelenin yerine “üçlü ittifak” ve “sosyal diyalog” ile bütün sorunların çözüleceğinin ileri sürülmesi; kuşkusuz yeni geliştirilmiş bir görüş olmadığı gibi, “onuru”, sayın Işık’a da ait değildir, ama abes ile iştigal olduğu kesindir.
Son yüzyıla kabaca göz atıldığında, körler dışında herkesin görebileceği açlık, işsizlik, yoksulluk ve savaşların bütün vahşetiyle devam ettiği gerçeğini bay Prof. Dr. Rüçhan IŞIK neyle izah edecek. Ancak sayın profesör, yine de sömürenlerle sömürülenlerin ittifakı ve diyaloguna dair yazmaktan kaçınmamaktadır; çünkü, yapılan, bir “hizmet”tir; kendisinin belirttiği gibi, ideolojik içeriklidir, sermaye ve düzenine ideolojik bir hizmettir, ve elbette şu “fani dünya”da getirileri olan, mevki ve sair olanaklar sağlayacak bir hizmettir. Ancak bu hizmetin, akılları çelinmek ve sermaye ve kurumlarına bağlanıp yedeklenmek için kalem oynatılan emekçiler ve çıkarlarıyla ilgisiz olduğu kesindir. Bu, emekçilerin gözlerini bağlamaya yönelik bir hizmettir.

TEMSİL VE DEMOKRASİ
Sayın Işık devam ederek, “…üç taraflı işbirliğinin ardındaki bir diğer temel fikir, temsili demokrasi fikridir.”  demektedir.
Temsili demokrasi nedir? Temsili demokrasi; “demokratik” bir şekilde seçilerek çeşitli kesimleri temsil eden temsilcilerin herhangi bir konuda bir araya gelerek eşit koşullar altında söz ve yetki sahibi olması, kararlar alıp uygulaması olarak ileri sürülür. Bunun böyle olmadığı, gerek “demokrasinin beşiği” sayılan Avrupa’da, gerekse ülkemizde defalarca yaşanarak kanıtlanmıştır. Tersini iddia edenlere hemen hatırlatalım; yakın zamanlarda grevlerin yasaklanmasından, özelleştirilmelerin yaygınlaştırılmasına, grevsiz ve toplu sözleşmesiz kamu emekçileri sendikacılığından TİS’lerin tek taraflı bağıtlanmasına, Kamu Yönetimi Temel Kanununun çıkarılma uğraşından YÖK yasasının “yenilenmesi”ne kadar, hangi somut durumda hangi temsilden bahsedilebilir? Ülke nüfusunun en az yüzde 95’i Irak işgaline karşı ve en az yüzde 80’i ABD’den nefret ederken, ülkenin Amerikan emperyalizmi, emel ve planlarının, örneğin “Büyük Ortadoğu Projesi”nin hizasını alması ve “atlama tahtası” ve taşeronu rolünü yüklenmesi, bu planları hayata geçirecek NATO’nun İstanbul’da toplanan zirvesi sürecinde ise tüm idari yetkinin Türkiye’nin ne temsili organı TBMM’nin ne de ordu, emniyet ve valiliğinin değil ama NATO komutasının elinde toplanması; “temsil” ve “demokrasi” sözcükleri ve pratiğiyle ne denli uyuşur? Ya da Başbakanı’nın seçimler sırasında 6 milyar liradan fazla milletvekili maaşıyla geçinemediğini açıkladığı bir ülkede asgari ücretin, –emekçilerin hiçbir söz ve karar hakkı olmaksızın– IMF direktifiyle ve tamamen “diyalog”suz, “ittifaksız”, tek taraflı olarak 15 milyon TL artırılması, hangi “temsil” ve “demokrasi”nin ürünüdür?
Ama, sayın profesör “temsili demokrasi” ve onun “üçlü ittifak” ve “sosyal diyalog”la bağlantısından söz etmekte bir sakınca görmemektedir. Bu “demokrasi”nin ABD’nin Irak’a götürmekte olduğu akıllı bombalı, pazaryeri ve cami bombalamalı, düğün füzelemeli, işkenceli, sivil katliamları “demokrasisi” ile ilişkili olduğundan kuşku duyulamaz. Bugün yeryüzünde demokrasinin tam anlamıyla uygulamasının, kuşkusuz temelinde emek sömürüsünün kalkması yatan yolu, başta dünya ve tek tek ülkelerin işçi sınıfı olmak üzere halkların sermaye ve emperyalizme, gericiliğe karşı yürütecekleri mücadeleden geçmektedir, onlarla “diyalog” ve “ittifak”tan değil. Bunca olan-biteni ve uygulamayı görmezden gelerek, üçlü sistem ve sosyal konseylerle gerçek temsili demokrasinin hayata geçeceğine ve bunların sistemin doğasına uygun olduğuna inanmak için olağan bir saflık bile yeterli olmayacaktır! Ancak yine de ve her şeye rağmen, yüzyıllardır süren ve günümüzde ciddi biçimde sertleşmekte olan emek ile sermaye ve emperyalizm ve gericilikle emekçi halk arasındaki çelişki ve çatışmanın üzeri örtülmek istenmektedir ki; bu da sınıf ve halk kavramlarının ve sınıflararası mücadelenin inkarına, egemenlerin egemenliklerin, artık herkesi öfke ve isyana sürüklediği koşullarda bile onaylanıp kutsanmasına yöneliktir. Kitabın zaten başından sonuna söylemeye uğraştığı da budur.

“ÜÇLÜ SİSTEM”: EMEKÇİNİN VE HAKLARININ REDDİ
19. yüzyılın sonları ve 20. yüzyılın başlarında ortaya çıkan bu yaklaşım, günümüze kadar varlığını sürdüregelmiştir. Eğer sözü edilen ittifaklar toplumsal çıkarları gözeten oluşumlar idiyseler, yüz yılı aşkın süreden beri açlık, işsizlik, yoksulluk ve savaşlar  neden önlenememiş, niçin ezilen ve sömürülen kitlelerin en basit ihtiyaçları bile bunca zaman hiç değilse az-çok giderilememiştir. Başta Avrupa ve ABD olmak üzere tüm ülkelerde, ezilenlerin hak ve talepleri, bugün itibariyle emeğin haklarına ve demokrasiye ilişkin talepleri bütün aciliyetini korumaktadır. Eğer farklı sınıflar arasında toplumsal uzlaşma geçerli olsa ve bu yoldan toplumun bütün kesimlerinin sorunları çözülebilir olsaydı, bu talepler yerine başka taleplerin öne çıkması gerekmez miydi? Oysa gerek Avrupa çapında ve gerek ABD ve diğer gelişmiş kapitalist ve gelişmekte olan ülkelerde, temel mücadele nedeni olarak, iş, ekmek ve özgürlük sorunları hâlâ çözümü en acil sorunlar durumundadır. Dünyada ezilenlerin bugünkü durumu, demokrasi ve iş-aş yoksunluğu gösteriyor ki, “üçlü sistem” denilen şey ve öngörülen uzlaşma ve ittifak hiçbir işe yaramamıştır, bir işe yarayacağı da beklenemez.
Kuşku yok ki, işveren-sendikalar-hükümet uzlaşması ve birliğine dayalı “üç taraflı işbirliği”, emekle sermaye arasındaki işbirliği olarak, işçi ve emekçilerin kapitalistlere karşı hak ve iktidar mücadelesinin, sosyalizmin yerine önerilmekte ve emekçilerin sorunlarını –olanaksız olan– sistem içinde “çözme”nin ve kapitalizmden güç alacak (!) “kurtuluşları”nın yolu olarak salık verilmektedir. Bu durumda, ne hak mücadelesine ne sosyalizme gerek kalmaktadır.
Zaten şu cümle çok dikkat çekicidir: “…farklı çıkarlar arasında uzlaşma arayan  bir ideolojiye dayanır.” Bay profesör, “üç taraflı sistem”i; işçi sınıfının, sınıflar mücadelesini öngören, tarihin materyalist yorumuna, artı-değerin keşfi ve kapitalist karşıtlık ve toplumsal gelişmenin diyalektik açıklamasına dayanan bilimsel dünya görüşü yerine, kapitalist koşullar altında uzlaşı ve diyaloga dayalı “yeni” bir ideoloji ve yeni bir pratik olarak sunmaktadır. Dolayısıyla profesör tarafından “aydınlatıldıklarında”, işçi ve emekçilerin diyalektik materyalizme ihtiyaçları kalmayacaktır ki, bu, burjuva think-tankçıların sınıflar ve sınıf mücadelesi ve bu mücadelenin emeğin iktidarına kadar genişletilmesi zorunluluğunu çarpıtma  çabasının ta kendisidir.
Ancak, bütün bu gerçeklere aykırı ve bozuşturucu önerme ve savunmalar, ters ve hiç de uygun olmayan bir zamanda gündeme getirilmektedir. Bu önermenin, dünya burjuvazisinin sosyalizm tehlikesinden kaçınmak üzere benimseyip uygulamaya yöneldiği “sosyal devlet” önleminin genelleştirilmesi koşullarında bir anlamı olabilirdi. Benzeri görüşler, çarpıtmaya dayalı sınıf işbirliği önermesi içerikli olarak örneğin 1950’lerde savunulmuştur. Daha çok sosyal demokrat partiler eliyle ve sınıf işbirliğini benimsemiş sendikalara dayanarak, ama kuşkusuz sendikaları bu yönde işlevsel kılmak üzere, sınıfın ve emekçilerin durumlarını iyileştirmeye yönelik az-çok tavizlerin verildiği koşullarda, bu görüşlerin belirli bir nesnel karşılığı olmuştur. O koşullarda da çarpıtmadır, emekçilerin aldatılmasına dayalıdır ve sınıf işbirlikçisidir; ancak bugünden önemli farkı, Işık’ın savunduğu türden diyalog, uzlaşma ve işbirliğinin, “sosyal devlet” çerçevesine oturması ve burjuvazinin tavizler politikasına dayanması, bundan güç almasıdır. Bugünkü koşullarda ileri sürülen profesör Işık’ın görüşlerinin ise, çarpıtma ve sermayeye hizmet içerikli emekçileri yedekleme çabası olmasının yanında, bir nesnel karşılığı da yoktur. Profesör, boşu boşuna, hiçbir karşılık vaad etmediği, tek bir taviz ve durumlarında en küçük bir iyileştirme bile öngörmediği işçi ve emekçileri kapitalizme yedeklenmeye ikna etmeye uğraşmaktadır. Sermayeye hizmet sunmaktadır, gerçekleri çarpıtıcıdır, ama, gerçekçi de değildir. Emekçiler, sermayenin dünya ölçeğinde neoliberal politikalar izleyerek ellerinde en küçük hak bırakmamaya yemin ettiğini her gün bir kez daha kanıtladığı, “sosyal devlet”i yerle bir ettiği küresel saldırganlık koşullarında, sermaye ve hükümetleri diyaloga, uzlaşmaya vb. kesinlikle yanaşmaz ve sermayenin çıkarları en ileri noktadan gerçekleştirilmeye çalışılırken, onu neden dinlesin! Bu koşullarda ne “diyalog”u, ne “uzlaşma”sı, “kimi kandırıyorsun” demezler mi adama?

“SOSYAL DİYALOG”: PEŞKEŞİN BENİMSENMESİ
Aynı kitapta, “Türkiye de sosyal diyalog ve toplumsal uzlaşmanın kurumlaştırılması; Tarihsel süreç” bölümünde, “ Nitekim son yıllarda toplu iş sözleşmelerinin süratle yenilendiği, uyuşmazlıkların giderek azaldığı görülmektedir.” denmekte, ve, “Üretmeden bölüşmenin mümkün olmadığı gerçeğin kavranması, tarafları daha çok üretip, daha adil bölüşmenin yollarını birlikte aramaya yöneltmiştir.”  diye devam edilmektedir.
İlk aktarılan toplu sözleşmelerle ilgili bölüm yönüyle yazar “yerden göğe kadar haklı”! Söyleyecek laf bulmak zor.
Özellikle son yıllarda toplu sözleşmelerde sendikaların neredeyse tümüyle devreden çıkarılması eğilimi egemen olmuştur. Bazan “5’li” ya da “7’li sivil inisiyatif”lerden de söz edilmektedir. Ancak, aslında tek inisiyatif olan hükümet ve sermayenin istekleri doğrultusunda, genellikle sıfır zam dayatılarak jet hızı ile TİS’ler bağıtlanmaktadır. Toplu sözleşmelerin genel çerçeveleri bile hatta IMF tarafından çizilmekte, sık sık hükümetten “ne yapalım, IMF var vb..” laflarını duymaktayız. “Diyalog”, “üç taraflılık”, “uzlaşma” vb. edebiyattadır. Gerçekte, bir tarafın varlığı bile neredeyse reddedilmektedir, taraf tek, inisiyatif tektir. Bunun adına da ‘hepimiz aynı geminin içindeyiz, bu gemi batarsa hepimiz batarız’ denerek, toplumsal çıkarları gözettiklerini ifade edenler; gelirlerin %20’sini nüfusun %80’nine ve %80’ini ise nüfusun %20’sine bölüştürülmektedir. Tablonun böyle oluşunun nedeni, birlikte hareket etmek, uzlaşmak, ‘sosyal diyalog’ ve ‘üçlü sistem’ olsa gerek! Emekçilerin sözde temsilcileri olan sendika ağalarının, bu “üçlü sistem” çerçevesinde, kapalı kapılar ardında, emekçiler aleyhine hükümetle uzlaşmasıyla, sermaye lehine emekçiler defalarca satılmıştır. Bu nedenlerledir ki, TİS’ler çok çabuk sonuçlanmaktadır. Ama hemen hiçbir TİS’ten, taraflardan özellikle birinin, çalışanların ve toplumun genel çıkarlarını gözeten bir sonuç çıkmamıştır; bu koşullar altında çıkmasını beklemek de saflıktır. Çünkü işsizliğin çığ gibi büyümesi, yoksulluğun katlanması, özelleştirmeler ve yeni yasal düzenlemelerle daha kötü çalışma koşullarının dayatılması, bu sözde “toplumsal uzlaşma”nın sonuçları değil de, nedir? Bu “uzlaşma”dan kimlerin kârlı çıktığı, kimlerin kaybettiği de gün gibi ortadadır.
Alıntılanan ikinci pasaj ise, birlikte üretmek, birlikte bölüşmekten ve adil davranmaktan bahsetmektedir. Dünyadaki insanların yaşam düzeyine bakıldığında, durumun vahameti ortadadır: Bugün dünya nüfusunun yarıya yakını yoksulluk sınırında ve günde ancak iki dolar harcayabildiği bir yaşam sürmekte; 1.3 milyar kişi, günde ancak bir dolar harcayabilmekte; 800 milyon kişi ise açlık sınırında yaşamaktadır. Hayatı yaratanlar emekçilerdir, yoksul kalanlar yine onlar. “Adil bölüşme” bu mudur?
Türkiye, farklı değildir: 14 milyon kişi günde bir dolardan az gelire sahiptir. İkinci bir 14 milyon kişi daha eklendiğinde, 28 milyon kişi, 1,8 dolar gelire sahiptir, ve kuşkusuz, -tasarruf edemeyeceklerine göre- ancak o kadar harcayabilmektedir. 28 milyon kişi, Türkiye nüfusunun neredeyse yarısına yakını, günde ancak 1,8 dolar=2.700 bin TL= 9 ekmek alabilmekte ya da örneğin İstanbul’da iki kez belediye otobüsüne bindiğinde, birer öğünden günde 3 ekmek yiyememektedir. Barınma, giyinme, sağlık, çocuk bakımı gibi olmazsa olmazlara ise beş kuruş ayıramamaktadır. Adalet!
Bu baylara sormak gerekir: Çok sayıda işçi ve emekçi günde 12 saat ve daha fazla ve üstelik, sigortasız, sendikasız, asgari ücretle çalışmaktadır. Türkiye’de 57. Hükümet tarafından hazırlanıp “7’li sivil inisiyatif” ile hayata geçirilen iş kanununun bir kölelik kanunu olduğu, işçi ve emekçilerin çalışma yaşamında görülmektedir. “Adil bölüşme”nin “sosyal diyalogu”nun gereği bu mudur? Yine yakın zamanda lastik ve cam işçilerinin grevlerinin görmezden gelinen işçi “tarafı” bir yana, işverenler ve örgütlerinin, “sivil inisiyatif”in isteği ve desteği ile “arabulucu” (!) hükümetçe yasaklaması sizlere ne ifade etmiştir? Grev yasakları, sizlere hangi “diyalogu” ve hangi üretimin “ortak bölüşümü”nü ya da neyi ifade etmektedir?
Türkiye’de 7 Aralık 1999’da kurulan “7’li sivil inisiyatif”in kuruluş amaçları; “eşitlik, bağımsızlık, gönüllülük ve kararlılık” olarak Türkiye kamuoyuna sunulmuştu. Gerçekte, sözü edilen 7’li inisiyatifin bu amaçlarında hangisi gerçekleşmiştir? Haklarını teslim etmek gerek, sadece emekçilerin haklarının gasp edilmesi karşısında kararlılık göstermişlerdir! Bu emek düşmanı “7’li inisiyatif”in, kuruluş amaçları arasına  işçi-emekçi taleplerini almasının tek nedeni vardır: Dünyada ve Türkiye’de işçi ve emekçiler için elzem olan eşitlik, özgürlük ve iş-ekmek taleplerini istismar etmek, bu taleplere sahip çıkma görüntüsü vererek, işçi ve emekçilerin öfke ve mücadelesini, bu inisiyatif aracılığı ile sistem içinde tutmak ve burjuva iktidarlarını pekiştirmek. Bu, “7’li inisiyatif”in açıklanan amaçlarının tek birisinin bile gerçekleşmemiş oluşuyla da kanıtlıdır? Bu konuda söylenebilecek tek şey vardır: Ülke eşitliksizlikler ve kuralsızlıkların derinleştiği bir ülke haline gelmiş, emperyalizme ve kurumlarına (IMF, DB, DTÖ vb.) bağımlılığı daha da artmıştır.

EMEK HAREKETİNE MÜDAHALE VE YEDEKLEYİCİLİK
Prof. Dr. Rüçhan Işık’ın dediğine ve aslında görmek ya da göstermek istediğine göre; 20. yüzyılın başlarında ortaya çıkan “iki taraflı” uyuşmazlıkların çözümünü amaçlayan komisyonlar tamamen işlevsel olmuşlardır; bu komisyonlar 1848’den beri Avrupa’da faaliyet göstermiş, ve, inanan olursa, işçi meseleleriyle hükümet politikaları böyle zeminlerde birlikte belirlenmiştir! Bu tür komisyonlar Türkiye’de denenmemiş ve “iş” görmemiş değildir. Ekonomik Sosyal Konsey, bunlardan biridir. Bunlar, Türkiye ya da başka ülkelerde, uzlaşmaya yatkın önderleri aracılığıyla işçi ve emekçilerin “ikna edilip”, sermayenin çıkar ve politikalarının peşinden sürüklenmesinin tezgahlandığı zeminler olmuşlar, sermayenin çıkarlarına uygun kararların kotarılıp sınıfa dayatılmasının mekanizmalarını güçlendirmeye yaramışlardır.
Bu komisyon ve konsey vb.ler, TÜSİAD, TOBB, TİSK, MESS, TESEV gibi işveren örgütlerinin katılımıyla, emekçilerin mesleki, sendikal, demokratik örgütlerine müdahale ederek, onlarla birlikte ve onlar üzerinden, ama bir toplumsal uzlaşma ve anlaşma görüntüsü yaratmaya da özen göstererek, emekçileri, halkı etkilemeye, sermaye ve hükümetin politikalarını dayatmaya yöneliktirler.
Benzeri etkileme çabaları, ulusal ve uluslararası alanda örgütlü bulunan sendikalar açısından da pek farklı değildir. Konumuzla da bağlantılı son olay hâlâ hafızalarda tazeliğini korumaktadır. Avrupa ülkeleri tarafından finanse edilip, Avrupa Sendikalar Konfederasyonu (ETUC) aracılığıyla büyük miktarlarda para aktarılarak, “Sendikaların eğitim çalışmaları”na müdahale edilmesi, boşuna olmasa gerek . KESK, DİSK, HAK-İŞ gibi sendikaların Avrupa Birliğine (AB) entegrasyon sürecine katkı sağlamak amacı ile toplantılar düzenlemeleri, sendika eğitimlerinin bu çerçeveyi benimseyen içeriğiyle düzenlenmesi; Avrupa işçi sınıfı ve emekçilerinin sözde temsilcileri eli ve aracılığıyla, sermayenin koyduğu kurallara, kapitalizme uyum gösterme yönelimine denk düşmektedir. Adı geçen bu kitap da bu yönde çabanın somut bir ürünüdür aslında. İşe yarayıp yaramadığını önümüzdeki süreçte hep birlikte göreceğiz.

BURJUVA İDEOLOJİSİ VE GERÇEK
Enine boyuna açıklandığı gibi, “sosyal diyalog” “üçlü sistem” denilen şeyin bir ideolojik yaklaşımın araçları olması, sınıf mücadelesini reddeden ve emekçileri kapitalistlerin yedeği haline getirme ve kapitalizmin uysal köleleri halinde tutma peşindeki bir ideolojiye, kuşkusuz burjuva ideolojisine dayanması, işçi sınıfı ve emekçilerin sendikalarının ve örgütlü emekçi kesimlerin demokratik kitle örgütlerin ilkesi durumuna getirilmek istenmesi, kitabın en tehlikeli yanıdır. Ve kitapta yapılan tüm saptama ve öneriler, böyle bir ideolojik tutuma dayandırılmıştır. Örneğin gerçeklere tümüyle aykırı olarak şunları söyleten saf ideolojik yaklaşımdan başka ne olabilir:
“Avrupa birliği ile entegrasyon sürecimizde son dönemde gözlenen ivmenin doğal bir sonucu olarak, Türkiye’de de daha belirgin bir sivil toplum hareketi oluşmuş, ekonomik ve sosyal taraflar, devlet ve ona bağlı karar alma mekanizmalarında daha etkin bir rol oynamaya başlamışlardır”
Yakın zamanda AB ve en başta ABD’nin dünya pazarlarını yeniden paylaşma rekabeti ile Balkanlar’daki vahşetten başlayarak Afganistan’ın ve ardında Irak’ın işgali ve Türkiye’nin birine asker vererek katılması, diğerinin oluşturduğu bataklığın kıyısından ise şimdilik dönmesi, AB süreci ile başlayan sivil toplum hareketinin başarıyla gelişmesinin bir tezahürü olsa gerek! Çünkü yazar, bu işgaller ve daha bir çok anti-demokratik uygulamanın kararlarının STÖ’lerin bu sürece etkin katılımıyla alındığını söylemektedir.
Oysa, bırakalım gelişmeyi, Türkiye’de örneğin sendikaların üye, güç ve itibar kaybetmekte oldukları sır değildir. Ve bu güç ve itibar kaybının işçi konfederasyonlarının örneğin “beşli”, “yedili” vb. “inisiyatifler” ve Ekonomik Sosyal Konsey vb. içinde yer almasıyla, IMF heyetleriyle “iyiniyet görüşmeleri” yapmak dahil olmak üzere, emek düşmanı kurum ve kuruluşlarla senli benli toplantılar düzenlemeleriyle, karşı etkinlik düzenlemek yerine, emeğe ve emekçilere saldırı kararlarının onaylandığı “İktisat Kongresi” gibi “birlik ve ittifak” kurumlarına sözde eleştirel katkılar sunmalarıyla, bulundukları örneğin Asgari Ücret Tespit Komisyonu’ndaki “etkinlikleri” ile doğrudan ilişkili olmadığı kim iddia edebilir? Hele bu sonuncusu, yazar profesörün “ekonomik ve sosyal taraflar, devlet ve ona bağlı karar alma mekanizmalarında daha etkin bir rol oynamaya başlamışlardır” saptamasını ne kadar da haklı çıkarmaktadır! Türk-İş, Asgari Ücret Tespit Komisyonu’nda müthiş “etkin bir rol oynayarak”, asgari ücretin yıllık 15 milyon TL. artışını büyük bir cengaverlikle verdiği mücadelenin ürünü olarak sağlamış olmalıdır!
Gülünç bir asgari ücret belirlenmesi ve “karar alma mekanizmalarında”ki Türk-İş’in durumu ve rolü, açık bir şekilde profesörü yalanlamakta ve tüm tezlerini çökertmektedir. “Devlet ve ona bağlı karar alma mekanizmalarında”, işçi ve emekçiler adına, onların “temsilcileri” olarak bu mekanizmalarda yer alan “sosyal taraf” olarak “etkin bir rol oynanması” olanaklı değildir. Bu mekanizmalar, işçi ve emekçilerin, adlarına buralara katılan sendika bürokratları tarafından sermayeye ancak peşkeş çekilebileceği aygıtlardır. Devletin ve sermayenin olduğu yerde, onlarla uyum ve diyalog değil, ancak dişe diş bir mücadeleye dayanarak bulunulabilir. Ve kesindir ki, işçi ve emek tarafının etkinliğinin aracı bu mekanizmalar değil, ama işçi  ve emek kitlelerini kucaklayan talepler uğruna “aşağıdan”, tabandan yürütülen mücadeledir. Ancak bu mücadeleye dayandıktan sonra, uzlaşmanın değil mücadelenin örgütleri olarak sendika ve konfederasyonlar, sermaye ve hükümetle kuşkusuz görüşmeler yapacaklar ve belirli anlaşmalara varacaklardır. Yanlış olan ve sınıfa ve emekçilere ihanetten başka bir şey olmayan, sermaye ve hükümetle görüşmek ve anlaşmalar yapmak değil, emek hareketine dayanıp emekçilerin taleplerini sahiplenmeden, “devlet ve ona bağlı karar mekanizmalarında”, “sosyal diyalog” aracılığıyla ve “üçlü sistem”le emekten yana kararlar alınabileceğinin ileri sürülmesi ve emekçilerin sermaye ve çıkarlarına bağlanmasıdır. Çünkü bu karar mekanizmalarında, sadece sermayenin örgütleri karar alıcı pozisyondadırlar. Sivil toplum örgütleri adı altında ve etkinleştikleri iddiasıyla ileri sürülenler de, TÜSİAD, TOBB, TİSK vb. gibi sermaye örgütlerinden, TESEV vb. gibi burjuvazi tarafından örgütlenmiş vakıflardan Türk Amerikan İş Konseyi gibi uluslararası boyutlu patron birliklerinden başkaları değildir. Bunlara, sermayenin amaçlarına hizmet için, içlerinde bir dizi şirket vb. olarak örgütlenen ve doğrudan Dünya Bankası tarafından öngörülüp desteklenen “proje örgütleri”ni kuşkusuz katmak gerek. Bu örgütlere örnek olarak “Gündem 21” çerçevesinde ortaya çıkan “Kent Konseyleri”, GAP kapsamında kurulan bu tür onlarca sözde “yardım” örgütü verilebilir.
İşçi ve emekçilere gerekli olan ise, uzlaşmacı ve sınıf işbirlikçi bir sendikacılık anlayışını aşarak mücadeleci bir çizgide kendilerini yenilemeleri gereken sınıf sendikaları başta olmak üzere, kendi sınıf örgütleridir.

MÜCADELE ZORUNLULUĞU
Kaygılandırıcı olan, kitapta savunulan gerici düşünce ve önerilere KESK yönetiminin, örneğin Sami Evren’in yanıt vermemiş olması, ama tersine, sistemle entegrasyonu savunan bu kitaba Sami Evren’in bir şekilde katkı sunmasıdır.
Onca lafı edilen “sosyal diyalog” ve “üçlü sistem” gibi işbirlikçi söylemler ve Avrupa Birliği’ne entegrasyon, uyum vb. sözcüklerin her yanından fışkıran, emekçilere zehir saçan anılan kitabın son bölümlerinde, KESK Genel Başkanı Sami Evren, bu konularda konuşmamaktadır. KESK’in mücadele seyrini anlatırken ise, Sami Evren’in KESK’in 2003 yılı TİS görüşmelerinin akıbetini şöyle ifade etmesi, herhalde söylediklerimizi doğrulamaktadır: “…Dolayısıyla son söz hakkının Bakanlar Kuruluna bırakılmış olması, evrensel normlara aykırılığı ve siyaset sahnesindeki gelişmeler nedeni ile sorun olmaya devam ediyor.”
Kuşkusuz “sosyal diyalog”la, “ikili”, “üçlü ittifaklar”la dünya ve ülke politikalarına ilişkin ortak karar verilmemektedir. Eğer evrensel hukuk normlarına uyulmuyorsa, uymayan bu güruhu karşı, emekçilerin bağımsız politikaları ve fiili ve meşru mücadelesi mücadelesinde başka çare yoktur. Hukuka da ancak böylelikle uymaya “ikna edilecekleri” şüphesizdir. Öyleyse, “üçlü ittifak” ve “sosyal diyalog” denilen şeylere, emek cephesinden destek verilmemesi ve bunlara hiçbir katkı sunulmaması, aynı platformlarda yer alınmaması,karşılarında suskun kalınmayıp mücadele edilmesi zorunlu sayılmalıdır.
Önümüzdeki süreç, herhalde, bütün bu emeğe ve emekçilere saldırı nitelikli yaklaşım ve görüşlerin çok tartışılacağı bir dönem olacaktır.

“Medeniyetler çatışması” kitabı üzerine notlar

Samuel Huntington’un 1996 yılında kaleme aldığı “Medeniyetler Çatışması” adlı kitabında geliştirdiği tezlerle bugün polemik yürütmenin bir gereği var mıdır? Tezlerin kendisine bakarak yanıtlayacak olursak, “hayır bir gereği yok” demek lazım. Ancak bu soruyu, bu tezlerin, gerek günlük politikada ve gerekse entellektüel yaşamda işgal ettiği yer ve yüklendirildiği boyutları dikkate alarak yanıtlayacak olursak, hiç şüphesiz “evet bir gereği var” demek gerekiyor. 1996 yılında yazılmış bir kitapta dile getirilen görüşlerle bugün polemik yürütmemizin nedeni de işte bundan ibarettir…
Huntington’ın tezlerine iki açıdan yaklaşılabilir: Birincisi, bu tezler; adeta dünyaya gözlerini yeni açmış birinin, etrafında gördüğü en çarpıcı olay ve gelişmeleri abartıp mutlaklaştırması, dünyanın tayin edici olay ve gelişmelerinin bunlar olduğunu düşünmesi olarak yorumlanabilir. Zira, Huntington, bu tezleri, “Soğuk Savaş”ın sona ermesini izleyen ilk yıllarda kaleme almıştır; aklı sıra, söz konusu yıllarda ortaya çıkan olay ve gelişmeleri “derinlemesine” tahlil ederek, “Soğuk Savaş sonrasının doğası”nı ortaya koymaktadır. Bu, kuşkusuz “iyimser” bir yaklaşımdır ve olsa olsa Huntington’ın yüzeyselliğini açıklayabilir. Fakat bu tezler, bir de şöyle değerlendirilebilir: “Soğuk Savaş”ın sona ermesi gibi tarihi bir dönemeçte ortaya çıkan olay ve gelişmeleri; insanlığın ilerleme eğilimine, sosyalizmin yenilgisiyle vurulmuş olan darbelerden daha ağır darbeler indirecek ve uygun bir şekilde devreye sokulduğunda başarı vaat eden emperyalist bir stratejinin unsuru olarak görme, ve bu olanaktan hareketle, bu olay ve gelişmeleri teorize etme. Bu yaklaşım, Huntington’ın boyunu aşmakta, ama hizmetinde çalıştığı devlet aygıtları ve strateji kuruluşlarının onun gibi “uzman” ve “araştırmacılar”dan faydalanma düzeyi ve tarzını ortaya koymaktadır. Sanırız Huntington’ın tezlerinin bu iki boyutu dikkate alınmadan; bu denli yüzeysel ve dar bir “bilimsel çalışma”nın, bu kadar kendinden söz ettirmesi ve dünya kamuoyunun gündemine sokulması çelişkisinin başka bir açıklaması yapılamaz.
Nitekim, ilginç bir durumla karşı karşıyayız: Huntington’ın temel tezlerine dayanak yaptığı argümanlar, hiçbir ciddi bilimsel tartışmaya dayanamayacak kadar yüzeysel ve keyfidir. Gelgelelim, yakın geçmişin bazı olayları; 11. Eylül ve 11. Mart tipi saldırılar, “Haçlı Seferi” söylemleri, “medeniyetler çatışması”nı öngören Huntington’ı haklı çıkartıyor gibi görünüyor. “İslam fobisi”nin yer yer histerikce yaygınlaştırılmaya çalışıldığı “Batı” ülkelerinde; “İslami terör”, “İslamcı köktendincilik”, “terör ve İslam” tartışmalarından geçilmiyor. Bu çerçevede; terörü, İslam dininin felsefesinde içselleşmiş bir eğilim olarak açıklayan tezlerle karşılaşılabildiği gibi; “Avrupa’da dini çatışmalar: Haç ve Yarım Ay” vb. gazete başlıklarına da rastlanılabiliyor.
Öte yandan, türbanın politik bir sorun haline getirilip gündem konusu kılınabildiği Batı Avrupa’da, “Avrupa Birliği’nin değerleri”yle ilgili burjuva siyasetçileri ve aydınları arasında yürüyen bazı tartışmalar da, bu yönde işaretler veriyor. “Avrupa’nın değerleri – Hıristiyan kökenli mi değil mi?” tartışmaları sadece bazı gazetelerin sayfalarını işgal eden bir konu olarak gündeme gelmiyor. Bu konu, “Batı’yı Batı yapan değerler”de, bireysel ve toplumsal özgürlüklerde vb. “Hıristiyanlığın ayırdedici bir yeri ve rolü” olduğunu savunan Avrupa’nın gerici çevrelerinin bu doğrultudaki görüşlerinin Avrupa anayasasının önsözüne yazılması talebiyle politik bir sorun haline gelebiliyor. Bu gelişmeler karşısında, bazı siyasal ve entelektüel çevreler, “Hıristiyanlığın rönesansı” saptamasında dahi bulunuyorlar. “Siyasal İslam” karşısında giderek aktifleşen bir “Siyasal Hıristiyanlık” eğilimini gözlemleyebiliyorlar…

DÜNYA NEREYE GIDIYOR?
Elbette 500 sayfayı aşkın bir kitapla ilgili birkaç sayfalık bir yazıda, sorunu tüm genişliğiyle ele almamız mümkün değil. Sorunun kültür ve tarih felsefesiyle, antropolojiyle, ekonomiyle vb. ilgili pek çok yönü bulunmakta. Burada bu yönlerine değinmeyeceğiz; çünkü bizi, Huntington’ın felsefeden, tarihten vb. kendi temel tezlerini haklı göstermek için aldığı referanslar ilgilendirmiyor, bizi burada tezlerin kendisi ilgilendiriyor.
Huntington’ın ifadesine göre, “Medeniyetler Çatışması” adlı kitabı, “Soğuk Savaş’tan sonra küresel siyasetin evriminin bir yorumunu yapmayı amaçlamaktadır.”  Bu evrimin yönü ise; “ortaya çıkmakta olan küresel siyasetin en temel ve en tehlikeli boyutu”nun, “farklı medeniyetlerdeki gruplar arasında çatışmalar olacağı” tezinde formüle edilmektedir.  Evrimin kendisi ise, şu gelişmelerde ifadesini bulmaktadır:
“Soğuk Savaş’tan sonraki yıllar halkların kimliklerinde ve bu kimliklerin sembollerinde” -henüz devam eden- “değişikliklere tanık oldu.”
– “Soğuk Savaş sonrasında, dünyada bayraklar, haçlar, hilaller ve hatta baş örtüsü de dahil olmak üzere kültürel kimliğin diğer sembolleri göz önünde tutulmak durumundadır. Çünkü kültür önemlidir ve birçok insan için kültürel kimlik en anlamlı şeydir. İnsanlar yeni ama çok kez de eski kimliklerini keşfetmekte…”
– “Kimliklerini arayan, etnik durumlarını yeniden keşfeden halklar için düşmanlar olmazsa olmazdır. Potansiyel olarak en tehlikeli düşmanlıklar dünyanın en büyük medeniyetleri arasındaki fay çizgisinde yer almaktadır.”
Günümüz dünyasının belli başlı “çağdaş medeniyetleri” ise şunlardır: Sinik (Çin), Japon, Hindu, İslam, Batı, Latin Amerika ve “muhtemelen Afrika”.
Huntington, 1989/90 sonrasında, “çok kutuplu, çok medeniyetli” bir dünyada yaşadığımızı saptıyor. Ona göre, medeniyetlerin “çekirdek devletleri”, Soğuk Savaş döneminin süper güçlerinin yerini almaktadırlar:
– “Artık Soğuk Savaş sonrası dünyada halklar arasındaki en önemli farklılıklar ideolojik, politik veya ekonomik değil, kültüreldir. Halklar ve uluslar insanoğlunun karşı karşıya kaldığı en temel soruyu yanıtlamaya çalışıyorlar: Kimiz biz?”
– “Ulus devletler dünya olaylarında temel aktörler olarak kalmaktadır.”
– “Bu yeni dünyada yöresel politika, etnik duruma dayalı veya en azından ona bağlı politikadır. Küresel politika da medeniyetler politikası olmaktadır. Süper güçlerin rekabeti yerini medeniyetlerin çarpışmasına bırakmıştır.
“Bu yeni dünyada en yaygın, önemli ve tehlikeli anlaşmazlıklar sosyal sınıflar, zengin ve yoksul veya diğer ekonomik olarak tanımlanmış gruplar arasında değil, farklı kültürel varlıklara ait halklar arasında ortaya çıkacaktır.”
Aslında bu çatışma başlamıştır bile. Diyor ki: “Şayet Müslümanlar, Batı’nın İslam’a savaş açtığını ileri sürüyorsa ve Batılılar da İslami grupların Batı’ya savaş açtığını ileri sürüyorsa, savaşa çok benzeyen bir şeyin seyretmekte olduğu sonucunu çıkarmak akla yatkın gibidir.”
Ona göre; Somali, Ruanda, Bosna, Kafkasya, Orta Asya veya Keşmir’de yaşananlar, “medeniyetlerin kanlı çarpışmaları”yla karşı karşıya olduğumuzun göstergeleridir. Bu çatışmaların “akraba ülkeler”i harekete geçirdiğini; Rusya’nın, Sırplar’a; Suudiler, Türkiye, İran ve Libya’nın da Boşnaklar’a destek vermesini bunun kanıtı olarak ileri sürüyor.
Özetleyelim: “Soğuk Savaş sonrası dünya politikasının temel ekseni böylece Batı gücü ve kültürü ile Batılı olmayan medeniyetlerin gücü ve iktidarı arasındaki etkilenmeler olmaktadır. Soğuk Savaş sonrası dünyanın yedi veya sekiz medeniyetten oluştuğunu söyleyebiliriz. Kültürel benzerlikler ve farklılıklar, devletlerin birlikte hareket etmelerini, menfaatlerini ve husumetlerini biçimlendirmektedir. Çok etkileyici bir gerçek de şu ki, dünyadaki en önemli ülkeler farklı medeniyetlerden çıkmaktadır. (…) Uluslararası gündemdeki anahtar sorunlar Medeniyetler arasındaki farklılıklardan kaynaklanmaktadır. İktidar veya güç uzun bir dönemdir egemen olan Batı’dan, kutuplu, Batılı olmayan medeniyetlere kaymaktadır. Küresel politika çok kutuplu ve çok medeniyetli bir duruma gelmiştir.”

CİDDİ BİR CİDDİYETSİZLİK!
Görüldüğü gibi, “çok orijinal” algılama ve yorumlama kapasitesine sahip bir kafayla karşı karşıyayız! Bu kafaya göre, “kültürün güçlü olduğu bir dünyada klanlar ve etnik gruplar birer takıdır, uluslar birer alaydır ve medeniyetler birer ordudur.”  Huntington için, “Doğu Asya’nın yükselişi ekonomik büyümedeki büyük başarılarından kaynaklanırken, İslamcı Yeniden Doğuşun başlaması ise nüfus artışından hız almıştır.” Bunun için o, Müslümanlar hakkında konuştuğunda, öncelikle “Müslüman demografik istila sorunu”ndan söz açmaktadır.  Ve tehdit tablosu hazırdır: “…toplam olarak Müslümanlar 1980’de dünya nüfusunun yüzde 18’ni oluştururken, muhtemelen 2000 yılında yüzde 20’sini ve 2025 yılında da yüzde 30’nu oluşturacaklardır.”  Yani, sayıları hızla büyüyen Müslümanlar Batı’yı istila ediyorlar! Ve daha kötüsü, “Avrupa’nın ‘İslamlaşma’ tehlikesini Avrupa’nın ‘Afrikalaşması’ tehlikesi izleyecek”miş!
“İslam’ın kanlı sınırları” reddedilemezmiş. Zira: “Müslümanların dövüşkenliği ve şiddet düşkünlüğü, ne Müslümanların ne de Müslüman olmayanların yadsıyabileceği yirminci yüzyıl sonu olgularıdır.”
Huntington bu incileriyle, sadece günümüz dünyasında kol gezen “İslam fobisi”nin teorik temellerini sunmuyor (“Batı için temel sorun İslamcı köktendincilik değildir. Bu sorun bizzat İslam”dır! ); o, aynı zamanda, “İslamcı Yeniden Doğuş”un temelini oluşturan nüfus artışının daha “derin” anlamlarını kavramamıza yardımcı oluyor: “İlk olarak” diyor, “genç insanların protestoya, istikrarsızlığa, reforma ve devrime önayak olan kimseler olduğu belirtilmelidir.”  Bu böyle olduğu için, şu, bir rastlantı sayılmamalıymış: “Belki de İran nüfusu içinde genç nüfusun 1970’lerde aşırı bir biçimde artması … ve 79 yılında İran Devrimi’nin olması … bütünüyle rastlantısal değildir.”  Böylelikle, onun sayesinde, devrimlerin kısa formülünü keşfetmiş bulunuyoruz: Gençliğin nüfusa oranı (15-24 yaş arası nüfus) sakın yüzde 20’yi geçmesin! Geçerse; devrimlerin, ayaklanmaların gündeme gelmesi işten bile değildir!
Nedenini bilmiyoruz ama, bu incilerin yer aldığı sayfalardaki Huntington’ın başka “önemli” bir saptaması, Türkçe çevirisinde yer almamış. Ya yayınevinin genel bir dikkatsizliği ya da çevirmenin anlaşılabilir bir işgüzarlığı (‘bu saçmalığı da çevirmeyeyim’ anlamında!) olabilir. Önce çevrilen kısmı okuyalım: “Veriler gerekli özen gösterilerek ele alınmalı ve gerekli uyarılarla birlikte, tahminlerin Bosna ve Arnavutluk’taki genç nüfusun oranının yeni yüzyıla girerken hızlı bir biçimde düşeceğini gösterdiği belirtilmelidir.”  Bundan hemen sonraki, atlanılan yan cümlede ise, Huntington şu saptamayı yapıyor: “Bu durum”, yani Bosna ve Arnavutluk’taki genç nüfusun oranının hızlı bir biçimde düşmesi, “ya  eski Yugoslavya’da bir barışın sağlanmasını kolaylaştırabilir ya da ama Sırplar ve Hırvatlar’ın Müslümanlar’a karşı yeni saldırılarının önünü açabilir.”
Müslüman halk ne yapsın şimdi? Çocuk yapmaya devam ederse, barış ihtimalini düşürecek, yok çocuk yapmayıp genç nüfusun oranının düşmesini sağlarsa, Sırp ve Hırvatların saldırısıyla karşı karşıya kalacak. Üstü bıyık, altı sakal yani! 
Huntington genel olarak, “Batı’nın İslam’la hiçbir sorunu olmadığı” görüşüne katılmıyor, “1400 yıllık tarih aksini kanıtlıyor” diyor. Ona göre, İslam ve Hıristiyanlık arasında 1400 yıldır süren ve “derinden derine çatışma eğilimli” olan bir ilişki bulunmaktadır. Bu ilişkiyle kıyaslandığında, “liberal demokrasi ve Marksizm-Leninizm arasındaki yirminci yüzyıl çatışması”, “kısa ömürlü yüzeysel bir tarihsel olgudur”!  Başka bir deyişle, Ekim Devrimi, sosyalizm, işçi iktidarları vb., bütün bunlar, tarihte bir sapmadan ibarettir! Dolayısıyla, sosyalizmin yenilgisiyle birlikte, dünya ve tarih yeniden asıl mecrasına girmiş, 1400 yıllık asıl çelişki ve savaşlarına dönmüş bulunuyor! (Zira; “komünizmin çöküşü, Batı ve İslam’ın ortak düşmanını ortadan kaldırdı ve her birinin, diğerini büyük tehlike olarak algılamasına yol açtı.”
Müslümanlar Avrupa için “ivedi bir sorun yaratırken, Meksikalılar da aynı sorunu ABD için yaratıyor.”  ABD için buradan doğan sorun şöyle tarif ediliyor: ABD’ye göç eden Meksikalılar “kimliklerini koruma eğilimindeler”, üstelik bunların ABD’de “yerleştiği bölge on dokuzuncu yüzyıl ortasında Meksika’nın yenilgiye uğramasının ardından ABD’nin yönetimine” geçen bir bölgedir. Bu ise şu anlama gelebilir: “Meksika’nın ekonomik gelişmesi neredeyse kesin bir şekilde Meksikalıların yitirdikleri toprakları tekrar elde etmeye yönelik bir politika izlemeleriyle sonuçlanacak öç duygularını uyandıracak. Zamanı gelince, on dokuzuncu yüzyıldaki Amerikan askeri yayılmasının sonuçları, yirmi birinci yüzyılda Meksika’nın demografik genişlemesiyle tehdit edilebilir ve muhtemelen tersine çevrilebilir.”
“Muhtemelen”! Huntington “bilim adamı” titizliğinden de hiç prim vermiyor gerçekten! Ama elden ne gelir? Emperyalist “Batı” ve onun “tanrı buyruğu”yla lideri olan ABD “gerilemekte” bir kere! Irk ve kökene göre ABD nüfusu verileri de, İspanyol kökenli olmayan beyazların oranını giderek yüzde 50’lilere çekecek (tahminen 2050’de), geri kalanını da İspanyol kökenliler, siyahlar, Asyalı ve Pasifik Adaları’ndan gelenler oluşturacak!
Huntington çizdiği genel tablodan “Batı” için şu sonuçları çıkarıyor: “Medeniyetler arasındaki değişen güç dengesi, (kitap boyunca, bu değişimin, “Batı”nın bir bütün olarak gerilemesi anlamına gelen ciddi herhangi bir verisiyle karşılaşmak mümkün olmadı; ama “tehditleri” gerekçelendirmek için bu korkuluğu iddia etmek gerekiyor! -A.C.) Batı’nın silahlanma, insan hakları, göç ve diğer meselelerle ilişkili olarak amaçlarına ulaşmasını giderek daha da zorlaştırıyor. Bu durumda kayıplarını en aza indirmesi ise, Batı’nın diğer toplumlarla ilgilenirken ekonomik kaynaklarını bir ödüllendirme ve cezalandırma stratejisiyle (yani havuç-sopa politikasıyla -A.C.) ustaca kullanmasını, diğer toplumların Batılı ülkeleri birbirine düşürmesini zorlaştıracak biçimde bütünlüğünü desteklemesini ve politikalarını koordine etmesini ve Batılı olmayan uluslar arasındaki farklılıkları destekleyip (yani bölme, kışkırtma ve istikrarsızlık politikaları -A.C.) bunları kendi lehine kullanmasını gerektiriyor.”
İşte çıkarılan bu sonuçlarda, Huntingtoncu ciddiyetsizliğin gerisindeki ciddiyeti görüyoruz: Demek oluyor ki, bu tezler, Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle varlık gerekçesini yitiren “Batı kampı”na yeni bir varlık gerekçesi ve platformu sunmayı amaçlıyor. “Hür dünya”, “Batı medeniyeti”ne indirgeniyor; haliyle düşmanlar da değişiyor: “Hür dünya”nın hasımı “komünizm” iken, “Batı medeniyeti”nin düşmanı da, başta İslam (petrol ve nakil yolları) ve Konfüçyusçu (koca Asya pazarının yanı sıra, esasta Çin) olmak üzere diğer medeniyetler oluyor. Eh, her bir medeniyetin de bir “çekirdek devleti” olduğundan ya da olması gerektiğinden, “Batı medeniyeti”nin çekirdek devleti de kendiliğinden anlaşılıyor: ABD! Başka bir deyişle, uluslararası planda tam da, “ABD’nin dünya önderliği ve hegemonyası için artık bir neden kalmadı” denilebilecekken, Huntington ileriye fırlıyor: “Hayır efendim, var!” diyor.
Böylelikle, “medeniyetler çatışması” tezinin özünün, ABD emperyalizminin dünya egemenliğini zorunlu ve meşru kılmaya hizmet eden bir platform yenilemesi olduğu ortaya çıkıyor.

HUNTİNGTON DÜNYASI
Tabii, insan “acaba, bu kişiyle aynı dünyada ve aynı tarihte mi yaşıyoruz?” diye sormadan edemiyor. Hiç şüphesiz, Huntington’ın tezi baştan yanlış ve hedef saptırıcı. Dünyanın mevcut güçleri arasındaki bölünmeyi, kültür-medeniyet platformuna oturtuyor ve rekabet ve çatışmanın bu temel üzerinde cereyan ettiğini iddia ediyor.
Çizdiği dünya tablosunun, bizim yaşadığımız, gördüğümüz dünyayla hiçbir ilgisi yok. Kuşkusuz medeniyetler vardır, ancak medeniyet “kampları” yoktur. Huntington’ın dile getirdiği, nesnel gerçeklik değil, istemdir. Onun en homojen yansıttığı “Batı medeniyeti”, aslında en kıyasıya rekabetin ve dalaşmaların yaşandığı kamptır. Bu kampın gerçek niteliği de emperyalist olmasıdır. Üstelik “Batılı ülkelerle” de sınırlı değildir: Japonya, Rusya “Batılı” değillerdir ama, emperyalisttirler. Müslümanların çoğunlukta yaşadığı ülkeler vardır ama, bir “İslam medeniyeti” temelinde bir araya gelmiş bir “İslam dünyası” yoktur. Huntington, “Batı’nın gücünün azalması”ndan, “gerileyen Batı’dan” söz ediyor. Ama bugün aklı başında hiçbir insan, “güç” kavramının unsurları sayılabilecek hiçbir alanda bu iddiayı doğrulayacak bir veri ileri süremeyecektir. 
Huntington’ın kitabı, kelimenin tam anlamıyla, “orijinallikler”le doludur. Örneğin “akraba ülkeler”i kastederek diyor ki, “bu ülkeler bu yardımları, güç sağlamak, ekonomik çıkar veya ideolojik nedenlerle değil, kültürel açıdan kendilerini bu insanlara yakın hissettiklerinden yapmışlardır.” !
“Kültürel ve ekonomik işbirliği” ara başlıklı bölümde ise, şunları okuyoruz: “Bölgeler ancak söz konusu coğrafyanın kültürle çakışması ölçüsünde bir işbirliği temeli oluşturabilir. Kültürel yakınlığı içermeyen bölgesel yakınlık tek başına birliktelikle sonuçlanmadığı gibi, bunun tam tersini besleyebilir. Askeri ittifaklar ve ekonomik ortaklıklar, mensupları arasında işbirliği olmasını gerektirir, işbirliği güvene dayanır ve güven de en fazla, ortak değerlere ve ortak kültüre sahip toplumlarda serpilir.”  Yani ekonomi de, askeri ittifak da “kültürü izler”! Demek oluyor ki; Türkiye, ABD ile ortak değer ve kültüre sahip olduğu ve bu ortaklıklara dayanan bir güven üzerinden işbirliği yapabildiği için NATO’nun üyesidir!
“Gelgelelim, günümüzün dünyasında bir ülkenin içinde yer aldığı ortaklıkları ve düşmanlıkları biçimlendiren temel etken kültürel kimliktir. Bir ülke Soğuk Savaş dönemine özgü kamplaşmalardan uzak durabilir ama kimliksiz yapamaz. ‘Hangi taraftansınız’ sorusunun yerini çok daha temel bir soru, ‘Kimsiniz?’ sorusu almıştır. Her devlet bu soruya bir yanıt vermek zorundadır. Bu yanıt, yani bir devletin kültürel kimliği, o devletin dünya siyasetindeki yerini, dostlarını ve düşmanlarını tanımlar.”
Öyle ise; Türkiye, AB’ne girmek istiyor olmayacaktı; Kazakların, Kırgızların, Taciklerin, Özbeklerin dinmeyen talepleri karşısında Türki Cumhuriyetler Birliği’ni kurmuş olacak; İsrail ile stratejik ortaklık tekliflerine “hayır!” deyip, çoktan, bu ortaklığı Filistin ile kurmuş olacaktı; Polonya, Çek Cumhuriyeti, Slovakya, Slovenya, Baltık ülkeleri, Bulgaristan, Romanya vb., AB ve NATO’yla değil, Slavların doğal lideri Rusya ile ittifak kurmuş olacak; Meksika, ABD ile değil Latin Amerika ülkeleriyle büyük bir ittifak içinde yer alıyor olacaktı! Çin ile Japonya, ortaklaşa kurdukları bir Doğu Asya Birliği içinde bir araya gelmiş olmalıydılar ve Avrupa, barındırdığı çeşitli kültürlerden insanlarıyla, tam bir barut fıçısına dönüşmeye başlamalıydı! vb. vb.
Huntington, başka bir alemden konuşuyor mutlaka: “Günümüzde ortaya çıkmakta olan dünyada küresel gücün modası geçmiştir, küresel bir topluluk ise gerçekliğe uzak bir düştür. ABD dahil olmak üzere hiçbir ülkenin küresel ölçekte önemli bir güvenlik çıkarı yoktur.”
Burada, bu hafifliği hafifletecek şöyle bir neden ileri sürülebilir: Huntington, bunu 11. Eylül 2001’den çok önce yazdı, yani, ABD’nin 11 Eylül üzerine tüm dünyayı kendi güvenlik alanı olarak ilan edeceğini bilemezdi. Kabul edelim, ama, bu durumda da, şöyle bir sorun doğuyor: Huntington’ın tezleri, 11 Eylül gibi olayları genel olarak öngörmekteydi (kültürel ve dini motifli saldırılar). Görüldüğü gibi, bir tezinin doğrulanması, diğer tezinin yalanlamasını beraberinde getiren pek “sistematik bir konsept” ile karşı karşıyayız!
Onun literatüründe İkinci Dünya Savaşı, “Batı’nın 1939 ile 1945 yılları arasında cereyan eden iç savaşı” oluveriyor! Peki, şu “hepsinden farklı” olan “yalnız ülke”, kendine özgü medeniyeti olan Japonya; peki, başta Sovyetler olmak üzere Slav halkları veya Magrip ülkeleri; onlar bu “iç savaş”ın dışında mıydılar?
Tabii genel olarak şöyle bir sorun daha çıkıyor: Farklı medeniyetler ya da onun tabiriyle medeniyetlerin fay hatlarındaki çatışmalar, kültürel kaynaklı çıkıyor diyelim. Bir an için nesnel gerçeğin bu olduğunu kabul edelim; peki “Batı medeniyeti”nin kendi içindeki çatışmaları ve rekabeti (ABD ile Avrupa, Avrupa’nın kendi içinde vb.) bugün nasıl açıklayacağız? Bunları “iç savaş” olarak geçiştirsek de, günümüz dünyasında kavga ve çatışmaların kaynağı kültürel olduğu tezini, yine ayakta tutamayacağız. Zira dünyayı etkileyen bu çatışmalar “kültürün belirleyici olduğu günümüz dünyasında” bir olguysa, o zaman, ancak “kültürel kaynaklı olmaları” gerekmiyor mu?
Huntington’ın kitabındaki “orijinallikler” bir yönden yüzeysellik kaynaklıyken, diğer yönden keyfiyetiyle göze batmaktadırlar. Örneğin Avrupa nedir, doğu sınırları nerede başlar, nerede biter sorusuna da çok basit yanıtlar buluyor. Şöyle diyor: “Bu sorulara verilebilecek en cazip ve kapsamlı yanıtlar, yüzyıllar boyunca Batılı Hıristiyan halkları Müslüman ve Ortodoks halklardan ayıran büyük tarihsel çizgi tarafından sağlanmaktadır. Bu çizginin varlığı dördüncü yüzyılda Roma İmparatorluğu’nun bölünmesine ve onuncu yüzyılda Kutsal Roma İmparatorluğu’nun kurulmasına kadar gerilere uzanır.”  Burada da “kültürel sınır çizgisi”, “siyasal ve ekonomik sınırı” belirliyor. Başka bir deyişle, 21. yüzyılın siyasal ve ekonomik sınırlarını, 4. yüzyıl ile 10. yüzyılda oluşan “tarihsel çizgi” belirliyor!
“Medeniyetler mantığı”nı, işine geldiğinde, NATO’ya da uyarlıyor: Ona göre, “Soğuk Savaş sonrası dünyada NATO, Batı medeniyetinin güvenlik örgütüdür.”  Bu mantık, Yunanistan ve Türkiye’nin üyeliğinin devamını açıklayamadığı gibi, Batı’nın “Avrupa’daki varlığı”nın (AB) çekirdek ülkeleri Almanya ve Fransa’nın NATO’ya rağmen, Avrupa Ordusu’nu inşa etme gayretlerini de açıklayamamaktadır.
Kısacası, “medeniyetler mantığı”nın kaçınılmaz bir şekilde gündeme getirdiği sorunları, Huntington, kitabının tümüne egemen olan keyfiyetiyle “çözüveriyor”: “Doğru” diyor, “Batılı olmayan” Türkiye’nin üyeliği “medeniyetler mantığına” uymuyor, ama bu, zaten “Soğuk Savaş döneminin birer ürünüydü”  deyip işin içinden çıkıyor. Yunanistan da “Batı medeniyetinin bir parçası değil” ama, “Batı medeniyetinin önemli bir kaynağı olarak Klasik medeniyete ev sahipliği yapmıştır.”! 21. yüzyılın siyasal ve askeri ilişki ve olgularını açıklarken, duruma göre, ve keyfiyete dayalı mantığa nasıl uygun düşüyorsa, kah 20. yüzyılın, kah 20. yüzyıl öncesinin “tarihsel olgular”ına dayanmaktadır. Tabii, biz de, bu keyfiyeti örnek alarak, şöyle iddia edebiliriz: Yunanistan Klasik medeniyete ev sahipliği yapmışsa, İslami düşünürler ve Arap medeniyeti de bu klasik medeniyetin kaybolup gitmesini engellemiş ve sonraki çağlara aktarılmasını sağlamıştır!
Huntington, Soğuk Savaş’ın bitimiyle yeni bir dönem başlatıyor. Ama bu yeni dönem, sanki bir boşlukta başlıyor! Bir önceki dönemin devrettiği hiçbir şey yok. Yeni başlayan dönemin kalkış noktası, bir önceki dönemde olup bitenlerin oluşturduğu şartlar, bıraktığı/biriktirdiği sorunlar yok!
Soğuk Savaş döneminde, kültür ve medeniyetlerden bağımsız ve heterojen ittifaklar kurulmuş. (“ABD, … geniş, çeşitli, çok-medeniyetli ülkelerden oluşan bir gruplaşmanın merkezinde yer alıyordu.”  Bu bir olguydu yani. Soğuk Savaş bittikten sonra, bu ittifaklar dağılmış, dahası, yeni ittifaklaşmalara gidilmektedir. Bunlar da, bu sefer, güya kültürel ve medeniyetsel ortaklıklara göre oluşmaktadır. Peki neden? Neden şimdi medeniyete göre bir araya gelinecektir? Soğuk Savaş’taki kamplaşmayı belirleyen, sadece soyut düşünsel ve dünya görüşüyle ilgili farklılıklar mıydı? Yani, salt bir fikir savaşı mıydı? Değilse, bu kamplaşmayı belirleyen nesnel neden ve somut çıkarlar, “Batı-Doğu kamplaşması”nın ortadan kalkmasıyla birlikte ortadan mı kalkmıştır? Huntington’ın bütün kitabında bu soruya verilmiş bir yanıt yoktur; onun açısından bu soru gündeme de gelmemektedir. Çünkü o, bütün meseleyi düşünsel planda ele almaktadır: Marksist-Leninist ideoloji çökmüş, çöküşü bir ideolojik boşluk yaratmıştır, bu boşluğu, şimdi din ve medeniyetler doldurmaktadır. Dolayısıyla şimdi, bunların arasında gerçekleşen bir çatışmayla karşı karşıyayız. Bu kadar!
Tarihte “medeniyetler arası savaşlar” olmuş mudur? Olmuştur kuşkusuz, ama olduğu her yerde medeniyet farklılığı ve buna dayandırılan kültürel, dini, ahlaki vb. gerekçeler, gerçek nedenleri gizleyen gerekçeler olarak işlev görmüşlerdir. Ama tarihte, salt medeniyetler savaşı olmamış, ondan daha fazla “medeniyet içi savaşlar” olmuştur. Ortaçağın mezhep savaşlarını, 30 Yıllık Savaşı, köylü savaşlarını vb. neyle açıklayacağız? Bütün Ortaçağ; dinin ve tanrıbiliminin (teolojinin), nasıl, nesnel sınıf çelişkileri ve çıkarlarının bir kisvesi olarak işlev gördüğünün sayısız trajik ve kanlı örnekleriyle doludur. Kısacası, dünya politikalarında medeniyetler ve dinler, her zaman, egemenlik ve hegemonya amaçlarına ulaşmada araç olarak kullanılmıştır. Medeniyet ve dinlerin, egemenlik politikalarının bir unsuru haline gelmesi, bu bakımdan, yeni bir olay değildir. Yakın geçmişte Balkanlar’da “başarılı” bir şekilde de uygulanmıştır. Huntington’ın demagojisi şudur ki, o, bu yöntemin, kendi başına bir amaç haline geldiğini iddia etmektedir. Aslında bu demagoji, bizzat, bu yöntemin bir parçası ve ifadesidir.
Bu bakımdan, “medeniyetler çatışması” tezi, teorik bakımdan, çatışmaların görüngü biçimiyle gerçek nedenlerini kasıtlı olarak tersyüz etmekten ibarettir. Bu tersyüz edilme de zorunludur. Zira, aksi durumda, Soğuk Savaş sonrası yükselen milliyetçilik ve bu kisve altında sürdürülen çatışma ve savaşlara bakılarak, artık kültürler (dinler) arası çatışmalar dönemine geçildi iddiası gerekçelendirilemez.
Gelgelelim, ona göre, İslam ve Hıristiyanlık arasındaki çatışmanın nedenleri, “…on ikinci yüzyıl Hıristiyan özlemleri veya yirminci yüzyıl Müslüman köktendinciliği gibi geçici fenomenlerde yatmaz. İki dinin doğasından ve bu dinlere dayalı medeniyetlerden kaynaklanır.”  Bu zatın dediklerini ciddiye alacak olursak, şunu düşünmemiz gerekecek: Bu 1400 yıllık sürede çıkan çatışma ve savaşların nedenleri, uhrevidir! Dünyevi nedenleri yoktur; bunlar, olsa olsa bu uhrevi amaç ve nedenleri etkileyen faktörlerdir! Zira; “İslam ve Hıristiyanlık arasındaki şiddetli çatışmanın düzeyi, zaman içinde, demografik büyüme ve küçülmelerden, ekonomik kalkınmalardan, teknolojik değişikliklerden ve dini bağlanımın yoğunluğundan etkilenmiştir.”  Başka bir deyişle, “ekonomik gelişme”, “nüfus artışı” ve filanca “tarikatın dirilmesi” gibi dünyevi olgu ve faktörler, uhrevi amaçlı “Haçlı Seferleri”ni olanaklı kılmışlardır sadece!
Görüldüğü gibi, neden ve sonuç arasındaki ilişkiyi tersyüz eden sakat bir tarih anlayışına sahip tam bir ortaçağ kafasıyla karşı karşıyayız! Ve elbette, buradaki olay, tarihin öyle ya da böyle yorumlanmasıyla sınırlı değil, bu ortaçağ kafası, günümüzün koşulları ve gelişmelerini de böyle değerlendiriyor ve öngörüyor. Ona göre, yukarıda belirtilenlerle “mukayese edilebilir bir etkenler karışımı, 20. yüzyıl sonlarında İslam ve Batı arasındaki çatışmayı” artırmış bulunuyor.  (sf.312)
Huntington’ı ciddiye alalım ve bu tezlerini, güncel olan Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) ile ilişkilendirelim: Yani; demokrasi, liberalizm, hukuk devleti ve benzerlerini “Batı medeniyetine özgü” ve sırf ona ait değerler olarak düşündüğümüzde, o zaman BOP’u “çöken Batı’nın” Ortadoğu ve Asya’ya kendi medeniyetini dayatması olarak yorumlamamız gerekir; o zaman BOP’un, kelimenin tam anlamıyla, bir Haçlı Seferi’nden ibaret olduğunu söylememiz lazım! (Tabii ki, işin gerçeği öyle değildir. Zira, BOP bir “medeniyet taaruzu” değildir. Aslında BOP çıkarması, ABD cephesinden bakıldığında, Huntingtoncu platform yenilemesi girişiminin geri tepmiş olduğunun, manevra ve söylem değişikliğinin zorunlu hale geldiğinin somut bir göstergesidir.)

“TEKİL MEDENİYET İLE ÇOĞUL MEDENİYET” İKİLEMİ
Huntington, şu saptamasıyla okuru şaşırtıyor: “Bir medeniyet, ancak emperyal olduğunda evrensel olabilmekte”dir!  Dolayısıyla, evrensel medeniyeti savunmak, “emperyal” bir medeniyeti önkoşullamaktadır. Neden? Çünkü ancak “emperyal” konuma gelmiş medeniyetler, evrensel medeniyet mertebesine ulaşmışlardır!
Haliyle o, evrensel medeniyete karşı çıkıyor. Ama burada bir sorun bulunuyor: İnsanlığın genel gelişme aşamasının ifadesi ve kazanımı olmuş uygarlık ürünleri ve nimetleri yok mu? Var. Peki, medeniyetlerin varlığı (çok kültürlülük) evrenselliğin inkarı olarak ele alındığında, bu genel uygarlık ürünleri ve nimetlerini sahiplenme ve onlardan faydalanma sorununu ortaya çıkarmayacak mı? Huntington’a göre, çıkarmayacaktır, çünkü o, bir sokak sihirbazının kıvraklığıyla, bu evrensel ürünleri ve nimetleri “Batı medeniyeti”nin mülkiyetine geçirmiş bulunmaktadır. Basit ama, “Batılı olmayan medeniyetler”den toplumlar için pek ağır sonuçları olan bir hamle! Nitekim böylelikle, örneğin demokrasi, “Batı medeniyeti”yle eşitlenmekte, özdeşleşmektedir. Dolayısıyla, “Batı kültürü” dışında demokrasi bir paradoks haline gelmektedir. Demokrasinin, insanlığın evrensel bir kazanımı olarak değil, “Batıya dair” ve “Batı”nın egemenliği dışında uygulanamayacak bir “değer” olarak ele alınışını görmekteyiz burada!
Huntington aynen şöyle yazmaktadır: “Müslüman toplumlarda liberal demokrasinin kök tutmasındaki genel başarısızlık, 1800’lerin sonunda başlayan ve bütün yüzyıl boyunca yinelenen ve hâlâ da devam eden bir olgudur. Bu başarısızlığın kaynağı, bir ölçüde İslam kültürünün doğasının ve toplumunun Batılı liberal kavramları sevmemesi, onlara barınak sağlamamasında yatmaktadır.”
Anlaşıldı: demokrasi, Müslüman toplumlar için uygun değil! Tabii, Müslüman toplumlar, kendi medeniyetlerinin inkarı üzerinden demokrasiyi isteyebilirler. Huntington, bu bakımdan, Kemalizm’i örnek gösteriyor. Onun, başarılı görmediği Kemalizm tarifinde, Kemalizm, adeta “Batı”nın karşısında bir boyun eğiş ve ulusal olanın inkarı olarak görünüyor!
Huntington için medeniyet, her şeyden önce değerler, din, ideoloji ve siyasal rejim biçimleri vb. olarak, üstyapısal ögelerdir. Oysa medeniyet, her şeyden önce, neyin, nasıl ve neyle üretildiğiyle ölçülür, üretim tarzıyla ayrışır…
Modern uygarlık (yani kapitalist uygarlık); sınai devrimi, bilim ve teknoloji, gelişkin üretici güçler gibi, günümüz uygarlığının üzerinde yükseldiği esas temelden ayrı ele alındığında, bu uygarlığa tekabül eden tüm üstyapı unsur ve öğeleri de maddi koşullarından soyutlanmış ve koparılmış olur. Huntington’ın bütün medeniyet “teorisi”, bu ayrıma, bu soyutlanmaya dayanmaktadır. Bu bilimdışı ve vülger yönteme başvurmak zorunda. Zira, aksi taktirde, Hıristiyanlıktan burjuva demokrasisini geliştiremez ya da demokrasiyi Hıristiyanlığa dayandıramaz.
Bunu da, “tekil medeniyet ile çoğul medeniyetler arasında bir farklılığı” saptayarak  yapıyor. Çoğul medeniyet altında, “her biri kendine göre medeni olan birçok sayıda medeniyet” kastedilmektedir.  Kendisi de zaten, “çoğul anlamda medeniyeti” bu kitabında incelediğini belirtmektedir.
Fakat sorun şu: çoğul anlamda medeniyetler soyutlaması, olsa olsa her bir medeniyetin kendisini ve özelliklerini açıklamak bakımından anlamlı olur. Ama o, burada durmuyor: “Batı medeniyeti” ile “tekil medeniyeti” özdeşleştiriyor. Buradan, “Batılı olmayan medeniyetler”, ister istemez, tekil medeniyet (genel uygarlık) ile karşı karşıya getirilmiş oluyor. Daha doğrusu; “Batılı olmayan medeniyetler” ile tekil medeniyet arasında bir uyuşmazlık çıkıyor!
Huntington, ideolojinin yerini kültürel kimlik ve bunun temel öğesi olarak da din aldı, diyor, ve böylelikle, aslında kültürel kimliği, daha doğrusu dini asıl ve tek ideoloji olarak karşımıza çıkarıyor.
Huntington’ın tezlerinde genel olarak insanlık yok. Homojen bir bütün olarak yansıttığı “medeniyetler”de ise, sınıflar ve onların nesnel çıkarları ve bu çıkarların koşullandırdığı çatışmalar yok. “Huntington dünyası” bir faraziyedir. Sunduğu perspektifle, bizi, dinden başka bir ideoloji bilmeyen ortaçağ karanlığına sürüklemek istemektedir.
“Medeniyetler çatışması” tezinin “küresel politika” alanındaki misyonu ise, açık olsa gerek: “Batı dünyası”nda ABD’nin hegemonyasının teorik gerekçelerini sunmak; “İslam fobisi”yle, petrol ve diğer enerji kaynaklarının bulunduğu ülkelerde emperyalist denetim ve boyunduruğu meşru ve zorunlu kılmanın gerekçelerini ortaya koymak, ve başta Çin olmak üzere Asya’da, ABD emperyalizminin aleyhine gelişecek bütün potansiyel gelişmeleri boğmanın gerekçelerini var etmek, yeni bölme ve parçalama hamlelerinin teorik kılıflarını hazırlamak.
“Huntington dünyası”nın nesnel gerçek dünyayla ilişkisi de, bu politik misyondan ibarettir. Başta ABD olmak üzere, dünya gericiliği, bu tür tezlerden faydalanmaya çalışmıştır ve ileride de faydalanacaktır. Ancak, 11 Eylül gibi, Huntington’a “alın işte kanıtı” dedirtebilecek bir olayın yaşanmasına rağmen, dünya, “Huntington dünyası”na dönüşmemiştir.
Türkiye’de ise, AKP şahsında, Müslüman, ama ülke tarihinin en Amerikancı hükümetinin bulunması gerçeği, Huntingtoncu tezleri pratik olarak çoktan yalanlamış bulunmaktadır!

Kültürlerin Çatışması

DİDF tarafından 5 Haziran 2004’te Almanya’nın Essen Kenti’nde düzenlenen “Emek Şenliği – Kültürler Festivali” etkinliği kapsamında gerçekleştirilen “Kültürler çatışması mı?” başlıklı panele, üç ülkeden dört bilim insanı bizzat bulunarak ya da tebliğleriyle katıldılar. Son yıllarda, özellikle İngiliz kökenli ABD’li profesör S. P. Huntington tarafından gündeme getirilen “Medeniyetler Çatışması” tezine karşı, Almanya’dan felsefe profesörü Hans Heinz Holz, bizzat katılamadığı için bir tebliğle, İspanya’dan felsefeci ve Edebiyat Tarihi profesörü Manuel Ballestero, Türkiye’den profesör Taner Timur ve Almanya’dan profesör Norbert Mecklenburg katıldılar. Panel katılımcılarının tebliğlerini, okurlarımıza sunmayı yararlı gördük.

Prof.  “Kültürlerin çatışması”- bunu ABD emperyalizminin ideologları vaaz ediyorlar. Önyargılar uyandırılarak ve duygular kaşınarak ABD’nin ve kapitalist metropollerin dünya egemenliği arzuları haklı gösterilmeye çalışılıyor.
“Kültürlerin çatışması”, sadece halkı aldatmanın ve tarih çarpıtıcılığının bir ifadesidir.
Kültür, çatışmanın, savaşın, kavganın ve yakıp-yıkmanın karşıtıdır. Latince kökenli bu sözcük şefkat, bakım, tarlanın bakımı, aileye bakmak, topluma ve devlete hizmet, eğitime ve manevi değerlere saygı duyarak destek sunmak, önemli insanlara değer vermek anlamına gelir. Kültürler her zaman değiş tokuş edilmişler, karşılaşmaları değişik köken ve geleneklerden insanlar arasında uyumu, karşılıklı canlılığı ve ufkun genişlemesini sağlamıştır.
İslam bilginleri, Yunanlı Aristotales’i okuyup yorumlamış ve yeniden ‘güneşin battığı yere’, O’nu  çoktan hasır altı etmiş, unutmuş olan Hıristiyan dünyasına  taşımışlardır.
İbni Sina ve İbni Rüşd ile Ortaçağ Avrupa’sında yeni bir aydınlanma başlamıştır. Kültürlerin çatışması olarak nitelenen şey, hep egemen sınıfların daha çok iktidar, daha çok zenginlik ve egemenlik alanı mücadelesi olagelmiştir.
İspanya’nın Hıristiyanlaştırılması bahanesi ile Cordoba halifeliğine karşı kanlı bir savaş verilmesinin arkasında, yoksul Kastilyalıların Müslüman güneydeki refahtan pay alma isteği yatıyordu; yani, sorun kültürel değil, maddi değerler sorunuydu. Aynı dönemde, Hıristiyan entelektüelleri, tıp, matematik ve teknik okumak-öğrenmek, ve öğrendiklerini, zenginleşmiş bilgi ve yaşam standardı olarak ülkelerine taşımak için, Müslüman şehirlerine taşınıyorlardı.
Kayzer III.Otto’nun öğretmeni, daha sonra Papa II. Silvester olarak bilinen, Ortaçağın en önemli bilginlerinden Gerbert von Aurillac, bildiklerini, İspanya’nın Moris adasında öğrenmişti. Olan şey, çatışma değil, kültür alış verişiydi. Örneğin, Cordoba’da İslam-Hıristiyan etkileşiminin örneklerinin gösterildiği bir de müze vardır. (İspanyol dostumuz bu konuda mutlaka bir şeyler söyleyecektir).
Düşmanlık, sadece egemen sınıfların değişik klikleri arasındaki rekabeti körüklüyordu. Ve söylemek gerekiyor ki, Müslüman ağalar, zamanın İspanya’sında, kendi çıkarları uğruna kendi “dindaşlarına karşı” Hıristiyan fetihçilerle işbirliği yapmışlardır.
Bugün Filistin halkının kurtuluş mücadelesindeki durum da farklı değildir: Arap hükümdarları için ABD ile dostlukları, kendi iktidarlarını geliştirmek açısından, kardeşlerinin yaşam koşullarından daha önemlidir. Kültürler arasında değil, ama sınıflar arasında çatışma vardır, ki burada, kültür kavramı, onların apaçık olan “daha çok kâr” hedefleri için kötüye kullanılmaktadır.

KÜLTÜR TARİHİ BİZE NEYİ ÖĞRETİYOR?
Tarihin her döneminde göçler yaşanmıştır: Mısır’daki Firavunlar için çalışmış olan Giritli emekçilerin izlerini bulabiliyoruz. Yunan denizcileri ve tüccarları, kültürleriyle birlikte, eski-Doğunun her tarafına yayılmışlardır. Büyük Roma İmparatorluğu korkunç bir halklar curcunasından oluşuyordu ve bugün bile Romanya’dan Portekiz’e kadar Latince’yle kendi ana dillerinin kaynaşmasından harmanlanmış diller konuşulmaktadır.
“Saf” kültürler, en çok, eski çağın başlarında varolmuşlardır; o zamandan bu yana, tüm kültürler, göçlerden ve halkların birbirleriyle karışmalarından oluşmuşlardır. Bu, sadece yüksek bilimsel değerler için değil, ve hatta, özellikle de günlük yaşamdaki davranışlar ve üretilenler için de geçerlidir.
Alman ozanı Bertolt Brecht’in  “Lukullus’un sorgusu” adlı bir oyunu var. Lukullus şark(doğu)ta savaşlara katılmış ve Roma İmparatorluğu adına büyük devletler fethetmiş, Roma eşrafından bir komutandı. O’nun bir özelliği de midesine çok düşkün olması, yemekten anlamasıdır ve Almanca’da hâlâ ”lukullisches Mahl” (Lukullus’a layık yemek) diye, yemeğin güzel olduğunu belirtmek için söylenen bir söz vardır.
Brecht’in bu oyununda, Lukullus ölümünden sonra öbür dünyada, yaptıklarının hesabını vermek durumundadır. O, Büyük Roma’nın büyüklüğü için yaptığı savaşların önemini ve zaferlerini över. Ama, hakimler O’nu, bu savaşlarda ölen kurbanlardan ötürü suçlu bulurlar. Sonunda, elinde Lukullus’un Asya’dan getirip İtalya’da ektiği ya da bugünkü deyimiyle “yeni yöresine kultive ettiği/uygarlaştırdığı”  bir kiraz ağacı olan bir köylü, şahit olarak çıkagelir.

Ve köylü der ki:
“Bu bir kiraz ağacı.
Asya’dan getirdik; zafer
yolculuğumuzda yanımızda taşıyıp
Appenin yamaçlarına diktik onu.
Dostlar, ben buna,
kanlı savaşların iğrenç hatıraları içindekilerden
en iyisidir diyorum.
Çünkü, bu dal yaşıyor.
Yeni, dostça, üzüm bağına ve de
hamarat böğürtlenlere
ve de yetişen nesillere
meyve taşıyor.
Tüm zafer ganimetleri
iki Asya’dakiler de dahil, eğer
çoktan çürümüş de olsalar,
her yıl yeniden canlanacak,
baharda bembeyaz çiçekleri,
rüzgardaki dalları
tepelerde sallanarak…”

Bu bir kültürel yapıttı, ve Brecht bunu, yazdığı oyunun ilk nüshasında, davalı komutanın suçunu azaltmak için kullanmak istemişti. Bu da, Parti ve Yazarlar Birliği’nde hararetli tartışmalara neden oldu: İktidara adanmış ve sayısız savaşlarda insanlara uğursuzluk getirmiş bir insan, tek bir kültürel eylemle –aslında hiç bir kültürel çabayla– aklanamazdı.
Brecht itirazlara hak verdi ve oyuna “Lukullus’un cezalandırılması” başlığını koyduğu bir sonuç bölümü ekledi.

Orada hakimlerden biri der ki:
“Bir kiraz ağacı!
Tek bir adamla fethedebilirdi onu.
Ama sekiz bin adam
Yolladı aşağıya, yanımıza.”
Ve ölüm yargıcı verir kararını:
“Öyle ise, hiçbir yere 
yollayın O’nu. Çünkü,
işte o şiddet ve fetihlerin
kurduğu
tek bir imparatorluk vardır:
Gölgeler imparatorluğu.”

İdeolojik açıdan bakıldığında, bu sonuç, uygun ve doğrudur. Kültür, şiddet üzerine kurulamaz. Ama, kiraz ağacı, bizim “savaş ve kültür arasındaki farklar nedir” sorumuz açısından bakıldığında, “kültürlerin çatışması” denilen yalanı ortaya çıkarmada bir semboldür.
Kültür, yaşamı kolaylaştıran, güzelleştiren ve ona bir anlam veren şeylerin, edinilen bilgilerin geleceğe taşınmasıdır. Kiraz ağacı, insanın doğayı sömürmeden, onu geliştirerek neler yapabileceğini de gösteriyor. Kültürleştirme/uygarlaştırma sonucunda, yabani kirazdan, yenilebilir meyveler taşıyan bir ağaç ortaya çıkmaktadır.
Ama Lukullus örneği, bize, içinde yaşadığımız sınıflı toplumdaki toplumsal çelişkiyi de göstermektedir. Genellikle kültürel ilerlemeye ve yayılmaya neden olan şeylerin,  egemenlerin uyguladıkları şiddetin örnekleri olduğunu görüyoruz. Sanatçılara ve bilginlere iş ve aş verenler krallardı: Taç Mahal’ı yaptıran bir mihrace, Petersdom’u yaptıran bir papaydı. Bir dönemin kültürü egemen sınıfın imzasını taşımaktadır; bu, Ortaçağ’da, soylular ve kilise, Yeniçağda ise, burjuvazidir. Kültür, aynı zamanda da, halkın yaşam biçimi, egemen güçlere karşı direnişin, özgürlük, hak ve sosyal güvenlik için verilen mücadelenin de lokomotifidir. Kültürün iki yüzü vardır. Bu, tüm toplumlarda böyledir. İçinde toplumdaki çelişkileri yansıtmayan ve taşımayan kültür yoktur.
Bu, şu anlama gelmektedir:
Her toplumun kapsamlı bir kültürel birliği vardır ve bunun bir parçası da karşı kültürü içerir. Biri egemen sınıfın yaşam ve düşünce biçiminin imzasını taşırken, diğeri ezilenleri ve sömürülenleri temsil etmektedir. Ama ortada iki değişik kültür değil, aynı ve tek bir kültürün değişik sınıfsal yönelimleri var.
Lenin, bu iki anlamlılığın bir ulusun kültürel kimliğinin sınıf mücadelesi açısından belirleyici bir yönü olduğunu anlamıştı. “Ulusal Sorun Üzerine Eleştirel Notlar” adlı makalesinde şöyle yazıyor:
“Her ulusal kültürün –az gelişmiş de olsa– içinde demokratik ve sosyalist kültürün nüveleri vardır; çünkü, her ulusun içerisinde yaşam koşulları kaçınılmaz olarak demokratik ve sosyalist ideolojiyi üreten emekçi ve sömürülen bir kitle vardır. Her ulusun bünyesinde, aynı zamanda da, bir burjuva (ve hatta bir çok durumda gerici ve ruhani) kültür de vardır ki, bu sadece ”nüveler” olarak değil, ‘egemen’ kültür olarak mevcuttur. (…) Her modern ulus bünyesinde iki modern ulusu barındırmaktadır. (…) Her ulusal kültürün bünyesinde iki ulusal kültür vardır.” (Lenin, Werke (Eserler), Band (Cilt) 20, sf. 8f)
Ama egemen kültürün karşısındaki herşey de demokratik karşı kültür değildir. Her zaman egemen kültürü reddeden ve kendilerini özel bir manevi yaşama çeken bireyciler, “Outsider” (dışta duranlar –çev.) vardır. Her çeşit sekter de var. Nihilistler, hiçbir ölçü tanımayanlar da. Her egemen sınıf, kendisi için aslında tehlike oluşturmayan bu tür yan gruplarla yaşayabilir. Mevcut egemenlik ve düzen prensiplerinin yerine yeni ve kültürel, yani dünya görüşüne yansıyan toplumsal içerik geçirilmek istendiğinde, iki sınıfın antagonizmine/uzlaşmazlığına paralel olarak, iki kültürün antagonizmi ortaya çıkmaktadır. Bu kültürel zıtlıklar gerçekten de mücadelenin, yani ideolojik sınıf mücadelesinin biçimleridirler. Ancak bu, dünya egemenliği ideologlarının bize anlattıkları “kültürlerin çatışması”ndan farklı bir şeydir. Söz konusu olan, büyük kültür birliklerinin birbirleriyle olan (Çin-Konfiçyusçu, Müslüman, Hıristiyan-Batıcıya karşı; ya da başka bir perspektiften: Batıcı-bilimsel-teknik, doğucu mediyatife (karşıtları uzlaştırıp birleştirici –çev.); ya da daha başka bir açıdan: bireyci-kolektife karşı) çatışması değildir. Çatışma, daha çok, ulusal kültürler içerisindeki egemenci ve kurtuluşçu ideolojiler arasında yaşanmaktadır.
Bu mücadele, günümüzde tek başına her ulusal kültür içerisinde sürdürülemez, çünkü o, kendi ulusal özgüllüğü yanında ortak enternasyonal bir temele de sahiptir: Kendisini bir yanda anti-kapitalist-sosyalist eğilim ve düşüncelerde ve diğer yanda kapitalizmin meşruluk/yasallık ideolojilerinde bulan emek ile sermeye arasındaki çelişki.
Kurtuluşun kültürü enternasyonalisttir ve içeriği eleştirel, hümanist ve demokratiktir. Eleştireldir, çünkü: Sadece kapitalist sisteminin ilkesel çarpıklıklarını, insanlık dışılıklarını ve haksızlık ve nedeni olduğu sefaleti değil, bunların nedenlerini de gözler önüne sermektedir. Hümanisttir, çünkü: İnsancıldır, insan onuruna yakışan koşullar ve davranışlar ortaya koymaktır. Demokratiktir, çünkü: Kültürel etkinliğinin hedefi, insanın sorumluluk bilinciyle kendi başına karar verebilmesidir.
Bu, genel olarak insancıl olan bir hedeften yola çıkmaktadır. Bastırsalar bile, egemen sınıflar da, bu değerleri inkar edememektedirler. Bu yüzden, egemen sınıfların kültürlerinde de ilerici düşünceler yer alabilmektedir, ve onlar, bu düşünceleri kendi egemenlik çıkarları doğrultusunda eğip bükmekte ve çarpıtmaktadırlar. Bu, burjuva kültürünün büyük eleştirmenlerinden George Lukacs’ın “Mantığın Yok Edilmesi” adını verdiği, irrasyonel ideolojilerin fonksiyon biçimidir.
Örnek olarak “insan hakları” düşüncesini alalım. Bu, burjuva sınıfının 18. yüzyıldaki bir büyük algılayış biçimi/kavramsallaştırmasıy ve daha iyi bir toplumun yitirilmeyecek derecede önemli bir öznesiydi. Bugün ise, müdahaleciliğin, baskının ve iktidar politikasının bir aracı haline geldi. İnsan haklarının savunucusu, burjuvazi değil, sömürülenlerin ve ezilenlerin enternasyonal mücadele birliğidir. Tıpkı Enternasyonal marşımızda haykırdığımız gibi: “Enternasyonalle kurtulur insanlık! (Çev. notu: orijinalinde “insan hakları” dendiği için oraya gönderme yapılıyor.)
Burjuvazinin temsilcileri, ilk başlarda, gerçekleştirmek istedikleri özgürlük, eşitlik ve  kardeşliğin kapitalizmde olabileceğine inanıyorlardı. Oysa gerçek tam da tersidir.
Marks, bunu, burjuvazinin kendisiyle çeliştiği, kahramanca bir hayali olarak nitelemişti.
Tarih, ilericiliğin çıkarına olabilecek biçimde düz bir çizgi izlememektedir. O, kader değil, insanların hakları ve refahları için verdikleri mücadelenin sonucudur; ancak tek başlarına değil, güçlü bir örgütsel birliğe dayalı verilen mücadelelerin. Tarih, içinde zaferlerin ve yenilgilerin, başarıların ve gerilemelerin olduğu sınıflar mücadelesinin tarihidir.
Bilinç, kültür içerisinde ifadesini bulur. Mücadelemizin hedeflerini, düşünce ve resim olarak, teori ve umut olarak ve nihayet yaşama sevincinde hissedebilmemiz için gereksinme duyduğumuz bir şeydir, bilinç.

SEVGİLİ ARKADAŞLAR VE YOLDAŞLAR,
Bizi birbirimize bağlayan şeydir kültür. Ve kültürün birçok ulusal kaynağının olması, dünyayı zenginleştirip çok yönlüleştirmektedir, ve bizi, birbirimize karşı çatışmaya değil, birbirimizden –tıpkı hediyeler gibi–, bir şeyler alıp vermeye sevk eder.
Lukullus’un Asya’dan getirdiği kiraz ağacı, biz Avrupalılara, o zamana dek tanımadığımız bir damak tadı bahşetti.  Bunun için de, ne çatışmaya ve ne de savaşa gerek vardı.
Çin’li Li Tai Po’nun, Perslerden Hafız’ın ve Alman Goethe’nin şiirleri birbirlerinin karşıtı olarak durmuyorlar, tersine onlar, dünya deneyimlerinin ve hislerinin, bütün insanların ortak olan değerlerini simgeliyorlar.
Büyük islam filozofu İbni Sina, buna “evrensel bilgi” adını koymuştu; her birey ve özel duygu, bunun, sadece birer bakış açısıydılar. Kültürlerin çatışmasından söz edenler, bu bahaneyle sadece kültürleri yok ettiler. Bağdat Müzesi’ni talan edip, insanları Guantanamo’daki tutsak kafeslerine tıktılar. 500 yıl önce de İnka’ların kültürünü yok etmişlerdi; o zaman İnka’ların altınlarını çalmak için savaşıyorlardı, bugün petrol için. Savaşları, 19. yüzyılda pamuk içindi ,ve o zamanlar da, önce “kültür taşıyıcıları” misyonerler gönderiliyordu. Bu yüzdendir ki, “onlar dinden söz ediyorlar, ama keteni düşünüyorlar” sözü söylenegelmiştir.
Keten, yani basit bir pamuklu kumaştan tekstil fabrikatörleri milyonlar kazanıyorlardı. Haçlı savaşçısı denizciler, Hıristiyanlığın kutsal şehirlerini Sultanlardan geri almak için Kudüs’e giderlerken, o zamanlar Hıristiyan olan  Konstantinopol (İstanbul) şehrini yağmalayıp, yakıp yıkmışlardı. Böylece, Venediklilerin baş belası ve Doğu pazarındaki rakipleri ortadan kaldırılmış oluyordu.
Kültürel farklılıkları dünya tarihi açısından çatışmalara dönüştürmelerine ve sizi aldatmalarına fırsat vermeyin! Bu tür halk kışkırtıcılarının hedeflerinin kültürle hiçbir ilişkisi yoktur. Siz başka bir kültürden geliyorsunuz ve burada yaşıyorsunuz; şunu bilmek gerekir ki, karşılıklı saygı ve birbirine uyum, barış içinde yaşam için zorunludur ve bir kuşaktan fazla bir zamanı gerektirir. İşte o zaman toplumun çehresi yenilenecektir.
Bir çağı öbürüne taşımak gibi zor bir görevle karşı karşıyayız. Birçok şey henüz uyum içinde değil ve geleceğin nasıl olacağını da gerçekten bilmiyoruz. Ama şunu her zaman söyleyebiliriz: Biz mantıkla hareket edebilen, yaptıklarını gerekçelendirebilecek yetenekleri olan insanlarız. İnsan olmamızdan dolayıdır ki, karşımızdaki insanın onuruna saygı duymak zorundayız. İnsan olduğumuz için, faşizme karşı mücadele içinde şekillenmiş olan “Dört Özgürlüğümüz” vardır: Yoksul olmama özgürlüğü, korkmama özgürlüğü, dinsel özgürlük ve bir dünya görüşüne sahip olma özgürlüğü. Emperyalist güçlerin egemenliği altında bu özgürlüklerden hiçbirisi güvence altında değildir. Ve milyarlarca insanın en basit yaşam standartlarının altında yaşamak zorunda bırakıldıkları bir dünyada, Yoksul Olmama Özgürlüğü en önemli ve birinci talebimiz durumuna gelmiştir. Bu talebi bastırmak için korku yaygınlaştırılıyor.
Birinin yoksulluğu diğerinin kazancıdır. Bu ise, kültür değil kültürsüzlüktür, ve buna karşı, insanlığın enternasyonalist dayanışmacı gerçek bir kültüre sahip olması hepimizin ortak çıkarıdır! Bunun için de, önce, bizi kültürlerin çatışması için kışkırtanların yenilmesi gerekiyor. Bu zafer gökten kucağımıza zembille inmeyecektir: Onu, dişiyle tırnağıyla, hep birlikte kazanmak zorunda olan bizleriz!
Son olarak, yine Brecht’in Lukullus adlı oyunundaki kölelerin kapanış korosundan bir bölüm:
Daha ne kadar oturacaklar
İnsanların tepelerinde
Onlar ve Onlar gibi olan çaylaklar
ve kaldırıp o kokuşmuş ellerini
kırdırtmak için halkları birbirlerine
kanlı savaşlara fırlatacaklar

Daha ne kadar izin vereceğiz buna  

Ve siz,  daha ne kadar izin vereceksiniz buna?              

++++

emperyalizme ve savaş kültürüne karşı kültür ve dayanışmacı işbirliği
PROF. MANUEL BALLESTERO

Humboldt’un şu sözlerini hatırlatarak başlayalım: “Her dil, evrenle ilgili bir bakış açısını ifade eder, hepsi birlikte ise insanlığın tümünü.”
Bu aynı kavrayış, Hegel’in ilk büyük biyografçısının düşüncesine şöyle yansır; “Her gerçek kültür kendinde evrenselliği barındırır, insanların tarihsel tecrübesindeki evrenseli yansıtır.”
Bunu, despot küreselleşmeci emperyalizmin saldırgan ve savaşçı yaklaşımına karşı olarak aktarıyorum. Uluslararası büyük tekel gruplarının elinde merkezleşen bu süreç, sosyal yaşamı, emeğin ve bağımlı halkların sömürülmesi ve tahakküm altına alınması olarak ele almakta, değişik toplumların dayanışmacı işbirliği, eşitliği ve özgürlüğü olarak görmemektedir. Ve Rus Bolşeviği Nikolai Buharin 1916’da emperyalizm olgusunu incelerken, büyük öngörüyle ve haklı olarak, finans kapitalin çıkarları için halkları ölüme sürükleyecek fetih ve egemenlik savaşları eğilimine dikkat çekmekteydi.
Bu Marksist eleştirel perspektif, günümüzde gözlerimizin önünde doğrulanmaktadır. Halkların bağımsızlıklarını ve egemenliklerini çiğneyen savaşlar, eşitler arasında ortak ve özgür bir yaşam sürdürme hakkını ve tüm hakları yasaklayan girişimler, silahlı tecavüz, eski Yugoslavya halklarının federal birliğine karşı girişilen saldırı, Afganistan, Irak halklarının egemenliğine karşı müdahaleler, Libya ve Sudan’a karşı küçük çaplı operasyonlar, Filistin halkının haklarına karşı girişilen saldırgan ve açıkça faşist tahakküm. Aralıksız süren bu saldırganlık, zamanında, Rus Bolşeviklerinin parmak bastıkları emperyalist gerilim belirtilerinden bağımsız olarak düşünülemez. Bu nedenle, “kültürlerarası” fikri, emperyalist ve militarist pratiği teorize etmek ve genelleştirmek, bugün ulusların yaşamında etkin olan bir pratiği teori düzeyine çıkarmaktan başka bir anlama gelmemektedir.
Sizlere kendi ülkemin, İspanya’nın örneğini vermek isterim. İspanya, 12. yüzyılda, henüz ‘las Espenas’ (İspanyalar) diye adlandırıldığı zamanlarda, çok kültürlü, çok uluslu bir ülkeydi. Toledo ve Cordaba’nın çok etnikli İspanya’sında üç din, üç kültür, üç halk birlikte iç içe yaşardı.
Küreselleşen mali sermayenin sömürücü ve tekelci yapısı, ifadesini, halklar arasındaki her türlü ortak yaşam hakkı ve ilkesini küstahça çiğnemekte bulmaktadır. Olup bitenlerin dinamiğini bu toplumsal ölçekte araştırmak, değerlendirmek ve kavramak gereklidir. Afganistan’da, Irak’ta yaşananları, işkenceyi, uluslararası hukukun çiğnenmesini, tüm bunları, mali sermayenin uluslararası plandaki sömürücü pratiğinin sonucu olarak değerlendirmek gerekir. Kesintisiz sömürü ve tahakküm savaşı tekelci stratejisi ile karşı karşıya bulunduğumuz anlaşılmalıdır. Ülkemde Aznar’ın burjuva hükümeti, bu stratejiyi uygulayarak, Bask halkının haklarını çiğneyip, İspanyol oligarşisinin hakimiyetini uzatmak istemiştir. Bush, “Haydut Devletler” dediği İran, Kuzey Kore ve Suriye’ye karşı aynı stratejiye başvurmaktadır.
Bu genelleşen gerginlik sürecinde ifadesini bulan şeyin içeriğini, toplumsal bakımdan tahlil etmek önem taşımaktadır. Bu, basit konjonktür değişiklikleri ile aşılabilecek bir şey değildir. Burada söz konusu olan, biriken, küreselleşen ve tüm halkları, halkların kaynaklarını kendi emrine almak isteyen mali sermayenin ihtiyaçların tatmin etme şeklindeki temel eğilimdir. Ve bugün halklar, eğer birlikte yaşamak, serbestçe işbirliğini geliştirmek istiyorlarsa, potansiyellerini ilerletmek, halk olarak varlığını devam ettirmek istiyorlarsa, toplumsal değişim meselesini gündemlerine almalıdırlar.
Bunun için birbirimize destek vermeli ve yardımcı olmalıyız. Ama savunmada kalmak yetmez. Her halkın bir kalkınma alternatifi olmalı, mali sermayenin tahakküm alanının dışında bir alternatif olmalıdır ki, sermayenin kâr güdüleri değil, toplumsal ihtiyaçların tatmini önde gelen amaç olsun.
Açıktır ki, bu çabada her parçanın değeri ve yeri vardır. Mali sermaye, onun politik temsilcileri ve kurumlarına karşı büyük bir toplumsal ittifaktır, gerekli olan. Bu büyük sosyal blok, tabii ki çoğulcu olmalı, kendi iç diyalektiğini korumalı, özgür ve demokratik bir tartışma ve politika oluşturma süreci izlemelidir. Anti-kapitalist ve ortak perspektifler etrafında örgütlenmelidir. Bu büyük toplumsal buluşma, anti-kapitalist stratejik birlik ile anlayış çoğunluğunu birleştirebilmelidir. Halkların ve kültürlerin mücadele birliği, bu yoldan geçerek kurulur.

++++

kültürler çatışması mı?
Prof. NORBERT MECKLENBURG*

“Kültürler Çatışması” üzerine süren tartışmanın Alman iç ve dış politikasıyla bağı ve Almanya’daki kültürel yaşama yansıması üzerine neler söylenebilir?
Almanya ve Avrupa sahnesindeki bir kültür bilimi gözlemcisi olarak, tabii ki ben de, içimizden bir çoğunun farkında olduğu gibi, “Kültürler Çatışması” formülünün sürekli yanlış kullanıldığını belirtmek istiyorum. “Kültürler Çatışması” formülü, bilindiği gibi,  daha önce Huntington tarafından sorumsuzca ortaya atılmıştı. Ancak Huntington’un bu formülüyle, günümüzde sürdürülen politik tartışmalarımızdaki kullanımı, birbirinden oldukça farklı. Örneğin bunu, Türkiye ve Avrupa tartışmalarında somut bir şekilde görüyoruz: Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne girmesindeki sorunun, Avrupa’nın sözüm ona Hıristiyan olmasından kaynaklandığı söyleniyor. Hatta bu öyle kişiler tarafından iddia ediliyor ki, bu söylediklerine kendilerinin bile inanmadığı görülmektedir. Örneğin oldukça önemli bir tarihçi olduğunu düşündüğüm Hans–Ulrich Waehler, bugün, ne yazık ki, Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne girmesine karşı savaşım verenlerin başında yer alıyor ve bunu hiç utanmadan “Hıristiyan Avrupa” söylemine dayandırıyor. Şimdi bunun kültürler çatışmasıyla ilgisi ne? “Kültürler çatışması” formülünün, Waehler gibi, aslında iyi düşünen kişilerin, durup dururken saçmalık yapmasını kolaylaştırdığını düşünüyorum, bu da, kültürler çatışması konseptinin içeriğine uyan bir durum tabii ki.
Eğer Türkiye’nin İslam dünyasına ve Avrupa’nın Hıristiyan dünyasına ait olduğu  iddia ediliyorsa, ve eğer, İslamiyet ve Hıristiyanlık birbirine karşıt ise (tabii bunun doğruluğu tartışılır), o zaman Avrupa’da bir “kültürler çatışması” mümkün ve bu yüzden, Türkiye dışarıda bırakılmalı (!). Tabi bunun ardından soru sormak gerekir. Almanca’daki “Kültürler Çatışması” (Kampf der Kulturen) ve İngilizce’deki “Clash of Civilizations” kavramları arasında önemli bir fark söz konusu. Huntington ve diğer Amerikalılar, ‘Civilizations’ kavramıyla, bizim Almanca’da kullandığımız ‘Kultur’ kavramından daha farklı bir olguyu kastediyorlar.**
Amerikalılar, ‘Civilization’ sözcüğüyle, yeryüzündeki mümkün olan en büyük insan kolektifini kastediyorlar. Yeryüzünde insanlık ya da Marx’ın dediği gibi insan türünün toplumlaşmadığını, aksine insanlığın çeşitli gruplara dağıldığını iddia ediyorlar ve bu en büyük grupları ‘Civilization’ olarak adlandırıyorlar. Buraya kadar bir sorun yok, fiziksel bir durum söz konusu. Ancak bu nötr gruplar, bu büyük gruplar ya da politik dünya bölgeleri, Huntington’un yaptığı gibi, dinle özdeşleştirildiğinde tehlikeli bir söylem, tehlikeli bir tablo ortaya çıkıyor.
Büyük insan grupları = Kültürler (Civilizations) = Dinler; bu denklem, tamamen yanlış ve demagojik. Çünkü Huntington, Afrika’yı yedi büyük Civilization’dan sayıyor. Batı’da bu durum, Hıristiyanlığın daha baskın bir din olmasından dolayı, bir dereceye kadar akla yakın kabul edilebilir. Orta ve Yakındoğu’da ise, İslamiyet’in baskın rol oynaması akla yakın. Ancak Afrika’da, Hindistan’da, Japonya’da, Çin’de durum nasıl?… Biliyoruz ki, Hindistan, çok dinli ve çok kültürlü bir ülke. Budizm’in genel geçer bir din olduğunu hemen söyleyemeyeceğimiz Japonya’da durum nasıl?… Ya da sadece Taoizm ve Konfüçyonizm’in değil, uzun yıllar komünizmin de dünyaya bakışında çok önemli yer tuttuğu Çin’de durum nasıl?…
Bu olgular gösteriyor ki, bütün bu denklemler, yani Kültürler = Dinler denklemi  demagojik, ve yerleştirilmeye çalışılan mantık, belli çıkarların dayatılmasını ifade ediyor. Ve aslında iyi düşünen kişiler, durup dururken, Avrupa’nın Hıristiyan olduğunu ve Türkiye’nin bu birliğe ait olmadığını iddia ederlerse, o zaman Kültürler Çatışması sloganı, bir sınırlama konulması adına, yanlış kullanılmış olur. Ve bu, tabii ki, tarihsel bağlamda tam bir saçmalık. Ortaçağda Avrupa’nın belli bölgeleri Müslümanlığın etkisi altındaydı ve buralarda Müslümanlar kültürel açıdan etkindiler. Fakat Avrupa, beş yüzyıldan beri dinin hükmünü ve dinin güç pozisyonunu kırmasından dolayı, çok  önemli bir iş başarmış bir kıta. Avrupa’da, dinlerin baskısından kurtuluş, dindeki insanlık dışı ve insanı hiçe sayan eğilimlerden kurtuluş söz konusu. Yani eğer Avrupa’nın kimliğinden söz etmek gerekiyorsa, o zaman şüphesiz, Avrupa’nın dine karşı bir yapısının olduğunu dile getirmek gerekir. Demokrasi düşüncesi de kökenini Avrupa’da bulur. Bu, tabii ki, demokrasinin Avrupa’ya ait bir fenomen olduğu anlamına gelmez; aksine, diyebilirim ki, bütün kültürler ve dinler, bu düşünceye ne kadar yakın olup olmadıklarını denetlemek zorunda.
Şimdi Almanya’daki bu tartışmaları biraz daha somutlaştıralım. Sanıyorum, Almanya’nın günümüz kültürel yaşamından, Avrupa = Hıristiyanlık tezini çürütecek, ve bize, bütün kutuplaşmalar ve basmakalıplıklarla dikkatle başa çıkmayı ve gerçeklerin ayırdına varmayı öğrenebilme olanağı sağlayacak birçok örnek bulmak mümkün.
Benim yakından ilgilendiğim Göçmen Edebiyatı, buna bir örnek. Bu arada, film, müzik gibi kültürel alanlarda da göçmenlerin seslerini sıkça duymaktayız. Bunların hepsi kültürel fenomenler, ve bunlar, alışılagelen kutuplaşma kalıplarının içine sokulamaz, hele ki, Avrupa = Hıristiyanlık denklemine hiç indirgenemez.
Bu bağlamda, Türkiye kökenli olup yapıtlarını Almanca olarak yazan ve oldukça iyi bir yazar olduğunu düşündüğüm Emine Sevgi Özdamar’a değinmek istiyorum. Emine Sevgi Özdamar’ın dinle ilgisi çok sevdiği büyükannesinin dindar olmasının dışına çıkmıyor ve büyükannesi de Müslüman’dı. Dinle ilgisi, sadece bundan ibaret. Ancak Özdamar yapıtlarında, gerek Türkiye’de gerek Almanya’da ve gerekse başka ülkelerde, örneğin Fransa’da yaşamış olan bir kadın olarak, kültürler arası çatışmayı değil, soğuk savaş zamanındaki sistemler arası (Kapitalizm – Komünizm) çatışmayı işliyor. Özdamar, romanlarında, aradaki farklılıkları ortaya koyan bir görünüş sergiliyor. Bu, hiçbir kutuplaşmayı içinde barındırmayan bir görünüş ve gerçeğin bizim tasnif etme eğilimimizden daha farklı bir şey olduğunu düşünmeyi öğretiyor. Ben, Almanya’daki öğrenci hareketlerini bire bir yaşayan, bu hareketin içinde olan bir kişi olarak, Emine Sevgi Özdamar’ı okurken, o zamanlar Türkiye’deki öğrenci hareketlerinin Almanya’dakinden çok farklı boyutlarda olduğunu, çok gerilimli , trajik ve dramatik olayların yaşandığını öğreniyorum. Kültür sınırlarımın daha ötesine bakabilme olanağı oluyor böylece.
Şimdi somut örnekten tekrar genel bir düzleme geçelim:
Kültür = Din = İnsan grupları denkleminin de demagojik olduğunu düşünüyorum. Bu, buna karşı mücadele etmek zorunda olduğumuz ideolojik bir anlayış. Kültürün, yani sanatın, edebiyatın, her şeyden önce, sınırlar ötesi bir olgu olduğu kanıtlanabilir. Örneğin, öğleden sonraki müzikli program gerçekleştiğinde, en azından, bu konferansta yaşanan dil sorunu, orada önemli bir rol oynamayacak. Çünkü müzik, din ya da diğer sınırları aşan, mutluluk ve uyumu sağlayan bir potansiyeli içinde barındırıyor. Kısaca kültür, sınırları aşan bir araç ve kendisinden iki olguyu daha öğrenebildiğimiz bir alan: İlki, farklılıklarla yaşamasını öğrenmek. Başa çıkmamız, katlanmamız gereken sayısız farklılıkların olduğu bir gerçek. Bu farklılıkların en başında, tabii ki milliyet ve din yer almıyor. Örneğin, yaşlı kültürü –bu arada, ben de bu kategoriye dahil oluyorum– ve genç kültür –yani şu anda salonda olan bir çoğunuz– arasındaki farklılıklar, göz ardı edilemez. Bunlar arasındaki farklılıklar o kadar büyük ki, belki İslamiyet ve Hıristiyanlık arasındaki farktan daha fazla. Aramızdaki bu farklılık, birbirimize savaş ilan etmemiz gerektiği anlamına gelmez tabii ki.
Bir başka örnek, cinsiyet farklılıkları: Kültür ayrımı olmaksızın, erkekler, eşlerini döverken öldürebiliyorlar halen. İspanya’da erkeklerin eşlerini döverek öldürme oranının oldukça yüksek olduğunu, iki yıl önce bir yerde okumuştum.
Burada söz konusu olan, İslam dini değil; ataerkillik, kültürleri aşan barbar bir kurum.
Farklılıklar, ayrılıklar var, bunlar yadsınamaz. Ancak bunlarla yaşamasını öğrenmek zorundayız. Ben kültürü, bu farklılıklarla insanca başa çıkmamızın bir aracı olarak görüyorum. Bu işin bir yanı.
Diğer taraftan kültür, içinde bulunduğumuz grupta, kültürde ve dinde var olabilen belli insancıl ve sosyal ana değerleri tanımamızı, diğer kültürlerin ve dinlerin içinde de var olabileceğini görebilmemizi sağlayan bir araç olabilir. Ve bu keşfedilirse, farklı insan grupları arasında köprüler oluşturulabilir. Örneğin, ‘tüm yaratıkların dayanışması prensibi’. Bu prensip, din düşünürü Ernst Cassirer’e göre, bütün büyük dinlerin yapısında mevcut. Eğer dinlerde, sınırlar değil, dayanışma prensibi merkezde olursa, o zaman kültür önemli bir işi başarmış olur; önceleri sınıf savaşı olarak adlandırılan, günümüzün kapitalist-emperyalist dünya sistemini, insancıl yöntemlerle yenmeyi başarmış olur.

++++

“uygarlıklar çatışması” ve türkiye
Prof. TANER TİMUR

Önce, beni bu toplantıya hepimizi yakından ilgilendiren bir konuda düşüncelerimi açıklamak üzere davet eden DİDF’e teşekkür etmek isterim. Özellikle kültür çatışması gibi bir konuyu, bazı nesnel koşulları itibariyle, bu konunun tartışılmasına çok elverişli bir ülkede, kısa bir sürede bile olsa değerlendirme fırsatını bana vermeleri, benim için gerçekten teşekküre değer bir şey oldu.
Günümüzde uygarlıklar konusu, tartışılma biçimi itibariyle, daha çok, bilim kisvesi altında ideolojik bir biçimde yürütülüyor. İdeolojik bir biçimde diyorum; çünkü, kültür çatışmasını yaratan koşullar, sunuluş biçimleriyle, gerçekten bilimsel bir analiz çerçevesine oturtulmuş değiller. Özellikle Sovyetler Birliği’nin çöküşünden sonra, büyük ideolojik dalgalar, kısa sürede marka haline gelen bazı isimlere bağlı bir şekilde, Atlantik ötesinden geliyor ve bütün dünyaya yayılıyor. Söz konusu isimler de, manevi güçlerini, geliştirdikleri analizlerden değil, daha çok, temsil ettikleri prestijli üniversitelerden alıyorlar.
Son on beş yıl içinde bu şekilde üç önemli isimle tanıştık. Bunlardan birincisi Francis Fukuyama idi.
Fukuyama, aslında hocası Allan Bloom’a bir seminer görevi olarak hazırladığı basit bir makaleyi 1989 yılında yayınladı ve “tarih bitti!” dedi. Berlin duvarının yıkıldığı bir sırada ortaya atılan bu başlık tam zamanında gelmişti ve tarihin “liberalizmin zaferi” ile bitişi, dünyada büyük yankılar uyandırdı. 1993’de ise, Samuel Paul Huntington, yine bir makale çerçevesinde, “uygarlıklar çatışması”nı dile getirdi. O da, aynı şekilde, büyük yankılar uyandırdı; fakat, bilimsel açıdan aynı derecede hafifti ve daha çok ideolojinin –Harvard markası ile– bilim olarak sunulması görünümündeydi. Nihayet, üçüncü bir isimden, Robert Kagan’dan söz etmek istiyorum. Bu isim, ilk ikisi kadar ünlü değil; ama, yine de çok önemli. Şu sıralarda yeni bir kitap daha yayınladı ve iktidarda olan Bush yönetiminin ideologluğunu yapıyor. Daha önceki kitabında, Irak savaşını destekledikten sonra, burada olan bitenleri biraz hayal kırıklığı içerisinde anlatıyor. Biraz da özeleştiri yapıyor; fakat kitabı bütünüyle okuduğunuz zaman, gerçek bir özeleştiri göremiyorsunuz. Aslında, “Neo-Con”ların temsilcisi, Irak’ta olan bitenleri, özellikle Avrupa’dan gelen muhalefete karşı ciddi bir şekilde savunuyor ve Avrupa’nın “mültilateralizm”* iddialarına ancak ABD’nin tartışma dışı liderliği bağlamında evet diyor.
Burada, bu düşünürlerin “teori”leri üzerinde durmayacağım. Batı’da bu eleştiriler fazlasıyla ve inandırıcı bir biçimde yapıldı, ve daha önce ben de, “Küreselleşme ve Demokrasi Krizi” başlıklı kitabımda bir bilanço çıkarmaya çalışmıştım. Bugün daha çok şunu söylemek istiyorum: Adını andığım düşünürlerin ilk ikisi, Türkiye ile de yakından ilgili düşünceler ileri sürmüşlerdir. Özellikle Samuel Paul Huntington, 1960’larda, az gelişmiş ülkelerin siyasal rejimleri hakkında, Türkiye üzerinde de özel olarak durduğu eserler vermiştir. Örneğin ünlü profesör, 1968 yılında yayınlanan bir eserinde, Türkiye’yi Meksika ile karşılaştırmıştı. O yıllarda, başka ünlü bir Amerikalı profesör olan Edward Shils de, kalkınmakta olan ülkeler ile ilgili ve Türkiye’deki rejimi açıklayacak –ve belki bir ölçüde de etkileyecek– bir kavram ortaya atmıştı. “Vesayet altında demokrasi” (tutelary democracy) dediği ve olumlu biçimde kullandığı bir kavramla, Türk siyasal rejimini de açıklamak istemişti. S. P. Huntington da, aynı konuda, yine olumlu bir vurguyla kullanılan “pretoryanist rejim” kavramını önermiştir. ABD’ye yakın silahlı kuvvetlerin vesayeti altındaki “demokrasi”leri “pretoryanizm” sözcüğü ile ifade etmiştir.
Bugünkü durumla ilgili olarak da, gerek Huntington’un gerekse Fukuyama’nın açık tavırları bulunuyor. Bu noktayı geliştirmeden önce, günümüzle ilgili bir açıklama yapmak istiyorum.

***
Amerika, Türkiye’yle ilişkilerini, uzun yıllar NATO ve ikili anlaşmalar çerçevesinde ve daha çok Türk Silahlı Kuvvetleri’ne önem vererek yürüttü. Zaten Türk Silahlı Kuvvetleri’nin, özellikle 12 Mart ve 12 Eylül darbelerinden sonra, Türk siyasal rejimi üzerinde yönlendirici bir etkisi oluşmuştu. Başka bir deyimle, Türkiye’de, Huntington ve Shils’in teorilerine uygun, “vesayetçi” bir durum ortaya çıkmıştı, ve bunu, Amerika olumlu bir şekilde karşılıyordu. Doğal olarak, Türk politikasını da, bu veriye uygun bir biçimde yürütüyordu. Ne var ki, bu politika, 1 Mart 2003’te, Büyük Millet Meclisi’nin ABD’ye Irak’ta “hayır!” diyen oylamasıyla büyük bir sarsıntıya uğradı. Bir buhranla karşılaşıldı; çünkü hiç beklenmedik bir şeydi bu, Amerika için. Aslında oylama Meclis’ten gelmişti; ama, Amerikan dış politikasının en önemli sözcüleri, burada, asıl eleştirileri, Türk Silahlı Kuvvetleri’ne karşı yönelttiler. Düşünce tarzları şuydu: Eğer, diyorlardı, eğer Türk Silahlı Kuvvetleri isteseydi, bu durumu kolayca önlerdi; oysa gevşek davrandı; sorumsuz hareket etti ve bize karşı dostluğunu yeterince ortaya koymadı. ABD şahinlerinin önde gelen isimlerinden P. Wolfowitz, bunu hayli açık bir şekilde ifade etti. Gerçi daha sonra, 7 Ekim oylamasıyla, Meclis, askerlerin de desteğiyle, durumu düzeltmek istedi; Irak’a asker göndermeye karar verdi; fakat bu kez de, Irak halklarından öyle bir itiraz yükseldi ki, onların etkisiyle, Amerika da Türk askerini istemedi. Kısaca, Amerika-Türkiye ilişkilerinin karşılaştığı kriz ortadan kalkmadı.
Bu olup bitenler esnasında, Türkiye’de, aslında Amerika’nın Ortadoğu politikasına ve şu sıradaki duyarlılıklarına ters düşen bir parti iktidarda bulunuyordu. İslamcı sayılan, fakat kendisini “muhafazakâr demokrat” olarak takdim etmeye çalışan AKP Hükümeti iş başındaydı. Bu veriler bağlamında, ABD yönetiminde Türkiye’ye karşı uygulanacak politika hususunda iki farklı eğilim belirdi. Farklılık, Türkiye’nin AB ile ilişkilerinde Beyaz Saray’ın alacağı tavır ile ilgiliydi.
Bilindiği gibi, Bush yönetimi, öteden beri Türkiye’nin AB’ye kabul edilmesini istiyor, hatta bu konuda AB’ye baskı yapıyordu. Oysa son gelişmelerden sonra, daha çok, Pentagon’da etkili bir grup şahin, buna karşı çıkmaya ve doğrudan doğruya Amerika’ya bağlı bir Türkiye istemeye başlamışlardı. D. Rumsfeld, P. Wolfowitz, R. Perle gibi politikacıların başını çektiği bu grup, Türklere, “Avrupa zaten sizi almaz; Avrupa’da yeriniz yok!” diyorlardı, “Bırakınız Avrupa’yı; gelin, Amerika ile daha sıkı bağlar içerisinde bir Ortadoğu politikası geliştirelim!” Ve burada, konuşmamın başında sözünü ettiğim ideologlar da devreye giriyorlar.
S. P. Huntington, daha geçen Nisan ayında, Fransız Le Point dergisiyle uzun bir söyleşi yaptı. Bu söyleşide, Harvard’lı profesör, “bilim” adına, Pentagon şahinleriyle aşağı yukarı aynı şeyleri söylüyordu. Türkiye’nin Avrupa’da yeri yok, diyor; tüm AB liderlerinin aslında Giscard d’Estaing gibi düşündüklerini ifade ediyor ve Türkiye’nin  laik ve demokratik rejimiyle (artık “pretoryanizm”den söz etmiyor!) Ortadoğu’ya model ve lider olması temennisinde bulunuyordu. Kısaca, Türkiye, kendisini küçük düşüren bu Avrupa sevdasını bırakarak, ABD’ye sıkı sıkıya sarılmalıydı.
F. Fukuyama’nın da bu konudaki düşünceleri farklı değildi.
Biliyorsunuz, Fukuyama, Amerika’da, geçenlerde Türkiye’deki iktidara yakın İslamcı entelektüel bir grubun 7. Abant toplantısını yaptığı Johns Hopkins üniversitesinde profesör; oranın “İleri Sosyal Araştırmalar Okulu” (SAİS) dekanı. Bizim Fethullahçı gazeteciler derneğinin ön ayak olduğu ve finanse ettiği toplantının açış konuşmasını da o yaptı. Aynı Fukuyama, bu toplantıdan kısa bir süre sonra da, ABD basınında çıkan bir yazısında, Türkiye koşullarının AB’ye girmeye yeterli olmadığını; Türkiye’nin AB’ye alınmayacağını ve alınmaması gerektiğini anlattı. Kısaca, o da, sıkı sıkıya Amerika’ya (daha doğrusu Pentagon’a) kenetlenmiş bir Türkiye’den yanaydı.
Ne var ki, burada bir sorun ortaya çıkıyor. Amerika dış politikasında, şahinler, Türkiye’de kendilerine yakın çevrelerle ve iktidarla da işbirliği içerisinde bir ideoloji geliştiriyorlar; fakat, daha önce sözünü ettiğimiz kriz de çözülmüş değil. Görünüşe göre, bu kriz sonbaharda çözülecek.
Sonbaharda Türkiye AB’den tarih alacak mı, almayacak mı? Tam üyelik perspektifinde müzakere masasına oturacak mı, oturmayacak mı?
Bana öyle geliyor ki, Türkiye tarih alsa da, almasa da, sorun, sonbaharda da çözülemeyecek ve bir takım ara formüllerle, palyatif önlemlerle daha uzun süre devam edecek. Çünkü, maalesef, Türkiye kendi politikasını kendisi üretme  araçlarına sahip görünmüyor. Bu durumu yaratan toplumsal ve iktisadi koşulların uluslararası bağlantıları ile birlikte analizini yapmak kuşkusuz gerekli; fakat asıl konumuz bu değil. Burada tekrar geriye dönmek ve “uygarlıklar savaşı” bağlamında bazı şeyler söylemek istiyorum.

***
Huntington, aralarında çatışma halinde olan sekiz uygarlık saymıştı. Fakat, son tahlilde, temel çatışmanın İslam’la Hıristiyanlık arasında olacağını ileri sürmüştü. Harvard’lı profesör, en “yırtılmış” ülke olarak tanımladığı Türkiye’yi de, bu çatışmanın temelinde görüyordu. Şimdi, on yıl sonra, kendi kendimize soralım: Huntington haklı çıktı mı? Gerçekten bu yönde bir gidiş oldu mu? Belki, bu arada Türkiye’de İslamcı bir partinin iktidara gelmiş olması böyle bir izlenim uyandırabilir. Fakat gelişmeler çok daha karmaşık görünüyor ve şu kanıdayım ki, Huntington’un analizi, hem Türkiye, hem de Amerika açısından yanlış!
Neden yanlış?
Çünkü, her şeyden önce Amerika, Avrupa’dan çok daha dindar bir ülke ve Bush yönetimi de İslam düşmanı bir yönetim değil. Aslında Bush yönetimi, maddi ve askeri kriterlere dayanarak, dünyayı ikiye ayırıyor; “bizden olmayanlar bize karşıdır!” diyor. En korktuğu şey de, dindar olmayanlar, dinsizler, Allah’a inanmayanlar. Daha başbakan bile olmadan, Recep Tayyip Erdoğan, Bush’la görüştüğünde, Amerikan basınında çıkan bir habere göre, Bush müstakbel başbakanımıza “sen de Allah’a inanıyorsun, ben de Allah’a inanıyorum; çok iyi partner olabiliriz” demişti. Yani, aralarında manevi planda buluşma noktası Allah’a inanmak olmuştu. İlginçtir ki, yukarda sözünü ettiğim Abant-7 toplantısı, Fethullah Gülen’in manevi, hatta maddi desteği ile yapıldı, ve toplantı sırasında, Fethullah Gülen’in “athé”leri (Allah’a inanmayanları) en tehlikeli insanlar olarak gören beyanatları da, Türk basınında yer aldı. Demek ki, din kavgası yapmıyor Washington. Tabii Başkan Bush’un  Müslümanlığa bir sempati duyduğunu kimse söyleyemez; Müslümanların hepsi Hıristiyan olsa, kuşkusuz, çok memnun olur. Fakat asıl derdi Müslümanlıkla savaşmak değil; asıl derdi, Müslümanlık ABD’ye nasıl yardımcı olur; daha doğrusu  ‘ABD’ye nasıl bir müslümanlık lazım’ sorusunda somutlaşıyor. İşte ılımlı İslam, demokratik İslam, Türkiye modeli vb. gibi formül ve arayışlar da, bu bağlamda ortaya çıkıyorlar. Dikkat edilirse, bu arayış içinde olanlar arasında, Bernard Lewis gibi önemli Türkologlar da var. Hatta bir konuşmasında, Samuel Huntington, “uygarlıklar çatışması” (“clash of civilatitions”) kavramını, Bernard Lewis’in kendisinden önce kullandığını söylemişti. Yani Türkoloji, oryantalizm ve muhafazakâr ideoloji destekli bir politika, Türkiye’yi bir din savaşına değil, fakat Amerikan emperyalizminin dikensiz gül bahçesi olmaya zorluyor; hiçbir tepki vermeyen, amorf bir “arka bahçe”ye çevirmek istiyor.
Bu gelişme, elbette ki, Türkiye’de reaksiyonlar yaratıyor; yurtdışında yaşayanlardan da tepkiler alıyor. Fakat bu dağınık ve çoğu kez örgütsüz muhalefet, maalesef bu politikayı henüz sarsmış değil.
Bu politika, Türkiye’nin çıkarına, Türkiye halklarının çıkarlarına tamamen ters düşüyor. Hatta AKP’nin partizan çıkarlarının dahi aleyhine! Çünkü dinci duyarlılıkları çok kuvvetli bir seçmen tabanına dayanan AKP, komşu bir ülkede Müslümanlara yapılan zulümlere, görülmemiş baskı ve işkencelere daha ne kadar dayanabilir? Bu seçmenler daha ne kadar sessiz kalabilirler ve bu iktidarı daha ne kadar oylarıyla destekleyebilirler?
Önümüzdeki günlerde, ister istemez, sorunlar bu boyutlarıyla da gündeme gelecek görünüyor. Tehlike o zaman şöyle somutlaşacağa benziyor: Amerika, Ortadoğu krizi daha da vahimleştikçe, Türkiye’yi, Ortadoğu’da uyguladığı zulme direnenlere karşı yanına almak için baskı yapmaya başlayabilir; iç kriz tahrik edebilir ve zaten Türk Silahlı Kuvvetleri modernizasyon, araç-gereç bakımından İsrail’e, Amerikan endüstrisine vb. muhtaç olduğu için bütün bu silahları da kullanabilir.
Türkiye’deki tüm demokratik güçlerin, ülkenin bu tuzağa düşmemesi için birleşmeleri gereğine inanıyorum.
Kısaca Ortadoğu savaşı bir kültür ve uygarlık çatışması, din kavgası değildir. Hatta Amerikan halkının savaşı da değildir. Amerikalı petrol ve silah şirketlerinin ve bunlara bağlı geniş bir hizmet sektörünün ve spekülasyon ağının, sonunda Amerikan halkını da perişan edecek kirli savaşıdır. Bu savaş, elbette ki, Türkiye halklarının çıkarlarına da aykırıdır ve çıkar çatışması ister istemez bir yerde patlak verecektir; fakat, buna hazırlanmış olmak, alternatif politikaları üretmiş olmak gerekiyor. İşte ideolojinin bittiği, bilimin başladığı yer de, bu politikaların üretilme biçimi olmalıdır. Aksi takdirde, geçen yıllarda yaşadığımız krizlerin daha derinlerini yaşama durumuna düşebiliriz ve bunlardan çıkabilecek rejimler de maalesef askeri diktatörlüklerdir, faşist diktatörlüklerdir.

***
Bu analiz çerçevesi içinde, son aylarda Amerika’nın ortaya attığı Büyük Ortadoğu Projesi’nin yeri nedir? Sözlerimi bitirirken, birkaç kelime de bu konuda söylemek isterim.
Öyle görünüyor ki, Büyük Ortadoğu Projesi de, aynı çıkarlar bağlamında kotarılmış, demagojik bir projedir. Aslında, bugünkü aşamada, buna bir “proje” demek bile zordur. Bununla ilgili tek belge, sadece Londra da yayınlanan Dar el Hayat adlı bir Arap gazetesinde İngilizce olarak yer almıştır. Çıktıktan birkaç gün sonra da, bir Mısırlı ünlü entelektüel, aynı gazetede, bu projeyi ağır bir şekilde eleştirerek, bunun demagojik bir tasarı olduğunu ileri sürmüştür. Yine aynı günlerde, Mısır Devlet Başkanı Hüsnü Mübarek de, projenin bir yanılsama (illusion), bir hayal ürünü olduğunu ifade etmişti.
Aslında, Amerika’da toplanacak G-8’lere, Arap dünyasındaki sefaletin kendileri için de ne kadar büyük bir tehdit olduğunu anlatmak üzere geliştirilmiş olan tasarı, bir kalkınma programı öneriyor. Buna göre, beş yıl boyunca, bütün bölgeye senede 400- 500 milyon dolar kredi verilecek. Bu krediler de, daha çok, mikro-finans ölçeğinde küçük işletmelere gidecek. 1 milyon 200 bin kadar küçük işletme bu kredilerden yararlanacak ve bu işletmelerin 700 bini de kadınlara ait olacak! Görüldüğü gibi, projeye, biraz feminizm ya da “laiklik” de katılmış! Fakat böyle koskocaman bölgeye senede 400-500 milyon dolar ayıracaksınız ve bunu beş yıl boyunca 1 milyondan fazla şirkete dağıtacaksınız; bölge böylece giderek demokratik olacak, laik olacak! Bu belgeyi ciddiye almak mümkün mü?
Belge, esas olarak, Arap dünyası için geliştirilmiş bulunuyor ve Türkiye’nin adı da sadece bir kez; proje kapsamına giren ülkeler arasında geçiyor.
***
Sonuç olarak, şunu söylemek isterim: Türkiye için bugünkü koşullarda iki iktidar almaşığı bulunuyor: Birincisi, mevcut iktidar: AKP, İslamcı duyarlılığı ile, AB’ye, Avrupa’yı sevdiği, Batılı değerleri paylaştığı için değil; İslamcı özgürlükler orada daha iyi korunur; modern bürokrasinin baskılarına orada daha sağlam bir sığınak buluruz, diye girmek istiyor. Onun karşısında da, ulusalcı denilen büyük bir kesim –CHP’yi de içine alan–, sayıca olmasa bile, güç itibarıyla önemli bir kesim var. Aralarında rejim konusunda ayrılıklar olan bir çok gruptan oluşan bu kesimin ortak özelliği, yeri geldikçe TSK sırtından baskıları da ihmal etmeden, Amerikan emperyalizmi ile ittifak bağlarımızı kendi emperyal çıkarlarımız lehine kullanabilmek ve iktidar çatışmasını daha çok laiklik-şeriatçılık eksenine oturtarak, mevcut iktidarı bir an önce iktidardan düşürmek..
Kişisel olarak, asıl halkçı, halk lehine bir politikanın, bu ikisinin de dışında, devrimci-demokratik bir politika olduğunu düşünüyorum. Zannediyorum, içinde bulunduğum grup da, çoğunluğu itibarıyla, böyle bir arayış içerisinde ve onun için, kendimi, burada bulunmaktan mutlu hissediyorum. Fakat bu eğilimin çok daha yaygın, çok daha güçlü olması gerektiği kanısındayım. Aksi takdirde, korkarım ki, yaşadığımız dramları, belki daha da büyük boyutlar içinde, tekrar yaşama tehlikesi ile karşı karşıya kalacağız.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑