Devrimci şiddet ve mücadele biçimleri üzerine

28-29 Haziran NATO zirvesi, emperyalizmle Türkiye, Ortadoğu ve dünya halkları arasındaki ilişkiler ve emperyalist ülkelerin kendi aralarında ilişki ve çekişmeler, bu kapsamda güncelleştirilmiş BOP ve NATO’nun yeni işlevine ilişkin gelişme ve tartışmaların yanı sıra, anti-emperyalist mücadelenin kendisine ilişkin bir tartışma zorlamasını da gündeme taşıdı.
Tartışma, belirli bir çevrede, mücadelenin, işçi sınıfı ve emekçiler bakımından ihtiyaç halinde olduğu bir kez daha görülen yönleri üzerinden yürümedi. Tartışma, örneğin, anti-emperyalist mücadelenin demokrasi mücadelesiyle bağlantısı, Zirve’nin sponsoru olan işbirlikçi tekeller ve Türkiye’de uygulanmakta olan IMF-DB programıyla BOP ve NATO’nun işlevleri arasındaki ilişki ya da BOP ve emperyalizmin Ortadoğu halklarına yönelik saldırısı çerçevesinde, aktüel durumuyla Kürt sorunu ve izlenmesi gereken yol ya da sömürülen, ezilen kitlelerin emperyalizme karşı mücadeleye çekilmesinde yetersizlikler vb. konularında derinleştirilmedi. Ama, bir kez daha, mücadele biçimleri ve buna bağlı olarak devrimci şiddet ya da terör sorununun ele alınmasını zorunlu kılarak, ilkel bir biçimde yürütüldü. Tartışma ya da Marksizme yöneltilmiş suçlamalar, NATO zirvesi karşısında alınan tutum ve geliştirilen eylem çizgisinin dolaysız sonucuydu.
“Bombalı eylemler zinciri, 24 Haziran’da Ankara’da başladı…. ABD’nin başhaydutu George Bush’un kalacağı ilan edilen Ankara Hilton otelinde sabah saatlerinde bir bomba patladı.” (Atılım, 3 Temmuz) “Zincir”, İstanbul Atatürk Havalanı otoparkında polisin bir bomba bulmasıyla, yine Atılım’ın söylediğine göre, Adana’da Koç, Ulusoy, HSBC ve Yapı Kredi bankalarının bombalanması ve Ankara Yüksel Caddesi’nde bir NATO tesisinin yakınında bomba patlamasıyla sürdü. Bu arada çeşitli yerlere bombalı pankartlar asıldı. Ayrıca bilinmeyen bir yere yerleştirilmek üzere götürülen bir bomba da, kuşkusuz yanlışlıkla, belediye otobüsünde patladı.
İddiaya göre, bombalar “ezilenlerin devrimci şiddeti”nin göstergesiydi. Atılım, bombaları, “Bombalar NATO’culara soluk aldırmadı. Ezilenlerin devrimci şiddeti, NATO Zirvesi boyunca emperyalist haydutları adım adım izledi.” şeklinde haberleştirdi.
“Ezilenlerin devrimci şiddeti” bombalarla sınırlı kalmadı. “Devrimci” olmayı ya da görünmeyi kafaya koymuşlardı; NATO ve Bush’a karşı gösterileri de bu çizgide kavradılar. Ya tecrit edilmiş küçük gruplarla gösteri düzenlemekle yetindiler ya da “birlik” gösterilerini provoke etmeye varan bir tutum izlediler. Halkın kitlesel karşı koyuşunu, direniş, gösteri ve diğer eylemlerini hazırlayıp örgütlemenin yerine 50-100 kişilik “devrimci militanlar”ın eylemlerini koydular:
“…28 Haziran gece saatlerinde Gazi Mahallesi’nde gösteri yapan MLKP militanları NATO zirvesine karşı mücadele çağrısı yaptılar. (…) 29 Haziran gecesi de Gazi Mahallesi’nde eylem yapan MLKP militanları, halka NATO ve emperyalizme karşı mücadele çağrısı yaptı. İsmetpaşa Caddesi’nin bir tarafını molotoflarla trafiğe kapatan MLKP militanları (…) Aynı gece, Alibeyköy’de de MLKP militanları bir eylem gerçekleştirdi. MLKP bayrakları taşıyan, yüzleri fularlı 50 militan, Cengiz Topel Caddesi’ni molotoflarla kapatarak slogan attı. (…) 29 Haziran’da, TKP/ML, MKP, TİKB militanlarından oluşan 150 kişilik bir kitle, Okmeydanı sokaklarında barikatlar kurdu.” (Atılım, 3 Temmuz)
Bu “militan kitle” eylemlerinden önce, Atılım’ın “Ankara mitinginde ESP damgası” üst başlığıyla haberini yazdığı ilk büyük NATO ve Bush karşıtı miting Ankara’da yapılmış ve mitinge katılan küçük ESP grubu, ESP düzenleyici platformun içinde ve karar süreçlerinde yer almasına rağmen, platform kararlarına uymamış ve “birlik mitingi”nin düzenini bozmuştu. “…Bush’a, NATO’ya, Emperyalizme Karşı Ankara Platformu’nun Sıhhiye Meydanı’nda gerçekleştirdiği mitinge 5 bin NATO karşıtı katıldı. (…) ESP barikatı aşma iradesiyle yol gösterdi. (…) kortejiyle alana giren 300 kişilik katılımı ve canlı sloganlarıyla ESP mitinge devrimci bir enerji kattı. (…) ESP, ‘Barikat barikat savaşacağız’, ‘NATO’ya karşı barikatı aşalım’ sloganlarıyla Atatürk Bulvarı’nda Kızılay yönündeki polis barikatlarını zorladı ve kurulan barikatın bariyerlerini devirdi. Bu sırada kürsüden ‘provokasyona gelmeyin’ gibi çağrılar yapılırken, alandaki reformist güçler ve tertip komitesi ESP’nin devrimci çıkışını engellemeye çalıştı. (…) ESP ve SGD’liler polis barikatına doğru yürüdüler. Polis barikatını sopalarla taşlarla zorlayan ESP’liler, gaz bombalarının atılması üzerine geri çekildiler. Geri çekilirken polisin saldırısına taşlarla yanıt veren ESP’liler, yeniden toparlanarak bu kez de Cinnah Sokak girişindeki barikatı zorladılar. ESP’liler ile polis arasında burada da uzun süreli bir çatışma gerçekleşti. Bu defa polisin saldırısı daha yoğun oldu. Polis, biber gazı, gaz bombası, plastik mermilerle saldırdı. Asıl barikatın NATO vadisinde aşılacağı bilinciyle hareket eden ESP’liler, ikinci barikatta süren çatışmadan sonra geri çekildiler.” (Agy.)
Ve “Yaşasın Okmeydanı Direnişimiz”: “…kortej, Okmeydanı’nın ana caddesini trafiğe kapatarak Mecidiyeköy’e doğru yürüyüşe gecti. Polis, NATO karşıtlarına Perpa önünde barikat kurdu… kısa süre sonra saldırıya geçti. NATO karşıtlarının eylem hakkını gasp etmeye dönük bu saldırı direnişle yanıtlandı. NATO karşıtları, molotof kokteylleri, taş, sopa ve barikatlarla direnişe geçtiler. Okmeydanı ana caddesini ve Darülaceze’nin arkasındaki caddeyi barikatlarla kapatan NATO karşıtları. (…) Çatışmalar, Okmeydanı girişinden ara sokaklarına doğru yayılarak iki saati aşkın devam etti. NATO karşıtları, Okmeydanı ana caddesine ve hemen tüm ara sokaklarına barikatlar kurdular. (…) ‘eldiven grubu’ ellerindeki iş eldivenleriyle gaz bombalarını geri fırlatırken, ‘sapan grubu’ polise fırlattığı taş ve bilyelerle polisin ilerlemesini uzun süre engelledi…” (Agy.)
17 Temmuz tarihli Atılım’da ise mücadele ve örgüt biçimleri sorunu teori düzeyine yükseltiliyor. Bir yazıda, Pendik-Ertuğrulgazi Mahallesi’nde yıkılmak istenen gecekondularını savunan mahalle sakinlerinin “…ezilenlerin devrimci eyleminin şiddetinden ve yol göstericiliğinden etkilenip-öğrenme..”leri konu ediliyor. Diğer pek iddialı yazı ise Okmeydanı üzerine. Önce “…öncü(nün) Ankara’da Meclis’e hedefiyle polis barikatlarının üzerine yürüyerek kararlılığını test etti”ğinden, bunun, “aynı zamanda öncünün kendi sınırını aşma hamlesi” olduğundan söz ediliyor. Ardından, “Okmeydanı’ndaki ‘kitle’ bilinci” tanımıyla, “Şiddet aygıtları karşısında kendini şiddete başvurarak savunmak ve keza emperyalist haydutlar ve uşaklarının toplantısını dağıtmak amacıyla şiddet aygıtlarının barikatlarını aşmak için saldırmak tamamen meşrudur.” değerlendirmesi geliyor. Ve devam ediliyor: “…oportünist reformistlerin ‘miş gibi’ yaparak devrimcileri oyalama ve reformist, şiddetten arınmış protestoculuk çizgisine bağlama oyunları (…) boşa çıkarıldı. (…) muharebe biçimi ve buna uygun savunma ve saldırı araçları, bunların örgütlenmesi vb. hazırlık ve planlama bir bütün halinde öngörülmüş ve örgütlenmiştir. (…) kuvvetlerin manga tarzı siyasal birlikler biçiminde örgütlenmesi deneyimi hakikaten büyük bir kazanımdır. ‘Şiddet içeren’ kitle hareketlerinde kuvvetlerin nasıl örgütlenip yönetilebileceğinin tohum halindeki bir çözümüdür bu. Manga tarzı birliklerin örgütlenmesi ve hazırlığı, saldırı, geri çekilme ve savunma taktiklerini uygulama yeteneği, kitle ajitasyonunun örgütlenmesi dahil siyasal mücadelenin bütün süreçlerinde, her günkü devrimci çalışma içinde çözülmesi gereken bir sorundur.” (Atılım, 17 Temmuz)
Sıkıcı olma pahasına uzunca aktardık. İstedik ki, okurlar, sınıftan kopukluğu teorileştirme çabasındaki küçük burjuva hayalperest oyun oynayıcıların görüşlerini az-çok bilerek, makaleyi izlesinler.

DEVRİMCİ ŞİDDET NEDİR?
Devrimci şiddet, her şey bir yana, “öncü”nün çalışma ve eylemiyle, hele şuraya-buraya bomba koyması ya da atmasıyla tanımlanabilir mi? Hayallerle uğraşılmıyor ve oyun oynanmıyorsa, devrimci şiddet, “öncü” ile, “öncünün kendisini aşması” vb. olarak tartışılan “öncü”nün kendisini düzenlemesiyle ilişkilendirilerek değil, hatta yalnız öncü sınıf ile de değil, ama ezilen sömürülen emekçi yığınlarla bağıntısı içinde ele alınmalı, tartışılmalı ve çözümlenmelidir. Lenin, bu nedenle, döne döne “Öncüyle hasmı yenmek mümkün değildir. Bütün sınıf, büyük yığınlar, öncüyü doğrudan doğruya destekleme durumuna gelmedikçe ya da öncüye karşı hayırhah bir tarafsızlık tutumunu benimseyerek karşı tarafı desteklemeleri olasılığı kesin olarak ortadan kalkmadıkça, öncüyü kesin savaşa sürmek sadece bir ahmaklık olmakla kalmaz, bir cinayet olur. Oysa bütün sınıfın, sermayenin ezdiği geniş emekçi yığınların, gerçekten böyle bir tutumu benimseyebilmeleri için sadece propaganda, sadece ajitasyon yetmez. Bunun için bu yığınların kendi öz siyasal deneyimleri gereklidir.” (“Sol” Komünizm, sf. 100) vurgusu yapar.
Denecektir ki, “biz, öncüyü ‘kesin savaş’a sürmüyoruz”, “öncünün kendisini aşması” için uğraşıyoruz. Peki, o zaman neden “öncünün eğitimi” için, başkalarını, çok sayıda parti ve çevrenin, sendikaların, kitle örgütlerinin oluşturduğu ve senin de içinde yer alarak ve aksi görüş ileri sürmeyerek kararlarına katıldığın platformları ve kitlesel eylemlerini istismar ediyorsun? Üstelik “bütün sınıf, büyük yığınlar öncüyü doğrudan destekleme durumuna gelmedikçe…” “öncüyü kesin savaşa sürme”nin “ahmaklık” ve “cinayet” olması; “öncü”nün “ön muharebelere”, sınıf ve emekçi yığınlardan tamamen kopuk ve kendi başına, “kendini aşmak” için sürülmesini ahmaklık olmaktan kurtarmaz. “Kesin savaş”a kadar, mücadele, kesin savaşın hazırlığıyla sürer. Bu, kendi deneyleriyle “pişen” yığınlar açısından böyle olduğu gibi, yığınların deneylerinden öğrenerek ilerlemelerine katkıda bulunan öncü sınıfa layık öncü bakımından da böyledir. Başka türlüsü ahmaklığın “öncülük” olarak yüceltilmesi olur. Bilimsel sosyalizmi kılavuz edinen işçi sınıfının öncü partisi, siyasete ve taktiğe yaklaşımıyla da devrimci duygusallığı değil ama bilimi esas alır. “Bilim, ikinci olarak, isteklere ve görüşlere uygun tarzda, tek bir grubun, ya da tek bir partinin mücadele hazırlıklarına ve bilinç derecesine göre siyaseti belirleme yerine, ülkedeki bütün güçlerin, grupların, partilerin, sınıfların ve yığınların hesaba katılmasını emreder.” der Lenin. (Age, sf. 84, abç)
Ve duygusallığı mahkum eder: “Rusya’da çetin ve kanlı deneyim, devrimci taktiğin, sadece devrimci duygu üzerine kurulamayacağı gerçeğini bize öğretmiştir. Taktik, sert bir nedensellikle, söz konusu devletteki bütün sınıf güçlerini hesaba katarak (ülkenin çevresindeki devletlerin ve dünya ölçüsündeki devletlerin içindeki sınıf güçlerini de hesaba katarak), ve devrimci hareketin deneyimini göz önünde bulundurarak soğukkanlılıkla saptanmalıdır.” (Age, sf. 62)
Mücadele, öncüler mücadelesi ya da “savaşı”, eskiden formülleştirildiği gibi “öncü savaşı” olarak sürmez. Mücadelenin ne tümü ne de bir bölümü öncülerin savaşı olarak gelişir. Sınıflı toplum ortaya çıktığından bu yana, toplumsal ilerleme ve dönüşümlerin “motoru” sınıfların mücadelesi olmuştur. O halde, ne mücadeleye ne de taktiğin kurulmasına; öncü ve eylemi, “patlattığı bombalar”, kurduğu ya da kurmadığı “barikatlar”, saldırısı ya da savunması, “kendini aşması” vb. üzerinden yaklaşılamaz. Öncünün durumu, olanak ve araçları, en başta ideolojik olarak kazanılmış olması kuşkusuz önemlidir. Ancak, bırakalım öncü partiyi, öncü sınıfla sınırlı değerlendirmeler bile, mücadelenin ve gereklerinin, taktiğin vb. kavranması ve doğru ele alınıp uygulanması bakımından yetersizdir.
Üstelik bu, Marksizm öncesi bir temel bilgidir. Buna uygun davranmak için Marksist olmak gerekmez. Marx ve Engels’in yaptıkları, tam da tartışma konumuz olan “devrimci şiddet”e bağlanan başka bilimsel buluşlardır. Artı-değerin bulunuşuyla bağlantılı olan bu buluşlara ilişkin olarak, Marx, 1852 tarihli Weydemeyer’e mektubunda şunları yazmıştır:
“Bana ilişkin olarak, ne modern toplumdaki sınıfların varlığını, ne de aralarındaki savaşımı bulmuş olma şerefi benimdir. Benden çok önce, burjuva tarihçiler bu sınıflar savaşımının tarihsel gelişimini betimlemiş ve burjuva iktisatçılar bunun ekonomik anatomisini dile getirmiş bulunuyorlardı. Benim yeni olarak yaptığım şey: 1) sınıfların varlığının, üretimin tarihsel gelişme evrelerinden başka bir şeye bağlı olmadığını; 2) sınıflar savaşımının zorunlu olarak proletarya diktatorasına götürdüğünü; 3) bu diktatoranın kendisinin de bütün sınıfların ortadan kalkmasına ve sınıfsız bir toplumun kurulmasına geçişten başka bir şey olmadığını tanıtlamak oldu.” (Aktaran Lenin, Devlet ve İhtilal, sf. 41-42)
Marx, hem öncüyle hem de başlıca öncü sınıf proletarya ile ilgilenmiş, ömrünü onun yolunun aydınlatılması üzerine kurmuştur; ancak açıktır ki; sınıfların varlığı ve mücadelesini hareket noktalarından biri olarak almış ve yeni olarak yaptıklarını bu temel üzerinden gerçekleştirmiştir. Zaten başlıca “yaptığım” dediği şeylerden biri, başında öncüsü, sınıf bilinciyle donatılmış proletaryanın “egemen sınıf olarak örgütlenmiş proletarya” olarak iktidarının sınıf mücadelesinin zorunlu sonucu olduğudur.
Burada, devlet ve devlet teorisi konu olmaktadır. Ve genel olarak şiddet ile devrimci şiddet sorunu tam da burada ortaya çıkar. Sınıflar, birbirleriyle belirli bir uyum içinde ya da önünde sonunda belirli bir asgari müşterekte uzlaşarak “mücadele” etmezler. Sömürü ilişkileriyle sınıflar, toplumsal artı-emeğin oluşmasına elverecek üretimin belirli bir aşamasında bir kez tarih sahnesine çıktıktan sonra, uzlaşmaz karşıtlar halinde çatışırlar. İster köleci, ister feodal, isterse modern kapitalist ilişkiler içinde olsunlar, sömüren ve sömürülen sınıflar birbirinden ayrılmış ve toplum, uzlaşmaz karşıtlıklar biçiminde bölünmüştür. Devlet de, işte bu bölünmenin ürünüdür, Engels’in deyişiyle, “…toplumun, önlemekte yetersiz olduğu uzlaşmaz karşıtlıklar biçiminde bölündüğünden, kendi kendisiyle çözülmez bir çelişki içine girdiğinin itirafıdır.” (Age, sf. 14) Lenin, yorumlar: “Marx’a göre, devlet, bir sınıf egemenliği organı, bir sınıfın bir başka sınıf üzerindeki baskı organıdır..” Sömürücü sınıfların sömürülen sınıflar üzerindeki egemenliğinin organı ve baskı aracı olagelmiştir; modern kapitalist toplumun sosyalizm için olgunlaşmasıyla, ilk kez, sömürülen sınıf olarak proletaryanın burjuvazi üzerindeki egemenliğinin organı ve baskı aracı olacak ve burjuvazi ve tüm sınıfların ortadan kalkmasına ve sınıfsız topluma geçişten başka bir şey olmayacaktır.
Nasıl?
Her devlet bir sınıfın bir başka sınıf üzerindeki baskı aracıdır, “bizzat silahlı güç olarak örgütlenmiş halkla artık doğrudan doğruya aynı şey olmayan” “özel silahlı adam müfrezeleri” ve “maddi eklentilerinden de”, “gentlice toplumun bilmediği hapishaneler ve her türlü ceza kurumlarından da” bileşen şiddet aletidir. Sürekli ordu ve polis, devlet iktidarının başlıca güç ve şiddet aygıtlarıdır. Bu, şu anlama gelir: “Devletin özü şiddettir.”
Lenin, özlü biçimde vurgulamıştır: “…Proletaryanın devrimci diktatörlüğü burjuvaziye karşı şiddettir. Böyle bir şiddetin gerekliliği, Marx ve Engelis’in tekrar tekrar ayrıntılarıyla açıkladığı gibi (özellikle Fransa’da İç Savaş adlı kitapta ve bunun önsözünde), militarizm ve bürokrasinin varoluşundan dolayı önemlidir.” (Proletarya İhtilali ve Dönek Kautsky, sf. 105)
Tüm bunlardan şu sonuç kaçınılmazlıkla çıkar: “Eğer devlet, sınıflar arasındaki çelişkilerin uzlaşmaz olduğu gerçeğinden doğduysa, eğer toplumun üzerinde ve ‘ona gitgide yabancılaşan’ bir iktidar ise, açıktır ki, yalnızca zora dayanan bir devrim olmaksızın değil, ayrıca egemen sınıf tarafından yaratılmış bulunan ve içinde o ‘yabancı’ niteliğin maddeleştiği devlet iktidarı aygıtı da ortadan kaldırılmaksızın, ezilen sınıfın kurtuluşu olanaksızdır.” (Lenin, Devlet ve İhtilal, sf. 16)
Ezilen sınıfın kurtuluşu, ancak kapitalizmle ve proletaryayla birlikte, kapitalizmin ezilen sınıfının toplumsal örgütlenmesi olarak sosyalizmin kuruluşunun olanaklı olduğu koşullarda, ama yalnızca, özü şiddet olan burjuva devlet aygıtının yerine, yine özü şiddet olan proletarya diktatörlüğü konmak üzere, şiddete dayanan devrim aracılığıyla kırılıp parçalanmasıyla düş olmaktan çıkmıştır. “Zora dayanan devrimin oynadığı tarihsel role verdiği değer, Engels’te zora dayanan devrimin gerçek bir övgüsü durumuna dönüşür” diyen Lenin, O’nun, Anti-Dühring’ten şu pasajını aktarır: “…Ama zor, tarihte, başka bir rol (kötülük kaynağı olmaktan başka bir rol), ‘devrimci bir rol’ de oynarmış; Marx’ın sözlerine göre, bağrında yeni bir toplum taşıyan her eski toplumun ebesiymiş; toplumsal hareketin, sayesinde donmuş ve ölmüş siyasal biçimleri altettiği ve parçaladığı aletmiş,– bunlardan Bay Dühring’te tek söz bile yok.” (Age, sf. 28) “Eski toplumun ebesi” olan, onun bağrında taşıdığı yeni toplumun, kısaca bu toplumun üretici güçlerinin, işçi ve sömürülen sınıflarının “zor” ya da “şiddet”i, yoksa “toplum bir yana” tutumuyla, “militanlık”ını, “öncülüğü”nü, bunların ve dolayısıyla kendisinin ihtiyaçlarını her şeyin, dünyanın merkezine koyan kişiler ve küçük grupların, partilerin zor ve şiddeti değil.
Konumuzla ilgili olan, zor ya da şiddetin, sınıf mücadelesi ve uzlaşmaz karşıtlıkların ürünü olan devletle dolaysız bağıdır. Marksist teoride şiddetin yeri ve rolü, olur olmaz şiddet eylemleriyle ilişkisiz olarak, doğrudan doğruya, nesnel koşulları oluştuğunda, kapitalist toplumun yerine sosyalist toplumunu geçirmeye yönelik mücadelesiyle, yeterli bilinç ve örgüt düzeyine ve bütün sömürülen yığınları kendi davasına kazanıp peşine takma uğraşının başarısına bağlı olarak, proletaryanın, burjuva devleti zora/şiddete dayanan devrimle yıkarak proletarya diktatörlüğünü kurmaya girişmesindedir. Bu, kuşkusuz, ezilen sömürülen yığınlar tamamen seyirciyken, 100-150 kişinin kuracağı ya da kurmayacağı “barikatlar”ın ancak kumda oynayan çocukların kurup bozduğu “şato”lar olabileceği anlamına gelir. Göreceğiz, barikatlar da olacaktır, gerilla savaşı da, suikastler, “kamulaştırma eylemleri” ve bombalar da. Ama “öncü”nün uydurması ya da zorlamasının ürünü ve “öncü”nün “eyleminin biçimi” olarak değil. Asıl olan, ezilen sömürülen yığınların, çok çeşitli biçimler alan mücadelesinin yeni biçimler alarak ilerlemesi ve sonunda kapitalizm ve burjuva devleti devirecek ayaklanmaya (yerel ve genel ayaklanmalar sorunu, bir başka tartışmanın konusudur) dönüşmesidir. Nesnel koşulları oluşacak ayaklanma ve devrime kadar, bütün mücadele, ayaklanma ve devrimin hazırlığı olarak anlaşılmalı ve her şey, “öncünün kendisini aşması” türünden çocukluklara değil, yığınların ayaklanmaya hazırlanmasının hizmetine koşulmalıdır. Hesap, öncü sınıf proletarya ve sömürülen yığınlar ve hazırlığı değil, yığınları dışlayan “öncü” ve kendisini düzenlemesi üzerinden kurulursa; “öncü”nün eğitimi ya da “kendini aşması”nın, ancak yığınlarının mücadele ve örgütlerini, kısaca hazırlığını dağıtması kaçınılmazdır.
Belirtilmelidir ki; Atılım’ın, bombalamalar ve “öncü eylemleri” ile bağlantısını kurarak, yazımızın konusu olmayan başkalarının yanı sıra, sınıfın devrimci partisine yönelttiği “devrimci şiddet” inkarcılığı yönlü suçlamalar, sınıf mücadelesi ve sömürülen yığınların ve mücadelelerinin gelişme ihtiyaçlarını, ancak buradan yolu açılabilecek şiddete dayanan devrimin hazırlanmasını dikkate ve göze almayan kara çalmadan ibarettir. Devrimci şiddet ve kabulü ya da reddinin, olur-olmaz bombalarla, Ankara’da 300 kişinin 5 binlik kitlenin eylemini provoke etmesi ya da yığınlar yerine geçirilen “öncü”nün “eldivenli”-“sapanlı” “barikat savaşları”nın benimsenip benimsenmemesiyle bir ilişkisi kurulamaz. Sorun, burjuva düzen ve yasallığının,  kapitalizm ve burjuva devletin uysal kölesi olmayı kabullenme ya da burjuva devletin parçalanması, proletarya diktatörlüğünün kurulması ve kapitalizmin tasfiyesini hedeflemekle ilgilidir. İkinci durumda, şiddete dayanan devrimin kabulü zorunlu ve kaçınılmazdır.
Problem buradadır. Atılımcılar proletarya diktatörlüğünü, lafta ne derlerse desinler, benimseyip hedeflememektedirler. Çünkü, öncünün eyleminin yüceltilmesiyle, sınıfı, sömürülen yığınları ve mücadelelerini, daha ileri mücadelelere çekilme ihtiyacını hesaba katmayan “öncücülük”le, proletarya diktatörlüğü, en ileri noktasında, laf düzeyinde öngörülebilir. Geriye silahla-bombayla, barikatlarla oyun oynamak kalır. Küçük burjuva maceracılığının “öncü savaş” teorisi kalır. Ama gerçekte, devrimci şiddet, bu yaklaşımlarla, yığınların mücadelesinin içinden fışkırıp kendine yol açabilmek için, uygun fırsat ve koşulları bulamaz ya da bu, engellenip geciktirilir.
Anlaşılmış olmalıdır ki, devrimci şiddet, tarihin ileri sınıfı proletarya ve sömürülen yığınlarının şiddetidir. Ve Marx, Engels ve Lenin’in üzerinde durdukları devrimci şiddet ve şiddete dayanan devrim öğretisi, burjuva devlet aygıtını devirmeye güç yetirebilecek ve proletarya diktatörlüğünü kurabilecek işçi ve sömürülen yığınların şiddetiyle ilgilidir. Ama katiyen, işçi sınıfı ve sömürülen yığınlardan tecrit edilmiş, ya da kendilerini gönüllü olarak tecrit etmiş, sınıfa ve mücadelesine uzaktan bakan bombacı ve “öncü eylemciler”in bireysel ve küçük grup terörizmiyle değil.
Bu yaklaşımın, çocukça, “oportünizm” ya da “oportünizmin üstünü örtmenin kılıfı” olarak nitelendirileceğini tahmin edebiliriz. Bu, şimdiye kadar sık sık ileri sürülmüştür. Sayfalarında “oportünizm” ve “reformizm” nitelemelerini olur-olmaz durumlarda bol bol kullanan Atılımcılar, bunu yapacaklardır; çünkü bombayı; her şeyden, en başta sınıf mücadelesi, koşulları ve akışından koparılmış, kendi başına bomba olarak, ülkeden ülkeye, toplumdan topluma, sınıf mücadelesi ve hareketin iniş-çıkışlarıyla sınıfların pozisyonlarına ve sınıf güç ilişkilerine göre farklılaşan patlama/patlatılma koşullarından soyutlanmış “devrimci şiddet” belirtisi olarak anlamaktadırlar. Bu yaklaşımlarıyla, örneğin, günümüzde –“feda eylemleri” olarak nitelenen ve genellikle El-Kaide bağlantılı provokasyon örgütleriyle Hamas tarafından okul, kilise, cami gözetmeden ya da özellikle gözeterek patlatılanları dışta tutularak– Irak’ta ve Filistin’de patlatılan bombalarla Türkiye’de patlayanları birbirinden ayırt etme yeteneği bile gösteremiyorlar: Diyorlar ki, “Tutarlı da değiller. Onlara göre Irak’ta, Filistin’de ezilenler şiddet kullandıklarında ‘direniş’, İstanbul’da kullandıklarında ‘terör’ oluyor.” (Atılım, 3 Temmuz) Üzerinde durmaya değer mi? Bir sonraki alt başlıkta mücadele biçimleri sorununu incelerken konuya değineceğiz. Burada, bombayı nerede ve sınıfların ve mücadelelerinin hangi nesnel ve öznel koşullarında patlarsa patlasın eş-değerde ve soyut olarak bomba ve devrimci şiddetin belirtisi saymalarına, bomba patlatmayla –tıpkı barikatlarla oynama gibi– bombayla oynama arasındaki farkı ayırt edememelerine değinmek yetiyor. Onlara göre, ilke olarak kabul etmek, ama koşullarını gözetmek, şu koşulda doğru ama bu koşulda yanlış bulmak yetmez; koşullarından bağımsız olarak, bombayı bomba olarak benimseyip sevmiyorsan, “devrimci şiddeti” reddediyorsun demektir. Bu nedenle, devrimci şiddete dair söylenenleri “yasak savma” ve “oportünizm belirtisi” sayacak, sorun “bilinmez” ve “uzak bir geleceğe ertelenerek” işin içinden sıyrılmaya çalışıldığını düşüneceklerdir. Bu suçlama, bireysel terörizmi esas alan Narodniklerin izini süren Sosyalist-Devrimciler tarafından Lenin’e de yöneltilmiş ve yanıtı şu olmuştur:
“…‘uzak ve bulanık bir geleceğin sorunu olarak’ silahlı gösterilerden ‘söz etmek ve yazmak kolaydır’, ‘fakat bugüne kadar bütün bu sözler teorik nitelikte kalmıştır’ deniliyor! Sağlam sosyalist inançların zorunlu olarak kabul ettirdiklerinden ve halk hareketinin her biri ve her türünün zorlu deneyinden uzak olan bu tip kişilerin kullandıkları dili biz çok iyi biliriz! Onlar kısa vadede elle tutulur ve gürültü koparacak sonuçlarla pratik olmayı birbirine karıştırıyorlar. Onlara göre, sınıf bakış açısına şaşmaz bir şekilde bağlı kalmak gereği ve hareketin kitlesel niteliğini sağlamak ‘bulanık’ ‘teoricilik’ yapmaktır.” (Devrimci Maceracılık, sf. 65)
Ya da çok bilinen bir başka örnek üzerinde duralım. Paris Komünü ve Marx’ın Komün karşısındaki tutumu örneği.
“1870 Eylülünde Komünden altı ay önce Marx, Fransız işçilerine doğrudan bir uyarma yaptı: Ayaklanma umutsuz bir budalalık eylemi olacaktır, diyordu ünlü Enternasyonal Çağrısında… Olaydan sonra değil, ama olaydan birkaç ay önce, ‘silaha sarılmayınız’ diyebilmişti.” (Lenin, Marx Engels Marksizm, sf. 202)
Dikkat edilsin, birkaç amaçsız ya da gösteriş amaçlı, “örgüt tabanına seslenen”, “öncünün kendini aşması”nın dayanağı bomba ya da devrimci militanların molotoflu-sapanlı gösteri yürüyüşü değil, konu, koca bir ayaklanmadır, Komün’dür. Ve Marx, daha altı ay öncesinden ayaklanmaya karşı çıkar ve onu “umutsuz bir budalalık eylemi” olarak niteler. “Silaha sarılmayınız” der. Şimdi Atılımcıların yolundan yürümeyi denedikleri, ama “tırnağı bile” olamadıkları Blanqui ve Blankistler de Marx’ı suçlarlar. Atılımcılar, şimdi, Marx’a karşı söz söylemeyecek, ama onun Komün’e yaklaşım ve tutumunun da kendi bireysel terörizm özentisi yaklaşım ve tutumlarını “sıfır”a indirgemesinden de kaçınamayacaklardır. Bırakın birkaç bomba patlatılmasını, Marx, proletaryanın geçici süre de olsa başarı kazanacak olan ilk ayaklanmasına, silaha sarılmaya karşı çıkmıştı. “Oportünist” miydi? “Oportünist” bir tutum mu almıştı? Yoksa şiddete dayanan devrim öğretisini bizzat formüle eden Marx, öğretilerini izleyen Türkiye’nin devrimci sınıf partisine de yol göstererek, ayaklanmaya, zamansız, çünkü koşullarının olgunlaşması yetersiz olduğu için mi, karşı çıkmıştı? Lenin’in, konuya ilişkin olarak Marksizmle Blankizmi karşılaştırması öğreticidir:
“Başarılı olabilmek için, ayaklanma, gizli tertiplere ve bir partiye değil, ileri bir sınıfa dayanmalıdır. Birinci nokta bu. Ayaklanma halkın devrimci kabarışına dayanmalıdır. Bu da ikinci nokta. Ayaklanma yükselen devrimin, halkın ileri saflarının eylemlerinin en yüksek noktasına ulaştığı, ve düşman saflarında ve devrimin zayıf, yarı-gönüllü ve kararsız dostları saflarındaki yalpalamaların en güçlü olduğu dönüm noktasına dayanmalıdır. Bu da üçüncü nokta. Ve ayaklanma sorununun ortaya konmasındaki bu üç koşul, Marksizmi Blankicilikten ayırdeder.
“Ama bu üç koşul ortaya çıkınca ayaklanmayı bir sanat olarak ele almayı reddetmek, Marksizme ve devrime ihanettir.” (Age, Marksizm ve Ayaklanma, sf. 399)
Blankistler, halkın devrimci kabarışını ve özellikle Paris-dışı taşranın, köylülüğün duyguları ve tutumuyla durumunu, düşman safları ve kararsızlar arasındaki yalpalamaları hesaba katmayan, işçi sınıfına değil ama “gizli tertiplere” ve “bir partiye” dayanan bir ayaklanma hazırlamaktaydılar. Marx’ın uyarısı, devrimci duruma ilişkin nesnel koşulların ötesinde, bu noktalardan oldu.
Ayaklanmanın patlamasıyla birlikte, Marx’ın tutum değişikliğini Lenin’den izleyelim:
“Eylül 1870’de, Marx, ayaklanmayı umutsuz bir budalalık eylemi olarak adlandırıyordu; ama Nisan 1871’de, halkın kitle hareketini gördüğü zaman, tarihsel devrimci harekete ileri bir adım olarak damgasını vuran büyük olayların içinde yeralan bir kimsenin keskin dikkatiyle onu gözlemiştir.
“Bu, diyor, bürokratik askeri mekanizmayı yerle bir etme girişimidir, ve başka ellere aktarma girişimi değil. Ve prudoncu ve blankicilerin önderlik ettiği ‘kahraman’ Parisli işçiler için en yüce övgüler söylemiştir. ‘Bu Parislilerdeki diye yazıyor, ‘ne esneklik, ne tarihsel inisiyatif, ne fedakarlık yeteneği! … Tarih bu büyüklükte benzer bir örneğe sahip değildir.’
“Marx’ın her şeyin üzerinde değer verdiği şey, yığınların tarihsel inisiyatifi idi….
“…
“Marx, önderlerin olgunlaşmamış kalkışıma karşı nasıl uyarılacağını biliyordu. Ama göğü titreten proletaryaya karşı tutumu, Blanqui ve Proudhon’un yanlış teorileri ve yanılgılarına karşın tüm hareketi daha yüksek bir düzeye çıkaran yığınların savaşımı içine katılan bir kimsenin, pratik bir öğütleyicinin tutumuydu.
“..
“Onun her şeyin üstünde değer verdiği şey, işçi sınıfının kahramanca ve fedakarca dünya tarihini yapmada inisiyatifi ele alması idi.” (Age, sf. 202-205)
Atılımcılar ve benzerleri, Marx’ın “her şeyin üstünde değer verdiği” “yığınların tarihsel inisiyatifi”ni, “işçi sınıfının dünya tarihini yapmada inisiyatifi ele alması”nı, yığınların ve işçi sınıfının kendisi ve çok çeşitli biçimler içinde gelişen mücadelesiyle birlikte, hiç değerli görmezler. Varsa yoksa, sınıfın dışında, ondan ve mücadelesinden tamamen kopuk bir parti olarak örgütlenmiş “öncü” ve onun bomba patlatarak ve “kendi” barikatlarını kurarak vb. “kendini aşması”! Atılımcıların “devrimci şiddeti”, işçi ve emek yığınlarının mücadelesine ilişkin olarak ve bu mücadelenin üst biçiminin özünü oluşturmak üzere ortaya çıkmıyor ve öyle kavranmıyor; Blankizm özentisiyle, kendi “şiddetleri”, istedikleri zaman, birkaç kişinin bomba atması ya da 50-100 kişinin yolları molotofla kapatması ve barikat kurması olarak ortaya çıkıyor. Şiddete dayanan devrim mi? O bir hayaldir, işçi ve sömürülen yığınların, propaganda ve ajitasyon, ama en çok da kendi mücadele deneylerinden öğrenerek devrime hazırlanması gerekmemektedir, ya da hayal değildir, onu da birkaç militan ve “kendini aşacak” bir “öncü” parti –en çok benzerleriyle eylem birliği halinde– “yapacaktır”! Proletarya diktatörlüğü mü? Yalnızca hüsnü kabul gösterir, zaman zaman adını anmakla yetinirler. İşçi sınıfı içinde çalışma, onun mücadelesinin birleştirilerek gelişmesi için çaba, tüm sömürülen yığınların eylemli işçi sınıfı etrafında toplanması ve emek mücadelesinin birleştirilmesi, her şeyin sınıfın ve emek yığınlarının bu birleşik mücadelesinin ilerlemesinin ihtiyaçlarına göre kararlaştırılması yerine geçirilmiş “öncülerin” mücadelesi ve “öncü”nün ihtiyaçlarının belirlediği yaklaşımlar, taktikler ve çalışma ile proletarya diktatörlüğünün gerçekleşmek bir yana savunulması mümkün değildir. Ama bıçaktan keskin görünmeye çalışır, bununla örgüt tabanlarına mesajlar vermeye yönelirler. Yığınların mücadelesinin gelişmesiyle bağlı olmayan olur-olmaz bombalamalarla bu mücadelenin gelişmesinin ve işçi ve yığın örgütlerinin darbelenmesine karşı durarak, sınıf bakış açısına şaşmaz bir şekilde bağlı kaldıkları ve hareketin kitlesel niteliğini sağlamayı gözettiklerinde, Marksistleri ve sınıfın devrimci partisini, “devrimci şiddeti reddetmek” ve “oportünizm” ve “reformculuk”la suçlamaktadırlar. Bilmemektedirler ya da belki duymuşlardır ama işlerine gelmemektedir ki, “… emekçi halk olmadan bütün bombalar güçsüz ve gerçekten güçsüz kalacaktır.” (Devrimci Maceracılık, sf. 61)

MÜCADELE BİÇİMLERİ SORUNU
Öncü sınıfı ve tüm sömürülen yığınları hesaba katmayan, toplumların ilerletici ve dönüştürücü dinamiğinin “öncüler mücadelesi” değil ama uzlaşmaz karşıtlık halindeki sınıfların çatışması ve mücadelesi olarak kavramayan, devrimci şiddeti de bu çerçevede, burjuva devletin, yerine proletarya diktatörlüğü konmak üzere kırılıp parçalanmasına bağlanmış içeriğiyle ele almayan yaklaşımın, mücadele biçimleri sorununa ilişkin tutumunun “seçmecilik”, “masa başı uydurmacılık”, mücadele biçimlerinin, “öncü”nün ihtiyaçları ve durumuna göre, yığınlar ve mücadeleleriyle ilişkisiz kararlaştırılması olarak belirmesi kaçınılmazdır. Mücadele biçimleri karşısındaki tutum, sınıf mücadelesine yaklaşımın doğrudan ürünü ve devamıdır.
Mücadele biçimlerine ilişkin temel sorun, hangi tür mücadelenin biçimlerinden söz edildiğiyle başlar. “Öncü”nün mücadelesi, “öncü savaşı” vb. mi, yığın mücadelesi mi? Sınıf mücadelesi, genel olarak ya da herhangi bir dönemde (koşulda) yığınsallığı ve yığınsal ihtiyaçlarından koparılıp “öncü mücadele”ye indirgendiğinde, mücadele biçimleri sorununun doğru ele alınması ve çözümlenmesi olanaksızlaşır. Ele alış, tamamen iradeci zorlama ve seçmecilikle sakatlanır, idealist bir zemine oturur. “Biçimler” sorununa doğru yaklaşım, mücadelenin sınıf mücadelesi, öyleyse yığınsal içerikli bir mücadele, işçi ve sömürülen yığınların mücadelesi olarak anlaşılıp kabul edilmesine dayanır.
Sınıf mücadelesinin, kimi zaman durgun kimi zaman yükselerek, kimi zamansa patlamalarla gelişen, işçi ve sömürülen sınıfların, birleşme ihtiyacıyla, şurada burada, bazen ücret, sosyal hak, bazen daha ileri, bazen da politik taleplerle süren mücadelesinin uzun, sabır isteyen, hele ülke çapında (hatta yerel ölçülerde bile) birleştirilmesi, işçi ve diğer emekçi sınıflar içinde sabırlı olduğu kadar sürekli ve sistemli aydınlatma ve örgütlenme çalışması yürütülmesini şart koşan akışını, genellikle en basit bir talep için bile uzun soluk, direngen çaba ve kuşkusuz tüm çalışma ve yaşam koşullarını emekçilerle paylaşmayı, onlar içinde “erime”yi gerektiren işçi ve emek yığınları içindeki çalışmayı bıktırıcı ve katlanılmaz bulan, sınıftan kopuk ve bu kopukluğu gidermek için çaba harcama yerine sınıf-dışılığı ve ara sınıfların kolay ve çabuk kurtuluş hayallerini meslek edinen aydın, küçük burjuva unsurlar, bu tutumlarını, umutsuzlukla sistemleştirmişlerdir. Buradan sistemleştirilen bir yaklaşım ve tutum, bireysel terörizm olmuştur. Dünya ve Türkiye tarihinde pek çok örneği görülen bu tutum, günümüzde yine zorlanarak dayatılma eğilimi göstermektedir. Tek farkla ki, günümüzdeki biçimiyle, bu yönlü yaklaşım ve uygulamaları ciddiyetinden büyük ölçüde kaybetmiş, karikatürleşerek, iş, “bankalara zarar verme” adına bankamatik aygıtlarının molotoflanmasına ve bu işi yapanların, “gerillalarımız başarıyla üslerine dönmüşlerdir” biçiminde çocukça yüceltilerek haberleştirilmesine varmıştır.
Türkiye, bireysel terörizmin etkinliği döneminden geçmiştir. Bu yönlü görüşler ’60’ların sonlarıyla ’70’lerin hemen başında formüle edilmiş ve uygulamaya aktarılmıştır. Emekçi halk olmadan, halktan, işçi ve emekçilerin mücadelesinden kopuk, onun bir biçimi olmayan “silahlı mücadele” ya da “silahlı propaganda”nın “evrim ve devrim dönemlerinin iç içe geçtiği III. Bunalım Dönemi koşullarında” kural olarak temel mücadele biçimi olduğu ileri sürülmüş, bu, “politikleştirilmiş askeri savaş” ve halk savaşının “ön aşaması” tanımlamasıyla “öncü savaş” olarak nitelendirilmiş; “öncü savaşçılarla” baş edemeyecek “devletin kofluğu”nu göstererek, bir “propaganda yöntemi” olarak halkı aydınlatacağı ve halkla devlet arasında oluştuğu ileri sürülen “suni denge”yi kıracağı, halkın örgütlenmesi ve mücadelesinin önünü açacağı ileri sürülmüştür. Bu yöndeki görüşler ve benzerleri, ’70’lerin başında ve ’75-80 arasında pratiğe oldukça yaygın olarak uygulanmış, “kendinden menkullüğü”, sınıf mücadelesi pratiğinden kopuk formülcülüğü, belirli biçimlerin her koşulda sürekli olarak “temel” olduğuna dair iradeci inanışının mücadelenin koşullarındaki değişime bağlı olarak biçimlerindeki değişimin kaçınılmazlığını dikkate almayan metafizik içeriği Marksistler tarafından kuşkusuz eleştirilmiştir.
Benzer teoriler ve uygulamaları, özellikle Avrupa ve Amerika’nın latin ülkeleriyle Rusya’da da görülmüştür. Kökleri Blanqui, Bakunin ve Narodnikler’e dayanır. Lenin Narodnizmin izini süren S-R’lerin pozisyonunu kısaca şöyle tanımlamıştır: “İlkin bu parti, Marksizmi yadsıyarak herhangi bir siyasal eyleme girişmeden önce, sınıf güçlerini ve bu güçler arasındaki ilişkiyi hesaba katmanın gereğini anlamamakta direniyordu (belki de daha doğrusu anlayamıyordu). İkincisi, bu parti, bireysel terörizmi, suikastleri doğru bir eylem olarak tanımayı, kendi ‘devrimci’ ruhunun, ya da ‘solculuğunun’ özel bir belirtisi sayıyordu; ki bunu, biz Marksistler, kesin olarak reddederiz. Elbette ki biz bireysel terörü, yerinde bir davranış saymadığımız için reddederiz. Oysa büyük Fransız Devriminin terörünü ‘ilke olarak’ mahkum edebilen, ya da bütün dünyanın burjuvazisi tarafından kuşatılmış muzaffer devrimci bir parti tarafından genel olarak uygulanan terörü mahkum edebilen kimselerle, Plehanov, daha 1900-1903 yıllarında, henüz Marksist ve devrimci iken, alay etmiş, onları gülünç duruma düşürmüştür…” (“Sol” Komünizm, sf. 24)
Narodnikler düpedüz suikastlerle sonuç alacaklarını öngörüyorlardı ve tamamen bir gizli örgüt olarak Çarlığa karşı savaş açmışlardı. Yaşam ve Marksist eleştiri görüşlerini etkisizleştirdi. Ancak az-çok hareketli yükseliş dönemlerinde, iz sürücüleri S-R (Sosyalist-Devrimciler) Partisi tarafından görüşleri kabul edilebilir hale getirilmeye çalışılarak, aynı öze sahip görüşler ve pratik yeniden ve yeniden gündeme getirildi.
S-R’ler, suikast vb. türü halktan ve mücadelesinden kopuk bireysel terör eylemlerinin “zihinleri aydınlatacağını”, işçi ve halk hareketini “kızıştıracağını/heyecanlandıracağını”, her terörist eylemin “otokrasiden bir parça koparıp özgürlük savaşçılarına güç aktaracağını” ileri sürüyorlar, “her defasında bir kahraman, tek başına bir savaşa  katılıyor ve bu da bizim içimizdeki mücadele ve cesaret ruhunu kabartıyor” görüşünü savunuyor ve savunulamaz hale gelen görüşlerini “yumuşatarak”, “biz terörizmi yığınlar içindeki çalışmanın yerine değil, fakat esas olarak yığınlar içindeki çalışma için ve onunla birlikte savunuyoruz” diyorlardı. (Bkz. Devrimci Maceracılık ve Ne Yapmalı)
“Öncünün kendini aşması” teorisiyle eski “öncü savaş” teorisini geri bir düzeyde yenilemeye yönelen Atılımcılar ne diyor?
“Devrimcilerin, komünistlerin silahlı eylemleri, ezilen emekçi halkların devrimci iradesini örgütlüyor” diyor, “…tüm mücadele araçlarını cüretle kullananların ezilenlerin iradesini açığa çıkarmada, egemenleri zorlamada kazandıkları başarılar…” ve “Girilmez denilen yerlere girenlerin, yapılamaz denilenleri yapanların ezilenlerin bilincinde örgütledikleri değişim..”den söz açıyorlar. Bu görüşler, kuşkusuz, “silahlı propaganda” ile “devletin kofluğunu” gösterme eski iddiasıyla bağlantılı olduğu gibi, Lenin’in eleştirdiği “aydınlatmacılık”, “cesaretlendiricilik” ve “güç aktarımı” yoluyla “örgütleyicilik” saçmalamasıyla da bağlantılıdır. Üstelik kuşkusuz Atılımcılar da, bireysel terörizmi, “komünistlerin silahlı eylemleri”ni, yığınlar içindeki çalışmanın yerine koymadıklarına, ama ikisini birlikte savunduklarına yemin edeceklerdir. İşte, “öncünün kendisini aşma” vurgusunu biraz abarttıklarını sezerek, ilk elde söylediklerinden biri: “Öncünün kendi hazır kuvvetlerinin seferberliği ve savaştırması yolundan kazandığı gerçekten değerli başarılar, önderleşme yürüyüşünde iddia kaybı da olan kendi güçleri ile savaşmayı kitleleri seferber etme, kitlelerin önderliğini üslenmenin yerine ikame etme kolaycılığına, ‘kitlelere hücum’ çizgisinden sapmaya neden olmamalıdır.” (3 Temmuz)
“Kitlelere hücum” ettiklerinden kuşku duyulamaz! Kitlelerin az-çok birleşme eğilimi gösteren mücadelelerinin bile önünü kesmeye giriştikleri ortadadır.
Bombaların, “Bariz bir burjuva demokrasisi perspektifiyle, patlayan her bombada ‘demokratikleşme sürecinin’ selameti için kaygılananlar”ın, “Barışçıl parlamenter yöntemlerle ulaşmaya çalıştıkları burjuva demokrasisi programı” (Atılım, 3 Temmuz) savunucularının suçlanmasına dayandırmaya uğraştıkları teorik temellendirilmesi, baştan ayağa saçmadır. Evet Türkiye’de “demokratikleşme sürecinin selameti için kaygılananlar”, “barışçıl, parlamenter yöntemlerle ulaşmaya çalıştıkları burjuva demokrasisi programı” savunucuları vardır. Ama bu tür yaklaşımların varlığı bombaları gerekli kılar ya da haklı çıkarır mı? Mücadele biçimlerine yaklaşım, “şiddete dayalı” ya da “şiddet içeren biçimleri” benimseyenler ve “barışçıl, parlamenter biçimleri” benimseyenler ayrımını dayatan yaklaşım olabilir mi? Bilinmez mi ki, Türkiye’de “öncü savaş”ı savunmuş olanlar bir yana, Narodniklerle S-R’ler, hem şiddete dayanan mücadele biçimlerini yüceltmişlerdir, hem de programları, burjuva demokrasisi programıyla sınırlıdır. Ve yine bilinmez mi ki, barışçıl ve parlamenter biçimleri en çok savunan ve bu yönden “sol” komünistleri uyaran Lenin olmuştur.
Anlaşılmalıdır ki, sorun reçetecilikle ve soyut “devrimci şiddet” övgüsüyle ele alınamaz ve çözülemez. Konuya ilişkin Lenin’e başvurmak öğretici olacaktır:
“Savaşım biçimleri sorununun incelenmesinde her Marksistin temel istemleri nelerdir? İlkin, Marksizm, öteki tüm ilkel sosyalizm biçimlerinden tek bir özel savaşım biçimine bağlı kalmamakla ayrılır. En değişik savaşım biçimlerini kabul eder, ve onları ‘uydurmaz’, ama devrimci sınıfların, hareketin gelişimi içinde kendisini gösteren savaşım biçimlerini yalnızca genelleştirir, örgütler ve bunlara bilinçli bir ifade verir. Bütün soyut formüllere ve bütün doktrinci reçetelere kesenkes düşman olan Marksizm, hareket geliştikçe, yığınların sınıf bilinci arttıkça, iktisadi ve siyasal bunalımlar keskinleştikçe, savunma ve saldırının yeni ve değişik yöntemlerinin sürekli bir biçimde doğmasını sağlayan ilerleme içindeki kitle savaşımına karşı dikkatli bir tutum takınılmasını gerektirir. Bu nedenle, Marksizm, kesin olarak herhangi bir savaşım biçimini reddetmez. Marksizm, mevcut toplumsal durum değiştikçe, kaçınılmaz olarak, bu döneme katılanlarca bilinmeyen yeni savaşım biçimlerinin doğacağını kabul ederek, yalnızca o anda olanaklı ve varolan savaşım biçimleriyle kendini hiçbir koşul altında sınırlamaz. Bu yönden Marksizm, kitle pratiğinden, eğer öyle ifade edebilirsek, öğrenir, ve ‘sistem yapanların’ tek başına çalışmalarıyla keşfedilen savaşım biçimlerini yığınlara öğretmek yolunda hiçbir iddiada bulunmaz. Biz biliyoruz ki –toplumsal devrim biçimlerini incelerken örneğin Kautsky böyle demiştir– yaklaşan bunalım, bizim şimdiden görmek yeteneğinde olmadığımız yeni savaşım biçimleri getirecektir.
“İkinci olarak, Marksizm, savaşım biçimleri sorununun kesenkes tarihsel bir incelenmesini ister. Bu sorunla, somut tarihsel durumdan uzak olarak uğraşmak, diyalektik materyalizmin esas ilkelerinin anlaşılmadığını gösterir. İktisadi evrimin farklı aşamalarında, siyasal, ulusal-kültürel yaşam ve öteki koşullardaki farklılığa bağlı olarak, farklı savaşım biçimleri öne geçer ve savaşımın başlıca biçimleri halini alır; ve bununla bağlantılı olarak, ikincil, yedek savaşım biçimleri de değişikliğe uğrar. Belirli bir hareketin, belirli bir aşamasındaki somut durumun ayrıntılı bir incelenmesini yapmaksızın, herhangi bir özel savaşım aracının kullanılıp kullanılmayacağı sorusuna evet ya da hayır biçiminde verilecek bir yanıt, Marksist tutumu tümden bırakmak anlamına gelir.
“Bunlar bize önderlik etmeleri zorunlu olan iki temel teorik önermedir.” (Marx Engels Marksizm; Gerilla Savaşı, sf. 185-6)
Kendi başına, Marksizmle Atılımcılar arasındaki uçurumu ve Atılımcıların sınıfın devrimci partisi ve sözcülerine yönelttiği suçlamaların karaçalıcı içeriğini ortaya koyan Lenin’in aktardığımız pasajından öğrenilecek temel öneme sahip vurguları sıralarsak:
1.    Yığınların esas alınması vurgusu.
2.    Soruna, yığınların mücadelesinin biçimleri sorunu olarak yaklaşım.
3.    Marksizm, tek bir özel mücadele biçimine bağlı kalmaz, bu noktada ilkel sosyalizm biçimlerinden ayrılır.
4.    Marksizm, kesin olarak hiçbir mücadele biçimini reddetmez, yalnızca, yaşanılan koşullarda varolan, o an için olanaklı mücadele biçimleri ve onların kabulüyle kendisini sınırlamaz; en değişik mücadele biçimlerini ilke olarak kabul eder. (İlke olarak terörü ve teröre dayalı mücadele biçimlerini de kabul eder.)
5.    Yeni ve değişik mücadele biçimlerinin sürekli bir biçimde doğmasını sağlayan, ilerleme içindeki kitle mücadelesidir.
6.    Yeni ve değişik mücadele biçimlerinin ortaya çıkışı, hareketin gelişimine, yığınların sınıf bilincinin artışına, iktisadi ve siyasal bunalımlara ve derinliğine bağlıdır. Bu gelişme ve değişmeler –kuşkusuz nesnel olanlar belirleyiciliğinde– bir arada, sömürülen yığınların toplumsal pozisyonlarını, diğer sınıflarla ilişkilerini ve ruh hallerindeki değişmeleri, tarihsel inisiyatifler alma eğilimlerini koşullar. Mevcut toplumsal durum değiştikçe, kaçınılmaz olarak, bu döneme katılanlarca bilinmeyen yeni mücadele biçimleri doğar; farklı somut durumlarıyla yığınlar giderek farklılaşan mücadele biçimlerine eğilim gösterirler.
7.    Marksistlere düşen, “öncü”nün ihtiyaçlarına göre, kendi kafalarından biçimler uydurmak ya da keşfetmek değildir. Marksisti küçük burjuva maceracısından, bireysel teröristten ayırt eden, devrimci sınıfların, hareketin gelişimi içinde kendisini gösteren mücadele biçimlerini yalnızca genelleştirmeyle, örgütleme ve bunlara bilinçli bir ifade vermeyle yetinmeleri, ama kendiliklerinden biçimler “yaratma”ya girişmemeleridir. Marksizm, “keşfedilen savaşım biçimlerini yığınlara öğretmek yolunda hiçbir iddiada bulunmaz”, tersine, “kitle pratiğinden, eğer öyle ifade edebilirsek, öğrenir”.
8.    Mücadele biçimleri sorunu, ne kitlelere dışarıdan biçimler dayatmaya yönelmiş devrimci irade zorlamalarıyla ne de –şu biçim “temeldir” biçiminde– değişmez, donmuş kalıpları içinde metafizik yöntemle ele alınabilir. Mücadele biçimlerinin ayırt edici özelliği, tarihsel oluşlarıdır. Kitlelerin mücadelesinin nesnel ve öznel toplumsal koşullarının farklılaşmasına bağlı olarak farklı savaşım biçimleri öne geçer ve savaşımın başlıca biçimleri halini alır; ve bununla bağlantılı olarak, ikincil, yedek savaşım biçimleri de değişikliğe uğrar. Belirli biçimler yetersiz hale gelir, eskir ve gündemden düşerken, belirli yeni biçimler doğar, öne geçer ve mücadelenin esas biçimlerini oluştururlar. Burada, iradeye ve öncüye düşen rol, kendi istemlerini dayatmak değil, yeni biçimleri sistemleştirmeye ve örgütleyerek, mücadelenin bilinçli biçimleri haline gelmelerine çalışmak, kitle mücadelesinin gelişmesine uygun davranmaktır. Belirli bir hareketin belirli bir aşamasındaki somut durum ayrıntılarıyla incelenmeden, herhangi bir özel mücadele biçim ve aracının kabulü ya da reddine karar verilemez.
Anlaşılmış olmalıdır ki, ne bombanın genel bir savunması yapılabilir ne de ilke olarak inkarı mümkündür. Ya da ne barikatlar genel olarak doğrudur ne de genel olarak yanlış. Doğru ile yanlışı ayırt edecek olan, kitle hareketinin gelişimi kadar, kitlelerin mücadele eğilimleri ve inisiyatif almaya yatkınlıklarını, sezgileri ve ruh hallerini de etkileyen somut maddi toplumsal koşulların, iktisadi ve siyasal bunalımlar da içinde olmak üzere, toplumsal iktisadi ve siyasal koşullardaki değişme ve dalgalanmalar, ulusal-kültürel, etnik, çalışma ve yaşam koşullarının o somut durumdaki şekillenişi temel olmak üzere, bu şekillenişi de olumlu ya da olumsuz etkileyecek olan kitlelerin bilinç ve örgütlenme düzeyine (en son, devrimci sınıf partisinin bu düzeyi ilerletme yeteneğine) ilişkin öznel koşulların o anki somutudur. Dolayısıyla NATO toplantısı “hayati dönemeç noktasıdır” (Atılım, 3 Temmuz) tespitiyle, “öncü” için “hayati” ve gerekli olanın nesnel ve öznel yönleriyle yığınlar bakımından da “hayati” ve gerekli hale gelip gelmediğine bakılmaksızın, “ezilen kitlelerin iradesini örgütleme” ya da “açığa çıkarma” adına bombalarla barikatların gündeme getirilmesi, sadece çocukçadır ve Marksizme çıkarılmış reddiyedir. “Öncü”nün doğrularının yığınların doğrusu haline gelmesi, tersine, kitle mücadelesinin birçok biçimini eskitip yeni biçimleri gündeme sokacak gelişmesinin ürünü olabilir. Bu, kuşkusuz, hareketin gelişmesi ve onun nesnel (ve öznel) koşullarının onu mümkün kılan uygunluğu ve uygunlaşmasının ilerleyişiyle olanaklıdır. Binlerce fabrikada, yanı sıra diğer emekçi sınıflar içinde, yerel ve ülke çapında, ekonomik ve siyasal talepler üzerinden yürütülecek propaganda, ajitasyon ve örgütlenme çalışmasının, iktisadi ve siyasal eylemlerin, grevler, direnişler, gösteriler vb. sürecinde sağlanabilecek “öncünün doğrularının kitlelerin doğrusu haline gelmesi” olmadan, sabır isteyen “bıktırıcı” her gün her saat sürekli ve kararlı çaba ve sınıf bakış açısı ve tutumuna şaşmaz bir bağlılık isteyen sınıf ve emekçi yığınlarla yaşamı paylaşma ve mücadelelerini birleştirmeyi amaçlayan kuşkusuz zor çalışmadan sıkılarak ya da zaten böyle bir zorluğa soyunmadan, sınıftan kopukluğu örgütleyen bir küçük burjuva partinin, “öncü”yü kitlelerin, “öncü”nün çalışmasını kitlelerin mücadelesi yerine koyarak attığı bombaların, kurduğu barikatların sınıftan kopukluğun yüceltilmesi ve teorileştirilmesi çabasından başka bir şey olmadığı kesindir. Ve hayalciliğin dikalası: Gecekondularını savunan Pendik-Ertuğrulgazi mahallesi sakinleri barikat kurup direnmeyi beylerimizden, “Okmeydanı direnişine” bakarak öğrenmiş! Evet, Paris Komünarları da onlardan öğrenmişti, 1905 barikatçıları da!
“Gerilla Savaşı” adlı makalesinde Lenin, mücadele biçimlerinin tarihsel gelişimine ilişkin bir tablo da çıkarır. Her ülkede ve her koşulda aynı sıralama izlenecek diye bir tez kuşkusuz ileri sürülemez; ancak Lenin’in “biçimler”in gelişimine dair söyledikleri öğreticidir. Örneğin ekonomik grevlerden başlar, ele almaya, “öncü”nün kurduğu barikat ya da attığı bombadan değil; ve kitle mücadelesinin biçimleri olarak sıralamayı sürdürür:
“Rus Devrimine dönelim. Onun ortaya koymuş olduğu savaşım biçimlerinin tarihsel gelişimini anımsayalım. Önce işçilerin ekonomik grevleri (1896-1900) vardı, daha sonra işçilerin ve öğrencilerin siyasal gösterileri (1901-1902), köylü ayaklanmaları (1902), çeşitli gösterilerle birleşen kitle siyasal grevlerinin başlangıcı (Rostov 1902, 1903 yazı grevleri, 9 Ocak 1905 grevleri), tüm Rusya’yı kapsayan siyasal greve, yer yer, yerel barikat savaşlarının eşlik etmesi (Ekim 1905), kitle barikat savaşı ve silahlı ayaklanma (Aralık 1905), barışçıl parlamenter savaşım (Nisan-Naziran 1906), kısmi askeri ayaklanmalar (Haziran 1905-Temmuz 1906) ve kısmi köylü ayaklanmaları (1905 sonbaharı-1906 sonbaharı).
“Genel olarak savaşım biçimleri ile ilgili olarak, 1906 sonbaharında durum böyledir.” (Marx Engels Marksizm; Gerilla Savaşı, sf. 187)
Mücadele biçimlerinin gelişimine dair benzeri sıralama ve tabloları Lenin ve Stalin’in birçok makalesinde bulmak mümkündür. Hiçbirinde “öncünün kendini aşma” “biçimleri” çocukluğuna yer verilmez. Sorun, kesindir; “öncü”nün değil, kitle mücadelesinin biçimleri sorunudur ve ötesi oyun oynamaktır. Silahla oyun oynanmaması gerektiği ise, özellikle Marx ve Lenin tarafından yine çok yerde belirtilmiştir.
Son aktardığımız pasajda “barikat savaşı”nın sözü edilmektedir. Bu ve benzeri şiddete dayalı biçimler nedir peki, nasıl anlaşılmalı ve ele alınmalıdır?
Lenin bu pasajı alıntıladığımız makalesinde gerilla savaşı üzerinde durur ve eskimiş biçimleri ileri sürerek yeni mücadele biçimlerinin doğuşu ve gerekli hale gelişini anlamayanları eleştirerek, ve önemlisi, silahlı mücadele biçimlerinin koşullarına da değinerek, şunları söyler:
“…Aralık’tan sonra ‘gerilla’ savaşlarının belirgin bir biçimde yaygınlaşması gerçeği, ve onun yalnızca iktisadi bunalımın değil, aynı zamanda da siyasal bunalımın şiddetlenmesi ile de bağıntısı tartışma götürmez. Eski Rus terörizmi, aydın komplocunun işi idi; bugün, genel kural olarak, gerilla savaşı, işçi savaşçılarca, ya da doğrudan doğruya işsiz işçilerce verilmektedir. Blankicilik ve anarşizm, klişecilik zaafı olan kimselerin kafasında kolayca oluşur, ama bir ayaklanma ortamında, ki bu Letonya toprağında çok açıktır, böylesine bilinen yaftaların işe yaramazlığı artık herkesçe bilinmektedir.
“Litvanyalıların örneği, aramızda çok yaygın olan, bir ayaklanma ortamının koşullarına değinmeden gerilla savaşının tahlilini yapmanın ne denli yanlış, bilimsel ve tarihsel olmaktan uzak olduğunu açıkça göstermektedir. Bu koşullar akılda tutulmalıdır, büyük ayaklanma hareketleri arasındaki ara dönemin kendine özgü özelliklerini düşünmeliyiz, bu tür koşullar altında ne tür savaşım biçimlerinin kaçınılmaz olarak ortaya çıkacağını anlamalıyız….” (Age; sf.190, abç)
Bireysel terörizme yönelik eleştirisini önceden gördüğümüz Lenin, gerilla savaşı ya da genel olarak genelleşmiş silahlı mücadele biçimlerinin, şiddete dayalı mücadele biçimlerinin, yalnızca iktisadi değil siyasal bunalımın da şiddetlenmesiyle bağıntısını kurar. Bireysel terörizm aydın komplocular tarafından yürütülürken, işçilerce üstlenilen gerilla savaşının bireysel terörizmle yaftalanmasına karşı çıkar ve “ayaklanma ortamı”nın varlığına dikkat çeker. Lenin’e göre gerilla savaşı, “büyük ayaklanmalar arasındaki ara dönemin kendine özgü özellikleri”nin kaçınılmaz ürünüdür; ayaklanmalar arasındaki döneme özgüdür. Daha açık söyler:
“Gerilla savaşı, yığın hareketinin bir ayaklanma noktasına gerçekten ulaştığı ve iç savaşın ‘büyük girişimleri’ arasında oldukça geniş bir aralık olduğu bir sıradaki kaçınılmaz bir savaşım biçimidir.” (Age, sf.191)
Burada bombaya da yer vardır, silaha da. Üstelik, bu biçimi başlıca biçim olarak, “toplumsal savaşımın tercih edilen ve hatta tek biçimi olarak benimseyen halkın başıboş unsurları, lumpen proletarya ve anarşist gruplar” (Age, sf. 189) tarafından dejenere edilmesi tehlikesine karşı –hem de kuşkusuz genel bir ihtiyaç olarak– gerilla savaşına sistemli ve bilinçli, tamamen örgütlü bir ifade verme zorunluluğu vardır. Ya da, “Gerilla savaşının, sınıf bilincine ulaşmış proleterleri, aşağılık, sarhoş ayaktakımı ile yakın işbirliğine sokacağı söyleniyor. Bu doğrudur. Ama bu yalnızca demektir ki, proletaryanın partisi, gerilla savaşına, biricik, ya da hatta baş savaşım yöntemi olarak hiçbir zaman bakamaz; bu demektir ki, bu yöntem öteki yöntemlere bağlı kılınmalıdır, yani savaşın baş yöntemleriyle uygun hale getirilmelidir ve sosyalizmin aydınlatıcı ve örgütleyici etkisiyle yüceltilmelidir.” (Age, sf. 194)
Lenin’in koşul farklılıkları ve farklı koşullarda silah kullanma üzerine söylediklerinden, Irak ve Filistin’de patlayan bombalarla günümüz Türkiyesi’nde patlayanların “farklı türden” bombalar olduğu kolaylıkla anlaşılacaktır. Sonuçta, bomba bombadır; ancak biri gerilla savaşçısının, diğeriyse bireysel terörizmin bombasıdır. Biri kitlelerin ortasına atılmamakta, ama kitleler tarafından benimsenip savunulmakta, kitle hareketine bağlanmakta ve ona hizmet etmekte, diğeri kitle hareketinin ortasına atılmakta, kitleleri hareketlenmekten caydırmakta, devrimcilerden uzaklaştırmaktadır; zaten kitle hareketiyle herhangi türden bağından da söz etmek olanaksızdır.
Mücadele biçimlerinin “koşullar”la bağlı olması ve “tarihselliği”, bir başka yönüyle de Atılımcı gevezeliği açıklayıcıdır: “Gerilla emeklileri”nden söz açanlar, biraz sabretmesini öğrenmek zorundadırlar. Gerilla bir kez başladı mı, onun sonsuza kadar sürdürülme zorunluluğunun ileri sürülmesi, en azından Marksizmle ilişkinin kesilmiş olması demektir. Gerilla savaşına ya da diğer silahlı biçimlere isteğe göre başvurulamayacağı gibi, bu biçimler ne başlıca ve tek mücadele biçimleri olurlar ne de koşulları ortadan kalktığında ısrarcısı olanı iflah ederler. 1906’da gerilla savaşını öven ve partinin onu sosyalizmin aydınlatıcı ve örgütleyici etkisiyle yüceltme zorunluluğundan söz eden Lenin, 1907 ve ’08’de gerilla savaşının sürdürülmesini değil ama Duma seçimlerine katılmayı savunduğunda, herhalde, ne “oportünizm”e savrulmuş ne de kendisini “emekliye ayırmış” olmalıdır! Ya da kuşkusuz Bolşevik Partisi’nin Duma seçimlerine katılması dolayısıyla, ne parti ne de Lenin parlamentarist olmuşlardır! Boş ajitasyon yapan Atılım’a göre ise, böyle olması icap etmektedir!
Yeri gelmişken mücadelenin çok yönlülüğü ve birçok biçimden geçerek ilerleyişi ve özel olarak “sol” komünistlerin küçümsediği parlamenter biçimlerle ilişkisi üzerine yine Lenin’e bakalım:
“Bugün bir ihtilal durumu yoktur. Yığınlar arasında huzursuzluk doğuracak ve onların etkinliklerini artıracak şartlar yoktur. Bugün elimize bir oy kağıdı verirler, siz de bunu alırsınız; bu oy kağıdını, hapise tıkılmaktan korktukları için parlamentodaki koltuklarına yapışmış kimseler için bir iş sağlama aracı olarak değil de, düşmanlara karşı bir silah olarak kullanmak üzere örgütlenmenin yolunu öğrenirsiniz. Yarın oy kağıdı alınır, elinize bir tüfek, ya da son modaya göre hızla ateşlenen şahane bir silah verirler. Bu öldürücü silahı alır ve savaştan korkan pis sümüklülerden hiç sakınmazsınız. İşçi sınıfının kurtuluşu için ateş ve kılıçla tahrip edilmesi gereken daha çok yer var dünyada. Eğer yığınlar arasında öfke ve umutsuzluk artar ve bir ihtilal durumu ortaya çıkarsa,  yeni örgütler meydana getirmeye hazırlanır ve bunları yararlı duruma getirirsiniz.
“Bu, elbette kolay değildir. Birçok hazırlıklar ve ağır fedakarlıklar ister. Bu, örgütlenmenin ve mücadelenin, öğrenilmesi gereken yeni bir biçimidir. Hatalara ve tersliklere uğramadan bu yolda bilgi kazanılamaz. Böyle bir sınıf mücadelesi, manevra yapmak, yürümek ve siperlerde yatmakla ilgili olduğu kadar, bir kaleye saldırır gibi seçimlere katılmakla da ilgilidir. Böyle bir mücadeleyi tarih sık sık gerekli kılmaz; ama bir gün gelir, onun da önemi anlaşılır. Bu mücadelenin yapılabildiği ve yapılması gerekli gün sayısı, öteki tarihi çağlardakine eşittir.” (Proletarya İhtilali ve Dönek Kautsky, sf. 67-68)
Sorun, barışçıl, parlamenter mücadelenin, kitle mücadelesinin bir biçimi olarak kabulü ya da reddiyle sınırlı değildir; bu, “biçimler” sorununun, bir bütün olarak, kafa karışıklığıyla ele alındığını gösterir; içeriğin, kitle mücadelesinin ve sınıfın davasının, bazıları –şiddete dayalı olanlar– “devrimci” nitelemesiyle yüceltilirken diğerlerinin “lekeli”, “oportünist” vb. sayıldığı  “biçimler” karşısında önemsiz varsayıldığına delalet eder; ancak hâlâ, özel olarak terör ve terörizm üzerinde durmak gerekli kalmaktadır.
Parlamenter ya da başka barışçıl biçimler, grevler, gösteriler vb., kitlelerin ve kitle mücadelesinin, hareketin belirli aşamalarında kaçınılmaz biçimleri olarak görünürler. Burjuvazi ile işçi sınıfı ve tekeller ve bir bütün olarak gericilikle halk (işçi ve emekçiler) arasındaki şiddeti içeren uzlaşmaz karşıtlık ve kapitalizmin bizzat kendi dalgalanmalı (krizler vb.) gelişimi ve siyasal aygıtlarıyla birlikte bütün bir üst yapısını saran çürüme, tek tek kapitalist ülkeleri, uluslararası boyutları da olan “içinden çıkılmaz” durumlara kaçınılmaz olarak sürükler. Devrim durumlarının oluşmasına da götüren bu gelişme, kitle hareketinin kendi gelişme özellikleriyle birlikte, kitlelerin bağımsız tarihsel inisiyatiflerinin önündeki “barikatlar”ın çözülmesi ya da yıkılmasına götürecektir. Bu, kitlelerin, artık eski biçimlerle yetinemeyeceği ve mücadelelerinin yeni biçimler alacağı bir gelişme izlemesinin kaçınılmazlığı da demektir. Bu, kitle mücadelesinin tarihsel sınavlardan geçmiş gelişme çizgisini ortaya koyar. “…herhangi bir halk hareketi sınırsız sayıda biçimler alır, sürekli olarak yeni biçimler geliştirir ve eski biçimleri tasfiye eder ve değişiklikler ortaya çıkarır, veya eski ve yeni biçimleri birleştirir. Mücadelenin yöntem ve araçlarını oluşturma sürecine aktif olarak katılmak bizim görevimizdir.” der Lenin. (Devrimci Maceracılık, sf. 66) Halk kitleleri, giderek eski ve barışçıl biçimlerle yetinemez olacaklardır. Sorun buradadır: buna sabır gösterilecek ve kitle mücadelesinin biçim değişiklikleri sürecine aktif katılım görevi mi üstlenilecektir, yoksa henüz sömürülen kitleler bakımından ihtiyaç haline gelmeden ve onlar eğilim göstermeden, hatta mücadele bu biçimleri almadan, yeni biçimler, bizzat “öncü” tarafından uygulanmaya mı başlanacaktır? Ve ikincisi, belirli biçimlerin eskimeye başlamasının ilk belirtileri henüz ortaya çıktığı ve gelecek gök gürültüsünün ayak sesleri uzaktan duyulmaya başladığında, ama henüz barışçıl biçimler kitleler nezdinde “eskimeden”, “öncü” hemen silaha sarılacak ve bunun üzerinden “devrimcilik” tafrası mı satacaktır? Sorunun yanıtı; öncünün sınıfa ve Marksizme bağlılığı ve sömürülen kitlelerle doğru bir ilişki içinde olması ve her şeyi işçi ve emekçi yığınlar ve mücadelelerinin gelişme ihtiyacına bağlaması ya da sınıftan ve yığınlardan kopukluk, Marksizmden uzaklık ve “kendi” ihtiyaçlarını esas almasında yatmaktadır.
Lenin’e başvuralım:
“…provokasyona kapılmamıza izin vermemeliyiz. Halktan gelen gerçek devrimci gök gürültüsünün ilk gürlemesiyle aklımız başımızdan gitmemeli, tedbiri elden bırakmamalı ve düşünmeyi ve bilinci gevşetmemeli, Avrupa ve Rusya’nın tüm deneyini, tüm az veya çok kesin sosyalist inançları, temelde tutarlı ve maceracı olmayan taktikleri bir yana atmamalıyız. Kısaca, Narodnoya Volya hareketinin restore edilmesi girişiminin gerçekleşmesine ve Sosyalist Devrimcilerin yükümlendiği ve daha ileriye götürmekte ısrar ettiği bu hareketin teorik ve pratik hatalarının tekrarlanmasına izin vermemeliyiz. Bizim, devrimcileri provoke etme ve kitleleri çürütme çabalarına cevabımız, son derece zararlı eski hatalara ve yeni ideolojik kararsızlıklara yol açacak bir ‘program’la veya zayıflığımızın ve kararlı bir mücadeleye derhal başlamadaki yeteneksizliğimizin esas kaynağı olan, devrimcilerin kitlelerden tecrit edilmişliğini derinleştirmeye yönelen taktiklere verilmemelidir. Cevabımızı devrimci güçlerle halk kitleleri arasındaki ilişkiyi güçlendirerek vermeliyiz ve bu ilişki, bugün ancak Sosyal-Demokrat işçi hareketini geliştirmek ve güçlendirmekle kurulabilir. Gerçekten devrimci ve ileri olan, varolan, sosyal ve politik düzenin çökmesinden dolayı hiçbir kaybı olmayacak olan, bu düzenin son ve kaçınılmaz ürünü, mutlak ve uzlaşmaz düşmanı olan sınıf, ancak işçi sınıfı hareketi ile harekete geçirilebilir. Ancak devrimci  Marksist teoriye, uluslararası Sosyal-Demokrasinin deneylerine dayanarak devrimci hareketimizle işçi hareketini kaynaştırabilir ve yenilmez bir Sosyal-Demokrat hareket yaratabiliriz.” (Kitle İçinde Parti Çalışması, sf. 17-19)
Burada, “bombaların, NATO karşıtı mücadelenin ortasına” atılmış olmasına geliyoruz. Yenilmez bir sosyalist hareket, bir sosyalist işçi hareketi yaratma ve sömürülen emekçi yığınların mücadelesini onun etrafında birleştirme çalışması yerine bomba atma.. Ne zaman? Bırakalım ayaklanmayı ya da ayaklanma arefesini veya iki ayaklanma arasında uzamış bir “ara dönemi”, henüz emekçi yığınların –tartışılması başka bir yazının konusu olabilecek– çeşitli nedenlerle barışçıl gösteriler ve işçi sınıfının sendikalaşma eylemleri ve ücret ve hak grevleri açısından bile tutukluluk içinde oldukları, yükselmesi, hatta sıçrama yaparak yükselmesi bile olanaklı olan kitle hareketinin henüz ciddi bir durgunluk içinde olduğu ve durgunluktan yeni yeni çıkma belirtileri gösterdiği koşullarda. Bu koşullarda bombalamaların tek mantıklı gerekçesi, bireysel terörizmin terörün “heyacanlandırıcı/kızıştırıcı/aydınlatıcı”lığı (Narodnikler) ya da “öncü savaş” teorisinin “devletin kofluğunu ortaya serme” ve Atılımcıların “öncünün kendini aşması” ile “ezilenlerin bilincinde değişim örgütleme” (=”aydınlatıcılığı”) anlayışı olmaktadır. Başka türlüsü olanaksızdır; çünkü silahlı biçimler almakta olan ya da alacak, zorlamayla diyelim ki, almaya yatkın bir kitle mücadelesi henüz ortada yoktur. Öyleyse, bugünkü Türkiye koşullarında Atılımın kendinden geçiren bomba, “devrimci şiddet”in değil, bireysel terörizmin nişanesidir, ancak öyle olabilmektedir.
“Barikat” ve “barikat savaşı” sorunu da benzer şekilde ele alınabilir. Yer yer, mücadelenin, yerel fabrika direniş ve işgali gibi, görece “geri”, silahsız biçimleri içinde de ortaya çıkabilen barikatlar barikat savaşının dejenere edilmesine, barışçıl mücadeleyle savaşın birbirine karıştırılmasına neden olacak kavrayışlara yol açmamalıdır. Temel olan, “barikat”ın kitle mücadelesi içinde, onun gelişmesine bağlı olarak ortaya çıkıp çıkmadığıdır. Mücadele deneyimi, “barikat”ın silahlı biçimlerin dışında da belirli bir işleve sahip olabildiğini göstermektedir. Ancak barikatın kendisinin, safların hesaplaşmak üzere karşı karşıya gelişinin belirtisi oluşu, onunla oyun oynanmaması gereğine işaret eder. Atılımcıların yaptığı, tam da budur. Kitlesel direnişlerde işçi vb. kitlelerin kendilerini savunma amacıyla zaman zaman başvurdukları barikatı kurmuyor onlar. Hem bizzat “öncü” kurmaktadır hem de üstelik kuranlar, “barikat savaşı” vermektedirler! Oysa, silahlı ve ayaklanma koşulları ile bağıntılı bir biçim olarak, barikatlar ve barikat savaşı, güçlerin kesin hesaplaşmasının unsurudur ve tarihsel olarak da buna uygun olarak ortaya çıkar.
1905 Aralık ayaklanmasının derslerinden yola çıkarak barikat sorunu ve kitle mücadelesiyle ilişkisi üzerine bir fikir edinmeye çalışıldığında şunlar görülecektir:
“Moskova’daki Aralık hareketinin başlıca eylemleri barışçıl grevler ve gösterilerdi ve bunlar geniş işçi çoğunluğunun aktif bir rol aldığı tek mücadele biçimleriydi. Ancak, Moskova’daki Aralık eylemi, genel grevin, bağımsız ve mücadelenin hakim biçimi olarak, modası geçmiş olduğunu ve hareketin esaslı ve karşı konulmaz bir güçle bu dar sınırlardan çıkmakta ve mücadelenin en üst biçimini –ayaklanmayı– ortaya çıkarmakta olduğunu parlak bir şekilde göstermiştir.
“…
“7 ve 8 Aralık; Barışçı bir grev ve barışçı kitle gösterileri; 8’in akşamı: Akvaryum’un kuşatılması; 9 Aralık sabahı; Strastnaya Meydanı’ndaki kalabalık ağır süvarinin saldırısına uğrar. Akşam: Fiedler binası basılır. Gerginlik artmaktadır. Örgütlenmemiş sokak kalabalıkları, tamamen kendiliğinden ve kararsız bir şekilde ilk barikatları kurar.
“10 Aralık’ta barikatlar ve caddelerdeki kalabalıklar üzerine ağır ateş açılır. Barikatlar daha bilinçli, kopukluk olmadan, gerçekten kitle ölçüsünde kurulur. Bütün halk sokaklardadır; şehrin kilit merkezleri barikatlar ağıyla kaplanmıştır. Gönüllü çarpışma birimleri birkaç gün süreyle süvarilere karşı onları bitiren ve Dubasov takviye birlikleri için yalvarmaya zorlayan çetin bir gerilla savaşı verdi…
“Ayaklanma, bir grevden ve gösterilerden, tecrit edilmiş barikatlara, tecrit edilmiş barikatlardan, barikatların kitleler tarafından kurulmasına ve süvarilere karşı girişilen sokak çarpışmalarına kadar uzanan mücadeleden doğdu. Proletarya kitle mücadelesi, örgüt yöneticilerini aşarak bir grevden bir ayaklanmaya gelişmiştir….
“Proletarya mücadelesinin objektif koşullarındaki değişikliği ve grevden bir ayaklanmaya geçişin gereğini liderlerinden daha çabuk anladı. Her zaman olduğu gibi pratik teoriyi geçti. Barışçı bir grev ve gösteriler bile işçileri tatmin etmez oldu; sordular: Bundan sonra ne yapılmalıdır? Ve daha kararlı eylemler istediler. Barikatlar kurulması talimatı, semtlere çok geç, şehrin merkezinde barikatlar kurulduktan sonra ulaştı. İşçiler büyük sayılarla işe koyuldular.” (Age, sf. 39-41, abç)
Ve Lenin ekler:
“Kautsky, Moskova ayaklanmasından sonra Engels’in sonuçlarını gözden geçirmenin tam sırasıdır ve Moskova ‘yeni barikat taktikleri’ yaratmıştır, diye yazarken haklıydı. Bu taktikler gerilla savaşı taktikleridir. Bu taktiklerin gerektirdiği örgüt seri hareket edebilen, fevkalade küçük, on, üç ve hatta iki kişinin oluşturduğu birimlerdir.” (Age, sf. 46, abç)
Bizdeyse, rivayet odur ki, bu taktikler “eldiven-sapan” taktikleri olarak “geliştirilmiştir”! Devrimi oyuna çevirme “taktikleri” olarak! Gerilla savaşı taktiklerinin gerektirdiği örgüt biçimi olarak, küçük, birkaç kişilik birimler de, “eldiven-sapan” kullanacak “manga tarzı birliklerin örgütlenmesi” şeklinde “geliştirilmiştir”! Gerilla savaşı nerededir? Korkulur ki, Atılımcılar eldiven-sapanla ve bir-iki bomba atılarak gerilla savaşı yürütüldüğünü de ileri sürebilirler! Eğer oyun oynanmayacaksa, barikatlar ve barikat savaşı, ayaklanmanın hemen öncesine özgüdür. Ve anlaşılması gerektiği gibi, hatta barikatlar, başlangıcında işçi ve emekçi yığınlar tarafından, kitle mücadelesinin gelişmesinin ürünü ve biçiminin yenilenmesi olarak, “kendiliğinden” kurulmaktadır.
Direnmeye, kolluk güçlerinin dayatmalarına hemen boyun eğmemeye, yasallığın sınırlarına sıkışmamaya evet; ama, bir direnişi çekiştirip ayaklanma derekesine yüceltmeye ve ona olmadık işlevler –hele öncüye ve onun “eğitimi”ne ilişkin işlevler– yüklemeye, en önemlisi, herhangi bir direnişi kitle mücadelesinin alternatifi kılmak üzere onun karşısına dikmeye, kitle mücadelesinin bir biçimi olmaktan çıkarmaya, bu mücadeleye bağlanmamış ve ona hizmet etmeyen bir “öncü” etkinliği olarak, bombanın yanı sıra “piyasa”ya sürmeye hayır. Terk edilmesi gereken aslında budur: “Piyasa devrimciliği”, gösterişçiliğin gözü kör etmesi ve Marksizmin “devrimin kitlelerin eseri” olduğuna ilişkin temel yaklaşımının yanı sıra, kitle mücadelesi ve mücadele biçimleri öğretisinin sınıfa dayanmayan, tamamen sınıf-dışı “sivil toplumcu” yaklaşımlara feda edilmesi. “Silah”, “bomba”, şiddet”e dayalı terminoloji ve “gösteriler”, aslında sivil toplumculuğun örtüsü durumundadır. Atılımcılar bunu, temel zaafı sınıf-dışılığı ve sivil toplumculuk olan “küreselleşme karşıtı hareket”e dizdikleri övgüde ele vermekten de kaçınmadılar: “Okmeydanı direnişinde açığa çıkan örgütlü hazırlık, Avrupa’da emperyalist küreselleşme karşıtı hareketin deneyimlerinin de bir yansımasıydı.” (Atılım, 3 Temmuz) Bolşevik partisinin, genel olarak uluslararası komünist hareketin tarihsel deneyimlerinin “zırnık” yansıması yok, ama sivil toplumculuk yansıyor. Gerçek de bu.

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑