Türkiye’nin AB’ye tam üyeliği için şartlı müzakere tarihinin alındığı 17 Aralık sonrası yoğunluğunu kaybeden AB tartışmaları, AB Anayasası’nın onaylanması vesilesiyle tekrar alevlendi. Söylenenlerin çoğu, AB’nin küresel ölçekteki gelişmeler içinde bulunduğu platformda Anayasası’nın ne gibi bir işlev göreceğini tartışmaktan uzak kaldı. Anayasa tartışmaları da –tek tek maddelerinde taşıdığı olumluluk ve olumsuzluklara bakılarak– AB tartışmalarındaki yanılgıya düştü. AB tartışmalarında, konunun küreselleşmeyle olan bağlantısı kopartılarak, tekil konularda getireceği bazı olumluluk veya olumsuzluklar çerçevesinde yanıtlar aranması yanılgısı yaşanmıştı.
AB’ye “sol”dan “evet” diyen ve bunu “emeğin Avrupası”, “sosyal Avrupa” söylemleriyle temellendiren cephe** Anayasa üzerinden kendisine dayanak aradı. Bu cenahtakilere göre, Anayasa sonuçta bir uzlaşma ürünü; “yeni liberalizm ile sosyal korumacılık arasında gerilim”e göre şekilleniyor. Ekonomi ve para politikası açısından pek çok “sorunlu” yanı bulunmasına rağmen, Avrupa Anayasası’nın siyasal ve sosyal haklar açısından mevcut AB hukukundan daha ileri düzenlemeleri içerdiğinin gözardı edilmemesini isteyen “evet”çi cenah özetle şunları savunuyor: Anayasa, ETUC’un (Avrupa Sendikalar Konfederasyonu) taleplerinin yer bulması sonucunda, serbest piyasanın kesin üstünlüğüne değil sosyal piyasa ve tam istihdam kavramına dayanıyor. Anayasa yetersiz, ancak ileriye doğru atılmış bir adım. Piyasanın dizginlenmesine yönelik pek çok madde bulunan Anayasa’nın reddi ultra-liberallare, nasyonalistlere yarar. Anayasa’ya “hayır” denmemeli, piyasayı dizginleyen daha ileri bir Anayasa ve sosyal bir Avrupa için mücadele edilmeli…
Tek tek cevap vermek yerine, yukarıdaki indirgemeci tavır, elbette bütünlüklü bir eleştiriye tabi tutulmalıdır. Yazı da bunu amaçlamaktadır, fakat yeri gelmişken, yukarıdaki tezin dayanak noktalarındaki zaaflara kısaca değinelim.
ETUC’un katkılarıyla Anayasa’da yer aldığı söylenenlerin, aynı anda yaşamda karşılık bulması mümkün müdür? ETUC’un emeğe dair politik alternatif arayışlarından vazgeçerek, yeni bir lügat geliştirdiği dikkatlerden kaçırılmadan cevaplandırılmalıdır. Bu lügat ki, esneklikle iş güvencesini, özelleştirme ile sosyal hakları, AB ekonomisinin uluslararası rekabet gücünün korunması ile “daha iyi iş, daha fazla istihdam, daha çok sosyal hak” vurgusunu aynı metnin ve cümlelerin içinde bütünleştirmeye yarıyor. Kimilerince sendikaların başarısı olarak alkışlanan bu durum, pratikte yaşam buluyor mu? Elbette ki bulmuyor. Örneğin, Anayasa, Topluluk Adalet Divanı kararlarını bağlayıcı kabul etmekte. Adalet Divanı’na göre toplu pazarlık hakkı, piyasa hukukunun üstündedir. Oysa, Avrupa Birliği müktesebatı, Batı demokrasinin başlıca kriteri olan toplusözleşme kurumunu bertaraf ederek hazırlandı. Toplusözleşme süreci, sendika ve AB bürokrasinin ortak tutumuyla işlevsiz hale getirildi. 2004 yılında birçok sektörde yaşanan ve büyük kayıplarla sonuçlanan toplusözleşme süreçleri, bunun kanıtıdır. Giderek yaygınlaşan sözleşmeli personel uygulaması ve yaşanan toplu işten çıkarmalar sonucu sendikalardaki hızlı erime süreci, sendikalardan kurtulup azgın rekabetin önünü açarken, toplusözleşmeleri de rafa kaldırmıştır. Maalesef, Anayasa’nın toplusözleşmeyi piyasa hukukunun üstünde görmesi, çıplak gerçeği değiştirmiyor.(1)
Anayasa’ya destek fikrini savunanların tezleri, daha önce, Jürgen Habermas’ın*** 2003’te “Avrupa’nın Rönensansı” başlıklı manifestosuna destek vermek amacıyla dile getirilmişti.
Habermas, manifestosunda, Avrupa Birliği’nin, ne salt bir piyasa birliği ne de verili bir kültür birliği olmadığını, AB’nin yurttaşlık merkezli demokratik bir kültürü paylaşan siyasi bir birlik olduğunu, buna dayanan Avrupa’yı tasarlayan Anayasa’nın desteklenmesi gerektiğini öne sürmüştü. Destekçiler, Türkiye Solu’nun bu “tasarı”nın hem içinde hem de “geliştirici bir unsuru olması gerektiğini” söylemişlerdi.(2) Kısacası Habermas’ın kozmopolit Avrupa modelini benimsememiz istenmiş, ABD’ye karşı kapitalizmin diğer hegemonik gücü AB’ye destek vermemiz salık verilmişti.
‘EZBER’ BOZULDU MU?
Habermas’ın manifestosu ve Cezayir bağımsızlık hareketine, Küba devrimine verdiği destek ile tanınan romancı Juan Goytisolo’nun yazdığı ‘Akla Dönüş’ adlı yazısında Türkiye’nin AB üyeliğini savunmasının ardından, öğütlerin peşi sıra ithamlar da gelmişti: “Tüm eserlerinde Avrupa-merkezcilikle mücadele eden Goytisolo’nun bu tavrı, Türkiye’nin AB üyeliğini destekleyen herkesi Avrupa-merkezci olmakla suçlamayı ve AB’ye hayır demeyi, solculuğun ve muhalif olmanın gereği sayanların ‘ezberini bir kez daha bozdu’…” vb…
“Ezberi bozulmak” kavramı, ortaya çıkan her konuda eskisinden farklı şeyler söyleyebilmek adına, “yeni” küreselleşmiş dünyanın bütünlüklü bir kavranılışına sahip olmadan, tek tek konulara kendi sınırları ve cazibeleri çerçevesinde yanıtlar aramanın meşrulaştırıcı aracı haline geldi. Oysa “yeni” küreselleşmiş dünyanın yeni, bütünsel bir eleştirisini yapabilmek için tarihsel “ezber”lere ihtiyaç vardır. Çünkü şimdiki zaman geçmişin (tarihin) bir ürünüdür ve gelecek de bugün yapılana bağlıdır. Olgu ve olaylara tarihsel bakılmadığında, “…zaman bütünlüğünü yitirir, unsurları ayrılır, hatta birbirlerini dışlar hale gelir. Süreç ve gelişme yönü gibi kavramlar diyalektiğini yitirirler. Açıktır ki, tarih bilinci ve gelecek fikri olmadığında, esasta açıklanacak bir şey de yok demektir. ‘Şimdiki zaman’cılık da, aslında hiçbir şeyi açıklamıyor, gösteriyor, sergiliyor, tarif ediyor, en iyi durumda betimliyor sadece. Çünkü bilinmektedir ki, bir şeyi açıklayabilmek için, onu diğer şeylerle ilişkilendirmek ve bu ilişkilerin özgünlüğünü anlayabilmek için de onu bütünlüğü ve tarihselliği içinde ele almak gerekiyor.”(3) Bütünlük ve tarihsellik çabasını –kendi söylediklerinin orijinalliği, derinliği, yeni bir yanı olup olmadığının incelemesini yapmadan– “ezberi bozulmak” kavramıyla yok saymak, gerçekçi olmadığı gibi, iyi niyetli bir yöntem olamaz.
Ezberleri olmayanların, “niyet”leri bir yana, bugünü tasvir eden tezlerinde de problemler var. Bu platformda bulunanlara göre, “Türkiye’yi dışlamaya çalışan Hıristiyanların, neo-liberal elitlerin Avrupası’nın karşısında, halkların, emeğin Avrupası, ABD saldırganlığına karşı uluslararası toplum, kardeşlik ve barış diyenlerin Avrupası vardır.” Bunların referans aldıkları Habermas da, Fransa-Almanya-Belçika ekseninde ABD’ye karşı direnme hattı önermişti. İster istemez, “AB, dünyaya barışçı bir demokrasi sunmak mı istiyor ki, ABD saldırganlığı karşısında AB çatısı altında direnme çağrısı yapılıyor” sorusu akla geliyor! AB dünyada daha aktif bir rol oynayabilmek için, ABD’nin mali ve askeri gücü karşısında kendisinin de askeri gücünü artırması gerektiğinin farkında. Bu nedenle, savunma harcamalarını iki katına çıkardı. Gelecekte petrol ve hegemonya için mücadele kızışacak. Ortadoğu petrolüne bağlı olan Avrupa, gerilim arttığında, Türkiye’nin ordusu ve stratejik konumuna daha çok ihtiyaç duyacak. Bu nedenle AB’nin genişlemeden sorumlu üyesi Werheugen açık açık, “Türkiye’nin AB’ye girmesini Kafkaslardaki çıkarlarımız belirleyecek” demişti. İleride AB ordusu içinde Türkiye askeri kuvvetlerinin stratejik kaynaklara sahip üçüncü dünya ülkelerine saldırması da olasıdır. Şimdi, böyle bir tablo karşısında, Türkiye’nin AB’ye girmesini istemenin, AB’nin emperyalist stratejilerini güçlendirmenin dışında bir anlamı olabilir mi?
ANLAMAYI BULANDIRAN İDDİA: ‘AB MERKEZCİLİĞİ’NİN ALTI OYULDU’
Eski ezberleri olmayanların bir diğer savunusu şöyle: “Avrupa-merkezci fikirler, esas olarak Türkiye’nin AB üyeliğine karşıtlık üzerinden var olmaktadır. Dolayısıyla, Avrupa-merkezciliğe karşı çıkmanın, Avrupa-merkezciliğin altını oymanın yolu Türkiye’nin AB üyeliğini desteklemektir.” Bu söylem, genişleme ve derinleşme sürecini doğru ve bütünlüklü kavramaktan çok bulanıklaştırmaya hizmet ediyor.
Süreç, AB sermayesi açısından da tekvücut bir süreç olarak yaşanmıyor. Ticaret ve rekabet üzerindeki ulusal kısıtları kaldırma yönünde Maastricht Anlaşması ile birlikte, egemenlik alanını genişleten tekelci sermaye, yeniden bölüşümcü siyasetlere, yüksek ücret uygulamalarına kapıyı da kapatmıştır. Bu adımla birlikte tekelci sermaye, AB rekabet gücünü güvence altına almak üzere, farklı bölgelerde, farklı toplumsal ve endüstriyel rejimleri yürürlüğe koyma olanağını da elde etmiştir. Tekelci sermayenin dış pazar arayışları, AB’yi yeni bloklara yönlendirmiştir: “AB, Afrika ve Akdeniz havzasında yer alan azgelişmiş ülkelerin bir grubuyla ayrıcalıklı ticaret ilişkileri ağı kurmak amacıyla AB merkezli bir bölgesel ticaret rejiminin temellerini atmış bulunmaktadır. Bu açıdan AB’nin Akdeniz bölgesindeki ülkelerle yaptığı ticaret anlaşmaları ve protokolleri dikkat çekicidir. 2010 yılında Avrupa-Akdeniz Serbest Ticaret Bölgesi’nin (AASTB) ortaya çıkmış olacağı şimdiden bilinmektedir. Bu bölgede yer alacak olan ülkeler şunlardır: Fas, Cezayir, Tunus, Malta, Mısır, Ürdün, İsrail, Filistin, Lübnan, Suriye, Kıbrıs ve Türkiye. 1995 yılında o zaman 15 devletten oluşan AB, bu ülkelerle Barselona Deklarasyonu’nu imzalamış, böylelikle kendi kontrolünde bir alt çevre ülke bloğu oluşturmuştur. Barselona Deklarasyonu sadece Avrupa Akdeniz Serbest Ticaret Bölgesi hedefini içermemekte, aynı zamanda, Avrupa Akdeniz İşbirliği (AAİ) adı altında bu bölgelerin dış ilişkiler politikalarında ve bu anlamda askeri ve güvenlik konularında AB ile ortak hareket etmelerini öngörmektedir. Dolayısıyla 2010 yılına gelindiğinde bütün Akdeniz havzasını siyasi olarak kontrol edebilecek olan bir AB ortaya çıkmış olabilecektir.”(4)
Avrupa menşeli uluslararası sermayenin şemsiye örgütü niteliğinde olan ERT (Avrupa işadamları yuvarlak masası) içindeki güç dengesi de kaydı. Korumacı “neo-merkantilist” projenin savunucuları güç kaybederken, saldırgan neo-liberal projenin savunucularının ağırlığı artıyor. Saldırgan genişlemeci tutum güç kazanırken, Türkiye ile ilgili raporun gizli oylanmasını protesto eden yeşillerin ve sosyalistlerin, Türkiye ve AB bayrakları ile yaptıkları “Türkiye’ye evet” eylemine bakarak, “Avrupa-merkezcilik darbe almıştır” demek gerçekçilikten uzaktır.
POLİTİKANIN DIŞINA DÜŞMEK
Olguları kendi gerçekliğinden kopararak yapılan yorumlar, yorumcuyu ister istemez “çok düz”, “kestirme” sorulara ve sonuçlara götürüyor: Avrupa’nın sağcıları, ırkçıları sokaklarda Türkiye’nin AB üyeliği karşıtı eylemler yapıyor. Üstelik Türkiye halkının büyük bir çoğunluğu AB üyeliğini destekliyor. Öyleyse; Türkiye halkının AB’yi istemesinin ardındaki duyarlılıkları ve Avrupa sağının Türkiye karşıtlığını hiçe sayan Türkiye solunun radikal bir AB karşıtlığına soyunması apolitizmdir! AB üyeliğini isterken, aslında daha iyi bir eğitim, daha iyi bir iş, insanca bir yaşam, daha demokratik bir ülke isteyen Türkiye halkının çoğunluğuna ulaşmak pekala mümkündür!
Aslında kestirme sorulara verilen kestirme cevaplarla varılan sonuçlar, “halka ulaşmak” adına hayal pompalamayı meşrulaştırıyor. Oysa hayal pompalamadan, AB’ye girebilmek için Türkiye’nin, işçi ve emekçilerine ödeteceği bedelleri (gerici-şoven söylemlere başvurmadan) halka anlatarak, politika yapılabilir. Milli gelirini artırmak için emeği sürekli yağmalayacak düzenlemeler yapan, ücretleri yabancı sermayenin iştahını kabartacak şekilde düşük tutmayı hedefleyen, köylü nüfusu milyonlar halinde toprağından koparmayı planlayan, sendikasızlaşma sürecini derinleştiren, sosyal güvenlik haklarını gerileten Türkiye’nin, tüm bunları AB için yaptığını anlatmak politikadır.(5) Bu sürecin emekçi, yoksul çocuklarını eğitimden koparacağını, ucuz işçi olarak sefalet koşullarında çalışmaya iteceğini göstermek, hayal aşılamaya göre daha zor olmasına rağmen, bir görevdir.
Türkiye, tüm bunları hayata geçirip AB’ye alınsa dahi, dolaşımın serbest olmayıp sınırlandırılacağını halka anlatmak, halkın AB’den beklentilerini toz duman eden, onu gerçekle yüz yüze bırakan etkili bir politikadır. Çünkü yoksulluktan, işsizlikten, baskıdan bunalmış insanların en büyük beklentisi, AB’ye gidip, geçmişte Avrupa’ya giden ülke vatandaşları gibi, refah seviyesini yükseltmek. Tabii ki, açlık sınırında yaşayan insana, soyut bir şekilde “AB’de sömürü var” demek etkili olamaz, ama somut konuşabilmek için çokça “malzeme” var.
Bu somutlar üzerinden politika üretmek yerine, enerjiyi “AB’ye evet”e harcamak politika olamaz. Zaten sermaye cephesi AB için yeteri kadar enerji harcıyor. Elde etme mücadelesi yerine halkı beklentiye sokmak, emek cephesinin politikasını tasfiye etmenin dışında bir anlam taşımaz.
“Politikasızlık” söylemiyle; AB’ye karşı çıkmanın solu içe kapattığı, ve bu durumun, içe kapanan solu, milliyetçilerin arkaik “mandacı işbirlikçi”, “Türkiye’yi küçültme” gibi söylemlerini kullanmaya yönelttiği “eleştirileri” birlikte yapılmaktadır. Ayrıca, “Türkiye’de AB karşıtlığının kitlesel damarını sosyolojik olarak faşistler ve radikal İslamcıların oluşturduğu” savunularak, “sol” uyarılmaktadır. Kuşkusuz, anti-emperyalist mücadele yerine, “ulusalcı” etiket altında milliyetçi şoven bir kampanya yürüten, tüm demokratik gelişmelere karşı görüntü veren, tüm yasal düzenlemeleri Türkiye’yi bölmek ve parçalamak paranoyası üzerinden değerlendiren bir tutum mevcuttur. Ülke faşistlerinin AB karşıtı söylemleri olduğu da doğrudur. Ama bu doğrular, AB karşıtlığının tüm cephelerini, hepsinin aynı kapıya çıktığı tezi üzerinden mahkûm etme sonucunu doğurmaz.
Türkiye’de AB’ye yönelik çelişik siyasal tavır ve ideolojiler, pratiğin karmaşıklığının sonucudur. Pratiğin karmaşıklığı karşısında, ana ideolojik eğilimlerin de bulanık siyasal ortaklıklar ile çelişik ideolojik eklemlenmelere dönüşmesi doğaldır: Sol olduğunu iddia edip AB yanlılığını liberal tavırla destekleyenler; sol konumu benimseyip AB karşıtlığını milliyetçi tavırla ortaya koyanlar; liberal olup milliyetçi bir tepkiyle AB’nin karşısında konumlananlar vs…
Sınıfsal tavırlar yerli yerine oturacak ve birçok soru pratikte cevabını bulacak. Ahmet Haşim Köse ve Ahmet Öncü Evrensel gazetesindeki köşelerinde netleşecek sorulara şu örnekleri vermişlerdi:
“Halen uygulanmakta olan ve en son stand-by anlaşmasıyla üç yıl daha devam edeceği bağıtlanan IMF baskısından bunalan küçük sermaye grupları, müzakerelerin dayatacağı yeni ekonomik düzenlemeler sonucunda yok olma tehdidiyle karşılaştıklarında, üst sermaye gruplarıyla aynı liberal pozisyon içerisinde yer alabilecekler midir?”
“Hukukun üstünlüğüne vurguyla AB’ye liberal ideolojik desteklerini sürdüren ‘sivil toplumcu’ grupların hiç değilse bir kısmı, iş yasası değişikliğinden, kamu yönetimi reformuna, sosyal güvenlikle ilgili yasa tasarısından, yönetişim kurullarına değin uzanan ve Türkiye halkının anayasal kazanımlarını budayan hukuksal saldırılar karşısında, liberal söylemlerini yalnızca bireysel özgürlük arayışına sadık kalarak sürdürüp, savunabilecekler midir?”
“AB karşıtı ulus temelli siyasal konumlanışın saf, gerçek sahiplerinin ‘milliyetçi/muhafazakâr’ siyasal oluşumlar oldukları hatırlanacak olunursa, bu konuma yakınlaşan ve ısrarla bağımsız sol olduklarını iddia eden gruplardaki çözülmenin ‘milliyetçi/muhafazakâr’ ideolojiye doğru bir savrulma içereceğini beklemek yanlış mı olur?”(6)
Pratiğin herkesi kendi yerine iteceği gerçeğinin üstünü atlayarak, ideolojik ve siyasal çelişkilerinin doğal varlığını “AB’ye evet”e tahvil etmek, en hafif deyimiyle şark kurnazlığıdır.
‘HAVET’ KARIŞIKLIĞI
“Bugünkü AB sermaye egemenliğine dayalı bir yapı. Asla demokratik bir yapıya sahip değil. Seçmenler bir tarafa, hükümetlerin ve parlamentoların bile alınan kararlarda hiçbir etkisi yoktur. Söz-yetki-karar kesinlikle AB oligarşisine aittir. AB süreci, demokratikleşme patırtıları arkasında işletilen bir liberalleştirme ve özelleştirme makinasından başka bir şey değildir. Avrupa Anayasası da, sosyal haklara daha fazla saldırı, daha fazla özelleştirme, daha fazla askeri harcamayı öngörüyor. Bu koşullarda solun ‘AB’den yanayım’ şeklinde bir politika yürütmesinin, var olan egemen sınıf siyasetinin pasifçe desteklenmesinden başka bir manası da yoktur.” AB’ye ilişkin bu doğru değerlendirmeyi yapanların bir kısmı, sosyalizm adına ‘Biz AB üyeliğine evet diyoruz’ denmesinin doğru olmadığını söylemelerinin ardından, kendi formüllerini patlatıyorlar: “AB’ye evet demeye hayır!”(7)
“AB’ye evet demeyen” bu strateji, “emeğin Avrupası”nı öngörüyor. Bu stratejiye karşı yapılan eleştirilere, “emeğin Avrupa’sı” savunucularından Ufuk Uras Birgün’deki yazısında şu cevabı veriyor: “Başka bir Avrupa’nın mümkün olduğu tezine karşı, sermayenin Avrupası’nın mahsurlarını anlatıp durmanın ve bizi hızlandırılmış bir kursa tabi tutmanın bir manası yoktur. Sermayenin Avrupası’na karşı olunduğu için zaten emeğin Avrupası için mücadele edilmektedir.”
“Emeğin Avrupası” stratejisinin bir özgünlüğü var mıdır? “Emeğin Avrupası”nın enternasyonalist bir içeriğe sahip çizgisi var mıdır? Bu soruların cevaplarına, “emeğin Avrupası” kavramının fikir babası, aynı zamanda bu stratejinin Avrupa’daki müttefiki ETUC’un tutumundan yola çıkarak ulaşılabilir.
“Emeğin Avrupası” stratejisinin çıkış merkezi ETUC’tur (Avrupa Sendikalar Konfederasyonu-ASK). 28 ülkeden 61 ulusal konfederasyon ile farklı sektörlerden 14 Avrupa federasyonunu birleştiren ETUC, uluslararası tabanını harekete geçirmek için hiçbir ciddi çaba göstermeyen bir yapıya sahip. Avrupa işçi sınıfının yeni temellerde bölünmesinin kurumsal güvencelerinden birisini oluşturan ETUC, neo-liberal Avrupa’nın inşası içinde aktif bir rol üstlenmiş durumda.
ETUC’un işçileri bölen, neo-liberal Avrupa’ya hizmet eden tutumu, serbest dolaşıma karşı aldığı tutumda açıkça görülüyor. Emeğin serbest dolaşım hakkına, İspanya, Portekiz ve Yunanistan’ın birliğe dahil edildiği ilk genişleme dalgasından bu yana, geçici kısıtlar konuluyor. 2004 yılında, 10 eski Doğu Avrupa ülkesi, emeğin serbest dolaşımını kısıtlayan azami yedi yıllık geçiş sürelerini kabul ederek, AB’ye üye oldular.
Bu üye oluş süreci, çarpıcı bir gerçeği açığa çıkardı. Doğu ülkeleri işçilerinin serbest dolaşım hakkına uzun süreli kısıtlamalar konulmasının en hararetli savunucusunun, “emeğin Avrupası”, “sosyal Avrupa” tezlerinin mimarı ETUC olduğu görüldü. Emeğin serbest dolaşım hakkı üzerine kısıtlamalar konulmasını savunan ETUC, aynı zamanda, Doğu Avrupa sendikalarını bu yönde ikna etmeye çalıştı. Doğu Avrupa ile AB üyesi ülkeler arasında bulunan “gelir uçurumu”nun kısa sürede kapatılamayacağını savunan ETUC, bu uçurumu kapatacak yeni sosyal paketler yerine, uzun süreli dolaşım hakkı kısıtlamalarına dayanan “korunma stratejisi”ni tercih etti. AB Komisyonu’nun sağ kolu olan ETUC’un, son 10 yılda AB Komisyonu’na olan mali bağımlılığı da artmış durumda. ETUC ve bağlı sendikalarının bölücü pozisyonunun gerçek temelleri, kuşkusuz, Avrupa sendikal hareketinin, başta Avrupa Merkez Bankası olmak üzere, neo-liberalizmin bütün kurumsal dayatmalarına teslim olmuş olmalarında yatmaktadır. Neo-liberal düzenlemeler sonucu sürekli üye kaybeden, yoğun bir işsizlik kaygısı taşıyan ve bu sürecin sebebini göçe bağlayan Avrupalı sendikalar, maalesef ne tek tek ülkelerde ne de uluslararası düzeyde bir sınıf mücadelesi yürütecek durumda.
ETUC, bu tutumuyla, ne Batı Avrupa işçi sınıfını Doğu’nun düşük ücretlerinden koruyabilmiş ne de üretimin parçalanarak Doğu’ya aktarılmasını engelleyebilmiş durumda. Her gün bu süreci daha da genişletecek bir hamle hayata geçiriliyor. Bunlardan sonuncusunu, AB Komisyonu tarafından hazırlanan ve çalışma koşullarının, standartların daha düşük seviyede olduğu ülkeye göre belirlenmesini sağlayacak olan “AB Hizmet İşleri Yönetmeliği” oluşturuyor. Yeni yönetmeliğe göre, Almanya’da çalışan bir Polonyalı işçi, Almanya’nın yasalarına göre değil, Polonya’da geçerli olan yasalara göre çalışacak. Yani aynı işyerinde, biri Alman olduğu için yüksek ücretle 7 saat, diğeri herhangi bir Doğu Avrupa ülkesinden gelen bir işçi olduğu için 12 saat düşük ücrete çalışabilecek.(8) Sendikal bürokrasinin tutumu, yalnızca, emek hareketi içinde önemli bölünmeler yaratmayı başarabilmiştir.
Tek Avrupa pazarı siyasetine insani bir yüz kazandırmak amacıyla imal edilerek, metinlere yerleştirilen “sosyal boyut” söylemleri, sadece sendikaları neo-liberal düzenlemelerle yedeklemiş, yabancı düşmanlığıyla mücadele kapasitelerini eritmiştir. Dolayısıyla mevcut “emeğin Avrupası” siyaseti, genişlemiş AB içindeki emek bileşenlerinin güçsüzleşmesi ve emeğin çalışma koşullarının daha da esnekleşmesiyle sonuçlanmıştır.
MADALYON AYNI, YÜZLER FARKLI
AB’nin genişleme sürecinde, aday ülkelere, “refah toplumu” yerine saldırgan piyasa kurallarının ihraç edilmesi, “sosyal Avrupa güçleri”nin de sınıf kardeşlerine pastadan pay kaptırmak istememesinin yanı sıra bir başka somut durumun da netleştirilmesi gerekiyor. Netleşmesi gereken, “sosyal Avrupa” ile “ırkçı Avrupa”nın birbirinden farklı şeyler olup olmadığıdır.
Bunlar aynı madalyonun farklı iki yüzüdür. Avrupa sermayesi, duruma göre gönül kazanmak için madalyonun “sosyal” yüzünü, duruma göre kitleleri ehlileştirmek için “ırkçı” yönünü kullanıyor. AB sermayesi, bir yandan ücret ve çalışma koşullarının esnekleştirilmesiyle rekabete dayalı ekonomik yolda hızla ilerlerken, diğer taraftan da karşısındaymış gibi gözüktüğü “korumacı” yaklaşımların yarattığı gerilimden de alabildiğine yararlanmaktadır.
Volkswagen, Siemens, Daimler 2004 toplusözleşme dönemlerinde görüldüğü gibi, “fabrikayı taşırız” tehdidiyle sermaye, dayattığı tüm koşulları işçilere kabul ettirirken, bir yandan da, bunun sorumluluğunu yabancı işçide gören, sermayeyi aklayan tutum körüklendi. Doğu Avrupa ülkelerinde milliyetçi ve yabancı düşmanı güçler, AB dayatmalarının sendikaların ve emeğin pazarlık gücünü olağanüstü düşürmesi, yepyeni sendikasız sektörler yaratması, işsizlik, toplumsal kutuplaşma vb. sonuçlarından palazlandılar.
ETUC bürokrasisinin AB Komisyonu ile eş zamanlı yürüyen çabalarına karşın, “Avrupalılaşmanın”, “yüksek hak standartlarının” somut faydasını göremeyen, aksine koşulları ağırlaşan Avrupa işçi sınıfı “bütünleşmeci” heves taşımıyor. Özellikle Avrupa’nın göçmen, güvencesiz, kaçak işçi havuzlarındakiler, “bütünleşmenin”, sürekli olarak toplumsal yaşamın daha da diplerine doğru itilmek olduğunu, kendi deneyimleriyle biliyorlar.
“Sosyal Avrupa” ile “ırkçı Avrupa”nın kardeşliği uyarıları da, “havet”çi ve “evet”çileri pek tatmin etmiyor. Ufuk Uras’ın cevabında bu tatminsizlik her halinden belli oluyor: “Bu tartışmalar süredursun, biz ‘Başka bir Avrupa ve Türkiye’ için, neoliberal AB politikalarının mağdurlarını örgütlemenin yollarını arıyoruz. Örneğin, AB’nin tarım politikaları karşısında, ülkenin birçok yerinde örgütlenen çiftçi sendikaları, Jose Bove ve arkadaşlarıyla ortak bir hat örme mücadelesi içindeler.**** Sakın bu arkadaşlarımız, bu tür tartışmalara bakıp da, ‘acaba çabalarımız nafile bir iş mi’ zehabına kapılmasınlar. Bilmeliyiz ki, hiçbir skolastik tartışma, devrimcilerin mücadele kararlılığının ve iradesinin yerini alamaz. Biz kendi işimize bakalım.” (9)
Çok iddialı olmasına rağmen tartışmaya çok açık bir itiraz. 2004 yılı içerisinde bir etkinliğe katılmak için Türkiye’ye gelen Fransa Çiftçi Konfederasyonu Uluslararası İlişkiler Komisyonu üyesi Pascal Pavie, AB’ye katılımı “Avrupa Birliği cennete açılan kapılar değil” sözüyle uyarmıştı. Uras’ın adını andığı ve son on yıla damgasını vuran küreselleşme karşıtı eylemlerin tanıdık siması Jose Bove de, “Üreticinin Sesi” Nisan sayısı için yaptığımız söyleşide, mücadelede birleşmek için AB’ye girmeye gerek olmadığına dikkat çekmişti. Ülke üreticilerini, dünya köylülerinin buluşma adresi olan, 80 ülke ve 100’ü aşkın örgütü bünyesinde barındıran Via Campesina’ya (Köylü Platformu) davet etmişti. Tartışmanın can alıcı noktası da burada başlıyor: Sermayenin AB’siyle aynı zeminde buluşan “emeğin Avrupası” yerine, başka açılımlara, tarihin öğrettiği enternasyonal birleşmeye yönelmek.
MEKANSAL YANILSAMA
Enternasyonal dayanışmanın yolu, sermayenin oluşturduğu bloklarda bir araya gelmek midir? “Başka bir Avrupa sloganı herhangi bir somut içeriğe sahip midir?” sorularına olumlu cevap olası değil. Kendini Marksist, devrimci, sol olarak tanımlayan güçlerin, işçilerin, çiftçilerin, öğrencilerin neo-liberalizmin azgın saldırısına, sosyal hakların kısıtlanmasına, işsizliğe ve düşük ücrete “hayır” demesi, sadece Avrupa’yla sınırlı değil. Bu talepler, zaten artık dünyanın her tarafından haykırılıyor. Bu taleplerin alt alta dizilişi, herhangi bir özel sol siyaseti ifade etmez. Bunların dışında, Avrupa işçi sınıfının çıkarlarını devrimci bir iktidar mücadelesi perspektifiyle savunmak için “emeğin Avrupa’sı” planı, en az –ABD’nin Kafkaslardan Afrika’ya uzanan Büyük Ortadoğu Projesi karşısında– “Emeğin BOP”u tutumunu almak kadar anlamsızdır.
Emeğin Avrupası” siyaseti, sınıf kardeşliği ve işçi sınıfının bütünsel, bağımsız çıkarlarını temsil etmek yerine, bu çıkar bütünlüğü içinde özel bölünmeler yaratan, enternasyonalist olmayan bir içeriğe sahiptir. “Emeğin Avrupası” adına sarfedilen, “Senden daha demokratik bir camiaya girmek, bu sayede kendi demokratikleşme mücadeleni hızlandırmak ve o camiadaki gerilemeye onların emekçileri ile birlikte karşı durmak” gibi indirgemeci söylemler, sadece yanılsamaya yol açıyor: İşçilerin mücadele birliğinin mekânsal bir otomatiğe bağlı olduğu yanılmasına.
—————-
DİPNOTLAR
* Avrupa çatısında bir birliğe karşı çıkmamakla birlikte, “sermayenin Avrupası’na, neo-liberal Avrupa’ya karşı çıkıyoruz” söylemiyle hem evet, hem de hayır olarak tanımlanan “havet”çi bir yaklaşım sergileyen çevreler bulunuyor. Tutumları, giderek “evet”e dönmektedir. Türkiye’nin AB üyeliği konusunda “havetçi” ve onu da geride bırakarak “evetçi” bir yaklaşım benimseyenler, bu tutumlarına sol bir meşruiyet kazandırmak amacıyla da “emeğin Avrupası” ya da “sosyal Avrupa” kavramlarını kullanıyorlar.
** Bu cephede, sendikal bürokrasiden sosyal demokratlara, kimi medya mensuplarından AB konusunda kafa karışıklığı içindeki kimi aydın çevrelere kadar birçok kişi yer alıyor.
*** Jürgen Habermas: Frankfurt Okulu’nun yaşayan en önemli temsilcilerinden. NATO’nun Yugoslavya’ya saldırısına “evrensel insan hakları” söylemiyle destek verdi, Almanya’nın operasyona katılmasının savunucusu oldu. Bu tutumu temsil ettiği Frankfurt Okulu’na oldukça uygun. Söz konusu okul, ortayolcu, liberal sosyal solcu, Marksizm adına esasta bulanıklık, kuşkuculuk ve kafa karışıklığı yaratan tutumuyla bilinir.
**** Yazının bütünlüğü içerisinde vurgulanması pek önemli olmasa da, değinilmesinde yarar var; çiftçi sendikalarının ülkenin birçok yerinde örgütlendiği doğru değil. Sendikanın çabasını küçümsemiyoruz, hatta sendikal çalışmayı önemli buluyoruz; fakat söylemin inandırıcılığına dikkat çekmek istiyoruz. Örgütlendiği yerlerde (üç dört ilde Üzüm-Sen, Fındık-Sen, Tütün-Sen örgütlendi) çiftçiyle fazlaca buluşabildiği söylenemez. Bu sendikaların ülkedeki köylülerle buluşamadığı durumda uluslararası mücadeleyi örgütlediği/örgütleyeceği söylemi inandırıcı değil.
——–
1) Bkz: Nuray Sancar, “Avrupa’nın bize verecek demokrasisi kalmadı”, Evrensel Kültür, Ocak
2005.
2) Bkz: Rıdvan Akar, “Tartışamazsak üretemeyiz”, Birgün, 6 Ocak 2005.
3) Bkz: Önsöz, “Bilim ve düşünce kitap dizisi 1”, “Varoluşçuluk ve Sartre “, Evrensel Basım
Yayın, 2004.
4) Bkz: Ahmet Haşim Köse, Ahmet Öncü, “Merkezde uyum ve çelişki”, Evrensel, 25 Aralık
2004.
5) Bkz: Yüksel Akkaya, “AB’nin Çalışma Yasalarına Etkileri”, Özgürlük Dünyası, Aralık 2004.
6) Konunun detaylı incelemesi için Bkz: Ahmet Haşim Köse, Ahmet Öncü. “AB: Dört tarz-ı
siyaset ve ideolojik çözülmeler”, Evrensel, 18 Aralık 2004.
7) Bkz: Oğuzhan Müftüoğlu, “Sorular, yanıtlar, tartışmalar”, Birgün, 7 Ocak 2005.
8) Bkz: Serdar Derventli, “Avrupa Birliği standartlarına göre…”, Evrensel, 18 Ocak 2005.
9) Bkz: Ufuk Uras, “Herkesin Avrupası kendine”, Birgün, Ocak 2005.