Önce hükümetin Öcalan’la görüştüğünün açıklanması, daha sonra Ahmet Türk ve Ayla Akat’ın Öcalan’la görüşmesi, Kürt ulusal hareketinin uzunca bir süredir gündeme getirdiği üzere Öcalan’ın muhatap kabul edilip görüşmeler yapılması, emek ve demokrasi güçleri açısından da önemli bir gelişme olarak değerlendirildi. Hükümetin Ahmet Türk ve Selahattin Demirtaş’ın Öcalan’la yapacağı görüşmeyi engellemesi ve eleştiri kabul etmeyen, tartışmasız biat isteyen tutumu, sürecin geleceğine dair de soru işaretlerini şimdiden artırdı. 2013’ün ‘uzun’ seyrini belirleyecek konulardan birisi elbette bu görüşmeler ve alacağı biçimler olacak gibi gözüküyor.
Elbette, Kürt sorunu da dahil olmak üzere, 2013 Türkiye’sinin ‘yönü’nü belirleyecek olan da, hükümetin, burjuva fraksiyonlar arasındaki ihtilafların, işçi sınıfı ve demokrasi güçlerinin çeşitli alan ve biçimlerde kendisini gösteren mücadelesi olacaktır. İşte bu karşılıklı uzlaşı, ittifak ve mücadele süreci içinde hükümeti ‘sıkıntıya sokacak’ etkenlerin iyice biriktiğini söylemek mümkündür. Kürt sorununda içeride açlık grevleri ve KCK operasyonlarıyla dışarıda Suriye Kürdistan’ına yönelik desteklenen El Nusra Cephesi’nin saldırılarıyla paralel giden çatışmalı sürecin AKP’yi giderek zora soktuğunu, Öcalan görüşmelerinin de bunun bir yansıması olduğunu söylemek abartı olmayacaktır. Ancak bununla sınırlı değildir. Toplumun çeşitli alanlarına yönelik muhafazakâr dayatmalar, dış politikada sıkışmışlık, ekonomide durgunluk eğilimi ve zamlar; hükümetin hem olmazsa olmazları hem de onu sıkıştıran sorunsal alanlardır.
KÜRT SORUNUNDA TIKANMA
AKP, Kürt sorununda, özellikle Oslo görüşmelerinin açığa çıkmasıyla başlayan süreçte, stratejisini büyük operasyonlarla PKK’yi askeri alanda yenilgiye uğratma üzerine kurmuştu. Bir yandan Kürtçenin seçmeli ders yapılması gibi, Kürt halkının bir kesimini yedeklemek üzere ancak sorunu çözmekten uzak ‘kötürüm’ ve göstermelik uygulamaları devreye sokarken, Kürtler ile Kürt hareketini birbirinden ‘ayırmaya’ çalışarak, elbette PKK ve BDP (dolayısıyla Kürt) düşmanı bir söylem geliştirmiştir. Hükümet bir yandan Kürt ulusal hareketinin etkisi dışındaki Kürt kesimlerini ‘göstermelik’ düzenlemelerle etkisi altında tutmak isterken, diğer yandan ulusal hareket içinde ve çevresindeki, bir biçimde ona sempati duyan Kürtleri ise ‘düşman’ ilan etmiştir. Bu yaklaşım tarzının, orta vadede, MHP’nin ve onun ‘temsil ettiği’ ‘milliyetçi muhafazakar’ kesimin en azından bir kısmının oylarını almak üzere planlandığı açıktır. İdam polemikleri de bunun bir yansımasıdır.
Ancak, Kürt sorununda çatışmalar ve ölümler, şehit ailelerinin giderek hükümete yönelen tepkileri, “zengin çocuklarının değil gariban çocuklarının ‘şehit’ olması”, Kürt ve Türk analarının dinmeyen gözyaşları, artık sorunun geleneksel ve zora dayalı yöntemlerle çözülmeyeceğinin daha yüksek sesle dile getirilmesi ve toplumun daha geniş kesimlerince anlaşılması, ‘sorunun nasıl olursa olsun bir biçimde çözülmesi’ talebi ve ölümlerin durması yönünde yükselen ‘sağduyu’, hükümetin Kürt sorunundaki savaşa dayalı ve Kürt ulusal hareketini ezmeye dönük politikasının etki gücünü zayıflattı. Özellikle açlık grevleri ve toplumun önemli bir kesiminden, ölümlerin olmaması yönündeki duyarlı çağrılar, Adalet Bakanının ‘makul’ yaklaşımı, ama asıl ve hükümetin lideri olarak Başbakanın düşmanca ve adeta ölümleri çağıran tutumuna rağmen bir noktadan sonra hükümeti geri adım atmaya zorladı. Açlık grevleri konusundaki geri adım, yukarıda belirtilen diğer etkenlerle birlikte hükümetin Kürt sorununda sıkışmışlığının bir parçasıydı. Kürt sorununun çözümsüzlüğü, silahla Kürt hareketine baş eğdirilemeyeceğinin görülmesi ve artık anlamsız hale gelen ölümler, hükümeti eskisi gibi yapamaz, giderek ‘geleneksel’ yöntemlerle yönetemez hale getirmekteydi. İşte bu süreç, ülke içi ve uluslararası (özellikle Ortadoğu) birçok etkenle beraber Öcalan görüşmelerini getirdi ki, özellikle Irak ve Suriye’de Kürt ulusal hareketinin üstesinden gelinememesi, ama Amerikan hesapları bakımından, Kürtleri kapsamaması durumunda, Ortadoğu’da oluşturmakta olduğu gücün eksikli olacağı ve amaca ulaşma bakımından yetersiz kalacağının net biçimde öngörülür oluşunun AKP’yi görüşme dayatması olarak baskılamasının altı çizilmelidir.
ORTADOĞU: ELDE VAR SIFIR
Ortadoğu’daki gelişmeler ve dört parçadaki Kürt halkının hareketliliği, taleplerindeki ısrarı ve stratejik konumu, Kürt sorununu, bırakalım Türkiye sorunu olmayı, bölgesel bir sorunun ötesinde, uluslararası bir sorun haline getirmiştir. Dolayısıyla, Ortadoğu’daki, başta Irak ve Suriye olmak üzere gelişmeler ve buralardaki Kürtlerin kazanım, tavır ve duruşları, Türkiye’deki Kürt sorununa dair gelişmeleri de doğrudan etkilemektedir. Bu nedenle, Türkiye’de Kürt sorunu dendiğinde, hükümetin ve sermayenin, Kürt hareketinin ve demokrasi cephesinin stratejilerinin, karşılıklı konumlanış ve çatışmalarının bu gelişmelerden bağımsız olması düşünülemez. Bu çerçevede Ortadoğu’daki tablo, hükümetin özellikle Kürt sorunundaki tıkanmışlığının katmerlenmesi anlamına geliyor.
Özgürlük Dünyası’nın elinizdeki sayısında diğer makalelerde Kürt sorunu uluslararası boyutlarıyla birlikte ele alındığı için burada daha fazla uzatılması gerekmiyor. Ancak 2013’e dair bazı tespitler yapabilmek adına kısaca ifade edilecek olunursa…
Suriye’de besleme terörist güçlerle, Esad güçleri arasındaki çatışmalarda, AKP, Esad’ın kısa bir sürede düşürüleceği ümidiyle taraf oldu. Adeta Suriye içinde bir muhalefet partisi gibi, güncel siyasal ‘Esad polemikleri’ eksik olmadı. 2003 Irak müdahalesinde yapılamayanın Suriye’de yapılması ve Türkiye’nin olası bir işgal ve savaşa en ileriden müdahale etmesi yönünde bir politika izlendi. Ancak, Irak ve Afganistan’da dili yanan ABD yoğurdu üfleyerek yemeyi planlıyor ve bölgedeki ‘muhalif’ unsurları silahlandırarak ve onlar aracılığıyla başarı kazanmak istiyordu. AKP de, bir süre sonra daha ‘sabırlı’ ABD çizgisine uyum sağlamak durumunda kaldı. Ancak, AKP Hükümeti’nin yönetiminde Türkiye, terör örgütlerini destekleyen ve komşusuyla olası bir müdahalede savaş noktasına gelecek bir ülke konumuna geldi. Ve yaklaşık bir yıldır Suriye’ye dair söylenenler ve Hükümet’in iddiaları yaşam bulmak bir yana bölgede terörist çetelerin cirit attığı, bölge halkını da rahatsız ettiği bir sonuç ortaya çıkardı.
Suriye’de, Batı Kürdistan’da, Kürtlerin hükümet ve ‘muhalif’ terörist güçler arasındaki çatışmalardan da yararlanarak, yaşadıkları bölgelerde yönetimleri ele geçirmesiyle bu bölgelerde özerk idareler kuruldu. Ve AKP’nin Esad karşıtı güçlere yaptığı silah ve lojistik yardımı, hiç beklemediği ve istemediği bir sonuca yol açtı: PYD’nin etkinliğinin yüksek olduğu Kürt Ulusal Konseyinin yönetiminde Kürt özerk bölgeleri… Şimdi AKP, hem sık sık biçim değiştiren muhalefeti gözeten hem de bu muhalefete dahil olduğunu açıklayan PYD’nin etkinliğini azaltacak, başka bir ifadeyle gerçekleşmesi mümkün olmayan bir hatta savrulmuş durumdadır. Net olan tek olguysa ABD’nin hesapları, AKP’nin bu hesaplar çerçevesindeki neo-Osmanlıcı umutlarını bastırmaktadır.
Irak’ta ise merkezi yönetim ile Kürt Özerk Bölgesi yönetimi arasındaki ipler kopma noktasına gelmiştir. Dönem dönem silahlı çatışmalar yaşanmaktadır. ABD işgali sonrasında şekillenen yeni Irak, merkezi olarak ABD’nin karşısına yerleşmektedir. Irak’ı bütünüyle İran’ın kollarına itelememek için bu ülkede üstü örtülmeye çalışılsa da, ABD’nin Şii cephesi karşısında Sünni işbirlikçi yönetimleri birleştirmeyi ve yeni yönetimler yaratmayı hesaplayan ve Türkiye’nin de dahil olduğu stratejisi, Irak’la Türkiye’yi de karşı karşıya getirmiştir. Esad ile Başbakan arasındaki polemiklere, Maliki ile Başbakan arasındaki polemikler eklenmektedir. Maliki’nin yanı sıra Irak milletvekillerinin de Türkiye Hükümeti’ne yönelik sert eleştirileri de giderek yükselmektedir.
AKP’nin Barzani yönetimi ile kurduğu yakın ilişki, Suriye’deki Kürt hareketine Barzani üzerinden müdahale çabası, hatta Türkiye’de de Barzani ile el ele Kürt sorununda Barzanici çözüm arayışlarından sonuç çıkmamıştır, çıkması da mümkün değildir.
ABD’nin Ortadoğu politikasının ana eksenlerinden birisi olan İran’ın kuşatılması stratejisi, Türkiye tarafından da öteden beri benimsenmiştir. İran’la, ABD ağzıyla da olsa görüşme yapabilir bir noktadan uzaklaşılarak, resmi görüşme planlarının ‘tek taraflı’ olarak iptal edildiği bir döneme girilmiştir. İran Cumhurbaşkanı Ahmedinejat’ın İran’ı ziyaret eden Başbakan Erdoğan ile ‘hasta’ olduğu gerekçesiyle görüşmemesi, Konya’da düzenlenecek Şeb-i Arus törenine katılma programını da son anda iptal etmesi, İran ile ilişkilerin geldiği son noktanın sembolik birer göstergesidir. Gerçek ilişki bu sembollerin daha da ötesindedir. Kürecik’e kurulan NATO füze kalkanının İran’a karşı olduğunu cümle alem bilmektedir. Patriotların sınıra yerleştirilmesi, NATO ile kurulan İran karşıtı sıcak temas ve diyaloglar hedefini bulmakta, İran’ın her kademeden yöneticisi tarafından sert biçimde eleştirilmektedir. ABD’nin İran’ı kuşatma yönündeki çabalarının bir parçası olarak AB ve AB dışı önemli ülkeler İran’dan petrol ve doğalgaz ithalini büyük ölçüde azaltmışlardır. Türkiye de, enerji politikaları nedeniyle bağımlı olduğu İran’dan petrol ve doğalgaz ithalatını, kaynak çeşitliliğini arttırmak iddiasıyla azaltmak üzere çaba içerisindedir. Bütün bu politik hamleler, iç kamuoyunu hazırlamak üzere yandaş basının ‘İran düşmanı’ haberciliğiyle de birleşmektedir. Ülke içi ve dışı her türlü gelişmeyi, İran’a, İran istihbaratına, İran parmağına bağlama konusunda giderek hünerli hale gelinmektedir.
Ve Rusya… Uluslararası arenada ve somut olarak Suriye sorununda, ABD’nin çizgisinde ilerleyen Türkiye, neredeyse her konuda Rusya ile karşı karşıya gelmektedir. Her dikkate değer meselede, Türkiye’nin uygulamaları ve önerileri (Suriye’de tampon bölge, Kürecik füze kalkanı, Patriotlar vb.) Rusya tarafından şiddetle eleştirilmekte, AKP Hükümeti de kendi pratiğinin Rusya’nın hedef ve çıkarlarıyla çeliştiğini, bu açıdan Rusya karşıtı olduğunu bilmektedir. Rusya ile giderek artan ‘zorunlu’ (enerji politikalarının zorlaması başta olmak üzere) ticaret bir yana Türkiye’nin Ortadoğu ve Kafkasya’daki Amerikancı tutumuyla Rusya karşıtlığının bir madalyonun iki yüzü olduğu taraflarca da kuşkusuz bilinmekte ve ilişki bu çerçevede yürümektedir.
Dahası, bütün bu işbirlikçi politikasıyla AKP’nin, Ortadoğu’nun ABD icazetli ‘bölgesel lider’i olma hayalleri de suya düşmüştür. Sıcak mücadele sürecinin bir ucundan devam ettiği Mısır’da Müslüman Kardeşler yönetimi bir yandan ABD ile ilişkileri geliştirirken (ve neoliberal reformları içeren IMF görüşmelerini sürdürürken), diğer yandan Filistin-İsrail çatışmasında görüldüğü üzere Arap dünyasının sözcüsü olmak üzere Türkiye’ye nal toplatmıştır.
Öyleyse, AKP hükümetinin dış politikasından ‘elde kalan nedir?’ sorusunun cevabı tam bir hezimettir. Bölgesel bir savaş riski yaklaşırken güney ve doğu komşular (Irak, İran, Suriye) başta olmak üzere komşularla (Rusya ile de) düşmanlık… Bu düşmanlığın yansıması olarak Kürecik’te NATO füze kalkanı, Patriotların bölge illerine yerleştirilmesi, İzmir’de NATO Kara Kuvvetleri üssünün açılması… Bu da bütün bir kara propagandaya rağmen ‘barış’ ve daha sakin bir dış politikayı isteyen halkın talepleriyle çatışmaktadır. Hükümet, ‘one minute’ çıkışının yarattığı geçici ‘sempati’nin ekmeğini yemiş, ama çoktan tüketmiş, dış politikadaki düşmanca yaklaşımı ve sonuçlarıyla daha da sıkışmıştır. Ve elbette bu sıkışmışlık, bölgenin önemli bir gücü olan Kürtlerle ilişkide, ülke içindeki Kürt sorununa yaklaşımda yeni bir süreci de tetiklemiş, ülke içinde demokrasi mücadelesinin yanında Ortadoğu’nun sıcak güç dengeleri eskisi gibi yönetememe durumunu hızlandırmıştır. Dış politikasıyla Türkiye, kısa ve orta vadede Ortadoğu’daki savaş bataklığına freni boşalmış bir kamyon gibi ilerlemekte ve hızla silahlanmaktadır.
MUHAFAZAKARLAŞMA
AKP’nin ‘hükümet etme’ yöntemlerinden birisinin de muhafazakarlık ve dinin siyasete alet edilmesi olduğu biliniyor. AKP bir yandan dini söylemleri dilinden düşürmezken, diğer yandan ‘herkesin yaşam biçimine saygılıyız’ türünden hamaseti eksik etmiyor. Öncesi bir yana AKP’nin son bir yıldaki din, İslam’ın Sünni yorumu temelindeki muhafazakar dayatmaları önemli bir aşama kaydetmiştir. ‘Alevi açılımı’ yapılan, çalıştaylarda da olsa zorunlu din derslerinin kaldırılmasının gündeme gelebildiği muhafazakarlık dönemi son bulmuştur. ‘Statüko’nun cemevlerine yaklaşımı aynen korunmuş, 4+4+4 eğitim sistemiyle İmam Hatiplerin ortaokul bölümleri hızla açılmış, zorunlu din dersi kaldırılmak bir yana yeni seçmeli ‘zorunlu’ din dersleri getirilmiştir. Hükümet, mezhepçiliği her alana taşırken, Esad’ın Nusayri kimliği üzerinden muhalefet yaparak Türkiye’deki Alevileri de bir kez daha karşısına almıştır. Dolayısıyla Alevilerle ‘tarihsel barış’ sağlama iddiası yerini, Alevilerle ipleri koparmaya bırakmış, laiklik kaygısı taşıyan geniş bir kesimin kaygıları defalarca doğrulanmış, AKP ile karşıtlıkları kat be kat artmıştır. AKP, artık bu kesimlerin hiçbir biçimde desteğini alamayacak bir konuma gelmiştir, gelmektedir.
Kadınlara ‘teklif ettiği’ 3 çocuk sayısını 5’e çıkartan, diğer yandan da kürtaj ve sezaryeni yasaklamak üzere hazırlıklar yapan AKP’nin, önemli bir kadın kitlesini de karşısında aldığını söylemek abartı olmayacaktır. Kadın hareketinin eylemli ve aktif protestosunun içinde yer almasa da, milyonlarca kadının istediği sayıda çocuk yapma hakkının kürtajla elinden alınmasını ‘istekle’ onaylayacağını düşünmek safdillik olur.
Önümüzdeki süreçte, kadın sorunundan Alevilere, eğitimde dincileşmeden laikliğin çeşitli kazanımlarının tasfiyesine kadar tüm bu muhafazakalaştırma dayatmaları, hem gerçek bir laiklik mücadelesinin zeminini hem siyasal bileşenlerinin kapsamını giderek büyütmektedir. AKP, bu icraatlarıyla oy aldığı bazı kesimleri bir biçimde ‘ajite’ etmeyi ve genel olarak ılımlı İslamcı, muhafazakar bir ‘toplum’ modelini kurumsallaştırmayı hedeflerken, halkın önemli bir bölümünü, uzlaşma şansı olmaz biçimde karşısına almakta, attığı her adımda aslında geri dönülmez bir biçimde bu kesimlerle bağlarını koparmaktadır.
EKONOMİDE DURGUNLUK
2012 yılı, önceki yıllarda yaşanan yüksek büyüme oranlarının geride kaldığı bir yıl oldu. Elbette 2010-11’de büyüyen emekçiler değil sermaye olmuştu. Çünkü sermaye büyümez ise, rekabette adım atamaz ise, küçülmeye ve geride kalmaya mahkumdur. Kapitalizmin işleyişi, azami kârı bir tercih olmaktan çok bir zorunluluk haline getirmektedir. 2012’de ekonomik büyüme oranlarındaki düşme, sermayenin genişletilmiş yeniden üretimindeki sıkışmışlığının bir ifadesidir. Bu, kapitalizmin genel bir eğilimi olmakla birlikte, sermayeyi, emekçilere daha büyük bir baskı ile saldırmaya da zorlamaktadır. Örneğin 2008 Krizi, ücretsiz izinlerin, denkleştirme ve telafi uygulamalarının, dolayısıyla ücretsiz ‘fazla mesai’lerin giderek normal hale getirildiği bir süreç olmuştu. Büyümedeki yavaşlama ile vergi gelirlerinin düşmesi ve 2012 bütçe açığının hatırı sayılır boyutlara ulaşması, emekçilerin kazanılmış haklarının kısıtlanması ve dolaylı vergi yükünün arttırılmasıyla telafi edilmeye çalışıldı. Elektrik, doğalgaz ve tütünlü mamullere getirilen zamlar bu kapsamdaydı.
Hem uluslararası kapitalizm hem de Türkiye kapitalizmi açısından 2013 yılının 2012’den daha iyi bir yıl olmayacağı farklı görüşlerden iktisatçıların ortak fikri. Bu nedenle hükümetin, 2013 yılında da emekçilerin kazanılmış haklarını somut bir biçimde hedefe koyacağı, ‘taşeronlaştırma’, özel istihdam büroları, ‘kamu görevlileri’ düzenlemeleri vb. yasa tasarılarından anlaşılıyor. 2013 bütçesinde dolaylı vergilerin temel gelir kaynağı olarak görülerek arttırılması da, emekçilerin üzerindeki yükü daha da arttıracak. Bütün bu eğilimler bir yana, asgari ücrete yüzde 4 civarında yapılan zam, zorlaşan yaşam koşulları, emekçileri daha da kemer sıkmaya zorlayacak. Yine memurlara yapılan yüzde 4+4’lük zamlar, hükümetin yan kuruluşu gibi çalışan Memur-Sen’in bile tabanın zorlamasıyla hükümete öfke dolu eylemler yapması, önümüzdeki dönem açısından emekçilerin hükümet karşıtı eğilimlerinin güçleneceği yönünde önemli veriler sunmaktadır.
İşten atmalar, fabrikaların taşınması ile işsiz kalan emekçilerin tepkileri, sendikalaşma mücadeleleri, halen süren MESS grup toplu iş sözleşmesi başta olmak üzere toplu sözleşme süreci, grev hakkının kaldırılması yönündeki çabalar, her türlü hak arama eylemine hükümetin açıktan muhatap olup tavır alması emekçilerin de hükümet ve sermaye güçlerinden kopuşunu koşullamaktadır.
Dolayısıyla 2013 yılında hem ekonomideki eğilimler, hem de emekçilerin ağırlaşan yaşam koşulları hükümeti sıkıştıran önemli bir etkenlerden birisi olacaktır.
BAŞKANLIK SİSTEMİ, YENİ ANAYASA, KÜRT SORUNU
2013’e girerken AKP, önceki yıllarda, kendisinin geçmiş hükümetlerden ayrıldığı yönündeki propagandasına malzeme ettiği olanaklardan da giderek yoksun kalmıştır. Ergenekon ve Balyoz davası, sapla samanı karıştırarak, darbeci ve faşist güçlerle birlikte her türden AKP muhalifinin ‘cezalandırıldığı’ davalara dönüştürülmüştür. Bu nedenle, AKP’nin bir dönem ‘demokrasi kahramanı’ rolü, hem davaların sona gelmiş olması, hem de tartışmalı yönleri dolayısıyla inandırıcılığını kaybetmektedir.
‘Askeri vesayete’ karşı ‘sivilleşme’ kahramanlığı da sona gelmiştir. Evet, asker hükümete tabi kılınmıştır, ancak militarizm, eskisi gibi, militarizm olmaya devam etmektedir. Genelkurmay, AKP’nin Genelkurmayı olarak bölgede operasyon ve Başbakan’ın deyimiyle ‘bombalama’lara devam etmektedir. Hükümet, Uludere Katliamı’nın üstünü kapatmak için uğraşmakta, ama içinden de çıkamamaktadır. Son olarak ‘demokratikleşme süreci’nin temel dinamiklerinden birisi olarak ilan edilen Ergenekon, Balyoz ve casusluk davalarında gözaltına alınan askerlere Başbakan’ın sahip çıkması, gözaltı ve tutuklamaların ‘Terörle mücadeleyi zayıflatacağını’ söylemesi, hükümetin bu davalardan artık yelkenini dolduramaz hale geldiğini ve askerlerle ilişkilerini yenilemeye yönelmekle kalmadığı, ama bu yönde ciddi bir mesafe de aldığını göstermektedir. Artık Başbakan Erdoğan, kendi denetimindeki ordu ve kurumlarına yönelik her türlü ‘yargı’ müdahalesini ‘demokratikleşme’ değil hükümete yönelik bir saldırı olarak algılamaktadır. Dolayısıyla sivilleşme ‘hikaye’sinin demokratikleşme olmadığı fiili icraatla görülmüştür.
Tersine tekçi, muhalefete tahammül edemeyen Başbakan’ın tavrı hükümetin genel otoriter çizgisi olarak algılanmaktadır. Emekçilere, Kürtlere ve Alevilere, gençlere, HES karşıtlarına, giderek tüm işçi ve emekçilere yönelik polis şiddeti hızını alamamış, alelade bir Cumhuriyet Bayramı yürüyüşü olarak kabul edilebilecek bir etkinliğe saldırmaya kadar ilerlemiştir. Bu otoriter politika tarzı, Hükümeti önceki yıllarda desteklemiş önemli bir liberal aydın kesim ve geçici olarak AKP’den beklenti içine girmiş halk kesimlerinin AKP’den uzaklaşmasına neden olmaktadır/olacaktır.
AKP’nin hâlâ ‘demokrasi’ çabası içinde olduğunu propaganda edeceği argümanlar azalmış, ancak tükenmemiştir. Bunlardan birincisi, elbette Kürt sorununda içinde bulunduğumuz aşama ve Öcalan’la görüşme sürecidir. İkincisi de, yeni Anayasa tartışmalarıdır. Bu ikisi, birbiriyle yakın bir ilişki ve kesişen bir politika kümesi içindedir.
AKP’nin yeni Anayasa tartışmalarında, Anayasadaki Türk vurgusunu esneterek, ama diğer yandan da Başkanlık sistemini bütün olarak ya da kimi unsurlarını Anayasaya eklemek üzere, bir uzlaşma arayışı içinde olduğu ortadadır. İktidarın Anayasa Uzlaşma Komisyonu’nu Başkanlık Sistemi önerisi ile kilitlemesi bir yana, Başbakan Erdoğan ve parti içindeki ağırlığıyla, giderek Erdoğan’ın şahsında simgeleşen AKP Hükümeti, 2014’teki yerel seçimler ve yine aynı yıl yapılacak Cumhurbaşkanlığı seçimlerine giderken (2015’te de genel seçimler yapılacak) Anayasada değişiklik yapmak zorundadır.
İlk olarak; mevcut yüzde 10 barajı ve antidemokratik seçim sistemi içinde (oylarını da arttırarak) Meclis çoğunluğunu elde eden AKP’nin 2015 genel seçimlerinden tek başına iktidar olacak oyu alıp almayacağını şimdiden ifade etmek zor. Ancak, yukarıda ifade edilen ve AKP’yi sıkıştıran eğilimler göz önünde bulundurulduğunda, Hükümet’in de bunu çantada keklik görmediği anlaşılabilir. Ki, ekonomik ve siyasal dengelerin hızla değişebildiği ülkemiz koşullarında AKP’nin kendi açısından 2015’e dönük önlemler almak zorunda olduğu tartışılmazdır.
AKP’nin 2015 seçimlerinde tek başına iktidar olup olmayacağı bir yana, aktif siyasete devam etmek isteyen Erdoğan’ın, Başbakanlığı bırakacağını açıklaması nedeniyle, 2014 yılındaki seçimde Cumhurbaşkanlığına aday olması kaçınılmaz. Ancak, bugünkü haliyle Cumhurbaşkanlığı, Başbakanlığın yanında ikincil bir konumdur ve Erdoğan’ın bunu kabul etmesi beklenemez.
Dolayısıyla, hem AKP’nin sembolik ismi Başbakan Erdoğan’ın aktif siyasete devam edebilmesi, hem de AKP’nin mevcut seçim sistemiyle tek başına iktidar olma olanaklarının azalması açısından Anayasa değişikliği ile Başkanlık (ya da yarı başkanlık) sisteminin yaşama geçirilmesi AKP açısından oldukça önemli ve stratejiktir. Ayrıca sermayenin, yürütme gücünü koalisyonlara bağlı kalmadan, siyasi partiler arasındaki ‘kısır’ çekişmelere yer vermeksizin elinde toplamak, olası siyasi krizleri engellemek ve gerçek muhalefetin siyaset zeminini daraltmak istemesi de başkanlık sistemi açısından önemli bir güncellik sağlamaktadır.
Bütün bu nedenlerle 2014 seçimlerine kadar AKP’nin Anayasa’da başkanlık sistemi doğrultusunda dayatmalarını sürdüreceği, bu çerçevede, ‘seçmenleri’ dışındaki kesimlerden oy almak üzere yeni taktikleri devreye sokacağı öngörülebilir.
Bunlardan ilki, yukarıda ifade edildiği gibi, Öcalan’la görüşme sürecidir. Yukarıda ifade edilen etkenlerle hükümet görüşmelere başlamıştır. Elbette, hükümet, görüşmelere başladı diye, -ve üstelik görüşmeler sürecinden başka her şeye benzeyen bir dayatma ve “çözüm”den başka her şeye benzeyen bir çözümcülükle- kimi liberal çevre ve ‘iyimserlerin’ ifade ettiği gibi, ‘barış’ ve ‘eşit haklar’ kendi kendine gelmeyecektir. Sorun, hâlâ bir mücadele konusudur ve eşit hakların kazanılması, ancak ve ancak şimdiye kadar olduğu gibi demokrasi mücadelesinin yükseltilmesiyle olanaklıdır. Hükümetin esas hedefi, açıktan ifade ettikleri gibi, silah bıraktırmaktan ibarettir. Görüşmeler, basına yansıdığı kadarıyla silah bıraktırmak için, ‘sınır dışına çıkarmaya’ odaklanmıştır. Hükümetin soruna ‘eşit haklar’ ve Kürt sorununun çözümü çerçevesinden değil, esas olarak ‘silah bıraktırma’ yönünde baktığı, ‘terör sorunu’nu çözmüş bir hükümet olmanın avantajlarını kullanmak istediği açıktır. Bu nedenle, bir yandan ‘terör sorunu’nu çözmek üzere en geri Türk yığınlarının bazen sesli bazen ‘sessiz’ onayını almayı, ‘Kürt sorunu’nu silah bıraktırmaya odaklı olsa da ‘çözmek’ üzere ise, Kürt halkı içinde giderek kaybettiği etki ve prestijini yeniden kazanmayı istemektedir. Ancak böyle bir politikayla Kürt sorununun eşit haklar temelinde gerçek bir çözümü mümkün olmadığı da ortadadır.
İkincisi; Anayasada, Türk vurgusu yerine vatandaşlık tanımının getirilmesidir. Üstüne Avrupa Birliği Yerel Özerklik Şartına yönelik çekincelerin kaldırılması eklenebilir. Uygulamada ise, köy, mezra ve bazı yerleşim yerlerine Kürtçe isimlerinin verilmesi gibi bir takım simgesel adımlar da gündeme gelebilir. Elbette, AKP, bunları da, ‘demokratlığından’ değil, yukarıda ifade ettiğimiz sıkışmışlıktan bir çıkış yolu olarak gündeme getirecektir, getirmektedir. Bu nedenle kısa vadede bile karşılıksız değildir. Bu sefer, Başkanlık sistemi yönünde adımlar atılması için daha ciddi bir ‘pazarlık’ gündeme gelebilir: Emekçi ve Kürt halk kitlelerine Anayasada bazı ‘taleplerin’ karşılanması karşılığında tıpkı Amerikan ‘demokrasi’sinde olduğu gibi başkanlık sistemine dair bazı adımların atılması.. Erdoğan’ın başkan olmasını sağlayacak bir düzenlemenin yaşama geçirilmesi. Yetkilerin, bir ölçüde Meclisten alınarak, ‘bürokratik’ mekanizmalar ortadan kaldırılarak, tek elde, yürütme gücünde, yani başkanda toplanması… AKP Hükümeti’nin olası bir oy kaybıyla karşı karşıya kalabileceği ve bugün açısından tahammül edilemez görülen koalisyon ihtimalinin böylece ortadan kaldırılması…
Elbette bütün bunlar AKP açısından olası öngörülerdir. Ancak siyasi tablo süreç içerisinde birçok farklı olanak ve olasılıklara gebedir. AKP’nin planlarının, halkın mücadelesi ve deneyimleri ile boşa çıkartılması noktasında ise epeyce birikim mevcuttur.
Öncelikle, Kürt halkı açısından, AKP, ‘Kürt açılımı’nın yapıldığı dönemdeki AKP değil. Açılımın, Kürt sorununun eşit haklar temelinde çözümü için değil, bir yandan halkın mücadelesinin baskısı, bir yandan bölgeye yönelik hesaplarıyla Amerikan dayatmalarının ürünü olduğu ve diğer yandan da sorunu çözmeden, ama PKK’yi etkisizleştirerek yedekleme yönünde bir manevra olduğu anlaşılmıştır. Açılımın pragmatik bir manevra olduğu ve AKP’nin dönem dönem bu tip politik çıkışlar yaptığı anlaşılmış, Kürtlerin AKP’ye güveni büyük ölçüde sarsılmıştır. Yani, BDP’ye oy verirken, “AKP de diğerlerinden farklı” diyen önemli bir Kürt kitlesinin AKP’ye karşı ‘dengeli’ yaklaşımı şiddetli muhalefete dönüşmüştür. Yine de “göl” maya tutarsa, Kürt sorunu ya da doğrusu “terör sorunu” “çözülecektir”!
Liberaller ve AKP’den demokrasi ve insan hakları konusunda bir takım ilerlemeler bekleyen emekçi kitleler açısından da benzer bir durum söz konusudur. Ergenekon, Balyoz, işkenceye “sıfır tolerans”, Alevi, Kürt, Roman açılımları vb. politik dava ve gündemlerin hiçbirisi iddia edilen sonuçlara varmamış, tersine demokrasi tablosu daha geri bir noktaya “ilerlemiş”tir. Cezaevinde sayıları giderek artan gazeteciler, 10 bine yakın tutuklu Kürt siyasetçi, bütün laflara rağmen faili meçhul cinayetlerin aydınlatılmasında doğru düzgün tek bir adım atılmamış olması, her türlü davadaki (Ergenekon, Balyoz, faili meçhuller, Zirve Yayınevi Katliamı vb.) gerçek bir demokratikleşme olanağının Hükümet tarafından özel olarak ortadan kaldırılarak, davaların muhaliflerin tasfiyesine indirgenmesi, alanlara çıkan kadınlara saldırılar, taciz ve tecavüzlerin sıradanlaşması, az da olsa muhalefet ettiği için azarlanan köşe yazarları, her türlü muhalefete tahammülsüzlük artık aşikardır. Bu çevreler için bir dönem umut olmuş AB projesi de şimdilik rafa kaldırılmıştır. Başbakan Erdoğan’ın her tavrı, her açıklama ve konuşması kin ve nefret dolu, tekçi, antidemokratik ve düşmancadır… Dolayısıyla bu kesimler açısından da AKP’den bir demokrasi ümidi kalmamaktadır.
Başkanlık sistemine karşılık Anayasada yerel özerklik vurgusu yapılması gibi pazarlıklar da AKP’nin gücünü arttırma olanağını ortadan kaldırmamakla birlikte, epeyce azaltmaktadır. Çünkü AKP Kürt halkının güvenini büyük ölçüde kaybetmiştir. Başkanlık sistemi karşısında pazarlık için kullanacağı kimi ‘maddeler’, AKP’nin demokratlığının göstergesi değil, demokrasi güçlerinin kazanımları olarak değerlendirilecektir.
Öcalan’la görüşme, barış ve Anayasa süreci yeniden bu kesimlerde belli ölçüler de ‘umut’ yaratmış olsa da, bu, AKP’ye dair bir umut değil, sorunların çözümüne dair, yani halkın mücadele ile kazanmasına dair bir umuttur. Çünkü defalarca AKP tarafından burnu sürtülen bu kesimlerin, yeniden sanki 10 yıllık iktidarı söz konusu değilmiş gibi, AKP’nin yanında saf tutması zordur. AKP artık devletin her alanında egemen konumdadır, ‘mağdur’ ve ‘muhalif’ rolünün ne temeli ne de inandırıcılığı kalmıştır. Ayrıca AKP bu kesimleri kaybetmiştir ve tekrardan kazanması kolay kolay mümkün olmayacaktır.
2001 Krizi sonrasında çöken ekonominin ‘toparlanması’ üzerine oturan, kapitalist rasyonalizasyon ve yönetim açısından ‘başarılı’ sayılabilecek AKP Hükümeti, diğer yandan emekçi yığınların giderek biriken ve eşik noktasına yaklaşan sorunları ile de karşı karşıyadır. 2013 ve 2014 için ‘temkinli’ tahmin ve durgunluk öngörüleri, emekçiler açısından ‘eşik’e daha da yaklaşılacağının başka bir biçimde ifadeleridir. Zamlar, ağırlaşan yaşam koşulları, kapanan/taşınan fabrikalar, taşeronlaştırmanın yaygınlaştırılmasından diğer hak gasplarına dair planlar bugünün ve 2013’ün yakın uygulama ve hedefleridir.
Dolayısıyla önümüzdeki dönemde AKP’nin işi hiç kolay değildir. Süreç ve sorunlar Hükümet’i giderek sıkıştırmakta, Hükümet de, hatta CHP de bir biçimde buna uygun konumlanmaya çalışmaktadır. Ancak, artık AKP nasıl konumlanırsa konumlansın, geniş toplum kesimleri açısından, belki bir dönem bir biçimde sindirilebilecek olan ‘Başkanlık sistemi gelsin, zaten demokratik bir iktidar var, demokratik işleyiş hızlanır’ iddiasının kabul edilebilir yanı kalmamıştır. Hükümetin, her meselede yeniden ve yeniden açığa çıkan antidemokratik, emekçi ve halk düşmanı yaklaşımları, Başbakan Erdoğan’ın tekçi ve otoriter üslubu, Başkanlık sistemi için yeterli doneler sunmaktadır. Başkanlık sisteminin daha gerici ve baskıcı bir düzene yol açacağı giderek daha fazla bilince çıkmaktadır. Diğer yandan AKP Hükümeti Ortadoğu’daki gelişmeler, Irak ve Suriye’deki iç çatışmalar, İran’la artan düşmanlık ile savaş bataklığına doludizgin gitmektedir.
Dolayısıyla 2013 ve 2014’e giderken, çeşitli tavizlere ve manevralara rağmen, hem otoriter tavrı ve gerici siyasal düzeniyle, hem de politikalarını deneyimleyerek AKP’ye sırt çevirmiş Alevilerin ve Kürt halkının muhalefetiyle, gün be gün AKP’nin zamları, sendika ve emek düşmanlığıyla kapitalizmi, sermaye sömürüsünü ve onun hükümetini iliklerine kadar hisseden ve giderek biriktiren emekçilerin muhalefetiyle AKP’nin işi oldukça zordur. Ancak bu otomatik olarak AKP’nin ve gerici sermaye güçlerinin başarısızlığı anlamına gelmez. Güçlü bir demokratik ve antiemperyalist muhalefet ortaya çıkmaz, halk güçleri kendi talep ve çıkarları etrafında birleştirilemezse, AKP’yi sıkıştıran bütün bu etkenler, bir biçimde AKP’nin halkı umut ya da umutsuzlukla yeniden yedeklediği bir zemine dönüşebilir. Bu nedenle işçi sınıfının devrimci partisinin görevleri, hem işçi sınıfının kendisi için sınıf olarak örgütlenmesi, hem de demokrasi güçlerinin birleştirilmesi açısından tarihsel önemdedir. Süreç yeni krizlere gebedir, bunu değerlendirecek ve devrime götürecek olan da bu görevlerdeki başarıdır.