Dünyanın yeniden ve yeniden paylaşılması kapitalist sistemin bilinen bir gelişim ve varlık koşuluysa, bu paylaşımda savaşların ve çatışmalı süreçlerin eksik olmaması da öyle bilinen bir olgudur. Enerji, hammadde, yeni pazar ve yatırım alanlarıyla ucuz emek gücü ihtiyacı, emperyalist güçler arasındaki rekabet ve mücadelenin perde arkasını oluşturur.
Almanya eski Genelkurmay Başkanı ve NATO eski Askeri Komite Başkanı Klaus Naumann, Yugoslavya savaşlarla parçalandığı sırada aktif görevdeyken verdiği bir röportajda, “Dünyada artık yalnızca iki geçer akçe var: Ekonomik güç ve onu kabul ettirmek üzere askeri araçlar” diyerek, bu gerçeği kuru bir nesnellikle ifade etmekten çekinmedi.
Bugün büyük Avrupa devletleri, ABD, Çin, Rusya, Japonya gibi başlıca emperyalist güçlerin aşırı kârlarını güvence altına almak, etki ve nüfuz alanlarını genişletmek, rakiplerini zayıflatmak hesaplarıyla gözünü diktiği coğrafyalara baktığımızda, dünyada süren savaşların ve silahlı çatışmaların oluşturduğu kuşakla örtüştüğünü görürüz. Aşağıdaki, AKUF’un yayınladığı 2012 raporunda yer alan grafik bunu çarpıcı bir şekilde ortaya koyuyor.
(Grafik: 2012’de süren belli başlı savaşlar ve silahlı çatışmalar)
˜ savaşlar
™ silahlı çatışmalar
Bugün “huzur”, “barış”, “özgürlük”, “demokrasi” getirmek kisvesi altında yürütülen emperyalist askeri müdahaleler kadar, dünya genelinde silahlanmada kaydedilen devasa artış da bu tabloya denk düşüyor.
Stockholm Barış Araştırmaları Enstitüsü’nün rakamlarına göre, dünya çapında silah satışları, 2007-2011 yılları arasında, beş yıl öncesine oranla yüzde 25 arttı. Dünya silah pazarının yüzde 30’unu ABD, yüzde 24’ünü Rusya, yüzde 9’unu Almanya elinde tutuyor. Ortadoğu, Afrika ve Uzakdoğu ülkeleri birer “silah deposuna”, “barut fıçısına” dönmüş durumda. ABD’nin silah satışları, 2011 yılında, bir önceki yıla göre üç misli arttı. Türkiye ise, yaklaşık 17 milyar dolar ile dünyada silaha en çok yatırım yapan 24’üncü ülke.
BARBARLIK…
Süren ve sürdürülen savaşlar, silahlı çatışmalar her yıl on binlerce insanın ölümüne, birkaç katının yaralanmasına yol açarken, çok daha fazlasının yaşamını ve yaşam alanlarını tarumar ediyor. Sonuç; temel insan haklarından yoksunluk, mültecilik, göç, sefalet, doğada yıkım… Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği Bürosu’nun son verilerine göre, dünyada yaşam alanlarından koparılmış çoğu kadın ve çocuk 42,5 milyon insan mülteci olarak hayata tutunmaya çalışıyor.
Gelişmiş kapitalist devletlerin kanlı pençelerini geçirdiği dünyaya dayattığı neo-liberal politikaların bilânçosuysa savaşlardan da ağır. Hitler faşizminin altı yılda yarattığı insan kıyımını, neo-liberalizm tek bir yılda gerçekleştiriyor. ECOSOC (BM Ekonomik ve Sosyal Konseyi) istatistiklerine göre, 2011’de, 52 milyon insan açlık ve yoksunluğun yol açtığı hastalıklar sebebiyle öldü. 12 milyar insanı besleme kapasitesine sahip bir gezegende yürütülen barbar politikalar sonucu, her 5 saniyede bir 10 yaş altı çocuk, her gün 57 bin insan açlıktan ölüyor.
Eğitime, sağlığa, çalışma yaşamına, emeklilik düzenlemelerine peş peşe gelen saldırı paketleri, halka dayatılan vergi yükleri, hak gaspları ve kısıntılar aracılığıyla krizlerini atlatan kapitalist sistemin gözettiği tek şey aşırı kârları güvence altına almak, para babalarının kasalarını ağzına kadar doldurmak. Birçok ülkede olduğu gibi, açlık ve yoksulluk sınırında yaşayan çoğunluğun sayısı ülkemizde de büyüdü.
… VE TÜRKİYE’DEKİ YÜZÜ
Kâr, çıkar ve nüfuz hırsını kanla ve halkların iliğiyle besleyen emperyalist güçlerin, kapitalist sistemin barbarlığını nasıl şiddetlendirdiğini anlamak için uzun boylu verilere, raporlara da ihtiyaç yok aslında; zira etkilerini her gün görüyor, hissediyor, yaşıyoruz.
Bu barbarlığın Türkiye’deki uygulayıcısı AKP’nin hükümranlık halini alan on yıllık iktidarı altında hazırlanan 2013 bütçesi de, tam bir savaş ve yoksulluk bütçesi olarak çıktı. Bütçede büyük oranda işçi ve emekçilerden alınacak vergilerde ciddi bir artış söz konusuyken, sağlığa ayrılan payın iki katı savaş kurumlarına ayrılmış durumda.
Başbakan Erdoğan’ın sık sık dillendirdiği “savaşa hazırız” mesajları eşliğinde Malatya Kürecik’e NATO Radar üssü kuruldu. Geçtiğimiz günlerde de, NATO’nun Patriot füzeleri halkın tüm tepkisine ve itirazına rağmen, üç ilimize konuşlandırılmak üzere, ülkemize getirildi. Propagandaya inanılacak olursa “savunma” amaçlı! Oysa, İran ve Rusya’nın Kürecik “füze kalkanı”yla ilgili açıkladıkları “öncelikli hedef” içerikli tutumlara bakılırsa, Antep, Adana ve Maraş’a “kalkan” ve Patriotların yerleştirilmesi, olası bir bölgesel savaşta coğrafyamızın savaşın ön cephesi haline gelmesi demek.
En son, ABD ve Batı emperyalizminin Türkiye’ye biçtiği “ileri karakol” rolünden görev çıkaran Başbakan, “binlerce on binlerce kilometre öteden gelip Irak’a girenler bu dünyada haklı oluyorsa, biz 910 kilometrelik sınırımız olan ülkeyle eli bağlı tribünde seyirci olamayız. Gereği neyse bunu yapmamız lazım ve yaparız” dedi. Böylece, Başbakan, Hükümetinin savaş politikasındaki ısrarını bir kez daha ilan etmiş oldu.
Patriotların yerleştirileceği illerden biri olan Antep’te yaptığı bu konuşmanın girizgâhında Hükümetin tüm çabası ve uğraşının “bu coğrafyanın tam anlamıyla bir barış coğrafyası, huzur deryasına dönüşmesi” amacı taşıdığına dair sözlerinin ikiyüzlülüğünü görmek için, ülke içine bakmak yeter: 30 yıldır bu topraklarda süren savaşın korkunç sonuçlarını yaşadık. On binlerce insan hayatını kaybetti. Binlerce yerleşim yeri yakılarak, yıkılarak boşaltıldı. 4–4,5 milyon Kürt vatandaşı, güvenlik güçlerinin baskısı, OHAL uygulamaları, koruculuk baskısı ve dayatmaları, can güvenliği, köy boşaltmaları, yayla yasakları ve gıda ambargoları nedeniyle yaşam alanlarını terk etmek zorunda bırakıldı. Zorunlu göçle aileler parçalandı, Kürtlerin kimlikleri aşağılandı, dilleri hükümsüzleştirildi, ekonomik ve politik baskılar hız kesmedi.
Göç Platformu’nun yoğun göç alan 9 ilde yaptığı bir araştırmaya dayanan “Zorla Yerinden Edilenler İçin Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Araştırma Raporu” (2011), zorunlu göç mağdurlarının yüzde 31’inin göç sürecinde işkence yaşadığını ya da tanık olduğunu ortaya koyuyor. Yüzde sekizi, taciz ve tecavüz sonrası travma yaşıyor. Zorla yerinden edilenler barınma, beslenme, eğitim, sağlık, çalışma haklarına ulaşmakta büyük sıkıntılar yaşıyor. Özellikle kadın ve çocuklar mağdurun mağduru durumda. Rapor, her birinin altında Türkiye Cumhuriyeti imzası bulunan BM “Kadına Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi”nin, “Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Sözleşmesi” ile “Çocuk Hakları Sözleşmesi”nin ciddi bir biçimde ihlal edildiğini, önemli hak kayıpları yaşandığını gösteriyor.
Zorunlu göç mağdurlarının yüzde 68’i yeterli alt yapıya sahip konutlarda yaşamıyor, yüzde 50’si düzenli öğün yiyemiyor, çocukların yüzde 84’ü yetersiz besleniyor. Yüzde 52’si anadilinden dolayı okulda başarısız, yüzde 59,6 dil bilmemekten sağlık hakkına ulaşmakta sorun yaşıyor, yüzde 25’i tedavi sürecinde bedelleri ödeyemiyor.
Zorla göç ettirilenlerin yüzde 45’i işsiz, yüzde 80’inin düzenli işi, yüzde 23’ünün sosyal güvencesi yok. İlköğretim çağında olup çalışan çocukların yüzde 94’ü, 8–12 saat arası ve güvencesiz kayıt dışı işlerde çalışıyor.
Rapor, kadınların % 33.52’sinin göç sonrası (% 28,6’sının düşük-erken doğum nedeniyle) çocuklarının öldüğünü, hamilelik döneminde kurumsal destek almadıklarını, doğumlarının genellikle sağlıklı olmayan ortamlarda gerçekleştirdiklerini ve önemli oranda (% 87) üretim sürecinin dışında kaldıklarını ortaya koyuyor.
Kadınların yüzde % 44,52’si, zorunlu göç sürecinde kadın kimliğine yönelik fiziki-psikolojik saldırı ya da baskı yaşadı. Kadının aile, akraba ve sosyal çevre ilişkileri bu süreçte olumsuz etkilendi. Zorunlu göç yaşayan kadınların ruh halinde, bir yere ait olmama, geleceğe güvensizlik önemli bir yer tutuyor.
Baskı ve yok sayma politikalarının mirasçısı AKP iktidarında da, Kürt sorununu barışçıl, demokratik yoldan çözmek yerine sürdürülen nefret, korku ve düşmanlık ortamı, şiddeti normalleştirerek, gündelik yaşamda en ağır şekilde karşımıza çıkardı. Çatışmalı ortam demokratik hak ve özgürlüklerin gaspına, bütün ülkede anti-demokratik uygulamaların meşrulaştırılmasına bahane edildi. Kürt, Alevi, işçi, kamu emekçisi, çevreci, köylü, öğrenci, kadın, aydın ya da sanatçı –toplumun herhangi bir kesiminden yükseltilen her türlü hak talebi, tahammülsüz, saldırgan, ayrımcı, hak ve adalet tanımaz militarist bir tutumla karşılaştı.
Bir yandan da, tüm toplum kesimlerinin görüşlerinin dikkate alındığı iddiasıyla Anayasa hazırlıkları yürütülüyor. AKP iktidarı altındaki bu baskıcı, saldırgan siyasi ve toplumsal atmosferde hazırlıkları sürdürülen anayasa, kimin anayasası olabilir? Tüm farklı seslerin kısıldığı, demokratik siyaset kanallarının tıkandığı tehdit ve savaş ortamında halktan yana demokratik bir anayasa yapmanın koşullarının oluşamayacağı aşikâr.
8 MART’TA BARIŞ SESİ YÜKSELMELİ
Silahların konuştuğu yerde ne barış, ne demokrasi, ne eşitlik, ne de özgürlükten söz edilebilir. Dini dogmaların siyaset malzemesi yapıldığı, muhafazakâr söylemlerle yükseltilen erkek egemen toplumsal zihniyetin kadını aile içine hapsettiği, en az üç çocuk fetvalarının verildiği, kadınların çalışmasının öldürülmelerine sebep gösterildiği, kadına yönelik şiddetin hız kesmeyip alınan önlemlerin kâğıt üzerinde kaldığı Türkiye’de, kadınların barış, eşitlik ve demokrasi mücadelesi, olası bir savaş karşısında daha da elzem hale geliyor.
Çünkü savaş denilen heyula, arkasında yalnızca ölüm, yıkıma uğratılmış bir doğa, nefrete boğulmuş insanlar bırakıyor ve yarattığı yıkımla birlikte barınma, beslenme, sağlık, eğitim gibi en temel insan haklarından yoksunluk, sefalet getiriyor.
Çünkü savaş, kadınlar için, yaşam alanlarından koparılmak, göçe zorlanmak, yoksulluğa, işsizliğe ya da en kötü, en güvencesiz işlere mahkûm edilmek, hayatın iyice kıyısına itilmek, fuhuşa zorlanmak demek.
Çünkü savaş, daha hoyrat ve acımasız olmaya çağırılan, askerileştirilen erkeklerin kadınlara yönelik şiddetinin artması, tecavüz, kaçırılma ve daha çok kadın intiharı anlamına geliyor. Savaşın yol açtığı nefret ve düşmanlık dili, gazete, televizyon haberlerinden televizyon dizilerine kadar yaygınlaşarak, erkek egemenliğini güçlendiriyor.
İçeride ve dışarıda savaş iklimine ancak güçlü bir barış, demokrasi ve eşitlik mücadelesi son verebilir. Kürt sorununun eşit haklar temelinde çözüme kavuşması, inançların özgürce yaşanabilmesi, emekçilerin hak arayışlarının önündeki tüm engellerin kaldırılması buna bağlıdır. Barışın kazanılması, ulusal, sınıfsal, cinsel sömürüye ve ayrımcılığa son veren, gerçek eşitliğin sağlandığı, insan haklarını güvence altına alan bir anayasaya sahip tam bağımsız demokratik bir ülkeye bir adım daha yaklaşmak anlamına gelecek.
Kadınların eşitlik, demokrasi ve özgürlük taleplerini en yüksek sesle haykırdığı 8 Mart’a yaklaşıyoruz. Bu yıl da, barışın, eşit hakların, halkların kardeşliğinin ve sosyalizmin sarsılmaz savunucusu Clara Zetkin’in 1910’daki çağrısına dünya kadınları uyacak ve 8 Mart’ta meydanlar, sokaklar, mahalleler kadınların en yakıcı talepleriyle dolacak.
Bu topraklarda, bu yıl, hiç kuşku yok ki, kadınların en yüksek sesle dillendirdiği talep barış olacak. Kadınlar içeride ve dışarıda savaşa “dur” diyecek, eşitlik ve demokrasi isteyecek, halkların kardeşliğini haykıracak.
Başta cinsel, ulusal, sınıfsal sömürüye son verilmesi olmak üzere, barış koşullarının hemen oluşturulması, silahların hemen susması ve operasyonların durdurulması, barış görüşmeleri için derhal adım atılması;
Komşu devletlere hiçbir müdahalede bulunulmaması, bölge halklarının kendi kaderlerini tayin hakkına saygı gösterilmesi; hiçbir ülkenin bağımsızlığına ve bütünlüğüne yönelik tacizlerde bulunulmaması, tüm yabancı üs ve tesisler kapatılması, tüm füzelerin ve rampalarının sökülmesi;
Savaşta hakikatleri araştırma komisyonunun yanı sıra kadın hakikatleri komisyonu oluşturulması, kadınlara karşı işlenen suçların açığa çıkarılması ve yargılanması, koruculuğun kaldırılması;
Yaklaşık iki yüz bin kişinin yargılandığı, demokratik itirazı imkânsız hale getiren terörle mücadele yasasının derhal kaldırılması, her türlü hukuk kuralının ihlal edildiği gözaltı furyalarına son verilmesi;
Medya ve eğitim kurumlarının cinsiyetçilikten arındırılması, militarist ve cinsiyetçi sembol ve sözcüklerin kamusal alandan kaldırılması; eğitimde ve kamusal alanda anadil hakkının önündeki tüm engellerin kaldırılması; kadınların Meclis’e girmelerine engel olan seçim barajının kaldırılması gibi temel talepler etrafında birleşen bir çalışmanın barış ve demokrasi umuduna güç kazandıracaktır.
8 Mart’ta kadınların barış, eşitlik ve demokrasi taleplerinin her yerden en güçlü bir şekilde yükselmesi için, bu ülkenin, bu coğrafyanın kadınları tüm güçlerini birleştirmeli ve bu mücadeleyi en geniş kesimleri yanlarına katarak canla başla sahiplenmeli.
Barıştan, demokrasiden, toplumsal cinsiyet eşitliğinden yana tüm parti ve kurumları, sendikaları, dernekleri, platformları, çevre, sanat ve meslek örgütlerini, aydın ve sanatçıları, bölge ülkelerinden savaş karşıtı dost çevreleri ve kadın örgütlerini de içine alan geniş bir barış cephesinin örülmesi ufkuyla buluşan bir 8 Mart çalışmasının, ülkemiz kadın hareketine güç ve dinamizm kazandıracağından kuşku yoktur.