Kürt sorunu, gelişmeler ve İmralı görüşmeleri

2012 yılının son günlerinde Başbakan Erdoğan’ın katıldığı bir televizyon programında (TRT) İmralı’yla görüşmelerin sürdüğünü açıklamasıyla, Türkiye kamuoyu, Kürt sorununda yeni bir görüşme sürecinin başladığından haberdar oldu. Ancak, başta Başbakan Erdoğan olmak üzere, AKP kurmaylarının “gerekirse görüşülür” yönlü propaganda amaçlı söylemleri nedeniyle, ihtiyatlı bir yaklaşım söz konusuydu. Durumu kesinleştiren, DTK Eş Başkanı ve Mardin Milletvekili Ahmet Türk ve BDP Batman Milletvekili Ayla Akat Ata’nın İmralı’ya giderek Abdullah Öcalan ile görüşmeleri oldu.
Ahmet Türk’ün Öcalan ile görüştükten sonra yaptığı “Öcalan’ın talepleri devleti zorlayacak türden değil” açıklamasının dışında görüşmelerin içeriği ve devamında nasıl bir yol izleneceği konusunda henüz ortada somut bir bilgi bulunmuyor. Basın organlarında konuya ilişkin söylenti düzeyinde aktarılanlar ise, spekülatif olmanın dışında bir anlam taşımıyor.

HASSASİYET YALNIZCA KÜRTLER İÇİN Mİ?
Yeni sürecin Oslo görüşmeleri ve Habur süreci gibi heba edilmemesi için provokasyonlara kapı açacak tutum ve davranışlardan titizlikle kaçınılması gerekirliği üzerinde, MHP ve ulusalcı güçler dışında, denebilirse tüm Türkiye kamuoyunda, ilk andan itibaren tam bir mutabakat sağlanmış gözüküyor.
Nitekim, aralarında PKK kurucularından Sakine Cansız’ın da bulunduğu 3 Kürt kadın siyasetçinin Paris’te hunharca katledilmeleri, süreci provoke etmeye yönelik girişimlerin daha ilk günden başlamış bulunduğunu gösterdi. Sürecin hassasiyetle götürülmesi gerektiği bu acı olayla bir kere daha açığa çıktı.
Diyarbakır’da cenazelerinin başında acılarını içine gömerek barış talebini öne çıkaran Kürt halkı ve Kürt siyasi hareketi sürece ne kadar sorumluluk ve titizlikle yaklaştığını gösterdi. Kürt halkının böyle bir anda tam hak eşitliği ve barış yönünde iradesini ortaya koyması, provokasyon peşinde koşanları boşa düşürdü. Ne var ki, aynı sorumlu yaklaşımın AKP Hükümeti ve devlet tarafından gösterilmediği görülüyor. Başbakan ve Hükümet cephesi, “ele verir talkını kendi yutar salkımı” misali, sürekli Kürtlere ne yapması gerektiğini söylüyor. Ama öte yandan askeri operasyonlar sürüyor, Kandil’in bombalanması devam ediyor. Başbakan her ağzını açtığında şart koşan bir edayla konuşuyor, amaçlarının “terör örgütüne silah bıraktırmak” olduğunu, görüşmelerin de ancak bu konuda ışık verdiği ölçüde yürüyebileceğini, yoksa kesileceğini, ilk adım olarak PKK’nin silahlı güçlerini ülke dışına çıkarması ve ikinci adım olarak silahları bırakması gerektiğini belirtiyor.
Ahmet Türk’ün haklı olarak “Bir yerde barış arayışları olurken diğer taraftan bombalar yağdırılması toplumda bir güvensizliğin gelişmesine neden olur” diyerek ortaya koyduğu tabloya Başbakan Erdoğan’ın yanıtı “Sorumluluk mevkiindeyiz. Samimi olanlarla bu işler konuşulur, samimi olmayanlarla neyi konuşacağız? Bize samimi görünenler geliyor, konuşuyoruz, ‘peki, buyurun’ diyoruz kendilerini adaya gönderiyoruz. Açık açık söylüyorum. Sen adadan döndükten sonra zehir zemberek açıklama yaparsan olmaz. Seni oraya gönderen bir Başbakan’a, Kürt kardeşlerime ‘bu Başbakan bomba yağdırıyor’ dersen olmaz. Biz Kürt kardeşlerimize gönlümüzü açtık, onlara bomba yağdırmadık, biz teröristlere bomba yağdırdık. Bugün de yarın da teröristlerle bu mücadelemiz aynen devam edecektir, orada taviz yok. Kararlılığımız orada aynen devam edecek.” biçiminde oluyor. Başbakan barış ve çözümü isteyen biri gibi değil, adeta savaşı davet eden biri gibi konuşuyor.
Hükümet ve AKP sözcüleri yeni görüşme sürecini son derece kırılgan hale getiren bu tür yaklaşım ve uygulamaları Kürt sorununda devreye soktukları “entegre strateji”nin bir gereği olarak açıklıyorlar. Görünen o ki, devlet ve Hükümet, görüşmelerin yeniden başlamasıyla birlikte halkta oluşan barış ve çözüm umudunu yedekleyerek, Kürt halkının eşitlik taleplerini baskılayan bir kamçıya dönüştürmek istiyor. Hükümet ve devlet görüşmelerin tümüyle kendi inisiyatifi çerçevesinde gündeme geldiğini, istediğinde vazgeçebileceğini her vesileyle ortaya koymaya çalışırken, yalnızca milliyetçi, şoven çevrelerden gelecek basıncı hafifletmeyi hedeflemiyor; asıl olarak Kürt halkına, taleplerini kendi çizdiği sınırlar içine çekmesi noktasında, kelimenin tam anlamıyla şantaj yapıyor. Gerçek ise, gösterilmek istenenin aksini işaret ediyor. Elbette Hükümet’in görüşme sürecini yeniden başlatmak için bir inisiyatifi söz konusudur; ancak, aslolan, iç ve dış siyasal gelişmelerin getirdiği sıkışmışlığın Hükümet ve devleti bu adımları atmaya mahkûm hale getirdiğidir. Bunların neler olduğuna ve “entegre strateji”nin ne gibi unsurlar içerdiğine geçmeden önce, AKP Hükümeti’nin Kürt sorununa ilişkin izlemiş olduğu çizgiye özetle bakmakta yarar var.

BİR VAR OLUP, BİR YOK OLAN SORUN…

AKP Hükümeti, iş başına geldiği 2002 yılından beri, Kürt sorunun varlığını bir kabul edip bir reddederek, adeta papatya falına dönüştürdü. Bugün “Kürt sorunu yok, Kürt kardeşlerimin sorunu var” diyerek Kürt sorununu bir halkın kolektif hakları olmaktan çıkarıp bir çırpıda bireysel haklar kategorisine indirgeyen Başbakan Erdoğan, 2005 yılı Ağustos ayında Diyarbakır’da yaptığı konuşmada “…illa her soruna ad koymak da gerekmez. Ama ille de ad koyalım diyorsanız Kürt sorunu bu milletin bir parçasının değil, hepsinin sorunudur… Kürt sorunu ne olacak diyenlere diyorum ki, bu ülkenin başbakanı olarak o sorun herkesten önce benim sorunumdur” diyerek, Kürt sorununun varlığını açıkça kabul ediyordu.
Zigzaglarla ilerleyen AKP Hükümeti’nin Kürt sorununa ilişkin politik çizgisinin, asıl olarak 2007 yılında dönemin ABD Başkanı Bush ile yapılan görüşmeden sonra netlik kazandığı söylenebilir.
O görüşme sonrası, ABD Türkiye’ye istihbarat desteği sağlamaya başlamış, bunun karşılığında ise, Başbakan Erdoğan ABD’nin Genişletilmiş Ortadoğu Projesi’nin (GOP) eş başkanlığına getirilmişti. Hükümet, ABD’den aldığı destekle, önce sınır ötesi operasyona girişti, ardından 2009 yılında büyük bir kampanya eşliğinde “Kürt açılımı”nı ilan etti. Ancak dağ fare bile doğurmadı. Habur süreci olarak anılan “barış grubu”nun sınırdan girişi sırasında yaşananlar bahane edilerek, “açılım” rafa kaldırıldı. Görüldü ki, Hükümet’in Kürt halkının taleplerini karşılayacak ne bir çözüm planı, ne de böyle bir niyeti vardı. Benzer şekilde Oslo görüşmelerinin arka planında da AKP’nin 2011 seçimlerini kazasız belasız atlatmak ve bu çerçevede bölgedeki konumunu (‘oy’larını) koruma hesaplarının bulunduğu kısa sürede açığı çıktı. Nitekim seçimlerin hemen arkasından, “açılım” söylemi bir yana itilerek, “terörle mücadele, siyasetle müzakere konsepti” devreye sokuldu. “Açılım süreci”nin devam ettiği yer yer vurgulansa da, bunun, asıl olarak, izlenen saldırgan politikaları örtüleyen bir şal vazifesi gördüğü açıktır.

“ENTEGRE STRATEJİ”YLE HEDEFLENEN
Bir yandan “demokratik açılım”, “Oslo görüşmeleri” gibi yedeklemek üzere Kürt halk kitlelerinde beklentiler yaratacak adımlar atılırken, diğer yandan baskı ve şiddetin dozu artırılarak (askeri operasyonlar, KCK tutuklamaları) oluşturulan basınçla Kürt siyasi hareketinde “çözülmeler yaratmak” tutumu, bugüne kadar hükümetin Kürt sorununa ilişkin politikasının başat yanını oluşturdu. Deyim yerindeyse havuç/sopa politikası hiç eksik edilmedi. Ne var ki, istenilen sonuç da bir türlü elde edilemedi.
Yeni yıla girerken, bu politikanın yeni bir safhaya evrildiğini gösteren işaretler peş peşe geldi. Bir bakıma, yeni görüşme sürecinin ön hazırlıkları da diyebileceğimiz, Bülent Arınç’ın pek çok olayda yaptığı gibi, “papaz” rolüne soyunarak, “ben de olsam dağa çıkardım” mealindeki sözleri bir yana bırakılsa bile, AKP kurmayları ve hükümet cephesinden “çözüm” için yeni bir takım adımların atılacağı izlenimi veren açıklamalar bir birini izledi. AKP Meclis Grup Başkanı Mahir Ünal “sıkıştıran devletten, özgürleştiren devlete geçtik… Örgüt silah bırakmak zorunda kalacak…” diyerek Kürt sorununun iki yılda çözüleceğini belirtirken, Kürt sorununda Koordinatör Bakan olarak görev yapan Başbakan Yardımcısı Beşir Atalay, 5 Aralık tarihinde Star gazetesinde yayınlanan söyleşide, “bütün enstrümanların devrede” olduğunu bildirip, “Terörle mücadelede iki kavram çok önemli ‘entegre strateji’ ve ‘tam koordinasyon’… Entegre strateji tüm boyutları, içeride ve dışarıda tüm kurumları, ülkeleri ve ilgilileri kapsıyor.” diyerek yeni sürecin adını da koymuş oldu: “Entegre strateji dönemi”.
Enstrümanların neler olduğuna gelince: Birinci enstrüman olarak, TBMM’ni gösteren Atalay  “… Başbakanımızın ‘terörle aralarına mesafe koysunlar’ çağrısı çok önemli. AK Parti’nin siyaset üzerindeki vesayeti kaldırması gibi BDP de kendi üzerindeki vesayeti kaldırmalı. BDP bugüne kadar etkili bir politika üretemedi, ama bu süreçte bile çaba sarf ederse hâlâ potansiyel var.” diyerek, BDP üzerindeki baskıların önümüzdeki süreçte artarak süreceğinin ip uçlarını verdi. İkinci enstrüman olarak, sivil toplumu sayan ve bu çerçevede TOBB’un bölgedeki sanayi odaları ve işadamları arasında organize ettiği toplantılara vurgu yapan Atalay, “Onların da teröre, silaha baş kaldırmaları gerekir.” diyerek, Kürtleri, Kürtlere ve Kürt siyasi hareketine karşı isyana çağırıyor. Atalay “Dini liderlerin, kamuoyu önderlerinin, STK’ların daha fazla düşünmesi lazım” diyerek, bir çağrı da bu kesime yapıyor. Üçüncü enstrüman olarak, uluslararası ilişkilere işaret eden ve bu çerçevede Kuzey Irak Kürt Bölgesel Hükümetiyle daha ileri görüşmeler yapıldığını, Barzani ile Erdoğan’ın bizzat görüştüğünü belirten Atalay, Erdoğan’ın yeni yılda ABD’yi ziyaret edeceğini belirtiyor: “ABD; Irak’ta ve Kuzey Irak’ta etkili bir ülke. Türkiye’ye terörle mücadelede sınır ötesi operasyonlarımıza istihbarat katkısı veriyor, ama beklediğimiz oranda değil. Daha ileri işbirliği, daha fazla destek mümkün” diyerek, Türkiye’nin ABD’den beklentilerinin ne olduğunu böylece bir kere daha ortaya koyuyor. “ AB; Avrupa ülkeleri terör örgütüne karşı operasyonlar yapmaya başladı. Danimarka ve Hollanda’da oldu en son. Norveç Savunma Bakanı geçen hafta konuğumdu, Roj TV’den sonra orada bir kanal kurmuşlar, onu konuştuk. Onların girişimleri olacak. Erdoğan, Berlin Büyükelçiliğimizin açılışında Merkel’le bu konuyu uzun uzun konuştu.” diyerek, konuyla ilgili olarak, AB ile de temasların sıklaştığını belirtiyor. Kürt siyasi hareketiyle yapılan görüşmeleri, enstrümanların dördüncüsü olarak ifade eden Atalay, “İşler iyi gidiyordu. Devletin kurumları belli görüşmeler yapıyordu. Kalıcı çözüme yönelik çalışmaları Silvan saldırısı etkiledi. Ama biz Başbakanımızın da ifadesiyle, ülkemizin milletimizin menfaati için adımları yine atacağız. Terörün bitirilmesi için elinizdeki enstrümanları iyi değerlendirmemek de eksikliktir. Devletin değişik kurumları vardır bu görüşmeleri yapmak için. Bunlar görüşmezse eksiklik yapmışlar demektir. Neden görüşülüyor demek yanlıştır. İmralı dahil her enstrüman bunun içindedir. Bundan sonraki her çalışmanın temel hedefi örgütün silahları bırakmasıdır. Ama tekrar ediyorum; silahlı terörist oldukça güvenlik birimlerimizin operasyonları devam edecektir.” diyerek, “entegre strateji”den neyi murat ettiklerini açıkça ortaya koyuyor.

GÖRÜŞME SÜRECİNE NASIL GELİNDİ?

Devlet ve Hükümet yetkilileri, yukarda da vurgulandığı üzere, “entegre strateji”nin bir gereği olarak, asıl amacı “terör örgütüne silah bıraktırmak” olan bir görüşme sürecinin tümüyle kendi denetim ve inisiyatifi altında gündeme getirildiğini söylemektedirler. Gerçekler ise, tam aksini işaret etmektedir. İç ve dış gelişmeler, Kürt sorununda artık mevcut yöntemlerle gidilemeyeceğini, AKP Hükümeti ve Türkiye egemenlerine, adeta gözlerinin içine sokarcasına her vesileyle gösterdi.

A- Ülke içi gelişmeler: Yürütülen onca askeri ve siyasi operasyona rağmen, AKP Hükümeti ve devlet Kürt siyasi hareketini etkisizleştirme açısından başarılı olamamıştır. Tersine, sorunu (Kürtlerin değil, Kürt sorunu) inkâr temelinde “şiddete dayalı olarak çözme”ye yöneldikçe, Kürt halk kitleleri nezdinde AKP’ye olan güven duygusu sürekli biçimde zedelenmiş, Kürt halkı Kürt siyasi hareketi etrafında daha fazla toplanmıştır. Bölgede dindar kesimler içinde belirli bir kitle gücüne sahip olan Hizbullah’ın legal planda partileşerek (Hür Dava Partisi/Hüda-Par) seçimlere ayrı parti olarak girebilecek pozisyona gelmesiyle birlikte, AKP’nin bölgede ayağının altındaki “halılar”dan birinin daha çekilmesi tehlikesi baş göstermiştir. Bölge gücü olma peşinde koşan AKP Hükümeti ve Türkiye egemenlerinin, Suriye sorununda olduğu gibi, attıkları her adımda, kendi Kürt sorunları ayaklarına dolanmıştır. “Komşularla sıfır sorun” diyerek başlatılan dış politikada, Irak Federal Kürt Yönetimi dışında, sorun yaşanmayan komşu kalmamıştır. Türkiye’nin Kürt Federe Bölgesi’ndeki yatırımları ciddi boyutlara ulaşmıştır. Petrole olan ihtiyacı Irak Kürt Federe Yönetimiyle (Barzani) ilişkinin daha da sıkılaşmasını gerektirmektedir ve fakat kendi Kürdü ve Suriye Kürtleriyle kavgalı bir Türkiye ile Barzani’nin ilişkilerinin ne kadar daha bugünkü düzeyde seyredebileceği bir muammadır. Nihayetinde Barzani’nin evvelemirde bütün Kürtlerin lideri olma gibi bir hayalinin olduğu unutulmamalıdır.
Tayyip Erdoğan’ın başkanlık sistemine geçiş hesapları vb. gibi pek çok etken daha Kürt sorununda çözümü dayatan başlıca iç nedenleri oluşturmaktadır ki, Erdoğan’ın egemenlik hırsı düşünüldüğünde başkanlık sistemi etkeni hiç de küçümsenir bir neden sayılamaz.

B- Dış gelişmeler: Arap halk ayaklanmaları sonucu Ortadoğu’da yaşanan yeni gelişmeler, bölgede safların yeniden belirlenmesini zorunlu kılmıştır. ABD ve büyük Avrupa ülkeleri gibi emperyalist güçler ve Türkiye, Suudi Arabistan, Katar gibi devletler Esad rejimini devirmek için harekete geçmiş olsalar da, esas hedefin İran olduğu ortadadır. Rusya’nın Akdeniz’deki tek deniz üssü ise Suriye’de Tartus limanıdır ve bu yüzden Rusya’nın Esad rejimini kolayca feda etmesi beklenemez. Öte yandan, Suriye’den sonra İran’da olası bir rejim değişikliği, Ortadoğu ve İran petrollerine bağımlı olan Çin’in de boğazının sıkılması demek olacaktır. O yüzden, Esad rejimine yönelik BM kararları Rusya ve Çin’in vetosuyla karşılaşmaktadır. İran’sa, gözlemci olarak katıldığı Şanghay İşbirliği’ne (beşlisine) yakın zamanda üye olmuştur. ABD’nin bölgeye ilişkin planları karşısında, Rusya, İran ve Çin aralarındaki ilişkileri sıkılaştırmıştır.
Buna karşılık, Irak’ta yaşanan iç sorunlar Maliki’nin İran’a daha fazla yakınlaşması sonucunu doğurmuş, Irak’ın parçalanması tartışılır hale gelmiştir. Benzer biçimde, parçalanma ihtimali, Suriye için de söz konusudur.
Türkiye, Kerkük sorunu ve Sünniler üzerinden Irak’ın içişlerine müdahale ederek; Sünni Başkan Yardımcısı Tarık Haşimi’nin hamiliğine soyunarak, Irak merkezi yönetiminin karşı çıkmasına rağmen Barzani yönetimi ile petrol anlaşmaları imzalayarak, merkezi Irak yönetiminin altını oymaya, Irak’ta nüfuz edinmeye yönelmiştir. Bu durum, Irak merkezi yönetimi ile Türkiye arasında köprülerin atılmasını beraberinde getirmiştir. Aynı şekilde, Kürt Federe Yönetimiyle, Irak Merkezi Hükümeti arasındaki ilişkiler iyice gerilmiş, Kerkük etrafında karşılıklı askeri güç yığınaklarıyla çatışmanın (savaşın) eşiğine gelinmiştir.
Bütün bu unsurlar, ABD’nin bölgeye ilişkin stratejisini zayıflatan bir rol oynamaktadır. Bu yüzdendir ki, ABD, başkanlık seçimlerinin hemen ardından Suriye muhalefetinin dizayn edilmesi üzerinden müttefiklerine de ayar vermiş, saflarını yeniden düzenlemeye yönelmiştir. Siyasi Büro’sunu Şam’dan Katar’a taşıyan Hamas, Mısır İhvanı (Müslüman Kardeşler) aracılığıyla ABD cephesine geçmiştir.
ABD, Türkiye’nin öncülük ettiği Suriye Ulusal Konseyi’nin (SUK’un) muhalefeti temsil etmekten uzak olduğunu ileri sürerek, Kasım ayı başında, Doha’da, Suriye Muhalif ve Devrimci Güçler Koalisyonu’nun oluşturulmasına önayak olmuştur. SUK’un dışladığı Kürtlerin temsilcisi Kürt Yüksek Konseyi (YKK) ile görüşülerek Kürtlerin de koalisyonda yer almaları için harekete geçilmiştir. PYD Eşbaşkanı Salih Müslim bu temaslar sonucunda Kürtlerin taleplerinin büyük bir bölümünün kabul edildiğini açıklamıştır: “Bütün taleplerimiz yüzde 100 kabul edilmezse de, verilen sözler var. Buna göre, Koalisyon’un başkan yardımcısı Kürt olacak. Kürtlerin hakları anayasal güvenceye alınacak. Federasyon mu Demokratik Özerklik mi tartışıldı. Sanırım Demokratik Özerklik’i kabul edecekler” diyen Salih Müslim, kararın resmi bir bağlayıcılığının olmadığını, verilen sözler olduğunu belirtmiştir.
Bir yandan bu gelişmeler yaşanırken, Türkiye’nin, Suriye’de Kürtlerin, Demokratik Birlik Partisi (PYD) öncülüğünde özerk bir statü kazanmasının önüne geçmek için Özgür Suriye Ordusu’nu Kürtlerin üzerine saldırtma girişimi, ABD’nin itirazına rağmen yeniden devreye girmiştir.
ABD, Türkiye’nin Barzani ile olan işbirliğinden ve Suriye Kürtlerine yaklaşımından son derece rahatsızdır ve bunu, açıkça Türkiye’ye iletmektedir. Türkiye’nin tutumunun Irak’ı bölünmeye götüreceğinden endişe eden ABD, Suriye Kürtlerinin Türkiye’nin tutumu nedeniyle muhalefetin dışında kaldığını, bu durumun Esad rejiminin ömrünü uzatan bir rol oynadığını düşünmektedir. Türkiye’nin Washington Büyükelçisi Namık Tan, 7 Ocak 2013 tarihli Hürriyet gazetesindeki röportajında, ABD ile Türkiye’nin pozisyonlarını şu sözlerle ortaya koymaktadır: “Halkının refahını üçe- beşe katlamış bir ülke yanı başındaki kaynaklara sırtını dönebilir mi? …Türkiye bunlara gözünü kapatamaz. …ABD ne diyor? ‘Efendim bunu yaparsanız, Irak’ın bölünmesine hizmet edersiniz’ gibi bir ifadede bulunuyor. Peki, onların oradaki 40’tan fazla şirketi ne oluyor o zaman? Aklına hangi şirket gelirse hepsi orada, ama benim şirketlerim yapmayacak. Bu ikna edici bir söylem değil. Hakikaten anlamsız. Diyorlar ki ‘bizi ikna edemiyorsunuz’. Biz de diyoruz ki ‘siz de bizi ikna edemiyorsunuz’. O zaman biz burada çatışacak değiliz. Beraber konuşup bir ortak zemin bulacağız.” Tan’ın açıklamalarından sonra, ABD’nin, Irak Kürt bölgesinden petrol ihracını yasaklaması –ve İran’dan altın karşılığı yapılan petrol ve doğalgaz ithalatını zora sokan– ticaret ambargosunun kapsamını genişletmesinin, bölgede atacağı adımları ABD’nin çizdiği sınırların içine çekmesi için Türkiye’ye verilen “balans ayarı” olduğu aşikâr hale geliyor. Ancak bununla birlikte, ABD, Türkiye’nin önüne “zoka” atmayı da ihmal etmiyor. Namık Tan, aynı röportajında şunları da belirtiyor: “ABD diyor ki, bu bölgeden artık biraz çekileceğim. Irak işgali, Afganistan’da yaşananlar imajıma çok büyük zarar veriyor. Bu, Amerika açısından manevi bir kayıp. Bir de mali kayıp var; bu makinenin işlemesi için milyarlarca dolar gidiyor. Dolayısıyla ‘artık bu coğrafyalarda sorumluluğu biraz da halklara ilham kaynağı olacak, yardımcı olabilecek müttefiklerime bırakıp çekileceğim. Ben de yardım edeceğim, ama içinde fazla olmayacağım. İçine bizzat girmek istemiyorum’ diyor. O kadar hassas bir konu ki… Bu bizim kamuoyumuzda yanlış anlaşılıyor. Amerika bize sırtını döndü diye. Oysa Amerika’nın istemediği, orada operasyonel anlamda varlık göstermek.”  Türkiye gibi gönüllü bir taşeron bulmuşken, ABD ne diye operasyonel varlık göstersin ki? “Bu coğrafyalarda sorumluluğu biraz da halklara ilham kaynağı olacak, yardımcı olabilecek müttefik”lik statüsü Türkiye’ye yeter de artar bile. Ne denir, ABD işbirlikçiliği ancak bu kadar açık anlatılabilirdi!
Resmin bütününe bakıldığında, ABD ve Avrupalılar gibi emperyalist güçlerin Türkiye’yi Kürt sorununu bir an önce “çözüme” kavuşturması için sıkıştırmaları ve fakat aynı zamanda bu bağlamda Türkiye’nin talep ettiği yardım ve desteği verecekleri öngörülebilir bir durumdur. Nitekim Tan, “İmralı ile görüşmeler başlamış olsa da, Türkiye’nin terörle mücadelede ABD’den askeri taleplerini rafa kaldırmayacaklarını” söylemektedir. Ortadoğu’daki sorunları bir an önce çözerek Asya-Pasifik bölgesine odaklanmak isteyen ABD’nin, Kürtleri karşısına aldığı müddetçe, bölgeye ilişkin planlarını hayata geçirmesi neredeyse imkânsızdır. Bu çerçevede, son yıllarda anti-emperyalist bir mevzide durarak, deyim yerindeyse, ABD’nin bölgeye ilişkin planlarına çomak sokan güçlerden biri olarak, Türkiye’deki Kürt ulusal hareketinin bu pozisyonunu sürdürmesine ABD daha ne kadar tahammül gösterebilirdi ki?

DEMOKRATİK HALKÇI TEMELDE BİR ÇÖZÜM İÇİN
AKP Hükümeti ve Türkiye egemenleri, iç ve dış siyasal gelişmelerin işte bu derece kritikleştiği bir dönemde, Kürt siyasi hareketi ile görüşme masasına oturmuş, daha doğru ifadeyle oturmak zorunda kalmıştır. Türkiye egemenlerini görüşme masasına oturtan asıl etken, hiç şüphesiz Kürt halkının özgürlük mücadelesinin savaş ve şiddetle bastırılamayacağı gerçeğidir. Kürt halkının bu direnci olmasaydı, bugün ne Kürt sorunundan, ne de görüşme ve müzakere sürecinden söz edilebilirdi. Bu olgu dikkate alınmadan sürece ilişkin yapılacak değerlendirmeler doğru değildir. Dolayısıyla durum, Hükümetin göstermek istediği gibi, “işime geldiği sürece oturur görüşürüm, işime gelmez ise görüşmelere anında son veririm” rahatlığında ve sadece kendi tercihiyle ilgili değildir.
Görüşmelerin başlamasıyla birlikte sürecin ne yönlü ilerleyeceğine ilişkin değerlendirmeler de bir anda ortalığı kapladı. Ulusalcı/mlliyetçi güçler görüşmelerin yeniden başlamasını, ABD emperyalizmi tarafından ülkeyi bölünmeye götürecek bir senaryonun uygulamaya sokulması olarak nitelerken; küçük burjuva sol çevrelerde ise hâkim görüş, Kürt halkının birikiminin masada pazarlanacağı biçimindedir. Birbirine zıt gibi duran bu iki görüş, gerçekte aynı madalyonun ters yüzlerini oluşturmaktadır. Her ikisinde ortak olan yan, Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı (UKKTH)’na karşı pozisyon alınmasına dayalı olmalarıdır.
Kürt sorunu gibi uluslararası karakteri giderek öne çıkan bir sorun hakkında, ABD ve büyük Avrupa devletleri gibi emperyalist güçler başta olmak üzere, bölge üzerinde hesabı olan güçlerin görüşme ve müzakere sürecine müdahale etmek isteyecekleri açıktır. Buradan hareketle, Paris katliamının gösterdiği gibi, sürecin provokasyonlara açık, ilerlemeler ve gerilemelerin iç içe geçtiği bir süreç olarak ilerleyeceği açıktır.
Vurgulamak gerekir ki, ABD bölgeye ilişkin planlarında Türkiye gericiliğini elde tuttuğu sürece, Türkiye’de bir Kürdistan seçeneğine karşı duracaktır. ABD ve Türkiye gericiliği, bölgedeki çelişki ve çatışmalı süreçle bağlantısı içinde, Kürt sorununu bir “çözüme” kavuşturmak ya da bir süreliğine geriye atmak istemektedir. AKP Hükümeti ve devlet, Kürt halkının tam hak eşitliği talebine yanıt vermeyen ve fakat mevcut statükonun da ötesine geçen bir takım kısmi haklar tanıyarak sonuca gitmeyi amaçlamaktadır. Bir yandan görüşmeler olurken, diğer yandan askeri operasyonların sürmesinin anlamı budur.
Kürt halkı ve Kürt siyasi hareketi yıllardır bu baskı ve kuşatmaya karşı ulusal demokratik temelde güçlerini birleştirerek direnmekte, emperyalizmin ve işbirlikçi sınıfların Ortadoğu ve ülkemizdeki gerici emellerinin karşısında en önemli direnç odaklarından birini oluşturmaktadır.
Türkiye emek, demokrasi ve barış güçleri, bu gerici saldırılar karşısında, Kürt halkının tam hak eşitliğini savunan bir mevziden Kürt sorununa sahip çıkmalı, barış ve kardeşlik bayrağını yükseltmeli, Kürt halkına ihtiyaç duyduğu bu anda destek vermelidir. İmralı’da başlayan görüşmelerin, Kürtlerin tam hak eşitliğini sağlayacak bir müzakere sürecine evrilmesinde Türk işçi, emekçi ve halk kitlelerinin –vereceği bu destekle– sürece müdahil bir pozisyon tutması tayin edici bir önemdedir.
Hükümetin ve egemen sınıfların ırkçı, şoven baskı politikalarını, kışkırtmalarını püskürtmek; başta ileri işçi ve emekçi kesimler olmak üzere, Türk kökenli halk kitlelerinin, Kürtlerin bölgesel özerklik ve anadilde eğitimi hakkı talepleri anayasal güvenceye kavuşturulmadan sorunun gerçek bir çözüme ulaşmayacağı ve akan kanın durdurulamayacağı gerçeğini görmelerini sağlamak, önümüzdeki sürecin temel sorumluluğu durumundadır.
Ulusların kendi kaderini tayin hakkının tutarlı savunusu tümüyle buradan geçmektedir. Bu görev layıkıyla yerine getirilmeden, Kürt hareketinin Kürt sorununun çözümü konusunda atacağı adımlara ilişkin söz söylemenin somut bir karşılığının olmayacağını bugünden belirtmekte fayda var.

“Savaşa Dur de, Demokrasi için Birleş!”*

Son yıllarda Ortadoğu dünyanın en sorunlu bölgesi haline gelirken, bu bölgenin Batı emperyalizmi ile İsrail’den sonra en içli dışlı ülkesi olan Türkiye, bölgeye yönelik emperyalist müdahalelerden doğrudan etkilenen, ama aynı zamanda bu müdahalelerin bir aleti olarak da rol üstlenen bölgenin en sorunlu ülkelerinden biri haline geldi.
Bölgeye emperyalist müdahalelerin Irak’ın işgaliyle doruğuna varması ve 2007’den itibaren “bölgesel güç” ilan edilen Türkiye’nin, Ortadoğu’da, ABD’nin bir adım geri atarak “boşalttığı” yeri doldurmaya başlamasıyla, bölgedeki gelişmeler, Batı emperyalizmi ile bölge ülkeleri arasında çatışmalar değil bölge ülkelerinin kendi aralarındaki çatışmalar görünümü kazandılar. Suriye-Türkiye, Türkiye-Irak, Türkiye-İran arasında giderek çatışmalı hale gelen süreç, Rusya ile Türkiye arasındaki gerilimin tırmanması, bu gelişmenin tipik görünümleri olarak ortaya çıktı.
Ve son yıllarda emperyalistlerin bölgeye müdahalelerinin çeşitlenip etkinleşmesi ve Türkiye, Katar ve Suudi Arabistan üzerinden Suriye’ye yönelik müdahale, İran’a yönelik kuşatmanın tırmandırılması, bölge ülkeleri arasında cepheleşmeler gibi gelişmeler, bölge ülkelerinin hızla silahlandırılmasıyla birleşince, Ortadoğu, savaş etkenlerinin hızla yükseldiği bir bölge oldu. Dincilik, mezhepçilik ve ırkçılığın günlük politikanın en önemli dayanakları olarak kullanılması rutin hale geldi.
Bölgedeki ve ülkemizdeki gelişmeleri dikkate alan Emek Partisi, silahlanma ve emperyalistlerle gerici hükümetlerin bölgede savaş etkenlerini yükseltme politikalarına karşı bir mücadeleyi öne çıkaran ve özgürlük ve barış taleplerini halk yığınları içinde tartışılmasını, işçilerin ve halkın politikaya müdahalesini ilerletmeyi amaçlayan bir kampanya başlatmıştır.
İçinden geçilen sürecin özellikleri dikkate alındığında, kampanyanın iki başlıca hedefi vardır: Bunlardan birincisi, yığınların aydınlatılması faaliyetinin daha sistemli ve daha yoğun bir biçimde barış ve demokratikleşme sorunları üzerinden yürütülmesidir. İkincisi ise, bu süre içinde ortaya çıkan güçlerin, barış ve demokrasi talepleri üzerinden birleştirilip mücadeleye müdahil olmaları için adımların atılmasıdır.

YIĞINLARIN AYDINLATILMASI FAALİYETİNDE BAŞLICA SICAK DAYANAKLAR
Yığınların aydınlatılması için, emekçi yığınlar arasında (işyerlerinde ve emekçi semtlerinde) ajitasyonun nicel ve nitel bakımdan düzeyinin yükseltilmesi zorunludur. Ki, burada hükümetin iç ve dış politikasının teşhiri, halkın ve işçi sınıfının özgürlük demokrasi ve barış taleplerinin içeriklerinin yenilenmesi son derece önemlidir.
Bu faaliyet içinde devrimci ajitasyonun üzerinde duracağı başlıca konular şöyle sıralanabilir:

1-) Bölgede silahlanmanın artması
ABD bir yandan bölge ülkelerindeki kendi üslerini yenileyip daha modern ve etkili silahlarla donatırken, ABD 5. Filosu’nun Bahreyn’deki üssü de yenilendi. Bölgede yeni emperyalist savaş üsleri kurulurken, NATO paravanası arkasında, Afganistan ve Türkiye başta olmak üzere NATO üsleri güçlendiriliyor. Silahlanmaya dair ikinci olgu ise, bölge ülkelerinin silahlanmasına hız verilmesi biçimindedir. Özellikle petrol zengini ülkelere akan petro-dolarlar, Batılı silah tekelleri tarafından bu ülkeler tepeden tırnağa en modern savaş uçaklar ve füze sistemleriyle donatılmak üzere satılarak geri alındı. İsrail’in askeri gücü artırıldı ve gayri resmi bir biçimde çoktan nükleer silahlarla donatılmış bulunuyor. Ülkeler arasındaki silahlanma yarışı da kuşkusuz hızlandı.

2-) Bölge ülkelerinde çelişkilerin derinleşmesi, istikrarsızlığın artması ve Arap isyanları
Bölgeye yönelik olarak giderek artan emperyalist müdahale, emperyalist ülkelerin kendi çıkarlarını korumak üzere, bölgedeki şeyhler, krallar ve Mübarek türü diktatörlüklerin yönetimlerinin sürmesine destek biçiminde ortaya çıkarken, bölge halklarının daha da yoksullaşması, işsizliğin devasa boyutlara varması, eğitim ve sağlığa dair taleplerin büyümesi ve nihayet kapitalist dünyadaki krizlerin de etkisinin bu çelişkilere eklenmesiyle ayaklanmalar gündeme geldi. Bölgedeki istikrasızlık bir yandan bu isyanları kışkırtırken, öte yandan da emperyalistlerin bölgeye müdahalelerine zemin oluşturdu. Libya ve Suriye’ye emperyalist müdahale Mısır ve Tunus’ta Müslüman Kardeşlerin iktidara gelmesi gibi bölgedeki istikrarsızlık içinde ortaya çıkan gelişmeler, sağ ve sol ulusalcı çevreler ve kimi “solcu” grupların da gayretiyle yığınlar açısından anlaşılır olmaktan çıkarılırken, aynı zamanda emperyalist müdahalelere haklılık sağlayan gerekçelerin üretilmesine de dayanak yapıldı. Bu yüzden de bölgedeki gelişmeleri, emperyalist müdahaleleri, halkların buna karşı direnişinin ifadesi de olan isyanları, bölge gericiliklerinin rolünü bölgenin gerçekleri içinde açıklamak, bölgedeki barış, demokrasi ve özgürlük mücadelesinin anlaşılması ve büyütülmesi bakımından son derece önem kazanmış bulunmaktadır. Onun içindir ki, emperyalistlerin bölgeye müdahalesi ve Arap isyanları ekseninde bölgede olanların gerçek içeriklerinin açıklanması, kampanyanın elbette belki biraz fonunu oluşturacak, ama sürekli bir zemini olacaktır, olmalıdır.

3-) Türkiye’nin Batı emperyalizminin bölge stratejisine tam uyumu
2007 Eylül’ündeki Bush-Erdoğan görüşmesinden sonra, Türkiye, Batı emperyalizminin bölge stratejisine hiçbir itirazı kalmadan bağlanan bir ülke durumuna gelmiştir. Öyle ki, NATO’ya ilk girildiği 1950’lerden beri Türkiye-ABD ve Türkiye-NATO ilişkileri hiç bu kadar sorunsuz olmamıştır. Ki, bu çerçevede NATO’nun stratejik önemdeki Füze Kalkanı Sisteminin radarlarının Kürecik’e konuşlandırılması, NATO Kara Kuvvetleri Komutanlığı’nın İzmir’e taşınması, Patriotların hiçbir soruna meydan verilmeden Türkiye yerleştirilmiş olması bu ilişkin düzeyini göstermesi bakımından önemli olmuştur. Nitekim, Batı emperyalizminin İran’ı kuşatma taktiğinin uygulanmasında Türkiye adım adım Batı emperyalizminin çizgisine girmiş; İran, Irak, Suriye ile ilişkilerini ABD ve müttefiklerinin istediği çizgiye çekmiş bulunmaktadır. AKP Hükümeti ve Türkiye’nin milliyetçi ve muhafazakar çevrelerinin Türk-İslam sentezcisi ideolojisiyle uyumlu olarak “geliştirilen” yeni Osmanlıcılık, son yıllarda iyice palazlanan büyük sermaye güçlerinin yayılmacı amaçları ve bölgeye yönelik girişimleriyle birleştirilerek sunulurken, Yeni Osmanlıcılık, emperyalizmin bölge ihtiyaçlarıyla uyumlaştırılmıştır. “Komşularla sıfır sorun”la başlayan ve bu doğrultuda atılan adımlarla başlatılan yeni Osmanlıcı hamle, Batı emperyalizminin stratejisine uyum (İran’ın kuşatılmasına aktif katılım için İran’la dost ülkelere karşı sert tutum alma) uğruna terk edilerek dışarıya yönelik olarak sert ve saldırgan bir biçim kazanırken, yeni Osmanlıcılık daha çok içeriye ve dinci, milliyetçi çevrelere yönelik bir propaganda argümanına dönüştürülmüştür. Batı emperyalizminin stratejik hedefleri doğrultusunda İran’ı kuşatmak üzere İran’ın yanı sıra Irak ve Suriye ile ilişkileri gerilen ve diplomatik bakımdan bile sorunlu hale gelen Türkiye, gerçekte, kendisi kuşatılan bir ülke durumuna gelmiştir.

4-) Yarım yüzyıl sonra Türkiye yeniden silahlanıyor
1950’li yılların başında NATO’ya giren Türkiye, ordunun modernize edilmesi adı altında Amerikan silahlarıyla silahlandırılırken, Sovyetler Birliği’ne karşı Jüpiter füze sistemiyle de donatılmış, toprakları üzerinde pek çok yere radar üsleri kurulmuş, İncirlik SB’yi kontrol altına alan U-2 casus uçaklarının üssü haline gelmişti. Sonraki yıllarda bu üsler Türkiye’nin ilerici güçlerinin mücadelesiyle tedricen ve kısmen de olsa tasfiye edildi. Bugün, o yıllardan sonra, Türkiye ilk kez yeni ve etkili NATO silahlarıyla silahlandırılırken, topraklarında yeni radar ve füze üsleri de kuruluyor.  Kürecik üssü ve Patriotlar ile NATO Kara Kuvvetleri Komutanlığı’nın İzmir’e nakli bu kategoriden girişimler olarak sürmektedir. Öte yandan da yeni hava savunma sistemleri alınması, yeni füze sistemleri, yeni savaş uçakları F-35, AWACS’lar alınması gündemdedir. “Yerli savaş sanayi” de tam istim çalışmaktadır. Altay tankı, yerli saldırı helikopteri, yerli insansız hava araçları ve askeri amaçlı Göktürk-2 uydusu (sırada Göktürk-3 var) gibi yeni silahlanma girişimlerinden sonra, şimdi de, ilk Türk uçak gemisi için ihale girişimleri başlatılmıştır. Önümüzdeki birkaç ay içinde bu uçak gemisinin yapımı için ihale sonuçlanacak aşamaya gelmiştir. Dahası Akkuyu’da kurulacak nükleer santralin bir amacının da nükleer silah teknolojisi geliştirmek olduğu artık çok gizlenen bir amaç da değildir. Bunu için İsrail ve İran’ın nükleer silaha sahip olması bahanesi bile yeter. Dahası hükümetin silah sanayine yönelik yatırımları da bütçeden ve çeşitli asker fonlar kapsamında yapılmaktadır. Türkiye’nin silahlanma için hevesli tutumu, yeni Osmanlıcılık adı altında eski Osmanlı topraklarında egemenlik (ağabeylik deniyor) peşinden koşması, emperyalizmin bölgesel gücü rolü üslenmesi, bölgenin diğer ülkelerinde de silahlanmayı teşvik etmektedir. Patriotlar gibi NATO silahlarının bölgeye taşınmasının da bölgedeki silahlanmayı hızlandırıcı bir etki yaptığı son gündemdeki tartışmalarla da iyice açığa çıkmıştır.
Ancak burada silahlanması, hele de Türkiye’nin yerli silah üretmesi (“emperyalist ülkelere bağımlılığın azaltılması” demagojisi) “ulusal bir sorun” olarak görüldüğü ve bu yaygın bir önyargı oluşturulduğu için belki ajitasyonumuzda en incelikli yanlarından birini teşkil edecektir. Özellikle ulusalcı çevrelerin ve hükümetin bu konudaki propagandası kırmak için daha çok çabaya ihtiyaç olacaktır.

5-) Barış ve demokrasi mücadelesinin başlıca bileşeni olarak Kürt sorununun çözümü ve demokratikleşme sorunu
Eğer bugün bir barış ve demokratikleşme kampanyasından söz ediyorsak, bu kampanyayı böylesine sıcak yapan en önemli unsur, Türkiye’de ve bölgede Kürt sorununun çözümü için verilen mücadelenin geldiği aşamadır. Çünkü, Hükümet ve arkasındaki gericilik, Türkiye’nin Kürt sorununu, barışçı, iki halkın hak eşitliği ve gönüllü birliğini esas alarak değil, mevcut statükonun restorasyonu üzerinden “çözmekte” ısrar etmektedir. Bu yüzden de, kampanyanın en önemli bileşenlerinden birisi, Kürt sorununun demokratik ve barışçı çözümü için geniş emekçi yığınlar içinde, sendikal çevrelerde, aydınlar (bilim, kültür ve sanat çevreleri içinde) arasında açılacak tartışmalardır. Ki burada emekçilerin, sendikal çevrelerin ve aydınların içinde yeni güçlerin barışçıl çözümden yana çekilmesi, sendikaların, emek örgütlerinin ve çeşitli kitle örgütlerinin en azından bir bölümünün daha etkin bir mücadele hattında demokrasi ve barış gücü olarak birileşmeleri ve barışçıl çözümden yana ağırlık koymaları için adımlar atmaları, bu konuda hissedilir bir ilerleme sağlamalarının bu kampanyanın en dikkate değer gelişmesi olacağını şimdiden söyleyebiliriz.
Çoktan bölgesel, hatta uluslararası bir soruna dönüşmüş olan Kürt sorununu şiddetle çözmeyi amaçlayan girişimler, Türkiye’yi, Kürt siyasi güçlerine karşı bir savaşın verildiği bir ülke haline getirirken, aynı zamanda –dolaysızca ilgilendirdiği İran, Irak ve Suriye’yi içine çekmekte olduğu– bölgesel bir savaşın tetikleyicisi durumuna da getirmektedir. Bu da, barış mücadelesini, hem Türkiye hem de bölgenin sorunu olan birleşik bir sorun olarak şekillendirmektedir. Bu yüzden de, Kürt sorununun demokratik çözümünden söz ederken, hem Türkiye hem de bölge ülkelerinin demokratikleşmesi ve bölge halkları arasındaki kardeşliğin geliştirilmesi ve ulusların kendi kaderlerini tayin hakkının başat bir ilke haline gelmesinden söz ediyoruz demektir. Özellikle son yıllarda demokratikleşmeden söz edilen her yerde Kürt ve Türk halkının gönüllü birliğinin hem iç barışının hem de demokratikleşmenin bir şartı olarak gündeme gelmesini nedeni de budur.
Hele de günümüzde bir yandan Kürt siyasi ve askeri güçlerine karşı savaş düzeyine varan askeri operasyonların sürdürülüyor olmasının yanı sıra Kürt güçlerinin hükümetçe gayri resmi de olsa taraf olarak görülür hale gelmesi de dikkate alındığında, savaş-barış sorunu ve demokratikleşme talepleri etrafında yürütülecek bir siyasi kampanyada, elbette Kürt sorununun barışçıl ve demokratik çözümü kampanyanın en önemli konusu olmak durumundadır.
Kürt sorununun demokratik ve barışçıl çözümünün tartıştırılması, özellikle de Türk kökenli halk kesimleri, işçi sınıfı, onun sendikaları içinde bu sorunun tartışmaya açılması, dahası sınıfın örgütleriyle, partisiyle sorunun bir tarafı olarak sürece etkili bir biçimde müdahalesi, Türkiye’nin demokratikleşmesinin, daha doğru bir deyimle demokratikleşememesinin en önemli sorununun aşılması anlamına gelecektir. Bu, elbette, işçi sınıfının siyaset alanında kendi gücünü ortaya koymasının da tek gerçek yolu olarak, sınıflar mücadelesi bakımından da belirleyici önemde bir adım olacaktır.
Elbette bu büyük sorunun bir kampanyayla çözülmesi beklenemez. Ancak kampanyanın bir amacının da sınıf partisinin böyle bir mevziye yerleşmesi, işçi sınıfının demokrasi mücadelesin etkin bir bileşeni olarak hareket etmesinde bir ilerleme sağlanması, en azından bugün sınıfın ve çeşitli örgütlerinin bu konunun tamamen dışına düşmüş olma halinden çıkmak için sınıfın ileri kesimin bir hamle yapma mevzisine geçmesi, kampanyanın yakın amaçlarından birisi olarak görülmelidir.
Kuşkusuz ki, kampanyanın en önemli yanı, etkin bir aydınlatma faaliyeti ve partinin mevzisini değiştirmesinde bir adım olmasıdır. Bu yüzden de sorun pek çok yanıyla işçi sınıfı ve emekçi yığınlar içinde tartışmaya açılması, sorunun çözümünde işçi sınıfı ve onun çeşitli örgütlerinin yer alması ihtiyacının ikna edici bir biçimde açıklanması, bu faaliyetin gazete, TV’den işyerlerindeki ve emekçi semtlerindeki sözlü ajitasyona kadar her araçla gündemin ön sırasında tutulması, ajitatörleri günlük olarak faaliyetini sürdürürken partinin yerel örgütlerinin propagandalarıyla bu ajitasyonu beslemek üzere yaratıcı ve inisiyatifli bir biçimde hareket etmeleri son derece önemli olacaktır.

6-) Mezhep ayırımcılığı ve ulusalcılık sorunu
Gerek emperyalistlerin bölgeye müdahalesinde gerekse AKP Hükümeti’nin iç ve dış politikasında mezhep ayırımcılığı özel bir yer tutmakta, giderek de bu unsur güçlendirilmektedir. Emperyalistler, bölgeye müdahale stratejilerini Şii-Sünni ayırımı ekseni üzerinden girişimlerle desteklemekte ve bölgede İran’ın kuşatılmasını özellikle bu ayrım üzerinden gerçekleştirmeye yönelmiş bulunmaktadırlar. Emperyalistler, böylece, bölgedeki Sünni çoğunluğu (kuşkusuz en başta resmen bu mezhepten olan devletleri, cemaatleri vb.) yedekleyebileceklerini hesaplamaktadırlar. AKP Hükümeti de Kürtlere, Kürt sorununun çözüm ve çözümsüzlük tartışmalarına yaklaşımında bile dini kurumların ve odakların soruna daha etkin müdahalesini öne çıkaran bir yönelişe girerken, bu emperyalist yönelişe paralel olarak, dış politikasını da mezhepçilik üzerinden geliştirmekte, Suriye ve Irak’a müdahalelerini açıkça mezhep ayırımcılığını (Şii-Sünni, Alevi-Sünni) öne çıkarak yapmaktadır. Burada ajitasyonumuzu yürütürken sıkıntı yaratacak olan, gerek emperyalistlerin gerekse Hükümet ve hükümet partisi olarak AKP’nin mezhep ayırımcılığını üstü örtülü yapmasıdır ki, biz de bu alana müdahalede incelikleri gözetmezsek zorlanacağımızı bilmeliyiz. Burada dikkat noktamız, özellikle Sünni çevreler içinde sıkı bir biçimde örgütlü olan AKP’nin propagandasına karşı, onların Sünni ve genel olarak inançlı (mütedeyyin) kitlelerin çıkarlarını sahiplenmeyle, halk ve halkın çıkarlarıyla ilgisizliklerini ve gerçekte emperyalizmin stratejine bağlanmış olduklarını, emperyalistlerle işbirliği içinde Sünni Müslüman kitlelerin sömürülüp ezilmelerini örtülemek üzere mezhep sorununu (mezhep istismarcılığı yaparak) öne çıkardıkların teşhir etmektir. Bu kampanyanın bir yanını da bu oluşturacaktır. Çünkü içerde Sünni ve Türk çoğunluğu, dışarıda da Sünni inançlı halk kitlelerini yedeklemek, hem emperyalistlerin hem de AKP Hükümeti’nin ortak amacıdır; barışa ve özgürlüklere yönelik tehditlerinin dayanağıdır. Yani, sorun yokmuş gibi üstünden atlamak yerine, bu sorunun gerçekte nasıl bir sorun olduğunu işçi sınıfı ve halk yığınları içinde tartışmaya açmak, bugün son derece önemli ve gereklidir.
Farklı bir şeymiş gibi kendilerine “ulusalcı” olarak tanımlayan milliyetçi güçler de, bölgede Türk-İslam sentezcilerinin ve büyük sermaye çevrelerinin yayılmacı hayallerini, Yeni Osmanlıcılık üzerinden değil de, bölgedeki gerici odakların birliği üstünden yenilemektedirler. Bu çevreler, özellikle Kürt sorununu “Türkiye’nin bölünme sorunu” olarak getirmekte, barış ve demokrasiye dair talepleri “emperyalizmin Türkiye’yi bölme ve yönetme” stratejisinin gereği olarak propaganda etmektedirler. Bunu da ulusal (milli) değerleri, Cumhuriyet’in kimi kazanımlarını kullanarak yapmaktadırlar. Burada ulusalcılıkla (milliyetçilikle) anti-emperyalizmi, yurtseverliği ayırmak, halk yığınlarının ülkenin birliği için gösterdikleri hassasiyeti dikkate alan, ama bunu, aynı zamanda Kürtlerin de hassasiyetlerini gözetmeyi isteyen bir noktadan yapmak, bu amaçla ajitasyonumuzu şoven milliyetçi odakların etkisi altındaki kesimler içinde yaratıcı ve kararlı bir biçimde sürdürmek, bu kampanyada yerel örgütlerimizin özenle yerine getirmesi gereken görevlerdendir.

ÖNE ÇIKAN GÜÇLERİN BARIŞ VE DEMOKRASİ TALEPLERİ ETRAFINDA BİRLEŞTİRİLİP BİR GÜÇ OLUŞTURMASI İÇİN ADIMLAR ATILMASI
Elbette ki, bir kampanyanın “olağan” çalışmadan farkı, bazı sorunlar etrafında yoğunlaştırılmış bir çalışma olmasındadır. Bu kampanaya da, bir yandan barış ve özgürlük talepleri etrafında bir aydınlatma faaliyetini esas alırken, aynı zamanda kampanyanın uyandırdığı toplumsal kesimlerin birleştirilmesi ve halk yığınlarının politikaya müdahalesinin imkanlarını geliştirecek adımlar atmada daha yoğunlaşmaktadır.
Burada ilk adım; işçi sınıfının ileri kesiminin, sınıftan yana sendikacıları ve mümkünse sendikaları (şubeler, platformlar, merkezler) politika yapmaya, politik alana sınıfın cephesinden müdahale etmeye, özgürlük ve demokrasi talepleri etrafında sınıfın bütün güçlerini birleştirecek girişimlere teşvik etmektir. Özellikle de sendikaların “politika dışında”, “politikanın üstünde” kalmasının nelere yol açtığının görünür kılınması ve politikaya müdahale etmeden sendikal hareketin TİS imzalama görevini bile yerine getiremeyeceği gerçeğinin gösterilmesi, bu kampanya döneminde yapılacak girişimlerden olmalıdır.
Aydınların, bilim, kültür sanat çevrelerinin birikimlerinin işçi sınıfı ve emekçilere aktarılması, onların emekçilerle aynı safta politika yapmalarının önemine dikkat çeken girişimlerde bulunmak, yine bu kampanyanın olmazsa olmaz amaçlarındandır.
Bu kapsamda bilim, kültür ve sanat alanına yönelik olarak hükümet eliyle yapılan baskılar, üniversitenin yeniden yapılandırılması için yapılan girişimlerin bilim insanlarını da hedef alır hale gelmesi ve üniversitenin en olmazsa olmaz değerlerinin ayaklar altına alınması, bu alandaki çalışmaların önemini artırmıştır. Ve bugün baskılar, geleneksel olan aydınların kendilerini diğer kesimlere yönelik baskılara karşı çıkan bir kategori olmakla sınırlamalarını aşmalarını gerektirmiştir. Aydınların aynı zamanda kendi üzerlerindeki baskılara karşı mücadelede toplumun diğer ilerici güçleriyle ittifak yapmak durumunda kalmış olmaları, belki de son yılların en dikkate değer gelişmelerinden birisidir. Ve bu alandaki girişimler, kampanyamızın önemli dikkat noktalarından birisi olmak durumundadır.

KAMPANYANINI AYIRICI YANINA BİR VURGU

Son günlerde, özellikle de Patriotların Türkiye’ye konuşlandırılması çalışmalarına paralel olarak sokakların ısındığını, her gün bir, üç, beş yerde kimi siyasi çevrelerin üyelerinin, platformların, kimi sendika ve emek örgütlerinin basın açıklamaları ya da yürüyüşlerle savaş hazırlıklarını protesto ettiklerini ya da kimi çevrelerin özgürlük talebiyle kimi gösteriler yaptıklarını görüyoruz. EMEP’in kampanyasının amacı, zaten gerçekleştirilmekte olan bu girişimlere birkaç yenisini eklemekle sınırlı değildir. Bunlar geleneksel “rutin”dir zaten. EMEP de, bu etkinlikler içinde bazen daha etkin bazen daha az bir katılımla yer alıyor.
Kampanyanın amacı ise, bugün henüz alanlara çıkmayan, ama ülkenin silah deposuna döndürülmesinden, Kürt sorununun çözümünün savaşla olabileceği merkezli girişimlerinden, “çözüm” ve “barış” derken bile ülke içi ve dışının bombalanmasının, yani savaşın ve sürdürülmesinin esas alınmasından, özgürlüklere yönelik saldırılardan hoşnutsuz ve emperyalizmin bölgeye müdahalelerine karşı durulmasından yana olan, ama bu yönde tutumlar alınmasına katılmak için bir çıkış yolu bulamayan geniş emekçi yığınlarına yönelik olarak gerçekleri açıklamak, tepkilerini ortaya koymalarının ve bunun için aralarında birleşerek bir güç oluşturmalarının önünü açacak bir çalışmayı daha etkili bir biçimde yapmaktır. Bu yüzdendir ki, yerel örgütlerin çalışması, bu örgütlerin atacakları adımlar ve girişimlerinde gerekli inisiyatif ve yaratıcılığı göstermeleri belirleyici olacaktır. Ve elbette yerel çalışmaların birleşmesi ve bunların ete kemiğe bürünerek ülke çapında bir etkiye sahip olabilmesi için araçlar olarak gazete ve TV’yi gerektiği düzeyde kullanılmalıdır. Aksi halde çalışma sadece yerel düzeyde kısmi bir etki yapmakla sınırlanacaktır.
“Böyle bir çalışma, EMEP gibi bir parti için her zaman zaten yapılması gereken bir çalışmadır” denebilir. Bu doğrudur. Ancak bugün, koşullar, bölgede ve Türkiye’deki sıcak siyasi gelişmeler dikkate alındığında, çalışmanın, bu gerçeklerin geniş halk kesimleri bakımından doğru bir biçimde algılanmasını ve gidişata müdahaleye katılımlarını sağlayacak bir etkinlikte yapılması önem kazanmıştır.
Bu yüzden de, bu çalışmayı afiş, bildiri, güncel gelişmeleri açıklayan broşürler, duvar gazeteleri, günlük gazete, TV, yerel basın,… konferans, panel, kültür, sanat etkinliklerin, siyasi içerikli açık hava ve salon toplantıları, mitingler… gibi pek çok değişik aracı ve etkinliği birbirini tamamlayan bir ilişki içinde, “barış ve demokrasi talepleri” etrafında yoğunlaştırılmış bir çalışma olarak, günlük bir çalışmayı aşan bir yoğunlukta gerçekleştirmek gerek. Kampanyanın bütün bu araçların yaratıcı biçimde kullanıldığı, merkez örgütlerinin olduğu kadar yerel örgütlerin de tüm olanaklarıyla katıldığı bir çalışma olarak tasarlandığı ortadadır.
Kampanyanın il afişi “Savaşa Dur de/Demokrasi için Birleş!” olarak çıkmıştır. Emeğe Sesleniş’in kampanyayla ilgili ilk sayısı da tüm ülke sathında dağıtılmıştır.
Ve ancak böyle etkili bir çalışma yapılabilirse, geniş halk kesimleriyle işçi sınıfının ileri kesimleri içinde iz bırakan bir çalışma temposu yakalanabilecektir.

Irak Geleceğini Arıyor!

GİRİŞ:  IRAK, ON YIL SONRA YOL AYRIMINDA
Irak, ABD’nin başını çektiği emperyalist koalisyonun müdahale ve işgaliyle Saddam rejiminin devrilmesinden on yıl sonra yeni bir yol ayrımına gelmiş bulunuyor. Aradan geçen on yıla rağmen Şii ve Sünni Araplar ile Kürtlerin kendi aralarındaki sorunları giderememesi ve daha da ötesinde başta petrol olmak üzere paylaşım sorunlarının yanı sıra Suriye üzerinden yaşanan bölgesel kamplaşmada bu güçlerin karşı karşıya gelmesi, Irak’ın geleceğini belirsizliğe sürüklüyor. Kerkük’ün statüsü/geleceği ve yetki paylaşımı üzerinden Irak merkezi hükümeti (Maliki Hükümeti) ile Kürdistan Federe Yönetimi arasındaki anlaşmazlığın Kerkük’e her iki hükümetin askeri güç göndermesiyle çatışma noktasına varması, bu iki hükümet arasındaki ilişkilerde denge unsuru olan Cumhurbaşkanı Talabani’nin sağlık durumunun belirsizliğini koruması, Türkiye’ye sığınan Irak eski Cumhurbaşkanı Yardımcısı –Sünni– Tarık Haşimi’nin Irak’taki terör olaylarından sorumlu tutularak idama mahkûm edilmesinden sonra uzun bir süredir sessizliğini koruyan Sünnilerin tekrar harekete geçmesi gibi gelişmeler, Irak’ta olası çatışma ve ayrışmaları gündeme getirmektedir. Bu gerilim ve kamplaşmalar üzerinden bağımsız Kürt devleti olasılığı ilk kez bu kadar açıktan tartışılmaya başlanmış ve Türkiye, Maliki ile çelişkisi ve Barzani’yle yakın siyasi ve ticari ilişkileri üzerinden, ilk kez, bağımsız bir Kürt devletini bugün için ister olmamakla birlikte, kendisi için bir tehdit olarak görmeme noktasına gelmiştir.
Bugün Irak’ta olası gelişmeleri doğru anlamak için son on yılda olanları kısaca hatırlamak ve gelinen yerde Irak’taki toplumsal-siyasal güçlerin bölgesel kamplaşmanın neresinde durduklarına bakmak gerekmektedir.

GOP VE ABD MÜDAHALESİ SONRASI IRAK
Dünyadaki petrol rezervlerinin yüzde 65’ini ve doğalgaz rezervlerinin yüzde 41’ini bulunduran bölge (Ortadoğu), yüz yılı aşkın bir süredir emperyalist güçlerin öncelikli mücadele ve müdahale alanlarından biri konumunda bulunuyor. 2001 11 Eylül’ünde El Kaide tarafından gerçekleştirilen terör eylemleri, ABD’nin “terörle mücadele” ve “güvenlik” söylemi eşliğinde bölgeye kendi politik çıkarları üzerinden müdahale etme amacına dayanan “Genişletilmiş Ortadoğu ve Kuzey Afrika Projesi”ni (GOP) gündeme getirmesinin önünü açmıştı. Bu projeyi gerçekleştirmeye yönelik müdahaleler, “önleyici savaş stratejisi” adı altında ve ABD’nin tehdit olarak belirlenen ülkelere müdahale hakkı olduğu savunusu üzerinden başlatıldı. Bilindiği gibi, ilk hedef, El Kaide’nin merkezi olan Afganistan’dı. Ardından ABD tarafından GOP’u uygulamanın merkez ülkesi olarak belirlenen ve zaten 1990-91’deki Körfez Savaşı’ndan beri ABD ile çatışma halinde olan Irak’a yönelik müdahaleye ortam hazırlandı. Saddam’ın El Kaide’yi desteklediği ve kitle imha silahlarına sahip olduğu iddiaları üzerinden Mart 2003’te Irak’a müdahale başlatıldı ve aynı yıl içerisinde Irak ordusu yenilgiye uğratıldı.
Saddam sonrası Irak’ta, kendi aralarında farklı fraksiyonlara bölünmüş olsalar da, üç önemli siyasi güç odağı ortaya çıktı; nüfusun büyük bölümünü oluşturan Şiiler (yüzde 60-65), Sünni Araplar (yüzde 12-15) ve Kürtler (yüzde 18-20). ABD müdahalesi sonrasında yıllardır ulusal hakları için mücadele eden Kürtler, oluşan uygun koşulları değerlendirerek, Irak’ın kuzeyinde Kürdistan Federe Yönetimi’ni oluşturdular. Ama merkezi yönetimin Şiiler, Sünniler ve Kürtler arasında bölüştürülmesine rağmen Irak’ta istikrar bir türlü sağlanmadı. Irak’ta rejim değişikliğinin domino etkisi yaratarak diğer ülkelere sıçraması beklentisi içindeki Bush yönetiminin bu beklentisi de gerçekleşmedi. Katliam ve işkencelerin yarattığı tepki, süren istikrarsızlık ve çatışmalar Irak’ta savaş batağına saplanan Bush yönetiminin diğer ülkelere müdahale hesaplarını boşa düşürdü. ABD, kendi çıkarlarını koruyacak şekilde Irak’tan nasıl çekilebileceğini tartışmaya başladı. Çekilme sürecine yönelik yol haritası Bush yönetiminin 2006’da ‘Irak Çalışma Grubu’na hazırlattığı rapor (Baker-Hamilton Raporu) ile oluşturuldu. Rapor, Irak’ta istikrarın sağlanması için ABD’nin Irak’tan çekilme sürecine dair bir takvimi dünyaya duyurmasını, Irak’ın üç özerk bölgeye (Şii, Sünni ve Kürt) bölünmesi yeni sorunlar doğuracağı için bunun önüne geçilmesi amacıyla İran, Suriye gibi bölge ülkeleriyle diplomatik ilişkilerin geliştirilmesini ve Kerkük’te 2007’de yapılması öngörülen referandumun ertelenmesini öneriyordu. Bu rapor, aynı zamanda, Türkiye’yi, ABD işgali sonrasında oluşacak boşluğu doldurabilecek önemli bir bölgesel aktör olarak değerlendiriyor, PKK’nin Irak’taki varlığı konusunda Türkiye’nin hassasiyetlerinin gözetilmesi gerektiğine dikkat çekiyordu.

BÖLGESEL AKTÖRLER VE IRAK’TA İKTİDAR MÜCADELESİ
Bilindiği gibi, 2003 1 Mart tezkeresinin Meclis’ten geçirilememesi, ABD’nin Türkiye üzerinden Irak’a cephe açma planını bozmuş, bu durum ABD-Türkiye ilişkilerinin tarihinin en gerilimli dönemlerinden birini yaşamasına yol açmıştı. ABD Süleymaniye’de Türk askerlerinin başına çuval geçirmiş, Türkiye’nin Irak sınırları içindeki PKK kamplarına hava ve kara operasyonları yapmasının önüne geçmişti. Yine Türkiye’nin müdahalenin dışında kalması, Kürtlerin Irak’taki pozisyonunu daha önemli hale getirmiş ve Kürtler, Türkiye’nin “kırmızı çizgi” olarak görüp karşı çıkmasına rağmen federe yönetim oluşturarak, geleceklerini belirleme yönünde önemli bir adım atmıştı. İşte Baker-Hamilton Raporu, ABD’nin Kürtler ve Türkiye arasındaki ilişkilerde yeniden Türkiye’yi gözeten bir denge oluşturmasını (bu denge üzerinden Türkiye ve Kürdistan Federe Yönetimi’nin ABD’nin politik çıkarları ekseninde bir araya getirilmesini) ve Türkiye’ye yeni bölgesel roller verilmesini istiyordu. Bu temelde Türkiye’nin zayıf karnı olan Kürt meselesinde “PKK’nin bölgede istikrarsızlık yaratabilecek silahlı bir güç olmaktan çıkartılması” için ABD-Türkiye ve Kürdistan Federe Yönetimi arasında ortak çalışmalar yapılması öneriliyor ve yine Türkiye’nin referandum olması halinde Kürdistan bölgesine katılacağı kesin olan Kerkük’teki referandumun ertelenmesi beklentisi yönünde politika belirlenmesi gerektiği belirtiliyordu. İşte raporda da vurgulanan Türkiye ile politik ilişkilerin yeni dönemdeki ihtiyaçlara uygun olarak geliştirilmesinin en önemli adımı 2007 Kasım’ında yapılan Bush-Erdoğan görüşmesinde atıldı. ABD, Türk ordusunun Irak Federe Bölgesi’ndeki PKK kamplarına hava ve kara operasyonları yapmasına ‘olur’ verdi. Ama öte yandan da PKK’ye karşı ortak önlemler alma üzerinden Türkiye egemenlerinin ‘kırmızı çizgi’ olarak belirlediği ve “görüşmeyiz” dedikleri Kürt Federe Bölgesi Yönetimi ile doğrudan görüşmelerin önü açıldı. Aslında PKK’ye karşı yapılan operasyonların askeri anlamda bir işe yaramadığını dönemin Genelkurmay Başkanı Büyükanıt bile itiraf etmiş; ama bu operasyonlar ABD’nin Türkiye’yi kendi çıkarlarına hizmet edecek bir çizgiye çekmesini sağlayan politik operasyonlar olarak önem kazanmıştı. O güne kadar ABD’ye mesafeli gözüken Genelkurmay bile, yeni dönemdeki ilişkileri “mükemmel” olarak değerlendirmiş, böylece Türkiye egemenleri, ABD’nin kendilerine yeni dönemde biçtiği ve “bölgenin lider ülkesi” söyleminin arkasına saklanılan ‘bölgesel taşeronluk’ rolüne hazır hale getirilmişti.
ABD’nin, Irak üzerinden, başta İran olmak üzere, diğer bölge ülkelerine müdahaleyi yayma/genişletme hesabının tutmamasının en önemli sonuçlarından biri de, İran’ın Irak üzerindeki ve dolayısıyla bölgedeki güç ve etkisini arttırması oldu. ABD’nin İran’a karşı müdahale üssü haline getirmeye çalıştığı Irak, İran’ın etkisindeki Şii siyasi odakların egemen olduğu bir ülke haline geldi. Irak’ta bütün Şiilerin dini lideri olarak kabul edilen Büyük Ayetullah Ali Sistani, Nuri El Maliki’nin (önceli İbrahim El Caferi’ydi) Dava partisi, El Hakim’in Irak İslam Devrimi Yüksek Konseyi, Sadr grubu gibi farklı çizgide duran Şii siyasi odaklar İran’ın girişimleriyle bir araya getirildi. ABD’nin Irak’tan çekilmesinin hemen öncesinde (2010’da) yapılan seçimler ve ardından hükümet kurma sürecinde yaşanan gelişmeler, Irak’ta oluşan yeni dengelerin görünür olmasını sağlamıştı. Bu seçimlerde, ABD’nin, 2003’teki işgali sonrasında, ABD’den getirterek başbakan yaptığı İyad Allawi’nin etrafında toplanan Sünni blok (El Irakiye), 325 üyeli parlamento için 91 sandalye kazanmıştı. Allawi’nin bu “başarı”sının arkasında, ABD’nin yanı sıra Irak siyasetine Sünniler üzerinden müdahale etmeye çalışan Türkiye, Katar ve Suudi Arabistan da vardı. Allawi’nin seçimlerden hemen sonra İran’ı hedef alarak yaptığı “komşuların Irak’ın içişlerine karışmaması gerektiği” açıklaması, aynı zamanda onun durduğu yeri gösteriyordu. Seçimlerde Allawi’nin hemen ardından şimdiki Başbakan Maliki, 89 sandalye ile ikinci oldu. Maliki’nin listesinin ardından üçüncü ve dördüncü olarak, radikal Şii gruplar, El Hakim ve Sadr yer aldı. 2005 seçimlerinde 75 sandalye alan Kürt ittifakı ise, bu seçimlerde güç kaybederek 57 sandalye alabilmişti. İran, ABD ve Türkiye’nin Allawi (Sünniler) üzerinden Irak siyasetini belirleme girişimlerine karşı aralarında anlaşmazlıklar olmasına rağmen Şii grupları bir araya getirdi. Ötesinde, Şiiler, Kürtlerle de ittifak yaparak, ABD ve Türkiye’nin en azından Allawi’nin cumhurbaşkanı olması girişimlerine karşı Talabani’nin bu görevini sürdürmesinin yolunu açtı. Sünni blok ise, ancak Meclis Başkanlığı (Usame Nuceyfi) ile Cumhurbaşkanı Yardımcılığını (Tarık el Haşimi) alabildi.
Irak’ta 2010 Seçimleri sonrasında kurulan hükümet üzerinden oluşturulan dengeler, özellikle Şiileri hedef alan saldırıların devam etmesine, yine statüsü belirsizliğini sürdüren Kerkük’te patlayan bombalara ve petrol gelirlerinin paylaşımı konusunda Irak merkezi ve Kürdistan Federe yönetimi arasındaki anlaşmazlıklara rağmen devam etti. Ancak Suriye üzerinden yaşanan bölgesel kamplaşma ve çatışmaların Irak’taki siyasi odakları karşıt kamplara bölmesi, bu göreceli denge durumunu ortadan kaldırdı ve Irak’taki siyasi güç odaklarını çatışma noktasına getirdi. Suriye’deki çatışmaların Irak’taki siyasi dengeleri doğrudan etkilemesi, aslında bu dengelerin nasıl bir pamuk ipliğine bağlı olduğunu da gösterdi.
Başbakan Nuri El Maliki, Suriye’de yaşanan çatışmalar konusundaki tavrını, Suriye’ye müdahaleyi savaş nedeni sayan İran gibi, en başından ortaya koydu. Maliki, Suriye’de muhalefeti askeri ve parasal olarak destekleyen ülkelerin Suriye halkının dostu değil düşmanı olduklarını söylemiş ve özellikle Türkiye’yi de hedef alarak, bu ülkelerin de Suriye’de yaşanan çatışmaların benzerini yaşamaktan kendilerini kurtaramayacakları uyarısını yapmıştı. Böylece, kendisi de uzun yıllar Suriye’de kalmış bir siyasetçi olarak, Suriye üzerinden yaşanan bölgesel kamplaşmada, Irak merkezi hükümetinin, ABD’nin hedefi konumunda bulunan ancak arkasında Rusya ve Çin’in yer aldığı ‘Şii hilali’nin (İran, Suriye ve Lübnan Hizbullahı) içinde yer aldığını ortaya koymuştu. Maliki, bu dönemde, özellikle Katar ve Suudi Arabistan’ı yanına alarak Suriye’ye müdahalenin öncülüğünü yapan Türkiye (AKP Hükümeti) ile sık sık karşı karşıya geldi. En başından beri Irak siyasetine Sünniler üzerinden müdahale etmeye çalışan Türkiye’yi içişlerine karışmaması konusunda uyarmış, hatta AKP Hükümeti’ni, Türkiye’de de farklı etnik ne dinsel (mezhepsel) kesimler olduğunu söyleyerek, tehdit etmişti. Maliki’nin bu dönem attığı bir diğer adım da, Irak’ta özellikle Şiileri hedef alan terör olaylarından sorumlu tuttuğu ve Türkiye-Katar-Suudi Arabistan’la yakın ilişkileri bulunan Cumhurbaşkanı Yardımcısı Tarık El Haşimi hakkında yakalama kararı çıkarması oldu.
Tarık El Haşimi, Sünni blok içinde Katar, S. Arabistan ve Türkiye ile en yakın ilişkilere sahip olan liderdi. Maliki, bu ülkelerin Haşimi üzerinden Irak rejimini istikrarsızlaştırmaya çalıştıklarını iddia ediyor ki, bu iddianın temelsiz olduğu söylenemez.
Saddam’ın eski istihbaratçılarını “koruma” olarak kullanan Haşimi’nin “ölüm timleri”ne sahip olduğu çeşitli çevreler tarafından dillendiriliyor (burada dün Saddam’a karşı olanların bugün Saddam’dan arta kalanları kullanmaya çalışmasını Irak’ın on yılda geldiği yeri göstermesi bakımından dikkat çekici bir olgu olarak hatırlatmış olalım). Haşimi ve korumaları hakkında dava açan mahkeme, onları 150’yi aşkın silahlı-bombalı eylemden sorumlu tutuyor. Haşimi’nin gıyabında yapılan yargılamada geçtiğimiz yılın sonlarına doğru kararını açıklayan mahkeme, Haşimi hakkında idam kararını vermişti. Bu mahkemenin ne kadar hukuka uygun yargılama yaptığı tartışılabilir, ancak yine de kararı oy birliği ile veren mahkemenin 8 üyesinin 3’ünün Sünni Arap, 2’sinin Kürt ve 3’ünün de Şii Arap olduğunu belirtmek gerekiyor. Haşimi, hakkında tutuklama kararının çıkartılmasından sonra, önce Kürdistan bölgesinde Barzani’ye sığınmış, ardından Suudi Arabistan ve Katar’a geçtikten sonra Türkiye’ye gelmişti. En yakın destekçileri Katar ve S. Arabistan’ın bile himaye etmeye korktukları Haşimi’ye AKP Hükümeti kol kanat germiş; Haşimi’nin yakalanması için interpol tarafından kırmızı bülten yayımlanmasının ardından Başbakan Yardımcısı Bekir Bozdağ “Türkiye olarak başından beri desteğimizi verdiğimiz birini iade etmeyiz” açıklamasını yapmıştı. Irak’ı istikrarsızlaştırmaya yönelik terör eylemlerinden sorumlu tutulan Haşimi’nin himaye edilmesi, Maliki’nin Barzani ve Türkiye ile ilişkilerinin daha da gerilmesine neden olmuştu.
Barzani, Suriye üzerinden şekillenen bölgesel kamplaşmanın ve bu kamplaşmadaki görece denge durumunun Kürtlerin bölgesel aktörler içindeki önemini arttırdığını görerek, bu süreci bağımsız bir Kürt devleri kurma yönünde ilerletmenin hesabını yapmaktadır. Bu bakımdan Irak merkezi hükümeti (Maliki) ile karşı karşıya geldiği oranda Türkiye ve ABD’ye daha fazla yakınlaşmaktadır. Barzani, bağımsızlığa giden yolda güç ve önemini arttırmak için, Suriye Kürtlerini de, ABD, Türkiye, Katar, S. Arabistan ve Fransa destekli Suriye muhalefetinin (Suriye Muhalif ve Devrimci Güçler Ulusal Koalisyonu – SMDK) içine çekmeye çalışmaktadır. Ancak Suriye Kürdistan’ında (Batı Kürdistan/Rojava) büyük oranda PKK çizgisindeki PYD’nin (Demokratik Birlik Partisi) etkin olması ve PYD’nin muhaliflere mesafeli durup bağımsız bir çizgide politika belirlemeye çalışması, bu hesapları zora sokmaktadır. Bu nedenle bir yandan Barzani, Yüksek Kürt Konseyi (YKK) içinde kendi çizgisindeki partilerin oluşturduğu ENSK (Suriye Kürt Ulusal Konseyi) üzerinden PYD’yi sıkıştırmaya çalışmakta, öte yandan Suriye Kürtlerinin PYD’nin etkisi altında olmasından rahatsızlığını açıkça ifade eden Türkiye, Özgür Suriye Ordusu’na (ÖSO) bağlı gruplar (özellikle El-Kaideci Nursa Cephesi) üzerinden PYD’nin etkisindeki Kürt bölgelerinde çatışma ve istikrarsızlık yaratarak Kürtleri savaşın içine çekmeye çalışmaktadır.

PAYLAŞIM SAVAŞI VE KERKÜK SORUNU
Suriye’deki çatışmalar Barzani ve Maliki’nin farklı kamplar üzerinden karşı karşıya gelmesine yol açmış olsa da, bu güçler arasındaki asıl çelişki, Irak’taki enerji kaynaklarının ve yetkilerin kullanımı konusundaki anlaşmazlıklarda düğümlenmektedir. Suriye Krizi, ancak bu çelişkilerin yeni bir boyutta ortaya çıkmasına yol açmıştır. 2005 yılında kabul edilen Irak Anayasasının 140. maddesine göre, Kerkük ve aidiyeti konusunda ihtilaf bulunan (merkezi hükümete mi, Kürdistan Federe Yönetimi’ne mi bağlanacağı tartışma konusu olan) diğer bölgeler için 2007 sonuna kadar bir referandum yapılmasını öngörülüyordu. Ancak 2007’de ABD’nin de girişimiyle referandumun 5 yıl ertelenmesi (o dönemde Kerkük’ün Kürdistan Federe Yönetimi’ne bağlanmasını istemeyen Türkiye’nin de talebi bu yöndeydi) kararlaştırıldı. Bu arada Kerkük’ün nerede yer alacağının Irak’taki dengeleri değiştirebilecek kadar önemli olduğunu belirtmek gerekiyor. Çünkü bugün Irak sahip olduğu petrol rezervleri bakımından dünyada 3. sıradayken, Irak petrolünün yarıya yakını (yüzde 40’ı) Kerkük’ten çıkarılmaktadır. Ancak bugün hala referandumun ne zaman yapılacağı, daha doğrusu yapılıp yapılamayacağı belirsizliğini koruyor. Geçen yıl Suriye üzerinden kamplaşmanın derinleşmeye başladığı dönemde Barzani, merkezi hükümetin petrol gelirlerinden Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin payının ödenmediğini söyleyerek, ABD’nin en büyük petrol tekellerinden Exxon Mobil ile bir anlaşma imzaladı. Ardından da 2012 yazında Türkiye ile ham petrol gönderip işlenmiş petrol alma konusunda bir ticaret anlaşması imzaladı. Barzani’nin bu anlaşmaları yapmaya yetkisi olmadığını ve dolayısıyla bu anlaşmaları tanımadığını söyleyen Maliki’nin en somut tepkilerinden biri de, 2012 Aralık ayının başlarında Türkiye’nin Enerji Bakanı Taner Yıldız’ın bindiği uçağın Hewler’e (Erbil) inişinin engellenmesi oldu. Ama Maliki’nin bu girişime asıl tepkisi ‘Dicle Operasyon Ordusu’ adı altında askeri bir birlik oluşturarak, bu orduyu, aidiyet konusunda ihtilaflı olan Kerkük, Diyala ve Selahaddin’de konuşlandırması oldu. Barzani’nin Peşmerge ordusunu Kerkük’e göndermesi ile iki yönetim arasındaki gerilim çatışma noktasına vardı. Cumhurbaşkanı Talabani’nin arabuluculuğu ile şimdilik bir uzlaşma sağlanmış olsa da, Aralık ayında beyin felci geçirip Almanya’da yoğun bakıma alınan Talabani’nin sağlık durumunun belirsizliğini koruması, Irak’ta pamuk ipliğine bağlı dengelerin geleceğini daha da belirsizleştirmektedir. Çünkü oturduğu cumhurbaşkanlığı koltuğunu büyük oranda Maliki’ye borçlu olan Talabani, yine geçtiğimiz dönemde Maliki’ye karşı birleşen Barzani, Allawi, Sadr ve Meclis Başkanı Usame Nuceyfi’nin hükümeti düşürme girişimlerinin önüne geçilmesinde de önemli bir rol oynamıştı. Tabii burada Maliki’yi devirmek için harekete geçen bu güçlerin hükümetten çekilmemelerinin yarattığı çelişki bir tarafa; Kürt Goran hareketinin Barzani’nin safında durmamasını, Allawi’nin Sünni Irakiye listesinden önemli bir grubun Maliki’yi desteklemesini ve Şii Sadr’ın Büyük Ayetullah Sistani tarafından uyarılmasını, Maliki’nin devrilmesinin öyle kolay bir iş olmadığını gösteren diğer gelişmeler olarak not etmek gerekiyor.
Nuri El Maliki’nin hem ülke içindeki egemenliğini, hem de bölgedeki güç ve etkisini perçinlemek için attığı önemli adımlardan biri de, Kasım ayında Rusya’ya yaptığı ziyaret oldu. Rusya’yla 5 milyar dolarlık silah ve önemli ticari anlaşmalar imzalayan Maliki, yeni Irak’ın Rusya ile ilişki ve işbirliğini önemli bir noktaya taşımıştır. Maliki’nin attığı bu adımın aynı zamanda ABD’ye verilmiş bir mesaj olarak da anlam kazandığını belirtmek gerekiyor. Çünkü Maliki, Rusya ile önemli anlaşmalar yaparak, ABD’ye alternatifsiz olmadığını göstermiş olmaktadır. Zaten ABD’nin de bugün bölgesel kamplaşmanın farklı taraflarında yer almalarına rağmen Maliki’yi tamamen çizdiği söylenemez. Çünkü ABD, her şeye rağmen bugün Maliki’yi Şii Irak İslam Yüksek Konseyi ve Sadr grubu gibi Irak’ı doğrudan İran’ın etkisine sokacak radikal grupları dengeleyecek bir güç olarak görmeye devam etmektedir. Ötesinde ABD için Irak Çalışma Grubu’nun raporunda belirtilen Irak’ın toprak bütünlüğünün korunması bakımından Maliki bunu sağlayabilecek en önemli aktör konumunda olmayı sürdürmektedir. ABD, bugün hala Irak’ın toprak bütünlüğünün kendi bölgesel çıkarları için daha uygun olduğunu düşünmekte, bu nedenle Maliki ile ilişkilerini koparmamaya çalışmakta ve Barzani’nin bütün girişimlerine rağmen bağımsız Kürt devletine görece mesafeli yaklaşmaktadır.
ABD’nin Irak’ta dengeleri gözeten politikası, Kürdistan Federe Yönetimi için Türkiye’nin önemini daha da arttırmaktadır. Bu nedenle, Kürdistan Bölgesel Yönetimi ile Türkiye arasındaki “iyi ilişkiler”in mimarlarından biri olarak kabul edilen Başbakan Neçirvan Barzani, Aralık ayında Time dergisine verdiği röportajda “Maliki’ye karşı umut kapımız Türkiye” demekte ve yine “bağımsız Kürdistan için en az bir ülkeyi ikna etmemiz gerekiyor” diyerek Türkiye’yi işaret etmektedir. “Bölgesel liderlik” adına ve ‘yeni Osmanlı’cı heveslerle Suriye üzerinde somutlanan müdahale politikası izlemesi, Türkiye’yi, İran, Suriye ve Irak merkezi hükümetleriyle karşı karşıya getirip bölgede adım atamaz hale getirirken, ABD,  bu konuda Türkiye’den daha temkinli davranmakta ve sağlam adımlar atmak için uygun koşulları beklemektedir.

SONUÇ YERİNE: IRAK, BÖLGESEL KAMPLAŞMANIN ORTA YERİNDE GELECEĞİNİ ARIYOR
Bütün bu gelişmeler üzerinden Irak’taki durumu özetlemek gerekirse şunlar söylenebilir:

Birinci olarak; Irak’ta Saddam rejiminin devrilmesinden on yıl sonra ülkedeki belli başlı siyasi güç odaklarının aralarındaki sorunları hala çözememiş olması, mevcut denge durumunun geçici olduğunu göstermektedir. Ancak Irak’ın geleceğinin ne olacağı (Irak’ta mevcut durumun devam edip edemeyeceği, 3 bölgeli; Şii, Sünni ve Kürt bölgelerine dayalı bir federasyon olup olmayacağı, Kerkük’ün statüsünün ne olacağı, Kürtlerin bağımsızlıklarını ilan edip etmeyeceği…) sorusunun cevabı da bu sorunların nasıl çözüleceğine bağlı olduğu için belirsizliğini korumaktadır.
İkinci olarak, Irak’taki istikrarsızlığın ve sorunların çözülememesinin en önemli nedenlerinden biri de, emperyalist güçlerin ve diğer bölge ülkelerinin ülkedeki siyasi güç odakları üzerinden Irak siyasetini belirlemeye/etkileme çalışmalarıdır. Başka bir deyişle Irak’ın istikrarı bir anlamda dış müdahalelerden ne kadar uzak kalabileceğine bağlıdır ki, başta Türkiye (Kürtler ve Sünniler) ve İran (Şiiler) olmak üzere bölge ülkelerinin müdahale ve etkisinin giderek artması, bu konuda Irak’ın geleceğinin fazla iç açıcı olmadığına dair işaretler olarak görülmelidir.
Üçüncüsü, Suriye üzerinden yaşanan bölgesel kamplaşmada, farklı kamplarda yer alan Irak’ın siyasi güç odakları, aynı kampta yer aldıkları ülkelerin desteklerini arkalarına alarak kendi güçlerini arttırmaya ve Irak’ta anlaşmazlık konusu olan sorunların (özellikle emperyalistlerin ve bölge ülkelerinin iştahını kabartan petrol gelirlerinin paylaşımının) kendi çıkarları temelinde çözümünü sağlamaya çalışmaktadır. Bu durum Suriye üzerinden sürdürülen bölgesel kamplaşmanın seyrinin ne olacağının, aynı zamanda Irak’ın ne olacağı sorusunun cevabını vermek bakımından belirleyici bir önem taşır hale getirmiş bulunmaktadır.
Dördüncü olarak, Bağımsız bir Kürt devletinin kurulup kurulamayacağı, bugün Suriye üzerinden sürdürülen bölgesel kamplaşma ve çatışmanın seyrine bağlı durumdadır. Bölgesel kamplaşmanın, bu kamplaşma içinde yer alan güçleri çatışma noktasına getirdiği oranda Maliki hükümeti ile ayrı kamplarda yer alan Barzani’nin Türkiye ve ABD’nin desteğini alarak bağımsız bir devlet kurması muhtemeldir. Ancak bugün için ne bölgesel kamplaşmanın seyri, ne de ABD ve Türkiye’nin tutumu o noktaya gelmiş değildir.

AKP’nin 2013’ü

Önce hükümetin Öcalan’la görüştüğünün açıklanması, daha sonra Ahmet Türk ve Ayla Akat’ın Öcalan’la görüşmesi, Kürt ulusal hareketinin uzunca bir süredir gündeme getirdiği üzere Öcalan’ın muhatap kabul edilip görüşmeler yapılması, emek ve demokrasi güçleri açısından da önemli bir gelişme olarak değerlendirildi. Hükümetin Ahmet Türk ve Selahattin Demirtaş’ın Öcalan’la yapacağı görüşmeyi engellemesi ve eleştiri kabul etmeyen, tartışmasız biat isteyen tutumu, sürecin geleceğine dair de soru işaretlerini şimdiden artırdı. 2013’ün ‘uzun’ seyrini belirleyecek konulardan birisi elbette bu görüşmeler ve alacağı biçimler olacak gibi gözüküyor.
Elbette, Kürt sorunu da dahil olmak üzere, 2013 Türkiye’sinin ‘yönü’nü belirleyecek olan da, hükümetin, burjuva fraksiyonlar arasındaki ihtilafların, işçi sınıfı ve demokrasi güçlerinin çeşitli alan ve biçimlerde kendisini gösteren mücadelesi olacaktır. İşte bu karşılıklı uzlaşı, ittifak ve mücadele süreci içinde hükümeti ‘sıkıntıya sokacak’ etkenlerin iyice biriktiğini söylemek mümkündür. Kürt sorununda içeride açlık grevleri ve KCK operasyonlarıyla dışarıda Suriye Kürdistan’ına yönelik desteklenen El Nusra Cephesi’nin saldırılarıyla paralel giden çatışmalı sürecin AKP’yi giderek zora soktuğunu, Öcalan görüşmelerinin de bunun bir yansıması olduğunu söylemek abartı olmayacaktır. Ancak bununla sınırlı değildir. Toplumun çeşitli alanlarına yönelik muhafazakâr dayatmalar, dış politikada sıkışmışlık, ekonomide durgunluk eğilimi ve zamlar; hükümetin hem olmazsa olmazları hem de onu sıkıştıran sorunsal alanlardır.

KÜRT SORUNUNDA TIKANMA
AKP, Kürt sorununda, özellikle Oslo görüşmelerinin açığa çıkmasıyla başlayan süreçte, stratejisini büyük operasyonlarla PKK’yi askeri alanda yenilgiye uğratma üzerine kurmuştu. Bir yandan Kürtçenin seçmeli ders yapılması gibi, Kürt halkının bir kesimini yedeklemek üzere ancak sorunu çözmekten uzak ‘kötürüm’ ve göstermelik uygulamaları devreye sokarken, Kürtler ile Kürt hareketini birbirinden ‘ayırmaya’ çalışarak, elbette PKK ve BDP (dolayısıyla Kürt) düşmanı bir söylem geliştirmiştir. Hükümet bir yandan Kürt ulusal hareketinin etkisi dışındaki Kürt kesimlerini ‘göstermelik’ düzenlemelerle etkisi altında tutmak isterken, diğer yandan ulusal hareket içinde ve çevresindeki, bir biçimde ona sempati duyan Kürtleri ise ‘düşman’ ilan etmiştir. Bu yaklaşım tarzının, orta vadede, MHP’nin ve onun ‘temsil ettiği’ ‘milliyetçi muhafazakar’ kesimin en azından bir kısmının oylarını almak üzere planlandığı açıktır. İdam polemikleri de bunun bir yansımasıdır.
Ancak, Kürt sorununda çatışmalar ve ölümler, şehit ailelerinin giderek hükümete yönelen tepkileri, “zengin çocuklarının değil gariban çocuklarının ‘şehit’ olması”, Kürt ve Türk analarının dinmeyen gözyaşları, artık sorunun geleneksel ve zora dayalı yöntemlerle çözülmeyeceğinin daha yüksek sesle dile getirilmesi ve toplumun daha geniş kesimlerince anlaşılması, ‘sorunun nasıl olursa olsun bir biçimde çözülmesi’ talebi ve ölümlerin durması yönünde yükselen ‘sağduyu’, hükümetin Kürt sorunundaki savaşa dayalı ve Kürt ulusal hareketini ezmeye dönük politikasının etki gücünü zayıflattı. Özellikle açlık grevleri ve toplumun önemli bir kesiminden, ölümlerin olmaması yönündeki duyarlı çağrılar, Adalet Bakanının ‘makul’ yaklaşımı, ama asıl ve hükümetin lideri olarak Başbakanın düşmanca ve adeta ölümleri çağıran tutumuna rağmen bir noktadan sonra hükümeti geri adım atmaya zorladı. Açlık grevleri konusundaki geri adım, yukarıda belirtilen diğer etkenlerle birlikte hükümetin Kürt sorununda sıkışmışlığının bir parçasıydı. Kürt sorununun çözümsüzlüğü, silahla Kürt hareketine baş eğdirilemeyeceğinin görülmesi ve artık anlamsız hale gelen ölümler, hükümeti eskisi gibi yapamaz, giderek ‘geleneksel’ yöntemlerle yönetemez hale getirmekteydi. İşte bu süreç, ülke içi ve uluslararası (özellikle Ortadoğu) birçok etkenle beraber Öcalan görüşmelerini getirdi ki, özellikle Irak ve Suriye’de Kürt ulusal hareketinin üstesinden gelinememesi, ama Amerikan hesapları bakımından, Kürtleri kapsamaması durumunda, Ortadoğu’da oluşturmakta olduğu gücün eksikli olacağı ve amaca ulaşma bakımından yetersiz kalacağının net biçimde öngörülür oluşunun AKP’yi görüşme dayatması olarak baskılamasının altı çizilmelidir.

ORTADOĞU: ELDE VAR SIFIR
Ortadoğu’daki gelişmeler ve dört parçadaki Kürt halkının hareketliliği, taleplerindeki ısrarı ve stratejik konumu, Kürt sorununu, bırakalım Türkiye sorunu olmayı, bölgesel bir sorunun ötesinde, uluslararası bir sorun haline getirmiştir. Dolayısıyla, Ortadoğu’daki, başta Irak ve Suriye olmak üzere gelişmeler ve buralardaki Kürtlerin kazanım, tavır ve duruşları, Türkiye’deki Kürt sorununa dair gelişmeleri de doğrudan etkilemektedir. Bu nedenle, Türkiye’de Kürt sorunu dendiğinde, hükümetin ve sermayenin, Kürt hareketinin ve demokrasi cephesinin stratejilerinin, karşılıklı konumlanış ve çatışmalarının bu gelişmelerden bağımsız olması düşünülemez. Bu çerçevede Ortadoğu’daki tablo, hükümetin özellikle Kürt sorunundaki tıkanmışlığının katmerlenmesi anlamına geliyor.
Özgürlük Dünyası’nın elinizdeki sayısında diğer makalelerde Kürt sorunu uluslararası boyutlarıyla birlikte ele alındığı için burada daha fazla uzatılması gerekmiyor. Ancak 2013’e dair bazı tespitler yapabilmek adına kısaca ifade edilecek olunursa…
Suriye’de besleme terörist güçlerle, Esad güçleri arasındaki çatışmalarda, AKP, Esad’ın kısa bir sürede düşürüleceği ümidiyle taraf oldu. Adeta Suriye içinde bir muhalefet partisi gibi, güncel siyasal ‘Esad polemikleri’ eksik olmadı. 2003 Irak müdahalesinde yapılamayanın Suriye’de yapılması ve Türkiye’nin olası bir işgal ve savaşa en ileriden müdahale etmesi yönünde bir politika izlendi. Ancak, Irak ve Afganistan’da dili yanan ABD yoğurdu üfleyerek yemeyi planlıyor ve bölgedeki ‘muhalif’ unsurları silahlandırarak ve onlar aracılığıyla başarı kazanmak istiyordu. AKP de, bir süre sonra daha ‘sabırlı’ ABD çizgisine uyum sağlamak durumunda kaldı. Ancak, AKP Hükümeti’nin yönetiminde Türkiye, terör örgütlerini destekleyen ve komşusuyla olası bir müdahalede savaş noktasına gelecek bir ülke konumuna geldi. Ve yaklaşık bir yıldır Suriye’ye dair söylenenler ve Hükümet’in iddiaları yaşam bulmak bir yana bölgede terörist çetelerin cirit attığı, bölge halkını da rahatsız ettiği bir sonuç ortaya çıkardı.
Suriye’de, Batı Kürdistan’da, Kürtlerin hükümet ve ‘muhalif’ terörist güçler arasındaki çatışmalardan da yararlanarak, yaşadıkları bölgelerde yönetimleri ele geçirmesiyle bu bölgelerde özerk idareler kuruldu. Ve AKP’nin Esad karşıtı güçlere yaptığı silah ve lojistik yardımı, hiç beklemediği ve istemediği bir sonuca yol açtı: PYD’nin etkinliğinin yüksek olduğu Kürt Ulusal Konseyinin yönetiminde Kürt özerk bölgeleri… Şimdi AKP, hem sık sık biçim değiştiren muhalefeti gözeten hem de bu muhalefete dahil olduğunu açıklayan PYD’nin etkinliğini azaltacak, başka bir ifadeyle gerçekleşmesi mümkün olmayan bir hatta savrulmuş durumdadır. Net olan tek olguysa ABD’nin hesapları, AKP’nin bu hesaplar çerçevesindeki neo-Osmanlıcı umutlarını bastırmaktadır.
Irak’ta ise merkezi yönetim ile Kürt Özerk Bölgesi yönetimi arasındaki ipler kopma noktasına gelmiştir. Dönem dönem silahlı çatışmalar yaşanmaktadır. ABD işgali sonrasında şekillenen yeni Irak, merkezi olarak ABD’nin karşısına yerleşmektedir. Irak’ı bütünüyle İran’ın kollarına itelememek için bu ülkede üstü örtülmeye çalışılsa da, ABD’nin Şii cephesi karşısında Sünni işbirlikçi yönetimleri birleştirmeyi ve yeni yönetimler yaratmayı hesaplayan ve Türkiye’nin de dahil olduğu stratejisi, Irak’la Türkiye’yi de karşı karşıya getirmiştir. Esad ile Başbakan arasındaki polemiklere, Maliki ile Başbakan arasındaki polemikler eklenmektedir. Maliki’nin yanı sıra Irak milletvekillerinin de Türkiye Hükümeti’ne yönelik sert eleştirileri de giderek yükselmektedir.
AKP’nin Barzani yönetimi ile kurduğu yakın ilişki, Suriye’deki Kürt hareketine Barzani üzerinden müdahale çabası, hatta Türkiye’de de Barzani ile el ele Kürt sorununda Barzanici çözüm arayışlarından sonuç çıkmamıştır, çıkması da mümkün değildir.
ABD’nin Ortadoğu politikasının ana eksenlerinden birisi olan İran’ın kuşatılması stratejisi, Türkiye tarafından da öteden beri benimsenmiştir. İran’la, ABD ağzıyla da olsa görüşme yapabilir bir noktadan uzaklaşılarak, resmi görüşme planlarının ‘tek taraflı’ olarak iptal edildiği bir döneme girilmiştir. İran Cumhurbaşkanı Ahmedinejat’ın İran’ı ziyaret eden Başbakan Erdoğan ile ‘hasta’ olduğu gerekçesiyle görüşmemesi, Konya’da düzenlenecek Şeb-i Arus törenine katılma programını da son anda iptal etmesi, İran ile ilişkilerin geldiği son noktanın sembolik birer göstergesidir. Gerçek ilişki bu sembollerin daha da ötesindedir. Kürecik’e kurulan NATO füze kalkanının İran’a karşı olduğunu cümle alem bilmektedir. Patriotların sınıra yerleştirilmesi, NATO ile kurulan İran karşıtı sıcak temas ve diyaloglar hedefini bulmakta, İran’ın her kademeden yöneticisi tarafından sert biçimde eleştirilmektedir. ABD’nin İran’ı kuşatma yönündeki çabalarının bir parçası olarak AB ve AB dışı önemli ülkeler İran’dan petrol ve doğalgaz ithalini büyük ölçüde azaltmışlardır. Türkiye de, enerji politikaları nedeniyle bağımlı olduğu İran’dan petrol ve doğalgaz ithalatını, kaynak çeşitliliğini arttırmak iddiasıyla azaltmak üzere çaba içerisindedir. Bütün bu politik hamleler, iç kamuoyunu hazırlamak üzere yandaş basının ‘İran düşmanı’ haberciliğiyle de birleşmektedir. Ülke içi ve dışı her türlü gelişmeyi, İran’a, İran istihbaratına, İran parmağına bağlama konusunda giderek hünerli hale gelinmektedir.
Ve Rusya… Uluslararası arenada ve somut olarak Suriye sorununda, ABD’nin çizgisinde ilerleyen Türkiye, neredeyse her konuda Rusya ile karşı karşıya gelmektedir. Her dikkate değer meselede, Türkiye’nin uygulamaları ve önerileri (Suriye’de tampon bölge, Kürecik füze kalkanı, Patriotlar vb.) Rusya tarafından şiddetle eleştirilmekte, AKP Hükümeti de kendi pratiğinin Rusya’nın hedef ve çıkarlarıyla çeliştiğini, bu açıdan Rusya karşıtı olduğunu bilmektedir. Rusya ile giderek artan ‘zorunlu’ (enerji politikalarının zorlaması başta olmak üzere) ticaret bir yana Türkiye’nin Ortadoğu ve Kafkasya’daki Amerikancı tutumuyla Rusya karşıtlığının bir madalyonun iki yüzü olduğu taraflarca da kuşkusuz bilinmekte ve ilişki bu çerçevede yürümektedir.
Dahası, bütün bu işbirlikçi politikasıyla AKP’nin, Ortadoğu’nun ABD icazetli ‘bölgesel lider’i olma hayalleri de suya düşmüştür. Sıcak mücadele sürecinin bir ucundan devam ettiği Mısır’da Müslüman Kardeşler yönetimi bir yandan ABD ile ilişkileri geliştirirken (ve neoliberal reformları içeren IMF görüşmelerini sürdürürken), diğer yandan Filistin-İsrail çatışmasında görüldüğü üzere Arap dünyasının sözcüsü olmak üzere Türkiye’ye nal toplatmıştır.
Öyleyse, AKP hükümetinin dış politikasından ‘elde kalan nedir?’ sorusunun cevabı tam bir hezimettir. Bölgesel bir savaş riski yaklaşırken güney ve doğu komşular (Irak, İran, Suriye) başta olmak üzere komşularla (Rusya ile de) düşmanlık… Bu düşmanlığın yansıması olarak Kürecik’te NATO füze kalkanı, Patriotların bölge illerine yerleştirilmesi, İzmir’de NATO Kara Kuvvetleri üssünün açılması… Bu da bütün bir kara propagandaya rağmen ‘barış’ ve daha sakin bir dış politikayı isteyen halkın talepleriyle çatışmaktadır. Hükümet, ‘one minute’ çıkışının yarattığı geçici ‘sempati’nin ekmeğini yemiş, ama çoktan tüketmiş, dış politikadaki düşmanca yaklaşımı ve sonuçlarıyla daha da sıkışmıştır. Ve elbette bu sıkışmışlık, bölgenin önemli bir gücü olan Kürtlerle ilişkide, ülke içindeki Kürt sorununa yaklaşımda yeni bir süreci de tetiklemiş, ülke içinde demokrasi mücadelesinin yanında Ortadoğu’nun sıcak güç dengeleri eskisi gibi yönetememe durumunu hızlandırmıştır. Dış politikasıyla Türkiye, kısa ve orta vadede Ortadoğu’daki savaş bataklığına freni boşalmış bir kamyon gibi ilerlemekte ve hızla silahlanmaktadır.

MUHAFAZAKARLAŞMA
AKP’nin ‘hükümet etme’ yöntemlerinden birisinin de muhafazakarlık ve dinin siyasete alet edilmesi olduğu biliniyor. AKP bir yandan dini söylemleri dilinden düşürmezken, diğer yandan ‘herkesin yaşam biçimine saygılıyız’ türünden hamaseti eksik etmiyor. Öncesi bir yana AKP’nin son bir yıldaki din, İslam’ın Sünni yorumu temelindeki muhafazakar dayatmaları önemli bir aşama kaydetmiştir. ‘Alevi açılımı’ yapılan, çalıştaylarda da olsa zorunlu din derslerinin kaldırılmasının gündeme gelebildiği muhafazakarlık dönemi son bulmuştur. ‘Statüko’nun cemevlerine yaklaşımı aynen korunmuş, 4+4+4 eğitim sistemiyle İmam Hatiplerin ortaokul bölümleri hızla açılmış, zorunlu din dersi kaldırılmak bir yana yeni seçmeli ‘zorunlu’ din dersleri getirilmiştir. Hükümet, mezhepçiliği her alana taşırken, Esad’ın Nusayri kimliği üzerinden muhalefet yaparak Türkiye’deki Alevileri de bir kez daha karşısına almıştır. Dolayısıyla Alevilerle ‘tarihsel barış’ sağlama iddiası yerini, Alevilerle ipleri koparmaya bırakmış, laiklik kaygısı taşıyan geniş bir kesimin kaygıları defalarca doğrulanmış, AKP ile karşıtlıkları kat be kat artmıştır. AKP, artık bu kesimlerin hiçbir biçimde desteğini alamayacak bir konuma gelmiştir, gelmektedir.
Kadınlara ‘teklif ettiği’ 3 çocuk sayısını 5’e çıkartan, diğer yandan da kürtaj ve sezaryeni yasaklamak üzere hazırlıklar yapan AKP’nin, önemli bir kadın kitlesini de karşısında aldığını söylemek abartı olmayacaktır. Kadın hareketinin eylemli ve aktif protestosunun içinde yer almasa da, milyonlarca kadının istediği sayıda çocuk yapma hakkının kürtajla elinden alınmasını ‘istekle’ onaylayacağını düşünmek safdillik olur.
Önümüzdeki süreçte, kadın sorunundan Alevilere, eğitimde dincileşmeden laikliğin çeşitli kazanımlarının tasfiyesine kadar tüm bu muhafazakalaştırma dayatmaları, hem gerçek bir laiklik mücadelesinin zeminini hem siyasal bileşenlerinin kapsamını giderek büyütmektedir. AKP, bu icraatlarıyla oy aldığı bazı kesimleri bir biçimde ‘ajite’ etmeyi ve genel olarak ılımlı İslamcı, muhafazakar bir ‘toplum’ modelini kurumsallaştırmayı hedeflerken, halkın önemli bir bölümünü, uzlaşma şansı olmaz biçimde karşısına almakta, attığı her adımda aslında geri dönülmez bir biçimde bu kesimlerle bağlarını koparmaktadır.

EKONOMİDE DURGUNLUK

2012 yılı, önceki yıllarda yaşanan yüksek büyüme oranlarının geride kaldığı bir yıl oldu. Elbette 2010-11’de büyüyen emekçiler değil sermaye olmuştu. Çünkü sermaye büyümez ise, rekabette adım atamaz ise, küçülmeye ve geride kalmaya mahkumdur. Kapitalizmin işleyişi, azami kârı bir tercih olmaktan çok bir zorunluluk haline getirmektedir. 2012’de ekonomik büyüme oranlarındaki düşme, sermayenin genişletilmiş yeniden üretimindeki sıkışmışlığının bir ifadesidir. Bu, kapitalizmin genel bir eğilimi olmakla birlikte, sermayeyi, emekçilere daha büyük bir baskı ile saldırmaya da zorlamaktadır. Örneğin 2008 Krizi, ücretsiz izinlerin, denkleştirme ve telafi uygulamalarının, dolayısıyla ücretsiz ‘fazla mesai’lerin giderek normal hale getirildiği bir süreç olmuştu. Büyümedeki yavaşlama ile vergi gelirlerinin düşmesi ve 2012 bütçe açığının hatırı sayılır boyutlara ulaşması, emekçilerin kazanılmış haklarının kısıtlanması ve dolaylı vergi yükünün arttırılmasıyla telafi edilmeye çalışıldı. Elektrik, doğalgaz ve tütünlü mamullere getirilen zamlar bu kapsamdaydı.
Hem uluslararası kapitalizm hem de Türkiye kapitalizmi açısından 2013 yılının 2012’den daha iyi bir yıl olmayacağı farklı görüşlerden iktisatçıların ortak fikri. Bu nedenle hükümetin, 2013 yılında da emekçilerin kazanılmış haklarını somut bir biçimde hedefe koyacağı, ‘taşeronlaştırma’, özel istihdam büroları, ‘kamu görevlileri’ düzenlemeleri vb. yasa tasarılarından anlaşılıyor. 2013 bütçesinde dolaylı vergilerin temel gelir kaynağı olarak görülerek arttırılması da, emekçilerin üzerindeki yükü daha da arttıracak. Bütün bu eğilimler bir yana, asgari ücrete yüzde 4 civarında yapılan zam, zorlaşan yaşam koşulları, emekçileri daha da kemer sıkmaya zorlayacak. Yine memurlara yapılan yüzde 4+4’lük zamlar, hükümetin yan kuruluşu gibi çalışan Memur-Sen’in bile tabanın zorlamasıyla hükümete öfke dolu eylemler yapması, önümüzdeki dönem açısından emekçilerin hükümet karşıtı eğilimlerinin güçleneceği yönünde önemli veriler sunmaktadır.
İşten atmalar, fabrikaların taşınması ile işsiz kalan emekçilerin tepkileri, sendikalaşma mücadeleleri, halen süren MESS grup toplu iş sözleşmesi başta olmak üzere toplu sözleşme süreci, grev hakkının kaldırılması yönündeki çabalar, her türlü hak arama eylemine hükümetin açıktan muhatap olup tavır alması emekçilerin de hükümet ve sermaye güçlerinden kopuşunu koşullamaktadır.
Dolayısıyla 2013 yılında hem ekonomideki eğilimler, hem de emekçilerin ağırlaşan yaşam koşulları hükümeti sıkıştıran önemli bir etkenlerden birisi olacaktır.

BAŞKANLIK SİSTEMİ, YENİ ANAYASA, KÜRT SORUNU
2013’e girerken AKP, önceki yıllarda, kendisinin geçmiş hükümetlerden ayrıldığı yönündeki propagandasına malzeme ettiği olanaklardan da giderek yoksun kalmıştır. Ergenekon ve Balyoz davası, sapla samanı karıştırarak, darbeci ve faşist güçlerle birlikte her türden AKP muhalifinin ‘cezalandırıldığı’ davalara dönüştürülmüştür. Bu nedenle, AKP’nin bir dönem ‘demokrasi kahramanı’ rolü, hem davaların sona gelmiş olması, hem de tartışmalı yönleri dolayısıyla inandırıcılığını kaybetmektedir.
‘Askeri vesayete’ karşı ‘sivilleşme’ kahramanlığı da sona gelmiştir. Evet, asker hükümete tabi kılınmıştır, ancak militarizm, eskisi gibi, militarizm olmaya devam etmektedir. Genelkurmay, AKP’nin Genelkurmayı olarak bölgede operasyon ve Başbakan’ın deyimiyle ‘bombalama’lara devam etmektedir. Hükümet, Uludere Katliamı’nın üstünü kapatmak için uğraşmakta, ama içinden de çıkamamaktadır. Son olarak ‘demokratikleşme süreci’nin temel dinamiklerinden birisi olarak ilan edilen Ergenekon, Balyoz ve casusluk davalarında gözaltına alınan askerlere Başbakan’ın sahip çıkması, gözaltı ve tutuklamaların ‘Terörle mücadeleyi zayıflatacağını’ söylemesi, hükümetin bu davalardan artık yelkenini dolduramaz hale geldiğini ve askerlerle ilişkilerini yenilemeye yönelmekle kalmadığı, ama bu yönde ciddi bir mesafe de aldığını göstermektedir. Artık Başbakan Erdoğan, kendi denetimindeki ordu ve kurumlarına yönelik her türlü ‘yargı’ müdahalesini ‘demokratikleşme’ değil hükümete yönelik bir saldırı olarak algılamaktadır. Dolayısıyla sivilleşme ‘hikaye’sinin demokratikleşme olmadığı fiili icraatla görülmüştür.
Tersine tekçi, muhalefete tahammül edemeyen Başbakan’ın tavrı hükümetin genel otoriter çizgisi olarak algılanmaktadır. Emekçilere, Kürtlere ve Alevilere, gençlere, HES karşıtlarına, giderek tüm işçi ve emekçilere yönelik polis şiddeti hızını alamamış, alelade bir Cumhuriyet Bayramı yürüyüşü olarak kabul edilebilecek bir etkinliğe saldırmaya kadar ilerlemiştir. Bu otoriter politika tarzı, Hükümeti önceki yıllarda desteklemiş önemli bir liberal aydın kesim ve geçici olarak AKP’den beklenti içine girmiş halk kesimlerinin AKP’den uzaklaşmasına neden olmaktadır/olacaktır.
AKP’nin hâlâ ‘demokrasi’ çabası içinde olduğunu propaganda edeceği argümanlar azalmış, ancak tükenmemiştir. Bunlardan birincisi, elbette Kürt sorununda içinde bulunduğumuz aşama ve Öcalan’la görüşme sürecidir. İkincisi de, yeni Anayasa tartışmalarıdır. Bu ikisi, birbiriyle yakın bir ilişki ve kesişen bir politika kümesi içindedir.
AKP’nin yeni Anayasa tartışmalarında, Anayasadaki Türk vurgusunu esneterek, ama diğer yandan da Başkanlık sistemini bütün olarak ya da kimi unsurlarını Anayasaya eklemek üzere, bir uzlaşma arayışı içinde olduğu ortadadır. İktidarın Anayasa Uzlaşma Komisyonu’nu Başkanlık Sistemi önerisi ile kilitlemesi bir yana, Başbakan Erdoğan ve parti içindeki ağırlığıyla, giderek Erdoğan’ın şahsında simgeleşen AKP Hükümeti, 2014’teki yerel seçimler ve yine aynı yıl yapılacak Cumhurbaşkanlığı seçimlerine giderken (2015’te de genel seçimler yapılacak) Anayasada değişiklik yapmak zorundadır.
İlk olarak; mevcut yüzde 10 barajı ve antidemokratik seçim sistemi içinde (oylarını da arttırarak) Meclis çoğunluğunu elde eden AKP’nin 2015 genel seçimlerinden tek başına iktidar olacak oyu alıp almayacağını şimdiden ifade etmek zor. Ancak, yukarıda ifade edilen ve AKP’yi sıkıştıran eğilimler göz önünde bulundurulduğunda, Hükümet’in de bunu çantada keklik görmediği anlaşılabilir. Ki, ekonomik ve siyasal dengelerin hızla değişebildiği ülkemiz koşullarında AKP’nin kendi açısından 2015’e dönük önlemler almak zorunda olduğu tartışılmazdır.
AKP’nin 2015 seçimlerinde tek başına iktidar olup olmayacağı bir yana, aktif siyasete devam etmek isteyen Erdoğan’ın, Başbakanlığı bırakacağını açıklaması nedeniyle, 2014 yılındaki seçimde Cumhurbaşkanlığına aday olması kaçınılmaz. Ancak, bugünkü haliyle Cumhurbaşkanlığı, Başbakanlığın yanında ikincil bir konumdur ve Erdoğan’ın bunu kabul etmesi beklenemez.
Dolayısıyla, hem AKP’nin sembolik ismi Başbakan Erdoğan’ın aktif siyasete devam edebilmesi, hem de AKP’nin mevcut seçim sistemiyle tek başına iktidar olma olanaklarının azalması açısından Anayasa değişikliği ile Başkanlık (ya da yarı başkanlık) sisteminin yaşama geçirilmesi AKP açısından oldukça önemli ve stratejiktir. Ayrıca sermayenin, yürütme gücünü koalisyonlara bağlı kalmadan, siyasi partiler arasındaki ‘kısır’ çekişmelere yer vermeksizin elinde toplamak, olası siyasi krizleri engellemek ve gerçek muhalefetin siyaset zeminini daraltmak istemesi de başkanlık sistemi açısından önemli bir güncellik sağlamaktadır.
Bütün bu nedenlerle 2014 seçimlerine kadar AKP’nin Anayasa’da başkanlık sistemi doğrultusunda dayatmalarını sürdüreceği, bu çerçevede, ‘seçmenleri’ dışındaki kesimlerden oy almak üzere yeni taktikleri devreye sokacağı öngörülebilir.
Bunlardan ilki, yukarıda ifade edildiği gibi, Öcalan’la görüşme sürecidir. Yukarıda ifade edilen etkenlerle hükümet görüşmelere başlamıştır. Elbette, hükümet, görüşmelere başladı diye, -ve üstelik görüşmeler sürecinden başka her şeye benzeyen bir dayatma ve “çözüm”den başka her şeye benzeyen bir çözümcülükle- kimi liberal çevre ve ‘iyimserlerin’ ifade ettiği gibi, ‘barış’ ve ‘eşit haklar’ kendi kendine gelmeyecektir. Sorun, hâlâ bir mücadele konusudur ve eşit hakların kazanılması, ancak ve ancak şimdiye kadar olduğu gibi demokrasi mücadelesinin yükseltilmesiyle olanaklıdır. Hükümetin esas hedefi, açıktan ifade ettikleri gibi, silah bıraktırmaktan ibarettir. Görüşmeler, basına yansıdığı kadarıyla silah bıraktırmak için, ‘sınır dışına çıkarmaya’ odaklanmıştır. Hükümetin soruna ‘eşit haklar’ ve Kürt sorununun çözümü çerçevesinden değil, esas olarak ‘silah bıraktırma’ yönünde baktığı, ‘terör sorunu’nu çözmüş bir hükümet olmanın avantajlarını kullanmak istediği açıktır. Bu nedenle, bir yandan ‘terör sorunu’nu çözmek üzere en geri Türk yığınlarının bazen sesli bazen ‘sessiz’ onayını almayı, ‘Kürt sorunu’nu silah bıraktırmaya odaklı olsa da ‘çözmek’ üzere ise, Kürt halkı içinde giderek kaybettiği etki ve prestijini yeniden kazanmayı istemektedir. Ancak böyle bir politikayla Kürt sorununun eşit haklar temelinde gerçek bir çözümü mümkün olmadığı da ortadadır.
İkincisi; Anayasada, Türk vurgusu yerine vatandaşlık tanımının getirilmesidir. Üstüne Avrupa Birliği Yerel Özerklik Şartına yönelik çekincelerin kaldırılması eklenebilir. Uygulamada ise, köy, mezra ve bazı yerleşim yerlerine Kürtçe isimlerinin verilmesi gibi bir takım simgesel adımlar da gündeme gelebilir. Elbette, AKP, bunları da, ‘demokratlığından’ değil, yukarıda ifade ettiğimiz sıkışmışlıktan bir çıkış yolu olarak gündeme getirecektir, getirmektedir. Bu nedenle kısa vadede bile karşılıksız değildir. Bu sefer, Başkanlık sistemi yönünde adımlar atılması için daha ciddi bir ‘pazarlık’ gündeme gelebilir: Emekçi ve Kürt halk kitlelerine Anayasada bazı ‘taleplerin’ karşılanması karşılığında tıpkı Amerikan ‘demokrasi’sinde olduğu gibi başkanlık sistemine dair bazı adımların atılması.. Erdoğan’ın başkan olmasını sağlayacak bir düzenlemenin yaşama geçirilmesi. Yetkilerin, bir ölçüde Meclisten alınarak, ‘bürokratik’ mekanizmalar ortadan kaldırılarak, tek elde, yürütme gücünde, yani başkanda toplanması… AKP Hükümeti’nin olası bir oy kaybıyla karşı karşıya kalabileceği ve bugün açısından tahammül edilemez görülen koalisyon ihtimalinin böylece ortadan kaldırılması…
Elbette bütün bunlar AKP açısından olası öngörülerdir. Ancak siyasi tablo süreç içerisinde birçok farklı olanak ve olasılıklara gebedir. AKP’nin planlarının, halkın mücadelesi ve deneyimleri ile boşa çıkartılması noktasında ise epeyce birikim mevcuttur.
Öncelikle, Kürt halkı açısından, AKP, ‘Kürt açılımı’nın yapıldığı dönemdeki AKP değil. Açılımın, Kürt sorununun eşit haklar temelinde çözümü için değil, bir yandan halkın mücadelesinin baskısı, bir yandan bölgeye yönelik hesaplarıyla Amerikan dayatmalarının ürünü olduğu ve diğer yandan da sorunu çözmeden, ama PKK’yi etkisizleştirerek yedekleme yönünde bir manevra olduğu anlaşılmıştır. Açılımın pragmatik bir manevra olduğu ve AKP’nin dönem dönem bu tip politik çıkışlar yaptığı anlaşılmış, Kürtlerin AKP’ye güveni büyük ölçüde sarsılmıştır. Yani, BDP’ye oy verirken, “AKP de diğerlerinden farklı” diyen önemli bir Kürt kitlesinin AKP’ye karşı ‘dengeli’ yaklaşımı şiddetli muhalefete dönüşmüştür. Yine de “göl” maya tutarsa, Kürt sorunu ya da doğrusu “terör sorunu” “çözülecektir”!
Liberaller ve AKP’den demokrasi ve insan hakları konusunda bir takım ilerlemeler bekleyen emekçi kitleler açısından da benzer bir durum söz konusudur. Ergenekon, Balyoz, işkenceye “sıfır tolerans”, Alevi, Kürt, Roman açılımları vb. politik dava ve gündemlerin hiçbirisi iddia edilen sonuçlara varmamış, tersine demokrasi tablosu daha geri bir noktaya “ilerlemiş”tir. Cezaevinde sayıları giderek artan gazeteciler, 10 bine yakın tutuklu Kürt siyasetçi, bütün laflara rağmen faili meçhul cinayetlerin aydınlatılmasında doğru düzgün tek bir adım atılmamış olması, her türlü davadaki (Ergenekon, Balyoz, faili meçhuller, Zirve Yayınevi Katliamı vb.) gerçek bir demokratikleşme olanağının Hükümet tarafından özel olarak ortadan kaldırılarak, davaların muhaliflerin tasfiyesine indirgenmesi, alanlara çıkan kadınlara saldırılar, taciz ve tecavüzlerin sıradanlaşması, az da olsa muhalefet ettiği için azarlanan köşe yazarları, her türlü muhalefete tahammülsüzlük artık aşikardır. Bu çevreler için bir dönem umut olmuş AB projesi de şimdilik rafa kaldırılmıştır. Başbakan Erdoğan’ın her tavrı, her açıklama ve konuşması kin ve nefret dolu, tekçi, antidemokratik ve düşmancadır… Dolayısıyla bu kesimler açısından da AKP’den bir demokrasi ümidi kalmamaktadır.
Başkanlık sistemine karşılık Anayasada yerel özerklik vurgusu yapılması gibi pazarlıklar da AKP’nin gücünü arttırma olanağını ortadan kaldırmamakla birlikte, epeyce azaltmaktadır. Çünkü AKP Kürt halkının güvenini büyük ölçüde kaybetmiştir. Başkanlık sistemi karşısında pazarlık için kullanacağı kimi ‘maddeler’, AKP’nin demokratlığının göstergesi değil, demokrasi güçlerinin kazanımları olarak değerlendirilecektir.
Öcalan’la görüşme, barış ve Anayasa süreci yeniden bu kesimlerde belli ölçüler de ‘umut’ yaratmış olsa da, bu, AKP’ye dair bir umut değil, sorunların çözümüne dair, yani halkın mücadele ile kazanmasına dair bir umuttur. Çünkü defalarca AKP tarafından burnu sürtülen bu kesimlerin, yeniden sanki 10 yıllık iktidarı söz konusu değilmiş gibi, AKP’nin yanında saf tutması zordur. AKP artık devletin her alanında egemen konumdadır, ‘mağdur’ ve ‘muhalif’ rolünün ne temeli ne de inandırıcılığı kalmıştır. Ayrıca AKP bu kesimleri kaybetmiştir ve tekrardan kazanması kolay kolay mümkün olmayacaktır.
2001 Krizi sonrasında çöken ekonominin ‘toparlanması’ üzerine oturan, kapitalist rasyonalizasyon ve yönetim açısından ‘başarılı’ sayılabilecek AKP Hükümeti, diğer yandan emekçi yığınların giderek biriken ve eşik noktasına yaklaşan sorunları ile de karşı karşıyadır. 2013 ve 2014 için ‘temkinli’ tahmin ve durgunluk öngörüleri, emekçiler açısından ‘eşik’e daha da yaklaşılacağının başka bir biçimde ifadeleridir. Zamlar, ağırlaşan yaşam koşulları, kapanan/taşınan fabrikalar, taşeronlaştırmanın yaygınlaştırılmasından diğer hak gasplarına dair planlar bugünün ve 2013’ün yakın uygulama ve hedefleridir.
Dolayısıyla önümüzdeki dönemde AKP’nin işi hiç kolay değildir. Süreç ve sorunlar Hükümet’i giderek sıkıştırmakta, Hükümet de, hatta CHP de bir biçimde buna uygun konumlanmaya çalışmaktadır. Ancak, artık AKP nasıl konumlanırsa konumlansın, geniş toplum kesimleri açısından, belki bir dönem bir biçimde sindirilebilecek olan ‘Başkanlık sistemi gelsin, zaten demokratik bir iktidar var, demokratik işleyiş hızlanır’ iddiasının kabul edilebilir yanı kalmamıştır. Hükümetin, her meselede yeniden ve yeniden açığa çıkan antidemokratik, emekçi ve halk düşmanı yaklaşımları, Başbakan Erdoğan’ın tekçi ve otoriter üslubu, Başkanlık sistemi için yeterli doneler sunmaktadır. Başkanlık sisteminin daha gerici ve baskıcı bir düzene yol açacağı giderek daha fazla bilince çıkmaktadır. Diğer yandan AKP Hükümeti Ortadoğu’daki gelişmeler, Irak ve Suriye’deki iç çatışmalar, İran’la artan düşmanlık ile savaş bataklığına doludizgin gitmektedir.
Dolayısıyla 2013 ve 2014’e giderken, çeşitli tavizlere ve manevralara rağmen, hem otoriter tavrı ve gerici siyasal düzeniyle, hem de politikalarını deneyimleyerek AKP’ye sırt çevirmiş Alevilerin ve Kürt halkının muhalefetiyle, gün be gün AKP’nin zamları, sendika ve emek düşmanlığıyla kapitalizmi, sermaye sömürüsünü ve onun hükümetini iliklerine kadar hisseden ve giderek biriktiren emekçilerin muhalefetiyle AKP’nin işi oldukça zordur. Ancak bu otomatik olarak AKP’nin ve gerici sermaye güçlerinin başarısızlığı anlamına gelmez. Güçlü bir demokratik ve antiemperyalist muhalefet ortaya çıkmaz, halk güçleri kendi talep ve çıkarları etrafında birleştirilemezse, AKP’yi sıkıştıran bütün bu etkenler, bir biçimde AKP’nin halkı umut ya da umutsuzlukla yeniden yedeklediği bir zemine dönüşebilir. Bu nedenle işçi sınıfının devrimci partisinin görevleri, hem işçi sınıfının kendisi için sınıf olarak örgütlenmesi, hem de demokrasi güçlerinin birleştirilmesi açısından tarihsel önemdedir. Süreç yeni krizlere gebedir, bunu değerlendirecek ve devrime götürecek olan da bu görevlerdeki başarıdır.

Barış, eşitlik ve demokrasi mücadelesiyle 8 Mart’a

Dünyanın yeniden ve yeniden paylaşılması kapitalist sistemin bilinen bir gelişim ve varlık koşuluysa, bu paylaşımda savaşların ve çatışmalı süreçlerin eksik olmaması da öyle bilinen bir olgudur. Enerji, hammadde, yeni pazar ve yatırım alanlarıyla ucuz emek gücü ihtiyacı, emperyalist güçler arasındaki rekabet ve mücadelenin perde arkasını oluşturur.
Almanya eski Genelkurmay Başkanı ve NATO eski Askeri Komite Başkanı Klaus Naumann, Yugoslavya savaşlarla parçalandığı sırada aktif görevdeyken verdiği bir röportajda, “Dünyada artık yalnızca iki geçer akçe var: Ekonomik güç ve onu kabul ettirmek üzere askeri araçlar”  diyerek, bu gerçeği kuru bir nesnellikle ifade etmekten çekinmedi.
Bugün büyük Avrupa devletleri, ABD, Çin, Rusya, Japonya gibi başlıca emperyalist güçlerin aşırı kârlarını güvence altına almak, etki ve nüfuz alanlarını genişletmek, rakiplerini zayıflatmak hesaplarıyla gözünü diktiği coğrafyalara baktığımızda, dünyada süren savaşların ve silahlı çatışmaların oluşturduğu kuşakla örtüştüğünü görürüz. Aşağıdaki, AKUF’un  yayınladığı 2012 raporunda yer alan grafik bunu çarpıcı bir şekilde ortaya koyuyor.

(Grafik:  2012’de süren belli başlı savaşlar ve silahlı çatışmalar)

˜ savaşlar   
™ silahlı çatışmalar

Bugün “huzur”, “barış”, “özgürlük”, “demokrasi” getirmek kisvesi altında yürütülen emperyalist askeri müdahaleler kadar, dünya genelinde silahlanmada kaydedilen devasa artış da bu tabloya denk düşüyor.
Stockholm Barış Araştırmaları Enstitüsü’nün rakamlarına göre, dünya çapında silah satışları, 2007-2011 yılları arasında, beş yıl öncesine oranla yüzde 25 arttı. Dünya silah pazarının yüzde 30’unu ABD, yüzde 24’ünü Rusya, yüzde 9’unu Almanya elinde tutuyor. Ortadoğu, Afrika ve Uzakdoğu ülkeleri birer “silah deposuna”, “barut fıçısına” dönmüş durumda. ABD’nin silah satışları, 2011 yılında, bir önceki yıla göre üç misli arttı. Türkiye ise, yaklaşık 17 milyar dolar ile dünyada silaha en çok yatırım yapan 24’üncü ülke.

BARBARLIK…
Süren ve sürdürülen savaşlar, silahlı çatışmalar her yıl on binlerce insanın ölümüne, birkaç katının yaralanmasına yol açarken, çok daha fazlasının yaşamını ve yaşam alanlarını tarumar ediyor. Sonuç; temel insan haklarından yoksunluk, mültecilik, göç, sefalet, doğada yıkım… Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği Bürosu’nun son verilerine göre, dünyada yaşam alanlarından koparılmış çoğu kadın ve çocuk 42,5 milyon insan mülteci olarak hayata tutunmaya çalışıyor.
Gelişmiş kapitalist devletlerin kanlı pençelerini geçirdiği dünyaya dayattığı neo-liberal politikaların bilânçosuysa savaşlardan da ağır. Hitler faşizminin altı yılda yarattığı insan kıyımını, neo-liberalizm tek bir yılda gerçekleştiriyor. ECOSOC (BM Ekonomik ve Sosyal Konseyi) istatistiklerine göre, 2011’de, 52 milyon insan açlık ve yoksunluğun yol açtığı hastalıklar sebebiyle öldü. 12 milyar insanı besleme kapasitesine sahip bir gezegende yürütülen barbar politikalar sonucu, her 5 saniyede bir 10 yaş altı çocuk, her gün 57 bin insan açlıktan ölüyor.
Eğitime, sağlığa, çalışma yaşamına, emeklilik düzenlemelerine peş peşe gelen saldırı paketleri, halka dayatılan vergi yükleri, hak gaspları ve kısıntılar aracılığıyla krizlerini atlatan kapitalist sistemin gözettiği tek şey aşırı kârları güvence altına almak, para babalarının kasalarını ağzına kadar doldurmak. Birçok ülkede olduğu gibi, açlık ve yoksulluk sınırında yaşayan çoğunluğun sayısı ülkemizde de büyüdü.

… VE TÜRKİYE’DEKİ YÜZÜ
Kâr, çıkar ve nüfuz hırsını kanla ve halkların iliğiyle besleyen emperyalist güçlerin, kapitalist sistemin barbarlığını nasıl şiddetlendirdiğini anlamak için uzun boylu verilere, raporlara da ihtiyaç yok aslında; zira etkilerini her gün görüyor, hissediyor, yaşıyoruz.
Bu barbarlığın Türkiye’deki uygulayıcısı AKP’nin hükümranlık halini alan on yıllık iktidarı altında hazırlanan 2013 bütçesi de, tam bir savaş ve yoksulluk bütçesi olarak çıktı. Bütçede büyük oranda işçi ve emekçilerden alınacak vergilerde ciddi bir artış söz konusuyken, sağlığa ayrılan payın iki katı savaş kurumlarına ayrılmış durumda.
Başbakan Erdoğan’ın sık sık dillendirdiği “savaşa hazırız” mesajları eşliğinde Malatya Kürecik’e NATO Radar üssü kuruldu. Geçtiğimiz günlerde de, NATO’nun Patriot füzeleri halkın tüm tepkisine ve itirazına rağmen, üç ilimize konuşlandırılmak üzere, ülkemize getirildi. Propagandaya inanılacak olursa “savunma” amaçlı! Oysa, İran ve Rusya’nın Kürecik “füze kalkanı”yla ilgili açıkladıkları “öncelikli hedef” içerikli tutumlara bakılırsa, Antep, Adana ve Maraş’a “kalkan” ve Patriotların yerleştirilmesi, olası bir bölgesel savaşta coğrafyamızın savaşın ön cephesi haline gelmesi demek.
En son, ABD ve Batı emperyalizminin Türkiye’ye biçtiği “ileri karakol” rolünden görev çıkaran Başbakan, “binlerce on binlerce kilometre öteden gelip Irak’a girenler bu dünyada haklı oluyorsa, biz 910 kilometrelik sınırımız olan ülkeyle eli bağlı tribünde seyirci olamayız. Gereği neyse bunu yapmamız lazım ve yaparız” dedi. Böylece, Başbakan, Hükümetinin savaş politikasındaki ısrarını bir kez daha ilan etmiş oldu.
Patriotların yerleştirileceği illerden biri olan Antep’te yaptığı bu konuşmanın girizgâhında Hükümetin tüm çabası ve uğraşının “bu coğrafyanın tam anlamıyla bir barış coğrafyası, huzur deryasına dönüşmesi” amacı taşıdığına dair sözlerinin ikiyüzlülüğünü görmek için, ülke içine bakmak yeter: 30 yıldır bu topraklarda süren savaşın korkunç sonuçlarını yaşadık. On binlerce insan hayatını kaybetti. Binlerce yerleşim yeri yakılarak, yıkılarak boşaltıldı. 4–4,5 milyon Kürt vatandaşı, güvenlik güçlerinin baskısı, OHAL uygulamaları, koruculuk baskısı ve dayatmaları, can güvenliği, köy boşaltmaları, yayla yasakları ve gıda ambargoları nedeniyle yaşam alanlarını terk etmek zorunda bırakıldı. Zorunlu göçle aileler parçalandı, Kürtlerin kimlikleri aşağılandı, dilleri hükümsüzleştirildi, ekonomik ve politik baskılar hız kesmedi.
Göç Platformu’nun yoğun göç alan 9 ilde yaptığı bir araştırmaya dayanan “Zorla Yerinden Edilenler İçin Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Araştırma Raporu”  (2011), zorunlu göç mağdurlarının yüzde 31’inin göç sürecinde işkence yaşadığını ya da tanık olduğunu ortaya koyuyor. Yüzde sekizi, taciz ve tecavüz sonrası travma yaşıyor. Zorla yerinden edilenler barınma, beslenme, eğitim, sağlık, çalışma haklarına ulaşmakta büyük sıkıntılar yaşıyor. Özellikle kadın ve çocuklar mağdurun mağduru durumda. Rapor, her birinin altında Türkiye Cumhuriyeti imzası bulunan BM “Kadına Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi”nin, “Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Sözleşmesi” ile “Çocuk Hakları Sözleşmesi”nin ciddi bir biçimde ihlal edildiğini, önemli hak kayıpları yaşandığını gösteriyor.
Zorunlu göç mağdurlarının yüzde 68’i yeterli alt yapıya sahip konutlarda yaşamıyor, yüzde 50’si düzenli öğün yiyemiyor, çocukların yüzde 84’ü yetersiz besleniyor. Yüzde 52’si anadilinden dolayı okulda başarısız, yüzde 59,6 dil bilmemekten sağlık hakkına ulaşmakta sorun yaşıyor, yüzde 25’i tedavi sürecinde bedelleri ödeyemiyor.
Zorla göç ettirilenlerin yüzde 45’i işsiz, yüzde 80’inin düzenli işi, yüzde 23’ünün sosyal güvencesi yok. İlköğretim çağında olup çalışan çocukların yüzde 94’ü, 8–12 saat arası ve güvencesiz kayıt dışı işlerde çalışıyor.
Rapor, kadınların % 33.52’sinin göç sonrası (% 28,6’sının düşük-erken doğum nedeniyle) çocuklarının öldüğünü, hamilelik döneminde kurumsal destek almadıklarını, doğumlarının genellikle sağlıklı olmayan ortamlarda gerçekleştirdiklerini ve önemli oranda (% 87) üretim sürecinin dışında kaldıklarını ortaya koyuyor.
Kadınların yüzde % 44,52’si, zorunlu göç sürecinde kadın kimliğine yönelik fiziki-psikolojik saldırı ya da baskı yaşadı. Kadının aile, akraba ve sosyal çevre ilişkileri bu süreçte olumsuz etkilendi. Zorunlu göç yaşayan kadınların ruh halinde, bir yere ait olmama, geleceğe güvensizlik önemli bir yer tutuyor.
Baskı ve yok sayma politikalarının mirasçısı AKP iktidarında da, Kürt sorununu barışçıl, demokratik yoldan çözmek yerine sürdürülen nefret, korku ve düşmanlık ortamı, şiddeti normalleştirerek, gündelik yaşamda en ağır şekilde karşımıza çıkardı. Çatışmalı ortam demokratik hak ve özgürlüklerin gaspına, bütün ülkede anti-demokratik uygulamaların meşrulaştırılmasına bahane edildi. Kürt, Alevi, işçi, kamu emekçisi, çevreci, köylü, öğrenci, kadın, aydın ya da sanatçı –toplumun herhangi bir kesiminden yükseltilen her türlü hak talebi, tahammülsüz, saldırgan, ayrımcı, hak ve adalet tanımaz militarist bir tutumla karşılaştı.
Bir yandan da, tüm toplum kesimlerinin görüşlerinin dikkate alındığı iddiasıyla Anayasa hazırlıkları yürütülüyor. AKP iktidarı altındaki bu baskıcı, saldırgan siyasi ve toplumsal atmosferde hazırlıkları sürdürülen anayasa, kimin anayasası olabilir? Tüm farklı seslerin kısıldığı, demokratik siyaset kanallarının tıkandığı tehdit ve savaş ortamında halktan yana demokratik bir anayasa yapmanın koşullarının oluşamayacağı aşikâr.

8 MART’TA BARIŞ SESİ YÜKSELMELİ
Silahların konuştuğu yerde ne barış, ne demokrasi, ne eşitlik, ne de özgürlükten söz edilebilir. Dini dogmaların siyaset malzemesi yapıldığı, muhafazakâr söylemlerle yükseltilen erkek egemen toplumsal zihniyetin kadını aile içine hapsettiği, en az üç çocuk fetvalarının verildiği, kadınların çalışmasının öldürülmelerine sebep gösterildiği, kadına yönelik şiddetin hız kesmeyip alınan önlemlerin kâğıt üzerinde kaldığı Türkiye’de, kadınların barış, eşitlik ve demokrasi mücadelesi, olası bir savaş karşısında daha da elzem hale geliyor.
Çünkü savaş denilen heyula, arkasında yalnızca ölüm, yıkıma uğratılmış bir doğa, nefrete boğulmuş insanlar bırakıyor ve yarattığı yıkımla birlikte barınma, beslenme, sağlık, eğitim gibi en temel insan haklarından yoksunluk, sefalet getiriyor.
Çünkü savaş, kadınlar için, yaşam alanlarından koparılmak, göçe zorlanmak, yoksulluğa, işsizliğe ya da en kötü, en güvencesiz işlere mahkûm edilmek, hayatın iyice kıyısına itilmek, fuhuşa zorlanmak demek.
Çünkü savaş, daha hoyrat ve acımasız olmaya çağırılan, askerileştirilen erkeklerin kadınlara yönelik şiddetinin artması, tecavüz, kaçırılma ve daha çok kadın intiharı anlamına geliyor. Savaşın yol açtığı nefret ve düşmanlık dili, gazete, televizyon  haberlerinden televizyon dizilerine kadar yaygınlaşarak, erkek egemenliğini güçlendiriyor.
İçeride ve dışarıda savaş iklimine ancak güçlü bir barış, demokrasi ve eşitlik mücadelesi son verebilir. Kürt sorununun eşit haklar temelinde çözüme kavuşması, inançların özgürce yaşanabilmesi, emekçilerin hak arayışlarının önündeki tüm engellerin kaldırılması buna bağlıdır. Barışın kazanılması, ulusal, sınıfsal, cinsel sömürüye ve ayrımcılığa son veren, gerçek eşitliğin sağlandığı, insan haklarını güvence altına alan bir anayasaya sahip tam bağımsız demokratik bir ülkeye bir adım daha yaklaşmak anlamına gelecek.
Kadınların eşitlik, demokrasi ve özgürlük taleplerini en yüksek sesle haykırdığı 8 Mart’a yaklaşıyoruz. Bu yıl da, barışın, eşit hakların, halkların kardeşliğinin ve sosyalizmin sarsılmaz savunucusu Clara Zetkin’in 1910’daki çağrısına dünya kadınları uyacak ve 8 Mart’ta meydanlar, sokaklar, mahalleler kadınların en yakıcı talepleriyle dolacak.
Bu topraklarda, bu yıl, hiç kuşku yok ki, kadınların en yüksek sesle dillendirdiği talep barış olacak. Kadınlar içeride ve dışarıda savaşa “dur” diyecek, eşitlik ve demokrasi isteyecek, halkların kardeşliğini haykıracak.
Başta cinsel, ulusal, sınıfsal sömürüye son verilmesi olmak üzere, barış koşullarının hemen oluşturulması, silahların hemen susması ve operasyonların durdurulması, barış görüşmeleri için derhal adım atılması;
Komşu devletlere hiçbir müdahalede bulunulmaması, bölge halklarının kendi kaderlerini tayin hakkına saygı gösterilmesi; hiçbir ülkenin bağımsızlığına ve bütünlüğüne yönelik tacizlerde bulunulmaması, tüm yabancı üs ve tesisler kapatılması, tüm füzelerin ve rampalarının sökülmesi;
Savaşta hakikatleri araştırma komisyonunun yanı sıra kadın hakikatleri komisyonu oluşturulması, kadınlara karşı işlenen suçların açığa çıkarılması ve yargılanması, koruculuğun kaldırılması;
Yaklaşık iki yüz bin kişinin yargılandığı, demokratik itirazı imkânsız hale getiren  terörle mücadele yasasının derhal kaldırılması, her türlü hukuk kuralının ihlal edildiği gözaltı furyalarına son verilmesi;
Medya ve eğitim kurumlarının cinsiyetçilikten arındırılması, militarist ve cinsiyetçi sembol ve sözcüklerin kamusal alandan kaldırılması; eğitimde ve kamusal alanda anadil hakkının önündeki tüm engellerin kaldırılması; kadınların Meclis’e girmelerine engel olan seçim barajının kaldırılması gibi temel talepler etrafında birleşen bir çalışmanın barış ve demokrasi umuduna güç kazandıracaktır.
8 Mart’ta kadınların barış, eşitlik ve demokrasi taleplerinin her yerden en güçlü bir şekilde yükselmesi için, bu ülkenin, bu coğrafyanın kadınları tüm güçlerini birleştirmeli ve bu mücadeleyi en geniş kesimleri yanlarına katarak canla başla sahiplenmeli.
Barıştan, demokrasiden, toplumsal cinsiyet eşitliğinden yana tüm parti ve kurumları, sendikaları, dernekleri, platformları, çevre, sanat ve meslek örgütlerini, aydın ve sanatçıları, bölge ülkelerinden savaş karşıtı dost çevreleri ve kadın örgütlerini de içine alan geniş bir barış cephesinin örülmesi ufkuyla buluşan bir 8 Mart çalışmasının, ülkemiz kadın hareketine güç ve dinamizm kazandıracağından kuşku yoktur.

Üniversite mücadelesinde daha da ileri, ama nasıl?

Ülkemizde, üniversite gençliği üzerinde polis baskısı hiç eksik olmadı. Bu kötü gelenek, 10. yılını geride bırakan AKP döneminde de devam ediyor. Devletin baskıları ve moda tabirle “orantısız güç kullanmak” biçimindeki polis saldırıları öyle bir noktaya vardırıldı ki, bu durum, bu kez üniversiteler ve akademi çevrelerinde zaten daha önceden biriken tepkilerin açığa çıkmasına da neden oldu. Buna, çeşitli toplumsal kesimler içinde ve medyanın bir bölümünde oluşan rahatsızlığı da eklemek gerekir.
Bu rahatsızlığı ifade eden son yıllardaki en önemli tepki, polisin Dolmabahçe saldırısı sonrasında oluşmuştu. Rektörlerin Dolmabahçe Zirvesi’ni protesto eden öğrencilere polis acımasızca saldırmış, ekrana yansıyan görüntüler toplumsal tepkilere neden olmuştu. Üstelik bir kadın öğrenci polis tekmelerine maruz kalarak bebeğini düşürmüştü. Ardı sıra gelişen protesto hareketleri (kitlesel bir özellik kazanamasa da), büyük kent merkezleri ile birlikte diğer birçok kent ve üniversiteyi de içine almıştı. Üniversitelerde sömestr tatilinin araya girmesiyle bu protesto hareketi dinmiş, ikinci yarıyılda ise üniversitelerde neredeyse “yaprak bile kıpırdamamıştı”. Üniversiteler sessizliğe bürünürken, bu kez “ÖSS sınavında yaşanan yolsuzluklara karşı” liseli gençlik ayağa kalkmıştı. Liselerde son 30 yılın en kitlesel eylemleri yaşanırken;  yükseköğrenim gençlik mücadelesinin bünyesel kimi zaafları nedeniyle, ortaya birleşik ve yığınsal bir gençlik hareketi çıkamamıştı.
Bugün, yani 2012- 2013 öğretim yılında üniversiteler yine bir ara tatil dönemine girmiş bulunuyor. Hemen öncesindeyse, yani 2012’nin Aralık ayında, üniversiteler akademisyenler ve öğrencilerin katıldığı son yılların en kitlesel eylemlerine sahne oldu. Eylemlerin merkezinde ise ODTÜ vardı.
Başbakan Erdoğan’ın, Göktürk- 2 uydusunun fırlatılması nedeniyle ODTÜ’ye gelmesi doğal olarak bir protesto ile karşılaşacaktı. Fakat Başbakan, yanına bir polis ordusu alarak, adeta “işgalci” bir edayla ODTÜ’ye girmeye çalışınca olanlar oldu!
Saatlerce süren saldırılar öğrencilerin direnciyle karşılaştı. Yüzlerce öğrenci ağaçlık alanda kıstırılarak tek tek dayaktan geçirildi. Akademisyenler bu duruma seyirci kalmadılar ve öğrencilere sahip çıkarak eylemi bir üst aşamaya çıkardılar. Zaten ODTÜ’de, akademi dünyası üzerindeki iktidar baskısı da belirli bir öfkenin mayalanmasını sağlamıştı. Öğrencilere yapılan saldırı bardağı taşıran son damla gibiydi. Artık hareket; iş bırakmalar, boykotlar ve gösterilerle ODTÜ’nün ayağa kalkacağı bir sürece evrilecekti. Şüphe yok ki, bu harcın karılmasında Başbakan’ın da büyük katkısı oldu. Çünkü gözü karartarak ve pusulayı şaşırarak, protestocu öğrencilerle birlikte bütün bir ODTÜ’yü bizzat kendisi hedefe koydu. Tabii ki bu ‘hata’nın faturası da aynı ölçüde ağır oldu. Ülkenin birçok üniversitesi artık “ODTÜ, ODTÜ” sloganlarıyla yürüyordu. Üstelik ülkenin dört bir ucuna yayılmaya başlayan bu eylemler sadece bir öğrenci eylemi olmaktan çıkmış; öğrencisi, akademisyeni ve kimi yerde çalışanların da katılımıyla, tüm üniversite bileşenlerinin içinde yer almaya başladığı bir harekete dönüşmüştü.
Hareketin merkezi durumundaki ODTÜ’de son derece öğretici deneyler birbirini takip ediyordu. ODTÜ’deki polis saldırısının ve Başbakan’ın açıklamalarının ardından yüzlerce öğrenciyle birlikte öğretim üyeleri ve asistanlar bir araya gelerek bir amfi toplantısı düzenlediler. Bu toplantıya ÖED başkanı ve rektör de katıldı. Gece saat ikiye kadar süren toplantıda bir günlük iş bırakma ve boykot kararı alındı. Alınan karar başarıyla hayata geçirildi. Boykota, hazırlık sınıflarında yüzde 100, diğer fakültelerde ise yüzde 80 oranında katılım oldu. Böylece hareket bir üst aşamaya çıkmayı başardı.
ODTÜ eylemleri, güçlenerek hükümet baskısına karşı direnirken, diğer üniversiteler de ODTÜ’yü desteklediler. Ortaya çıkan tablodan ürken ve bu durumu üniversiteleri bölmek için bir vesile olarak kullanmak isteyen Hükümet düğmeye bastı. Peş peşe çeşitli üniversite rektörlerinden ODTÜ’yü kınama açıklamaları gelmeye başladı. ODTÜ’lüler bu kez farklı bir tepki gösterdiler. Yalakalığı yererek; “ODTÜ ayakta” eylemini gerçekleştirdiler. Binlerce genç ve akademisyen, tarihi ODTÜ stadına yürüyerek, son yıllarda görülmemiş bir kitleselliği yakalamayı da başarmış oldu.
Aynı günlerde, üniversitelerde, ODTÜ’yü kınayan rektörlere karşı akademisyenler deklarasyonlar yayınlamaya başladı. Kimi üniversitelerde ise ODTÜ’yü kınayan rektörler eylemlerle baskı altına alındı. ODTÜ ile dayanışma biçiminde ortaya çıkan eylemlerden en dikkat çekenleri ise Galatasaray Üniversitesi (GSÜ) ile Mimar Sinan Üniversiteleri (MSÜ) oldu. GSÜ öğrencileri ve akademisyenler, ODTÜ’yü kınayan rektörlerinin adeta burnundan getirdiler ve onu özür dilemeye mecbur ettiler. Eğitim-Sen üyesi olan MSÜ rektörü de benzer bir tepki alarak, geri adım attı. Tabii ki en çok akıllarda kalan, GSÜ rektörünün öğrenciler tarafından kuşatma altına alınması oldu.
Başbakan’ın çıkarması nasıl ki ODTÜ’de bardağı taşıran son damla olduysa, ODTÜ üzerinde kurulan baskı da İstanbul üniversitelerinde benzer bir etki yarattı. Çünkü iş buraya gelene kadar İstanbul’da zaten ciddi bir mayalanma vardı. Polis baskısı ve tutuklama dalgası üniversitelerde özgürlük arayışını güçlendirirken, YÖK yasa tasarısına karşı gelişen tepkiler de, bir dönemdir özelikle asistanları ve akademisyenleri harekete geçirmeye başlamıştı.
İTÜ’lü asistanların tasfiyesi ile gündeme gelen mücadele yeni deneylerin ve derslerin ortaya çıkmasını sağladı. Üzerine ölü toprağı serpilmiş üniversitelerde mücadele bayrağını bu kez onlar ellerine alıyorlardı. Üniversiteyi terk etmeme eylemleri, üniversite forumları, direniş çadırları ve iş bırakmalar derken, asistanlar, artık üniversitenin diğer bileşenlerini harekete geçmeye zorluyordu. Bu zemine dayanarak, İstanbul Beyazıt Meydan’ında yapılan 25 Aralık eylemi, birleşik mücadele açısından, son yıllarda atılmış en önemli adımlardan biriydi. Her ne kadar öğrenci katılımı zayıf olsa da, üniversite bileşenlerin ortak bir çıkış yapması bakımından bu eylem önemliydi.
ODTÜ ile başlayan eylem dalgası ülkenin birçok üniversitesinden destek gördü. Bunlar içinde Tunceli Üniversitesi belki çok küçük bir ayrıntı olarak görülebilir. Fakat eylem ateşinin son noktaya kadar yandığı bir küçük üniversite olarak dikkat çekmeyi başardı. Dersim Üniversitesi mücadelenin ilk yarı finalini sınav boykotuyla gerçekleştirdi. Ve nihayetinde, gençler sınavları iptal ettirmeyi başardı. Bu dönemde Dicle ve diğer bölge üniversitelerinde de irili ufaklı eylemler oldu, ama Dersim, başarılı boykot örneğiyle öne çıktı ve öğretici oldu. Ve sömestr tatili nedeniyle eylemler de bir süreliğine dinmiş oldu.
Toplumsal eylemler sürekli bir yükseliş eğilimi izlemezler. Dolayısıyla çeşitli dönemlerde; duraksama, nefes alma, geriye çekilip toparlanma, sıçrama ya da her şeye rağmen gerileme ve sönümlenmeden söz edebiliriz. Fakat sömestr tatilinin, bir şekilde hükümete, devlete ve üniversiteleri kökünden yapılandırmak isteyen sermaye güçlerine derin bir nefes aldırdığını da kaydetmek gerekir.
Peki, asıl şimdi ne olacak? Bu soruya bugünden “şöyle olacak” demek elbette mümkün değil. Ama olmasını temenni ettiğimiz bir ikinci yarıyıl için neler yapılması gerektiğini, belli başlı yönleriyle tartışabiliriz.

1- ÜNİVERSİTE BİLEŞENLERİ MÜCADELEYİ BİRLİKTE ÖRGÜTLEMEK ZORUNDADIR
Birinci yarıyılın sonunda üniversitelerde baş gösteren eylem dalgası, ikinci yarıyılda (geride kalan kesimleri de yanına alarak) sürekliliğini korumak zorundadır. Aksi takdirde sermaye ve Hükümet boş durmayacak ve olası bir sessizlik yerini baskı karşısında sinmişliğe bırakacaktır. Üniversiteleri bekleyen en önemli tehlikelerden biri budur.
Hareketin geldiği düzey şunu göstermiştir ki; akademisyenler ve asistanlar enerjik ve kitlesel bir eylem gücü olarak öğrenci gençliği yanına almak zorundadır. Son dönemdeki girişimler de daha çok bu eğilimi yansıtmaktadır. ODTÜ, GSÜ ve MSÜ bunun başarılı örnekleri olmayı hak etmişlerdir. Bununla birlikte, yürünecek daha çok yol vardır.
İÜ’de ve İTÜ’de ise akademisyen ve asistanların bir hareketlenme içinde olduğunu, fakat henüz öğrenci gençlik kitlesiyle yeterince birleşilemediğini belirtmek gerekir. Bu yönlü girişimler ise daha çok politik gençlik grupları üzerinden yapılmakta, ama sonuç pek de başarılı olmamaktadır. Nitekim 25 Aralık Beyazıt eylemi akademisyen katılımı bakımından dikkat çekerken, sadece politik gençlik örgütleri üzerinden gerçekleştirilen böylesi bir girişim nedeniyle öğrenci kesimini bünyesine gerektiği gibi katamamıştır.
Bazı üniversitelerde, akademisyenler nezdinde politik “sol” gençlik grupları öğrenci gençliği temsil ediyor gibi göründü ve bu nedenle daha baştan öğrencilerle birleşme çabası daralmış oldu. Üstelik sözü edilen bu gruplar, yılların getirdiği fraksiyon çekişmeleri nedeniyle de çeşitli sorunlar yaşıyorlar.
Dolayısıyla; akademisyenler ve asistanlar öğrenci gençlikle birlikte güçlü bir mücadeleyi önlerine koyacaklarsa, yüzlerini geniş öğrenci kesimlerine çevirmelidirler. ODTÜ, bu açıdan, birçok yönüyle örnektir. Bu nedenle, akademisyenler –şüphesiz öğrencilerle el ele–; sınıf, amfi ve bölümlerde kümelenmiş ve zaten ders verdikleri her görüşten öğrencilere seslenerek, bu mücadele platformunu örgütlemelidirler. Böyle bir mücadele zemini sağlandığında, politik olarak örgütlü gençlik gruplarının kimi sorunlu yaklaşımları da daha kolay törpülenecektir. Mücadelenin önünde yer alan öğrenciler ve Üniversiteli Emek Gençliği de akademisyenlerle bu temelde ortak bir mücadeleyi örgütlemek üzere mevzisini değiştirmelidir. Akademisyen, asistan ve öğrencilerin birlikte yapacakları bu örgütlenmeler sınıf, amfi, bölüm ve fakülte temelinde fiilen yapılacağı gibi, bu örgütlenmeye TMMOB Oda gençlik komisyonları, ÖTK fakülte, bölüm ve sınıf temsilcileri, kol, kulüp ve topluluklar da dâhil edilmelidir.
ODTÜ’yü utanmadan kınayanların arasında, kimi üniversitelerin (Hükümet yandaşı olduğu her hallerinden belli) ÖTK başkanları da vardı. Burada şu soruları soralım ve hep birlikte düşünelim: Üniversite ÖTK başkanları Hükümet karşısında hazır ola geçip tek tek ODTÜ’yü kınayan açıklamalar yaparken, acaba gerçekten tüm ÖTK temsilcilerine ve öğrencilere sorarak mı bunu yapıyorlar? Elbette hayır. Peki, böyle değilse, neden aşağıdan ÖTK sınıf, bölüm ve fakülte temsilcilerinin bu durumu reddeden açıklamaları örgütlenemiyor? Neden TÖK, TMMOB gençlik komisyonları vb. örgütler karşı açıklamalar yapamıyor? Yoksa gerçekten hiç demokrat ve muhalif öğrenci temsilcisi kalmadı mı? Elbette durum böyle de değil. Böyle olsaydı zaten, öğretim üyesi, asistanı, çalışanı ve öğrencisiyle binlerce ODTÜ’lü nasıl ayakta olabilirdi ki? Ama sorun şudur ki; bu ufka ve böylesi bir kitle çalışmasına genel olarak bir yaklaşım zayıflığı var.
Daha radikal bir soru ortaya atalım; tüm bileşenleriyle ODTÜ ayakta iken ODTÜ ÖTK ne yaptı? Diyelim, tüm ÖTK temsilcileri hükümet yandaşı olsunlar. Peki, o zaman, ayağa kalkmış binlerce ODTÜ öğrencisi, (Avrupa örneklerinde olduğu gibi) neden kendi konseyini fiilen seçerek, ÖTK’yı boşa düşürmüyor, düşüremiyor? Çünkü eylem ufku örgütlenme ufkuyla birleşemiyor. Oysa ki kitlesel bir mücadeleden ve bir kitle hareketinden söz ediliyorsa, o harekete kitlesel bir örgütlenme ya da örgüt gerekir. Dolayısıyla bugünkü üniversite gençlik hareketinin önünde duran en önemli sorunlardan biri de –bugünkü mücadele zemininden de yararlanarak– tüm öğrencileri kapsayan kitlevi bir örgütün nasıl hayat bulacağı sorunudur.
Bu bölümü son bir vurguyla kapatalım; Yükseköğrenimin ikinci yarıyılını düşündüğümüzde, bölge üniversiteleriyle batı üniversitelerindeki mücadelenin birleştirilmesi büyük önem taşımaktadır. Bu durum karşılıklı deney alış verişini gerektirdiği kadar iyi bir koordinasyonu da ihtiyaç haline getirmektedir. Fakat Kürt kentlerinin ve bölgenin ulusal, demokratik ve bu ölçüde de birikmiş siyasal sorunları daha ön plandadır. Bu nedenle üniversite mücadelesinin birliği, batı üniversitelerinin Kürt sorununa duyarlılık düzeyi ile de doğrudan alakalı bir sınav verecektir. Ancak kuşkusuz bu, Kürt sorununun tek sorun gibi algılanmasıyla (öğrencisi, akademisyeniyle) üniversiteleri ODTÜ’deki türden ayağa kaldırabilecek sorunlar ve sorun yumaklarının görmezden gelinmesi anlamına gelmez. Öte yandan Türkiye’nin emperyalist bir savaşın parçası yapılmasına karşı mücadele, Kürt sorununun demokratik çözümü ve Türkiye’nin iç barışının sağlanması mücadelesiyle de iç içe geçmiş bulunmaktadır. Dolayısıyla savaşa karşı ülke sathına yayılmış ve bütün üniversiteleri içine alan bir mücadelenin örgütlenmesi ikinci dönemin en başat çalışmalarından biri olmalıdır.

2- ÖĞRETİM ÜYESİ, ASİSTANI, ÖĞRENCİSİ VE ÇALIŞANIYLA ÜNİVERSİTELER, ODTÜ’YÜ MERKEZ ALAN BİR TARTIŞMA VE KONFERANS SÜRECİ ÖRGÜTLENMELİDİR
Aralık ayında cereyan eden üniversite hareketinin merkezinde ODTÜ’nün bulunduğunu artık herkes biliyor. Yükseköğrenim gençlik hareketi ve üniversitelerin en azından son 10 yıllık halini düşününce, ODTÜ’de yaşanan deneyler daha bir önem kazanmaktadır. Çünkü 5-10 yıla yayılabilecek deneyler sadece birkaç hafta içinde cereyan edebilmiştir.
İş bırakmalar, boykotlar, ivmesi giderek yükselen gösteriler, akademisyenlerle öğrencilerin ortak bir mücadele platformu içinde hareket etmeyi başarmaları, eylem süreci içinde geliştirilen karar alma yöntemleri ve mekanizmaları, tüm ODTÜ adına rektörün Başbakan’la görüşmeye gitmesi ve Başbakanın bunu kabul etmek zorunda kalması vb, vb…
Yukarıda sıralanan bütün bu gelişmeler ortaya son derece değerli mücadele deney ve birikiminin çıktığını göstermektedir. Ne ki, eylem sürecinin sıcaklığı içinde bütün bu birikimler çoğunlukla geri planda kalmış ve küçük “haber” ayrıntısı olmanın ötesine geçememiştir. İşte şimdi, ara tatil döneminde ya da hemen üniversitelerin açıldığı ilk günlerde, “yangın” sırasında pek de fark edilmeyen o “hazine sandığı”nı açmanın vaktidir. Bunun için, (ikinci yarıyıla hazırlığı da kapsayacak) mücadelenin deney ve tecrübelerinden dersler çıkartmak üzere bir tartışma sürecini başlatmak yararlı olacaktır. Peki, bu nasıl yapılabilir?
Birincisi; tüm yazılı, görsel, işitsel araçları ve platformları kullanarak, mücadelenin içinde öne çıkmış unsurları bir tartışma zeminine çekmek ve en geniş üniversite çevrelerine de bu tartışmaları duyurmak üzere bir çalışma örgütlenebilir. Burada işçi basını ve halk televizyonu elbette en önemli iki araç durumundadır ve en etkili şekilde değerlendirilmelidir. İkincisi; ODTÜ’nün merkezinde olacağı (ev sahipliği biçiminde de olabilir) bir “Üniversite Konferansı” örgütlenebilir. Böylesi bir konferans öğrencisi, öğretim üyesi, asistanı ve çalışanıyla tüm üniversite bileşenlerince, birlikte örgütlenmelidir. Böylelikle hem ODTÜ kendi birikimine yaslanarak ileri sıçrama imkânı yakalamış olacak, hem de ülkenin tüm üniversiteleriyle birleşerek tecrübeleri ortak bir potada birleştirme olanağı yakalayacaktır. Böylesi bir çalışma, hareketin genel koordinasyonu açısından da fayda sağlayacaktır.
Sonuçta ODTÜ’lüler de belirli oranda şunu bilmektedirler ki; ortaya çıkan eylem süreci son derece etkili olmuştur, fakat sermaye ve devletin kapsamlı saldırılarını püskürtmek için daha fazlasına ihtiyaç vardır. Bu nedenle, eylem sürecine katılan ve hükümete tepki gösteren kitlenin daha örgütlü hale getirilmesi gerektiği açıktır. Bunun yanı sıra, rektörü de içine alacak kadar ilerleyen ODTÜ muhalefetinin diğer üniversite ve fakültelerle daha güçlü bağlar kurması gerekmektedir. Bu durum, tersten bakıldığında da, diğer üniversiteler için ODTÜ ile bağları güçlendirmeyi gerektirmektedir.
Eylem dalgasının büyümesinden kaygı duyan burjuva medyanın ODTÜ’yü nostalji deryasına ve tarih öykünmeciliğine sürükleme gayreti dikkat çekidir. Bunda, kitle mücadelesine ve taleplerine yabancı kalan kimi akım ve anlayışların da katkısı olmuştur. Böylece 60’lı ve 70’li yılların eylem ritüelleri, bayatlamış bir sos olarak harekete boca edilmeye çalışılmış ve bir yandan da iş adeta sulandırılmaya çalışılmıştır. Hareket, üniversitelerin, akademisyenlerin ve öğrenci gençlerin somut talepleri üzerinden ilerleyeceğine ve YÖK yasa tasarısıyla birlikte geliştirilen saldırı dalgasına karşı mücadeleyi önüne koyacağına, nostaljik özentilerle gereksiz yere oyalanılabilmiştir.
Dolayısıyla hareketin bundan sonra daha örgütlü ve daha bilinçli bir zeminde ilerlemesi (ki öğretim üyeleri ve asistanların mücadele içindeki yeri bunu daha mümkün kılmaktadır) kritik bir önem kazanmıştır.
Burada bir diğer önemli sorun da, akademisyenlerin hangi örgütte yer alacakları sorunudur. Zaten “Eğitim-Sen mi, yeniden ÖES mi, yoksa başka bir örgütlenme mi” diye öğretim üyeleri bir tartışma başlatmıştır. Eğitim-Sen’in akademisyenleri gerektiği ölçüde kucaklayamadığı da bu dönemde açığa çıkmıştır. Bu nedenle, hem sendika ve diğer meslek-bilim örgütlerinden doğru gelecek, hem de akademisyenlerden doğru yapılacak bir tartışmanın yürütülmesinde fayda vardır.
Ama esas sorun şudur ki; öğretim üyesi, asistanı, öğrencisiyle fakülteleri temel alan, talepler etrafında birliği sağlayacak örgütlenmelere şiddetle ihtiyaç vardır.

2- YENİ YÖK YASA TASARISI EN GÜÇLÜ ŞEKİLDE TEŞHİR EDİLMELİDİR
Bir ülkede, polis başta olmak üzere devletin kolluk güçleri üniversitelere neden bu kadar saldırır? Öncelikle bu durum o ülkede demokrasiden söz edilemeyeceğini gösteren güçlü bir kanıttır. Çünkü düşünce, örgütlenme, toplanma-gösteri ve nihayetinde ifade özgürlüğü bir bütün olarak ayaklar altındadır. Siyasal iktidar, kendisine muhalif her aykırı sesi bastırmak için terör estirirken, üniversiteler ve öğrenci gençlik bu baskıdan en fazla nasibini alan kesim olagelmiştir. Hükümetin ODTÜ başta olmak üzere kimi rektörlere ve akademiye uyguladığı baskılar da bu durumun başka bir biçimi ve kanıtıdır.
Üniversiteler üzerindeki polis baskısının bir nedeni; evet, iktidar baskısı ve demokrasi yoksunluğudur. Bir diğer neden ise şudur ki; sermayenin ihtiyaçlarına uygun olarak üniversiteler yeniden dizayn edilirken, bunun önündeki engeller bir an önce tepelenmek istenmektedir. Doğrusu eylemlerin sıcaklığı içinde sorunun birinci yönü öne çıkarken, çoğunlukla ikinci ve temel öneme sahip yönü üzerinde neredeyse hiç durulmamaktadır. AKP’ye ve iktidara muhalefet etmenin ötesinde acaba gerçekten üniversiteler ne istemektedir? Bu sorunun karşılığı halk kitleleri açısından belirsiz olduğu gibi, akademisyenler ve geniş öğrenci kitleleri açısından da benzer bir durumun olduğunu belirtmek gerekir.
Bu durumda, hareketin “protestoculuk”tan kurtulması ve taleplerini en kristal haliyle netleştirerek ne istediğini bilen bir çizgiye doğru ilerletilmesi görevi önümüze çıkar. Tam da burada, hükümetin “reform” adı altında piyasaya sürdüğü “Yeni YÖK yasa tasarısı”, meselenin bam teli haline gelmektedir. Çünkü üniversiteleri polis ordusuyla düzlemeye giderken, sermaye ve hükümetin koltuk altında işte bu tasarı vardı. Tasarının hedefinde ise öğretim üyesi, öğrencisi, asistanı, öğrenci velisi ve çalışanlarıyla neredeyse tüm kesimler bulunmaktadır. Bu nedenle de mücadelenin ortak bir temelde örgütlenmesi zorunlu hale gelmiştir.
Üniversiteleri tümüyle patronların denetimine bırakan ve piyasanın kurallarına tabi kılacak olan YÖK yasa taslağı üzerinde burada uzun uzadıya yazmak gerekmiyor. Zira önceki sayılarımızda bu yönlü oldukça kapsamlı yazılar yayınlandı.
İşin önemli yanı şudur ki; asistanlar ve öğretim üyelerinin bir bölümü bu tasarının kendilerine getireceği tehlikenin farkına varmıştır, ama aynı durum öğrenci gençlik için geçerli değildir. Akademisyen çevreleri bilim özgürlüğü açısından da yeni tasarıya karşı çıkmaktadırlar, evet, ama aynı zamanda iş güvenliğinin ortadan kalkacağını ve acımasız performans sisteminin geleceğini de görerek, sorunu daha yakın vadede bir mücadele sorunu olarak ele almaktadırlar. Bu nedenle Ankara’dan İstanbul’a ve diğer kentlere uzanan eylemlerde akademisyenlerin rolü yadsınmayacak düzeydedir. Akademisyenlerin (ODTÜ ile gelişen süreçte daha da ileri bir tutum alarak) mücadele içinde yer alış düzeyi son yıllarda hiç bu ölçüde olmamıştı. Bu durum öğrenci gençlik mücadelesi açısından da büyük bir avantajdır. Bu olanaktan da yararlanarak şimdi, YÖK yasa tasarısına ilişkin, tüm üniversite bileşenleri içinde ve öğrenci gençlik içinde yoğun bir propaganda-ajitasyon ve teşhir faaliyeti yürütülmelidir.
40 bin öğrencinin okuduğu bir kampüste, bütün bir yarıyıl boyunca, yasa tasarısına ilişkin sadece 300 ya da 500 tane bildiri dağıtmış olmak, herhalde “karıncanın filin kulağına bir şeyler fısıldaması” gibidir. Bu nedenle ikinci öğretim yılı için tüm üniversiteye seslenecek yaygın ve etkili bir ajitasyon ve teşhir faaliyeti örgütlenmelidir.
Yasa tasarısını akademi çok daha yakından hissediyor dedik. Peki, öğrenci gençlik içinde bu bakımdan hangi özgünlükte bir çalışma yürütülmelidir? En azından şu kadarını söyleyelim ki; sayıları 4 milyona dayanan üniversite öğrencileri, yeni yasa tasarısıyla birlikte 4 milyon yeni müşteri demektir. Hükümet, 1. öğretimde harçları kaldırarak büyük bir sükse yapmıştır. Ama yeni tasarıyla birlikte bunun kat be katını öğrencilerden çıkaracaktır. Bunu da devlet eliyle değil üniversitelerde kurulacak vezneler yoluyla tahsil edecektir. Ayrıca 4 milyon öğrenci demek 4 milyon gencin işsizliğinin en azından 4 yıl boyunca ötelenmesi demektir. Öte yandan işsizlikte artık yeni bir kategori doğmakta ve “diplomalı işsizler ordusu” çığ gibi büyümektedir. Üniversite dünyası giderek borsaya benzemekte ve diplomalar, değerini yitirmiş beş para etmez kuponlar haline gelmektedir. Bu nedenle YÖK yasa taslağına karşı yürütülecek teşhir faaliyeti, tasarının somut olarak öğrenci gençliği hangi tehlikelerle karşı karşıya getireceğini işlemelidir.

3- İÜ REKTÖRLÜĞÜ’NE KARŞI OLUŞAN MUHALEFET YENİ BİR DAYANAK OLABİLİR
Aralık ayı eylemleri esnasında unutulan bir gelişme de İÜ Rektörlük seçimleriydi. Çünkü ODTÜ’nün etki gücü kadar İÜ de, üniversiteler üzerinde hala ciddi bir ağırlık oluşturuyor. Seçimlerde rektör Yunus Söylet oylarını artırarak yeniden seçildi. Demokratik muhalefetin adayı Raşit Tükel ise 600 civarında oy alarak güç tazeledi ve bir nevi “ana muhalefet” durumuna geldi.
Raşit Tükel ve onun etrafında oluşan muhalefetin en önemli avantajı hastanelerdeki gücüydü. Zira üniversite hastanelerinin tasfiyesine karşı mücadele İÜ’de önemli bir mücadele potansiyelini ortaya çıkarmıştı. Tükel etrafında oluşan muhalefetin en önemli zaafı ise, öğrenciler başta olmak üzere, tüm üniversite bileşenlerini kapsayacak bir eylem ve örgütlenme pratiğine sahip olamamasıydı. Böylesi bir anlayışı en somut ortaya koyan (teorik olarak) isim daha önceki seçimlerde aday olan, ama çok düşük oy alan Gediz Akdeniz’dir. Gediz hoca şöyle derdi: “Sandığı esas Beyazıt Meydanına kurun, bakalım kim daha çok oy alacak?” O, bu sözlerle hem seçim sistemine itiraz eder, hem de oy hakkı olmayan öğrencilere, asistanlara ve çalışanlara olan güvenini ifade ederdi. Ama onun bu sözlerini dikkate almak yerine, akademi camiası Gediz hocanın aldığı oya bakarak ona “marjinal” etiketi takmayı uygun gördü. “Doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlar” sözü de herhalde en çok onun bu durumu için geçerli olsa gerektir.
İÜ seçimlerinin ardından bugün, Tükel etrafında birleşen öğretim üyeleri ve asistanlar demokratik üniversite inisiyatifini oluşturmaya çalışıyorlar. Yapılan toplantılarda, örgütlenmenin fakülteler temelinde güçlendirilmesi kararlaştırıldı. Eğer ortaya çıkan bu muhalefet kendi birliğini korur, ilkelerine bağlı kalır ve fakülteleri esas alarak öğrencileri de içine alan bir örgütlenmeye yönelirse, ikinci yarıyıl üniversite mücadelesi açısından yeni kazanımları da beraberinde getirecektir. Fakat mesele şudur ki; bekleme hatasına düşmeden asistanı, hocası ve öğrencisiyle herkesin bu örgütlenmeye güç vermesi gerekmektedir.

5- “TAKVİM DEVRİMCİLİĞİNE” DÜŞÜLMEDEN İLERLEMEK GEREKİR
İkinci yarıyılı kapsayan Mart, Nisan ve Mayıs aylarına bakıldığında her yıl olduğu gibi yoğun bir eylem ve mücadele döneminin de yaşanacağı ortadadır. 8 Mart, 21 Mart, 1 Mayıs, 6 ve 8 Mayıslarla dolu dolu geçecek bir mücadele döneminden söz ediyoruz. Türkiye’nin birikmiş sorunlarını düşününce, elbette bu eylem takvimi ayrı bir anlam kazanmaktadır.
Bu eylem takvimi ve yoğunluğu köşeye sıkıştırılmak istenen üniversiteler için bir çıkış alanı yaratabilir. Çünkü mücadelesini işçi sınıfı ve emekçiler ve ezilen halkların mücadelesiyle birleştirebilen bir üniversite hareketi, ilerleme olanaklarını daha da geliştirecektir.
Fakat burada dikkat edilmesi gereken bir tehlike var! Bu tehlikenin adı “takvim devrimciliği”dir. Yani kendi çalışmasını tamamen eylem takvimlerine entegre eden, bunun dışında bir şey görmeyen bir yaklaşımdan söz ediyoruz. Eleştirilmesi ve uzak durulması gereken bu yaklaşım, aynı zamanda kitlelerin sorunlarına ve taleplerine ilgisizliği beraberinde getirmekte ve mücadeleci gençleri ana kitleden, (sınıf ve amfilerden) kopararak, eylemden eyleme koşturabilmektedir.
Oysaki üniversitelerde birinci dönemden yarım kalan bir mücadele ve onun da aşması gereken bir dizi sorun bulunmaktadır. Bunun da aşılacağı yer kitlelerin içi, bölüm ve fakültelerdir. Bu nedenle genele bağlanacak her çalışma ve eylem, ayağını güçlü bir biçimde yerele ve yerelin özgünlüklerine basmalıdır.
İkinci yarıyıl, aynı zamanda; öğrenci kongrelerine, akademik çalıştaylara ve bahar festivallerine perde açacaktır. Binlerce üniversitelinin iştirak ettiği bu etkinlikler, yukarıda sıralanan değerlendirmeleri de gözeterek, en verimli şekilde ve titizlikle örgütlenmelidir.
2012- 2013 yüksek öğretim yılı sonunda daha da güçlenmiş bir üniversite mücadelesi ve örgütlenmesi görebilmek; bugünden yapılacak planlara ve atılacak pratik adımlara bağlıdır.

Son kez: “emperyalizmin oyunları”…

Bir önceki (237) sayımızda, “herhalde en azından şimdilik son olur” düşüncesiyle, başlıca Mısır ve Tunus’taki son gelişmeleri hareket noktası edinerek, “oyun mu, halk ayaklanması ve devrim mi?” tartışmasını noktalamak istemiştik. Ama yok.. Olmadı.. Olmuyor!
TKP’nin eski başkanı, üstelik fazlasıyla bilmiş bir eda ve hakaretamiz bir tutumla Sol’daki köşesinde yukarıdan yukarıdan konuşup yazarak tartışmayı sürdürme eğilimini ortaya koydu.
ÖDP’nin düzenlediği toplantıda tartışılmış. EMEP “temsilcisi arkadaş” da varmış ve ondan “sürecin devam ettiğini” öğrenmiş. Hangi sürecin? Arap ülkelerinde yaşanan sürecin. EMEP’liler tarafından açık açık her ülkenin özgünlüğüne vurgu yapılarak, nesnel temeli ve dayanakları bakımından ortak özelliklerinin yanı sıra bir ülkedeki gelişmelerin diğerinden farkına işaret edilen sürecin. Hayır mı? Süreç devam etmiyor mu?
Aydemir Güler, büyüklenerek, bilmiş bilmiş “Hayat devam ediyor diye şiir yazabilirsiniz; ama, bundan başka bir anlam yüklemeden ‘süreç devam ediyor’ diye analiz yapamazsınız.” diyor. “EMEP temsilcisi arkadaş” içini bütünüyle boş bırakarak, hiçbir anlam yüklemeden mi “devam ediyor” demiş? Yazı icat edilmemiş mi, peki? ÖDP’nin düzenlediği toplantıda yazı yoktu, söz vardı diye, avcı öyküsündeki gibi “atış serbest” mi, keyfe keder çekiştirilecek mi yani? Aynı günlerde dergimiz piyasadaydı, “‘Amerikan oyunu’ ne durumda?” yazılmıştı, bir zahmet bakıverseydi eski başkan! Haydi, görmemişti, eline geçmemişti. Ama Özgürlük Dünyası ilk kez çıkan bir dergi değil ki! Önce çıkan sayılarını, yazarlarının ortak imzalarıyla yayımlanan bir kitabı bir yana bırakalım. Suriye’de silahlar patlamaya başladığında, Ağustos 2011 ve ardından Ekim 2011’de basılan derginin 221 ve 222. sayılarındaki “Emperyalist müdahaleler ve halklar” ile “Tunus’tan Suriye’ye ayaklanma ve müdahaleler” başlıklı yazılar ortadaydı. Başkalarına ihtiyaç duyulursa, 227. sayıda “Birinci yılında Arap halk ayaklanmaları ve TKP” başlıklı yazıyla, yine Lenin’in “Marksizmin bir karikatürü”nden hareketle TKP’ye yöneltilmiş eleştirilere yer veren “Emperyalist ekonomizmin güncelliği” makalelerine bakılabilirdi. Eleştireceksen, sallamayacaksın; alıp bakıp, yine de cevap yazacaksan, öyle yazacaksın.

*
Ama yok, eski başkan demagojide kararlı. İlle de çekiştirecek!
Diyor ki, “bunca yaşanandan sonra Ortadoğu denklemiyle emperyalizmi hâlâ buluşturamayan solcular” varmış. Aşağılayarak nasıl “solcular” olduklarını ve ne hale düştüklerini tarif ediyor: “O kategoriden toplantıda (ÖDP’nin düzenlediği toplantıda) vardı. Bunlar Libya’da Kaddafi rejimine karşı şeriatçı paralı asker çeteleri ortaya çıktığında ‘asrın sazanı’ durumuna düşmüşlerdi. Silah görünce ‘devrim radikalleşiyor’ diye buldumcuk olanların emperyalizm hakkında daha on fırın ekmek yemeleri gerekiyor!” Vay! Gerçekten büyük iddia. Peki, kimmiş bu “silah görünce ‘devrim radikalleşiyor’ diye” sevinçlere gark olan, artık menkıbelerde kalan ecdat yadigarı “at, avrat, silah” vurgulu “silah düşkünü” solcular? Silah silah diye sayıklarken, birden silahı “şeriatçı paralı asker çeteleri”nin elinde görmüş oldukları için kendilerine “asrın sazanı” unvanı layık görülenler kimlermiş?
Bay eski başkan, “Kulun bildiğini nezaket olsun diye saklayacak halim yok; EMEP’ten söz ediyorum” deyip saydırmaya başlıyor. Elbette, öyle düşünüyorsan, “nezaket”ten söylemezlik etmeyeceksin. Yeter ki düşün! Sallama! Boşa saydırma! Değilse, “sazan”ı, “asırlık” olduğuna bakmadan yedirirler adama.
“Sazan”! Anlamı onca kötü değilmiş meğer. Lütuf gösterip sayın bayımız kolluyormuş hatta. İyi niyetli eleştiriymiş! Açıklaması şöyle: “Yukarıda sazan dedim diye beni ayıplamayın. Kimse kusura bakmasın, ama örneğin DSİP için sazan demem. ABD’de yeni muhafazakarlara, neo-konlara akıl fikir servisi yapan eski Troçkistler var ya, DSİP onların mirasçısıdır. EMEP kuşkusuz farklı olduğu için eleştiriyorum.” “İyiniyetli solcu”lardan saydığı EMEP”i “düşüncesizce” yanlış yaptığı için “sazan” sayıyormuş beyefendi. Yoksa, biliyormuş, EMEP, Neo-Conlara falan akıl hocalığı yapan “eski Troçkistler”in “mirasçısı” DSİP türünden, karşı taraftan, emperyalizmin ağzıyla konuşanlardan değilmiş. “Sazanlık” yapmış sadece.. Önemli de olsa “yanılgı” kategorisindenmiş yaptığı. Teşekkürler.. Teveccühünüz!

*
Şu “silahı görünce” “devrim radikalleşiyor sananlar” kimler gerçekten? “Dedim.. Dedi” içerikli bir tevatür olmalı! EMEP’i ve EMEP’lileri bilenlerdeniz ve ne tüzel olarak EMEP’in herhangi bir bildiri ya da deklarasyonunda ne de herhangi bir EMEP’linin makale ya da köşe yazısında böyle aptalca bir görüş ileri sürmediğinden eminiz. Kim ne zaman, nerede böyle laflar etmiş, peki? Yoksa sayın başkanın yazılı kanıtı var da, bizim mi haberimiz yok EMEP’ten?
Eskiden bir Düzmece Mustafa vardı. Padişahlığını iddia etmişti. Eskiden çoktu böyleleri. Şimdi de mi? Bu “iletişim çağı”nda da mı?
“Salla”, “kara çal”, “çamur at, izi kalır” da bir yöntemdir, eski yöntemdir; şahikasını, kara propagandasıyla ünlü Goebbels yapmıştır, hâlâ kullanılmaktadır, ama çalakalem bir köşe yazısında olsa da, “sol içi” tartışma adabı bakımından ayıptır.
EMEP veya herhangi bir EMEP’linin, kimin elinde olduğunu önemsemeden, silahla devrim arasında düz ve olumlu bir ilişki varsaydığı yalandır. Bay başkan iddiasını sürdürecekse, kanıt koymalıdır ortaya.
EMEP’i bırakın, silaha fazlasıyla yakınlık duyan, şiddet politikasını, silahlı mücadeleyi hem de her daim “temel mücadele biçimi” olarak öngören radikalizmin örgütleri bile, hemen “silahı görünce” yelkenleri indirmemektedirler. Şiddet ve silaha en ileriden övgü düzenler açısından bile geçerli sayılamayacak “silahı gördüler mi..” “devrim radikalleşiyor sanmak” karalamasının, adını vererek EMEP’e yakıştırılması mangalda kül bırakmaz bir yaklaşıma işarettir ki, zaten yeterince uzadığı düşüncesiyle şu “Amerikan oyunu mu?” tartışmasının sonlarında olmamızı da dikkate alarak, hem uzatmayacak ve ama hem de boş lafa karın tokluğu, somutluk isteyeceğiz. Soru ve yanıt.. Evet. Hayır. Griyse griliğin özet tanımlanması. Yoksa atıp tutma ve uzun lafın ardında kaynak yokluğu değil.
Başlarken, hangi EMEP’li, ne zaman nerede “silahla devrimin radikalleşmesi” arasında doğru orantı kurmuş, yanıtını istiyoruz. Sonra “emperyalizm hakkında on fırın ekmek yeme”ye falan geleceğiz!

*
“Toplantıda ‘sürecin devam ettiğini’ öğrendiği” arkadaşımızı, anlaşılan, fazla genç bulmuş olmalı bay eski başkan ve söylediğini önemsememe lakayt tutumunu takınmayı seçmiş. Oysa bu konuda sayfalar dolusu yazmışlığı var EMEP ve EMEP’lilerin, arkadaşımız da onlar üzerinden konuşuyor. Lakayt görüntü veriyor bayımız, ama diyeceğini de diyor:
“Devam eden süreç emperyalizmin Ortadoğu’ya biçim vermesi ise buna direniriz. Devam eden süreç devrimse, radikalleşme bekleriz.” Yanıtı kesin, sayın başkanın, “oyun”, “Amerikan oyunu” diye düşünüyor olup-bitenleri ve “emperyalizmin Ortadoğu’ya biçim vermesi” diye yazıyor. Ve belli ki, “her baktıkları yerde emperyalizmi görmek”le, “emperyalizme kadiri mutlak saymak”la eleştirilmiş olmaya fazla alınıp içerlemiş, “her baktığımız yerde emperyalizmi görmekle, abartmakla tiye alanların, Libya’da silah patlayınca devrimin radikalleştiği fikrine kapılmaları rastlantı değildi.” deyip öfkesini kusmaya yöneliyor. “Ti”ye almadık biz; eleştirdik, üstelik söylenmemiş laflar, ileri sürülmemiş fikirler üzerinden, kurgulanmış, kafamızda yaratılmış, hayali eleştiriler de yapmadık. Ama bay başkan, diline doladığı mevhum “Libya’da silah patlayınca devrimin radikalleştiği fikrine kapılma” yaratısıyla, elinde mızrağı, yel değirmenlerine saldırıya geçen Don Kijot’a neden özenir?
“Devam eden süreç emperyalizmin Ortadoğu’ya biçim vermesiyse buna direniriz”.. “Devam eden süreç devrimse, radikalleşme bekleriz.” Öyle mi? Devrim kavrayışınıza da hayranlık duymamak elde değil. Emperyalizm nerede neye saldırıyorsa saldırıyor, biçimlendirmeye çalışıyor..  Devrimse, emperyalizmle hiç alakasız bir yerlerde kendi kendine oluyor! Hani, bir sabah kalkan işçilerin devrimi radyodan duyup öğrendikleri filmde olduğu gibi.
“Emperyalist müdahale ya da devrim” diyor, yani. İkisi bir araya gelmiyor katiyen! Oysa genellikle devrim ve karşı devrim fazlasıyla içli dışlı oldukları gibi, birlikte yükselirler. Lenin’in sözüdür, “Devrim, karşı devrimi gericiliğinin doruğuna varmaya zorlayarak ilerler.” Çünkü açıktır ki, biri diğerine karşı gelişir.. Biri diğerini mevzilerinden söküp atarak ilerler. Dünya gericiliğinin kalesi ve karşı devriminin merkezi emperyalizmle devrim de öyledir, biri Hanya’da biri Konya’da değildir, özetle.
Burjuvazi ile proletarya nasıl ki kapitalizmin iki karşıt sınıfıdırlar ve kapışmalarından sosyalist devrim çıkar ya da kapitalizmin sosyalizme götürmeden edemeyecek temel karşıtlığı nasıl ki burjuvazi ile proletarya veya emek-sermaye karşıtlığıdır (çelişmesidir); emperyalizmle çelişen de ezilen halklardır ya da ulusal (ve demokratik) devrimlere götürmeden edemeyecek olan karşıtlık da, dünya ölçüsünde emperyalizm (ve işbirlikçisi büyük burjuvazi ve toprak sahipleri) ve ezilen halklar arasındaki karşıtlıktır. Birinin olduğu yerde diğerini bulamamak –işte bu olacak şey değildir. Emperyalist müdahalenin olduğu ve böyle müdahalelerin sözünün edildiği her yerde ezilen halklar ve gelişkin ya da az gelişkin mücadeleleri var demektir. Çünkü emperyalizmin, emperyalist müdahalenin hedef aldığı halklardır. Bu bilgi, gericiliğin kendi içinde kapışmalarının ve bu durumda halkların gericiliğin biri ya da diğeri tarafından yedeklenme ihtimalinin inkarı anlamına gelmez; ama emperyalizmin, saldırı ve müdahalelerinin olduğu yerde halkı görememe “körlüğü”ne karşı şerbetlendirir insanı.
Somuta da gelirsek, bay başkanın yaptığı türden “o mu” “bu mu” diye papatya falı çekilecek türden ilgisiz olgular değillerdir emperyalist müdahaleyle devrim ki, bu nedenle dergimizin bir makalesi doğrudan bu ikisinin fark ve bir aradalığı üzerineydi: “Tunus’tan Suriye’ye ayaklanma ve müdahaleler”.
Arkadaşımız Mustafa Yalçıner, neredeyse daha 1,5 yıl öncesinden yazmıştı:
“Libya’ya yönelik emperyalist müdahaleyle birlikte, Kuzey Afrika ve Ortadoğu’nun Arap ülkelerinde iç içe geçen iki paralel süreç yaşanmaktadır.
“1) İşsizlik ve yoksulluğun tırmanması türünden neoliberal tekelci saldırganlığın dayanılmaz sonuçlarıyla, bu saldırganlığın örgütleyicisi ve koruyup kollayıcısı otokratik zorbalığa karşı ayağa kalkan halkların, bilinç ve örgüt düzeyi bakımından ne denli gelişmemiş ve geri olursa olsun nesnel bakımdan tartışmasız olarak devrimci olan başkaldırıları.. Devrimci hareketler. Şu ülkede şu katmanı bu ülkede diğeri öne çıkıp ağırlıklı rol üstlense ve bilinç ve örgüt düzeyleri kiminde diğerinden az çok ileri ya da geri olsa bile, ülkelere göre özgünlüklerin ötesinde, burada temel dinamiğin, –halka inançsızlıkla emperyalistleri her şeye kadir sayarak her yerde ‘renkli’ ‘mühendislik eserleri’ görenler ne derlerse desinler– halklar olduğundan kuşku duyulamaz.
“Ve 2) Tümü yekpare bir bütün oluşturmasa ve hepsi bir arada ve çelişmesiz-sürtüşmesiz, birbirleriyle rekabet içinde olmayan bir blok halinde davranamasalar da, çıkarları halkların çıkarlarıyla uzlaşmaz karşıtlık halinde olan, bölgede başta petrol olmak üzere enerji kaynakları ve siyasal stratejik üstünlük peşinde koşan, yağma, el koyma, sulta ve hegemonya kurma amaçlarıyla halkları ezen ve muhalefet ve başkaldırılarını aman vermeden bastırmayı ilke edinmiş uluslararası burjuvazi ve emperyalizmin egemenlik kurma ve sürdürme etkinliği.. Karşı devrimci emperyalist müdahaleler.. Halklara kurulan tuzaklar, halkın çeşitli kesimlerinin kışkırtılarak birbirine düşürülmesi girişimleri, dışarıdan ve eski ve yeni geliştirilen işbirliği ilişkileriyle içeriden halkın hoşnutsuzluk ve özlemlerinin istismarı operasyonları.. Halkların ekmek ve özgürlük talepli demokratik içerikli eylemlerini kendi emperyalist amaçlarına bağlamak ve bu amaçların kaldıracı ve aleti haline dönüştürmek üzere amaçlarından saptırıp hedefinden uzaklaştırıp kopararak içini boşaltma.. ‘Toplum mühendisliği’yle yeniden yapılandırmacılık. Burada, halklar hâlâ sahnede şöyle ya da böyle ve hatta eylem halinde görünmeye devam etseler bile, artık başlıca dinamiğin emperyalistler (ve işbirlikçileri ve/veya yeni işbirlikçilerle işbirlikçi adayları) olduğundan şüphe edilemez.
“Artık bu iki süreç, halkların gericiliğe karşı hareketleri ve emperyalistlerin talepleriyle birlikte halk hareketlerini de kullanmaya yönelerek kendi amaçlarına ulaşma içerikli manevraları bir arada ve iç içe işlemektedir. Ya da öteden beri halklara ve kendi talepleriyle mücadelelerine yönelik yağma, baskı ve zorbalık içerikli emperyalist müdahaleye, Arap ülkelerinin bugünkü özel koşullarında ve başkaldırmış halkların ayaklanmalarının yanı sıra ve bu ayaklanmaların hemen ardından tanık olunmaktadır.”
Anlaşma şansımız yok herhalde değil mi, sayın başkan?
Bakın arkadaşımız sizi kızdıran laflar etmiş, en başta ve doğrudan, eskiden başkanlığını üstlendiğiniz TKP’yi ilgilendirmek üzere “halka inançsızlıkla emperyalistleri her şeye kadir sayarak her yerde ‘renkli’ ‘mühendislik eserleri’ görenler ne derlerse desinler” notu düşerek, “burada temel dinamiğin halklar olduğundan kuşku duyulamaz” dediği devrimi işaret etmiş, ama yetinmemiş, devam etmiş. Ve.. demiş, “Karşı devrimci emperyalist müdahaleler..” Sizin sevip kullandığınız sözcükleri de kullanmaktan kaçınmamış, anlaşılsın diye, emperyalist müdahalelerin amaçlarını söz konusu ederek “‘Toplum mühendisliği’yle yeniden yapılandırmacılık” da demiş. Ve, “Burada, halklar hâlâ sahnede şöyle ya da böyle ve hatta eylem halinde görünmeye devam etseler bile, artık başlıca dinamiğin emperyalistler (ve işbirlikçileri ve/veya yeni işbirlikçilerle işbirlikçi adayları) olduğundan şüphe edilemez.” diye eklemiş. Sonuca bağlamış ama: “Bu iki süreç, halkların gericiliğe karşı hareketleri ve emperyalistlerin, talepleriyle birlikte halk hareketlerini de kullanmaya yönelerek kendi amaçlarına ulaşma içerikli manevraları bir arada ve iç içe işlemektedir.”
Öyle “silahı görünce devrimin radikalleşmesi” “sazanlığı”ndan eser yok yani! Belki siz öyle yapardınız! Elinizi sıcak sudan soğuk suya sokmayıp “top” deyince aklına yalnız futbol topu gelen sizler… Ama siz silahı hiçbir zaman elinize almadığınız ve halkların da alabileceğini sanmadığınız, sadece ve yalnızca emperyalistlerin elinde gördüğünüz için, “sazanlık”tan kurtuluyor, çünkü nerede silah varsa orada sadece ve yalnızca emperyalistleri görüyorsunuz. Öyle mi? Kurtuluyor musunuz acaba?
“Devam eden devrimse, radikalleşmesini bekleriz”miş! Doğru, siz devrimi ve radikalleşmesini ancak beklersiniz. Ya da filmdeki gibi, bir sabah ansızın geliverir devrim. Kimse uğruna mücadele etmeden.. Silah falan da kullanılmadan.. İşçi sınıfı ve sömürülen yığınların haberi bile olmadan. “Bekleyen derviş muradına ermiş” ama, sadece darbımesellerde olur, gerçekte değil. Ama “süreç emperyalizmin Ortadoğu’ya biçim vermesi ise buna direniriz”miş! Vay! Bari eleştiririz deseydiniz, sayın eski başkan.
Ama, aktardığımız pasajdan anlaşılması gereken en azından şu olmalıdır ki, “..bunca yaşanandan sonra Ortadoğu denklemiyle emperyalizmi hâlâ buluşturamayan solcular”la EMEP’in bir ilişkisi yoktur, olamaz. Bunun için herhangi aktarmalara da kuşkusuz ki gerek yoktur, EMEP’in anti-emperyalizmi hiç sorgulanacak türden olmamıştır çünkü; ama gerek deniyorsa, “mertek” de ortadadır işte.
Ve soru. Evet, “emperyalizmin Ortadoğu’ya biçim verme” amaçlı müdahaleleri gerçektir. Hemen tüm Ortadoğu ülkesinde bunu görmek mümkündür. Ve ama Tunus’ta bin Ali ve Mısır’da Mübarek’i devirmek üzere emperyalistler mi inisiyatif almışlardır? Eğip bükmeden bu soruya yanıt vermelidir, sayın Güler. Tunus ve Mısır’da halklar, devrimci dinamik olarak, inisiyatif almışlar mıdır, almamışlar mıdır? Bu iki ülkede olanlar “emperyalistlerin Ortadoğu’ya biçim vermesi” kapsamında mıdır? Çizdiğiniz “tablo”da halka yer var mı yok mu? Halkı nereye koyuyorsunuz? Tunus ve Mısır’da halk ayağa kalktı mı kalkmadı mı? Kalktıysa, bu iki ülkede halkları ayağa kaldıranlar emperyalistler miydi ve halklar onların “oyunu”na mı geldiler?
“Emperyalizmin rolüne işaret ettiğimizde, hakkımızda, sadece bu rolü abarttığımız söylenmiyor. Bir de ‘halkı küçümsediğimiz’ dillendiriliyor” diye yazıyor bay eski başkan. Hayır, böyle değil! Emperyalistlerin rollerine biz de işaret ediyoruz çünkü. Tartışma, bu “rol”ün ne tür bir rol olduğu üzerinedir. Bay Güler, siz, örneğin Tunus ve Mısır’da, emperyalistler ve rollerinden başka ne görüyorsunuz, onu söyleyin lütfen. Halklar bir rol aldılar mı? Tarih sahnesine çıktılar mı bu iki ülkede halklar?
Yoksa biz de emperyalist müdahaleleri reddetmiyoruz “Allaha şükür”! Tunus’ta Fransa ile Amerika ve Mısır’da başlıca Amerika zaten müdahale halindeydiler ve bin Ali ile Mübarek onların bu müdahalelerinin aletleriydiler. Siz, sayın başkan, böyle değil diyorsanız, açık söyleyin ve emperyalistlerin kendi adamlarını devirmek üzere neden girişimde bulunduklarını açıkça tanımlayın. Yönetmeye, emperyalistlerin çıkarlarını kollamak üzere Tunus’la Mısır’ı çekip çevirmeye yetmez olduysalar eğer, halksız, halkın duhulü, müdahalesi ve katkısı olmadan, neden yetmez olduklarını söyleyin. Emperyalistler, bin Ali Tunus’uyla Mübarek Mısır’ına yeniden “biçim verme”yi neden gündemlerine almış olabilirler, buna neden ihtiyaç hissettiklerini düşünüyorsunuz? Yoksa iki “diktatör” emperyalistlerin adamı değiller miydi, bu iki ülke emperyalizme yeterince bağlı ve bağımlı ülkeler ve iki otokratik diktatörlük de halk üzerindeki zorbalığın aracı olmanın yanında bu bağımlılığın koruyucu aletleri değil miydiler?
Eğer bu iki ülkede milyonlar ayağa kalkıyorlar, ama buna rağmen, siz, halk düşmanı zorbalar olan kendi adamlarını, koruyucu bekçi köpeklerini, “oyun” oynayarak, emperyalistler kendileri devirdiler dediyseniz ve anlaşılan hâlâ diyorsanız, özetle değerlendirmenizde her şeye rağmen halka hiç yer vermiyorsanız, “Emperyalizmin rolüne işaret ettiğimizde, hakkımızda, sadece bu rolü abarttığımız söylenmiyor. Bir de ‘halkı küçümsediğimiz’ dillendiriliyor” şikayetinde bulunmaya hakkınız olduğunu sanmıyoruz. Var mı? Küçümsemiyor musunuz halkı? Mübarek’i, emperyalistler, Mısır’a “biçim vermek” üzere devirdiler dediyseniz ve hâlâ diyorsanız, onu gerçekten devirmiş olan halkı değil de kimi küçümsemiş oluyorsunuz? Ve bir soru daha: Mübarek’in adamlarına af bağlantısı yapmakta olan Müslüman Kardeşler gözetimindeki İskenderiye Mahkemesi’nin kararını önceleyerek ve sonrasında da bir kez daha ayağa kalkan İskenderiyelilerin ardından en son yazmayı sürdürdüğümüzde “Devrimin 2. Yıldönümü Kutlamaları” kapsamında Tahrir’i yeniden “Bayram yeri”ne döndürüp “af” tartışmalarına polisle çatışarak katılan Kahireliler, yani neredeyse sokakları hiç boşaltmayıp hiç yerine oturmayan Mısır halkı değilse, hangi halkın diktatörlüğü devirdiğini düşünüyorsunuz, bir örnek verir misiniz? Evet, tarihte, diktatörlüğe karşı ayaklanan ve onu deviren bir halk olup olmadığını sorup, bir örnek istiyoruz sizden? Bugüne dek herhangi bir halk herhangi bir ülkede ayaklanıp diktatörlüğü devirdi mi?
Şaka yapmıyoruz ve bay eski başkana bu sorunun sorulmasının zorunlu olduğu düşüncesindeyiz. Neden?

*
Şundan ki, bay başkan ve TKP’ye göre, halk sadece bir yığındır ve önemli olan yalnızca teoridir, politikadır, öncüdür.
“Bu yaklaşıma göre” der bay başkan çünkü alayla, “teori önceden yazılmış reçeteye indirgenir. Devrimci hayattan öğrenen kişi oluverir. Kitlelerin mücadelesi bereketlidir…”
Kitleleri, kuşkusuz başka bir kategorinin “kitlesellik”i zor olduğuna göre, işçi sınıfı da içinde, halkı ve mücadelesini vurguluyorsanız, “kitlelerin mücadelesinde bereket” aramış olursunuz, alay konusu edilirsiniz! Oysa gerçekten de kitlelerin mücadelesi bereketlidir. Öncü, evet önemlidir, ama tek başına hiçbir şeydir, hiçbir öncünün savaş kazandığı görülmemiştir, ama kitleler, halk, kim reddetmeye yeltenirse yeltensin, gücün asıl sahibidir. Evet öncü ve evet Marksizm, zaferi isteyenin sarılmadan edemeyeceği “ip” ve örgüt, kuşkusuz devrimci örgüt. Bunlar zaferi garanti edecek, koparıp almayı sağlamaya bağlayacak olmazsa olmazlardır ve devrimin bu öznel koşullarının ciddi boyuttaki eksikliği nedeniyle, Tunus ve Mısır başta olmak üzere, ayaklanmanın baş gösterdiği tüm Arap ülkelerinde, devrim, ya halkın elinden çalınmıştır ya çalınmak üzeredir ya da mücadelenin bitmekten uzak olduğunun her gün yeniden görüldüğü güç çatışması elverişsiz koşulları dolayısıyla uzamaktadır. Bunlar tamamdır, ancak halk, yani sömürülen yığınlar, ne denli örgütsüz ve bilinçsiz, ne denli Marksist ya da sair devrimci öncülerden yoksun ya da olası öncüler ne denli güçsüz ve az örgütlü olurlarsa olsunlar, her gerçek mücadele ve her gerçek halk devriminin asıl dayanağıdırlar. Dalga geçilecek gibi değillerdir, “kitleler”, tabii ki bir devrimci için, “mücadelelerinin bereketliliği” ile alay edilecek bir kategori oluşturmazlar; çünkü Marx’ın dediği doğrudur ve “devrim kitlelerin eseridir”!
Devrimci olan, “devrimci hayattan öğreniverir” alaycılığını da hor görür. Çünkü bilir ki, teori kuşkusuz şarttır, devrimci teorisiz edemez ve teori de basit sınıf mücadelesi alanının dışından, bilimden, bilimsel araştırma, incelemeden gelir, en azından Marksist teori böyledir. Ama devrimci yine bilir ki, teori de, sonuçta pratiksiz, “hayatsız” edemez ve geçmiş pratik deneyimlerin ürünü ve özetlenmesidir, yeni deneylerle zenginleşir. Yani devrimci elbet ki hayattan öğrenir. Üstelik hayattan öğrenmeye kapalı olana devrimci demezler! Reçeteyle ilerlemeye çalışandan başkası olamaz, ne kadar böbürlenirse böbürlensin çünkü.
Teorisini her gerçek devrimin ardından geliştiren, kitleler ve mücadelelerinden öğrenmekten zevk alan Marx, bunu pratiğiyle kanıtlar: 1847’de Komünist Manifesto’da, burjuva devlet makinesi ile ilerlenemeyeceği ve proletaryanın “siyasal iktidarı ele geçirme” zorunluluğundan söz eden Marx, yerine ne konacağını tamamen soyut bir biçimde koymaktadır. Sözünü ettiği “Proletaryanın egemen sınıf olarak örgütlenmesi” ve “demokrasinin fethi”dir. Lenin, “Devlet ve İhtilal”de, “Proletaryanın bir egemen sınıf olarak örgütlenmesinin hangi somut biçimleri alabileceği, bu örgütlenmenin, demokrasinin en tam, en tutarlı fethiyle hangi belirli biçimde uyuşabileceği sorusuna yanıtı, Marx, ütopyaya düşmeden, yığın hareketi deneyinden bekliyordu.” der ve Marx’ın teorisini geliştirmede olduğu kadar toplumsal gelişmenin gerçek motoru olarak “kitle hareketi”ne verdiği önemin altını çizer. (sf. 49, Bilim ve Sosyalizm yay. Sekizinci baskı, abç.) “Tarihsel gelişme bakımından, burjuva devlet yerine proleter devletin bu geçişinin neye dayanacağını bilme sorunu, burada (Komünist Manifesto’da) henüz konmamıştır.” diyen Lenin devam eder: “Marx bu sorunu 1852’de koyar ve çözer. Ve kendi diyalektik materyalizm felsefesine bağlı kalarak, 1848-51 büyük devrim yıllarının tarihsel deneyimine dayanır. Bu temel üzerinde, Marx’ın öğretisi, her zaman olduğu gibi, yaşanmış deneyin derin bir felsefi görüş ve geniş bir tarih bilgisiyle aydınlatılmış bir bilançosunu çıkarır.” (sf. 37, abç.) Lenin, şunu da ekler: “Sorunu bu tür koymaya götüren şey, mantıksal tümdengelimler değil, olayların gerçek gelişmesi, 1848-1851 yıllarının yaşanmış deneyidir. Marx’ın tarihsel deney verilerine ne denli sıkı sıkıya bağlı kaldığı 1852’de, parçalanması gereken bu devlet makinesinin ne ile değiştirileceği somut sorununu henüz koymamış olmasıyla anlaşılır. Deney, tarihin daha sonra, 1871’de gündeme koyacağı bu soruna yanıt vermek için gerekli gereci o sırada henüz sağlamamıştı.” (sf. 39, abç.) 1852’de, Weydemeyer’e ünlü mektubundan bildiğimiz gibi, Marx, “Benim yeni olarak yaptığım şey: 1) sınıfların varlığının üretimin tarihsel gelişme evrelerinden başka bir şeye bağlı olmadığını; 2) sınıflar savaşımının zorunlu olarak proletarya diktatörlüğüne götürdüğünü; 3) bu diktatörlüğün kendisinin de bütün sınıfların ortadan kalkmasına ve sınıfsız bir toplumun kurulmasına geçişten başka bir şey oluşturmadığını tanıtlamak oldu.” diye yazmıştı. Proletarya diktatörlüğünden bunca söz ettikten sonra, 1871 Paris Komünü’nün ardından “sürekli ordunun, polis ve bürokrasinin kaldırılması”, “parlamentarizmin kaldırılması” vb. konularıyla burjuva devletin yerine ne konulacağına sıra geldi. Ne dersiniz sayın eski başkan, teori reçete miydi? Kitleler ve deneyimi hiçbir şey miydi? “Bereketli” denip alaya alınacak türden miydi?
Ancak Güler başkanın ekleri de var: “Bu yaklaşıma göre” deyip başladıktan sonra şunları da ekliyor: “Bu eleştiriye kaynaklık eden tezler, dikkat edilmezse basbayağı aydın düşmanlığına, kitle kuyrukçuluğuna, pragmatizme varacaktır. Ben bir ek daha yapayım. Lenin bize örgütlü öncünün, politik öznenin sınıf mücadelesindeki rolünü öğretmişti. Yüz yıl sonra kitleci bir bayağılığa yuvarlananların Lenin’le alakaları kalmamış demektir.”
Halktan, kitleler ve mücadelelerinden hareket eden yaklaşım, başkanın üzerinde durduğu yaklaşım. Hele Lenin’den Marx’ın devlet öğretisini geliştirirken kitle mücadelesi deneyimine bunca bağlı kalmasına ve bunun önemine dair bunca aktarmışken, bay Güler’in sözü Lenin’e getirmesine ne demeli? “Kitleci bayağılık” mı dediniz? Uvriyerizm (işçicilik), popülizm başkadır, halka ve mücadelesine gözü kapamamak başka. Mübarek’i hâlâ Tahrir’i boşaltmayıp devrimi sürdürmede kararlı davranan halkın devirdiğinin ileri sürülmesi “kitleci bayağılık” oluyor, öyle mi? Mısır’da sokakları doldurmayı sürdüren kitleler, acaba kendilerini gösterip “piyasa yapmak” için mi çıkıyorlar sokaklara? “Sürecin devam ettiği” söylenince alayla karşılıyorsunuz, ama, hâlâ çıkıyorlar sokaklara.. Hâlâ!. Sorun olan, ne için çıktıkları. Ne için çıkıyorlar, sayın başkan?
Ayaklanmada halka saldıran polis kuvvetlerinin yargılanması için, eski düzenin kalıntılarına karşı önce Amerika’nın Mübarek’in yerine “iktidar koltuğu”na yönlendirdiği Yüksek Askeri Konsey’e, sonra yine Amerikan’ın manevrayla işbaşına taşıdığı yeni adamı Müslüman Kardeş Mursi’ye karşı sokaklara çıkan, Mübarek’in salıverilme ihtimaline karşı yine sokakları dolduran, Mursi kendisini yargılanamaz kılan Firavun kararnamesi çıkarınca başkanlık sarayını kuşatan, son haftalar içinde hareketliliğinden bir şey kaybetmediği gibi hatta örgütlülük düzeyini geliştirmek türünden yeni yetenekler kazandığını ortaya koymakta olan Mısır halkının ülkesinde hiçbir biçimde tarihsel inisiyatif almamakta olduğuna mı inanmalıyız? Bu mu bizden istenen? Her ayağa kalkışında Mısır halkını Amerika mı kışkırtıyor? Mübarek’e karşı.. Sonra Yüksek Askeri Konsey’e karşı.. Ve şimdi Müslüman Kardeşlere karşı. Tümü mü “Amerikan oyunu”? Halkın karşısında olduğunu bunca ortaya koyarken de, Amerikalı emperyalistler hep “oyun” oynamayı mı sürdürüyorlar?
Yine de yeterince örgütlü değil mi halk? Evet. Ve yine de yeterince zihin açıklığına sahip değil mi? Ona da evet. Kendiliğinden hareketin zaafları yok mu? Kendiliğindenliğin yarattığı “boşluğu” dolduran ve halkı ayağa kalkarken etkileyen yanlış-yunluş görüşleriyle bir dizi devrimci ve liberal akım yok mu? Var. Yanıltmıyorlar mı halkı? Yanıltıyorlar. Hatta Müslüman Kardeşler de etkili değil mi halkın üzerinde? Reddedilemez bir etkisi olduğu aşikar. O halde? Ne yapmalı peki? Amerikan müdahaleleri ve emperyalizmin manevraları karşısında, yanı sıra Mısır gericiliği karşısında, bütün eksiklerine rağmen halkı ve hareketini değil, kimi ve neyi desteklemeli? Ne önerirsiniz bay eski başkan? Tarafsız mı kalınmalı? Hareketsiz beklemeli mi? “Amerikan oyunu”nu eleştirmekle mi yetinmeli ya da bu “oyun”a karşı direnmeli mi? Suriye’de değil, Mısır’da? Yoksa Libya ve Suriye’de Amerikalılar başta, emperyalist müdahaleleri desteklemekten mi söz açtı EMEP? “Sazanlık” Libya’yla mı Mısır’la mı, EMEP ile mi TKP’yle mi ilgili, ne dersiniz? Kim “sazan”? Uluslararası toplantılarda kimin, hangi partinin sözcülerinin konuşmaları Arap ülkeleri komünist ve ilericilerinin hayret ve gülümsemeleriyle karşılanıyor?
Lenin, evet “bize örgütlü öncünün, politik öznenin sınıf mücadelesindeki rolünü” öğretti. O da Marx’tan öğrenmişti. Marx ise, örneğin, devrimin nesnel koşullarının eksik olduğunu düşündüğü, yeterince örgütlü olmayan, üstelik Blanki vb.nin etkisi altında hatalı yönelimlere de sahip görünen Paris Komünarlarını ayaklanmadan caydırmak için, bilinir, çok uğraşmıştı. Ama her şeye rağmen halk bir kez ayağa kalktığında, “oyun”dan söz etmek yerine ne yaptığı da iyi bilinir. Göğü fethe çıkan Komünarların yanında yer almıştır. Pek belli etmeseniz de, kendisinden “öğrendiğinizi” belirttiğiniz Lenin, o kadar uğraşmasına karşın, hem de “oyun” olduğu fazlasıyla belliyken, işçileri Gapon’un ardından yürümekten caydıramayınca, “Papaz Gapon’un oyunları” edebiyatına mı sarıldı yoksa eleştirilerini sürdürse bile işçilerle birlikte olmayı mı seçti? Nerede durdu, kimin yanında yer aldı? Siz sayın eski başkan, siz kimin yanında yer alıyorsunuz? Mısır’da neyi destekliyorsunuz, Tunus’ta kimi? Yoksa bu iki ülkede “emperyalizmin Ortadoğu’ya biçim vermesi”ne karşı direnişte misiniz? Öyle ya, apaçık ki halk kitlelerinin eylemlerini sürdürdüklerini belirterek, devrimle karşı devrim arasındaki mücadelenin, yani “sürecin devam ettiği”ni söyleyen arkadaşımızla ve söyledikleriyle alay ettiğinize ve “silah görünce ‘devrim radikalleşiyor’ diye buldumcuk (ne demekse!) olanlar”la kafa bulup “devam eden süreç emperyalizmin Ortadoğu’ya biçim vermesi ise buna direniriz. Devam eden süreç devrimse, radikalleşme bekleriz” deyip açıktan emperyalizmin Ortadoğu’ya biçim verme operasyonu ile karşı karşıya bulunduğumuzu söylediğinize göre, Mısır’da hâlâ sürmekte olan halk hareketini de “emperyalizmin oyunu” olarak değerlendiriyor, sokakları boşaltmayan Mısır halkının “Amerikan oyunu”nun aleti olduğunu düşünüyor olmalısınız! Oyunbaz oldukları bilinir bilinmesine, ama, ne kadar da emperyalistlerden başkası yokmuş ve çıkamazmış şu tarihin sahnesine: Mübarek’i devirirken de oyuna geliyor Mısır halkı, önce Yüksek Askeri Konsey ve sonra Müslüman Kardeşlerin iktidarı için çalıştırılıyorlar, ardından Yüksek Askeri Konsey’e karşı mücadele ederken de oyuna gelmeye devam ediyorlar, sonra, şimdi Müslüman Kardeşler iktidarına, Mursi’ye karşı mücadele ederken de! Bu demektir ki, Mübarek’i de, Yüksek Askeri Konseyi ve Mursi’yi de desteklemekte olan emperyalistler, aslında hiçbirinden memnun değiller ve tümünü devirmek için oyun üstüne oyun oynuyorlar! Soru: Emperyalistler, Müslüman Kardeşler iktidarına ve Mursi’ye karşılar mı değiller mi? Onlarla Mısır’daki egemenliklerini pekiştirme yoluna gittiler mi gitmediler mi?

*
Genel bir sorumuz da var. Paris Komünü’nü desteklemeli miydik? Öncüsü yoktu ya da Blanki ve Bakunin gibi öncüler problemliydi. “Kitle mücadelesi bereketlidir” deyip Marx’ın yaptığı gibi Komün’e katılmak mı gerekirdi, seyretmek mi? O zaman emperyalistler olmadığı için “oyun” da oynayamıyorlar mıydı diyeceksiniz yoksa? Burjuvazi “oyun” oynamayı icat etmemiş miydi daha?
Şaka değil! Hem yeterince örgütlü olmadığı hem de Marksist bir hatta ilerlemediği, öncülük problemi olduğu için yenildi Komün. 1848 Devrimleri de yenildiler. Şimdi halkın bilinç ve örgüt eksiğiyle, tabii ki öncülük problemi nedeniyle kesin zaferi elde etmeye güç yetirememiş olmasına ve örneğin Mısır ve Tunus’ta Müslüman Kardeşlerin iktidarı almalarına bakıp, halk ayaklanması değil, emperyalistlerin “işi” diyerek, bu iki ülkede devrime burun kıvırdığınıza göre, soru şu: 1848 ve 1871’de olanları nasıl nitelemeliyiz? Devrimlere mi tanık olduk ya da olanlar başka bir şey miydi? 1848’in ardından Fransa’da III. Napeleon ve kıtada sair gericiler iktidara kuruldular, 1871’in ardındansa kurulan Üçüncü Cumhuriyet’in başbakanlık koltuğuna Komün’ün celladı Thiers oturdu. 1905’in ardından da iktidar ünlü gerici Stolipin’in eline geçmiş, işçiler ve halk karanlık gericilik yıllarına mahkum olmuştu. Tümünde de, tıpkı Tunus ve Mısır’daki gibi, ayaklanan halk, sömürülen yığınlar ayaklanmalarının meyvelerini yiyemedi, iktidara gelemedi. “Oyun” değilse bile, devrim de değiller miydi, bu nedenle?

*
Sorun nerede? Neden bunca ayağa kalkan halklara güvensizlik, inançsızlık? Öyle anlaşılıyor ki, ayağa kalkan halkların yeterince politik olmayışları, Lenin’in “bize sınıf mücadelesindeki rolünü öğrettiği” “örgütlü öncü”den, “politik özne”den yoksunlukları, TKP türünden “komünist”lerce sevk ve idare edilmeyişleri yalnızca abartılı değerlendirmelere konu edilmiyor, aynı zamanda nesnenin, nesnel olanın, halk ve çıkarlarının bütünüyle reddedilerek esas alınmadığı fazlasıyla öznelci yaklaşımların dayanağı oluyor. Bay eski başkan, “teorik reçete cebinde”, “sadece ben bilirim”, “ben yaparsam doğru olur” tutumuyla yazıyor:
“Sevgili Hayri bir vesileyle dış politika alanına emekçilerin, yoksulların taşınması ve sosyalist anlayışın bu kesimleri esas alarak üretilmesi yolundaki yaklaşıma karşı bir uyarıda bulundu. Hayri, bugün Suriye’de tekbir çekip kafa kesen insanlıktan çıkmış adamların, çok büyük olasılıkla yoksul olduklarını hatırlattı. Oysa bunların memleketlerinden kovmak için tehdit ettiği yerleşik kesimler pekala varlıklı, orta sınıf, hatta basbayağı zengin olabilirlerdi. Suriye’nin Hıristiyan azınlığının dünyanın orasından burasından toplanmış bu yamyamlara göre daha az emekçi olduklarını düşünebilirdik. O halde sosyalist hareket yüzyılların devletler eksenli dış politika zeminini altüst etmeye kalkarken işi şirazesinden de çıkartmamalıydı.”
Bu yaklaşım işte, sosyalist oluyor. Halka karşı sosyalizm! Halka dayanmayan, yoksulu değil zengini gözeten, kime dayanacağı konusunda en azından kafası karışık, başkan Güler’in de daha çok karıştırmaya uğraştığı bir sosyalizm!
Tabii ki yoksullar ya da doğru deyişle işçi sınıfı ve sömürülen yığınlar, emekçiler aldatılabilir, burjuvazi ve gericilik tarafından, emperyalistler tarafından yedeklenebilirler ki, devrimin öngünleri bir yana bırakılırsa, bu, bir genelleme olarak bile ileri sürülebilir. Ancak bir yandan “bıçak kemiğe dayandıkça”, bir yandan da çıkarlarının hiç değilse az-çok bilincine varma eğilimi gösterdikçe, sömürülen yığınlar ayağa kalkma, sömürü ve zorbalıktan kurtulmak üzere inisiyatif alma tutumu geliştirmeye yönelebilirler. Ancak kendi çıkarlarının bilincinde değiller ve gericilik tarafından yedekleniyorlarsa, bu, kazanılmalarının zaruret oluşturması demektir. Ama, sömürülen yığınlar gericilik tarafından aldatılıp yedekleniyorlarsa, bundan, kesinlikle onlarsız dış (veya herhangi başka) politika ya da devrim hesapları yapma gerekliliği çıkarılamaz ve böyle bir tutumun doğruluğu ileri sürülemez.
“Suriye’de tekbir çekip kafa kesen insanlıktan çıkmış adamların, çok büyük olasılıkla yoksul oldukları” yanlış değildir. “Bunların memleketlerinden kovmak için tehdit ettiği yerleşik kesimler pekala varlıklı, orta sınıf, hatta basbayağı zengin” olabilmeleri, hatta oldukları da yanlış değildir. Yanlış olan, bundan dış politika ve devrimin nesnelliğini verecek olan ve “zengin-yoksul” farkı olarak konan emek-sermaye ayrımının, burjuvazi-proletarya ve emperyalistler-ezilen halklar karşıtlıklarının yok sayılması ve karşıtlığın tıpkı “öncü savaş”çı yaklaşımlarda olduğu gibi, ondan tek farkı reformizmi olmak üzere, devletle ya da emperyalizmle öncüler arasında varsayılması, emperyalizmin karşısında yeterince güçlü bir öncü yoksa işçiler ve halkların, sömürülen yığınların ve mücadelelerinin önemsizliği ve değersizliği sonucunun çıkarılmasıdır.

*
Gelelim Suriye’ye. Libya’ya. Nezaket yok, “EMEP’ten söz ediyorum” demişti sayın eski başkan. Soru, EMEP’in Suriye ve Libya’ya ilişkin olarak, ikisinde de Türkiye’nin de yer aldığı ve hele Suriye’ye yönelik olarak “merkezi bir rol” üstlendiği emperyalist müdahaleleri desteklediğine ya da belirsiz veya üstü örtülü ya da hem şu hem bu anlama gelebilecek şekilde “lastikli” konuştuğunda dair bir kanıtınız mı var? Bir yerde yazdığı en azından ikircikli bir cümleye mi tanık oldunuz? Bu olanaksız. Öyleyse neden kara çalıyorsunuz?
“Emperyalizmi abartmayanları Irak’ta on yıl önce gördük. Solculuk iddiasını kimseye kaptırmayan bir kısım Türk ve Kürt hareketleri ‘biz de anti-emperyalistiz’ demiş oluyorlardı. Ama diye sürüyordu verdikleri görüntü, “emperyalistlerin yaptığı işimize yarayacaksa neden olmasın’. 2013’te bu kez Suriye örneğinde aynı filmi yeniden seyredemeyiz!” diyorsunuz bay başkan. Burada da EMEP’i mi kastediyorsunuz?
Yazılıp çizilenler, alınan tavırlar arşivlerdedir. Suçlayalım, öyle olmadığı kanıtlamaya, çamuru temizlemeye uğraşsınlar tutumu “sol içi”nde ayıptır!
Dünya alem, EMEP’in Saddamcı olmadığını ve Saddam’ı desteklemediğini, ama Irak’a yönelik emperyalist müdahale ve Irak’ın işgalini hiç desteklemediğini bilir. Amerikalıların Irak’ı işgale doğru yürüdükleri belli olduğunda ve işgal gündeme geldiğinde, EMEP, Saddam’ı desteklememesine ve Saddam’ın halka karşı onca suçunu bilmesine karşın Saddam eleştirisi yaparak yasak savmak yerine elindeki bütün silahları Amerikalılar başta olmak üzere emperyalistlere doğru çevirdi. Başka bir bildiğiniz varsa, çıkın konuşun! Ne görmüşseniz “on yıl önce Irak’ta”, anlatın! EMEP Amerikan “oyunu”nu, yani Irak işgalini mi destekledi? Sessiz mi kaldı işgale karşı? Nedir dilinizin altındaki bakla, çıkarın, herkes görsün!
O çıkaramadığınız “bakla” Kuzey Irak’ta bir Kürt Federe Bölgesi oluşması ve EMEP’in Kürtleri Amerikan işbirlikçiliği ile suçlayıp buna karşı çıkmaması mı? Herhalde bunun sözünü etmektesiniz ki, bununla ancak iflah olmaz bir Kürt düşmanı olduğunuzu, ulusların kendi kaderini tayin hakkına zerrece saygı duymadığını kanıtlamış olursunuz. Tartışma konumuz bakımından ayrıntıdır, konuyu dağıtmaktan kaçınırız, ancak buysa, hodri meydan, bir başka yazının konusu yapar, hesaplaşırız.
Suriye’yse, meraklanmayın, orada başta yayılmacı Türkiye gericiliğinin pervasız katkılarıyla dış müdahale ve “muhalif” adı takılan besleme terör çetelerinin kıyıcılığı, yaklaşık iki yıl önce Tunus ve Mısır’dan etkilenerek ayağa kalkmakta olan Suriye halkını bir yandan ürkütüp bir yandan bölerek, yeniden Esad’ın kollarına atmayı başarmış ve şimdi Suriye’de sözü edilebilir bir halk muhalefeti kalmamıştır. Suriye’de şimdi sadece dış müdahale ve müdahaleye karşı mücadele sürmektedir. EMEP, kuşkusuz ki, Suriye sorununa da Esatçı bir yaklaşım içinde değil ve Esad’ı desteklemiyor; ancak EMEP bugün Esad’ı eleştirme kolaycılığıyla avunmadan, Türkiye partisi olduğunu da bilerek, emperyalistler ve özellikle onların taşeronluğunu üstlenmiş Türkiye gericiliğini hedef almakta, kuşkusuz ki onlarla uğraşmaktadır.

*
Akıllarda kalsın diye, yalnızca övgüyle söz ettiğiniz eski ÖDP genel başkanı Hayri Kozanoğlu’nun dışında, “eleştiri” babında sadece EMEP’in adını anarak sürdürdüğünüz yazının en sonuna –işgal askerlerine eklemlenerek “habercilik” yapan “embedded medya” özeniyle– net bir “çamur at, izi kalsın” örneğin olarak tutuşturduğunuz açık bir yalanla bitirelim: “On yıllık sürenin arasında, ayrı bir konuda, AB sürecine ilişkin olarak biz çok ‘havet’ duyduk. Havet bir yana, kimi ünlü solculara göre ‘AB’nin sınıf sömürücüsü yanlarını reddetmeli, ama geliştirici, demokratik yanlarını alıp cebimize koymalıydık.’”
Evet, ama dünya alem bilir ki, AB konusunda “Havet”çilik, övdüğünüz Kozanoğlu ve ÖDP’nin tutumudur. EMEP ise, hiçbir zaman “olumlu” bir AB tartışması içinde olmamış, ne “Havet” demiş, ne de AB’nin “demokratik yanları” edebiyatı yapmaya kalkışmıştır! Bu kadar olmaz! İftira ve yalanın bu kadarı da fazladır. Ama eski başkanın makalesi, belki çalakalem yazılmış olmasından, baştan aşağı bu niteliktedir. Bir de halka inançsızlık – makalenin içeriğini belirleyen ve asıl niteliğini veren şüphesiz ki budur.

*
Son söz şu olmalı: Sayın eski başkana yanıt sert olmadı mı, oldu. Peki, böyle mi olmalı, “sol içinde” tartışma böyle mi yürümeli? Hayır, genel tutum bu olmamalı. Kibir, alay ve “sazan” yakıştırmalarıyla aşağılama yolu tutulmamalı. Tutulursa, şüphesiz, yanıtı sert olacaktır, ancak bizim tercihimiz değildir, bu.

Bu nasıl marksizm savunusu – 3 : sosyalizm ve piyasa bir arada olur mu?

Yazımızın ilk iki bölümünde Terry Eagleton’un Marksizmin toplumsal temeline, yani materyalist tarih anlayışına, tarihsel materyalizme nasıl saldırdığını göstermeye çalıştık. Bu bölümde ise onun nasıl bir sosyalizm anlayışına sahip olduğunu, Marksizmi nasıl bir piyasa sosyalizmi teorisine indirgediğini irdelemeye çalışacağız. Kuşkusuz materyalist tarih anlayışı, bu temelde toplumsal sistemlerin gelişme dinamiklerinin tahlil edilmesi temel önemde bir sorun; ve bu soruna, konuyla bağlantılı olduğu noktalarda, özellikle de sosyalizm ve kapitalizmi karşılaştırmalı olarak irdeleyeceğimiz bölümde yeniden girmek zorunlu olacak.
Eagleton nasıl bir sosyalizm anlayışına sahip ve onun “sosyalizmi”nin Marksizm ile bir ilişkisi var mı? Konuya doğrudan buradan girmek yararlı olacaktır. Daha baştan belirtmek gerekir ki, Eagleton’un kendi içerisinde tutarlı tek bir sosyalizm anlayışı bulunmamaktadır. O, yamalı bir bohça misali, Marksist sosyalizm, yani bilimsel sosyalizm anlayışı dışta tutulmak kaydıyla, her türden burjuva, küçük-burjuva sosyalizmi, “piyasa sosyalizmi” anlayışını bir araya toplamıştır. Her birinde “iyi gördüğü” bir yan bulunmaktadır.
Sözü fazla uzatmadan Eagleton’un yazdıklarına bakalım: “Bazıları, sosyalizmin işlemeyeceğini başka bir anlamda da öne sürerler. Sosyalizm zenginlik koşullarında bile kurulacak olsa, modern karmaşık bir toplum piyasalar olmadan nasıl işleyebilir? Artan sayıda Marksist böyle bir durumun zorunlu olmadığını söyleyecektir. Onlara göre piyasalar, sosyalizmin bütünleyici bir parçasıdır. Piyasa sosyalizmi olarak adlandırılan görüş, gelecekte üretim araçlarının toplumsal mülkiyeti altındaki üretim ile özyönetimle işletilen kooperatif üretiminin piyasada birbiri ile rekabet edeceğini öngörür. Böylece piyasanın kimi yararları korunurken zararlarından kurtulunabilir. Tek tek işletmeler düzeyinde işbirliği verimliliği artırabilir; veriler, kapitalist işletmeler kadar belki daha da fazla verimli olunabileceğini göstermektedir. Ekonominin bütününde rekabet, bilgiye dayanan kaynak dağılımını sağlayabilir ve geleneksel Stalinci merkezi planlamayla bağlantılı özendirme sorunları ortaya çıkmaz.”
“Bazı Marksistler Marx’ın da piyasa sosyalisti olduğunu iddia eder; çünkü onlara göre Marx, sosyalist devrimden sonra, geçiş döneminde piyasaların bir süre daha devam edeceğini düşünmüştü.”  Eagleton “piyasa sosyalizmi” konusunda Alec Nove, David Miller vb.’ne göndermeler yapmaktadır. O, Troçkistleri “şaşırtacak” bir haber de verir. “İzleyicileri şaşırabilir, ama Troçki bile yalnızca geçiş döneminde planlamayla birlikte piyasanın da var olmasını desteklemiştir. Ona göre, planlamanın rasyonalitesini ve yeterliliğini kontrol etmek için piyasalar gerekliydi, çünkü ‘piyasa ilişkileri olmaksızın iktisadi muhasebe düşünülemezdi.’ (Eagleton, Blackburn’den aktarıyor- A. Y) Sovyet sol muhalefetle birlikte Troçki, merkezi ekonominin yaman bir eleştirmeni oldu.”
Daha ileride Eagleton düşüncelerini biraz daha açar. “Örneğin özyönetimi olan kooperatif fikrini ele alalım; Marx bunun sosyalist geleceğin temel üretim birimi olduğunu düşünüyordu. Bir kişinin böyle bir birime katkısı bir tür kendini gerçekleştirmeye yol açarken aynı zamanda diğerlerinin iyiliğine de katkıda bulunur ve bu, sadece o birim öyle kurulduğu için mümkündür…. Yalnızca kârı ortaklaşa bölüştüğümüz, eşitlikçi olduğumuz ve birlikte yönettiğimiz için benim kendimi gerçekleştirmem, diğerlerinin de gelişmesini sağlar. Bu, kişisel erdem sorunu değil, yapısal bir meseledir…”
Kuşkusuz Eagleton’un sosyalizmin ekonomisi ile söyledikleri bunlardan ibaret değildir. O “katılımcı ekonomi” denilen modelin bazı yandaşlarının da “sosyalist karma ekonomiyi benimsediğini” bildirir. “Bu modele göre kaynakların dağılımı, işyerlerinde, mahalle çevrelerinde ve tüketici konseylerinde üreticiler, tüketiciler, çevreciler ve diğer ilgili taraflarca müzakere edilerek yapılacak. Kaynakların genel olarak dağılımı, büyüme ve yatırım hızları, enerji, ulaşım ve ekoloji politikaları, yani ekonominin en geniş parametreleri yerel, bölgesel ve ulusal düzeylerde temsili meclislerce tespit edilecek. Bu genel kararlar, diyelim kaynak dağılımına ilişkin olanlar, daha ayrıntılı planların yapılabilmesi için aşağıya doğru bölgesel ve yerel düzeylere iletilecek… Böylece nelerin ve nasıl üretileceği, özel kar güdüsü yerine toplumsal ihtiyaçlarca belirlenebilecektir.”
Eagleton Raymond Williams’ı da unutmaz. Onun “devlet müdahalesi”nden korunmuş, kuşkusuz piyasacı önerilerini över: “Yarım yüzyıl önce Communications (İletişimler) başlıklı mükemmel küçük bir kitapta Raymond Williams, içeriğine devlet müdahalesini de, kâr dürtüsünün egemenliğini de reddeden sanatlar ve medya için sosyalist bir plan taslağı sunmuştu… Sanatlar ve medyanın gerçek ‘atölye’si –radyo istasyonları, konser salonları, televizyon ağları, tiyatrolar, gazete büroları vb.– çeşitli biçimleri olan kamu mülkiyetinde olacak, yönetimlerine de demokratik olarak seçilmiş kurullar gelecekti. Bu kurullarda hem kamunun, hem de medya sanat kuruluşlarının temsilcileri olacaktı.”
“Kesinlikle devletten bağımsız olan bu komisyonlar kamu kaynakları hakkında karar vermekle sorumlu olacaklar ve toplumsal mülkiyetteki bu kaynakları ya uygulayıcı bireylere ve ya da bağımsız, demokratik biçimde seçilmiş, özyönetimi olan aktör, gazeteci, müzisyen vb. kuruluşlarına ‘kira’layabileceklerdi. Böylece bu erkekler ve kadınlar hem devlet düzenlemelerinden, hem de çarpıcı piyasa baskılarından özgürleşmiş olarak çalışabileceklerdi. Diğer şeylerin yanı sıra, kendilerinin de destekledikleri sistemin çıkarlarını dile getiren, halkın neye inanması gerektiğini söyleyen, bir avuç güç düşkünü, paragöz kabadayının sahip olduğu özel medyanın aracılığından da kurtulmuş olacaktık.”
Bu alıntıları uzatmak olanaklıdır. Ancak Eagleton’un nasıl bir sosyalizm anlayışına sahip olduğunu anlamak açısından bu kadarı yeterlidir. Bütün bu “farklı” “sosyalizm” anlayışlarının temelde buluştukları bir ortak nokta vardır ve o da şudur ki; piyasa olmadan bir sosyalizm olanaklı değildir! Piyasanın “kutsal eli” sosyalizmin içine sokulmuş, ondan sosyalist ekonomiyi düzenlemesi ve istikrarlı bir şekilde işletmesi, geliştirmesi istenmiştir. Çünkü Eagleton’a göre, ancak sosyalist piyasa ekonomisi ile piyasaların zararlarından kurtulunurken, yararlarından faydalanılabilir ve böylece sosyalizm istikrarlı bir biçimde geliştirilebilir! Üstelik yazarımız ne de olsa demokrattır ve bu işleyişin içine bolca demokrasi ve demokratik kurumlar sosu dökerek, “merkezi planlamacı, özendirmeci Stalinist” sosyalizmin zararları da engellenmiş olur!
Bütün bu söylenenleri elbette tek tek ele alıp irdelemek, bunların sosyalizmle bir ilgisinin olup olmadığını ortaya koymak gerekiyor. Ama oraya geçmeden önce derin bir açmaza dikkat çekmeliyiz. Eagleton’un alternatif bir sosyalizm anlayışı olarak önümüze getirdiği aşağı yukarı bütün önlemler ve uygulamalar, bir biçimde, tarihin bir döneminde çeşitli gerekçelerle Kruşçev, Tito vb. gibi anti-Marksistlerce Sovyetler Birliği ve Yugoslavya’da, Mao’nun yol göstericiliğinde de Çin’de uygulandılar. Benzeri bazı önlemler, sakıncaları bilinerek ve belirli sınırlamalarla, Sovyetler Birliği’nde, Lenin önderliğinde geçici bir süre için de –NEP dönemi– uygulanmıştır. Marksistlerin bu uygulamaları geçici ilan etmelerinin nedeni açıktır. Çünkü o temelde devam etmek doğrudan kapitalizme götürürdü. Buna karşın yakılıp yıkılmış ve yeniden kurulmakta olan bir ülkede sosyalizm daha yolun başındaydı ve bir adım geri atılarak ekonominin çarklarının döndürülmesi gerekiyordu. Yani NEP Dönemi ile, Eagleton gibilerin önerdiği “piyasa sosyalizmi” anlayışı arasında kategorik bir farklılık bulunmaktadır.
Kruşçev ve Tito gibi anti-Marksistlerin yöntemleri ve Mao’nun uygulamaları ise sosyalizmi geliştirmek adına kalıcıydı ve bu uygulamaların sonucunda sosyalizm tahrip edildi, kurulmadı –Çin, Yugoslavya– ve kapitalizm adım adım restore edildi. Elbette Sovyetler Birliği ile özyönetimci Yugoslavya’nın, Çin’in durumları işaret edildiği gibi bir ve özdeş değildi. Ama Kruşçev, daha sonra ardından gelenler ve Tito, ortak bir anti-Marksist temele sahiptiler ve onların yönetiminde bu ülkeler, o piyasacı uygulamalarla varabilecekleri tek yere, yani kapitalizmin restorasyonuna vardılar. Çin de benzer bir yolu tuttu. Kruşçevciler kolhozlara sözde daha fazla özerklik vererek ve onların üretim araçlarına sahip olduklarını ilan edip “piyasaya özgü önlemler” alarak, Tito ise “özyönetimcilik” yolunda ilerleyerek ve bu mirası ardıllarına devrederek kapitalizmin yolunu sağlam bir biçimde tuttular. Çin’de ise, özel sektör zaten önemli ölçüde korunmuştu. Konumuz elbette geriye dönüş sorunlarını incelemek değil. Ancak özellikle “piyasa, özyönetim, üretim araçlarının mülkiyeti sorunları” kilit önemde sorunlar ve bir sosyalizm tartışması bunlar olmadan ve geçmiş uygulamalar temel yönleri ile hatırlatılmadan yürütülemez.
Şimdi Eagleton’un “sosyalizmi”ni yakından irdelemeye başlayalım.

SOSYALİZM VE PİYASA BİR ARADA OLABİLİR Mİ?
Bu soruya Eagleton’un olumlu yanıt verdiğini biliyoruz. Hatırlayacak olursak: “Piyasa sosyalizmi olarak adlandırılan görüş, gelecekte üretim araçlarının toplumsal mülkiyeti altındaki üretim ile özyönetimle işletilen kooperatif üretiminin piyasada birbiri ile rekabet edeceğini öngörür.(abç) Böylece piyasanın kimi yararları korunurken zararlarından kurtulunabilir. Tek tek işletmeler düzeyinde işbirliği verimliliği artırabilir; veriler, kapitalist işletmeler kadar belki daha da fazla, verimli olunabileceğini göstermektedir. Ekonominin bütününde rekabet, bilgiye dayanan kaynak dağılımını sağlayabilir.” Demek ki, piyasa sosyalizmi teorilerine göre gelecekte iki tür üretimle karşı karşıya kalınacak. Birisi üretim araçlarının toplumsal mülkiyet haline geldiği alanda, diğeri ise “özyönetimle işletilen” kooperatif üretimi alanında. Birbiriyle rekabet edecek bu iki üretim biçimi, piyasacı uygulamaların hayata geçirilmesi ile iki yönlü bir etki altında kalacaktır! Bir taraftan piyasanın zararlı etkilerinden kurtulunacak, diğer taraftan sosyalist ekonominin verimliliğini artıracak kaynak dağılımı sağlanacaktır. Hem böylece “geleneksel Stalinci merkezi planlamayla bağlantılı özendirme sorunları ortaya” çıkmayacaktır. Anti-parantez belirtelim ki, maddi özendirme sorunu sektörler arasında bir rekabet unsuru olarak değil, tek tek alanlarda üretimi artırmak için uygulanıyordu. Yani Eagleton’un anlatmaya çalıştığı ile bir ilişkisi bulunmuyordu.
Şimdi sormak gerekiyor; Eagleton’un yukarıda genel çerçevesini çizdiği bir sosyalizm olanaklı mıdır? Yani bir tarafta sosyalist sektör –bunun nasıl bir sosyalist sektör olduğu anlaşılmasa da–, diğer tarafta “özyönetimle işletilen kooperatif üretimi” gibi gösterişli bir ad takılsa da, özenle sosyalist sektörden ayrılan, düpedüz kapitalist bir işletme bir arada olabilir mi? Dahası, bu iki sektörün birbiri ile rekabeti ne anlama gelir? Böyle bir ekonominin, dünyada Eagleton gibilerin istediği gibi yaşanmış ve başarılı olmuş tek bir örneği olmasa da, Eagleton ve piyasa sosyalistleri bu sorulara olumlu yanıt veriyorlar, ve piyasaya, “sosyalizmin yaşadığı her soruna çözüm” olan bir kurtarıcı gözüyle bakıyorlar. Şimdi bu “piyasa sosyalizmi ekonomisine” yakından bakalım: Bu ekonomide zorunlu olarak iki tür üretim ve üretim aracı mülkiyeti bulunuyor. Bir tarafta toplumsallaştırılmış üretim araçları ve bunlar tarafından yapılan üretim, diğer tarafta kooperatif işletmenin grup mülkiyetinde olan üretim araçları ve bunlar tarafından yapılan üretim.
Eagleton açıkça kooperatiflerin üretim araçlarına sahip olup olmadığından söz etmez; ama ya öyle olmalı ya da bunlar üretim araçları üzerinde tam bir tasarruf hakkına sahip olmalı. Çünkü eğer böyle olmazsa, bunların rekabet edebilmesi, rekabet koşullarına uygun olarak kendilerini yapılandırabilmeleri olanaklı olmayacaktır. Çünkü kooperatif işletmenin devlet işletmeleriyle rekabet edebilmesi için üretim araçlarını sürekli geliştirebilmesi, kullandığı emek gücü üzerinde esnek yöntemlere sahip olması, yani ücretleri baskı altında tutabilecek olanaklara sahip olması, ne tür ve ne kadar üretim yapacağı konusunda tam bir özgürlüğe sahip olması gerekir. Üstelik bunlar da yetmez! Bu kooperatiflerin üretimlerinde kullanacakları ham maddeler, yarı-mamul maddeler, enerji vb. olmalı. Bunlara erişim olanaklı olmalı. Bunları ya genel ekonomiden almalı ya da ithal etmeliler. Ama bütün bu girdilerin genel bir fiyat standardı vardır ve bunlar piyasadaki egemen fiyatlardan daha ucuza alınamazlar. Eğer ithalatla ucuza alınacaksa, bunun yolu, ilk olarak dış ticaret serbestisidir ve ikinci olarak da bir diğer ülkeyi egemenlik altına almak, kaynaklarını sömürmektir. Birincisi ulusal ve uluslararası rekabetin iç içe geçtiği kapitalizmken, ikincisi açıkça emperyalist politikalar gütmekle olanaklıdır. Açıkçası bu koşullar olmadan “piyasa sosyalizmi” işleyemez, işlediğinde de ortaya çıkacak olan bayağı kapitalizmdir!
“Kooperatifimize” dönersek, bu durumda bizim “kooperatifimiz” de, eğer ithalat serbestisi olmayacaksa, diğer üretim alanları ile hemen hemen aynı maliyete sahip girdilerle üretim yapmak zorundadır. Peki, ama bu durumda rekabet nasıl sağlanacak? Geriye tek bir alan kalıyor, o da emek gücüdür. İş gücünü mümkün olduğunca düşük bir ücretle satın almak “özyönetimci kooperatifimiz” için tek yol olarak görünüyor. Ama bu, kapitalist sömürünün bilinen en eski ve vahşi biçimler alabilen “motoru”dur! Bütün bunlar, “kooperatifimizin özyönetimci” yöneticilerinin istek ve iradesinden bağımsız olarak gerçekleşir. Bu durumda onların önünde iki yol vardır: Ya açıkça vahşi emek sömürüsünü gerçekleştirmek ya da “yahu bizim sosyalizm diye bir idealimiz vardı, tuttuğumuz yol, o  yol değil” diyerek kooperatifin kapısına kilit vurmak! Açıkçası grupların “demokratik yönetimindeki özyönetimci kooperatifler” ne rekabet yoluyla piyasayı düzenleyebilir, ne de sosyalist bir ekonomide piyasa “sakıncalı”-“zararlı” uygulamaları ortadan kaldırabilir.
Bütün bunlar ise, doğrudan doğruya sosyalizm içine kapitalizmin üretim anarşisinin sokulması, sürekli olarak kapitalizmi üreten koşulların canlı tutulmasıdır. Bu üretim biçiminin piyasa ekonomisi ile çok yakından ilişkisi vardır, ama sosyalizmle hiçbir ilgisi bulunmamaktadır. Yani bu mekanizma, sosyalizmle –nasıl bir sosyalizm ise– piyasayı sürekli karşı karşıya getiren, uyumu değil, uyumsuzluğu körükleyen, sonunda ya kapitalizmin ya da sosyalizmin galip geleceği bir sistemdir.
Bunun neden böyle olacağını da kısaca açıklamak gerekiyor: Sosyalizmde bütün temel üretim araçları toplumsallaştırılmıştır. Konuyla bağlantılı kısımdan söz edecek olursak: Sovyet deneyimi kırsal kesimde küçük köylülüğün kolektif işletmelerde (Kolhoz) bir araya getirildiği kooperatif tipleri ortaya koymuştur. Kolhozlar da, Sovhozlar gibi sosyalist karakterde işletmeler olmakla birlikte onlardan bazı özellikleri ile ayrılmıştır. Sovhozların üretim araçları, bu araçlarla elde edilen ürünler, çalışanların ücretlerinin karşılanması vb., bütünüyle bir işçi devleti olarak örgütlenmiş, üretim araçlarını toplumsallaştırmış devletin sorumluluğunda ve mülkiyetindedir. Kolhozlar ise toplumsal mülkiyete grup mülkiyeti aracılığıyla katılırlar. Ama onlarda da temel üretim araçları –toprak, büyük makineler devlete aittir– toplumsallaştırılmıştır ve onlara devlet tarafından verilir. Açıkçası meta değildirler, alınıp satılamazlar. Ama topluluk, bunların aşınma paylarını, yenilenmesini vb. karşılamakla yükümlüdür. Bu yükümlülüğü de üretimlerinin bir bölümünü bu giderlere ayırarak karşılar. Binalar, kamyonlar vb. grup mülkiyetine aittir. Üretim kendilerine ait olmakla birlikte, bunun genel ekonomiye gidecek payı, satılıp masrafların karşılanacağı pay, küçük üreticilere dağıtılacak gelir ya da satılacak ürün fazlası belirli kurallara bağlanmıştır. Yani hiçbir şey piyasaya terk edilmemiştir. Kolhozlardaki köylülerin küçük bir “yan ekonomisi” de bulunmaktadır. Açıkçası, tüketim alanında kapitalizme gitmeyen, sınırlı ve sınırlandırılmış bir küçük meta ekonomisi bulunmaktadır. Bütün bunlar geçici biçimlerdir ve tam bir makineleşme, pratik örneklere ve gelişmelere dayanılarak küçük üreticilerin ikna edilmesi, bütün ekonominin kolektifleştirilmesi ve tam bir toplumsallaştırılmanın sağlanması gerekir. Burada dikkat edilen temel nokta, zorlamanın olmamasıdır. Sosyalizmin gelişmesi, komünizme doğru ilerleme ancak bu yolla sağlanabilirdi.
Ama tarihin belirli bir anından sonra farklı bir yol izlendi. Kruşçevciler, Sovhozların ve Kolhozların üretim araçları üzerinde tam bir tasarrufa sahip olmalarının, onların meta haline getirilmesinin yolunu açtılar. Onlar alınıp satılabilecek, kendi hedeflerini keyiflerince belirleyebileceklerdi. Kârlılık ve sözde verimlilik temel kıstas olacaktı. Konumuz açısından da bu kısım özellikle önemlidir. Sovyetler Birliğinde, 1956 Aralığında, “kişilerin putlaştırılmasına karşı mücadele bayrağı” adı altında –yani Stalin döneminin mahkum edilmesi– değer yasası hakkında bir “Bilimsel Konferans” yapıldı. Bir dizi görüş farklılığı çıkmasına rağmen, Konferans’a katılanlar, Stalin’in değer yasasını tüketim malları ile sınırlamasının bir “yanılgı” olduğunda tam olarak birleştiler. Bilimler Akademisi’nde, SSCB’nde değer yasası ve fiyat oluşumu hakkında yapılan bir tartışmaya ilişkin olarak Woprossy Ekonomiki’nin 2/1957 Sayısında verdiği haberde şöyle deniliyor:
“Tartışmanın pozitif sonuçlarından biri –diyordu yoldaş Gatovkiy– meta üretiminin ve değer yasasının rolünü suni olarak (!) tahdit etmiş olan görüşlerin ciddi bir biçimde eleştirilmesinde görülür. Her şeyden önce, sosyalizmde üretim araçlarının meta olmadıkları, meta üretimi ve dolaşımının yalnızca tüketim malları alanını içerdiği yollu yaygınlaşmış görüş, inandırıcı bir eleştiriye uğratıldı.”
Oldukça şaşırtıcı değil mi? Şaşırtıcı, çünkü Kruşçevciler sorunu piyasa sosyalistlerinden çok daha ileride koyuyorlar. Onlar sadece kooperatif mülkiyetinde değil, bütünüyle devlet işletmelerinde de üretim araçlarının meta olduğunu ilan ederek, toplumsallaşmış üretim, özyönetimci kooperatifçi üretim yapaylığını teorik ve pratik olarak kaldırarak rekabeti, üretim anarşini, piyasa işleyişini sosyalizmin içine cesaretle sokuyorlar. Kruşçev’in bu sarı bayrağının, Gorbaçov’un beyaz bayrağına dönüşmesi artık sadece zaman ve koşullar meselesidir. Bilindiği gibi, bu da 80’li yılların sonunda gerçekleşmiştir.
Bütün bunlar neden önemlidir? Önemi şuradadır ki, sosyalizm ve kapitalizm bir arada bulunamazlar. Bir arada oldukları her alan zorunlu olarak sadece bir mücadele arenasına dönüşür. Buna karşın sosyalist bir devlet koşulların dayatmasıyla geçici olarak kapitalist uygulamalara gidebilir, bazı kapitalist önlemleri devreye sokabilir. Ama kendisi dümendedir ve ne zaman frene basacağını çok iyi bilir, piyasa ve kapitalizm üzerine hayaller pompalamaz, gelişmeleri mümkün olan açıklıkta işçi sınıfına ve emekçi kitlelere anlatır, onları ideolojik olarak silahlandırır. Örneğin Rusya’da iç savaşın bitmesinden sonra uygulanan NEP –Yeni Ekonomik Politika– dönemi böyle bir dönemdir.
İç savaş sırasında bir dönem zorunlu olarak uygulanan “savaş komünizmi”ne iç savaşının bitmesi ile son verildi. Kırsal kesimde teslim yükümlülüğü kaldırıldı ve köylülerin ürün fazlasının büyük bir kısmını istedikleri gibi kullanmalarına imkan veren bir sisteme geçildi. Vergi dışında kalan –kolaylık için ayni vergi konmuştu– ürün bütünüyle köylünün özgür tasarrufuna bırakılıyordu. Bununla tarımın canlandırılması, sanayinin gelişmesi için gerekli tarım üretiminin artırılması, şehirlere yiyecek temininde rahatlama sağlanmak isteniyordu. Bütün bu amaçlar için meta dolaşımı canlandırıldı. Lenin’in 10. Parti Kongresi’ne sunduğu raporda ticaret özgürlüğünün ilk başta ülkede kapitalizmi belli ölçüde canlandıracağı öngörülüyordu. Özel ticaret serbest bırakılarak, özel girişimcilerin küçük işletmeler kurmasına izin veriliyordu. Ancak devlet sanayi yeniden işler hale gelip, kaynak biriktirip güç topladıktan sonra, özel sermaye tutunduğu mevzilerden sökülüp atılacaktı. Açıkçası, güç toplamak için biraz geri gidiliyordu. Bir yıl sonra, 11. Parti Kongresi’nde, Lenin, geri çekilmenin sona erdiğini, özel sermayeye karşı taarruza hazırlanmak gerektiğini ilan etti.
Buna karşın bir taraftan “sol muhalifler” Lominadze, Şatskin vb., diğer taraftan Troçki, Radek, Zinovyev Kamenev, Buharin, Rykov vb.’leri sosyalizmin kurulabileceğine inanmıyor, yerli ve yabancı sermayeye ayrıcalıklar verilmesini, Sovyet iktisadının birçok kumanda tepesinin imtiyazlar ve karma anonim şirketler temelinde özel sermayeye devredilmesini –Eagleton’un yukarıda Troçki’ye ilişkin tespiti hatırlansın– istiyorlardı. Lenin ise, “Yeni Ekonomik Politika”nın kapitalizm ile sosyalizm arasında çılgınca bir mücadele, bir ölüm-kalım mücadelesi olduğunu söylüyordu. O dönemde soru şuydu: “Kim, Kimi?”  Burada açık ve net olan şudur: Daha önce de vurgulandığı gibi, sosyalist ve kapitalist ekonomi –piyasa ekonomisi– bir arada olamazlar. Sosyalist devletin kumandasında özellikle ilk geçiş dönemlerinde, kapitalist kuşatmanın sertleştiği dönemlerde vb. zaman zaman geri çekilmeler, geçici uygulamalar yapılabilir. Ancak burada aktarılan NEP örneğinde olduğu gibi, bunun açık ve net sınırları bulunmaktadır. Piyasacı kapitalizmin ve sosyalizmin bir arada olacağı, böylece işleyen bir “sosyalist” ekonominin kurulacağı gibi teoriler kesinlikle ham hayaldir.
Geçmişte uygulanmış olan Yugoslav “özyönetimi” oldukça ünlüdür. Özyönetimciler küçük üreticilerin kolektifleştirilmesini “Rus yolu” olarak mahkum etmişler, kapitalist çiftliklerin kurulmasını ve özel köylü işletmelerinin teşvik edilmesi tercih etmişlerdi. “Avrupa Komünizmi” diye bilinen akım da benzer bir “sosyalizm” anlayışını savunuyordu. Örneğin İtalyan Komünist Partisi bu yola girdikten sonra şu teoriyi savunmaya başlamıştı: “Sosyalist bir toplumu kurmak için üretim araçlarını tamamen devletleştirmek gerekli değildir. Kamu kesiminin yanı sıra… özel teşebbüs de faaliyet gösterecektir… Özgürce birleşmiş köylü mülkiyeti, zanaatçılık, küçük ve orta sanayi ve üçüncü kesimde özel girişim… özel bir rol oynayacaklardır… Toplumu sosyalist yönde değiştirme sürecinin bu kavranışında, ekonomik sistem, planlama ile pazar arasında kamu teşebbüsü ile özel teşebbüs arasında bütünleşmeyi sağlayacak bağlara sahip olmalıdır.”
Benzer biçimde, Çin’in sadece bugünkü durumu değil, bugüne gelirken tuttuğu yol da konumuz açısından bir o kadar önemlidir. Çin’de baştan beri “ulusal” özel işletmeler, Çin- yabancı sermaye ortaklığı ile kurulmuş özel işletmeler, yalnızca yabancılara ait özel işletmeler hep var oldular. Öyle ki, bu anlayış Çin Halk Cumhuriyeti’nin ulusal bayrağında da sembolize edildi. Ulusal bayraktaki dört yıldız, işçi sınıfını, köylülüğü, küçük burjuvaziyi ve ulusal burjuvaziyi sembolize etmektedir. Daha çok önceki bir tarihte –1935– Mao burjuva demokratik devrimi formüle etmiş, orada “Çin Halk Cumhuriyeti’nin iş yasaları… ulusal burjuvazinin kar etmesini engellemeyecektir…”  tespitini yapmıştı. Çin deneyiminin bu ilkeye sonuna kadar bağlı kaldığı açıkça görülmüştür. Bu yolun sosyalizme varmadığını ve varamayacağını görmek için olağanüstü bir Marksizm bilgisine gerek bulunmamaktadır.
Bugün Çin’de uluslararası sermayenin varlığı tartışmasızdır ve gelişip büyüyen Çin tekelleri dünyaya yayılmaya başlamıştır. Yerli ve yabancı tekeller Çin işçi sınıfının emek gücünü büyük bir vahşilikle yağmalamaktadırlar. Üstelik Çin’in bunu yapması için sisteminde geriye doğru köklü değişiklikler yapmasına da gerek olmamıştır. Esasen zaten buna gerek de bulunmamaktadır. Zaten açık olan ve varlığını sürdürmekte olan kapitalist yol büyük ek zahmetlere gerek kalmadan başlanan işi tamamlamıştır. Yeni olan tek şey uluslararası sermayenin önünün iyice açılmasıdır ve bu da yapılınca bugünkü Çin ortaya çıkmıştır. Artık Çinli proleterler sadece kendi kapitalistlerinin değil, uluslararası kapitalizmin de ucuz emek deposudur ve “ulusal kapitalistler” ve uluslararası emperyalist tekeller tarafından Çinlilerin emeği yağmalanmaktadır. Sovyetler Birliği’nde sosyalizmi yıkmak için destalinizasyon (Stalinsizleştirme) zorunlu olmuştu. Çin’de ise tam da yukarıdaki nedenlerden dolayı demaozizasyona gerek bile duyulmamıştır. Çünkü buna ihtiyaç bulunmamaktadır.
Görüldüğü gibi, bütün bu uygulamaların, ideolojilerin sonunda gelip dayandıkları yer kapitalizm ve burjuva ideolojisi olmuştur. Avrupa komünizmi gibi akımlar sönüp yok olmuş, burjuva ideolojisi içerisinde erimiş, sosyalizmi geliştirme adına ekonomileri böyle bir yola sokan sosyalist ve sözde sosyalist ülkeler ise sonuçta kapitalizmin yolunu tutmuşlardır. Kapitalizm ile sosyalizmin, kapitalist piyasa ile sosyalist ekonominin bir arada olamayacağının açık kanıtlarıdır bütün bu “deneyimler”. Sermaye egemenliği bütünüyle tasfiye edilmeden, üretim araçlarının özel mülkiyetine son verilmeden sosyalizm kurulamayacak, kapitalist kalıntılar tasfiye edilemeyecektir.
Burada Eagleton’un gönderme yaptığı Alec Nove’dan da küçük bir alıntı yapmazsak tablo eksik kalacaktır. Bu örnek, yukarıda saydığımız pratik uygulamaları da destekleyen bir örnek olması açısından önemlidir. Nove şunları yazmaktadır: “Plan ne kadar çok şeyi kapsarsa, üretici işletme düzeyindeki çıktılar, girdiler, ortaklar hakkında seçme şansı o kadar azalır. Üstelik bu durum, planı onaylayan meclis seçiminin ne kadar demokratik olduğuna bakmaz. Ayrıca inanıyorum ki, gerekliliğine inandıkları bir mal ya da hizmeti –riski göze alarak– sağlamak isteyen bir yurttaş ya da yurttaşlar grubunun, bunu yapma, gerekli maddi araçları edinebilme ve başarılı olurlarsa bir gelir (kâr) sağlayabilme özgürlükleri ilke olarak varolmalıdır. (Mao’nun mezarda kulakları çınlamış olmalı! –A. Y) Bu olanak, üreticiler olarak (aç. Nove) hak ve özgürlüklerinin (“sosyalist polis”e engellemeleri emredilirse çiğnenmiş olacak haklar) ayrılmaz parçası olmalıdır. Söz konusu olan mal ve hizmetler kamu sektöründe doyurucu oranda sağlansaydı, kâr edebilme fırsatı doğmazdı.”
Bu alıntı ile “piyasa sosyalizmi”ni savunanların iki temel düşüncesini yeniden vurgulamış oluyoruz. Birincisi, demek ki, piyasa sosyalizminde “merkezi planlamanın hantallığı ve eksikliği” olarak görülen aksaklıklar bu yolla aşılmış olacaktır. İkincisi, “üreticiler” eksik gördükleri alanlara girerek, üretim araçları satın alarak, kâr elde edebileceklerdir. Yani piyasanın “düzenleyici ve rekabetçi” özellikleri ile işleri yoluna koyacaklardır. Kapitalistlerin el çabukluğu ile “üreticiler”e terfi etmesini bir yana bırakıyoruz. Ortaya çıkan üretim sistemi düpedüz kapitalizmdir. Sosyalizmin kapıdan kovaladığı ücretli emek sömürüsü, üretim araçlarının özel mülk olma niteliği pencereden geri alınmıştır.
İşbilir ve uyanık patronlarımız keskin duyuları ve gözlemleri ile eksiklikleri tespit edecekler, işletmeler kurarak ihtiyaç duyulan ürünleri üreterek sosyalizme katkıda bulunacaklardır! Üretim araçlarının satın alınabilmesi ve satın almak isteyenlerin “piyasadan” faizle para bulma mekanizmasını da harekete geçirmelerinin ne engeli olabilir? Böyle bir sistemde herhangi bir engel bulunmamaktadır. Kâr edecek, kâr için üretim yapacak “özel kişiler”, içinde hareket ettikleri koşulların gereklerinin ve ihtiyaçlarının karşılanması için her yolu deneyeceklerdir. Üstelik bütün bunları “sosyalizm karşıtları” oldukları için değil, bir kez piyasa mekanizmasına göre hareket etmeye başladıkları için zorunlu olarak yapacaklardır.
Görüldüğü gibi, bütün bunlar genel bir sosyalist sistem içerisinde olağan bir uygulama olarak savunulmaktadır. Yani sosyalizm içerisinde kapitalist “adacıklar” bulunmalıdır! Hem yukarıda kısaca aktarmaya çalıştığımız geçmiş uygulamalar, hem de bu yöndeki akımların ortaya attıkları düşünceler dikkate alındığında, şu saptamayı yapmak yanlış olmayacaktır: “Duvarların yıkılması”ndan sonra bir süre popüler olan “piyasa sosyalizmi”ni savunanların düşünceleri yukarıda aktardığımız örneklerden de anlaşılacağı gibi, ne yeni ne de orijinaldir. Revizyonizmin, sosyal reformizmin çöplüğü karıştırılmış, oralardan toparlanan “düşünceler” yeni ve orijinal fikirler olarak “piyasaya” sunulmuştur.
Tam da bu nedenle bu bölümü yaşanmış bir örnekle tamamlamak oldukça aydınlatıcı olacaktır. Sovyetler’de işletmelerin Kruşçev sonrası dönemde “verimlilik ve kârlılık”ı esas alarak üretim yapması ortaya şöyle bir tablo çıkarmıştır. “Ekonomiçeskaya Gaseta’nın 7/ 1969 ve 12/ 1969 sayılarında şunlar yer almaktadır: “Örneğin vida, civata ve beslenme levhası değil, daha yüksek bir kâr getiren ve plan hedefini daha kolay gerçekleştiren en pahalı yedek parçaların imal edilmesi sonucunu doğurmaktadır. Bu şekilde 1968’de, gerekli civata ve somunların %47.7’si, gerekli vidaların yalnızca %20.5’i sağlanabilmiştir.” (aynı gazete 4/1969) Gazete devamla, “Saban demirlerinin takılması için yıllık 140 milyon vida civatasına gerek duyulduğunu, oysa bunlardan yalnızca 15 milyon imal edildiği”ni yazıyor: “Geri kalan miktarı kolhozlar ilkel bir şekilde kendileri imal etmek zorundadırlar.”
Aslında burada aktarılanlar hepimize oldukça tanıdık gelmektedir. Sosyalizmi ve merkezi planlamayı eleştirmek için gerek burjuva ideologları, gerekse de “piyasacı sosyalistler” bu argümanları sosyalizmin planlama yapamayacağının kanıtı olarak kafamıza sürekli fırlattılar. İddialarına göre, bu alıntıda da “kanıtlandığı” gibi, gerek duyulan malzemeler bulunmazken, gerek duyulmayıp üretilenler depoları doldurmaktadır! Ama aslında olan şudur: merkezi, demokratik merkeziyetçiliğe dayanan planlamadan, merkezi bürokratik planlamaya geçilmiş, kârlılık tek kıstas olarak işletmelerin önüne konulmuştur. Ortaya çıkan tablo ise yukarıdaki gibidir. Yani Marksist sosyalizmin ilkeleri değil, piyasa sosyalizminin ilkeleri uygulanmış; ama buna karşın sosyalizmin suçlanmasına tam gaz devam edilmiştir. Oysa bugün merkezi planlama ve hatta tek tek kişilerin isteklerini gelişkin teknolojik yöntemlerle hesaplamak ve temin etmek saniyeler alacak bir işlemdir. Bugün merkezi bir planlama yapılamayacağını ileri sürmek, sadece sosyalizme değil, dev kapitalist tekellerin neredeyse tüm pazarın ihtiyacını tahmin etmeye dayanan tekelci planlamalarına da hakaret etmek olur!

MARX’TA SOSYALİST DEVRİMDEN SONRA, GEÇİŞ DÖNEMİNDE ÖZYÖNETİMİ OLAN KOOPERATİF VB. GİBİ FEDERALİST DÜŞÜNCELER VAR MIYDI? GEÇİŞ DÖNEMİNİN ÖZELLİKLERİ NELERDİR?
“Bazı Marksistler Marx’ın da piyasa sosyalisti olduğunu iddia eder; çünkü onlara göre Marx, sosyalist devrimden sonra, geçiş döneminde piyasaların bir süre daha devam edeceğini düşünmüştü.”  “Örneğin özyönetimi olan kooperatif fikrini ele alalım; Marx bunun sosyalist geleceğin temel üretim birimi olduğunu düşünüyordu.” vb… Eagleton’un bir iddiası da budur. O bize bu iddiasını destekleyecek her hangi bir kanıt sunmaz. O sunmasa da, biz, geçmişte doğrudan aynı konuda olmasa da, benzerlikler gösteren bir konuda yapılmış bazı tartışmaları ve geçiş döneminin özelliklerine ilişkin bazı hatırlatmaları yapmak durumundayız.
Marx ve onun yolundan giden Marksistler, sosyalizm söz konusu olduğunda –hatta belirli koşullar altında kapitalizmde de– ekonomide ve politikada –yani devlet konusunda– merkeziyetçidirler. Ancak onların merkeziyetçilikleri ileride göreceğimiz gibi, kof, keyfi zora dayanan, baskıcı bir merkeziyetçilik değildir. Bu konu Paris Komünü üzerine yapılan değerlendirme ve tartışmalarda gündeme getirilmiş, Marx tutumunu açıkça ortaya koymuştur. Daha sonra, Lenin, Devlet İhtilal’de bu soruna tekrar dönmüş, konuyu Marksistler açısından yeniden açıklığa kavuşturmuştur.
Konu, Bernstein’in Marksizmi revize etme çabalarına karşı gündeme gelmiştir. Çünkü Bernstein, Komün’e ilişkin değerlendirmelerinde Marx’ta “federalizm” bulmuştur. Buna karşı Lenin Marx’tan şu alıntıyı yapmıştır: “… Ulusun birliği parçalanmamalı, tersine, komünal kuruluş aracılığıyla örgütlendirilmeliydi; ulus birliği, bu birliğin cisimleşmesi olduğunu öne süren, ama asalak bir urdan başka bir şey olmadığı halde, ulustan bağımsız ve ondan üstün olmak isteyen devlet gücünün parçalanması yoluyla, bir gerçeklik durumuna gelmeliydi… Önemli olan, eski hükümet iktidarının salt bastırıcı nitelikteki organlarının budanması, kesilip atılmasıydı; bu iktidarın yasal görevleri, toplumun üstünde yer aldığını ileri süren bir otoriteden sökülüp alınmalı ve toplumun sorumlu görevlerine verilmeliydi.”
“Marx’ın bu düşüncelerini çağdaş sosyal-demokrasi oportünistlerinin ne derece anlamadıklarını –anlamak istemediklerini demek belki daha doğru olur– en iyi gösteren şey, dönek Bernstein’a Erostrat’vari bir ün kazandıran kitaptır: Sosyalizmin öncülleri ve sosyal-demokrasinin görevleri. Tam da Marx’ın yukarda aktarmış bulunduğumuz parçası konusunda, Bernstein şöyle yazıyordu: … bu program ‘siyasal içeriği bakımından, bütün ana çizgilerinde, Proudhon’un federalizmiyle çarpıcı bir benzerlik gösterir… Marx ile ‘küçük-burjuva’ Proudhon arasında [Bernstein, dalga geçmek için, ‘küçük-burjuva’yı tırnak içinde yazıyor] öteki bütün ayrılıklara karşın, bu noktalar üzerindeki görüş biçimleri birbirine son derece benzemektedir.’ Kuşkusuz, diye devam eden Bernstein, belediyelerin önemi büyür, ama ‘demokrasinin ilk görevinin, modern devletlerin, Marx ve Proudhon’un tasarladıkları bu kalkışı [Auflösung, harfi harfine: gerçek ve mecaz anlamda dağılma] ve örgütlenmelerindeki bu tam değişiklik [Umwandlung, değişim]: yani bütün o eski ulusal temsil biçimlerinin tamamen yokolacakları biçimde, kendileri de komünler delegelerinden oluşacak bölge ya da il meclisleri delegelerinden bir ulusal meclis kurulması olduğu, bana kuşkulu görünüyor.’ (Bernstein, aynı yapıt, 1899 Almanca baskısı, sf. 134 ve 136). İşte düpedüz şaşılacak bir şey: Marx’ın ‘asalak devlet iktidarının yıkılması’ üzerindeki görüşlerini, Proudhon’un federalizmiyle karıştırmak! Ama bu bir rastlantı sonucu değildir; çünkü Marx’ın burada, federalizmi merkeziyetçiliğe karşıt olarak ele almak şöyle dursun, bütün burjuva ülkelerde [sayfa 71] varolan eski burjuva devletten söz ettiği, oportünistin aklına bile gelmez. Oportünistin aklına, çevresinde, kendi küçük-burjuva hamkafalık ve ‘reformist’ durgunluk ortamında gördüğü şeyden, yani yalnızca ‘belediyeler’den başka bir şey gelmez! Proletarya devrimine gelince, oportünist onu düşünmeyi bile unutmuştur. Bu gülünçtür. Ama bu nokta üzerinde Bernstein ile tartışılmamış olması da ilginçtir. Birçokları, özellikle Rus yazarları arasında Plekhanov, batı Avrupa yazarları arasında Kautsky; Bernstein’ı çürütmüşlerdir; ama ikisi de, Marx’ın Bernstein tarafından bu çarpıtılması üzerine hiçbir şey söylememişlerdir. Oportünist, devrimci olarak düşünmeyi ve devrim düşünmeyi öylesine unutmuştur ki, anarşizmin kurucusu Proudhon ile böylesine karıştırdığı Marx’ta “federalizm” görür. Ve ortodoks Marksistler olduklarını ve devrimci Marksizm öğretisini savunmak istediklerini ileri süren Kautsky de, Plekhanov da, bu konuda susarlar. Burada, Marksizm ile anarşizm arasında, oportünistleri olduğu kadar Kautskistleri de belirleyen ve üzerinde konuşmak zorunda kalacağımız ayrım üzerine, o aşırı görüş yoksulluğunun köklerinden biri göze çarpar. Marx’ın, Komün deneyi üzerine aktarmış bulunduğumuz düşüncelerinde, federalizmin izi bile yoktur. Marx, Proudhon ile, yalnızca oportünist Bernstein’in ayrımsamadığı bir nokta üzerinde uzlaşır. Bernstein’in onları uzlaşmış gördüğü yerde ise, Marx, Proudhon ile uzlaşmazlık içindedir. Marx, Proudhon ile şu anlamda uzlaşır ki, her ikisi de güncel devlet makinesinin “yıkılma”sından [sayfa 72] yanadırlar. Marksizmin anarşizm ile (Bakunin ile olduğu gibi Proudhon ile de) bu benzeşmesini ne oportünistler görmek isterler, ne de Kaustkistler; çünkü onlar, bu nokta üzerinde, Marksizmden uzaklaşmışlardır.”
“Marx, federalizm konusunda (proletarya diktatorasından ayrı olarak), Proudhon ve Bakunin ile uzlaşmazlık içindedir. Federalizm ilkeleri, anarşizmin küçük-burjuva düşünlerinden çıkar. Marx, merkeziyetçidir. Ve ondan aktarılan parçalarda, merkeziyetçiliğe en küçük bir aykırılık yoktur. Yalnızca devlete karşı boş bir küçük-burjuva ‘inanı’ ile dolu kimseler, burjuva devlet makinesinin yıkılmasını merkeziyetçiliğin yıkılması olarak anlayabilirler!
“Ama proletarya ve yoksul köylüler, eğer devlet gücünü ellerine alır, komünler içinde tamamen özgür bir biçimde örgütlenir ve sermayeyi vurmak, kapitalistlerin direncini kırmak, demiryollarının, fabrikaların, toprağın vb. özel mülkiyetini ulusun tümüne, toplumun tümüne devretmek için, bütün komünlerin eylemini birleştirirlerse, bu, merkeziyetçilik olmayacak mıdır? Bu, en tutarlı demokratik merkeziyetçilik, üstelik de proleter bir merkeziyetçilik olmayacak mıdır?
“Bernstein, özgür onaya dayanan bir merkeziyetçilik olanağını, komünlerin ulus olarak özgürce bir birleşme olanağını, proleter komünlerin burjuva egemenliğini ve burjuva devlet makinesini yıkma ereğiyle gönüllü kaynaşma olanağını tasarlamaya yetenekli değildir. Her hamkafa gibi, Bernstein da, merkeziyetçiliği, ancak tepeden, bürokrasi ve militarizm tarafından dayatılarak ayakta tutulabilen bir şey olarak düşünür. [sayfa 73]
“Marx, öğretisinin bu çarpıtılma olanağını sanki önceden görmüş gibi, Komün’ü ulusun birliğini yıkmak ve merkezi iktidarı ortadan kaldırmak istemiş olmakla suçlamanın, bile bile bir yanlışlık yapmak olduğunu özellikle belirtir. Marx, askeri, bürokratik burjuva merkeziyetçiliğine karşı, bilinçli, demokratik proleter merkeziyetçiliğini koymak için, o ‘ulus birliğini örgütleme’ deyimini özellikle kullanır.
“Ama … işitmek istemeyenden daha kötü sağır yoktur. Ve çağdaş sosyal-demokrasi oportünistleri de, devlet iktidarının yıkılmasından, bu asalağın kesilip açılmasından söz edilmesini, hiç mi hiç işitmek istemiyorlar.”
Marksizmde komünler ve merkeziyetçilik sorunu bu kadar açık ve nettir.
Lenin, yeni sosyalist toplumun sadece politik tablosunu çizmemiş, “komünler”in demokratik merkeziyetçiliğine vurgu yaparak ileride uygulanacak ve demokratik merkeziyetçiliğe dayanan ekonomik planların da temelini atmıştır. İşletmelerin demokratik bir biçimde planlarını yapmaları ve bunu merkezi ekonominin ihtiyaçlarını gözeterek düzenlemeleri ve sonuçta bütün bu planların merkezi bir plan içerisinde bir araya getirilmesi, kaynaştırılması, en üst düzeyde birleştirilmesi… Bu planlama ilkesi, sosyalist planlamanın temeli olmuştur.
Şimdi geçiş dönemine ilişkin olarak Marx’ın yaklaşımına dönebiliriz. Marx geçiş dönemine ilişkin düşüncelerini ünlü “Gotha Programı’nın Eleştirisi”nde açık seçik ortaya koymuştur. Marx’ın düşüncelerinde geleceğe yönelik hayali tespitler yer almaz. Marx, her konuda olduğu gibi, bu konuda da tamamen gerçekçidir. Toplumların gelişimini, bu gelişimi harekete geçiren yasaları, bunların etkilerini ve bu etkilerin nasıl kırılabileceğini gerçekçi bir biçimde ortaya koyar. Aktaracağımız parçalar bütün bunların canlı tanıklarıdır.
“Burada ele almamız gereken, kendi temelleri üzerinde gelişmiş olan değil, tersine, kapitalist toplumdan doğduğu şekliyle bir komünist toplumdur; dolayısıyla, iktisadi, manevi, entelektüel, bütün bakımlardan, bağrından çıktığı eski toplumun damgasını hâlâ taşıyan bir toplumdur. Bu bakımdan birey olarak üretici (gerekli indirimler yapıldıktan sonra), topluma vermiş olduğunun tam karşılığını alır. Onun topluma verdiği şey, birey olarak, kendi emek miktarıdır. Örneğin, toplumsal işgünü, bireysel çalışma saatleri toplamından oluşur; her üreticinin birey olarak emek-zamanı, toplumsal işgünü olarak sunmuş olduğu kısımdır, onun bu bakımdan katkısıdır. O, toplumdan, şu kadar emek verdiğini saptayan bir belge alır (bunda kolektif fonlar için sarfetmiş olduğu emeğin indirimi yapılmıştır) ve, bu belge ile, toplumun tüketim araçları stoklarından, emeğinin eşit bir tutarı kadar bir miktar alır. Topluma, bir biçimde sunmuş olduğu aynı emek miktarını, ondan, başka bir biçimde geri alır. Besbelli ki, burada uygulanan ilke, eşit değerler değişimi olduğu ölçüde, meta değişimini düzenleyen ilkenin aynıdır. İçerik ve biçim değişmiştir, çünkü değişmiş koşullar altında hiç kimse emeğinden başka bir şey veremez ve öte yandan da bireylerin mülkiyetine bireysel tüketim araçlarından başka hiçbir şey geçemez. Ama birey olarak ele alınan üreticiler arasında bunların dağıtımı konusunda egemen ilke, eşdeğer metaların değişimine hükmeden ilkeden farksızdır: bir biçimdeki belli bir miktar emek, başka bir biçimdeki eşit miktar emekle değişilmektedir.
Demek ki, meta değişiminde eşdeğer değişimi yalnızca ortalama olarak varolduğu, tek tek durumlarda olmadığı halde, ilke ile pratiğin ortak çekişme içersinde olmamasına karşın, eşit hak, burada, hâlâ -ilke olarak- burjuva haktır. Ama bu ilerlemeye karşın, eşit hak, hâlâ burjuva sınırlar içersinde kalmaktadır. Üreticinin hakkı, sunmuş olduğu emekle orantılıdır; buradaki eşitlik, ölçümün eşit bir ölçüt ile, emek ile yapılması olgusudur…
“Örneğin, bu durumda olduğu gibi, geri kalan her şeyden tecrit ederek yalnızca işçi olarak hesaba katıldıklarında, aynı bir ölçütle ölçülebilirler. Ayrıca, bir işçi evlidir, öteki değildir; birinin ötekinden daha çok çocuğu vardır, vb., vb.. Bu durumda eşit emek sarfettikleri halde ve dolayısıyla toplumsal tüketim fonundan eşit ölçüde yararlanma olanağına sahip bulundukları halde, biri gerçekten ötekinden çok alacaktır, biri ötekinden daha zengin olacaktır, vb.. Bütün bu sakıncalardan uzak durabilmek için, hak, eşit olacak yerde, eşit olmamalıydı. Ama bu gibi kusurlar, uzun ve sancılı bir doğumdan sonra kapitalist toplumdan çıkıp geldiği şekli ile komünist toplumun birinci evresinde kaçınılmaz şeylerdir. Hukuk, hiçbir zaman, toplumun iktisadi yapısından ve onun koşullandırdığı kültürel gelişmeden daha yüksek olamaz…”
Marx’ın son derece çarpıcı bir biçimde resmini çizdiği bu geçiş döneminde henüz burjuva hukukunun dar ufku aşılmamıştır. Yeni toplum içinden çıkıp geldiği eski toplumun izlerini taşır ve bu dönem komünizmin ilk evresi ya da sosyalizm olarak adlandırılmaktadır. Peki, ama bu durum nasıl aşılacaktır? Bunun yanıtını da Marx’ın açıklamalarının devamında buluruz.
“Komünist toplumun daha yüksek bir evresinde, bireylerin işbölümüne kölece boyun eğmesinin ve onunla birlikte de kafa emeği ile kol emeği arasındaki çelişkinin ortadan kalkmasından sonra; emek, yalnızca yaşam aracı değil, yaşamın birincil gereksinmesi haline gelmesinden sonra; bireylerin her yönüyle gelişmesiyle birlikte, üretici güçlerin de artması ve bütün kolektif zenginlik kaynaklarının gürül gürül fışkırmasından sonra – ancak o zaman, burjuva hukukunun dar ufukları tümüyle aşılmış olacak ve toplum, bayraklarının üzerine şunu yazabilecektir: ‘Herkesten yeteneğine göre, herkese gereksinmesine göre!’”
Görüldüğü gibi, Marx’ta ne federalizmin ne de piyasacılığın zerre kadar bir izine rastlanabilir. Ayrıca sosyalizmin başarıyla inşa edildiği dönemde de piyasa sosyalizmine hak verecek en küçük bir uygulama bile yoktur. Zaten ne zaman işin içine piyasa unsurları girmeye başlamıştır, artık o zamandan sonraki süreç sosyalizmin çözülmesi süreci olmuştur. Kruşçev’le başlayan bu süreç de, Gorbaçov’un uluslararası kapitalizm karşısında açıkça beyaz bayrak sallaması ile sonuçlanmıştır.
Marx’da piyasacılığın, kooperatifler federalizminin zerresi bile bulunmuyor dedik. Bu kısmı, onun konumuzla doğrudan ilişkili olan devlet üzerine söyledikleri ile kapatmak yerinde olacaktır. Çünkü kooperatifçilikle, özyönetimcilikle darbelenmiş bir devletin işçi sınıfının komünizme gitme amacını gerçekleştiremeyeceği yeterince kanıtlanmış bir gerçektir. Marx, Gotha Programının Eleştirisi’de “özgür devlet” üzerine yapılan gevezelikleri eleştirir ve zaten sınıf egemenliğine dayanan devletlerin toplumun üzerinde baskı aygıtı olarak “özgür” olduklarına vurgu yapar. Ardından devlet konusunda her komünistin akılda tutması gereken şu temel tespitleri yapar. “Komünist bir toplumda devlet, hangi değişikliğe uğrayacaktır? Başka bir deyişle, böyle bir toplumda devletin bugünkü işlevlerine benzer hangi toplumsal işlevler bulunacaktır? Bu soru, ancak bilimsel yoldan yanıtlanabilir ve halk sözcüğü devlet sözcüğüyle binbir biçimde bileştirilerek bu sorun bir arpa boyu ilerletilmiş olmaz. Kapitalist toplum ile komünist toplum arasında, birinden ötekine devrimci dönüşüm dönemi yer alır. Buna da bir siyasal geçiş dönemi tekabül eder ki, burada, devlet proletaryanın devrimci diktatörlüğünden başka bir şey olamaz.”
Bu siyasal geçiş dönemi ne kadar sürecektir? Marx falcılık yapmaz ve yukarıda da alıntıladığımız şu maddi zeminden hareket eder. “Komünist toplumun daha yüksek bir evresinde, bireylerin işbölümüne kölece boyun eğmesinin ve onunla birlikte de kafa emeği ile kol emeği arasındaki çelişkinin ortadan kalkmasından sonra; emek, yalnızca yaşam aracı değil, yaşamın birincil gereksinmesi haline gelmesinden sonra; bireylerin her yönüyle gelişmesiyle birlikte, üretici güçlerin de artması ve bütün kolektif zenginlik kaynaklarının gürül gürül fışkırması”yla artık eski toplumun tüm kalıntıları tarih olacak, insanlığın önüne özgürlükler dünyası açılacaktır.
Marx’ın bu yanıtında daha önce de kısmen ama temel çizgileri ile tartıştığımız “üretici güçler” sorunu yeniden gündeme gelir. Burada konuyu bitirmeden önce kapitalizmin ve sosyalizmin üretici güçler üzerinde nasıl bir etkide bulunduğunu kısaca ama temel çizgileri ile ele almak doğru olacaktır.
Olgunlaşma düzeyine ulaşmış bir kapitalizmin –yani günümüz kapitalizmi ve bu kapitalizmin en geliştiği “zirve ülkeler” kastedilmektedir. Bunlar ABD, Japonya, Almanya, İngiltere, Fransa, İtalya gibi ülkelerdir. Çin, Hindistan vb. ülkelerde ise kapitalizmin henüz fethedeceği geniş bir alan bulunmaktadır– üretici güçlerin gelişmesine engel olduğu bugün daha fazla ortaya çıkmaktadır. Kapitalizmin tüm sınırlamalarına ve engellemelerine rağmen üretimde kısmi artışlar yaşanabilmekte, ama bu gelişmeler kapitalist ekonominin anarşik gelişme özelliği nedeniyle topluma ağır bir fatura çıkarmakta, krizler artmakta, genel olarak sadece ekonomide değil, tüm toplumda durgunluk, çürüme eğilimleri yaygınlaşmaktadır. Örneğin ABD’de son 20 yılda sanayide kapasite kullanım oranı ortalama %77.7 olmuştur. Japonya ise, son on yılda, neredeyse durgunluktan hiç çıkmamıştır. Burjuva ekonomistleri bugün “kronik durgunluk” sorunlarını tartışmaktadırlar. Burada açıkça vurgulamak gerekir ki, bu toplumlarda –kapitalizmin en olgun olduğu toplumlarda– kapitalizmin söyleyebileceği yeni tek bir söz bile bulunmamaktadır. Bu toplumlar –yukarıda sayılan ülkeler– üretimin toplumsal karakteri ile mülk edinmenin özel biçimi arasındaki temel çelişkiyi çözememenin bunalımını yaşamaktadırlar. Yani bu ülke toplumlarının temel çelişkisini oluşturan üretici güçlerle üretim ilişkileri arasındaki çelişki çözülememiş, üretici güçlerin özgürce gelişmesinin yolu açılamamış, bu toplumlar durgunluk, çürüme, insani güçlerin heba edilmesi gibi sorunlarla daha fazla yüz yüze gelir olmuşlardır.
Sosyalist toplum ise, üretici güçlerin gelişmesinin sınırsız bir özgürlüğe sahip olduğu bir üretim biçiminin yolunu açmıştır. Üretimin toplumsal karakteri mülk edinmenin toplumsal karakteri ile tamamlanmıştır. Yani toplumların özgürce gelişmesini engelleyen –zorunlu uygunluk yasası gereği– her türlü uzlaşmaz karşıt çelişki tarih olmuştur. Kapitalizmde makine kullanmanın sınırları belirlidir. Makine yerine geçtiği canlı emekten daha fazla kâr sağlamalıdır. Aksi halde kullanılmaz ve bir makine ancak kapitaliste artı-değer sağladığı sürece üretebilir. Kriz dönemlerinde insanların ihtiyacının olmasına rağmen makinelerin çalışmamasının nedeni de budur. Makineler toplum için değil, kapitalistin kârı için vardır, üretilir ve üretir.
Sosyalizmde ise makineler toplumsal mülkiyet olduğundan gelişmeleri sınırsızdır ve eğer emek gücünün yaptığı bir işi makineleşme çözüyorsa, bu makine tereddütsüz üretime sokulur. Bu, aynı zamanda üretici güçlerin canlı kesiminin, yani insanın sınırsız insani gelişmesinin yolunu da açar. Bugünkü olgunlaşmış kapitalist üretimde makine insanı köleleştirirken, her yeni makine açlık, işsizlik, geleceğe güvensizlik ve sefalet anlamına gelirken, sosyalizm ona, yani insana özgürlüğünü geri verir, “resim yapıp, balık tutabileceği”, çalışmayı yaşamın bir gereği sayacağı özgürlük dünyasının kapısını aralar.
Kısacası kapitalizm üretici güçlerin cansız –makineler– ve canlı –işçi ve emekçiler, yani insan!– kesimlerinin gelişmesini engellerken, sosyalizm onların bütün potansiyelini serbest bırakır. Ama kapitalizmin ideologlarına, onların çanağından artık yiyen “serbest piyasacı sosyalistlere” bakılırsa, kapitalizm insanları “özgürleştirir ve geliştirir”, sosyalizm ise köleleştirir ve gelişmesini engeller. Bu büyük bir yalandır. Kapitalist ülkelerdeki durum, kriz dönemlerinde yaşananlar ortadadır ve insanlık maddi ve manevi bir çöküşe sürüklenir. Marx’ın komünizmde üretici güçlerin önünün özgürce açılmasından söz ederken, kafa emeği ile kol emeği arasındaki çelişkinin ortadan kalkacak olmasına vurgu yapması son derece önemlidir. Çünkü bu, üretici güçlerin canlı ögesinin, yani insanın özgürce gelişmesinin önündeki tüm sınırların kalkmış olduğunu ifade etmektedir. Kır ile şehir, kafa emeğiyle kol emeği arasındaki çelişkilerin ortadan kalkması sosyalizmin üretici güçlerinin tüm sınırlamalardan ve engellerden kurtulduğu anlamına gelir. Bugünün olgunlaşmış kapitalizminin üretici güçleri ise, insanın önünü açmak bir yana, onu sürekli olarak “fazla nüfus” arasına atmakta, işsizlik, yoksulluk yaygınlaşmaktadır. Durum bu kadar açıkken, kapitalizmin insan özgürlüğüne saygı duyduğu ve insanı geliştirdiğinden söz etmek büyük bir yalan değilse nedir ki?

SOSYALİZM VE İNSAN
Eagleton kitabında yer yer sosyalizmde “insan sorunu”na da değinir. Bu nedenle bu yazıda kısaca da olsa onun sosyalizm ve insan sorununa nasıl yaklaştığını ele almak yararlı olacaktır. Eagleton büyük bir rahatlıkla şunları yazabilmektedir: “Herhangi bir sosyalist kurumun da fırsatçılardan, kabadayılardan, hilebazlardan, serserilerden, beleşçilerden, otlakçılardan ve bazen de psikopatlardan şöyle böyle payını alması beklenebilir. Böyle olmayacağına dair Marx’ın yazılarında hiçbir şey yoktur. Bunun yanı sıra, eğer komünizm herkesin toplumsal yaşama mümkün olduğunca dolu dolu katılımıysa, daha çok kişi işin içine girdikçe, o zaman daha az değil, daha çok çelişkinin olması beklenir. Komünizm, insan anlaşmazlıklarının sonu anlamına gelmez. Yalnızca sözcük anlamıyla tarihin sonu bunu yapabilir. Haset, saldırganlık, tahakküm, açgözlülük, ve rekabet gene olacaktır. Bunlar sadece kapitalizmde aldığı biçimlerde olmayacaktır; nedeni, üstün insan erdemleri değil, kurumların değişmesidir.”
Kâr bölüşümüne dayanan, özyönetimi olan “kooperatif sosyalizmi” Eagleton için insan sorununun gelişmesinin anahtarıdır. O şunları yazar: “Bir kişinin böyle bir birime katkısı bir tür kendini gerçekleştirmeye yol açarken, aynı zamanda diğerlerinin iyiliğine de katkıda bulunur ve bu sadece o birim öyle kurulduğu için mümkündür. Çalışma arkadaşlarıma ilişkin müşfik düşünceler beslemem gerekmez ya da iki saatte bir fedakarlık krizine girip kendimi kamçılamam gerekmez. Yalnızca karı ortaklaşa bölüştüğümüz, eşitlikçi olduğumuz ve birlikte yönettiğimiz için benim kendimi gerçekleştirmem, diğerlerinin de gelişmesini sağlar. Bu kişisel erdem sorunu değil, yapısal bir meseledir.”
Sanırız, bu alıntılar, Eagleton’un “sosyalist insanı”nın, dahası “komünizmdeki insanı”nın hangi manevi değerlerle donanmış olduğunu anlamamıza yetecektir. Ama onun sosyalist insanının kapitalizmin yarattığı insan tipinden pek bir farkı bulunmamaktadır. Ancak Eagleton’un hakkını yememek gerekir, bütün bu insan özellikleri kapitalizmde aldığı biçimlerde olmayacaktır! Çünkü “kurumlar” değişmiş, “yapısal” sorunlar “çözülmüştür.” Kuşkusuz sosyalizmde ve onun üst aşaması komünizmde insanlar bireysel olarak aynı yeteneklere, aynı özelliklere, aynı karaktere sahip olmayacaklardır. Eğer bu anlamda bir “eşitlikten” söz ediliyorsa, zaten böyle bir eşitlik olmayacaktır ve sosyalizm de böyle bir eşitlik vaad etmez. Ancak sınıfsal eşitsizlikler ortadan kalkacak, kır ve şehir arasındaki, kafa emeği ile kol emeğinin, basit emek ile birleşik emeğin arasındaki farklılıklar silinmeye doğru gidecektir. İnsanların sosyal yaşam koşulları, gerçekleştirmek istediklerine ulaşma olanakları büyük ölçüde çözülmüş sorunlar olacaktır.
Böyle bir toplumda insanların “hırslarını” körükleyecek, elde etmek istedikleri makamlar, bu makamlarla donatılmış “kurumlar” olacak mıdır? Sosyalizmin üst aşamasında en büyük kurum olan devlet olmayacaktır. Engels’in deyimi ile, o da çıkrık ve balta gibi müzedeki yerini alacaktır. Devlet ortadan kaldırılmayacak, giderek “sönümlenecektir.” Bunun anlamı, “devlet işi” olarak görülen işlerin toplumun devamı ve gelişmesi için tüm topluluğun üyelerine dağıtılması, giderek bunların kayıt-kuyut işlerine indirgenmesidir. Devlet kurumu olmayacağı gibi bir siyaset kurumu da olmayacaktır. Bu durumun en azından “iktidar hırsı”, “rakibini çekememezlik”, “rekabet” gibi özellikleri insan sorunun karakterinden sileceğini rahatlıkla söyleyebiliriz.
Gelişkin bir sosyalist toplumda güzel piyano çalan ile çalamayan arasında bir çelişki, çekememezlik olmayacak mı? Kuşkusuz olabilir! Ama bu toplumda güzel piyano çalmak isteyen için bütün gelişme yolları açıktır! Bu nedenle “kıskançlığının” saldırganlığa dönüşmesi için bir neden bulunmayacaktır. Ya da aynı kişiye aşık olan bir kadın veya erkek olmayacak mı? Bunların arasında bir rekabet, düşmanlık olmayacak mı? Bugünkü toplumda bu tür sorunlar nasıl çözülüyor? Toplumun gelişmişlik düzeyine göre sorunların çözülme yöntemi değişiyor. Bazen bir aşk cinayeti –sevdiği için öldürüyor!–, bazen yol kesip dayak atmak, bazen bir başka sevgili bulup intikam almak, bazen de sessizce aradan çekilmek ve seven iki kişinin aşkına saygı duymak, aşk acısını içine gömmek vb. çözüm olabiliyor. Sonuncu çözüm bugünün gelişmiş uygar insanının bulduğu, ulaştığı en iyi çözümdür. Eğer aşırı derecede eşitsizliğin, kötü alışkanlıkların, rekabetin ve hırsın sonuna kadar körüklendiği bugünün toplumunda sonuncu örnek türünden çözümler olabiliyorsa, sosyalizmde ve onun üst evresi komünizmde insanların daha yüksek sorumluluk ve ahlaki değerlere sahip olmayacağını kim hangi gerekçe ile ileri sürebilir? Umutsuz bir aşk, kişilerin içinde aşk olarak kalır ve belki de kişinin kendisinden başka kimsenin bundan haberi bile olmayabilir!
Hırs, rakabet, saldırganlık, açgözlülük vb. özellikler bugünün kapitalist toplumunun “insani değerleri”dir. Bu değerlerin temelinde de özel mülkiyet, mülkiyet sahipliğinden türemiş, bencilce sahip olma hırsı, sınıflı toplum için önemli olan iktidar olma, sahip olma hırsı vb. bulunmaktadır. İnsanlar eşit koşullar içinde bulunmadığı için bu tip sorunlar trajik durumların ortaya çıkmasına yol açabilmektedir. Tüm zamanlara ve toplumlara özgü bir “insan doğası” bulunmamaktadır. İlkel komünal toplumun bir üyesi topluluğun bir malını cebine indirmeyi düşünmezdi. Çünkü zaten o tüm toplumla birlikte kendisinin de sahip olduğu, yararlandığı bir şeydi. Bencillik, hırs vb. duygular bu insana yabancıydı. Çatalhöyük’te yapılan ve devam eden kazılarda şimdiye kadar herhangi bir kamu kuruluşunun kalıntısına rastlanmadı. Ama Eagleton, bizi, sosyalist toplumun gelişkin insanının “değişen kurumlar” içinde hırsı, rekabeti, bencilliği devam ettireceği konusunda ikna etmekte kararlı gözüküyor! Çünkü Eagleon’a göre, sosyalist toplumda sadece kurumlar değişmiş, eski toplumun egemen insan karakteri olduğu gibi kalmıştır!
“İnsan doğası” denilen özellikler bütünüyle tarihsel ve toplumsal koşulların ürünüdür. Köleci toplumun kölesi, insan sayılmıyordu. Bir yük hayvanı ya da bir alet gibi görülüyordu. Sınıflı toplumlarda, üst sınıflarla alt sınıfların değerleri hep farklı oldu. Feodal toplumun üretici insanı yarı köle idi. Üst sınıflar içinde yağma için savaş büyük kahramanlık örneği, asilce bir davranış olarak kutsanıyordu. Bu “değerler” o dönemin toplumsal yaşantısına damga vuruyordu. Kapitalist toplumun insanı ise, bütünüyle özgür ve eşit bir bireydir! Ama bu insan, özgürlüğünün, sadece emek gücünü satma özgürlüğü olduğunu kendi deneyimi ile anlar. Emekçi ile patronun eşit olmadığı ve olamayacağı yine toplumsal deneyimle öğrenilir. Kâr ve mülkiyet hırsı, rekabet ve üste çıkma mücadelesi bu toplumun insanı için son derece “doğal” özelliklerdir. “İlkçağ devletinin doğal temeli kölelik idi; modern devletin doğal temeli ise burjuva toplum, burjuva toplum insanı, yani öteki insanlara özel çıkar ve bilincinde olmadığı doğal zorunluluktan başka hiçbir bağla bağlanmış bulunmayan bağımsız insan, çıkara dönük emeğin kendi öz bencil gereksinmesi ile ötekinin bencil gereksinmesine köleliğidir.”
Materyalist tarih ve toplum anlayışı, insanı çevreleyen dış koşulların tümüyle değişmesiyle, insanın da bütünüyle farklı bir karaktere bürüneceğini açıkça kanıtlar. “Eğer insan tüm bilgiyi, duyuyu, vb.., duyulur dünyadan ve bu dünya içindeki deneyden alıyorsa, demek ki önemli olan şey deneysel dünyayı, insanın orada deneyim yapıp gerçekten insanal olan şeyin alışkanlığını edineceği, kendi insan niteliğinin deneyimini yapacağı biçimde düzenlemektir…. Eğer insan koşullar tarafından biçimlendirilmişse, koşulları insanal olarak biçimlendirmek gerekir…”
Bu bakımdan, Engels’in ütopik sosyalistlerden Owen’ı ve onun çabalarını anlatırken aktardıkları oldukça önemlidir. Engels İngiltere’de kapitalizmin gelişmesi ve bunun eski toplum biçimi üzerindeki yıkıcı sonuçlarını aktarır ve şöyle devam eder: “Ama daha o zamandan apaçık toplumsal düzgüsüzlükler (anomalies) yolaçıyordu: Kökünden kopmuş bir nüfusun, büyük kentlerin en kötü konutlarında üstüste yığılması — aile içindeki bütün geleneksel soyzinciri, ataerkil bağımlılık bağlarının çözülmesi, — özellikle kadınlar ve çocuklar için, tüyler ürpertici bir ölçüde aşırı çalışma, — kırdan kente, tarımdan sanayiye, kararlı koşullardan her gün değişen kararsız koşullara geçerek, birdenbire yepyeni koşullar içine atılmış bulunan emekçi sınıfın yoğun ahlâk bozukluğu. İşte o zaman, yüceliğe kadar giden çocuksu bir sadelikte, ve aynı zamanda, insanlar için örneği pek görülemeyecek türden doğuştan yönetici bir adam, 29 yaşında bir fabrikacı ortaya çıktı. Robert Owen, Aydınlanlanma çağı materyalist filozoflarının, insan kişiliğinin bir yandan doğuştan gelen yapılışının, öte yandan insanı yaşamı boyunca, ama özellikle yetişme dönemi sırasında çevreleyen koşulların ürünü olduğu yolundaki öğretisini benimsemişti. Onun toplumsal kümesinde bulunan insanların çoğu, sanayi devriminde, bulanık suda balık avlanacak ve hızla zenginleşilecek bir karışıklıktan başka bir şey görmüyorlardı. O, bunda, gözde tezini uygulama ve böylece karışıklığı düzene koyma fırsatını gördü. Bu işi, daha önce, Manchester’de, bir fabrikadaki 500 işçinin yöneticisi olarak başarıyla denemişti; 1800 yılından 1829 yılına kadar İskoçya’da büyük New-Lanark pamuk ipliği fabrikasını yönetici ortak olarak yönetti ve bu işi aynı anlayış içinde, ama daha büyük bir davranış özgürlüğü ve ona Avrupa çapında bir ün kazandıran bir başarı ile yaptı. Çoğu son derece bozulmuş, yavaş yavaş 2.500 kişiye yükselen, ve başlangıçta en karışık öğelerden bileşen bir insan topluluğu, onun tarafından, sarhoşluk, polis, ceza yargılaması, duruşma, toplumsal yardım ve yardımseverlik gereksinmesi gibi şeylerin bilinmediği (abç) dörtbaşı bayındır örnek bir koloni durumuna dönüştürüldü. Ve bu işi, sadece insanları insana daha yakışır koşullar içine sokarak, ve özellikle yetişen kuşağa özenli bir eğitim verdirerek başardı. Anaokullarının bulucusu ve ilk uygulayıcısı oldu. İki yaşından başlayarak, çocuklar okula gidiyorlar, ve orada öylesine eğleniyorlardı ki, onları eve getirmekte güçlük çekiliyordu…”  Owen’in topluluğu kapitalist toplum içerisinde sadece bir adacıktı ve yaşama şansı bulunmuyordu. Ama bu kadarı bile orada yaşayan insanların davranışlarında, karakterlerinde devrimsel bir değişikliğin ortaya çıkmasına yetmişti.
Ama Eagleton komünizm için bütünüyle farklı bir insan portresi çizer. Savunduğu piyasa sosyalizmi anlayışıyla bu temelde kurulan bir toplum hayal ederken, aslında Eagleton’un “haklı” ve “tutarlı” olduğu açıkça görülür. Eğer komünist toplum Eagleton’un “özyönetimli”, “kar ortaklığına” dayanan “kooperatifleri” ile kurulacak olursa, kuşkusuz bu toplumun insanları daha fazla kazanmayı, kâr etmeyi, para biriktirmeyi, zengin olmayı, bencilce duygular peşinde koşmayı, mülkiyet hırsını sürekli ayakta tutmayı, hatta faizle para vermeyi, kooperatifin kasasını hortumlamayı mutlaka başaracaklardır! Bu açıdan bakıldığında Eagleton’un “komünist insanı”, onun “piyasa sosyalizmi”ne dayalı olarak kurduğu sosyalizminin doğal sonucu olarak görülmelidir. Eagleton, bilimsel sosyalizm açısından olmasa da, piyasa sosyalizmi açısından son derece doğru bir tespit yapmıştır. Eagleton’un insanı “piyasa sosyalizmi”nin, aynı anlama gelmek üzere kapitalizmin insanıdır.
Sosyalist bir toplumda bireysel farklılıklar, farklı yetenekler, kıskançlıklar vb. olacaktır. Sosyalizm ve onun daha üst evresi komünizm böylesine bir eşitlik, “fabrikasyon insan üretimi” vadetmemektedir. Ancak o dönemde ortaya çıkan sorunlar insanlar arasında uzlaşmaz çelişkilerin ortaya çıkmasına yol açmayacaktır. Bir diğerini daha güzel resim yaptığı için kıskanan birinin önünde, kendi yeteneklerini diğeri kadar geliştirmekten başka bir yol bulunmamaktadır. Bunu yapmak içinse bütün olanaklara sahiptir. Bu duygunun kendisinde yıkıcı bir hırsa, yok edici bir rekabete yol açması için hiçbir maddi zemin bulunmamaktadır. Böyle bir toplumda “otlakçıların, beleşçilerin” bulunmasının maddi bir zemini de bulunmayacaktır. Komünizm de “açgözlülük, saldırganlık” bulunması için ne gibi bir gerekçe olacaktır? Bu özellikler, herhalde insan soyunun geçmiş sınıflı toplumlara özgü özellikleri olarak tarihe karışmış olacaktır.
Bitirirken şunları vurgulamamız gerekiyor: Eagleton ne Marx’ı, ne onun yoldaşı Engels’le birlikte temellerini attığı bilimsel sosyalizmi savunuyor. Onun savunduğu piyasa sosyalizmi, burjuva, idealist tarih teorisidir. Bugünün dünyasının keskin çelişkilerini, bunalımlarını ve içine saplanıp kaldığı çözümsüzlüklerini gören her genç ve işçi, her aydın kuşkusuz bir arayışa yönelmektedir. Tam da burada, karşılarına, Marksizm adına Eagleton gibilerin anti-Marksizmi çıkarılmaktadır. İşte bu nedenle bu tür teorilerin köklü eleştirileri özellikle zorunludur ve bu iş kuşkusuz aralıksız yapılmalıdır.

Temel bir hak ve toplumsal bir talep olarak anadilinde eğitim

Eğitim, verili toplumsal yapının ve egemen ideolojinin yeniden üretimi işlevini etkili bir şekilde yerine getiren bütünlüklü bir ilişki ve süreci ifade eder. Kapitalist ilişki ve süreçlerin egemen olduğu toplumlarda eğitim sistemi, kaçınılmaz olarak o toplumdaki sınıf farklılıkları başta olmak üzere, yarattığı ve derinleştirdiği her türlü farklılaşmanın (toplumsal cinsiyet, etnik ve inanç farklılıkları vb.) eğitim sistemi aracılığıyla yeniden üretiminde önemli bir işlev görür. Eğitim sistemi dolayımıyla, bir taraftan söz konusu farklılaşmalar üzerinden eşitsizliklerin sürmesi sağlanırken, diğer taraftan tüm bu farklılıklar üzerinden sistemin işleyiş mantığına paralel olarak, bahsi geçen farklılıkların görünmezliği sağlanmaya çalışılır.
Kapitalizm, eğitim sistemi üzerinden işleyiş mantığı ile uyumlu bir toplumsal yapı ve işleyiş oluşturmaya çalışırken, bireyleri belli standartlar içinde normalleştirerek, toplumdaki güç ve iktidar ilişkilerinin içselleştirilmesini sağlamış, bu genel mantığı kabul etmeyenlere karşı ise baskı ve tahakküm araçlarını kullanmaktan geri durmamıştır.
Sanayi devrimine paralel olarak gelişen zorunlu eğitim uygulaması, insanları kapitalizmin ihtiyacı olan ve önceden belirlenmiş düşünsel ya da davranışsal kalıplara dökmek üzere gündeme gelmiştir, ama kuşkusuz ki ileri bir adımdır.
Kapitalist toplumda eğitim sistemi, gerek yapısı, gerekse işleyişi itibariyle, şüphesiz ki kapitalizmin ihtiyacı olan “eğitilmiş insan”ı üretmek üzere işlerken, eğitim hakkı kavramının nasıl somut hale geleceği önem kazanır. Eğitim hakkı talebi, aynı zamanda emekçilerin, egemen konumda olmayan etnik kimliklerin, farklı dil ve kültürlerin yetkinleşme ve farklı olmak üzerinden kendisini özgürleştirme (özne olarak kabul edilme) ihtiyacını da kapsamak zorundadır.
Ezilen sınıf ve halk kesimleri açısından bakıldığında, eğitim hakkı talebini, toplumdaki farklılıkların özgürleşmesine olanak sağlayacak bir eğitimi de kapsamak üzere, parasız, bilimsel, demokratik, zorunlu ve anadilde eğitim sistemi oluşturulması yönündeki talepler olarak ifade etmek mümkündür. Bu noktada, eğitim hakkı kavramını, eğitimin mevcut amaç, yapı ve işleyişini, toplumda egemen olmayan halk kesimlerinin ihtiyaçları, eşitlik ve özgürlük talepleri doğrultusunda dönüştürmeye yönelik, geçerli siyasal bir talep olarak yorumlayabilmek de mümkündür.
Eğitim hakkının yaşama geçirilmesinin en temel koşullarından birisi, kamu tarafından yürütülmesi ise, diğer koşulunun da, içeriğinin yine kamusal bir anlayışla parasız, bilimsel, demokratik, laik ve anadilinde olması, farklı dil ve kültürlerin özgürce gelişmesini sağlamayı hedeflemesidir. Bu koşullar sağlanmadığında, eğitimin, o anki mevcut statükoyu yeniden üreterek
devamlılığını sürdürmeye çalışan, bu haliyle eğitimin hak olmaktan çıkıp, yapılması zorunlu bir görev haline gelmesi kaçınılmazdır.
Bütün ulusal ve uluslararası belgelerde, herkesin eğitim görme hakkına sahip olduğu belirtilir. Söz konusu belgelere bakarsanız, cinsiyeti, etnik ve dinsel kimliği ne olursa olsun, herkes, insan olduğu için, kendini geliştirme, kendini oluşturma hakkına sahiptir. Ancak eğitimde var olan eşitsizliklerin, sınırlamaların ve yoksunlukların ortadan kaldırılmasının kabul edilmesi, gerçek anlamda özgürlükçü eğitim anlayışına dayalı bir eğitim hakkının yaşama geçirilmesi anlamına gelmez. Eğitimin temel bir insan hakkı olması, bu hakkı kullanırken hak sahiplerinin taleplerini (örneğin güncel bir talep olan anadilinde eğitim hakkı talebini) özgürce, hiçbir yasak ya da koşul ileri sürülmeden dile getirebilmesini ve uygulanması için gerekli adımların atılmasının istenmesini gerektirir. 
“Eğitimde fırsat eşitliği” söylemi, herkesin eğitim olanaklarından eşit bir şekilde yararlanması gerektiğinin ifadesi olarak sık sık kullanılsa da, gerçek yaşamda bu ifadenin hiçbir somut karşılığı yoktur. Buradaki eşitlik kavramı, sadece basit bir matematiksel eşitliği anlatan soyut bir eşitliktir. Yasalarda belirtilen eşitlik söylemleri (örneğin hiç kimse eğitim hakkından mahrum bırakılamaz ya da ilköğretim okullarında eğitim parasızdır ifadeleri) sadece hukuksal bir anlam taşımakta, gerçekte eğitim hakkından ve dolayısıyla eğitim olanaklarından her bireyin “eşit” koşullarda yararlandığı anlamına gelmemektedir. Öte yandan herkese eşit eğitim olanakları sunmak, her bireyin sahip olduğu farklılıklar gözetilerek “eğitim hakkı” sunmak anlamına gelmemektedir. Bu nedenle “eğitimde fırsat eşitliği” yerine, “eğitim hakkı” kavramını kullanmak ve benimsemek doğrudur.

DİL, ANADİL VE ANADİLİNDE EĞİTİM
İnsana ilişkin olarak yapılan çok sayıda tanımda iki temel ögenin ön plana çıktığı görülür; düşünce ve dil. Dilin düşünceyi, düşüncenin dili beslediği gerçeği, kişilik biçimlenmesinde anadilinin ve kültürün ne kadar önem taşıdığını ortaya koymaktadır. İnsanları doğadaki diğer canlılarla karşılaştırdığımızda, insanın aklı, düşünceleri ve en önemlisi dilinin öne çıktığı görülür. İnsan düşünen, düşündüğünü eyleme dönüştürebilen, bu nedenle de dilin yaratıcısı olan bir varlık olarak kendisini gerçekleştirir.
Anadil (kök dil) terimi, dil ailesi içinde kendinden farklı diller türetecek kadar zengin, eski ve kapsamlı dilleri ifade eder. Örneğin, bir anadil olarak Türkçeden farklı Türkçeler doğmuştur (Türkiye Türkçesi, Kıbrıs Türkçesi, Azeri Türkçesi, çeşitli Türki halkların Türkçesi vb.). Anadili ise, çocuğun kendi annesinden, ailesinden, çevresinden, içinde bulunduğu kültürel/dilsel topluluktan belirli, bilinçli bir öğrenim evresi olmaksızın edindiği, öğrendiği dildir. Anadili, insan kadar doğal olan, insanın hayatında vazgeçilmez yeri bulunan dildir. Anadili edinimi ve öğrenimi, hemen doğumun ardından başlayan bebeklik ve çocukluk yıllarında elde edilerek biçimlenir .
Birey kendi diliyle diğer dillere oranla daha rahat düşünür ve aldığı eğitimin içeriğini daha rahat kavrar, kendine güvenir ve toplumsal bir varlık olarak kişiliği daha iyi gelişir. Anadili eğitimi, bireyin toplumsal bir varlık olarak gelişmesinde, içinde yaşadığı çevreyi ve dünyayı algılama ve yorumlamasında, özgür ve eleştirel düşünebilmesinde önemli bir rol oynar. Anadili eğitimi, ilköğretimden başlayarak, tüm eğitim basamaklarında ve daha sonra da bir yetişkin olarak sürdüreceği yaşamındaki başarısında temel belirleyicilerden bir tanesidir. Birey, bir anlamda toplumsal ilişkiler sistemine anadili ile katılır, anadili ile toplumun bir parçası olur.
Anadilinde eğitim, ilk olarak genel eğitimle başlamıştır. İnsanlık tarihinde ilk eğitim etkinlikleri yine anadilinde yapılmıştır. İnsanlar, ilkel-komünal toplumdan göçebe hayata geçişte, özellikle avcılıkta ihtiyaç duyulan fiziki ihtiyaçlarının elde edilmesinde eğitimden büyük oranda yararlanmıştır. O dönemde eğitimin amacı ise, daha çok topluluk içindeki deneyimlilerin deneyimlerini yeni yetişen nesillere ve deneyimsizlere aktarması şeklinde olmuştur.
İnsanların göçebelikten yerleşik yaşama geçişi ile birlikte özel mülkiyet sistemi ve egemenlik ilişkileri gelişmeye başlamıştır. Özel mülkiyet ve egemenlik sisteminin gelişmesine paralel olarak devlet ortaya çıkmış ve böylece başkalarının emeğinden yararlanmanın olanakları oluşturulmuştur. Zamanla egemen olan sınıf, kendi toplumu içindeki üretimi, kendi istek ve ihtiyaçları doğrultusunda kullanmayı sağlamış, bunun sonucu olarak, yeni toprak ve kaynaklar keşfetmeye yönelmiştir.
Keşfedilen yeni toprak ve kaynakların korunması ve kullanılması, ilk olarak farklı etnik gruplar arasında egemenlik mücadelelerinin başlamasına neden olmuştur. Bu egemenlik mücadelelerinden daha güçlü çıkmak için, önce her topluluk ve kavim ve sonra kapitalizmde her ulus, kendi egemenliği altında bulunan topluluklara kendi dili ve kültürünü zorla kabul ettirmeye çalışmış; bunu yaparken egemenliği altındaki farklı etnik yapıdaki toplumları sömürmüş ve onları sürekli baskı altında tutmaya çalışmıştır.
Türkiye’nin üzerinde bulunduğu coğrafya, tarih boyunca hem birçok dilden medeniyet ve kültürlere beşiklik etmiş, hem de bu medeniyet ve kültürlerin başka coğrafyalara gidip yerleşmesinde önemli bir köprü görevi görmüştür. Yapılan arkeolojik çalışmalar, yerleşik düzene geçişin ilk işaretlerinin Mezopotamya ve Anadolu’nun çeşitli yörelerinde olduğunu ortaya çıkarmıştır.
Bir ülke için önemli olan, ekonomik ve toplumsal başarı sağlamak, dilsel ve kültürel zenginliklerin nesilden nesile aktarılmasının imkanlarını yaratmaktır. Ancak bu başarıldığı zaman toplumsal gelişme ve ilerleme sağlanabilir. Egemenler, bu anlamda bir toplumsal değişim ve ilerlemeyi engelleyebilmek için dünyanın birçok yerinde eğitim olgusuna el atmış, kültürel zenginlikleri talan etmiş, “resmi dil”in dışında kalan ulusal-etnik dillerle eğitimi yasaklamıştır. Buradaki amaç ise, ekonomik sömürü ve ulusal baskının gizlenmesi ve süreklileştirilmesi olmuştur.
Farklı dillerin ulusal birliği ve homojenleşmeyi engellediği iddia edilerek, dilde özleşme ve birlik adı altında tekdillilik savunulmaktadır. Kimi ulus-devletler, özellikle kuruluş aşamasında, kendi içindeki azınlıkları fiziken ortadan kaldırmaya (soykırım) varan sert politikalar uygulamış, kimi de bunun yerine asimilasyon ya da entegrasyon politikalarıyla azınlıkların kendi varlıklarını yeniden üretmelerinin önüne set çekmiştir. Bu durumda da “dil kırımı” (language genocide) da denilen, dillerin yol edilmesi olgusu yaşanmıştır. Bu alanda, daha yaygın olarak benimsenen politika ise, asimilasyon olmuştur .
Dünyada 6000 kadar dil olmasına karşın, bu dillerin tümü 200 ülkede konuşulmaktadır. Bu da, dünyanın tekdilli değil, çokdilli olduğunu göstermektedir. Bazı ülkelerde yüzlerce dil konuşulmaktadır. Örneğin Papua Yeni Gine’de 850, Nijerya’da 427, Kamerun’da 270, Zaire’de 210, Solomon Adalarında 66, Avustralya’da 250, Hindistan’da 380, Endonezya’da 670 farklı dil konuşulmaktadır. Dünyada tekdilli ülke neredeyse yok gibidir. Bütün dillerin yüzde 70’den fazlası 20 ülkede konuşulmaktadır. Tekdilli dünyayı savunanlar, daha çok tek dilin konuşulduğu ülkelerde yaşamaktadır ve zamanı geldiğinde herkesin kullanacağı dilin, kendilerinin dili olacağına inanmaktadırlar. İnsan, iki dilden birini kimlik dili, diğerini de ortak anlaşma dili olarak kullanabilir. Çoğu ülkede de gerçekleşen durum budur. Mesela Fransa’nın Alsace bölgesinde Alzasca kimlik/kültür dili, Fransızca da iletişim dilidir. Türkiye’de Kürlerin yoğun olarak yaşadığı illerde Kürtçe kimlik dili iken, Türkçe resmi/toplumsal bir iletişim dilidir. Aynı durum Avrupa’daki göçmen topluluklar için de geçerlidir .
Dünya nüfusunun önemli bir kısmı çiftdillidir ve çiftdillilik her ülkede uygulamada mevcuttur. (Hatta bir kısmı da İsviçre’de olduğu gibi, çokdillidir.) Ama Avrupa’daki otuz altı devletten yirmi beşi resmen tekdillidir. Genellikle toplumlarda en güçlü gruplar, en güçsüz gruplara dillerini dayatabilmektedirler. Örneğin Finlandiya’da Samiler, Romenler ve İsveçliler Finceyi öğrenmek zorundadırlar, ama Finliler bu dillerden birini öğrenmek zorunda değildir. Yine Britanya’da Britanyalı bir çocuk Pencap bir yana İskoç ya da Gal dilini öğrenmek zorunda değildir, fakat bu “gruplar” İngilizceyi öğrenmek zorundadır. Papua Yeni Gine’de, tüm çocuklar, ülkenin sömürgecilik döneminden miras kalan İngilizce dilinde eğitilmektedir. Benzer örnekler dünyanın başka birçok bölge ve ülkesinden verilebilir. Yakın yıllarda Galli, Breton ve bilhassa Katalanlar, temas halinde oldukları etnik gruplara asimile olmaktan uzak bir biçimde, medya ve eğitim gibi alanlarda yaygın kullanımını sağlayarak, dillerinin ekonomik yaşayabilirliğini desteklemeye girişmişlerdir. Azınlık-etnik dillerin kamusal alanda özgürce ifadesi, anadilinin egemen dilin yanı sıra kamusallaşması adına yapılan eylemler, dil konusunda asla vazgeçilmeyecek bir algıyı yeniden üretmeyi keskin ve sert ifadelerle ortaya koyabilmektedir.

ANADİLİNDE EĞİTİM TALEBİ VE MÜCADELESİ
Türkiye’de Kürt sorunu üzerine yürütülen tartışmalarda geniş bir kesim, devletin Kürt politikasında bir değişim zorunluluğunu görmelerine rağmen, mevcut rejimin ana karakterini oluşturan “tek ulus, tek dil, tek bayrak” söyleminde birleşmekte ve bu geleneksel klişe, devletin tartışılamaz temel özelliği olarak öne çıkmaktadır.
Türkiye, kendi coğrafyasında yaşayan, gerek nüfus ve gerekse coğrafi yerleşim bakımından küçümsenmeyecek ölçülerde bir yaygınlığa sahip olan Kürtlerin bırakalım en temel haklarını tanımayı, kendi dillerinde eğitim görmelerini ve kültürlerini yaşatmayı talep etmeyi bile uzun yıllar “bölücü” bir faaliyet olarak görmüştür.
Türkiye Cumhuriyeti’nin sadece siyasal alana değil, kültürel alana yönelik politikalar üretilmesine yol gösteren “imtiyazsız sınıfsız kaynaşmış bir kitle” yaratma iddiası, eğitim müfredatında ve ders kitaplarında çok açık bir şekilde yansımasını bulmuştur. AKP iktidarı döneminde Türkiye’nin demokratikleştiği, özgürlüklerin alanının genişlediği iddialarına rağmen, müfredatta ve ders kitaplarında ülkedeki etnik, dilsel ve kültürel çeşitliliğe özellikle yer verilmemesi, AKP iktidarının “tek ulus, tek kültür ve tek dil” anlayışını pekiştirerek sürdürmeye çalıştığının en somut kanıtıdır.
Kürt sorununun Türkiye’nin öncelikli sorunu olarak uzunca bir süredir var oluşu ve çözümsüz kalışının başlıca nedenleri arasında, Kürtlerin anadilinde eğitim hakkının tanınmamasının önemli bir ağırlığı vardır. Bugüne kadar anadilinde eğitim taleplerinin şiddetle, gözaltı ve tutuklamalarla yanıt bulması, anadilinde eğitim talebinin sadece anadili Kürtçe olanları değil, toplumun geniş sayılabilecek bir kesiminin konu üzerindeki duyarlılığını arttırmıştır.
Türkiye’de bugüne kadar anadilinde eğitim konusunda benimsenen resmi politika, Türklerden ayrı ve farklı bir ulusal kimliğe sahip olan; farklı ve ayrı uluslaşma sürecinden geçen, üzerinde yaşadıkları topraklarda farklı bir ulusal kültür oluşturanları önceleri yok saymak, sonrasında ise Türk kimliği içinde asimile etmek olmuştur. Türkçeden farklı bir yapısı olan ayrı bir dil geliştiren Kürtler, Laz, Çerkez, Abaza vb. gibi “Türklük içinde eritilmiş” ya da milliyet oluşturan Araplar ve azınlık durumundaki Ermeniler gibi her dönem ırkçı-şoven uygulamalara tabi tutulan diğer farklı etnik kimlikli topluluklarla aynı kategoride değerlendirilerek, biri ezen, diğeri ezilen iki başlıca ulus olduğu gerçeği reddedilmeye çalışılmıştır.
Cumhuriyet’in ilanından günümüze kadar benimsenen Türk ulus kimliği, kendisini, Kürtlerin dilini, hatta kültürünü bile kendi içinde eritmeyi hedefleyen bir “üst kimlik” olarak dayatmayı esas almıştır. Bu tartışma kimi zaman “Alt kimlik-Üst kimlik” tarifiyle görmezden gelinirken, uzun yıllar Kürtlerin ayrı bir ulus olarak varlıkları kabul görmemiştir.
12 Eylül darbesi, tüm alanlarda olduğu gibi, dil ve dilsel hakları da yasaklamakla kalmamış, Türkçe dışında dilleri özel alanda kullanmanın da önüne geçmek için yoğun bir baskı politikası geliştirmiştir. Çocukların okul sonrası evlerinde veya sokakta Kürtçe konuşmalarının engellenmesi amacıyla öğretmenler aracılığıyla bazı çocuklar “Türkçe Konuşma Kolu Başkanı” yapılarak, okul sonrası Kürtçe konuşanlar öğretmenlere ihbar edilmiş ve Türkçe konuşmayan çocuklar şiddet görmüşlerdir. Aynı şey cezaevlerinde de uygulanmıştır. Darbecilerin Kürtçeye yönelik tutumu o kadar sert olmuştur ki, cezaevlerindeki tutuklu ve mahkumların aileleriyle Kürtçe konuşmalarına dahi izin verilmemiştir. Türkçe bilmeyen aile üyeleri çocuklarıyla Kürtçe konuştuklarında dayağa maruz kalmış, onlardan ya susmaları ya da işaret diliyle anlaşmaları istenmiştir. Benzer bir durum, KCK davaları sürecinde yaşanmış, mahkemelerde anadilinde savunma yapmak isteyenlerin bu talepleri kabul edilmediği gibi, Kürtçe, mahkeme kayıtlarına “anlaşılmayan bir dil” olarak geçmiştir.
Türkiye’de dil alanındaki bütün tek tipleştirme girişimlerine karşın, 1927-1965 yılları arasında yapılan nüfus sayımlarında konuşulan dil (anadili) istatistikleri yayımlanmıştır. Daha sonraki nüfus sayımlarında bu tür istatistiklere yer verilmemiştir. Buna karşın, Türkiye’de halen Türkçe, Kürtçe, Abhazca, Arapça, Arnavutça, Çerkezce, Ermenice, Gürcüce, Kıptice, Lazca, Pomakça, Rumca, Süryanice, Tatarca, İbranice gibi dillerin konuşulduğu bilinmektedir. Böylesi çokdilli bir gerçekliğe sahip olunmasına rağmen, Türkiye’de anadilinin korunması ve geliştirilmesi konusunun sadece Türkçe üzerinden ve Türkçenin İngilizce karşısında gerileyen konumundan hareketle yapılıyor olması dikkat çekicidir. Son yıllarda Kürt sorunu ekseninde yaşanan gelişmeler, anadiline ilişkin tartışmaların bağlamını genişletmiş ve ülkede, sadece Kürtçe değil, Arapça, Lazca, Çerkezce, Süryanice gibi daha pek çok dilin konuşulduğu akademik ve entelektüel çevrelerce dile getirilmeye başlanmıştır.
Anadilinde eğitimin güncelliğini korumasının özünde, anadilinin bireyler açısından olduğu kadar, toplumlar açısından da yaşamsal bir önem taşıyor olması vardır. Bireylerin düşünsel ve ruhsal gelişiminde ve eğitim yaşamında olduğu kadar, sosyal ve ekonomik yaşama katılmasında, toplumsal ilişkiler içinde kendisinden farklı olanlarla eşit haklara sahip bir şekilde yaşayabilmesinde anadili büyük önem taşır.
Türkiye’de anadilinin eğitime dahil edilmesi ile ilgili olarak, resmi dilden tümüyle vazgeçileceği algısı yaratılmak istenmesi dikkat çekicidir. Oysa anadilinin eğitim sistemine dahil edilmesi, herhangi bir ülkedeki resmi dilin eğitimde kullanılmasının alternatifi olmak zorunda değildir. Bir ülkede birden çok anadilinde eğitim yapılırken tek bir resmi dil olabileceği gibi, birden fazla resmi dilin kabulü de olanaklıdır. Ve, anadilinin eğitimde kullanılmasının ikinci dili öğrenme ve o dilde eğitim becerilerini geliştirmeye hizmet etmesi pekala mümkündür.
Anadilin okullarda öğrenilmesi-öğretilmesi tek başına sorunu tümden çözmemekle birlikte, anadili kaybını azaltmanın yollarından birisidir. Anadili ağırlıklı çift dilli eğitim, çok dilli eğitim vb. gibi konuların dikkate alınması; hem asimilasyonu önlemek, hem de her kesin eşit ve saygın bir şekilde kamu yaşamına katılımını sağlamak açısından önemlidir.

SONSÖZ

Dilin, ulusun gelişme süreçlerindeki başat rolü kadar, bütün toplumların demokratikleşme süreçlerinde de önemli güçlerden biri olduğuna kuşku yoktur. Bu nedenle, anadilinde eğitim taleplerinin karşılanması, her şeyden önce, toplumsal adalet ve insan hakları bakımından gerekli bir sosyal ve siyasal sorumluluktur. Dolayısıyla anadilinde eğitim talebi aynı zamanda bir kimlik talebi olarak kabul edilmelidir. Anadilinde eğitim talebinin ısrarla reddedilmesi, bu konunun giderek politik bir mücadele alanına evrilerek, kimlik talebinin ayrılmaz bir parçası haline gelmesini sağlamıştır. Bu noktada, bir dilin korunup geliştirilmesi, onun sadece seçmeli ders kabul edilerek öğrenilmesi ya da Kürtçe yayın yapan radyo-TV açılarak yaşatılmasıyla değil, eğitim dili olarak kabul edilmesi ile mümkündür.
Çocuğun kendi anadiliyle eğitime başlaması, ülkede kullanılan resmi dil ya da dilleri ve hatta başka pek çok dili öğrenmesine ve kullanmasına engel değildir. Aksine, diğer dilleri en iyi şekilde öğrenmenin ön koşulunun kendi anadilini en iyi şekilde öğrenmek olduğu artık genel olarak kabul edilmektedir.
Türkiye’de anadilinde eğitimin bölücü değil aksine daha birleştirici, ayrıştırıcı değil bütünleştirici bir işlev göreceği konusunda en küçük bir şüpheye yer olmamalıdır. Dil ve kültür farklılıkların bir zenginlik unsuru olduğuna, ulusal alanda zora alan bırakılmadığında bölünmeye değil, daha zengin bir birlikteliğin yaratılmasına katkı sunacağına güvenilmelidir. Bölünmeye götürecek olan, dil ve anadilinde eğitim vb. değil, ama ulusal zorun varlığıdır.
Sonuç olarak, Kürt sorunu bağlamında bugüne kadar yaşanan bütün sorunların çözümüne önemli bir katkı sunması açısından bakıldığında, yapılması gereken ilk şey, yan yana ya da iç içe yaşayan dil ve kültürlerin varlığını tanıma, hiçbir komplekse kapılmadan onları kabul etme, özgürlük-eşitlik-kardeşlik ve demokrasi kavramlarına uygun olarak, herkesin ana dilinde eğitim almasının en temel hakkı olduğunu benimsemektir.
Anadilinde eğitim yasağı, farklı dil ve kültürlerin gelişmesini engellemekte, zaman içinde yok olmalarının zeminini hazırlamaktadır. İnsanlığa, özgür düşünceye, bilime, insan haklarına uymayan bu ilkel yaklaşım ve düşüncelerin bir an önce terk edilmesi gerektiği açıktır. Türk ve Kürt halklarının kendi ana dillerini eğitim ve öğretimde kullanmalarının, bütün ulusal kültürlerin özgürce gelişmesi için gerekli ortamın bir an önce yaratılmasından geçtiği unutulmamalıdır.
Çözüm, halkların özgür bir ortamda, eşitlik-özgürlük ve kardeşliğe dayalı olarak kendi dillerini kullanmasından, kendi kültürlerini yaşamasından, anadilinde eğitim hakkının halkların kardeşliği çerçevesinde, tam hak eşitliği temelinde tanınmasından geçmektedir.

Sunu ve İçindekiler 238

Özgürlük Dünyası Şubat Sayısı (238) çıktı!

İÇİNDEKİLER

Kürt sorunu, gelişmeler ve İmralı görüşmeleri
Seyfi Selçuk

Irak Geleceğini Arıyor!
Y. Yılmaz Karataş

Barış, eşitlik ve demokrasi mücadelesiyle 8 Mart’a
Olcay Geridönmez

Üniversite mücadelesinde daha da ileri, ama nasıl?
Ercüment Akdeniz

Son kez: “Emperyalizmin oyunları”
Kadir Yalçın

Bu nasıl Marksizm savunusu? – 3
Ali Yaşar

SUNU
Türkiye, içeride ve dışarıda savaşı sürdürmeyi esas işi olarak üstlenmiş hükümetinin elinde, Batılı emperyalistlerin, en başta Amerikalıların saflarını yeniden düzenleyerek Suriye’ye egemen olma, İran’ı kuşatma ve Rusya’ya diş gösterme çizgisiyle uyumlu ve bu çizginin bir “ileri karakolu” ve taşeronu olarak boylu boyunca Ortadoğu’ya dalmışken, daha geçen yıla kadar “sıfır sorun” dediği bütün komşularıyla kavgalı hale geldi ve kuşatma derken kendisi kuşatılmış bir ülke durumuna “erişti”!
Silahlandırıp lojistiğini sağlayarak Ceylanpınar sınırından tanklar ve zırhlı araçlarla Suriye Kürtleri üzerine, Rojava’ya sürdüğü besleme El-Kaide çetelerini yönetip yönlendirerek AKP Hükümeti, sözde “halkına zulmeden Esed”e karşı, onu devirmek üzere davrandığı iddiasında. Ancak Serekaniye üzerinden Amerikalılarla bile ayrılığa düşüyor. Tıpkı Barzani’yle Irak Merkezi yönetimine rağmen yaptığı petrol anlaşmalarının Maliki Irak’ını İran’a doğru itmek istemeyen Amerikalılar tarafından uyarılması gibi, Suriye Kürtlerini hedef almaması için de uyarılıyor. Uyarılmakla kalınmıyor, Doha’da, Türkiye’nin kanadı altındaki “muhalifler”in örgütü SUK, Amerikalılarca, Suriye Muhalifleri ve Devrimcileri Ulusal Koalisyonu olarak yeniden örgütlendiriliyor ve “Koalisyon”un “Konsey”den farkı, birinci olarak Suriye Kürtlerini dışlamaması, ama içermesi ve ikinci olarak El Nusra Cephesi türünden şeriatçı Kaide örgütlerini dışlaması oluyor. Tam da Türkiye’nin yönelimlerinin tersine döndürülmesi yani. AKP, bir süredir, mümkün olduğunca “ne koparırsam kârdır” diyerek Rojava’ya saldırıyı sürdürüyor; ancak içeride –baskıya direnemeyip– görüşmeler sürecini yeniden başlattı. Çünkü Amerikalılar Kürtler dahil edilmediğinde başında bulunduğu safın rakiplerinin üstesinden gelmekte zorluk çekmeyecek bir güce sahip olamayacağını öngörüyorlar ve bu yanlış da değil. Ancak suriye Kürtlerine saldıran, görüşürüm deyip buna başlasa bile, görüşmesi pek görüşme gibi olmuyor. Görüşme süreci mi yoksa savaşı sürdürme süreci mi, yenilik var mı yok mu pek belli olmadan “yeni” sürece giriliyor. Bu, kuşkusuz, eski, hak yoksunluğuyla karakterize saldırganlığın, inkar düzeninin sadace bir restorasyonu olabiliyor. Kibrin, Kürtlerin hak eşitliği talebini az-çok karşılayacak eşit denebilecek bir platformda görüşme yerine sadaka dağıtıyormuş türünden “makam da beğenmiyorlar”, çocuk azarlıyor türünden “bak, adaya götürmem ha!” içerikli böbürlenme ve aşağılamanın, “silah bırakmazlarsa görüşmeleri keserim” tehdidinin yanında Kürt güçlerinin bombalanmasının, operasyonların ve hâlâ tutuklamaların sürdürülmesi.. –bunlar, “bu kafa”yla ilerlemenin zordan öte olanaksızlığını belirtir.
Oysa içeride ve dışarıda barış gerektir Türkiye halkına. Türklere, Kürtlere, Araplara… Hem Kürt Savaşı sona ermelidir, hem Suriye, Irak ve İran’a yönelik yayılmacı, savaş politikalarına bir nokta konmalıdır. Ama AKP’nin yapacağı iş değildir, görüntü budur. Hem “terörle mücadeleden asla vazgeçilmeyeceği”nden söz etmektedir, hem de çatışmaya götüren Türk-Kürt eşitsizliğini sürdürmede ısrar etmektedir Hükümet. “bana Türklerle Kürtler eşittir dedirttiremezsiniz” diyen CHP’li Birgül Ayman Güler’i faşizmle itham eden Başbakan, çünkü kendisi “Ben Kürt sorunu tanımam”, “tek millet, tek bayrak, tek dil” vurgusuyla ulusal eşitsizliği görüşme sürecinin de temeli ve dayanağı yapma peşindedir. Her tür eşitlik reddinin ırkçılığıysa tartışmasızdır.
Bu nedenle “savaşa dur de, demokrasi için birleş” kampanyası ihtiyaçtan öte bir zorunluluk durumundaydı. Hak eşitliğine dayanmadan edemeyecek demokrasi açığı kapatılmadan, gerçek bir demokratikleşme yoluna girilmeden, Kürt sorununun çözülme olanağı olmadığı gibi barış da olanaksız görünmektedir. Yine bunca silahlanma ve Amerikalıların emperyalist egemenlik stratejisine uyumlanma ve savaş hazırlıklarıyla yetinmeyip bir ucundan savaşmaya girişme ortamında, tersinden, demokratikleşmenin de olanaksızlığı ortada. Öyleyse savaş karşıtı ve demokrasi talepli bir kampanyanın tam zamanıdır.
Zamanın bir önemi de Şubat’la ilgili. Zemherinin ortasında yürekleri ısıtan sıcaklığıyla Şubat, hala güncel olmaya devam eden tartışmada bir atılımın ifadesidir. İkisinde, tarihe bir “virgül” atılmıştır. Şefik Hüsnü’yle başlayan Türkiye bakımından Marksizmin revize edilişinin, anti-emperyalizmi ileri sürülerek yaması olunan Kemalizmin yüceltisiyle işçi sınıfının eylem kılavuzu olmaktan çıkarılma girişiminin, genç burjuvazinin milliyetçiliğinin peşinde inkarcılığa ve ezilen uluslara kan kusturulmasına ortak oluşun üstesinden gelinmesinin ardından konmuş bir “virgül”. Yürünmektedir.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑