Eğitim, verili toplumsal yapının ve egemen ideolojinin yeniden üretimi işlevini etkili bir şekilde yerine getiren bütünlüklü bir ilişki ve süreci ifade eder. Kapitalist ilişki ve süreçlerin egemen olduğu toplumlarda eğitim sistemi, kaçınılmaz olarak o toplumdaki sınıf farklılıkları başta olmak üzere, yarattığı ve derinleştirdiği her türlü farklılaşmanın (toplumsal cinsiyet, etnik ve inanç farklılıkları vb.) eğitim sistemi aracılığıyla yeniden üretiminde önemli bir işlev görür. Eğitim sistemi dolayımıyla, bir taraftan söz konusu farklılaşmalar üzerinden eşitsizliklerin sürmesi sağlanırken, diğer taraftan tüm bu farklılıklar üzerinden sistemin işleyiş mantığına paralel olarak, bahsi geçen farklılıkların görünmezliği sağlanmaya çalışılır.
Kapitalizm, eğitim sistemi üzerinden işleyiş mantığı ile uyumlu bir toplumsal yapı ve işleyiş oluşturmaya çalışırken, bireyleri belli standartlar içinde normalleştirerek, toplumdaki güç ve iktidar ilişkilerinin içselleştirilmesini sağlamış, bu genel mantığı kabul etmeyenlere karşı ise baskı ve tahakküm araçlarını kullanmaktan geri durmamıştır.
Sanayi devrimine paralel olarak gelişen zorunlu eğitim uygulaması, insanları kapitalizmin ihtiyacı olan ve önceden belirlenmiş düşünsel ya da davranışsal kalıplara dökmek üzere gündeme gelmiştir, ama kuşkusuz ki ileri bir adımdır.
Kapitalist toplumda eğitim sistemi, gerek yapısı, gerekse işleyişi itibariyle, şüphesiz ki kapitalizmin ihtiyacı olan “eğitilmiş insan”ı üretmek üzere işlerken, eğitim hakkı kavramının nasıl somut hale geleceği önem kazanır. Eğitim hakkı talebi, aynı zamanda emekçilerin, egemen konumda olmayan etnik kimliklerin, farklı dil ve kültürlerin yetkinleşme ve farklı olmak üzerinden kendisini özgürleştirme (özne olarak kabul edilme) ihtiyacını da kapsamak zorundadır.
Ezilen sınıf ve halk kesimleri açısından bakıldığında, eğitim hakkı talebini, toplumdaki farklılıkların özgürleşmesine olanak sağlayacak bir eğitimi de kapsamak üzere, parasız, bilimsel, demokratik, zorunlu ve anadilde eğitim sistemi oluşturulması yönündeki talepler olarak ifade etmek mümkündür. Bu noktada, eğitim hakkı kavramını, eğitimin mevcut amaç, yapı ve işleyişini, toplumda egemen olmayan halk kesimlerinin ihtiyaçları, eşitlik ve özgürlük talepleri doğrultusunda dönüştürmeye yönelik, geçerli siyasal bir talep olarak yorumlayabilmek de mümkündür.
Eğitim hakkının yaşama geçirilmesinin en temel koşullarından birisi, kamu tarafından yürütülmesi ise, diğer koşulunun da, içeriğinin yine kamusal bir anlayışla parasız, bilimsel, demokratik, laik ve anadilinde olması, farklı dil ve kültürlerin özgürce gelişmesini sağlamayı hedeflemesidir. Bu koşullar sağlanmadığında, eğitimin, o anki mevcut statükoyu yeniden üreterek
devamlılığını sürdürmeye çalışan, bu haliyle eğitimin hak olmaktan çıkıp, yapılması zorunlu bir görev haline gelmesi kaçınılmazdır.
Bütün ulusal ve uluslararası belgelerde, herkesin eğitim görme hakkına sahip olduğu belirtilir. Söz konusu belgelere bakarsanız, cinsiyeti, etnik ve dinsel kimliği ne olursa olsun, herkes, insan olduğu için, kendini geliştirme, kendini oluşturma hakkına sahiptir. Ancak eğitimde var olan eşitsizliklerin, sınırlamaların ve yoksunlukların ortadan kaldırılmasının kabul edilmesi, gerçek anlamda özgürlükçü eğitim anlayışına dayalı bir eğitim hakkının yaşama geçirilmesi anlamına gelmez. Eğitimin temel bir insan hakkı olması, bu hakkı kullanırken hak sahiplerinin taleplerini (örneğin güncel bir talep olan anadilinde eğitim hakkı talebini) özgürce, hiçbir yasak ya da koşul ileri sürülmeden dile getirebilmesini ve uygulanması için gerekli adımların atılmasının istenmesini gerektirir.
“Eğitimde fırsat eşitliği” söylemi, herkesin eğitim olanaklarından eşit bir şekilde yararlanması gerektiğinin ifadesi olarak sık sık kullanılsa da, gerçek yaşamda bu ifadenin hiçbir somut karşılığı yoktur. Buradaki eşitlik kavramı, sadece basit bir matematiksel eşitliği anlatan soyut bir eşitliktir. Yasalarda belirtilen eşitlik söylemleri (örneğin hiç kimse eğitim hakkından mahrum bırakılamaz ya da ilköğretim okullarında eğitim parasızdır ifadeleri) sadece hukuksal bir anlam taşımakta, gerçekte eğitim hakkından ve dolayısıyla eğitim olanaklarından her bireyin “eşit” koşullarda yararlandığı anlamına gelmemektedir. Öte yandan herkese eşit eğitim olanakları sunmak, her bireyin sahip olduğu farklılıklar gözetilerek “eğitim hakkı” sunmak anlamına gelmemektedir. Bu nedenle “eğitimde fırsat eşitliği” yerine, “eğitim hakkı” kavramını kullanmak ve benimsemek doğrudur.
DİL, ANADİL VE ANADİLİNDE EĞİTİM
İnsana ilişkin olarak yapılan çok sayıda tanımda iki temel ögenin ön plana çıktığı görülür; düşünce ve dil. Dilin düşünceyi, düşüncenin dili beslediği gerçeği, kişilik biçimlenmesinde anadilinin ve kültürün ne kadar önem taşıdığını ortaya koymaktadır. İnsanları doğadaki diğer canlılarla karşılaştırdığımızda, insanın aklı, düşünceleri ve en önemlisi dilinin öne çıktığı görülür. İnsan düşünen, düşündüğünü eyleme dönüştürebilen, bu nedenle de dilin yaratıcısı olan bir varlık olarak kendisini gerçekleştirir.
Anadil (kök dil) terimi, dil ailesi içinde kendinden farklı diller türetecek kadar zengin, eski ve kapsamlı dilleri ifade eder. Örneğin, bir anadil olarak Türkçeden farklı Türkçeler doğmuştur (Türkiye Türkçesi, Kıbrıs Türkçesi, Azeri Türkçesi, çeşitli Türki halkların Türkçesi vb.). Anadili ise, çocuğun kendi annesinden, ailesinden, çevresinden, içinde bulunduğu kültürel/dilsel topluluktan belirli, bilinçli bir öğrenim evresi olmaksızın edindiği, öğrendiği dildir. Anadili, insan kadar doğal olan, insanın hayatında vazgeçilmez yeri bulunan dildir. Anadili edinimi ve öğrenimi, hemen doğumun ardından başlayan bebeklik ve çocukluk yıllarında elde edilerek biçimlenir .
Birey kendi diliyle diğer dillere oranla daha rahat düşünür ve aldığı eğitimin içeriğini daha rahat kavrar, kendine güvenir ve toplumsal bir varlık olarak kişiliği daha iyi gelişir. Anadili eğitimi, bireyin toplumsal bir varlık olarak gelişmesinde, içinde yaşadığı çevreyi ve dünyayı algılama ve yorumlamasında, özgür ve eleştirel düşünebilmesinde önemli bir rol oynar. Anadili eğitimi, ilköğretimden başlayarak, tüm eğitim basamaklarında ve daha sonra da bir yetişkin olarak sürdüreceği yaşamındaki başarısında temel belirleyicilerden bir tanesidir. Birey, bir anlamda toplumsal ilişkiler sistemine anadili ile katılır, anadili ile toplumun bir parçası olur.
Anadilinde eğitim, ilk olarak genel eğitimle başlamıştır. İnsanlık tarihinde ilk eğitim etkinlikleri yine anadilinde yapılmıştır. İnsanlar, ilkel-komünal toplumdan göçebe hayata geçişte, özellikle avcılıkta ihtiyaç duyulan fiziki ihtiyaçlarının elde edilmesinde eğitimden büyük oranda yararlanmıştır. O dönemde eğitimin amacı ise, daha çok topluluk içindeki deneyimlilerin deneyimlerini yeni yetişen nesillere ve deneyimsizlere aktarması şeklinde olmuştur.
İnsanların göçebelikten yerleşik yaşama geçişi ile birlikte özel mülkiyet sistemi ve egemenlik ilişkileri gelişmeye başlamıştır. Özel mülkiyet ve egemenlik sisteminin gelişmesine paralel olarak devlet ortaya çıkmış ve böylece başkalarının emeğinden yararlanmanın olanakları oluşturulmuştur. Zamanla egemen olan sınıf, kendi toplumu içindeki üretimi, kendi istek ve ihtiyaçları doğrultusunda kullanmayı sağlamış, bunun sonucu olarak, yeni toprak ve kaynaklar keşfetmeye yönelmiştir.
Keşfedilen yeni toprak ve kaynakların korunması ve kullanılması, ilk olarak farklı etnik gruplar arasında egemenlik mücadelelerinin başlamasına neden olmuştur. Bu egemenlik mücadelelerinden daha güçlü çıkmak için, önce her topluluk ve kavim ve sonra kapitalizmde her ulus, kendi egemenliği altında bulunan topluluklara kendi dili ve kültürünü zorla kabul ettirmeye çalışmış; bunu yaparken egemenliği altındaki farklı etnik yapıdaki toplumları sömürmüş ve onları sürekli baskı altında tutmaya çalışmıştır.
Türkiye’nin üzerinde bulunduğu coğrafya, tarih boyunca hem birçok dilden medeniyet ve kültürlere beşiklik etmiş, hem de bu medeniyet ve kültürlerin başka coğrafyalara gidip yerleşmesinde önemli bir köprü görevi görmüştür. Yapılan arkeolojik çalışmalar, yerleşik düzene geçişin ilk işaretlerinin Mezopotamya ve Anadolu’nun çeşitli yörelerinde olduğunu ortaya çıkarmıştır.
Bir ülke için önemli olan, ekonomik ve toplumsal başarı sağlamak, dilsel ve kültürel zenginliklerin nesilden nesile aktarılmasının imkanlarını yaratmaktır. Ancak bu başarıldığı zaman toplumsal gelişme ve ilerleme sağlanabilir. Egemenler, bu anlamda bir toplumsal değişim ve ilerlemeyi engelleyebilmek için dünyanın birçok yerinde eğitim olgusuna el atmış, kültürel zenginlikleri talan etmiş, “resmi dil”in dışında kalan ulusal-etnik dillerle eğitimi yasaklamıştır. Buradaki amaç ise, ekonomik sömürü ve ulusal baskının gizlenmesi ve süreklileştirilmesi olmuştur.
Farklı dillerin ulusal birliği ve homojenleşmeyi engellediği iddia edilerek, dilde özleşme ve birlik adı altında tekdillilik savunulmaktadır. Kimi ulus-devletler, özellikle kuruluş aşamasında, kendi içindeki azınlıkları fiziken ortadan kaldırmaya (soykırım) varan sert politikalar uygulamış, kimi de bunun yerine asimilasyon ya da entegrasyon politikalarıyla azınlıkların kendi varlıklarını yeniden üretmelerinin önüne set çekmiştir. Bu durumda da “dil kırımı” (language genocide) da denilen, dillerin yol edilmesi olgusu yaşanmıştır. Bu alanda, daha yaygın olarak benimsenen politika ise, asimilasyon olmuştur .
Dünyada 6000 kadar dil olmasına karşın, bu dillerin tümü 200 ülkede konuşulmaktadır. Bu da, dünyanın tekdilli değil, çokdilli olduğunu göstermektedir. Bazı ülkelerde yüzlerce dil konuşulmaktadır. Örneğin Papua Yeni Gine’de 850, Nijerya’da 427, Kamerun’da 270, Zaire’de 210, Solomon Adalarında 66, Avustralya’da 250, Hindistan’da 380, Endonezya’da 670 farklı dil konuşulmaktadır. Dünyada tekdilli ülke neredeyse yok gibidir. Bütün dillerin yüzde 70’den fazlası 20 ülkede konuşulmaktadır. Tekdilli dünyayı savunanlar, daha çok tek dilin konuşulduğu ülkelerde yaşamaktadır ve zamanı geldiğinde herkesin kullanacağı dilin, kendilerinin dili olacağına inanmaktadırlar. İnsan, iki dilden birini kimlik dili, diğerini de ortak anlaşma dili olarak kullanabilir. Çoğu ülkede de gerçekleşen durum budur. Mesela Fransa’nın Alsace bölgesinde Alzasca kimlik/kültür dili, Fransızca da iletişim dilidir. Türkiye’de Kürlerin yoğun olarak yaşadığı illerde Kürtçe kimlik dili iken, Türkçe resmi/toplumsal bir iletişim dilidir. Aynı durum Avrupa’daki göçmen topluluklar için de geçerlidir .
Dünya nüfusunun önemli bir kısmı çiftdillidir ve çiftdillilik her ülkede uygulamada mevcuttur. (Hatta bir kısmı da İsviçre’de olduğu gibi, çokdillidir.) Ama Avrupa’daki otuz altı devletten yirmi beşi resmen tekdillidir. Genellikle toplumlarda en güçlü gruplar, en güçsüz gruplara dillerini dayatabilmektedirler. Örneğin Finlandiya’da Samiler, Romenler ve İsveçliler Finceyi öğrenmek zorundadırlar, ama Finliler bu dillerden birini öğrenmek zorunda değildir. Yine Britanya’da Britanyalı bir çocuk Pencap bir yana İskoç ya da Gal dilini öğrenmek zorunda değildir, fakat bu “gruplar” İngilizceyi öğrenmek zorundadır. Papua Yeni Gine’de, tüm çocuklar, ülkenin sömürgecilik döneminden miras kalan İngilizce dilinde eğitilmektedir. Benzer örnekler dünyanın başka birçok bölge ve ülkesinden verilebilir. Yakın yıllarda Galli, Breton ve bilhassa Katalanlar, temas halinde oldukları etnik gruplara asimile olmaktan uzak bir biçimde, medya ve eğitim gibi alanlarda yaygın kullanımını sağlayarak, dillerinin ekonomik yaşayabilirliğini desteklemeye girişmişlerdir. Azınlık-etnik dillerin kamusal alanda özgürce ifadesi, anadilinin egemen dilin yanı sıra kamusallaşması adına yapılan eylemler, dil konusunda asla vazgeçilmeyecek bir algıyı yeniden üretmeyi keskin ve sert ifadelerle ortaya koyabilmektedir.
ANADİLİNDE EĞİTİM TALEBİ VE MÜCADELESİ
Türkiye’de Kürt sorunu üzerine yürütülen tartışmalarda geniş bir kesim, devletin Kürt politikasında bir değişim zorunluluğunu görmelerine rağmen, mevcut rejimin ana karakterini oluşturan “tek ulus, tek dil, tek bayrak” söyleminde birleşmekte ve bu geleneksel klişe, devletin tartışılamaz temel özelliği olarak öne çıkmaktadır.
Türkiye, kendi coğrafyasında yaşayan, gerek nüfus ve gerekse coğrafi yerleşim bakımından küçümsenmeyecek ölçülerde bir yaygınlığa sahip olan Kürtlerin bırakalım en temel haklarını tanımayı, kendi dillerinde eğitim görmelerini ve kültürlerini yaşatmayı talep etmeyi bile uzun yıllar “bölücü” bir faaliyet olarak görmüştür.
Türkiye Cumhuriyeti’nin sadece siyasal alana değil, kültürel alana yönelik politikalar üretilmesine yol gösteren “imtiyazsız sınıfsız kaynaşmış bir kitle” yaratma iddiası, eğitim müfredatında ve ders kitaplarında çok açık bir şekilde yansımasını bulmuştur. AKP iktidarı döneminde Türkiye’nin demokratikleştiği, özgürlüklerin alanının genişlediği iddialarına rağmen, müfredatta ve ders kitaplarında ülkedeki etnik, dilsel ve kültürel çeşitliliğe özellikle yer verilmemesi, AKP iktidarının “tek ulus, tek kültür ve tek dil” anlayışını pekiştirerek sürdürmeye çalıştığının en somut kanıtıdır.
Kürt sorununun Türkiye’nin öncelikli sorunu olarak uzunca bir süredir var oluşu ve çözümsüz kalışının başlıca nedenleri arasında, Kürtlerin anadilinde eğitim hakkının tanınmamasının önemli bir ağırlığı vardır. Bugüne kadar anadilinde eğitim taleplerinin şiddetle, gözaltı ve tutuklamalarla yanıt bulması, anadilinde eğitim talebinin sadece anadili Kürtçe olanları değil, toplumun geniş sayılabilecek bir kesiminin konu üzerindeki duyarlılığını arttırmıştır.
Türkiye’de bugüne kadar anadilinde eğitim konusunda benimsenen resmi politika, Türklerden ayrı ve farklı bir ulusal kimliğe sahip olan; farklı ve ayrı uluslaşma sürecinden geçen, üzerinde yaşadıkları topraklarda farklı bir ulusal kültür oluşturanları önceleri yok saymak, sonrasında ise Türk kimliği içinde asimile etmek olmuştur. Türkçeden farklı bir yapısı olan ayrı bir dil geliştiren Kürtler, Laz, Çerkez, Abaza vb. gibi “Türklük içinde eritilmiş” ya da milliyet oluşturan Araplar ve azınlık durumundaki Ermeniler gibi her dönem ırkçı-şoven uygulamalara tabi tutulan diğer farklı etnik kimlikli topluluklarla aynı kategoride değerlendirilerek, biri ezen, diğeri ezilen iki başlıca ulus olduğu gerçeği reddedilmeye çalışılmıştır.
Cumhuriyet’in ilanından günümüze kadar benimsenen Türk ulus kimliği, kendisini, Kürtlerin dilini, hatta kültürünü bile kendi içinde eritmeyi hedefleyen bir “üst kimlik” olarak dayatmayı esas almıştır. Bu tartışma kimi zaman “Alt kimlik-Üst kimlik” tarifiyle görmezden gelinirken, uzun yıllar Kürtlerin ayrı bir ulus olarak varlıkları kabul görmemiştir.
12 Eylül darbesi, tüm alanlarda olduğu gibi, dil ve dilsel hakları da yasaklamakla kalmamış, Türkçe dışında dilleri özel alanda kullanmanın da önüne geçmek için yoğun bir baskı politikası geliştirmiştir. Çocukların okul sonrası evlerinde veya sokakta Kürtçe konuşmalarının engellenmesi amacıyla öğretmenler aracılığıyla bazı çocuklar “Türkçe Konuşma Kolu Başkanı” yapılarak, okul sonrası Kürtçe konuşanlar öğretmenlere ihbar edilmiş ve Türkçe konuşmayan çocuklar şiddet görmüşlerdir. Aynı şey cezaevlerinde de uygulanmıştır. Darbecilerin Kürtçeye yönelik tutumu o kadar sert olmuştur ki, cezaevlerindeki tutuklu ve mahkumların aileleriyle Kürtçe konuşmalarına dahi izin verilmemiştir. Türkçe bilmeyen aile üyeleri çocuklarıyla Kürtçe konuştuklarında dayağa maruz kalmış, onlardan ya susmaları ya da işaret diliyle anlaşmaları istenmiştir. Benzer bir durum, KCK davaları sürecinde yaşanmış, mahkemelerde anadilinde savunma yapmak isteyenlerin bu talepleri kabul edilmediği gibi, Kürtçe, mahkeme kayıtlarına “anlaşılmayan bir dil” olarak geçmiştir.
Türkiye’de dil alanındaki bütün tek tipleştirme girişimlerine karşın, 1927-1965 yılları arasında yapılan nüfus sayımlarında konuşulan dil (anadili) istatistikleri yayımlanmıştır. Daha sonraki nüfus sayımlarında bu tür istatistiklere yer verilmemiştir. Buna karşın, Türkiye’de halen Türkçe, Kürtçe, Abhazca, Arapça, Arnavutça, Çerkezce, Ermenice, Gürcüce, Kıptice, Lazca, Pomakça, Rumca, Süryanice, Tatarca, İbranice gibi dillerin konuşulduğu bilinmektedir. Böylesi çokdilli bir gerçekliğe sahip olunmasına rağmen, Türkiye’de anadilinin korunması ve geliştirilmesi konusunun sadece Türkçe üzerinden ve Türkçenin İngilizce karşısında gerileyen konumundan hareketle yapılıyor olması dikkat çekicidir. Son yıllarda Kürt sorunu ekseninde yaşanan gelişmeler, anadiline ilişkin tartışmaların bağlamını genişletmiş ve ülkede, sadece Kürtçe değil, Arapça, Lazca, Çerkezce, Süryanice gibi daha pek çok dilin konuşulduğu akademik ve entelektüel çevrelerce dile getirilmeye başlanmıştır.
Anadilinde eğitimin güncelliğini korumasının özünde, anadilinin bireyler açısından olduğu kadar, toplumlar açısından da yaşamsal bir önem taşıyor olması vardır. Bireylerin düşünsel ve ruhsal gelişiminde ve eğitim yaşamında olduğu kadar, sosyal ve ekonomik yaşama katılmasında, toplumsal ilişkiler içinde kendisinden farklı olanlarla eşit haklara sahip bir şekilde yaşayabilmesinde anadili büyük önem taşır.
Türkiye’de anadilinin eğitime dahil edilmesi ile ilgili olarak, resmi dilden tümüyle vazgeçileceği algısı yaratılmak istenmesi dikkat çekicidir. Oysa anadilinin eğitim sistemine dahil edilmesi, herhangi bir ülkedeki resmi dilin eğitimde kullanılmasının alternatifi olmak zorunda değildir. Bir ülkede birden çok anadilinde eğitim yapılırken tek bir resmi dil olabileceği gibi, birden fazla resmi dilin kabulü de olanaklıdır. Ve, anadilinin eğitimde kullanılmasının ikinci dili öğrenme ve o dilde eğitim becerilerini geliştirmeye hizmet etmesi pekala mümkündür.
Anadilin okullarda öğrenilmesi-öğretilmesi tek başına sorunu tümden çözmemekle birlikte, anadili kaybını azaltmanın yollarından birisidir. Anadili ağırlıklı çift dilli eğitim, çok dilli eğitim vb. gibi konuların dikkate alınması; hem asimilasyonu önlemek, hem de her kesin eşit ve saygın bir şekilde kamu yaşamına katılımını sağlamak açısından önemlidir.
SONSÖZ
Dilin, ulusun gelişme süreçlerindeki başat rolü kadar, bütün toplumların demokratikleşme süreçlerinde de önemli güçlerden biri olduğuna kuşku yoktur. Bu nedenle, anadilinde eğitim taleplerinin karşılanması, her şeyden önce, toplumsal adalet ve insan hakları bakımından gerekli bir sosyal ve siyasal sorumluluktur. Dolayısıyla anadilinde eğitim talebi aynı zamanda bir kimlik talebi olarak kabul edilmelidir. Anadilinde eğitim talebinin ısrarla reddedilmesi, bu konunun giderek politik bir mücadele alanına evrilerek, kimlik talebinin ayrılmaz bir parçası haline gelmesini sağlamıştır. Bu noktada, bir dilin korunup geliştirilmesi, onun sadece seçmeli ders kabul edilerek öğrenilmesi ya da Kürtçe yayın yapan radyo-TV açılarak yaşatılmasıyla değil, eğitim dili olarak kabul edilmesi ile mümkündür.
Çocuğun kendi anadiliyle eğitime başlaması, ülkede kullanılan resmi dil ya da dilleri ve hatta başka pek çok dili öğrenmesine ve kullanmasına engel değildir. Aksine, diğer dilleri en iyi şekilde öğrenmenin ön koşulunun kendi anadilini en iyi şekilde öğrenmek olduğu artık genel olarak kabul edilmektedir.
Türkiye’de anadilinde eğitimin bölücü değil aksine daha birleştirici, ayrıştırıcı değil bütünleştirici bir işlev göreceği konusunda en küçük bir şüpheye yer olmamalıdır. Dil ve kültür farklılıkların bir zenginlik unsuru olduğuna, ulusal alanda zora alan bırakılmadığında bölünmeye değil, daha zengin bir birlikteliğin yaratılmasına katkı sunacağına güvenilmelidir. Bölünmeye götürecek olan, dil ve anadilinde eğitim vb. değil, ama ulusal zorun varlığıdır.
Sonuç olarak, Kürt sorunu bağlamında bugüne kadar yaşanan bütün sorunların çözümüne önemli bir katkı sunması açısından bakıldığında, yapılması gereken ilk şey, yan yana ya da iç içe yaşayan dil ve kültürlerin varlığını tanıma, hiçbir komplekse kapılmadan onları kabul etme, özgürlük-eşitlik-kardeşlik ve demokrasi kavramlarına uygun olarak, herkesin ana dilinde eğitim almasının en temel hakkı olduğunu benimsemektir.
Anadilinde eğitim yasağı, farklı dil ve kültürlerin gelişmesini engellemekte, zaman içinde yok olmalarının zeminini hazırlamaktadır. İnsanlığa, özgür düşünceye, bilime, insan haklarına uymayan bu ilkel yaklaşım ve düşüncelerin bir an önce terk edilmesi gerektiği açıktır. Türk ve Kürt halklarının kendi ana dillerini eğitim ve öğretimde kullanmalarının, bütün ulusal kültürlerin özgürce gelişmesi için gerekli ortamın bir an önce yaratılmasından geçtiği unutulmamalıdır.
Çözüm, halkların özgür bir ortamda, eşitlik-özgürlük ve kardeşliğe dayalı olarak kendi dillerini kullanmasından, kendi kültürlerini yaşamasından, anadilinde eğitim hakkının halkların kardeşliği çerçevesinde, tam hak eşitliği temelinde tanınmasından geçmektedir.