Ülkemizde, üniversite gençliği üzerinde polis baskısı hiç eksik olmadı. Bu kötü gelenek, 10. yılını geride bırakan AKP döneminde de devam ediyor. Devletin baskıları ve moda tabirle “orantısız güç kullanmak” biçimindeki polis saldırıları öyle bir noktaya vardırıldı ki, bu durum, bu kez üniversiteler ve akademi çevrelerinde zaten daha önceden biriken tepkilerin açığa çıkmasına da neden oldu. Buna, çeşitli toplumsal kesimler içinde ve medyanın bir bölümünde oluşan rahatsızlığı da eklemek gerekir.
Bu rahatsızlığı ifade eden son yıllardaki en önemli tepki, polisin Dolmabahçe saldırısı sonrasında oluşmuştu. Rektörlerin Dolmabahçe Zirvesi’ni protesto eden öğrencilere polis acımasızca saldırmış, ekrana yansıyan görüntüler toplumsal tepkilere neden olmuştu. Üstelik bir kadın öğrenci polis tekmelerine maruz kalarak bebeğini düşürmüştü. Ardı sıra gelişen protesto hareketleri (kitlesel bir özellik kazanamasa da), büyük kent merkezleri ile birlikte diğer birçok kent ve üniversiteyi de içine almıştı. Üniversitelerde sömestr tatilinin araya girmesiyle bu protesto hareketi dinmiş, ikinci yarıyılda ise üniversitelerde neredeyse “yaprak bile kıpırdamamıştı”. Üniversiteler sessizliğe bürünürken, bu kez “ÖSS sınavında yaşanan yolsuzluklara karşı” liseli gençlik ayağa kalkmıştı. Liselerde son 30 yılın en kitlesel eylemleri yaşanırken; yükseköğrenim gençlik mücadelesinin bünyesel kimi zaafları nedeniyle, ortaya birleşik ve yığınsal bir gençlik hareketi çıkamamıştı.
Bugün, yani 2012- 2013 öğretim yılında üniversiteler yine bir ara tatil dönemine girmiş bulunuyor. Hemen öncesindeyse, yani 2012’nin Aralık ayında, üniversiteler akademisyenler ve öğrencilerin katıldığı son yılların en kitlesel eylemlerine sahne oldu. Eylemlerin merkezinde ise ODTÜ vardı.
Başbakan Erdoğan’ın, Göktürk- 2 uydusunun fırlatılması nedeniyle ODTÜ’ye gelmesi doğal olarak bir protesto ile karşılaşacaktı. Fakat Başbakan, yanına bir polis ordusu alarak, adeta “işgalci” bir edayla ODTÜ’ye girmeye çalışınca olanlar oldu!
Saatlerce süren saldırılar öğrencilerin direnciyle karşılaştı. Yüzlerce öğrenci ağaçlık alanda kıstırılarak tek tek dayaktan geçirildi. Akademisyenler bu duruma seyirci kalmadılar ve öğrencilere sahip çıkarak eylemi bir üst aşamaya çıkardılar. Zaten ODTÜ’de, akademi dünyası üzerindeki iktidar baskısı da belirli bir öfkenin mayalanmasını sağlamıştı. Öğrencilere yapılan saldırı bardağı taşıran son damla gibiydi. Artık hareket; iş bırakmalar, boykotlar ve gösterilerle ODTÜ’nün ayağa kalkacağı bir sürece evrilecekti. Şüphe yok ki, bu harcın karılmasında Başbakan’ın da büyük katkısı oldu. Çünkü gözü karartarak ve pusulayı şaşırarak, protestocu öğrencilerle birlikte bütün bir ODTÜ’yü bizzat kendisi hedefe koydu. Tabii ki bu ‘hata’nın faturası da aynı ölçüde ağır oldu. Ülkenin birçok üniversitesi artık “ODTÜ, ODTÜ” sloganlarıyla yürüyordu. Üstelik ülkenin dört bir ucuna yayılmaya başlayan bu eylemler sadece bir öğrenci eylemi olmaktan çıkmış; öğrencisi, akademisyeni ve kimi yerde çalışanların da katılımıyla, tüm üniversite bileşenlerinin içinde yer almaya başladığı bir harekete dönüşmüştü.
Hareketin merkezi durumundaki ODTÜ’de son derece öğretici deneyler birbirini takip ediyordu. ODTÜ’deki polis saldırısının ve Başbakan’ın açıklamalarının ardından yüzlerce öğrenciyle birlikte öğretim üyeleri ve asistanlar bir araya gelerek bir amfi toplantısı düzenlediler. Bu toplantıya ÖED başkanı ve rektör de katıldı. Gece saat ikiye kadar süren toplantıda bir günlük iş bırakma ve boykot kararı alındı. Alınan karar başarıyla hayata geçirildi. Boykota, hazırlık sınıflarında yüzde 100, diğer fakültelerde ise yüzde 80 oranında katılım oldu. Böylece hareket bir üst aşamaya çıkmayı başardı.
ODTÜ eylemleri, güçlenerek hükümet baskısına karşı direnirken, diğer üniversiteler de ODTÜ’yü desteklediler. Ortaya çıkan tablodan ürken ve bu durumu üniversiteleri bölmek için bir vesile olarak kullanmak isteyen Hükümet düğmeye bastı. Peş peşe çeşitli üniversite rektörlerinden ODTÜ’yü kınama açıklamaları gelmeye başladı. ODTÜ’lüler bu kez farklı bir tepki gösterdiler. Yalakalığı yererek; “ODTÜ ayakta” eylemini gerçekleştirdiler. Binlerce genç ve akademisyen, tarihi ODTÜ stadına yürüyerek, son yıllarda görülmemiş bir kitleselliği yakalamayı da başarmış oldu.
Aynı günlerde, üniversitelerde, ODTÜ’yü kınayan rektörlere karşı akademisyenler deklarasyonlar yayınlamaya başladı. Kimi üniversitelerde ise ODTÜ’yü kınayan rektörler eylemlerle baskı altına alındı. ODTÜ ile dayanışma biçiminde ortaya çıkan eylemlerden en dikkat çekenleri ise Galatasaray Üniversitesi (GSÜ) ile Mimar Sinan Üniversiteleri (MSÜ) oldu. GSÜ öğrencileri ve akademisyenler, ODTÜ’yü kınayan rektörlerinin adeta burnundan getirdiler ve onu özür dilemeye mecbur ettiler. Eğitim-Sen üyesi olan MSÜ rektörü de benzer bir tepki alarak, geri adım attı. Tabii ki en çok akıllarda kalan, GSÜ rektörünün öğrenciler tarafından kuşatma altına alınması oldu.
Başbakan’ın çıkarması nasıl ki ODTÜ’de bardağı taşıran son damla olduysa, ODTÜ üzerinde kurulan baskı da İstanbul üniversitelerinde benzer bir etki yarattı. Çünkü iş buraya gelene kadar İstanbul’da zaten ciddi bir mayalanma vardı. Polis baskısı ve tutuklama dalgası üniversitelerde özgürlük arayışını güçlendirirken, YÖK yasa tasarısına karşı gelişen tepkiler de, bir dönemdir özelikle asistanları ve akademisyenleri harekete geçirmeye başlamıştı.
İTÜ’lü asistanların tasfiyesi ile gündeme gelen mücadele yeni deneylerin ve derslerin ortaya çıkmasını sağladı. Üzerine ölü toprağı serpilmiş üniversitelerde mücadele bayrağını bu kez onlar ellerine alıyorlardı. Üniversiteyi terk etmeme eylemleri, üniversite forumları, direniş çadırları ve iş bırakmalar derken, asistanlar, artık üniversitenin diğer bileşenlerini harekete geçmeye zorluyordu. Bu zemine dayanarak, İstanbul Beyazıt Meydan’ında yapılan 25 Aralık eylemi, birleşik mücadele açısından, son yıllarda atılmış en önemli adımlardan biriydi. Her ne kadar öğrenci katılımı zayıf olsa da, üniversite bileşenlerin ortak bir çıkış yapması bakımından bu eylem önemliydi.
ODTÜ ile başlayan eylem dalgası ülkenin birçok üniversitesinden destek gördü. Bunlar içinde Tunceli Üniversitesi belki çok küçük bir ayrıntı olarak görülebilir. Fakat eylem ateşinin son noktaya kadar yandığı bir küçük üniversite olarak dikkat çekmeyi başardı. Dersim Üniversitesi mücadelenin ilk yarı finalini sınav boykotuyla gerçekleştirdi. Ve nihayetinde, gençler sınavları iptal ettirmeyi başardı. Bu dönemde Dicle ve diğer bölge üniversitelerinde de irili ufaklı eylemler oldu, ama Dersim, başarılı boykot örneğiyle öne çıktı ve öğretici oldu. Ve sömestr tatili nedeniyle eylemler de bir süreliğine dinmiş oldu.
Toplumsal eylemler sürekli bir yükseliş eğilimi izlemezler. Dolayısıyla çeşitli dönemlerde; duraksama, nefes alma, geriye çekilip toparlanma, sıçrama ya da her şeye rağmen gerileme ve sönümlenmeden söz edebiliriz. Fakat sömestr tatilinin, bir şekilde hükümete, devlete ve üniversiteleri kökünden yapılandırmak isteyen sermaye güçlerine derin bir nefes aldırdığını da kaydetmek gerekir.
Peki, asıl şimdi ne olacak? Bu soruya bugünden “şöyle olacak” demek elbette mümkün değil. Ama olmasını temenni ettiğimiz bir ikinci yarıyıl için neler yapılması gerektiğini, belli başlı yönleriyle tartışabiliriz.
1- ÜNİVERSİTE BİLEŞENLERİ MÜCADELEYİ BİRLİKTE ÖRGÜTLEMEK ZORUNDADIR
Birinci yarıyılın sonunda üniversitelerde baş gösteren eylem dalgası, ikinci yarıyılda (geride kalan kesimleri de yanına alarak) sürekliliğini korumak zorundadır. Aksi takdirde sermaye ve Hükümet boş durmayacak ve olası bir sessizlik yerini baskı karşısında sinmişliğe bırakacaktır. Üniversiteleri bekleyen en önemli tehlikelerden biri budur.
Hareketin geldiği düzey şunu göstermiştir ki; akademisyenler ve asistanlar enerjik ve kitlesel bir eylem gücü olarak öğrenci gençliği yanına almak zorundadır. Son dönemdeki girişimler de daha çok bu eğilimi yansıtmaktadır. ODTÜ, GSÜ ve MSÜ bunun başarılı örnekleri olmayı hak etmişlerdir. Bununla birlikte, yürünecek daha çok yol vardır.
İÜ’de ve İTÜ’de ise akademisyen ve asistanların bir hareketlenme içinde olduğunu, fakat henüz öğrenci gençlik kitlesiyle yeterince birleşilemediğini belirtmek gerekir. Bu yönlü girişimler ise daha çok politik gençlik grupları üzerinden yapılmakta, ama sonuç pek de başarılı olmamaktadır. Nitekim 25 Aralık Beyazıt eylemi akademisyen katılımı bakımından dikkat çekerken, sadece politik gençlik örgütleri üzerinden gerçekleştirilen böylesi bir girişim nedeniyle öğrenci kesimini bünyesine gerektiği gibi katamamıştır.
Bazı üniversitelerde, akademisyenler nezdinde politik “sol” gençlik grupları öğrenci gençliği temsil ediyor gibi göründü ve bu nedenle daha baştan öğrencilerle birleşme çabası daralmış oldu. Üstelik sözü edilen bu gruplar, yılların getirdiği fraksiyon çekişmeleri nedeniyle de çeşitli sorunlar yaşıyorlar.
Dolayısıyla; akademisyenler ve asistanlar öğrenci gençlikle birlikte güçlü bir mücadeleyi önlerine koyacaklarsa, yüzlerini geniş öğrenci kesimlerine çevirmelidirler. ODTÜ, bu açıdan, birçok yönüyle örnektir. Bu nedenle, akademisyenler –şüphesiz öğrencilerle el ele–; sınıf, amfi ve bölümlerde kümelenmiş ve zaten ders verdikleri her görüşten öğrencilere seslenerek, bu mücadele platformunu örgütlemelidirler. Böyle bir mücadele zemini sağlandığında, politik olarak örgütlü gençlik gruplarının kimi sorunlu yaklaşımları da daha kolay törpülenecektir. Mücadelenin önünde yer alan öğrenciler ve Üniversiteli Emek Gençliği de akademisyenlerle bu temelde ortak bir mücadeleyi örgütlemek üzere mevzisini değiştirmelidir. Akademisyen, asistan ve öğrencilerin birlikte yapacakları bu örgütlenmeler sınıf, amfi, bölüm ve fakülte temelinde fiilen yapılacağı gibi, bu örgütlenmeye TMMOB Oda gençlik komisyonları, ÖTK fakülte, bölüm ve sınıf temsilcileri, kol, kulüp ve topluluklar da dâhil edilmelidir.
ODTÜ’yü utanmadan kınayanların arasında, kimi üniversitelerin (Hükümet yandaşı olduğu her hallerinden belli) ÖTK başkanları da vardı. Burada şu soruları soralım ve hep birlikte düşünelim: Üniversite ÖTK başkanları Hükümet karşısında hazır ola geçip tek tek ODTÜ’yü kınayan açıklamalar yaparken, acaba gerçekten tüm ÖTK temsilcilerine ve öğrencilere sorarak mı bunu yapıyorlar? Elbette hayır. Peki, böyle değilse, neden aşağıdan ÖTK sınıf, bölüm ve fakülte temsilcilerinin bu durumu reddeden açıklamaları örgütlenemiyor? Neden TÖK, TMMOB gençlik komisyonları vb. örgütler karşı açıklamalar yapamıyor? Yoksa gerçekten hiç demokrat ve muhalif öğrenci temsilcisi kalmadı mı? Elbette durum böyle de değil. Böyle olsaydı zaten, öğretim üyesi, asistanı, çalışanı ve öğrencisiyle binlerce ODTÜ’lü nasıl ayakta olabilirdi ki? Ama sorun şudur ki; bu ufka ve böylesi bir kitle çalışmasına genel olarak bir yaklaşım zayıflığı var.
Daha radikal bir soru ortaya atalım; tüm bileşenleriyle ODTÜ ayakta iken ODTÜ ÖTK ne yaptı? Diyelim, tüm ÖTK temsilcileri hükümet yandaşı olsunlar. Peki, o zaman, ayağa kalkmış binlerce ODTÜ öğrencisi, (Avrupa örneklerinde olduğu gibi) neden kendi konseyini fiilen seçerek, ÖTK’yı boşa düşürmüyor, düşüremiyor? Çünkü eylem ufku örgütlenme ufkuyla birleşemiyor. Oysa ki kitlesel bir mücadeleden ve bir kitle hareketinden söz ediliyorsa, o harekete kitlesel bir örgütlenme ya da örgüt gerekir. Dolayısıyla bugünkü üniversite gençlik hareketinin önünde duran en önemli sorunlardan biri de –bugünkü mücadele zemininden de yararlanarak– tüm öğrencileri kapsayan kitlevi bir örgütün nasıl hayat bulacağı sorunudur.
Bu bölümü son bir vurguyla kapatalım; Yükseköğrenimin ikinci yarıyılını düşündüğümüzde, bölge üniversiteleriyle batı üniversitelerindeki mücadelenin birleştirilmesi büyük önem taşımaktadır. Bu durum karşılıklı deney alış verişini gerektirdiği kadar iyi bir koordinasyonu da ihtiyaç haline getirmektedir. Fakat Kürt kentlerinin ve bölgenin ulusal, demokratik ve bu ölçüde de birikmiş siyasal sorunları daha ön plandadır. Bu nedenle üniversite mücadelesinin birliği, batı üniversitelerinin Kürt sorununa duyarlılık düzeyi ile de doğrudan alakalı bir sınav verecektir. Ancak kuşkusuz bu, Kürt sorununun tek sorun gibi algılanmasıyla (öğrencisi, akademisyeniyle) üniversiteleri ODTÜ’deki türden ayağa kaldırabilecek sorunlar ve sorun yumaklarının görmezden gelinmesi anlamına gelmez. Öte yandan Türkiye’nin emperyalist bir savaşın parçası yapılmasına karşı mücadele, Kürt sorununun demokratik çözümü ve Türkiye’nin iç barışının sağlanması mücadelesiyle de iç içe geçmiş bulunmaktadır. Dolayısıyla savaşa karşı ülke sathına yayılmış ve bütün üniversiteleri içine alan bir mücadelenin örgütlenmesi ikinci dönemin en başat çalışmalarından biri olmalıdır.
2- ÖĞRETİM ÜYESİ, ASİSTANI, ÖĞRENCİSİ VE ÇALIŞANIYLA ÜNİVERSİTELER, ODTÜ’YÜ MERKEZ ALAN BİR TARTIŞMA VE KONFERANS SÜRECİ ÖRGÜTLENMELİDİR
Aralık ayında cereyan eden üniversite hareketinin merkezinde ODTÜ’nün bulunduğunu artık herkes biliyor. Yükseköğrenim gençlik hareketi ve üniversitelerin en azından son 10 yıllık halini düşününce, ODTÜ’de yaşanan deneyler daha bir önem kazanmaktadır. Çünkü 5-10 yıla yayılabilecek deneyler sadece birkaç hafta içinde cereyan edebilmiştir.
İş bırakmalar, boykotlar, ivmesi giderek yükselen gösteriler, akademisyenlerle öğrencilerin ortak bir mücadele platformu içinde hareket etmeyi başarmaları, eylem süreci içinde geliştirilen karar alma yöntemleri ve mekanizmaları, tüm ODTÜ adına rektörün Başbakan’la görüşmeye gitmesi ve Başbakanın bunu kabul etmek zorunda kalması vb, vb…
Yukarıda sıralanan bütün bu gelişmeler ortaya son derece değerli mücadele deney ve birikiminin çıktığını göstermektedir. Ne ki, eylem sürecinin sıcaklığı içinde bütün bu birikimler çoğunlukla geri planda kalmış ve küçük “haber” ayrıntısı olmanın ötesine geçememiştir. İşte şimdi, ara tatil döneminde ya da hemen üniversitelerin açıldığı ilk günlerde, “yangın” sırasında pek de fark edilmeyen o “hazine sandığı”nı açmanın vaktidir. Bunun için, (ikinci yarıyıla hazırlığı da kapsayacak) mücadelenin deney ve tecrübelerinden dersler çıkartmak üzere bir tartışma sürecini başlatmak yararlı olacaktır. Peki, bu nasıl yapılabilir?
Birincisi; tüm yazılı, görsel, işitsel araçları ve platformları kullanarak, mücadelenin içinde öne çıkmış unsurları bir tartışma zeminine çekmek ve en geniş üniversite çevrelerine de bu tartışmaları duyurmak üzere bir çalışma örgütlenebilir. Burada işçi basını ve halk televizyonu elbette en önemli iki araç durumundadır ve en etkili şekilde değerlendirilmelidir. İkincisi; ODTÜ’nün merkezinde olacağı (ev sahipliği biçiminde de olabilir) bir “Üniversite Konferansı” örgütlenebilir. Böylesi bir konferans öğrencisi, öğretim üyesi, asistanı ve çalışanıyla tüm üniversite bileşenlerince, birlikte örgütlenmelidir. Böylelikle hem ODTÜ kendi birikimine yaslanarak ileri sıçrama imkânı yakalamış olacak, hem de ülkenin tüm üniversiteleriyle birleşerek tecrübeleri ortak bir potada birleştirme olanağı yakalayacaktır. Böylesi bir çalışma, hareketin genel koordinasyonu açısından da fayda sağlayacaktır.
Sonuçta ODTÜ’lüler de belirli oranda şunu bilmektedirler ki; ortaya çıkan eylem süreci son derece etkili olmuştur, fakat sermaye ve devletin kapsamlı saldırılarını püskürtmek için daha fazlasına ihtiyaç vardır. Bu nedenle, eylem sürecine katılan ve hükümete tepki gösteren kitlenin daha örgütlü hale getirilmesi gerektiği açıktır. Bunun yanı sıra, rektörü de içine alacak kadar ilerleyen ODTÜ muhalefetinin diğer üniversite ve fakültelerle daha güçlü bağlar kurması gerekmektedir. Bu durum, tersten bakıldığında da, diğer üniversiteler için ODTÜ ile bağları güçlendirmeyi gerektirmektedir.
Eylem dalgasının büyümesinden kaygı duyan burjuva medyanın ODTÜ’yü nostalji deryasına ve tarih öykünmeciliğine sürükleme gayreti dikkat çekidir. Bunda, kitle mücadelesine ve taleplerine yabancı kalan kimi akım ve anlayışların da katkısı olmuştur. Böylece 60’lı ve 70’li yılların eylem ritüelleri, bayatlamış bir sos olarak harekete boca edilmeye çalışılmış ve bir yandan da iş adeta sulandırılmaya çalışılmıştır. Hareket, üniversitelerin, akademisyenlerin ve öğrenci gençlerin somut talepleri üzerinden ilerleyeceğine ve YÖK yasa tasarısıyla birlikte geliştirilen saldırı dalgasına karşı mücadeleyi önüne koyacağına, nostaljik özentilerle gereksiz yere oyalanılabilmiştir.
Dolayısıyla hareketin bundan sonra daha örgütlü ve daha bilinçli bir zeminde ilerlemesi (ki öğretim üyeleri ve asistanların mücadele içindeki yeri bunu daha mümkün kılmaktadır) kritik bir önem kazanmıştır.
Burada bir diğer önemli sorun da, akademisyenlerin hangi örgütte yer alacakları sorunudur. Zaten “Eğitim-Sen mi, yeniden ÖES mi, yoksa başka bir örgütlenme mi” diye öğretim üyeleri bir tartışma başlatmıştır. Eğitim-Sen’in akademisyenleri gerektiği ölçüde kucaklayamadığı da bu dönemde açığa çıkmıştır. Bu nedenle, hem sendika ve diğer meslek-bilim örgütlerinden doğru gelecek, hem de akademisyenlerden doğru yapılacak bir tartışmanın yürütülmesinde fayda vardır.
Ama esas sorun şudur ki; öğretim üyesi, asistanı, öğrencisiyle fakülteleri temel alan, talepler etrafında birliği sağlayacak örgütlenmelere şiddetle ihtiyaç vardır.
2- YENİ YÖK YASA TASARISI EN GÜÇLÜ ŞEKİLDE TEŞHİR EDİLMELİDİR
Bir ülkede, polis başta olmak üzere devletin kolluk güçleri üniversitelere neden bu kadar saldırır? Öncelikle bu durum o ülkede demokrasiden söz edilemeyeceğini gösteren güçlü bir kanıttır. Çünkü düşünce, örgütlenme, toplanma-gösteri ve nihayetinde ifade özgürlüğü bir bütün olarak ayaklar altındadır. Siyasal iktidar, kendisine muhalif her aykırı sesi bastırmak için terör estirirken, üniversiteler ve öğrenci gençlik bu baskıdan en fazla nasibini alan kesim olagelmiştir. Hükümetin ODTÜ başta olmak üzere kimi rektörlere ve akademiye uyguladığı baskılar da bu durumun başka bir biçimi ve kanıtıdır.
Üniversiteler üzerindeki polis baskısının bir nedeni; evet, iktidar baskısı ve demokrasi yoksunluğudur. Bir diğer neden ise şudur ki; sermayenin ihtiyaçlarına uygun olarak üniversiteler yeniden dizayn edilirken, bunun önündeki engeller bir an önce tepelenmek istenmektedir. Doğrusu eylemlerin sıcaklığı içinde sorunun birinci yönü öne çıkarken, çoğunlukla ikinci ve temel öneme sahip yönü üzerinde neredeyse hiç durulmamaktadır. AKP’ye ve iktidara muhalefet etmenin ötesinde acaba gerçekten üniversiteler ne istemektedir? Bu sorunun karşılığı halk kitleleri açısından belirsiz olduğu gibi, akademisyenler ve geniş öğrenci kitleleri açısından da benzer bir durumun olduğunu belirtmek gerekir.
Bu durumda, hareketin “protestoculuk”tan kurtulması ve taleplerini en kristal haliyle netleştirerek ne istediğini bilen bir çizgiye doğru ilerletilmesi görevi önümüze çıkar. Tam da burada, hükümetin “reform” adı altında piyasaya sürdüğü “Yeni YÖK yasa tasarısı”, meselenin bam teli haline gelmektedir. Çünkü üniversiteleri polis ordusuyla düzlemeye giderken, sermaye ve hükümetin koltuk altında işte bu tasarı vardı. Tasarının hedefinde ise öğretim üyesi, öğrencisi, asistanı, öğrenci velisi ve çalışanlarıyla neredeyse tüm kesimler bulunmaktadır. Bu nedenle de mücadelenin ortak bir temelde örgütlenmesi zorunlu hale gelmiştir.
Üniversiteleri tümüyle patronların denetimine bırakan ve piyasanın kurallarına tabi kılacak olan YÖK yasa taslağı üzerinde burada uzun uzadıya yazmak gerekmiyor. Zira önceki sayılarımızda bu yönlü oldukça kapsamlı yazılar yayınlandı.
İşin önemli yanı şudur ki; asistanlar ve öğretim üyelerinin bir bölümü bu tasarının kendilerine getireceği tehlikenin farkına varmıştır, ama aynı durum öğrenci gençlik için geçerli değildir. Akademisyen çevreleri bilim özgürlüğü açısından da yeni tasarıya karşı çıkmaktadırlar, evet, ama aynı zamanda iş güvenliğinin ortadan kalkacağını ve acımasız performans sisteminin geleceğini de görerek, sorunu daha yakın vadede bir mücadele sorunu olarak ele almaktadırlar. Bu nedenle Ankara’dan İstanbul’a ve diğer kentlere uzanan eylemlerde akademisyenlerin rolü yadsınmayacak düzeydedir. Akademisyenlerin (ODTÜ ile gelişen süreçte daha da ileri bir tutum alarak) mücadele içinde yer alış düzeyi son yıllarda hiç bu ölçüde olmamıştı. Bu durum öğrenci gençlik mücadelesi açısından da büyük bir avantajdır. Bu olanaktan da yararlanarak şimdi, YÖK yasa tasarısına ilişkin, tüm üniversite bileşenleri içinde ve öğrenci gençlik içinde yoğun bir propaganda-ajitasyon ve teşhir faaliyeti yürütülmelidir.
40 bin öğrencinin okuduğu bir kampüste, bütün bir yarıyıl boyunca, yasa tasarısına ilişkin sadece 300 ya da 500 tane bildiri dağıtmış olmak, herhalde “karıncanın filin kulağına bir şeyler fısıldaması” gibidir. Bu nedenle ikinci öğretim yılı için tüm üniversiteye seslenecek yaygın ve etkili bir ajitasyon ve teşhir faaliyeti örgütlenmelidir.
Yasa tasarısını akademi çok daha yakından hissediyor dedik. Peki, öğrenci gençlik içinde bu bakımdan hangi özgünlükte bir çalışma yürütülmelidir? En azından şu kadarını söyleyelim ki; sayıları 4 milyona dayanan üniversite öğrencileri, yeni yasa tasarısıyla birlikte 4 milyon yeni müşteri demektir. Hükümet, 1. öğretimde harçları kaldırarak büyük bir sükse yapmıştır. Ama yeni tasarıyla birlikte bunun kat be katını öğrencilerden çıkaracaktır. Bunu da devlet eliyle değil üniversitelerde kurulacak vezneler yoluyla tahsil edecektir. Ayrıca 4 milyon öğrenci demek 4 milyon gencin işsizliğinin en azından 4 yıl boyunca ötelenmesi demektir. Öte yandan işsizlikte artık yeni bir kategori doğmakta ve “diplomalı işsizler ordusu” çığ gibi büyümektedir. Üniversite dünyası giderek borsaya benzemekte ve diplomalar, değerini yitirmiş beş para etmez kuponlar haline gelmektedir. Bu nedenle YÖK yasa taslağına karşı yürütülecek teşhir faaliyeti, tasarının somut olarak öğrenci gençliği hangi tehlikelerle karşı karşıya getireceğini işlemelidir.
3- İÜ REKTÖRLÜĞÜ’NE KARŞI OLUŞAN MUHALEFET YENİ BİR DAYANAK OLABİLİR
Aralık ayı eylemleri esnasında unutulan bir gelişme de İÜ Rektörlük seçimleriydi. Çünkü ODTÜ’nün etki gücü kadar İÜ de, üniversiteler üzerinde hala ciddi bir ağırlık oluşturuyor. Seçimlerde rektör Yunus Söylet oylarını artırarak yeniden seçildi. Demokratik muhalefetin adayı Raşit Tükel ise 600 civarında oy alarak güç tazeledi ve bir nevi “ana muhalefet” durumuna geldi.
Raşit Tükel ve onun etrafında oluşan muhalefetin en önemli avantajı hastanelerdeki gücüydü. Zira üniversite hastanelerinin tasfiyesine karşı mücadele İÜ’de önemli bir mücadele potansiyelini ortaya çıkarmıştı. Tükel etrafında oluşan muhalefetin en önemli zaafı ise, öğrenciler başta olmak üzere, tüm üniversite bileşenlerini kapsayacak bir eylem ve örgütlenme pratiğine sahip olamamasıydı. Böylesi bir anlayışı en somut ortaya koyan (teorik olarak) isim daha önceki seçimlerde aday olan, ama çok düşük oy alan Gediz Akdeniz’dir. Gediz hoca şöyle derdi: “Sandığı esas Beyazıt Meydanına kurun, bakalım kim daha çok oy alacak?” O, bu sözlerle hem seçim sistemine itiraz eder, hem de oy hakkı olmayan öğrencilere, asistanlara ve çalışanlara olan güvenini ifade ederdi. Ama onun bu sözlerini dikkate almak yerine, akademi camiası Gediz hocanın aldığı oya bakarak ona “marjinal” etiketi takmayı uygun gördü. “Doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlar” sözü de herhalde en çok onun bu durumu için geçerli olsa gerektir.
İÜ seçimlerinin ardından bugün, Tükel etrafında birleşen öğretim üyeleri ve asistanlar demokratik üniversite inisiyatifini oluşturmaya çalışıyorlar. Yapılan toplantılarda, örgütlenmenin fakülteler temelinde güçlendirilmesi kararlaştırıldı. Eğer ortaya çıkan bu muhalefet kendi birliğini korur, ilkelerine bağlı kalır ve fakülteleri esas alarak öğrencileri de içine alan bir örgütlenmeye yönelirse, ikinci yarıyıl üniversite mücadelesi açısından yeni kazanımları da beraberinde getirecektir. Fakat mesele şudur ki; bekleme hatasına düşmeden asistanı, hocası ve öğrencisiyle herkesin bu örgütlenmeye güç vermesi gerekmektedir.
5- “TAKVİM DEVRİMCİLİĞİNE” DÜŞÜLMEDEN İLERLEMEK GEREKİR
İkinci yarıyılı kapsayan Mart, Nisan ve Mayıs aylarına bakıldığında her yıl olduğu gibi yoğun bir eylem ve mücadele döneminin de yaşanacağı ortadadır. 8 Mart, 21 Mart, 1 Mayıs, 6 ve 8 Mayıslarla dolu dolu geçecek bir mücadele döneminden söz ediyoruz. Türkiye’nin birikmiş sorunlarını düşününce, elbette bu eylem takvimi ayrı bir anlam kazanmaktadır.
Bu eylem takvimi ve yoğunluğu köşeye sıkıştırılmak istenen üniversiteler için bir çıkış alanı yaratabilir. Çünkü mücadelesini işçi sınıfı ve emekçiler ve ezilen halkların mücadelesiyle birleştirebilen bir üniversite hareketi, ilerleme olanaklarını daha da geliştirecektir.
Fakat burada dikkat edilmesi gereken bir tehlike var! Bu tehlikenin adı “takvim devrimciliği”dir. Yani kendi çalışmasını tamamen eylem takvimlerine entegre eden, bunun dışında bir şey görmeyen bir yaklaşımdan söz ediyoruz. Eleştirilmesi ve uzak durulması gereken bu yaklaşım, aynı zamanda kitlelerin sorunlarına ve taleplerine ilgisizliği beraberinde getirmekte ve mücadeleci gençleri ana kitleden, (sınıf ve amfilerden) kopararak, eylemden eyleme koşturabilmektedir.
Oysaki üniversitelerde birinci dönemden yarım kalan bir mücadele ve onun da aşması gereken bir dizi sorun bulunmaktadır. Bunun da aşılacağı yer kitlelerin içi, bölüm ve fakültelerdir. Bu nedenle genele bağlanacak her çalışma ve eylem, ayağını güçlü bir biçimde yerele ve yerelin özgünlüklerine basmalıdır.
İkinci yarıyıl, aynı zamanda; öğrenci kongrelerine, akademik çalıştaylara ve bahar festivallerine perde açacaktır. Binlerce üniversitelinin iştirak ettiği bu etkinlikler, yukarıda sıralanan değerlendirmeleri de gözeterek, en verimli şekilde ve titizlikle örgütlenmelidir.
2012- 2013 yüksek öğretim yılı sonunda daha da güçlenmiş bir üniversite mücadelesi ve örgütlenmesi görebilmek; bugünden yapılacak planlara ve atılacak pratik adımlara bağlıdır.