Yazımızın ilk iki bölümünde Terry Eagleton’un Marksizmin toplumsal temeline, yani materyalist tarih anlayışına, tarihsel materyalizme nasıl saldırdığını göstermeye çalıştık. Bu bölümde ise onun nasıl bir sosyalizm anlayışına sahip olduğunu, Marksizmi nasıl bir piyasa sosyalizmi teorisine indirgediğini irdelemeye çalışacağız. Kuşkusuz materyalist tarih anlayışı, bu temelde toplumsal sistemlerin gelişme dinamiklerinin tahlil edilmesi temel önemde bir sorun; ve bu soruna, konuyla bağlantılı olduğu noktalarda, özellikle de sosyalizm ve kapitalizmi karşılaştırmalı olarak irdeleyeceğimiz bölümde yeniden girmek zorunlu olacak.
Eagleton nasıl bir sosyalizm anlayışına sahip ve onun “sosyalizmi”nin Marksizm ile bir ilişkisi var mı? Konuya doğrudan buradan girmek yararlı olacaktır. Daha baştan belirtmek gerekir ki, Eagleton’un kendi içerisinde tutarlı tek bir sosyalizm anlayışı bulunmamaktadır. O, yamalı bir bohça misali, Marksist sosyalizm, yani bilimsel sosyalizm anlayışı dışta tutulmak kaydıyla, her türden burjuva, küçük-burjuva sosyalizmi, “piyasa sosyalizmi” anlayışını bir araya toplamıştır. Her birinde “iyi gördüğü” bir yan bulunmaktadır.
Sözü fazla uzatmadan Eagleton’un yazdıklarına bakalım: “Bazıları, sosyalizmin işlemeyeceğini başka bir anlamda da öne sürerler. Sosyalizm zenginlik koşullarında bile kurulacak olsa, modern karmaşık bir toplum piyasalar olmadan nasıl işleyebilir? Artan sayıda Marksist böyle bir durumun zorunlu olmadığını söyleyecektir. Onlara göre piyasalar, sosyalizmin bütünleyici bir parçasıdır. Piyasa sosyalizmi olarak adlandırılan görüş, gelecekte üretim araçlarının toplumsal mülkiyeti altındaki üretim ile özyönetimle işletilen kooperatif üretiminin piyasada birbiri ile rekabet edeceğini öngörür. Böylece piyasanın kimi yararları korunurken zararlarından kurtulunabilir. Tek tek işletmeler düzeyinde işbirliği verimliliği artırabilir; veriler, kapitalist işletmeler kadar belki daha da fazla verimli olunabileceğini göstermektedir. Ekonominin bütününde rekabet, bilgiye dayanan kaynak dağılımını sağlayabilir ve geleneksel Stalinci merkezi planlamayla bağlantılı özendirme sorunları ortaya çıkmaz.”
“Bazı Marksistler Marx’ın da piyasa sosyalisti olduğunu iddia eder; çünkü onlara göre Marx, sosyalist devrimden sonra, geçiş döneminde piyasaların bir süre daha devam edeceğini düşünmüştü.” Eagleton “piyasa sosyalizmi” konusunda Alec Nove, David Miller vb.’ne göndermeler yapmaktadır. O, Troçkistleri “şaşırtacak” bir haber de verir. “İzleyicileri şaşırabilir, ama Troçki bile yalnızca geçiş döneminde planlamayla birlikte piyasanın da var olmasını desteklemiştir. Ona göre, planlamanın rasyonalitesini ve yeterliliğini kontrol etmek için piyasalar gerekliydi, çünkü ‘piyasa ilişkileri olmaksızın iktisadi muhasebe düşünülemezdi.’ (Eagleton, Blackburn’den aktarıyor- A. Y) Sovyet sol muhalefetle birlikte Troçki, merkezi ekonominin yaman bir eleştirmeni oldu.”
Daha ileride Eagleton düşüncelerini biraz daha açar. “Örneğin özyönetimi olan kooperatif fikrini ele alalım; Marx bunun sosyalist geleceğin temel üretim birimi olduğunu düşünüyordu. Bir kişinin böyle bir birime katkısı bir tür kendini gerçekleştirmeye yol açarken aynı zamanda diğerlerinin iyiliğine de katkıda bulunur ve bu, sadece o birim öyle kurulduğu için mümkündür…. Yalnızca kârı ortaklaşa bölüştüğümüz, eşitlikçi olduğumuz ve birlikte yönettiğimiz için benim kendimi gerçekleştirmem, diğerlerinin de gelişmesini sağlar. Bu, kişisel erdem sorunu değil, yapısal bir meseledir…”
Kuşkusuz Eagleton’un sosyalizmin ekonomisi ile söyledikleri bunlardan ibaret değildir. O “katılımcı ekonomi” denilen modelin bazı yandaşlarının da “sosyalist karma ekonomiyi benimsediğini” bildirir. “Bu modele göre kaynakların dağılımı, işyerlerinde, mahalle çevrelerinde ve tüketici konseylerinde üreticiler, tüketiciler, çevreciler ve diğer ilgili taraflarca müzakere edilerek yapılacak. Kaynakların genel olarak dağılımı, büyüme ve yatırım hızları, enerji, ulaşım ve ekoloji politikaları, yani ekonominin en geniş parametreleri yerel, bölgesel ve ulusal düzeylerde temsili meclislerce tespit edilecek. Bu genel kararlar, diyelim kaynak dağılımına ilişkin olanlar, daha ayrıntılı planların yapılabilmesi için aşağıya doğru bölgesel ve yerel düzeylere iletilecek… Böylece nelerin ve nasıl üretileceği, özel kar güdüsü yerine toplumsal ihtiyaçlarca belirlenebilecektir.”
Eagleton Raymond Williams’ı da unutmaz. Onun “devlet müdahalesi”nden korunmuş, kuşkusuz piyasacı önerilerini över: “Yarım yüzyıl önce Communications (İletişimler) başlıklı mükemmel küçük bir kitapta Raymond Williams, içeriğine devlet müdahalesini de, kâr dürtüsünün egemenliğini de reddeden sanatlar ve medya için sosyalist bir plan taslağı sunmuştu… Sanatlar ve medyanın gerçek ‘atölye’si –radyo istasyonları, konser salonları, televizyon ağları, tiyatrolar, gazete büroları vb.– çeşitli biçimleri olan kamu mülkiyetinde olacak, yönetimlerine de demokratik olarak seçilmiş kurullar gelecekti. Bu kurullarda hem kamunun, hem de medya sanat kuruluşlarının temsilcileri olacaktı.”
“Kesinlikle devletten bağımsız olan bu komisyonlar kamu kaynakları hakkında karar vermekle sorumlu olacaklar ve toplumsal mülkiyetteki bu kaynakları ya uygulayıcı bireylere ve ya da bağımsız, demokratik biçimde seçilmiş, özyönetimi olan aktör, gazeteci, müzisyen vb. kuruluşlarına ‘kira’layabileceklerdi. Böylece bu erkekler ve kadınlar hem devlet düzenlemelerinden, hem de çarpıcı piyasa baskılarından özgürleşmiş olarak çalışabileceklerdi. Diğer şeylerin yanı sıra, kendilerinin de destekledikleri sistemin çıkarlarını dile getiren, halkın neye inanması gerektiğini söyleyen, bir avuç güç düşkünü, paragöz kabadayının sahip olduğu özel medyanın aracılığından da kurtulmuş olacaktık.”
Bu alıntıları uzatmak olanaklıdır. Ancak Eagleton’un nasıl bir sosyalizm anlayışına sahip olduğunu anlamak açısından bu kadarı yeterlidir. Bütün bu “farklı” “sosyalizm” anlayışlarının temelde buluştukları bir ortak nokta vardır ve o da şudur ki; piyasa olmadan bir sosyalizm olanaklı değildir! Piyasanın “kutsal eli” sosyalizmin içine sokulmuş, ondan sosyalist ekonomiyi düzenlemesi ve istikrarlı bir şekilde işletmesi, geliştirmesi istenmiştir. Çünkü Eagleton’a göre, ancak sosyalist piyasa ekonomisi ile piyasaların zararlarından kurtulunurken, yararlarından faydalanılabilir ve böylece sosyalizm istikrarlı bir biçimde geliştirilebilir! Üstelik yazarımız ne de olsa demokrattır ve bu işleyişin içine bolca demokrasi ve demokratik kurumlar sosu dökerek, “merkezi planlamacı, özendirmeci Stalinist” sosyalizmin zararları da engellenmiş olur!
Bütün bu söylenenleri elbette tek tek ele alıp irdelemek, bunların sosyalizmle bir ilgisinin olup olmadığını ortaya koymak gerekiyor. Ama oraya geçmeden önce derin bir açmaza dikkat çekmeliyiz. Eagleton’un alternatif bir sosyalizm anlayışı olarak önümüze getirdiği aşağı yukarı bütün önlemler ve uygulamalar, bir biçimde, tarihin bir döneminde çeşitli gerekçelerle Kruşçev, Tito vb. gibi anti-Marksistlerce Sovyetler Birliği ve Yugoslavya’da, Mao’nun yol göstericiliğinde de Çin’de uygulandılar. Benzeri bazı önlemler, sakıncaları bilinerek ve belirli sınırlamalarla, Sovyetler Birliği’nde, Lenin önderliğinde geçici bir süre için de –NEP dönemi– uygulanmıştır. Marksistlerin bu uygulamaları geçici ilan etmelerinin nedeni açıktır. Çünkü o temelde devam etmek doğrudan kapitalizme götürürdü. Buna karşın yakılıp yıkılmış ve yeniden kurulmakta olan bir ülkede sosyalizm daha yolun başındaydı ve bir adım geri atılarak ekonominin çarklarının döndürülmesi gerekiyordu. Yani NEP Dönemi ile, Eagleton gibilerin önerdiği “piyasa sosyalizmi” anlayışı arasında kategorik bir farklılık bulunmaktadır.
Kruşçev ve Tito gibi anti-Marksistlerin yöntemleri ve Mao’nun uygulamaları ise sosyalizmi geliştirmek adına kalıcıydı ve bu uygulamaların sonucunda sosyalizm tahrip edildi, kurulmadı –Çin, Yugoslavya– ve kapitalizm adım adım restore edildi. Elbette Sovyetler Birliği ile özyönetimci Yugoslavya’nın, Çin’in durumları işaret edildiği gibi bir ve özdeş değildi. Ama Kruşçev, daha sonra ardından gelenler ve Tito, ortak bir anti-Marksist temele sahiptiler ve onların yönetiminde bu ülkeler, o piyasacı uygulamalarla varabilecekleri tek yere, yani kapitalizmin restorasyonuna vardılar. Çin de benzer bir yolu tuttu. Kruşçevciler kolhozlara sözde daha fazla özerklik vererek ve onların üretim araçlarına sahip olduklarını ilan edip “piyasaya özgü önlemler” alarak, Tito ise “özyönetimcilik” yolunda ilerleyerek ve bu mirası ardıllarına devrederek kapitalizmin yolunu sağlam bir biçimde tuttular. Çin’de ise, özel sektör zaten önemli ölçüde korunmuştu. Konumuz elbette geriye dönüş sorunlarını incelemek değil. Ancak özellikle “piyasa, özyönetim, üretim araçlarının mülkiyeti sorunları” kilit önemde sorunlar ve bir sosyalizm tartışması bunlar olmadan ve geçmiş uygulamalar temel yönleri ile hatırlatılmadan yürütülemez.
Şimdi Eagleton’un “sosyalizmi”ni yakından irdelemeye başlayalım.
SOSYALİZM VE PİYASA BİR ARADA OLABİLİR Mİ?
Bu soruya Eagleton’un olumlu yanıt verdiğini biliyoruz. Hatırlayacak olursak: “Piyasa sosyalizmi olarak adlandırılan görüş, gelecekte üretim araçlarının toplumsal mülkiyeti altındaki üretim ile özyönetimle işletilen kooperatif üretiminin piyasada birbiri ile rekabet edeceğini öngörür.(abç) Böylece piyasanın kimi yararları korunurken zararlarından kurtulunabilir. Tek tek işletmeler düzeyinde işbirliği verimliliği artırabilir; veriler, kapitalist işletmeler kadar belki daha da fazla, verimli olunabileceğini göstermektedir. Ekonominin bütününde rekabet, bilgiye dayanan kaynak dağılımını sağlayabilir.” Demek ki, piyasa sosyalizmi teorilerine göre gelecekte iki tür üretimle karşı karşıya kalınacak. Birisi üretim araçlarının toplumsal mülkiyet haline geldiği alanda, diğeri ise “özyönetimle işletilen” kooperatif üretimi alanında. Birbiriyle rekabet edecek bu iki üretim biçimi, piyasacı uygulamaların hayata geçirilmesi ile iki yönlü bir etki altında kalacaktır! Bir taraftan piyasanın zararlı etkilerinden kurtulunacak, diğer taraftan sosyalist ekonominin verimliliğini artıracak kaynak dağılımı sağlanacaktır. Hem böylece “geleneksel Stalinci merkezi planlamayla bağlantılı özendirme sorunları ortaya” çıkmayacaktır. Anti-parantez belirtelim ki, maddi özendirme sorunu sektörler arasında bir rekabet unsuru olarak değil, tek tek alanlarda üretimi artırmak için uygulanıyordu. Yani Eagleton’un anlatmaya çalıştığı ile bir ilişkisi bulunmuyordu.
Şimdi sormak gerekiyor; Eagleton’un yukarıda genel çerçevesini çizdiği bir sosyalizm olanaklı mıdır? Yani bir tarafta sosyalist sektör –bunun nasıl bir sosyalist sektör olduğu anlaşılmasa da–, diğer tarafta “özyönetimle işletilen kooperatif üretimi” gibi gösterişli bir ad takılsa da, özenle sosyalist sektörden ayrılan, düpedüz kapitalist bir işletme bir arada olabilir mi? Dahası, bu iki sektörün birbiri ile rekabeti ne anlama gelir? Böyle bir ekonominin, dünyada Eagleton gibilerin istediği gibi yaşanmış ve başarılı olmuş tek bir örneği olmasa da, Eagleton ve piyasa sosyalistleri bu sorulara olumlu yanıt veriyorlar, ve piyasaya, “sosyalizmin yaşadığı her soruna çözüm” olan bir kurtarıcı gözüyle bakıyorlar. Şimdi bu “piyasa sosyalizmi ekonomisine” yakından bakalım: Bu ekonomide zorunlu olarak iki tür üretim ve üretim aracı mülkiyeti bulunuyor. Bir tarafta toplumsallaştırılmış üretim araçları ve bunlar tarafından yapılan üretim, diğer tarafta kooperatif işletmenin grup mülkiyetinde olan üretim araçları ve bunlar tarafından yapılan üretim.
Eagleton açıkça kooperatiflerin üretim araçlarına sahip olup olmadığından söz etmez; ama ya öyle olmalı ya da bunlar üretim araçları üzerinde tam bir tasarruf hakkına sahip olmalı. Çünkü eğer böyle olmazsa, bunların rekabet edebilmesi, rekabet koşullarına uygun olarak kendilerini yapılandırabilmeleri olanaklı olmayacaktır. Çünkü kooperatif işletmenin devlet işletmeleriyle rekabet edebilmesi için üretim araçlarını sürekli geliştirebilmesi, kullandığı emek gücü üzerinde esnek yöntemlere sahip olması, yani ücretleri baskı altında tutabilecek olanaklara sahip olması, ne tür ve ne kadar üretim yapacağı konusunda tam bir özgürlüğe sahip olması gerekir. Üstelik bunlar da yetmez! Bu kooperatiflerin üretimlerinde kullanacakları ham maddeler, yarı-mamul maddeler, enerji vb. olmalı. Bunlara erişim olanaklı olmalı. Bunları ya genel ekonomiden almalı ya da ithal etmeliler. Ama bütün bu girdilerin genel bir fiyat standardı vardır ve bunlar piyasadaki egemen fiyatlardan daha ucuza alınamazlar. Eğer ithalatla ucuza alınacaksa, bunun yolu, ilk olarak dış ticaret serbestisidir ve ikinci olarak da bir diğer ülkeyi egemenlik altına almak, kaynaklarını sömürmektir. Birincisi ulusal ve uluslararası rekabetin iç içe geçtiği kapitalizmken, ikincisi açıkça emperyalist politikalar gütmekle olanaklıdır. Açıkçası bu koşullar olmadan “piyasa sosyalizmi” işleyemez, işlediğinde de ortaya çıkacak olan bayağı kapitalizmdir!
“Kooperatifimize” dönersek, bu durumda bizim “kooperatifimiz” de, eğer ithalat serbestisi olmayacaksa, diğer üretim alanları ile hemen hemen aynı maliyete sahip girdilerle üretim yapmak zorundadır. Peki, ama bu durumda rekabet nasıl sağlanacak? Geriye tek bir alan kalıyor, o da emek gücüdür. İş gücünü mümkün olduğunca düşük bir ücretle satın almak “özyönetimci kooperatifimiz” için tek yol olarak görünüyor. Ama bu, kapitalist sömürünün bilinen en eski ve vahşi biçimler alabilen “motoru”dur! Bütün bunlar, “kooperatifimizin özyönetimci” yöneticilerinin istek ve iradesinden bağımsız olarak gerçekleşir. Bu durumda onların önünde iki yol vardır: Ya açıkça vahşi emek sömürüsünü gerçekleştirmek ya da “yahu bizim sosyalizm diye bir idealimiz vardı, tuttuğumuz yol, o yol değil” diyerek kooperatifin kapısına kilit vurmak! Açıkçası grupların “demokratik yönetimindeki özyönetimci kooperatifler” ne rekabet yoluyla piyasayı düzenleyebilir, ne de sosyalist bir ekonomide piyasa “sakıncalı”-“zararlı” uygulamaları ortadan kaldırabilir.
Bütün bunlar ise, doğrudan doğruya sosyalizm içine kapitalizmin üretim anarşisinin sokulması, sürekli olarak kapitalizmi üreten koşulların canlı tutulmasıdır. Bu üretim biçiminin piyasa ekonomisi ile çok yakından ilişkisi vardır, ama sosyalizmle hiçbir ilgisi bulunmamaktadır. Yani bu mekanizma, sosyalizmle –nasıl bir sosyalizm ise– piyasayı sürekli karşı karşıya getiren, uyumu değil, uyumsuzluğu körükleyen, sonunda ya kapitalizmin ya da sosyalizmin galip geleceği bir sistemdir.
Bunun neden böyle olacağını da kısaca açıklamak gerekiyor: Sosyalizmde bütün temel üretim araçları toplumsallaştırılmıştır. Konuyla bağlantılı kısımdan söz edecek olursak: Sovyet deneyimi kırsal kesimde küçük köylülüğün kolektif işletmelerde (Kolhoz) bir araya getirildiği kooperatif tipleri ortaya koymuştur. Kolhozlar da, Sovhozlar gibi sosyalist karakterde işletmeler olmakla birlikte onlardan bazı özellikleri ile ayrılmıştır. Sovhozların üretim araçları, bu araçlarla elde edilen ürünler, çalışanların ücretlerinin karşılanması vb., bütünüyle bir işçi devleti olarak örgütlenmiş, üretim araçlarını toplumsallaştırmış devletin sorumluluğunda ve mülkiyetindedir. Kolhozlar ise toplumsal mülkiyete grup mülkiyeti aracılığıyla katılırlar. Ama onlarda da temel üretim araçları –toprak, büyük makineler devlete aittir– toplumsallaştırılmıştır ve onlara devlet tarafından verilir. Açıkçası meta değildirler, alınıp satılamazlar. Ama topluluk, bunların aşınma paylarını, yenilenmesini vb. karşılamakla yükümlüdür. Bu yükümlülüğü de üretimlerinin bir bölümünü bu giderlere ayırarak karşılar. Binalar, kamyonlar vb. grup mülkiyetine aittir. Üretim kendilerine ait olmakla birlikte, bunun genel ekonomiye gidecek payı, satılıp masrafların karşılanacağı pay, küçük üreticilere dağıtılacak gelir ya da satılacak ürün fazlası belirli kurallara bağlanmıştır. Yani hiçbir şey piyasaya terk edilmemiştir. Kolhozlardaki köylülerin küçük bir “yan ekonomisi” de bulunmaktadır. Açıkçası, tüketim alanında kapitalizme gitmeyen, sınırlı ve sınırlandırılmış bir küçük meta ekonomisi bulunmaktadır. Bütün bunlar geçici biçimlerdir ve tam bir makineleşme, pratik örneklere ve gelişmelere dayanılarak küçük üreticilerin ikna edilmesi, bütün ekonominin kolektifleştirilmesi ve tam bir toplumsallaştırılmanın sağlanması gerekir. Burada dikkat edilen temel nokta, zorlamanın olmamasıdır. Sosyalizmin gelişmesi, komünizme doğru ilerleme ancak bu yolla sağlanabilirdi.
Ama tarihin belirli bir anından sonra farklı bir yol izlendi. Kruşçevciler, Sovhozların ve Kolhozların üretim araçları üzerinde tam bir tasarrufa sahip olmalarının, onların meta haline getirilmesinin yolunu açtılar. Onlar alınıp satılabilecek, kendi hedeflerini keyiflerince belirleyebileceklerdi. Kârlılık ve sözde verimlilik temel kıstas olacaktı. Konumuz açısından da bu kısım özellikle önemlidir. Sovyetler Birliğinde, 1956 Aralığında, “kişilerin putlaştırılmasına karşı mücadele bayrağı” adı altında –yani Stalin döneminin mahkum edilmesi– değer yasası hakkında bir “Bilimsel Konferans” yapıldı. Bir dizi görüş farklılığı çıkmasına rağmen, Konferans’a katılanlar, Stalin’in değer yasasını tüketim malları ile sınırlamasının bir “yanılgı” olduğunda tam olarak birleştiler. Bilimler Akademisi’nde, SSCB’nde değer yasası ve fiyat oluşumu hakkında yapılan bir tartışmaya ilişkin olarak Woprossy Ekonomiki’nin 2/1957 Sayısında verdiği haberde şöyle deniliyor:
“Tartışmanın pozitif sonuçlarından biri –diyordu yoldaş Gatovkiy– meta üretiminin ve değer yasasının rolünü suni olarak (!) tahdit etmiş olan görüşlerin ciddi bir biçimde eleştirilmesinde görülür. Her şeyden önce, sosyalizmde üretim araçlarının meta olmadıkları, meta üretimi ve dolaşımının yalnızca tüketim malları alanını içerdiği yollu yaygınlaşmış görüş, inandırıcı bir eleştiriye uğratıldı.”
Oldukça şaşırtıcı değil mi? Şaşırtıcı, çünkü Kruşçevciler sorunu piyasa sosyalistlerinden çok daha ileride koyuyorlar. Onlar sadece kooperatif mülkiyetinde değil, bütünüyle devlet işletmelerinde de üretim araçlarının meta olduğunu ilan ederek, toplumsallaşmış üretim, özyönetimci kooperatifçi üretim yapaylığını teorik ve pratik olarak kaldırarak rekabeti, üretim anarşini, piyasa işleyişini sosyalizmin içine cesaretle sokuyorlar. Kruşçev’in bu sarı bayrağının, Gorbaçov’un beyaz bayrağına dönüşmesi artık sadece zaman ve koşullar meselesidir. Bilindiği gibi, bu da 80’li yılların sonunda gerçekleşmiştir.
Bütün bunlar neden önemlidir? Önemi şuradadır ki, sosyalizm ve kapitalizm bir arada bulunamazlar. Bir arada oldukları her alan zorunlu olarak sadece bir mücadele arenasına dönüşür. Buna karşın sosyalist bir devlet koşulların dayatmasıyla geçici olarak kapitalist uygulamalara gidebilir, bazı kapitalist önlemleri devreye sokabilir. Ama kendisi dümendedir ve ne zaman frene basacağını çok iyi bilir, piyasa ve kapitalizm üzerine hayaller pompalamaz, gelişmeleri mümkün olan açıklıkta işçi sınıfına ve emekçi kitlelere anlatır, onları ideolojik olarak silahlandırır. Örneğin Rusya’da iç savaşın bitmesinden sonra uygulanan NEP –Yeni Ekonomik Politika– dönemi böyle bir dönemdir.
İç savaş sırasında bir dönem zorunlu olarak uygulanan “savaş komünizmi”ne iç savaşının bitmesi ile son verildi. Kırsal kesimde teslim yükümlülüğü kaldırıldı ve köylülerin ürün fazlasının büyük bir kısmını istedikleri gibi kullanmalarına imkan veren bir sisteme geçildi. Vergi dışında kalan –kolaylık için ayni vergi konmuştu– ürün bütünüyle köylünün özgür tasarrufuna bırakılıyordu. Bununla tarımın canlandırılması, sanayinin gelişmesi için gerekli tarım üretiminin artırılması, şehirlere yiyecek temininde rahatlama sağlanmak isteniyordu. Bütün bu amaçlar için meta dolaşımı canlandırıldı. Lenin’in 10. Parti Kongresi’ne sunduğu raporda ticaret özgürlüğünün ilk başta ülkede kapitalizmi belli ölçüde canlandıracağı öngörülüyordu. Özel ticaret serbest bırakılarak, özel girişimcilerin küçük işletmeler kurmasına izin veriliyordu. Ancak devlet sanayi yeniden işler hale gelip, kaynak biriktirip güç topladıktan sonra, özel sermaye tutunduğu mevzilerden sökülüp atılacaktı. Açıkçası, güç toplamak için biraz geri gidiliyordu. Bir yıl sonra, 11. Parti Kongresi’nde, Lenin, geri çekilmenin sona erdiğini, özel sermayeye karşı taarruza hazırlanmak gerektiğini ilan etti.
Buna karşın bir taraftan “sol muhalifler” Lominadze, Şatskin vb., diğer taraftan Troçki, Radek, Zinovyev Kamenev, Buharin, Rykov vb.’leri sosyalizmin kurulabileceğine inanmıyor, yerli ve yabancı sermayeye ayrıcalıklar verilmesini, Sovyet iktisadının birçok kumanda tepesinin imtiyazlar ve karma anonim şirketler temelinde özel sermayeye devredilmesini –Eagleton’un yukarıda Troçki’ye ilişkin tespiti hatırlansın– istiyorlardı. Lenin ise, “Yeni Ekonomik Politika”nın kapitalizm ile sosyalizm arasında çılgınca bir mücadele, bir ölüm-kalım mücadelesi olduğunu söylüyordu. O dönemde soru şuydu: “Kim, Kimi?” Burada açık ve net olan şudur: Daha önce de vurgulandığı gibi, sosyalist ve kapitalist ekonomi –piyasa ekonomisi– bir arada olamazlar. Sosyalist devletin kumandasında özellikle ilk geçiş dönemlerinde, kapitalist kuşatmanın sertleştiği dönemlerde vb. zaman zaman geri çekilmeler, geçici uygulamalar yapılabilir. Ancak burada aktarılan NEP örneğinde olduğu gibi, bunun açık ve net sınırları bulunmaktadır. Piyasacı kapitalizmin ve sosyalizmin bir arada olacağı, böylece işleyen bir “sosyalist” ekonominin kurulacağı gibi teoriler kesinlikle ham hayaldir.
Geçmişte uygulanmış olan Yugoslav “özyönetimi” oldukça ünlüdür. Özyönetimciler küçük üreticilerin kolektifleştirilmesini “Rus yolu” olarak mahkum etmişler, kapitalist çiftliklerin kurulmasını ve özel köylü işletmelerinin teşvik edilmesi tercih etmişlerdi. “Avrupa Komünizmi” diye bilinen akım da benzer bir “sosyalizm” anlayışını savunuyordu. Örneğin İtalyan Komünist Partisi bu yola girdikten sonra şu teoriyi savunmaya başlamıştı: “Sosyalist bir toplumu kurmak için üretim araçlarını tamamen devletleştirmek gerekli değildir. Kamu kesiminin yanı sıra… özel teşebbüs de faaliyet gösterecektir… Özgürce birleşmiş köylü mülkiyeti, zanaatçılık, küçük ve orta sanayi ve üçüncü kesimde özel girişim… özel bir rol oynayacaklardır… Toplumu sosyalist yönde değiştirme sürecinin bu kavranışında, ekonomik sistem, planlama ile pazar arasında kamu teşebbüsü ile özel teşebbüs arasında bütünleşmeyi sağlayacak bağlara sahip olmalıdır.”
Benzer biçimde, Çin’in sadece bugünkü durumu değil, bugüne gelirken tuttuğu yol da konumuz açısından bir o kadar önemlidir. Çin’de baştan beri “ulusal” özel işletmeler, Çin- yabancı sermaye ortaklığı ile kurulmuş özel işletmeler, yalnızca yabancılara ait özel işletmeler hep var oldular. Öyle ki, bu anlayış Çin Halk Cumhuriyeti’nin ulusal bayrağında da sembolize edildi. Ulusal bayraktaki dört yıldız, işçi sınıfını, köylülüğü, küçük burjuvaziyi ve ulusal burjuvaziyi sembolize etmektedir. Daha çok önceki bir tarihte –1935– Mao burjuva demokratik devrimi formüle etmiş, orada “Çin Halk Cumhuriyeti’nin iş yasaları… ulusal burjuvazinin kar etmesini engellemeyecektir…” tespitini yapmıştı. Çin deneyiminin bu ilkeye sonuna kadar bağlı kaldığı açıkça görülmüştür. Bu yolun sosyalizme varmadığını ve varamayacağını görmek için olağanüstü bir Marksizm bilgisine gerek bulunmamaktadır.
Bugün Çin’de uluslararası sermayenin varlığı tartışmasızdır ve gelişip büyüyen Çin tekelleri dünyaya yayılmaya başlamıştır. Yerli ve yabancı tekeller Çin işçi sınıfının emek gücünü büyük bir vahşilikle yağmalamaktadırlar. Üstelik Çin’in bunu yapması için sisteminde geriye doğru köklü değişiklikler yapmasına da gerek olmamıştır. Esasen zaten buna gerek de bulunmamaktadır. Zaten açık olan ve varlığını sürdürmekte olan kapitalist yol büyük ek zahmetlere gerek kalmadan başlanan işi tamamlamıştır. Yeni olan tek şey uluslararası sermayenin önünün iyice açılmasıdır ve bu da yapılınca bugünkü Çin ortaya çıkmıştır. Artık Çinli proleterler sadece kendi kapitalistlerinin değil, uluslararası kapitalizmin de ucuz emek deposudur ve “ulusal kapitalistler” ve uluslararası emperyalist tekeller tarafından Çinlilerin emeği yağmalanmaktadır. Sovyetler Birliği’nde sosyalizmi yıkmak için destalinizasyon (Stalinsizleştirme) zorunlu olmuştu. Çin’de ise tam da yukarıdaki nedenlerden dolayı demaozizasyona gerek bile duyulmamıştır. Çünkü buna ihtiyaç bulunmamaktadır.
Görüldüğü gibi, bütün bu uygulamaların, ideolojilerin sonunda gelip dayandıkları yer kapitalizm ve burjuva ideolojisi olmuştur. Avrupa komünizmi gibi akımlar sönüp yok olmuş, burjuva ideolojisi içerisinde erimiş, sosyalizmi geliştirme adına ekonomileri böyle bir yola sokan sosyalist ve sözde sosyalist ülkeler ise sonuçta kapitalizmin yolunu tutmuşlardır. Kapitalizm ile sosyalizmin, kapitalist piyasa ile sosyalist ekonominin bir arada olamayacağının açık kanıtlarıdır bütün bu “deneyimler”. Sermaye egemenliği bütünüyle tasfiye edilmeden, üretim araçlarının özel mülkiyetine son verilmeden sosyalizm kurulamayacak, kapitalist kalıntılar tasfiye edilemeyecektir.
Burada Eagleton’un gönderme yaptığı Alec Nove’dan da küçük bir alıntı yapmazsak tablo eksik kalacaktır. Bu örnek, yukarıda saydığımız pratik uygulamaları da destekleyen bir örnek olması açısından önemlidir. Nove şunları yazmaktadır: “Plan ne kadar çok şeyi kapsarsa, üretici işletme düzeyindeki çıktılar, girdiler, ortaklar hakkında seçme şansı o kadar azalır. Üstelik bu durum, planı onaylayan meclis seçiminin ne kadar demokratik olduğuna bakmaz. Ayrıca inanıyorum ki, gerekliliğine inandıkları bir mal ya da hizmeti –riski göze alarak– sağlamak isteyen bir yurttaş ya da yurttaşlar grubunun, bunu yapma, gerekli maddi araçları edinebilme ve başarılı olurlarsa bir gelir (kâr) sağlayabilme özgürlükleri ilke olarak varolmalıdır. (Mao’nun mezarda kulakları çınlamış olmalı! –A. Y) Bu olanak, üreticiler olarak (aç. Nove) hak ve özgürlüklerinin (“sosyalist polis”e engellemeleri emredilirse çiğnenmiş olacak haklar) ayrılmaz parçası olmalıdır. Söz konusu olan mal ve hizmetler kamu sektöründe doyurucu oranda sağlansaydı, kâr edebilme fırsatı doğmazdı.”
Bu alıntı ile “piyasa sosyalizmi”ni savunanların iki temel düşüncesini yeniden vurgulamış oluyoruz. Birincisi, demek ki, piyasa sosyalizminde “merkezi planlamanın hantallığı ve eksikliği” olarak görülen aksaklıklar bu yolla aşılmış olacaktır. İkincisi, “üreticiler” eksik gördükleri alanlara girerek, üretim araçları satın alarak, kâr elde edebileceklerdir. Yani piyasanın “düzenleyici ve rekabetçi” özellikleri ile işleri yoluna koyacaklardır. Kapitalistlerin el çabukluğu ile “üreticiler”e terfi etmesini bir yana bırakıyoruz. Ortaya çıkan üretim sistemi düpedüz kapitalizmdir. Sosyalizmin kapıdan kovaladığı ücretli emek sömürüsü, üretim araçlarının özel mülk olma niteliği pencereden geri alınmıştır.
İşbilir ve uyanık patronlarımız keskin duyuları ve gözlemleri ile eksiklikleri tespit edecekler, işletmeler kurarak ihtiyaç duyulan ürünleri üreterek sosyalizme katkıda bulunacaklardır! Üretim araçlarının satın alınabilmesi ve satın almak isteyenlerin “piyasadan” faizle para bulma mekanizmasını da harekete geçirmelerinin ne engeli olabilir? Böyle bir sistemde herhangi bir engel bulunmamaktadır. Kâr edecek, kâr için üretim yapacak “özel kişiler”, içinde hareket ettikleri koşulların gereklerinin ve ihtiyaçlarının karşılanması için her yolu deneyeceklerdir. Üstelik bütün bunları “sosyalizm karşıtları” oldukları için değil, bir kez piyasa mekanizmasına göre hareket etmeye başladıkları için zorunlu olarak yapacaklardır.
Görüldüğü gibi, bütün bunlar genel bir sosyalist sistem içerisinde olağan bir uygulama olarak savunulmaktadır. Yani sosyalizm içerisinde kapitalist “adacıklar” bulunmalıdır! Hem yukarıda kısaca aktarmaya çalıştığımız geçmiş uygulamalar, hem de bu yöndeki akımların ortaya attıkları düşünceler dikkate alındığında, şu saptamayı yapmak yanlış olmayacaktır: “Duvarların yıkılması”ndan sonra bir süre popüler olan “piyasa sosyalizmi”ni savunanların düşünceleri yukarıda aktardığımız örneklerden de anlaşılacağı gibi, ne yeni ne de orijinaldir. Revizyonizmin, sosyal reformizmin çöplüğü karıştırılmış, oralardan toparlanan “düşünceler” yeni ve orijinal fikirler olarak “piyasaya” sunulmuştur.
Tam da bu nedenle bu bölümü yaşanmış bir örnekle tamamlamak oldukça aydınlatıcı olacaktır. Sovyetler’de işletmelerin Kruşçev sonrası dönemde “verimlilik ve kârlılık”ı esas alarak üretim yapması ortaya şöyle bir tablo çıkarmıştır. “Ekonomiçeskaya Gaseta’nın 7/ 1969 ve 12/ 1969 sayılarında şunlar yer almaktadır: “Örneğin vida, civata ve beslenme levhası değil, daha yüksek bir kâr getiren ve plan hedefini daha kolay gerçekleştiren en pahalı yedek parçaların imal edilmesi sonucunu doğurmaktadır. Bu şekilde 1968’de, gerekli civata ve somunların %47.7’si, gerekli vidaların yalnızca %20.5’i sağlanabilmiştir.” (aynı gazete 4/1969) Gazete devamla, “Saban demirlerinin takılması için yıllık 140 milyon vida civatasına gerek duyulduğunu, oysa bunlardan yalnızca 15 milyon imal edildiği”ni yazıyor: “Geri kalan miktarı kolhozlar ilkel bir şekilde kendileri imal etmek zorundadırlar.”
Aslında burada aktarılanlar hepimize oldukça tanıdık gelmektedir. Sosyalizmi ve merkezi planlamayı eleştirmek için gerek burjuva ideologları, gerekse de “piyasacı sosyalistler” bu argümanları sosyalizmin planlama yapamayacağının kanıtı olarak kafamıza sürekli fırlattılar. İddialarına göre, bu alıntıda da “kanıtlandığı” gibi, gerek duyulan malzemeler bulunmazken, gerek duyulmayıp üretilenler depoları doldurmaktadır! Ama aslında olan şudur: merkezi, demokratik merkeziyetçiliğe dayanan planlamadan, merkezi bürokratik planlamaya geçilmiş, kârlılık tek kıstas olarak işletmelerin önüne konulmuştur. Ortaya çıkan tablo ise yukarıdaki gibidir. Yani Marksist sosyalizmin ilkeleri değil, piyasa sosyalizminin ilkeleri uygulanmış; ama buna karşın sosyalizmin suçlanmasına tam gaz devam edilmiştir. Oysa bugün merkezi planlama ve hatta tek tek kişilerin isteklerini gelişkin teknolojik yöntemlerle hesaplamak ve temin etmek saniyeler alacak bir işlemdir. Bugün merkezi bir planlama yapılamayacağını ileri sürmek, sadece sosyalizme değil, dev kapitalist tekellerin neredeyse tüm pazarın ihtiyacını tahmin etmeye dayanan tekelci planlamalarına da hakaret etmek olur!
MARX’TA SOSYALİST DEVRİMDEN SONRA, GEÇİŞ DÖNEMİNDE ÖZYÖNETİMİ OLAN KOOPERATİF VB. GİBİ FEDERALİST DÜŞÜNCELER VAR MIYDI? GEÇİŞ DÖNEMİNİN ÖZELLİKLERİ NELERDİR?
“Bazı Marksistler Marx’ın da piyasa sosyalisti olduğunu iddia eder; çünkü onlara göre Marx, sosyalist devrimden sonra, geçiş döneminde piyasaların bir süre daha devam edeceğini düşünmüştü.” “Örneğin özyönetimi olan kooperatif fikrini ele alalım; Marx bunun sosyalist geleceğin temel üretim birimi olduğunu düşünüyordu.” vb… Eagleton’un bir iddiası da budur. O bize bu iddiasını destekleyecek her hangi bir kanıt sunmaz. O sunmasa da, biz, geçmişte doğrudan aynı konuda olmasa da, benzerlikler gösteren bir konuda yapılmış bazı tartışmaları ve geçiş döneminin özelliklerine ilişkin bazı hatırlatmaları yapmak durumundayız.
Marx ve onun yolundan giden Marksistler, sosyalizm söz konusu olduğunda –hatta belirli koşullar altında kapitalizmde de– ekonomide ve politikada –yani devlet konusunda– merkeziyetçidirler. Ancak onların merkeziyetçilikleri ileride göreceğimiz gibi, kof, keyfi zora dayanan, baskıcı bir merkeziyetçilik değildir. Bu konu Paris Komünü üzerine yapılan değerlendirme ve tartışmalarda gündeme getirilmiş, Marx tutumunu açıkça ortaya koymuştur. Daha sonra, Lenin, Devlet İhtilal’de bu soruna tekrar dönmüş, konuyu Marksistler açısından yeniden açıklığa kavuşturmuştur.
Konu, Bernstein’in Marksizmi revize etme çabalarına karşı gündeme gelmiştir. Çünkü Bernstein, Komün’e ilişkin değerlendirmelerinde Marx’ta “federalizm” bulmuştur. Buna karşı Lenin Marx’tan şu alıntıyı yapmıştır: “… Ulusun birliği parçalanmamalı, tersine, komünal kuruluş aracılığıyla örgütlendirilmeliydi; ulus birliği, bu birliğin cisimleşmesi olduğunu öne süren, ama asalak bir urdan başka bir şey olmadığı halde, ulustan bağımsız ve ondan üstün olmak isteyen devlet gücünün parçalanması yoluyla, bir gerçeklik durumuna gelmeliydi… Önemli olan, eski hükümet iktidarının salt bastırıcı nitelikteki organlarının budanması, kesilip atılmasıydı; bu iktidarın yasal görevleri, toplumun üstünde yer aldığını ileri süren bir otoriteden sökülüp alınmalı ve toplumun sorumlu görevlerine verilmeliydi.”
“Marx’ın bu düşüncelerini çağdaş sosyal-demokrasi oportünistlerinin ne derece anlamadıklarını –anlamak istemediklerini demek belki daha doğru olur– en iyi gösteren şey, dönek Bernstein’a Erostrat’vari bir ün kazandıran kitaptır: Sosyalizmin öncülleri ve sosyal-demokrasinin görevleri. Tam da Marx’ın yukarda aktarmış bulunduğumuz parçası konusunda, Bernstein şöyle yazıyordu: … bu program ‘siyasal içeriği bakımından, bütün ana çizgilerinde, Proudhon’un federalizmiyle çarpıcı bir benzerlik gösterir… Marx ile ‘küçük-burjuva’ Proudhon arasında [Bernstein, dalga geçmek için, ‘küçük-burjuva’yı tırnak içinde yazıyor] öteki bütün ayrılıklara karşın, bu noktalar üzerindeki görüş biçimleri birbirine son derece benzemektedir.’ Kuşkusuz, diye devam eden Bernstein, belediyelerin önemi büyür, ama ‘demokrasinin ilk görevinin, modern devletlerin, Marx ve Proudhon’un tasarladıkları bu kalkışı [Auflösung, harfi harfine: gerçek ve mecaz anlamda dağılma] ve örgütlenmelerindeki bu tam değişiklik [Umwandlung, değişim]: yani bütün o eski ulusal temsil biçimlerinin tamamen yokolacakları biçimde, kendileri de komünler delegelerinden oluşacak bölge ya da il meclisleri delegelerinden bir ulusal meclis kurulması olduğu, bana kuşkulu görünüyor.’ (Bernstein, aynı yapıt, 1899 Almanca baskısı, sf. 134 ve 136). İşte düpedüz şaşılacak bir şey: Marx’ın ‘asalak devlet iktidarının yıkılması’ üzerindeki görüşlerini, Proudhon’un federalizmiyle karıştırmak! Ama bu bir rastlantı sonucu değildir; çünkü Marx’ın burada, federalizmi merkeziyetçiliğe karşıt olarak ele almak şöyle dursun, bütün burjuva ülkelerde [sayfa 71] varolan eski burjuva devletten söz ettiği, oportünistin aklına bile gelmez. Oportünistin aklına, çevresinde, kendi küçük-burjuva hamkafalık ve ‘reformist’ durgunluk ortamında gördüğü şeyden, yani yalnızca ‘belediyeler’den başka bir şey gelmez! Proletarya devrimine gelince, oportünist onu düşünmeyi bile unutmuştur. Bu gülünçtür. Ama bu nokta üzerinde Bernstein ile tartışılmamış olması da ilginçtir. Birçokları, özellikle Rus yazarları arasında Plekhanov, batı Avrupa yazarları arasında Kautsky; Bernstein’ı çürütmüşlerdir; ama ikisi de, Marx’ın Bernstein tarafından bu çarpıtılması üzerine hiçbir şey söylememişlerdir. Oportünist, devrimci olarak düşünmeyi ve devrim düşünmeyi öylesine unutmuştur ki, anarşizmin kurucusu Proudhon ile böylesine karıştırdığı Marx’ta “federalizm” görür. Ve ortodoks Marksistler olduklarını ve devrimci Marksizm öğretisini savunmak istediklerini ileri süren Kautsky de, Plekhanov da, bu konuda susarlar. Burada, Marksizm ile anarşizm arasında, oportünistleri olduğu kadar Kautskistleri de belirleyen ve üzerinde konuşmak zorunda kalacağımız ayrım üzerine, o aşırı görüş yoksulluğunun köklerinden biri göze çarpar. Marx’ın, Komün deneyi üzerine aktarmış bulunduğumuz düşüncelerinde, federalizmin izi bile yoktur. Marx, Proudhon ile, yalnızca oportünist Bernstein’in ayrımsamadığı bir nokta üzerinde uzlaşır. Bernstein’in onları uzlaşmış gördüğü yerde ise, Marx, Proudhon ile uzlaşmazlık içindedir. Marx, Proudhon ile şu anlamda uzlaşır ki, her ikisi de güncel devlet makinesinin “yıkılma”sından [sayfa 72] yanadırlar. Marksizmin anarşizm ile (Bakunin ile olduğu gibi Proudhon ile de) bu benzeşmesini ne oportünistler görmek isterler, ne de Kaustkistler; çünkü onlar, bu nokta üzerinde, Marksizmden uzaklaşmışlardır.”
“Marx, federalizm konusunda (proletarya diktatorasından ayrı olarak), Proudhon ve Bakunin ile uzlaşmazlık içindedir. Federalizm ilkeleri, anarşizmin küçük-burjuva düşünlerinden çıkar. Marx, merkeziyetçidir. Ve ondan aktarılan parçalarda, merkeziyetçiliğe en küçük bir aykırılık yoktur. Yalnızca devlete karşı boş bir küçük-burjuva ‘inanı’ ile dolu kimseler, burjuva devlet makinesinin yıkılmasını merkeziyetçiliğin yıkılması olarak anlayabilirler!
“Ama proletarya ve yoksul köylüler, eğer devlet gücünü ellerine alır, komünler içinde tamamen özgür bir biçimde örgütlenir ve sermayeyi vurmak, kapitalistlerin direncini kırmak, demiryollarının, fabrikaların, toprağın vb. özel mülkiyetini ulusun tümüne, toplumun tümüne devretmek için, bütün komünlerin eylemini birleştirirlerse, bu, merkeziyetçilik olmayacak mıdır? Bu, en tutarlı demokratik merkeziyetçilik, üstelik de proleter bir merkeziyetçilik olmayacak mıdır?
“Bernstein, özgür onaya dayanan bir merkeziyetçilik olanağını, komünlerin ulus olarak özgürce bir birleşme olanağını, proleter komünlerin burjuva egemenliğini ve burjuva devlet makinesini yıkma ereğiyle gönüllü kaynaşma olanağını tasarlamaya yetenekli değildir. Her hamkafa gibi, Bernstein da, merkeziyetçiliği, ancak tepeden, bürokrasi ve militarizm tarafından dayatılarak ayakta tutulabilen bir şey olarak düşünür. [sayfa 73]
“Marx, öğretisinin bu çarpıtılma olanağını sanki önceden görmüş gibi, Komün’ü ulusun birliğini yıkmak ve merkezi iktidarı ortadan kaldırmak istemiş olmakla suçlamanın, bile bile bir yanlışlık yapmak olduğunu özellikle belirtir. Marx, askeri, bürokratik burjuva merkeziyetçiliğine karşı, bilinçli, demokratik proleter merkeziyetçiliğini koymak için, o ‘ulus birliğini örgütleme’ deyimini özellikle kullanır.
“Ama … işitmek istemeyenden daha kötü sağır yoktur. Ve çağdaş sosyal-demokrasi oportünistleri de, devlet iktidarının yıkılmasından, bu asalağın kesilip açılmasından söz edilmesini, hiç mi hiç işitmek istemiyorlar.”
Marksizmde komünler ve merkeziyetçilik sorunu bu kadar açık ve nettir.
Lenin, yeni sosyalist toplumun sadece politik tablosunu çizmemiş, “komünler”in demokratik merkeziyetçiliğine vurgu yaparak ileride uygulanacak ve demokratik merkeziyetçiliğe dayanan ekonomik planların da temelini atmıştır. İşletmelerin demokratik bir biçimde planlarını yapmaları ve bunu merkezi ekonominin ihtiyaçlarını gözeterek düzenlemeleri ve sonuçta bütün bu planların merkezi bir plan içerisinde bir araya getirilmesi, kaynaştırılması, en üst düzeyde birleştirilmesi… Bu planlama ilkesi, sosyalist planlamanın temeli olmuştur.
Şimdi geçiş dönemine ilişkin olarak Marx’ın yaklaşımına dönebiliriz. Marx geçiş dönemine ilişkin düşüncelerini ünlü “Gotha Programı’nın Eleştirisi”nde açık seçik ortaya koymuştur. Marx’ın düşüncelerinde geleceğe yönelik hayali tespitler yer almaz. Marx, her konuda olduğu gibi, bu konuda da tamamen gerçekçidir. Toplumların gelişimini, bu gelişimi harekete geçiren yasaları, bunların etkilerini ve bu etkilerin nasıl kırılabileceğini gerçekçi bir biçimde ortaya koyar. Aktaracağımız parçalar bütün bunların canlı tanıklarıdır.
“Burada ele almamız gereken, kendi temelleri üzerinde gelişmiş olan değil, tersine, kapitalist toplumdan doğduğu şekliyle bir komünist toplumdur; dolayısıyla, iktisadi, manevi, entelektüel, bütün bakımlardan, bağrından çıktığı eski toplumun damgasını hâlâ taşıyan bir toplumdur. Bu bakımdan birey olarak üretici (gerekli indirimler yapıldıktan sonra), topluma vermiş olduğunun tam karşılığını alır. Onun topluma verdiği şey, birey olarak, kendi emek miktarıdır. Örneğin, toplumsal işgünü, bireysel çalışma saatleri toplamından oluşur; her üreticinin birey olarak emek-zamanı, toplumsal işgünü olarak sunmuş olduğu kısımdır, onun bu bakımdan katkısıdır. O, toplumdan, şu kadar emek verdiğini saptayan bir belge alır (bunda kolektif fonlar için sarfetmiş olduğu emeğin indirimi yapılmıştır) ve, bu belge ile, toplumun tüketim araçları stoklarından, emeğinin eşit bir tutarı kadar bir miktar alır. Topluma, bir biçimde sunmuş olduğu aynı emek miktarını, ondan, başka bir biçimde geri alır. Besbelli ki, burada uygulanan ilke, eşit değerler değişimi olduğu ölçüde, meta değişimini düzenleyen ilkenin aynıdır. İçerik ve biçim değişmiştir, çünkü değişmiş koşullar altında hiç kimse emeğinden başka bir şey veremez ve öte yandan da bireylerin mülkiyetine bireysel tüketim araçlarından başka hiçbir şey geçemez. Ama birey olarak ele alınan üreticiler arasında bunların dağıtımı konusunda egemen ilke, eşdeğer metaların değişimine hükmeden ilkeden farksızdır: bir biçimdeki belli bir miktar emek, başka bir biçimdeki eşit miktar emekle değişilmektedir.
Demek ki, meta değişiminde eşdeğer değişimi yalnızca ortalama olarak varolduğu, tek tek durumlarda olmadığı halde, ilke ile pratiğin ortak çekişme içersinde olmamasına karşın, eşit hak, burada, hâlâ -ilke olarak- burjuva haktır. Ama bu ilerlemeye karşın, eşit hak, hâlâ burjuva sınırlar içersinde kalmaktadır. Üreticinin hakkı, sunmuş olduğu emekle orantılıdır; buradaki eşitlik, ölçümün eşit bir ölçüt ile, emek ile yapılması olgusudur…
“Örneğin, bu durumda olduğu gibi, geri kalan her şeyden tecrit ederek yalnızca işçi olarak hesaba katıldıklarında, aynı bir ölçütle ölçülebilirler. Ayrıca, bir işçi evlidir, öteki değildir; birinin ötekinden daha çok çocuğu vardır, vb., vb.. Bu durumda eşit emek sarfettikleri halde ve dolayısıyla toplumsal tüketim fonundan eşit ölçüde yararlanma olanağına sahip bulundukları halde, biri gerçekten ötekinden çok alacaktır, biri ötekinden daha zengin olacaktır, vb.. Bütün bu sakıncalardan uzak durabilmek için, hak, eşit olacak yerde, eşit olmamalıydı. Ama bu gibi kusurlar, uzun ve sancılı bir doğumdan sonra kapitalist toplumdan çıkıp geldiği şekli ile komünist toplumun birinci evresinde kaçınılmaz şeylerdir. Hukuk, hiçbir zaman, toplumun iktisadi yapısından ve onun koşullandırdığı kültürel gelişmeden daha yüksek olamaz…”
Marx’ın son derece çarpıcı bir biçimde resmini çizdiği bu geçiş döneminde henüz burjuva hukukunun dar ufku aşılmamıştır. Yeni toplum içinden çıkıp geldiği eski toplumun izlerini taşır ve bu dönem komünizmin ilk evresi ya da sosyalizm olarak adlandırılmaktadır. Peki, ama bu durum nasıl aşılacaktır? Bunun yanıtını da Marx’ın açıklamalarının devamında buluruz.
“Komünist toplumun daha yüksek bir evresinde, bireylerin işbölümüne kölece boyun eğmesinin ve onunla birlikte de kafa emeği ile kol emeği arasındaki çelişkinin ortadan kalkmasından sonra; emek, yalnızca yaşam aracı değil, yaşamın birincil gereksinmesi haline gelmesinden sonra; bireylerin her yönüyle gelişmesiyle birlikte, üretici güçlerin de artması ve bütün kolektif zenginlik kaynaklarının gürül gürül fışkırmasından sonra – ancak o zaman, burjuva hukukunun dar ufukları tümüyle aşılmış olacak ve toplum, bayraklarının üzerine şunu yazabilecektir: ‘Herkesten yeteneğine göre, herkese gereksinmesine göre!’”
Görüldüğü gibi, Marx’ta ne federalizmin ne de piyasacılığın zerre kadar bir izine rastlanabilir. Ayrıca sosyalizmin başarıyla inşa edildiği dönemde de piyasa sosyalizmine hak verecek en küçük bir uygulama bile yoktur. Zaten ne zaman işin içine piyasa unsurları girmeye başlamıştır, artık o zamandan sonraki süreç sosyalizmin çözülmesi süreci olmuştur. Kruşçev’le başlayan bu süreç de, Gorbaçov’un uluslararası kapitalizm karşısında açıkça beyaz bayrak sallaması ile sonuçlanmıştır.
Marx’da piyasacılığın, kooperatifler federalizminin zerresi bile bulunmuyor dedik. Bu kısmı, onun konumuzla doğrudan ilişkili olan devlet üzerine söyledikleri ile kapatmak yerinde olacaktır. Çünkü kooperatifçilikle, özyönetimcilikle darbelenmiş bir devletin işçi sınıfının komünizme gitme amacını gerçekleştiremeyeceği yeterince kanıtlanmış bir gerçektir. Marx, Gotha Programının Eleştirisi’de “özgür devlet” üzerine yapılan gevezelikleri eleştirir ve zaten sınıf egemenliğine dayanan devletlerin toplumun üzerinde baskı aygıtı olarak “özgür” olduklarına vurgu yapar. Ardından devlet konusunda her komünistin akılda tutması gereken şu temel tespitleri yapar. “Komünist bir toplumda devlet, hangi değişikliğe uğrayacaktır? Başka bir deyişle, böyle bir toplumda devletin bugünkü işlevlerine benzer hangi toplumsal işlevler bulunacaktır? Bu soru, ancak bilimsel yoldan yanıtlanabilir ve halk sözcüğü devlet sözcüğüyle binbir biçimde bileştirilerek bu sorun bir arpa boyu ilerletilmiş olmaz. Kapitalist toplum ile komünist toplum arasında, birinden ötekine devrimci dönüşüm dönemi yer alır. Buna da bir siyasal geçiş dönemi tekabül eder ki, burada, devlet proletaryanın devrimci diktatörlüğünden başka bir şey olamaz.”
Bu siyasal geçiş dönemi ne kadar sürecektir? Marx falcılık yapmaz ve yukarıda da alıntıladığımız şu maddi zeminden hareket eder. “Komünist toplumun daha yüksek bir evresinde, bireylerin işbölümüne kölece boyun eğmesinin ve onunla birlikte de kafa emeği ile kol emeği arasındaki çelişkinin ortadan kalkmasından sonra; emek, yalnızca yaşam aracı değil, yaşamın birincil gereksinmesi haline gelmesinden sonra; bireylerin her yönüyle gelişmesiyle birlikte, üretici güçlerin de artması ve bütün kolektif zenginlik kaynaklarının gürül gürül fışkırması”yla artık eski toplumun tüm kalıntıları tarih olacak, insanlığın önüne özgürlükler dünyası açılacaktır.
Marx’ın bu yanıtında daha önce de kısmen ama temel çizgileri ile tartıştığımız “üretici güçler” sorunu yeniden gündeme gelir. Burada konuyu bitirmeden önce kapitalizmin ve sosyalizmin üretici güçler üzerinde nasıl bir etkide bulunduğunu kısaca ama temel çizgileri ile ele almak doğru olacaktır.
Olgunlaşma düzeyine ulaşmış bir kapitalizmin –yani günümüz kapitalizmi ve bu kapitalizmin en geliştiği “zirve ülkeler” kastedilmektedir. Bunlar ABD, Japonya, Almanya, İngiltere, Fransa, İtalya gibi ülkelerdir. Çin, Hindistan vb. ülkelerde ise kapitalizmin henüz fethedeceği geniş bir alan bulunmaktadır– üretici güçlerin gelişmesine engel olduğu bugün daha fazla ortaya çıkmaktadır. Kapitalizmin tüm sınırlamalarına ve engellemelerine rağmen üretimde kısmi artışlar yaşanabilmekte, ama bu gelişmeler kapitalist ekonominin anarşik gelişme özelliği nedeniyle topluma ağır bir fatura çıkarmakta, krizler artmakta, genel olarak sadece ekonomide değil, tüm toplumda durgunluk, çürüme eğilimleri yaygınlaşmaktadır. Örneğin ABD’de son 20 yılda sanayide kapasite kullanım oranı ortalama %77.7 olmuştur. Japonya ise, son on yılda, neredeyse durgunluktan hiç çıkmamıştır. Burjuva ekonomistleri bugün “kronik durgunluk” sorunlarını tartışmaktadırlar. Burada açıkça vurgulamak gerekir ki, bu toplumlarda –kapitalizmin en olgun olduğu toplumlarda– kapitalizmin söyleyebileceği yeni tek bir söz bile bulunmamaktadır. Bu toplumlar –yukarıda sayılan ülkeler– üretimin toplumsal karakteri ile mülk edinmenin özel biçimi arasındaki temel çelişkiyi çözememenin bunalımını yaşamaktadırlar. Yani bu ülke toplumlarının temel çelişkisini oluşturan üretici güçlerle üretim ilişkileri arasındaki çelişki çözülememiş, üretici güçlerin özgürce gelişmesinin yolu açılamamış, bu toplumlar durgunluk, çürüme, insani güçlerin heba edilmesi gibi sorunlarla daha fazla yüz yüze gelir olmuşlardır.
Sosyalist toplum ise, üretici güçlerin gelişmesinin sınırsız bir özgürlüğe sahip olduğu bir üretim biçiminin yolunu açmıştır. Üretimin toplumsal karakteri mülk edinmenin toplumsal karakteri ile tamamlanmıştır. Yani toplumların özgürce gelişmesini engelleyen –zorunlu uygunluk yasası gereği– her türlü uzlaşmaz karşıt çelişki tarih olmuştur. Kapitalizmde makine kullanmanın sınırları belirlidir. Makine yerine geçtiği canlı emekten daha fazla kâr sağlamalıdır. Aksi halde kullanılmaz ve bir makine ancak kapitaliste artı-değer sağladığı sürece üretebilir. Kriz dönemlerinde insanların ihtiyacının olmasına rağmen makinelerin çalışmamasının nedeni de budur. Makineler toplum için değil, kapitalistin kârı için vardır, üretilir ve üretir.
Sosyalizmde ise makineler toplumsal mülkiyet olduğundan gelişmeleri sınırsızdır ve eğer emek gücünün yaptığı bir işi makineleşme çözüyorsa, bu makine tereddütsüz üretime sokulur. Bu, aynı zamanda üretici güçlerin canlı kesiminin, yani insanın sınırsız insani gelişmesinin yolunu da açar. Bugünkü olgunlaşmış kapitalist üretimde makine insanı köleleştirirken, her yeni makine açlık, işsizlik, geleceğe güvensizlik ve sefalet anlamına gelirken, sosyalizm ona, yani insana özgürlüğünü geri verir, “resim yapıp, balık tutabileceği”, çalışmayı yaşamın bir gereği sayacağı özgürlük dünyasının kapısını aralar.
Kısacası kapitalizm üretici güçlerin cansız –makineler– ve canlı –işçi ve emekçiler, yani insan!– kesimlerinin gelişmesini engellerken, sosyalizm onların bütün potansiyelini serbest bırakır. Ama kapitalizmin ideologlarına, onların çanağından artık yiyen “serbest piyasacı sosyalistlere” bakılırsa, kapitalizm insanları “özgürleştirir ve geliştirir”, sosyalizm ise köleleştirir ve gelişmesini engeller. Bu büyük bir yalandır. Kapitalist ülkelerdeki durum, kriz dönemlerinde yaşananlar ortadadır ve insanlık maddi ve manevi bir çöküşe sürüklenir. Marx’ın komünizmde üretici güçlerin önünün özgürce açılmasından söz ederken, kafa emeği ile kol emeği arasındaki çelişkinin ortadan kalkacak olmasına vurgu yapması son derece önemlidir. Çünkü bu, üretici güçlerin canlı ögesinin, yani insanın özgürce gelişmesinin önündeki tüm sınırların kalkmış olduğunu ifade etmektedir. Kır ile şehir, kafa emeğiyle kol emeği arasındaki çelişkilerin ortadan kalkması sosyalizmin üretici güçlerinin tüm sınırlamalardan ve engellerden kurtulduğu anlamına gelir. Bugünün olgunlaşmış kapitalizminin üretici güçleri ise, insanın önünü açmak bir yana, onu sürekli olarak “fazla nüfus” arasına atmakta, işsizlik, yoksulluk yaygınlaşmaktadır. Durum bu kadar açıkken, kapitalizmin insan özgürlüğüne saygı duyduğu ve insanı geliştirdiğinden söz etmek büyük bir yalan değilse nedir ki?
SOSYALİZM VE İNSAN
Eagleton kitabında yer yer sosyalizmde “insan sorunu”na da değinir. Bu nedenle bu yazıda kısaca da olsa onun sosyalizm ve insan sorununa nasıl yaklaştığını ele almak yararlı olacaktır. Eagleton büyük bir rahatlıkla şunları yazabilmektedir: “Herhangi bir sosyalist kurumun da fırsatçılardan, kabadayılardan, hilebazlardan, serserilerden, beleşçilerden, otlakçılardan ve bazen de psikopatlardan şöyle böyle payını alması beklenebilir. Böyle olmayacağına dair Marx’ın yazılarında hiçbir şey yoktur. Bunun yanı sıra, eğer komünizm herkesin toplumsal yaşama mümkün olduğunca dolu dolu katılımıysa, daha çok kişi işin içine girdikçe, o zaman daha az değil, daha çok çelişkinin olması beklenir. Komünizm, insan anlaşmazlıklarının sonu anlamına gelmez. Yalnızca sözcük anlamıyla tarihin sonu bunu yapabilir. Haset, saldırganlık, tahakküm, açgözlülük, ve rekabet gene olacaktır. Bunlar sadece kapitalizmde aldığı biçimlerde olmayacaktır; nedeni, üstün insan erdemleri değil, kurumların değişmesidir.”
Kâr bölüşümüne dayanan, özyönetimi olan “kooperatif sosyalizmi” Eagleton için insan sorununun gelişmesinin anahtarıdır. O şunları yazar: “Bir kişinin böyle bir birime katkısı bir tür kendini gerçekleştirmeye yol açarken, aynı zamanda diğerlerinin iyiliğine de katkıda bulunur ve bu sadece o birim öyle kurulduğu için mümkündür. Çalışma arkadaşlarıma ilişkin müşfik düşünceler beslemem gerekmez ya da iki saatte bir fedakarlık krizine girip kendimi kamçılamam gerekmez. Yalnızca karı ortaklaşa bölüştüğümüz, eşitlikçi olduğumuz ve birlikte yönettiğimiz için benim kendimi gerçekleştirmem, diğerlerinin de gelişmesini sağlar. Bu kişisel erdem sorunu değil, yapısal bir meseledir.”
Sanırız, bu alıntılar, Eagleton’un “sosyalist insanı”nın, dahası “komünizmdeki insanı”nın hangi manevi değerlerle donanmış olduğunu anlamamıza yetecektir. Ama onun sosyalist insanının kapitalizmin yarattığı insan tipinden pek bir farkı bulunmamaktadır. Ancak Eagleton’un hakkını yememek gerekir, bütün bu insan özellikleri kapitalizmde aldığı biçimlerde olmayacaktır! Çünkü “kurumlar” değişmiş, “yapısal” sorunlar “çözülmüştür.” Kuşkusuz sosyalizmde ve onun üst aşaması komünizmde insanlar bireysel olarak aynı yeteneklere, aynı özelliklere, aynı karaktere sahip olmayacaklardır. Eğer bu anlamda bir “eşitlikten” söz ediliyorsa, zaten böyle bir eşitlik olmayacaktır ve sosyalizm de böyle bir eşitlik vaad etmez. Ancak sınıfsal eşitsizlikler ortadan kalkacak, kır ve şehir arasındaki, kafa emeği ile kol emeğinin, basit emek ile birleşik emeğin arasındaki farklılıklar silinmeye doğru gidecektir. İnsanların sosyal yaşam koşulları, gerçekleştirmek istediklerine ulaşma olanakları büyük ölçüde çözülmüş sorunlar olacaktır.
Böyle bir toplumda insanların “hırslarını” körükleyecek, elde etmek istedikleri makamlar, bu makamlarla donatılmış “kurumlar” olacak mıdır? Sosyalizmin üst aşamasında en büyük kurum olan devlet olmayacaktır. Engels’in deyimi ile, o da çıkrık ve balta gibi müzedeki yerini alacaktır. Devlet ortadan kaldırılmayacak, giderek “sönümlenecektir.” Bunun anlamı, “devlet işi” olarak görülen işlerin toplumun devamı ve gelişmesi için tüm topluluğun üyelerine dağıtılması, giderek bunların kayıt-kuyut işlerine indirgenmesidir. Devlet kurumu olmayacağı gibi bir siyaset kurumu da olmayacaktır. Bu durumun en azından “iktidar hırsı”, “rakibini çekememezlik”, “rekabet” gibi özellikleri insan sorunun karakterinden sileceğini rahatlıkla söyleyebiliriz.
Gelişkin bir sosyalist toplumda güzel piyano çalan ile çalamayan arasında bir çelişki, çekememezlik olmayacak mı? Kuşkusuz olabilir! Ama bu toplumda güzel piyano çalmak isteyen için bütün gelişme yolları açıktır! Bu nedenle “kıskançlığının” saldırganlığa dönüşmesi için bir neden bulunmayacaktır. Ya da aynı kişiye aşık olan bir kadın veya erkek olmayacak mı? Bunların arasında bir rekabet, düşmanlık olmayacak mı? Bugünkü toplumda bu tür sorunlar nasıl çözülüyor? Toplumun gelişmişlik düzeyine göre sorunların çözülme yöntemi değişiyor. Bazen bir aşk cinayeti –sevdiği için öldürüyor!–, bazen yol kesip dayak atmak, bazen bir başka sevgili bulup intikam almak, bazen de sessizce aradan çekilmek ve seven iki kişinin aşkına saygı duymak, aşk acısını içine gömmek vb. çözüm olabiliyor. Sonuncu çözüm bugünün gelişmiş uygar insanının bulduğu, ulaştığı en iyi çözümdür. Eğer aşırı derecede eşitsizliğin, kötü alışkanlıkların, rekabetin ve hırsın sonuna kadar körüklendiği bugünün toplumunda sonuncu örnek türünden çözümler olabiliyorsa, sosyalizmde ve onun üst evresi komünizmde insanların daha yüksek sorumluluk ve ahlaki değerlere sahip olmayacağını kim hangi gerekçe ile ileri sürebilir? Umutsuz bir aşk, kişilerin içinde aşk olarak kalır ve belki de kişinin kendisinden başka kimsenin bundan haberi bile olmayabilir!
Hırs, rakabet, saldırganlık, açgözlülük vb. özellikler bugünün kapitalist toplumunun “insani değerleri”dir. Bu değerlerin temelinde de özel mülkiyet, mülkiyet sahipliğinden türemiş, bencilce sahip olma hırsı, sınıflı toplum için önemli olan iktidar olma, sahip olma hırsı vb. bulunmaktadır. İnsanlar eşit koşullar içinde bulunmadığı için bu tip sorunlar trajik durumların ortaya çıkmasına yol açabilmektedir. Tüm zamanlara ve toplumlara özgü bir “insan doğası” bulunmamaktadır. İlkel komünal toplumun bir üyesi topluluğun bir malını cebine indirmeyi düşünmezdi. Çünkü zaten o tüm toplumla birlikte kendisinin de sahip olduğu, yararlandığı bir şeydi. Bencillik, hırs vb. duygular bu insana yabancıydı. Çatalhöyük’te yapılan ve devam eden kazılarda şimdiye kadar herhangi bir kamu kuruluşunun kalıntısına rastlanmadı. Ama Eagleton, bizi, sosyalist toplumun gelişkin insanının “değişen kurumlar” içinde hırsı, rekabeti, bencilliği devam ettireceği konusunda ikna etmekte kararlı gözüküyor! Çünkü Eagleon’a göre, sosyalist toplumda sadece kurumlar değişmiş, eski toplumun egemen insan karakteri olduğu gibi kalmıştır!
“İnsan doğası” denilen özellikler bütünüyle tarihsel ve toplumsal koşulların ürünüdür. Köleci toplumun kölesi, insan sayılmıyordu. Bir yük hayvanı ya da bir alet gibi görülüyordu. Sınıflı toplumlarda, üst sınıflarla alt sınıfların değerleri hep farklı oldu. Feodal toplumun üretici insanı yarı köle idi. Üst sınıflar içinde yağma için savaş büyük kahramanlık örneği, asilce bir davranış olarak kutsanıyordu. Bu “değerler” o dönemin toplumsal yaşantısına damga vuruyordu. Kapitalist toplumun insanı ise, bütünüyle özgür ve eşit bir bireydir! Ama bu insan, özgürlüğünün, sadece emek gücünü satma özgürlüğü olduğunu kendi deneyimi ile anlar. Emekçi ile patronun eşit olmadığı ve olamayacağı yine toplumsal deneyimle öğrenilir. Kâr ve mülkiyet hırsı, rekabet ve üste çıkma mücadelesi bu toplumun insanı için son derece “doğal” özelliklerdir. “İlkçağ devletinin doğal temeli kölelik idi; modern devletin doğal temeli ise burjuva toplum, burjuva toplum insanı, yani öteki insanlara özel çıkar ve bilincinde olmadığı doğal zorunluluktan başka hiçbir bağla bağlanmış bulunmayan bağımsız insan, çıkara dönük emeğin kendi öz bencil gereksinmesi ile ötekinin bencil gereksinmesine köleliğidir.”
Materyalist tarih ve toplum anlayışı, insanı çevreleyen dış koşulların tümüyle değişmesiyle, insanın da bütünüyle farklı bir karaktere bürüneceğini açıkça kanıtlar. “Eğer insan tüm bilgiyi, duyuyu, vb.., duyulur dünyadan ve bu dünya içindeki deneyden alıyorsa, demek ki önemli olan şey deneysel dünyayı, insanın orada deneyim yapıp gerçekten insanal olan şeyin alışkanlığını edineceği, kendi insan niteliğinin deneyimini yapacağı biçimde düzenlemektir…. Eğer insan koşullar tarafından biçimlendirilmişse, koşulları insanal olarak biçimlendirmek gerekir…”
Bu bakımdan, Engels’in ütopik sosyalistlerden Owen’ı ve onun çabalarını anlatırken aktardıkları oldukça önemlidir. Engels İngiltere’de kapitalizmin gelişmesi ve bunun eski toplum biçimi üzerindeki yıkıcı sonuçlarını aktarır ve şöyle devam eder: “Ama daha o zamandan apaçık toplumsal düzgüsüzlükler (anomalies) yolaçıyordu: Kökünden kopmuş bir nüfusun, büyük kentlerin en kötü konutlarında üstüste yığılması — aile içindeki bütün geleneksel soyzinciri, ataerkil bağımlılık bağlarının çözülmesi, — özellikle kadınlar ve çocuklar için, tüyler ürpertici bir ölçüde aşırı çalışma, — kırdan kente, tarımdan sanayiye, kararlı koşullardan her gün değişen kararsız koşullara geçerek, birdenbire yepyeni koşullar içine atılmış bulunan emekçi sınıfın yoğun ahlâk bozukluğu. İşte o zaman, yüceliğe kadar giden çocuksu bir sadelikte, ve aynı zamanda, insanlar için örneği pek görülemeyecek türden doğuştan yönetici bir adam, 29 yaşında bir fabrikacı ortaya çıktı. Robert Owen, Aydınlanlanma çağı materyalist filozoflarının, insan kişiliğinin bir yandan doğuştan gelen yapılışının, öte yandan insanı yaşamı boyunca, ama özellikle yetişme dönemi sırasında çevreleyen koşulların ürünü olduğu yolundaki öğretisini benimsemişti. Onun toplumsal kümesinde bulunan insanların çoğu, sanayi devriminde, bulanık suda balık avlanacak ve hızla zenginleşilecek bir karışıklıktan başka bir şey görmüyorlardı. O, bunda, gözde tezini uygulama ve böylece karışıklığı düzene koyma fırsatını gördü. Bu işi, daha önce, Manchester’de, bir fabrikadaki 500 işçinin yöneticisi olarak başarıyla denemişti; 1800 yılından 1829 yılına kadar İskoçya’da büyük New-Lanark pamuk ipliği fabrikasını yönetici ortak olarak yönetti ve bu işi aynı anlayış içinde, ama daha büyük bir davranış özgürlüğü ve ona Avrupa çapında bir ün kazandıran bir başarı ile yaptı. Çoğu son derece bozulmuş, yavaş yavaş 2.500 kişiye yükselen, ve başlangıçta en karışık öğelerden bileşen bir insan topluluğu, onun tarafından, sarhoşluk, polis, ceza yargılaması, duruşma, toplumsal yardım ve yardımseverlik gereksinmesi gibi şeylerin bilinmediği (abç) dörtbaşı bayındır örnek bir koloni durumuna dönüştürüldü. Ve bu işi, sadece insanları insana daha yakışır koşullar içine sokarak, ve özellikle yetişen kuşağa özenli bir eğitim verdirerek başardı. Anaokullarının bulucusu ve ilk uygulayıcısı oldu. İki yaşından başlayarak, çocuklar okula gidiyorlar, ve orada öylesine eğleniyorlardı ki, onları eve getirmekte güçlük çekiliyordu…” Owen’in topluluğu kapitalist toplum içerisinde sadece bir adacıktı ve yaşama şansı bulunmuyordu. Ama bu kadarı bile orada yaşayan insanların davranışlarında, karakterlerinde devrimsel bir değişikliğin ortaya çıkmasına yetmişti.
Ama Eagleton komünizm için bütünüyle farklı bir insan portresi çizer. Savunduğu piyasa sosyalizmi anlayışıyla bu temelde kurulan bir toplum hayal ederken, aslında Eagleton’un “haklı” ve “tutarlı” olduğu açıkça görülür. Eğer komünist toplum Eagleton’un “özyönetimli”, “kar ortaklığına” dayanan “kooperatifleri” ile kurulacak olursa, kuşkusuz bu toplumun insanları daha fazla kazanmayı, kâr etmeyi, para biriktirmeyi, zengin olmayı, bencilce duygular peşinde koşmayı, mülkiyet hırsını sürekli ayakta tutmayı, hatta faizle para vermeyi, kooperatifin kasasını hortumlamayı mutlaka başaracaklardır! Bu açıdan bakıldığında Eagleton’un “komünist insanı”, onun “piyasa sosyalizmi”ne dayalı olarak kurduğu sosyalizminin doğal sonucu olarak görülmelidir. Eagleton, bilimsel sosyalizm açısından olmasa da, piyasa sosyalizmi açısından son derece doğru bir tespit yapmıştır. Eagleton’un insanı “piyasa sosyalizmi”nin, aynı anlama gelmek üzere kapitalizmin insanıdır.
Sosyalist bir toplumda bireysel farklılıklar, farklı yetenekler, kıskançlıklar vb. olacaktır. Sosyalizm ve onun daha üst evresi komünizm böylesine bir eşitlik, “fabrikasyon insan üretimi” vadetmemektedir. Ancak o dönemde ortaya çıkan sorunlar insanlar arasında uzlaşmaz çelişkilerin ortaya çıkmasına yol açmayacaktır. Bir diğerini daha güzel resim yaptığı için kıskanan birinin önünde, kendi yeteneklerini diğeri kadar geliştirmekten başka bir yol bulunmamaktadır. Bunu yapmak içinse bütün olanaklara sahiptir. Bu duygunun kendisinde yıkıcı bir hırsa, yok edici bir rekabete yol açması için hiçbir maddi zemin bulunmamaktadır. Böyle bir toplumda “otlakçıların, beleşçilerin” bulunmasının maddi bir zemini de bulunmayacaktır. Komünizm de “açgözlülük, saldırganlık” bulunması için ne gibi bir gerekçe olacaktır? Bu özellikler, herhalde insan soyunun geçmiş sınıflı toplumlara özgü özellikleri olarak tarihe karışmış olacaktır.
Bitirirken şunları vurgulamamız gerekiyor: Eagleton ne Marx’ı, ne onun yoldaşı Engels’le birlikte temellerini attığı bilimsel sosyalizmi savunuyor. Onun savunduğu piyasa sosyalizmi, burjuva, idealist tarih teorisidir. Bugünün dünyasının keskin çelişkilerini, bunalımlarını ve içine saplanıp kaldığı çözümsüzlüklerini gören her genç ve işçi, her aydın kuşkusuz bir arayışa yönelmektedir. Tam da burada, karşılarına, Marksizm adına Eagleton gibilerin anti-Marksizmi çıkarılmaktadır. İşte bu nedenle bu tür teorilerin köklü eleştirileri özellikle zorunludur ve bu iş kuşkusuz aralıksız yapılmalıdır.