Burjuva “sivilleşmesi”, liberalizm ve “sol”

Toplumu, bir tarafından tutup diğer taraflardan soyut bir şekilde ele almak, egemen sosyal bilim yönteminin en beğendiği işlerden. Böylece çoğulculuğu, özerkliği, farklılığı, özgünlüğü ve bilumum popüler ne varsa görmüş oluyor. Türkiye’de belki 80 yıllık Cumhuriyet tarihine, hatta İttihat ve Terakki ile telakki edilen öncesine kadar uzatılabilse de, sivil-asker ilişkisi sorunu son yıllarda çok daha popüler. Sadece AKP’nin ipiyle kuyuya inen solcular ya da gayri resmi propagandacıları için değil, sosyal bilimlerde de daha bir önem kazandı sivillik-askerilik meselesi.
Birileri gündeme aldı, buradan da AKP’ye sevgi seli yaratma çabasında kullandı diye değil. Elbette askerin siyaset üzerinde etkisi, baskısıyla halkın özgürlükleri kullanması önünde engel olduğu bir gerçek. Bunun için özel bir asker-sivil çelişkisi yaratmaya da gerek yok. Yani burjuva sosyal bilimcilerinin post-modern parçacıklardan oluşan dünyalarında adacıklardan birisi olan asker-sivile kadar gitmeye hacet yok. Bizzat toplumsal yaşamın içinde askerlerin militarizmini, bununla bağlantılı olarak siyasal özgürlük yoksunluğunu, halkın ekonomik ve demokratik haklardan mahrumiyetini görmek mümkün. Ama bütün bu meziyetleri de sivillere düşman bir askeri klik ya da “vesayet rejimine” bahşetmek de başta askerlere gönül vermiş ‘sivillere’ haksızlık olur.
Şimdi, vesayet düşmanlığı popüler. Bir taraf “askeri vesayet”i öne çıkartıp ileri demokrasinin yaşama geçirileceğini vaat ederken, burjuva muhalefet askerin geleneksel siyasete müdahale araçlarının zayıfladığını görerek ve kendisini de yeninden konumlandırarak “sivil vesayet” kurulduğunu iddia etmektedir. “Sivil”inden “askeri”sine baskı ve sömürü rejiminin teşhiri açısından bu söylemler değişik biçimlerde yorumlanabilir. Ancak toplumun diğer yaşamsal alan ve mücadelelerinden soyutlanmış bir sivil-asker çelişkisi nereye konulmaktadır? Cumhuriyet, kuruluşundan itibaren, asker-bürokrat oligarşi ile sivil-özürlükçüler arasındaki mücadeleye mi sahne olmuştur? Haydi, post-modern solcuların diğer çelişkileri de yok saymadığını göz önüne getirelim. Kimlik sorunu, emek sorunu, totalitarizm, dincilik-laiklik ve en sonu toplumun başına çöreklenmiş askerler! AKP gündemine aldı gibi, sırayla çözecek gibi. Hepsine el attı, ama illa önce asker sorunu… ‘Sol’ ne yapacaktı? Kendi beceremediğini ‘muhafazakarlar’ın halletmesine karşı mı çıkacaktı? Belge’ler, Altan’lar, Berktay’lar elbette karşı çıkmadılar, AKP’ye bazen kızdılar, bazen eleştirdiler, ama hakkını verip ayakta alkışlamaktan imtina etmediler. Ne de olsa ‘yiğidi öldür, hakkını yeme!’

SON GELİŞMELER

Son bir-iki aydaki gelişmeler de AKP’nin “sivilleşme” projesinin son halkaları oldu. Sivilin psikolojik üstünlüğü bazı simgesel ögelere kadar ilerledi. Sıra kurumsal düzenlemelere gelmekteydi. Kısaca özetleyelim:
·    Yüksek Askeri Şûra’da, Başbakan’ın eskisi gibi yanında Genelkurmay Başkanı’yla değil, tek başına oturması,
·    Milli Güvenlik Kurulu’nda oturma düzeninin değişmesi, siville askerin abus çehrelerle karşı karşıya değil, karışık oturmaya başlaması,
·    30 Ağustos Zafer Bayramı törenlerinde, kutlamaları eskisi gibi Genelkurmay Başkanı’nın değil, Başkomutan sıfatıyla Cumhurbaşkanı Gül’ün kabul etmesi,
·    27 Nisan e-muhtırasının Genelkurmay sitesinden dört yıllık bir gecikmeyle de olsa kaldırılması,
·    AKP Genel Başkan Yardımcısı Hüseyin Çelik’in askeri reform planını açıklaması.
Asker sorununu asgari derdi olarak benimseyen Hasan Cemal’in deyişiyle “Buralara kolay gelinmedi. Buraya gelinmesinde hiç kuşkusuz iktidar partisinin siyasal irade ve kararlılığı belirleyici rol oynadı. Ama aynı zamanda gelinen nokta, ‘askerdeki değişim’in de habercisi sayılabilir. Siyasetten uzaklaşmak ve kendi asli görevlerine dönmek diye tarif edilebilir bu değişim…”
Cemal’e göre, askere karşı sağlanan bu “üstünlükle” demokratik bir devletin yolu açılmaktadır. Bu yolun taşlarını da Gül-Erdoğan ikilisi döşemiştir:
“Cumhurbaşkanı Gül-Başbakan Erdoğan ikilisi, bugüne kadar Türkiye’de gerçek bir demokratik hukuk devletinin yolunu tıkamış olan askeri vesayet sisteminin çözülüşüne giden yolların taşlarını döşediler.
“Bu açıdan, Genelkurmay Başkanı’yla üç kuvvet komutanının istifa ettikleri 29 Temmuz 2011 de tarihi bir dönüm noktasıdır. Bu ülkede ‘askeri otorite’nin seçimle gelen ‘sivil otorite’ye tabi olması açısından son derece önemli bir tarihtir. Bizim memlekette de asker, demokrasilerdeki gibi olağan yerine oturmadan demokrasi ve hukukun üstünlüğü yerli yerine oturamaz. Bu gerçeği küçümsemek, görmezlikten gelmek, odak saptırmaya kalkmak, esası gözardı edip yan yollara sapmak yanlıştır, yanıltıcıdır.”
Star gazetesi yazarı Rasim Ozan Kütahyalı’ya göre de gelişmeler demokrasi için büyük bir milattır:
“Cuma gününden itibaren yaşananların tek cümleyle bir özeti var. Bundan böyle Yeni Türkiye’de Başbakan emredecek, tüm generaller hizaya geçecektir. Başbakan emredecek ve generaller topuk selamı çakarak ‘Emredersiniz Başbakanım’ diyecektir. Bundan böyle Yeni Türkiye’de Cumhurbaşkanlığı makamı gerçek anlamda Başkomutanlık makamıdır. Başkomutana itaatsizlik de hapislik suçtur. Yeni Türkiye’de askeri otoritenin tartışmasız tek ve kesin patronu ‘Sivil Otorite’dir. Askerlerin patronu milletin kararıyla belirlenmiş Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti’dir. … 29 Temmuz 2011 büyük bir miladdır. Artık geri dönüş olmayacaktır. İşin özü budur.”
“Normalleşmeci”ler de iş başında; “Türkiye’nin askeri vesayet altında olan türden bir demokrasiden normal olana geçişi sürüyor. TSK yüksek komuta kademesinin talepleri yerine gelmeyince darbe yapmaya kalkışmayıp emekliliğini istemesi, muhakkak ki, Türkiye’de sivil-asker ilişkilerinin normalleşmesinde yeni bir adım. AKP iktidarının asker üzerinde sivil otoriteyi tesis etmek için attığı adımlar takdire şayan” diyerek AKP’yi alkışlamaya hazırlar.
Altan ailesinin görüşlerini ise, Mehmet Altan’ın, “YAŞ ve MGK’da oturma düzenlerinin değişimi, 27 Nisan Bildirisi’nin Genelkurmay sitesinden çıkarılması, 30 Ağustos törenlerindeki kabulleri Cumhurbaşkanı’nın yapması gibi ‘sivilleşme’ adımları tabii ki Türkiye’de gerçek bir demokrasi özlemi içinde yaşamlarını heba eden herkesi sevindiriyor”  diyerek ifade ettiği söylenebilir.

NORMALLEŞME, SİVİLLEŞME, DEMOKRATİKLEŞME!
Geleneksel askeri bürokrasi ile AKP arasındaki gelgitli ilişkide sivilleşme yanlısı holiganlar, son gelişmeleri Cumhuriyet tarihinin dönüm noktası olarak ilan ettiler bile. En azından asker-sivil ilişkileri açısından. Asker-sivil ilişkisi bu grup için zaten sorunun kendisiydi. Askerin siyasete müdahalesi sınırlandırılınca, sivilin sihirli eli her şeyi çözecekti. Bu tartışmanın bir başka yanı. Buna daha ilerde değinilecek. Şimdi, burjuva ve sol liberallerin “normalleşme”, “sivilleşme” ve “demokratikleşme” ile ne anladıklarına ve sorunu nasıl kavradıklarına bir bakalım.
Ülkemiz liberalleri, Cumhuriyet tarihini, özellikle Kemalist dönem olarak isimlendirilen 1923-46 dönemini iktidarı ele geçiren asker ve sivil bürokrasinin iktidarı olarak görürler. Burjuvazi ya yoktur ya da çok zayıftır. Az çok güçlenmiş olsa bile iktidar Bonapartist, nispeten bağımsız bir bürokrasinin elindedir. Sınıfsal temeli ise görülemeyecek kadar belirsizdir. Sınıflar üstüdür. Tüm toplum üzerinde baskı kuran bir diktatörlüktür. Burjuvazi de dahil tüm toplumu yönetim mekanizmalarından uzak tutmaktadır. Askerin ağırlığı vardır, Mussolini ve Nazizmden etkilenmiştir.
Dönemin anti-demokratik niteliği açısından liberallerin bir doğruluk payı var. Ancak Kemalist iktidarın burjuva niteliğini görmemek için ya kasıt ya da liberal gözlük gerekir. Liberal solcular kaba bir şemadan hareket ederler: Kapitalist ulus devletlerin olağan ortaya çıkışları vardır. Feodalizm içinde kapitalist ilişkiler gelişir, burjuvazi güçlenir. Daha sonra ya bir ayaklanma ya da bir uzlaşmayla ve bir süreç sonunda burjuvazi feodalitenin yerine iktidara gelir. Devlet aygıtı, tıpkı ekonomik altyapı gibi kapitalistleşir, kapitalistleştikçe feodal ayrıcalıklar ortadan kaldırılır, siyasal eşitlikle birlikte demokratikleşmenin yolu açılır. Batı Avrupa’da değişik biçimlerine rağmen genel olarak durum budur. Liberallere göre, tarihin pusulası hep Batıyı gösterdiğinden, demokrasi ve medeniyet miti Batının tekelinde olduğundan “normal” olan budur. Türkiye ise normal olamamış, süreç Batı’daki gibi ilerlememiştir. Askeri bürokrasi burjuvazinin görevini üstlenmiş, iktidar olmuş, sonrasında burjuvaziye devretmesi gereken iktidarı bırakmak istememiş, demokratikleşmenin önünü tıkamıştır! Normal olmayan bir devlet yapısı inşa edilmiştir! Askerin siyaset üzerindeki etkisi kaldırıldığında, yani burjuvazi iktidar olduğunda Türkiye gecikmiş bir şekilde “normal” olana kavuşacaktır. “O zaman bize ‘Yeni Türkiye’yi karşılamak düşüyor.”
Liberal versiyonun diğer yönü askeri geleneğe odaklanmıştır: İttihat ve Terakki komplocu, demokrasi karşıtı, askeri bir örgütlenmedir. 1913 darbesiyle birlikte iktidar olmuş ve böylece Türkiye’de askerin iktidara müdahale geleneği kolay kolay çıkmayacak şekilde devlet yönetim ve kültürüne işlemiştir. Bu kültürün kökeni Asya tipi despotik rejimden gelmektedir. Liberal tarih yazımı, bu nedenle Cumhuriyet tarihini, darbeleri ve askeri diğer müdahaleleri, hatta Kıbrıs, Ermeni ve Kürt sorunu gibi konuları askerin siyasetteki varlığına bağlayarak ele alır. Bugün ne derdimiz varsa askerin siyasete müdahalesindendir. Bu nedenle, sivilleşme, demokratikleşmenin esasıdır. Sivil olan iyi, askeri olan kötüdür. Tam da bu nedenle, PKK da demokrasiye düşmandır. “Silah kullanma ayrıcalığı”, seçilmiş sivillerin yönettiği devlet aygıtındadır. Sivillerin yönetmesi kaydıyla ordunun operasyonlarında bir problem yoktur; çünkü devlet, yasalara uyulmadığında, silah kullanma ayrıcalığını elinde taşır. Burjuva devlet, burjuva yasalar, burjuva siviller, burjuva kapitalist düzen; bunlar sivilleşmeciler için ikinci planda kalan ayrıntılar, hatta alkışlayacakları kavramlardır.
Yine de haklı yanları yok mudur? Askerin siyasete müdahalesi, toplumun militarize edilmesi, demokratik hak ve özgürlüklerin kışla kültürüyle bastırılması problemli değil midir? Liberallerin askerin siyasetteki etkisinin sınırlandırılmasına dair bazı talepleri zaten uğruna yıllardır mücadele edilen talepler. Sorunlu olan, günümüzü ve tarihi bir bütün olarak sivil-asker çatışmasına indirgeyerek ele almaları, asker ve sivilin sınıflar mücadelesindeki konumlarını göz ardı ederek, kitleleri sivilin burjuva diktatörlüğüne yedekleme misyonunu üstlenmiş olmalarıdır. “Askeri olanın” sivil burjuva diktatörlüğünün bir parça ve bileşeni olduğu gerçeğini gizlemeleridir.
Durumun kendisi (liberallerin çığırtkanlığı), darbe kanunları ve düzenlemelerinin, askerin siyaset üzerinde etki sahibi olmasını sağlayan alışkanlık ve sembollerin haklı olduğu, savunulması gerektiği anlamına gelmez. Anti-demokratik yapının bir parçası olarak “askeri” etkenlerle mücadele edilmelidir. Darbe Anayasasından 35. maddeye, darbecilerin yargılanmasından gereksiz askeri geçit ve törenlerin kaldırılmasına, MGK’nın lağvedilmesinden okullardaki Milli Güvenlik derslerinin kaldırılmasına kadar, toplumun militarize edilmesi için kullanılan semboller ve anti-demokratik siyasal düzende çeşitli reformlar için mücadele edilmelidir. Burada bir problem yoktur. AKP bunları bir biçimde gündeme aldı diye, işçi sınıfı ve emekçilerin bu taleplerden vazgeçip bu adımları burjuva iktidarının keyfine bırakması beklenmemelidir. Burada iki soru ortaya çıkmaktadır. Birincisi, AKP sivilleşme sürecini gerçekleştirebilir mi; ikincisi, “sivilleşme” gerçek bir demokratikleşme anlamına gelir mi?

AKP VE SİVİLLEŞME: MÜMKÜN MÜ?
Askerin her zaman dikkate değer bir konumda bulunduğu bir ülke oldu Türkiye. Askerin yüksek niteliklerinden değil. Türkiye’de işçi sınıfı ve emekçilerin mücadelesi, gençlik yığınlarının dönemsel isyanları, emperyalizmin ülkeyi hizada tutma yöntemleri askerin siyasete doğrudan müdahalesini gerektirdi. Asker de vazifesini layıkıyla yaptı.( Osmanlı’da bürokrasi ve ordunun konumu, askeri sistem ile toprak sahipliğinin bir ölçüde iç içe geçmişliği, devlet mülkiyetinin yaygınlığı ve burjuva Cumhuriyetin bu zeminde doğuşu gibi konumuzun sınırlarını aşan tarihsel sebepler elbette askerin toplumsal yaşamdaki yeri açısından önemli etkenlerdir.) Bu durum kendine özgü bir siyasal kültür, değer ve bununla bağlantılı semboller sistemi de yarattı.
Semboller son günlerin moda tabiri oldu. Askerlerin tören protokollerindeki konumu, YAŞ’ta Başbakan’la yan yana Genelkurmay Başkanı’nın oturması, MGK’daki diziliş vb. semboller tartışıldı ve değiştirildi. Ancak şurası kesin ki, bu asker-kışla mantığı gökten zembille inmediği gibi, askerin “cesur yüreği”nden de fışkırmadı. Osmanlı’dan kalma “komplocu gelenek” ise, onun yaşamasını sağlayan toplumsal koşullar olmasaydı günümüze kadar gelmesi küçük bir olasılık ya da etkisiz bir özellik olurdu.
Burjuva anlamda, asker ve sivil arasındaki çekişme her zaman olmuştur. Askerin emir-komuta zincirine dolanan kışla mantığının sermayenin ihtiyaçlarıyla uyumlu olduğu dönemler olduğu gibi, uyum içinde olmadığı dönemler de olmuştur. İşte bu dönemlerde sermayenin çeşitli ihtiyaçları, genel “demokrasi algısı”, dış etkenler, iç baskılar, toplumsal psikoloji gibi çeşitli biçimlerde kendisini gösteren sınıfsal mücadele ve değerler siviller ve askerler arasında bazı çelişmelere yol açar. Mesela Genelkurmay Başkanı’nın seçilmesi sırasında Başbakan Turgut Özal ile Cumhurbaşkanı darbeci Kenan Evren arasındaki gerilim. Tarihte bireyin rolünü yok saymak doğru değil, ancak bireyi çevreleyen koşulları göz ardı etmek de bir o kadar yanlıştır. Bu münakaşadan “demokrasi mücadelesi” çıkarmaksa liberalizmin büyük başarısı olagelmiştir.
1980 darbesinden sonra Mili Güvenlik Konseyi tarafından yönetilen ülkede göstermelik de olsa seçimler yapılması, burjuvazinin iktidarını yalnızca zor aygıtıyla sürdüremeyeceğinin, ama zor aygıtından da vazgeçmeyeceğinin göstergesiydi. Burjuvazi, açık baskı ve zor yöntemlerini kullanmaktan çekinmediği gibi, kendi sürekliliğini sağlamak amacıyla belli bir meşru temele sahip olmayı da başarabilmelidir. Bu meşruluğun uluslararası yöntemi ise, birden fazla partinin yer aldığı genel seçimlerden ibarettir. Yani burjuvazi saf askeri biçimleri kullanmak için mutlak bir istek sahibi değildir; sivilleşmeye, meşruluğunu sağlamak açısından koşullar olgunlaştığında yönetimi seçilmiş burjuva temsilcilerine bırakmaya gönüllüdür. Burjuvazi bu ihtiyacını göremeyen bazı askerlerle ters düşebilir. Bu da mümkündür. Bu tip askeri yetkililerin kullanılmış bir mendil gibi atılmaları da doğaldır. Genelkurmayın üst kademesi ve Ergenekon davasından tutuklu çeşitli ordu mensuplarının kendilerini böyle hissetmeleri bundandır.
Dolayısıyla her askeri rejimden sonra sivilleşme, kapitalizmin meşruluğunu sağlaması açısından zorunlu bir eğilimdir. Diğer yandan her sivil burjuva toplum ya da düpedüz kapitalizm açısından da militaristleşme tekelci aşamanın kaçınılmaz ve tarihsel bir eğilimidir. Bunlar eğilimlerdir; birbiriyle çelişmez ve bir arada var olurlar; somut, kanlı-canlı toplumun olgularıdır. İspanya, Polonya, Yunanistan, Arjantin ve daha birçok burjuva faşist diktatörlük, koşulların değişmesiyle tam da burjuvazinin ekonomik ve siyasi ihtiyaçları ve meşruluk zemininin gereği sivilleşme sürecine girmişlerdir. Bu süreçte burjuvazi başlangıcın ve değişimin önderi olmasa bile, askeri yönetimlere karşı tepkiyi kapsayabilmeyi, en azından son aşamada yönetebilmeyi becermiş, sivilleşmeyi kapitalizmin ihtiyaçlarıyla birleştirmiştir. Buradan burjuvazi, askerin siyasetten uzaklaşması için canla-başla savaşır sonucu çıkartmıyoruz. Burjuvazinin ihtiyaçları sivilleşmeyi gerektirebilir diyoruz. Bunun en ileri noktası biçimsel burjuva demokrasisidir. Ancak bu sivilleşme tek başına demokratikleşme anlamına gelmemekte, ancak halkın mücadelesi ve katılımıyla biçimsel demokrasinin sınırları zorlanmaktadır.
AKP böyle bir sivilleşmenin aktörü, başka bir deyişle öznesi olabilir mi? Buna cevap vermek için ‘sivilleşme’ ve demokrasi arasındaki ilişkiye, bu arada demokrasinin nasıl anlaşılması gerektiğini değerlendirmek gerekmektedir.

“SİVİLLEŞME” VE DEMOKRASİ
Burjuvazinin demokrasi ile dansı demokrasi düşmanlığından günümüz demokrasi kahramanlığına kadar farklı biçimler almıştır. Kapitalist ideologlar tarafından demokrasi burjuvazinin niteliği olarak benimsenmiş, burjuva iktidarı ile demokrasi eşdeğer kabul edilmiştir. Hangi ülkede piyasa ekonomisi varsa, hangisinde sermaye hareketi, ülkeye giriş çıkışı serbestte, emekçileri koruyan önlemler nerede piyasanın çıkarlarına feda edilmişse, orada, serbest piyasa ve küçük bir ekle (göstermelik seçimler) demokrasi vardır. Rivayet böyledir!
Demokrasi denince yalnızca “özgür” seçim algılandığında, 1980 darbesi sonrasın yapılan seçimlerle ülkede demokrasinin egemen olduğu iddia edilebilir. Neyse ki, liberaller bile bu raddede bir körlükten kaçınıyorlar. Dolayısıyla demokrasiyi seçimlere indirgemek “emperyalist demokrasi”nin düşman ülkeleri belirlemede kullandığı bir argümandan başka bir şey değildir. Kapitalist bir ülkede seçimlerin olması iyidir, bu doğru, ancak seçimler her şey demek olmadığı gibi, seçimlerin varlığı da demokrasinin kendisi değildir.
Türkiye liberalleri sivilleşmeyi demokratikleşmenin esas ve temel yönü olarak görmekteler. Askerin siyasetteki rolü azaltıldığında demokrasinin gelişmesinin önünde engel kalmayacağını düşünmekteler. Buna göre; askeri vesayetin ortadan kalkmasıyla Kürt sorunu, Ermeni meselesi, laiklik sorunları, Müslümanların talepleri hepsi yerine gelecek, en azından önü açılacaktır. Siviller halkın sesine kulak verecek, gereğini yapmazlarsa bir sonraki seçimlerde yenilgiye uğrayacaklardır. Bireysel haklar sağlanacak, liberal demokratik bir zeminde ve serbest piyasa temelinde Türkiye küreselleşme sürecine daha ileriden entegre olacaktır.
Öncelikle; sivilleşme, şüphesiz kapitalizmin gelişmesiyle de bağlı bir burjuva rasyonalizasyon programıdır. Devlet aygıtının rasyonalize edilmesini öngörmektedir. Burjuvazi için dün rasyonel olan bugün olmayabilir. Örneğin 30 yıl önce Türkiye’de askeri faşist diktatörlük burjuvazi açısından gayet rasyoneldi. Bugün değil. Bugün devlet aygıtının sermayenin çıkarlarına daha ilerden hizmet etmesi, onun iç ve dış hedefleri, yağma politikalarını uygulayabilmesi ve tüm bunları yaparken “demokratik” meşru bir görünümle bezenmesi için rasyonel olan daha sivil bir görünümdür. Bu nedenle, burjuvazi, geleneksel alışkanlıklarla çatışarak ve onları da bir ölçüde değiştirerek az ya da çok bir sivilleşme programı uygulayabilir, uygulamaktadır.
Sivilleşme programı ile kastedilen, Genelkurmay’ın Savunma Bakanlığına bağlanmasında simgeleşen askeri yönetimin hükümetin denetimi altına girmesi, bu doğrultuda askeri işler ve siyasete yansıyan çeşitli sembollerde değişiklik ve yeni düzenlemeler yapılmasıdır.
Son yıllarda; serbest piyasa coşkusu ve sivilleşme tutkusunun liberal yazarlarda bir araya gelmesi rastlantı değil. Daha dün askere ve onun siyasete müdahalesine övgüler dizenler, bugün sivilleşmenin adeta militanı oldular. AKP’nin sivil “başarıları” karşısında secdeye vardılar. Bu da rastlantı değil. Sermayenin sınır tanımaksızın hareketinin sağlanması ve uluslararası egemenliğinin teorik ve pratik karşılığı olarak küreselleşme politikaları, geçmişte kamusal olan her hizmetin yeni bir kâr alanı olarak şekillenmesini, kalan sınırlı kamu yönetiminin de serbest piyasa etkinliğine paralel olarak işlevleştirilmesini öngörmektedir. Güvenlik politikalarının da özelleştirilmesi (sadece özel güvenlik kurumları değil, ama askeri faaliyetlerinin önemli bir bölümünün de tabii ki maaşa bağlanmış özel harekat polisine devredilmesi vb.), elde olanın da etkinleştirilmesi, ordu ve diğer kolluk kuvvetlerinin daha verimli hale getirilmesi uluslararası burjuvazinin ve Türkiye burjuvazisinin gündeminde. TÜSİAD ve bilumum sermaye örgütlerinin sivilleşmeciliği serbest piyasanın yaygınlaştırılması fikri ile paralel gelişmektedir.
Kabaca özelleştirmeci bir mantığa indirgenmesi yanlış olmakla birlikte, tüm devlet aygıtında etkinlik ve verimlilik adına çeşitli reformların gündeme geldiği bilinmektedir. En kalabalık ve hacmi büyük devlet organı olarak ordunun işleyiş ve yönetiminin etkinleştirilmesi de bunun dışında değildir. NATO dahil Batılı uluslararası örgütler, “denetimsiz militerleşmenin… istikrarsızlığa neden olarak… ve iktisadî gelişmeyi dumura uğratarak… insanî güvenliğe bir tehdit oluşturduğunu” ifade etmektedirler. NATO’nun “insani güvenlik”le kastettiği, en son Libya müdahalesinin gösterdiği gibi, şüphesiz ki insanların ölüp kalmaları değil, ama pazarlarla enerji vb. kaynaklarının güven içinde el altında bulundurulmasıyla sermaye birikimi ve onun güvenliğinden başka bir şey değildir. Fazlasıyla bürokratik askeri yapının iktisadi reformlar üzerinde engel olduğu zaten sermaye çevreleri tarafından sıklıkla dile getirilmektedir.
Tamam, “sivillik” feodalizm karşısında burjuvazinin başlıca yönelimlerinden olmuştur ve kapitalizmin yükselişi ve gelişmesiyle bağlantılıdır. Ancak “bizim” burjuvazi ne feodalizme karşı mücadele içinde bir yükseliş yaşamış, ne de sivil bir yönelime sahip olmuştur. Burjuvazinin tamamen gericileşmiş olduğu tekelcilik sürecinde tanık olunan geç sivilleşmeyse, artık farklı ihtiyaçlarının ürünüdür ve neoliberalizmin geçerliliği koşullarında gündeme gelmiştir. Bu açıdan her türlü sivilleşmecilik, gericilik karşıtlığı olmadığı gibi, toplumun militarizasyonuna karşı çıkış anlamına da gelmemektedir. Örneğin, daha etkin, daha vurucu, Kürt hareketiyle mücadelede daha başarılı bir ordu yapılanmasının kurulması için profesyonel ordu fikri, toplumun militarizasyonu ve Kürt sorununun askeri yöntemlerle çözülmesinde geri adım atıldığı anlamına gelmemekte, ancak liberaller tarafından önemli bir sivilleşme adımı sayılmaktadır. Ordunun hükümet denetimine alınmasıyla “terörle mücadelede” daha başarılı olunacağı fikri hükümet ve liberal çevrelerde paylaşılmaktadır.
Askerin sivile bağlanmasını mutlak olarak “demokratikleşme dozu” olarak kabul eden M. Belge, yönetim aygıtlarında sivilleşmenin kapitalistleşmeye, kapitalistleşmenin de kaçınılmaz olarak demokrasiye yol açacağını söylüyor. “Bürokrasinin devleti”nden “kapitalist devlet”e dönüşüm olarak tanımladığı değişim sürecini şöyle yorumluyor:
“Bu, şüphesiz bir ‘ilerleme’dir, ‘rasyonelleşme’dir ve önemli bir ‘demokratikleşme’ dozu içerir.”
Türkiye devlet yapısında askerin özel bir konumu olduğu, bununla beraber burjuva-kapitalist sınıfsal niteliğinin şüphe götürmediğine yukarıda değindik. Belge, abartılı bir tasvir yapıyor. Feodalizmden kapitalizme geçişteki “ilerleme” ve “rasyonelleşme” nosyonlarını günümüz devletine uyarlamaya kalkıyor. Sanki günümüz burjuvazisi kendisi gericilik kaynağı değilmiş ve tüm varlık döneminde sanki feodallerle birlik halinde olmamış da, feodalizme ya da çağdaş gericilik olan tekelci gericiliğe karşı “ilerici” bir zemine sahipmiş gibi…
Değinildiği gibi, askerin siyaset kurumu üzerindeki etkisinin azaltılması bir burjuva rasyonelleşmesi olarak yorumlanabilir. Ancak bunu feodalizmden kapitalizme geçişte olduğu gibi mutlak ilerici bir rasyonelleşme olarak yorumlamak, 18. yüzyıl burjuva ilericiliğini bugünkü tekelci burjuvaziye atfetme çabasıdır. Böyle bir çabayı en bilinen gerçekler ve gelişmeler yanlışlamaktadır. Çünkü daha dün burjuvazi için rasyonel olan faşist bir askeri diktatörlüktü, bugün rasyonel olan eski kabuğunu atmış daha sivil, ama gericiliği tartışma götürmez tekelci oligarşik bir burjuva diktatörlük!
Belge için önemli olan burjuvazinin diktatörlüğü değil, biçimi. Askeri biçimi kötü, sivil biçimi iyi! Biçim hiç mi önem taşımaz? Taşır tabii. Dolayısıyla burjuva diktatörlüğünün biçimi de önemlidir, ama tekelci kapitalizm çağında, egemen burjuvazinin kendisi kadar bütün biçimleriyle birlikte diktatörlüğünün gericiliği tanındığında, biçim farkına dair bu nüans doğru saptanıp doğru değerlendirilebilir. Belge’yse, birincil ve asıl olanı atlayıp ikincil olana, öz yerine biçime, gericiliğinden azade kıldığı biçimlerden birine önem veriyor. Hakkını yemeyelim; Belge sivilleşmeyi demokratikleşmenin bir parçası olarak görmekte, ama onunla sınırlamamaktadır. Ama “mızrağın sivri ucu” askerdeydi. Asker sorunu çözüldü mü, demokrasinin önündeki engeller kalkacaktı. Liberaller, daha yeni örneğin Libya’ya askeri müdahaleyi savunmamış ve Libyalı muhaliflerin militerliğinin arkasında durmamışlar, Mısır’da egemenliği elinde tutan “Yüksek Askeri Konsey”e “katlanmıyorlar”mış gibi davranıyorlar. Oralarda “sorun” teşkil etmese bile artık askeri biçimlerin zamanını doldurduğunu, piyasa ekonomisi ve kapitalizmin meşruiyeti açısından Türkiye’de sorun teşkil ettiğini söylüyorlar. Tıpkı ABD gibi, tıpkı NATO ve BM komisyonları gibi… Tıpkı TÜSAİD ve diğer sermaye örgütleri gibi. Bir eğilimi görüyorlar şüphesiz. Güncel olarak böyle bir sorun kuşkusuz var ve bir sivilleşme yaşanıyor. Ancak gerek Amerikalı ve sair Batılı emperyalistlerin “sivil” kumandanlı militarize yapılanmalarıyla üstü örtülemez militarist eylemleri kadar Türkiye’de Kürtlere karşı yürütülen savaş da göstermektedir ki, bugün sivil biçimlere ihtiyaç olmakla birlikte değişik bir konjonktürde yarın yeniden militarizme başvurulması ihtiyacı hasıl olarak, militarizmin yeniden ağırlık kazanıp öne çıkabilecek olması kimseyi şaşırtmamalıdır.
Mehmet Altan da AKP’nin askere karşı diklenmesiyle demokrasinin önünü açtığını, ama yeterli olmadığını belirtiyor:
“Türkiye son üç günde demokratikleşme açsısından büyük bir gelişme kaydetti, ama demokratikleşme tüm sistemi bir bütün olarak kapsamadığı için olup biteni ‘kışla-cami’ ekseninde değerlendirip, İkinci Cumhuriyet konusunda endişe beyan eden epey de insan var.
“Bunu aşmanın yolu, vicdani retten cemevlerine, Heybeliada Ruhban Okulu’ndan bekleyip duran sendika yasalarına tüm reformları sıra gözetmeden topyekûn gerçekleştirmekten geçiyor.”
Orduya ilerici, yurtsever, hatta devrimci misyonlar yükleyen, örneğin askeri “şeriat” ve “şeriatçılığa karşı mücadele”nin dayanağı ve asli gücü sayan Aydınlıkçı türden olanlar ve benzerleri bir yana ilericilik, solculuk iddiasında olan hiç kimse ya da örgüt örneğin askerin siyasetteki ağırlığını, militarizmi savunmaz, savunamaz. Dolayısıyla söylenenler, görünüşte doğrudur, atılan bazı adımlar ve değişiklikler, yıllardan beri demokratik kitle örgütleri, sendikalar ve devrimci-demokrat güçlerin taleplerinin bir kısmına karşılık geliyor. Simgesel düzeyde olsa da askerin siyasetteki yerine dair bazı önlemler (örneğin Hüseyin Çelik’in açıklamaları) de görünüşte olumludur. Ancak, birincisi AKP’nin asker ile psikolojik dansına dair, örneğin “2. Cumhuriyet”e gönderme yapan yorumlar baştan aşağı abartıdır. YAŞ ve MGK’daki oturma düzenleri, 30 Ağustos’taki tebriklerde Cumhurbaşkanının bulunması gibi bazı değişikliklerin bir siyasal rejimin sona erdiği ve adeta demokrasi çağının başladığı gibi yorumlanması hiç şüphesiz abartıdır. Ancak “abartı” deyip geçmek olanaksızdır, abartının ötesinde demokrasi kavramının kendisi çarpıtılmakta, siyasal demokrasi bir iki küçük düzenlemeye indirgenmekte, asker sorunu ile eşitlenmekte; askere karşı her türlü “sivil uygulama” demokratikleşme olarak yorumlanmakta; dolayısıyla demokrasi dışında bir demokratiklik tartışması yapılmaktadır.
Birincisi gayet açık: Liberal çığırtkanlık. Kimi solcular da bundan epey korkup, gereksiz yere alınıp çoktan ikinci Cumhuriyeti ilan ettiler bile!
Ancak asıl mesele ve teşhir edilmesi gereken yan ikinci sorunda gizli. Sömürülen ezilen yığınlar, emekçi halk devlet işlerinin yürütülmesinden dışlanır, düşünce ve ifade, örgütlenme, basın özgürlüklerine zerrece olanak tanınmaz, etnik ve inanca dair ayrıcalık ve eşitsizlikler görmezden gelinir, örneğin Kürt halkının bölgesel özerklik talebi “vatana ihanet”le eşdeğer sayılır, en küçük hak arama cop, gaz, silah ve bombayla yanıtlanırken, demokrasinin asker ile sivil arasındaki tahterevalliye tahvil edilmesi: Asker gerilediğinde demokratikleşme, ilerlediğinde bürokratikleşme! Demokrasinin gerçek anlam ve işleyişinden kopartılarak biçimsel bazı kurumsal düzenlemelere indirgenmesi. Küreselleşme politikalarına uyum babından devletin bürokratik yapısındaki her türlü düzenleme girişiminin demokratikleşme olarak isimlendirilmesi.
En güncel örnek olarak Anayasa sorunu karşısındaki duruş öğreticidir. Bugünkü 12 Eylül faşizmi ürünü bürokratik Anayasa ve kurumsal işleyiş, doğru, artık neoliberal yönelimiyle kapitalizmin önünde engel. Küreselleşmeci liberaller neoliberal ihtiyaçları karşılayacak, hukuk önünde eşitsizliklerle birlikte örneğin sosyal güvencesizliği, sağlık ve eğitimin piyasaya bağlanmasını onaylayıp kayda geçirecek, daha yalın (bürokratik olmayan) bir Anayasa istiyorlar. Böyle bir anayasa piyasa mekanizmasının önünü açacağından, liberale göre, otomatik olarak ve tartışmasızca demokratiktir. Emekçi halkı ne denli siyasetten dışlayacak, ne denli eşitsizliklere, örgütsüzlük, iletişimsizlik ve hak yoksunluğuna mahkum edecek, her şeyden önce burjuva devletin iki temel kurumu olan militarizm ve bürokrasiyi kaçınılmazlıkla ne denli dokunulmaz sayacak olursa olsun, yeni anayasa, liberaller tarafından, daha bugünden demokratiklikle adlandırılmaya layık bulunmuştur bile!
Kurumsal düzenlemeler önemlidir, ancak içi halkın yönetime katılmasıyla doldurulmadığı, tersten bunun engellenmesinin çeşitli biçimlerinden ibaret olduğu sürece kapitalizmin sınırları içerisinde dahi bir demokrasiden bahsedilemez. Ki, hükümetin sivilleşme programı bu kadarına bile varmayıp, profesyonel ve “daha etkin ve verimli bir ordu”yla sınırlı bir yaklaşımla yaşama geçirilmektedir.
İki olgu ve eğilimin birbirine karıştırılmaması gerekir. Emperyalizm aşamasında egemen burjuvazi gericidir ve siyasal üstyapı siyasal gericiliğe eğilimlidir. Emperyalist sömürü, baskı ve yağma; tekelci dayatmalar ve dikte, savaş, neo-ırkçılık vb. Ancak bu bir eğilimdir. Bazı dönemlerde, sınıf hareketi, mücadeleyle, gerici burjuvaziyi geriletip bu eğilimi tersine çevirerek bazı demokratik hakları kazandığı gibi, siyasal düzenin gerçek anlamda demokratikleşmesine vesile olmuştur (İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki Avrupa ülkelerinde olduğu gibi). Demokrasiye karşı direnen burjuvazi, direnemediği noktada onu biçimselleştirip içini boşaltmaya, halkçı yönünden arındırıp halka karşı bir mevzi ve meşru bir düzenleme haline getirmeye çalışmış, bir ölçüde de başarılı olmuştur. Bu açıdan burjuvazinin bazı konularda, bir kısmı demokrasi güçlerinin baskısı, bir kısmı da kendi meşruluğunu sağlamak üzere biçimsel düzenlemeler yapması mümkündür. AKP’nin orduyla alakasının bir yönü de budur.
Diğer yandan, bu alaka gerçek bir demokratikleşme sürecinin bir parçası olarak görülebilir mi? Liberaller ve özellikle askerin konumunu demokratikleşmenin temel problemi olarak tanımlayıp, esas çelişkiyi asker-sivil kavramlarına kilitleyen bir liberalizmin savunucuları için bu bir demokratikleşme süreci; hatta demokratikleşmenin büyük kısmı! Hep bir ağızdan yeni Türkiye’yi kutluyorlar! Bürokrasiden burjuvaziye geçen devleti, İkinci Cumhuriyeti, sivilin egemenliğini, askerin yerini bilir hale gelmesini, Batı tipi bir demokrasi yolunun tutulmasını vb. alkışlıyorlar!
Az önce kaldığımız yerden devam edelim. Demokrasiden liberalin anladığı, özetle; Batı siyasal rejiminin bazı kayıtlarla biçimsel olarak Türkiye’ye uyarlanması. Mesela Genelkurmay Başkanlığı’nın Milli Savunma Bakanlığı’na bağlanmasından başlayarak askerin yerine oturtulmasını kapsayan bir “sivilleşme”, seçimler, çok partili siyasal yaşam, bireysel haklar ve diğer kurumsal düzenlemeler… Kolektif haklar; bazen… Daha da ayrıntılandırılabilir. Halkın “yönetime katılması”nın burjuva şartı dört senede bir yapılan seçimlerdir. Bu seçimler dolayımıyla eşitsiz koşullarda burjuva iktidarının sermayenin temsilcileri arasında pay edilmesidir. Halkın doğrudan devlet yönetimine katılmasını sağlayan çeşitli mekanizmalar, örneğin eşitsiz koşulları da göz önünde bulundurarak iş yaşamının düzenlenmesine doğrudan işçi sınıfının ve örgütlerinin katılımını sağlayan araçlar söz konusu değildir; burjuvazinin demokrasisinde. Ya da diğer konularda… Mesela çevresel sorunlarda, sorunları yaşayan bölge halkı ya muhatap ya da belirleyici değildir; sermayenin istekleri kanun, yatırım özgürlüğü mutlaktır. Kendi yöneticilerini geri çağırma hakları yoktur; bürokrasi halkın söz ve eleştiri hakkını sonuna kadar elinden almıştır. Ve (Aselsan, TAİ vb. türü) askeri sınai kompleksi ile birlikte silahın özel ellerde tekel durumunda olması ve halka karşı özel silahlı birlikler demek olan militarizm, hangi biçimselliğe bürünürse bürünsün, öncesinde olduğu gibi, özel polis birlikleriyle daha ileri düzeyde takviye edildiği –demokrasi olarak tanımlanan– AKP döneminde de örneğin, sömürülen ve ezilenlere yönelik “sopa” olarak işlevseldir. Çokça uzatılabilir…
Velhasıl, burjuvazinin en ilerici zamanında da sınıf karşıtlığı üzerine oturan ve buradan iflah olmaz eşitsizliklerin türediği burjuva demokrasisi, hele biçimsel hak ve özgürlüklerinin iyice sınırlanıp güdükleştiği burjuvazinin gericilik koşullarında halkın yaşamından tamamen soyutlanmış, onun yönetim aygıtından dışlanmasına dayanan; demokrasi ve halk iradesini parlamentoya hapseden bir demokrasisizliktir. Bu demokrasisizlik, sermaye iktidarının, başta sömürü ilişkileri olmak üzere bir bütün olarak sermaye egemenliğinin korunması için gereklidir. Türkiye siyasal yaşamı ise, burjuva demokrasisinin mücadele ile kazanılmış bireysel ve kolektif haklarından dahi mahrumdur. Ancak ortak özelliği, demokrasinin parlamentoya hapsi, halkın “demokrasinin” dışına atılmasıdır. Halkın yönetime katılmadığı, yalnızca seçimlerle sermaye temsilcilerini seçtiği bir demokrasisizlik ve fiili eşitsizlikler içinde bazı biçimsel düzenlemelerle demokrasiye varıldığını ileri sürmek, hele hele AKP’yi demokrasi şampiyonu ilan etmek açık bir şikedir.
Bu, 12 Eylül askeri darbesinden sonra, Milli Birlik Komitesi’nde Kenan Evren’in tek başına karar vermeyip beş kişinin tartışma süreciyle karar almasına demokratiklik payesi biçilmesine benzer. Halkın yönetim aygıtına katılmasının engellendiği, yönetim aygıtına müdahale olanaklarının (yüzde 10 barajı, miting ve gösterilere karşı yasakçı tutum, kolluk kuvvetlerinin saldırganlığı, düşünce, ifade, basın ve örgütlenme özgürlüğünün yetersizliği, faşist ve kontrgerilla örgütlenmeler ve daha bunun gibi birçoğu) baskı altına alındığı bir siyasal rejimde, bu rejimin niteliğini değiştirmekten uzak asker-sivil tahterevallisinden halka demokrasi çıkmasını beklemek beyhudedir.
En ileri burjuva demokrasisinin bile malul olduğu sömürülen halkın yönetim aygıtına katılamamasını bir kenara bırakalım. Türkiye’de siyasal içerikli bireysel ve kolektif hakların dahi yaşam bulmadığı, uluslar, inançlar ve kimlikler arasındaki siyasal eşitsizliklerin yakıcı bir biçimde varlığının koruduğu koşullarda, anti-demokratik rejimin ve burjuva diktatörlüğünün askeri biçimlerinin sivilleşiyor olması demokrasinin çiçeklendiği anlamına gelmez. Sermayenin ihtiyaçları gereği siyasal rejimin “böcekli” halinin devam ettiğini gösterir.
Demokrasi de, tıpkı diğer olgular gibi, tarihsel ve toplumsaldır. Türkiye’de gerçek bir demokrasiden bahsedilecekse, burjuva anlamda bir demokrasi bakımından bile bir nitelik değişikliğinden bahsedilecekse, Kürt sorununun çözümü, gerçek bir laikliğin tesisi, emekçilerin en azından yaşamsal taleplerinin karşılanması, bu üst başlıkların detaylandırılacağı diğer birçok talebin yaşama geçmesi ya da böyle bir sürece girilmesi gerekir.
Belki liberaller böyle bir sürece girildiğini söyleyebilir. Mesela Türköne, son gelişmelerle Kürt sorununun çözümünün yolunun açıldığını düşünüyor:
“Asker, siyaset savaşında teslim bayrağını çektiği anda birçok şey geride kalıyor. En başta Kürt sorununun bileşenleri değişiyor. Kürt siyasî hareketinin en geniş ortak paydası ‘devlete düşmanlık’ idi. Dillerini yasaklayan, işkence eden, cinayet işleyen bir devlet, sert ve öfke yüklü bir Kürt isyanının neredeyse yegâne gerekçesiydi. Devlet ise askerdi. Artık değil. Kürt siyasî hareketi, kendisine anlam kazandıran en değerli varlığını, düşmanını kaybediyor.
“Genelkurmay Başkanı’nın ve üç kuvvet komutanının istifası, askerin siyasî alandan tanklarını çekip kışlasına dönmesi anlamına geliyor. Doğal olarak askerin yönettiği terörle mücadele dönemi de sona erdi. Hükümetin gündeme getirdiği iç güvenlik reformu yeni duruma uyum sağlamak için; yoksa Kürt sorununu silahla çözmek için değil. Önümüzde artık yepyeni bir Türkiye var. Keşke bu durumu fark ettiklerini, hükümetin arkasında durarak muhalefet partileri de gösterebilseler.”
Tabii, durum bunun tersini gösteriyor. Kürt sorununda savaş politikasının yalnızca ordunun “sınıfsız”lığı ileri sürülen inadı olmadığı, bizzat “sivil”in de bu siyasal düzenin bir parçası olduğu daha yakından görülüyor. AKP’nin sivilleşme söyleminin, –henüz ne denli gerçekleştiği tartışılır olsa da– ordunun hükümete bağlanmasının, örneğin Kürt sorununda askeri yöntemin bir kenara bırakıldığı anlamına gelmediği, tersine ordunun daha etkili kullanımıyla birlikte askeri yöntemin daha “verimli” bir şekilde (profesyonel sınır birlikleri, askeri reform, özel harekatçıların bölgede görevlendirilmesi vb. katkılarla) kullanımının amaçlandığı anlaşılmaktadır. Üstelik politikanın başka araçlarla devamı olmakla birlikte savaşın kendi yasaları vardır ve –Cezayir Savaşı’nın komutanı Satan’ın, başında o güçlü de Gaulle’ün bulunduğu Fransa’nın güçlü burjuva demokrasisinde bile askeri darbe girişiminde bulunduğu hatırlanırsa– savaş durumunun askerleri öne çıkarmasından ne denli kaçınılabileceği de ayrı bir sorun olarak durmaktadır. Ötesinde, hükümetin 10 yıllık icraat döneminde ülkenin temel sorunlarının çözümü bir yana, geldiği boyut itibarıyla daha da kangrenleştiğinden bahsedilebilir. Örneğin Alevi hareketi çok daha etkili ve talepleri yakıcı hale gelmiştir. Keza, Kürt sorunu hâlâ çözümsüzlüğünü korumakta, üstelik Kürtlere karşı savaş yeniden tırmandırılmaktadır. Emekçilerin hakları ise hızla ortadan kaldırılmaktadır. Kadın örgütleri, eşitlik ve kadınların korunması talebini son yıllarda çok daha etkili ve dikkat çekici bir şekilde gündeme getirmektedirler. Dolayısıyla AKP, yükselen bu demokratik talepleri karşılamaktan tamamen uzaktır. Sermayenin siyasal ufku bazen AKP’yi aşmakta, kapitalist sömürüye dokunmamak kaydıyla uluslararası gelişmelere uyum sağlama ve meşruluğunu yeniden inşa etme arayışına girebilmektedir. Ancak, AKP, demokrasinin burjuvasının bile gerektirdiği bireysel ve kolektif haklardan epeyce uzaktır, yakınlaşacak gibi de gözükmemektedir.
Yani “devenin neresi doğru ki”, bir demokratikleşmeden bahsedilsin! Liberallerin en büyük derdini çözme konusunda bazı adımlar atılmıştır. Doğrudur… Asker sorunu bir ölçüde yola gelmektedir. İşte örnek… Buradan yola çıkarak demokrasi neden AKP’den gelmesin? Tekelci burjuvazi, “ufku ve kültürüyle” herhalde “ayak takımı”ndan uzak duracaktır, ama Batı burjuva demokrasisinin bireysel haklarını, ufak tefek kolektif haklarla birlikte kurumsal düzenlemelerle yaşama geçiremez mi? Olabilir… Olsa bile keyfinden değil, ne burjuvazinin ve hele ne de AKP’nin dinamizminin ürünü olarak değil, üstesinden gelemeyecekleri kadar güçlü bir halk hareketinin baskısıyla olabilir. Ama bu baskının gücüyle eğer devrilmekten kaçınabilmek üzere bütünüyle elleri mahkum olmazsa, her halükarda kadük, işlemez, biçimsel bir demokrasi olarak kalmayı garanti ederek!

“SİVİLLEŞME” VE KAPİTALİZM
Kimi liberal solcular AKP’nin askeri bürokrasinin geleneksel etkisi karşısında attığı kimi adımları devletin kapitalistleşmesi, iktidarın bürokrasiden burjuvaziye geçmesi olarak yorumlamaktadırlar. İktidarın “bürokrasiden burjuvaziye devri”ni tüm sivilleşmeciler bir şekilde paylaşıyor olsalar da, bunu en açık biçimiyle M. Belge şöyle ifade ediyor:
“Türkiye Cumhuriyeti’nin ancak 21. yüzyıla girildiğinde bir ‘kapitalist devlet’e kavuşmak imkânını bulduğunu yazıyordum dün. Bunun yolunu açan siyasî güç, AKP oldu.”
Hikâyesini, diğer liberaller gibi sivil-asker ilişkisine dayandırıyor Belge:
“Olmayan bir (homojen) ulusun henüz olmayan burjuvazisini oldurmak üzere, o oluncaya kadar ona ‘vekâleten’ işleri çekip çevirmeye hazır olan bürokrasinin eline verilmiş bir araçtı. Araç işlemeye başlayınca o burjuvazi de oluşmaya başladı. Gelgelelim, duruma alışmış, durumun keyfini sürmekten hoşnut olan bürokrasi, bu âleti oluşan bu burjuvaziye devretmek konusunda aceleci, hattâ istekli değildi. Devletin kanatları altında yetişen, tekelci kapitalizmin tekelci burjuvazisine gelince, o da, ‘Yahu, bu devlet benim için yapılmadı mı?’ demekte o kadar hevesli olmadı.
“Bu durum da, ‘amaç aracı meşrulaştırmaz, ama araç amacı değiştirir’ diyenlerimizi haklı çıkardı. Toplumsal aygıtların özerk ideolojileri ve canlı varlıklar gibi, ‘varkalma içgüdüleri’ vardır. Böyle işlemeye başlayan devlet aygıtı hemen bu işleyiş biçimini ‘tarihî’ değil de ‘ezelî ve ebedî’ işleyiş haline getirme, toplumu da buna ikna etme seferberliğine girişti. İki gün öncesine kadar da bunu kaydadeğer bir başarıyla sürdürdü.”
Sonuç olarak:
“Ama bu arada Türkiye’de kapitalizm hem yaygınlaştı, hem de derinlemesine kök saldı. Gelişen burjuvazi varolan devlet aygıtının ne kadar arkaik ve anakronik olduğunu anladı. Şimdi bu yapı değişiyor. Ne olmak üzere? Varolan kapitalizmin devleti olmak üzere.”
Belge, ham liberallerin yaptığı gibi serbest piyasa düzeni gelişip yaygınlaştıkça sivilleşmenin de artacağını, bunun da devletin kapitalistleşmesi ve demokratikleşmesi anlamına geleceğini ifade ediyor. “Burjuvazi devletin çağdışı olduğunu anladı değiştiriyor” derken bu çağ dışılığı kapitalizmin gelişmesiyle eşitliyor. Oysa askeri biçim 30 yıl önce de çağdışıydı. Kapitalizm o zaman da gelişiyordu, ama halk hareketinin üstesinden gelme kaygısı askeri biçimi zorunlu kılmıştı, burjuvazi, Mehmet Barlas türünden günümüz liberalleri tarafından övülüp desteklenerek, önce M. Tağmaç ve sonra da K. Evren etrafında birleşmişti. Yarın yine halk hareketi yükselebilir kuşkusuz ve kapitalizmin gelişmesine rağmen burjuva demokrasisi ya da diktatörlüğünün askeri biçimleri zorunlu olabilir.
Belge’nin mantık silsilesi modernist kalkınmacı determinizmin farklı bir biçimi. Kendisine sorulsa, determinizme şiddetle karşıdır. Mesela, kapitalist ilişkilerin gelişmesiyle sosyalizmin maddi koşullarının olgunlaştığı söylense, bir adım ötesi onun tarihsel bir zorunluluk olduğu belirtilse, dogmatizmden özcülüğe ve determinizme kadar şiddetli bir veryansınla karşılaşılır. Oysa kendisi, sivilleşmeyi, kapitalizmin gelişmesiyle devletin kapitalistleşmesine bağlamakta, dolayısıyla kapitalizmin gelişmesi tarihsel bir eğilim olduğundan sivilleşmeyi de genel bir zorunluluk olarak tanımlamaktadır.
Kapitalizmde sınıf ve güç ilişkilerini yok sayan, kapitalizmle onun siyasal örgüt biçimlerinden birisi olan burjuva demokrasisini ya da sivil biçimleri mutlak olarak eşitleyen Belge’nin geç kalmış sivilleşmeci modernite projesi gerçeğe uyum sağlamakta zorlanacaktır. Örneğin 1970’lerin Türkiye’sinde işçi ve gençlik hareketi yükselmişken serpilip gelişen kapitalizm, 1980 darbesiyle gerilemiş miydi? Ya da 1980 faşist askeri darbesi kapitalizmin geriliğinden mi, yoksa halk hareketinin kapitalizmi zorlamasının başka türlü üstesinden gelinemeyişinden midir? Veya Hitler faşizmi kapitalizmin en gelişmiş olduğu ülkelerden birisinde yaşama geçerken, kapitalizmin yeterince gelişip yaygınlaşmamasıyla askeri bürokrasinin etkinliğini birbirine bağlamak ne kadar anlamlıdır?
Kapitalizmin, artık burjuvazinin gericileştiği ve dünya gericiliğinin başlıca kaynağı olduğu tekelci kapitalizm çağındaki gelişmesi, mutlak olarak sivilleşmeye yol açmayacağı gibi, tarih, siyasal bakımdan aşırı gerici eğilimlere, bu arada militarizme kaynaklık ettiğine tanıklık etmiştir ve bunda şaşılacak şey yoktur. Şimdi moda olan liberal demokratizmin büyüsüne kapılıp, birkaç on yıl öncesinin örneğin Latin Amerika’yı boydan boya yönetmiş olan askeri faşist diktatörlükleri kapitalizme yakıştıramamak ve unutmak herhalde yalnızca tarihten hiç nasibini almamak olmakla kalmaz, politik ekonomiyle ekonomi ve siyaset, sınıf ve siyaset ilişkilerini de hiç anlamamak olur.
Belge, ordunun/askerin egemen sınıfların bir aracı olarak rolünü, bu rolden kaynaklı siyasete doğrudan müdahalesini sınıf mücadelesinin dışında tanımlamaya çalışırken meseleyi iyice karmaşık hale getiriyor. Aslında söylediği baştan sona yanlış değil. Siyasal demokrasi ile kapitalizmin gelişmesi arasında elbette bir bağ var. Burjuvazinin devrimci olduğu ve kapitalizmin henüz üretici güçlerin gelişmesinin engeline dönüşmediği 18. yüzyılla 19. yüzyılın ilk üç çeyreğinin rekabetçi kapitalizmi açısından bu bağ tamamen belirgindi. Tarihte modern siyasal demokrasi ilk defa feodal toplumlarda değil kapitalizmin gelişmiş olduğu ülkelerde ortaya çıktı. Ancak, Belge, günümüz tekelci burjuvazisine ilericilik atfetmek üzere bu tarihsel olguyu günümüze adeta yapıştırarak, askeri kurumsallaşmanın Türkiye’deki özgün durumuyla kapitalizm arasında determinist bir ilişki yakalamaya çalışıyor. Sınıf mücadelesini es geçtiği anda, kendisinin bile ilk adımda çelişkiye düşeceği bir noktaya savruluyor.
Dolayısıyla ne “askercillik”, militarizm yalnızca kapitalizmin geriliğiyle ilgilidir ne de Belge’nin “sivilleşme”si sadece kapitalizmin gelişip yaygınlaşmasıyla. Toplumsal sınıflar arasında bir mücadele vardır, bu mücadelenin seyri kapitalizmin en gelişmiş olduğu ülkelerde bile askerin siyasete daha ileriden müdahalesine ya da sivillerin fiilen askerileşmesine götürebilir. Tarih bunun örnekleriyle doludur.
Belge’nin son bir iki ayda askerin toplumsal konumuna dair bazı simgelerin tartışılması ve değiştirilmesi üzerinden devletin kapitalist bir niteliğe büründüğü iddiası, dolayısıyla daha önce devletin kapitalist olmadığı kabulü ise olsa olsa liberal bir körlüktür. İktidar koltuğunda asker oturduğunda, doğrusu şu ki, iktidar “ipi”ni ağırlıklı olarak asker elinde tuttuğunda, askerden başka bir şey görmeyen bir siyasal körlük. Oysa 12 Eylül darbesinden hemen sonra işveren örgütleri ve emperyalist devlet yöneticileri askeri müdahalenin hangi sınıfın çıkarları doğrultusunda gerçekleştiğini, dolayısıyla devlet iktidarının apoletli ve hemen sonrasında apoletsiz biçimleriyle hangi sınıfın elinde olduğunu açıkça ifade etmekten hiç mi hiç çekinmemişlerdir. Belge, tabii, bir sosyal bilimci olarak, sermayenin dedikleriyle değil kendi gördükleriyle hareket edecektir. Ancak, askeri darbelerin ve devletin sınıfsal niteliğini görmemek için, kendisinin de çokça kullandığı bir vecizle, ancak “yüksek tahsilli bir cahillik gerekir.”

“SİVİLLEŞME” VE “SOL”
“Sol” bu süreçte üstüne düşeni yapamamış, liberallerin beğenisini kazanamamıştır. Örneğin Belge, öyle nettir ki, bir demokrasi süreci yaşanıyorsa da “sol”un bu sürece hiçbir katkısını görememiştir:
“Yazının başında, bugün vardığımız aşamanın azımsanmaması gerektiğini söyledim. Ancak, toplumun bu noktaya varmış olmasında ‘sol’un bir payı yok. Olmadığı gibi, ‘sol’ (yani belirli kesimleriyle ‘sol’), bu aşamaya erişmeyi önlemek üzere didinen cephenin içinde yer alıyor. Oradaki başka aktörler kadar canla başla didinmese, ‘ikisine de karşıyız’ gibi lakırdılar etse de, son kertede orada, orada olmayı seçmiş.
“CHP’nin solunda olduğunu söyleyen ‘sol’dan söz ediyorum. İddiaya göre CHP’nin solundalar, ama fiiliyata baktığınızda onunla yan yana duruyor ve onun bazı ‘ağır iş’lerini yerine getirmeye aday oluyorlar.”
Belge “sol”un demokratikleşmeye hiçbir katkısını görmüyor. Çünkü Belge’ye göre, demokratikleşmenin öznesi AKP . “Sol” AKP’nin kuyruğuna takılıp her yaptığını alkışlayıp yapmadığına da “küserim ha” demediyse hiçbir şey yapmamış demek oluyor. AKP karşıtı olduysa, tıpkı toplumsal egemen algıdaki gibi CHP’lidir. CHP’ye de karşı olsa CHP’nin işi yapmakta, AKP’ye karşı statükoyu savunmaktadır.
Berktay daha açık konuşmaktadır: Demokrasi gelse gelse tekelci burjuvaziden gelecektir. Sivilleşme hamlelerinde olduğu gibi, iktidarın marifetiyle yaşam bulacaktır. Madem AKP demokratikleşmenin öncüsü, tüm demokratlar ve tabii ki “sol” AKP’yi desteklemelidir! Şunları yazıyor:
“Orada Türkiye’nin demokratları, sol demokratları, Kürt demokratları, Müslüman demokratları, bütün kesimlerin demokratları AKP önderliği ve hükümetini mümkün olduğu kadar demokratik, barışçı olmak ve böyle ileri bir teklif yapma noktasına özendirmek veya itelemek için mücadele etmek zorundalar. Sonunda ne olur bilemiyorum. Ama, bunun dışında bir şey göremiyorum. Bugün Türkiye’de Kürt sorununu sadece AKP çözebilir. ‘Çözecektir’ demiyorum. Bu anlamda AKP’ye hiçbir açık çek vermiyorum, kefil olmuyorum. Ama realist konuşursak, siyaset sahnesinde bunu çözebilecek başka güç yoktur ve bunu kabul etmek zorundayız.”
Berktay, tutarlıdır. Düşündüğünü açıkça söylemektedir. Herkes AKP’yi desteklesin, başka kimse, hiçbir toplumsal güç, sınıf veya özne demokratikleşme sürecini gerçekleştiremez ve Kürt sorununu çözemez. AKP yapar mı? Berktay zora gelmiyor. O da kesin değil, ama AKP’nin peşine takılmaktan başka çare yok diyor. Yani, demokrasi gelecekse tekelci burjuvaziden gelecektir, başkası mümkün değildir.
Marksizmden vazgeçmediğini söyleyen liberal solcuyla Marksizmden vazgeçtiğini söyleyen liberal solcuya bir de muhafazakar liberali eklersek üçlüyü tamamlamış oluruz:
“Evet, Türkiye ilerledi. Uzun, sancılı bir yol kat etti. İlerici muhafazakârlar sayesinde gerici solcularımız daha özgür ve demokratik bir ülkede yaşıyorlar. Farklı ve aykırı düşünenlerin, özellikle darbeye bahane olsun diye laik-solcuların bir faili meçhul cinayete kurban gitme ihtimali artık çok az. Bu ilerlemede solun gerçekten hiçbir katkısı yok. Tersine, zaman zaman darbecilerden medet umarak, zaman zaman AK Parti hükümetinin elini kolunu tutup, askerlerin daha iyi dövmesine yardım ederek bu sürece engel olmaya çalıştılar. Darbeciler AK Parti iktidarının sırtını yere getirmeye çalışırken ‘mahalle baskısı’ndan, ‘sivil darbe’den, ‘sivil vesayet’ten şikâyet edenlerin, bugün oturup bir özeleştiri yapmaları gerekmiyor mu?”
Hepsinin ortak noktası, Türkiye’de AKP marifetiyle bir sivilleşme (liberaller bunu demokratikleşme ile eş anlamlı ele alıyor) sürecinin yaşandığını ve “sol”un görevinin buna destek vermek olduğunu düşünmeleri. Yani majestelerinin “sol”u! Tekelci burjuvazinin onaylayacağı, böylece “demokratik”lik beratına hak kazanacak bir “sol”!
Liberallerin “sol”dan beklentisi anormal değil! Sosyalizmi ulaşılmaz bir geleceğe erteleyip kapitalizmi “demokratikleştirmeye” odaklanan reformcu, eleştirel küreselleşmeci “sol”, liberallerin birçok beklentisini, en azından siyasal alanda karşılama becerisine olmasa da isteğine sahip. Türkiye’de de sivilleşmeci solcuların ülkeye ilişkin tahlilleriyle acil gündemleri liberallerle uyum içinde. Bu nedenle, muhalefetleri de, iktidardan önce, CHP ve MHP gibi “statükocu” güçlere karşı.
Başka bir “sol” eğilim de, liberal sivilleşmecilikten korkup statükoyu kutsamaya, İkinci Cumhuriyet’e karşı çıkmak adına, biraz da “sosyalizm” lafzı ekleyerek, –bağımsızlık, hukuksallık ve laiklik atfederek– Birinci Cumhuriyet’i savunmaya soyunmaktadırlar.
İşçi sınıfı ve emekçilerin çıkarları elbette bu anti-demokratik yapının değişmesindedir. Ancak bu demokratikleşme, liberallerin sivilleşme programına indirgenemeyeceği gibi, onun tamamını da kapsamaz. Çünkü, sivilleşme programının arkasındaki temel güdü, ordunun ve devlet yönetiminin sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda yenilenmesi, sermaye için daha etkin ve verimli hale getirilmesidir. Dolayısıyla böyle bir sivilleşme, savaş politikalarında bir değişiklik yaratmayacak, sınır ötesi operasyonları ve “terörle mücadeleyi” dolaysız olarak hükümetin kontrolüne bırakacaktır. Hükümetin Kürt sorununda imha ve asimilasyon politikası (ve bunun incelikli biçimi) değişmediği sürece, anti-militarizmden ve halkçı bir çözümden değil, yalnızca gerici bir burjuva biçim olarak sivilleşmeden bahsedilebilir. Bunun emekçilere bir hayrı olmayacağı açıktır. Böyle bir sivilleşmenin emekçiler açısından kabul edilebilir bir yanı yoktur.
Diğer yandan bu, burjuva askeri yapıyı kutsallaştıran uygulama ve düzenlemelerin kaldırılmasında emekçilerin çıkarları olmadığı anlamına gelmez. Örneğin okullardaki Milli Güvenlik derslerinin kaldırılması, askeri yargının feshedilmesi, MGK’nın lağvedilmesi, darbecilerin yargılanması gibi bazı taleplere, liberal sivilleşmeciler tarafından da destekleniyorlar diye karşı çıkılması gerekmemektedir. İşçi sınıfı ve onun partisi açısından bu talepler, burjuva sivilleşmeciliğinin bir parçası değil; Kürt sorununun çözümü, laiklik, bağımsızlık mücadelesinin bir parçasıdır. Sosyal ve siyasal kurtuluş ve devrim mücadelesinin bileşenidir. Dolayısıyla iktidarın, iktidardaki sınıfın değişmesi için verilen mücadelede bir yere sahiptir. Tek tek reformlar olarak devrim sürecine bağlı; işçi sınıfının bağımsızlık, demokrasi ve sosyalizm mücadelesiyle stratejik olarak bütünleşmiştir.
Bu nedenle; işçi sınıfı ve onun partisi, bu talepleri, burjuva sivilleşmeciliğin biçimsel düzenlemelerinin ötesine taşıyacak şekilde, gerçek bir halk mücadelesinin sonucu gerçekleşmesi, iktidar üzerinde böyle bir baskılamanın yaratılması, işçi sınıfı ve diğer ezilenlerin demokratik halk iktidarı mücadelesinde bir araç olarak görür. Araç olma özelliği önemsizliğinden değil, sosyalizm mücadelesi içindeki konumundandır. Özetle, işçi sınıfının çıkarı burjuva sivilleşmeciliğinde değil, gerçek bir halk demokrasisindedir. Böyle bir demokratikleşmenin AKP’den beklenir bir yanıysa elbette olamaz!

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑