Ekim Devrimi’nin 95. yılına giriyoruz.
Sömürülen ezilen yığınların başkaldırısı ve Paris Komünü’nün ardından iktidarlarını kurup on yıllarca ellerinde tuttukları, dünya burjuvazisinin yüreğini korkuyla doldurdukları, Sovyetler Birliği’nin kuruluşunu ilan eden 17 Ekim Devrimi.. Milyonların sömürüye ve sömürücü burjuvaziye duydukları hıncı onlara ve özel mülkiyet sistemlerine karşı ayağa kalkışlarının coşkusuna dönüştürüp koşar adım yürüyüşe geçerek tarih yazmaya koyuldukları sosyal devrim..
Yüzyıllar boyunca sömürü ve zorbalığa ses çıkarmadan “kaderi”ne boyun eğen sömürülen kahir çoğunluk, genel bunalımı, kapitalizmin iflah olmaz çelişmelerini iyice içinden çıkılmaz hale getirip Rusya’yı da tüm bu çelişmelerin düğüm noktası kıldığında, henüz kapitalizmi fazla gelişmemiş bu ülkenin daha birkaç milyonluk görece küçük bir kitle oluşturan işçi sınıfı, yarı-proleterlerle, kent ve kırların yoksullarını yöneterek ülkenin tüm emekçi halkını da peşinden sürükleyerek egemen sınıf olarak örgütlenmeye girişmişti.
Kolay olmadı, ama başarıldı. Gericiliğin direnişini fırsat bilip “Beyazlar”ı destekleyerek müdahale eden 14 kapitalist ülkenin ordularının üstesinden gelindi. Koçak, Denikin gibi Çarın eski generallerinin örgütlediği iç savaştan zaferle çıkıldı. Bu savaş içinde kurulan Kızıl Ordu, işçi ve köylülerin silahlanmasına dayandı ve on yıllar sonra Hitler Faşizmi’ne karşı yürütülen Anti-faşist Savaş’ta bir kez daha tüm dünyaya kanıtladığı gücünü buradan aldı. Proleter devrimin örgütlü güçleri, vakit kaybetmeden, kendilerini ve örgütlerini pekiştirip sağlamlaştıran sosyalizmin inşasına giriştiler. Sanayi ve tarımda kazanılan başarılarla ilerleyen sosyalist kuruluş, burjuvazinin sınıf olarak tasfiye edilişine kadar sürdürüldü ve ilerisine geçildi. Sovyet işçi sınıfı, köylülük ve aydınlardan oluşan Sovyet halkı, 16 Cumhuriyet ve çok sayıda özerk bölge olarak örgütlenmiş, ama sıkılı bir yumruk gibi birlik halinde kapitalizmin kalıntılarına karşı mücadelesini sürdürdü.
En iyi ve fedakar, en ileri kadrolarını, en ön saflarında yer aldıkları Sovyet halkının verdiği 25 milyon kaybın içinde Anti-faşist savaşta yitiren, her şeyin savaşın hizmetine koşulduğu şartların da zorlamasıyla sınıf düşmanlarına karşı ideolojik ve politik mücadelesinde eksiklikler yaşayan Sovyet proletaryası, dünyadaki ilk deney olan sosyalist inşanın başında bulunuşunun deneysizliği ve teorinin kuşkusuz pratikten sonra geliyor oluşunun da sıkıntısını duyarak, proletarya diktatörlüğü koşullarında sınıf mücadelesini sürdürmede zorlandı. Burjuvazi ezilip tasfiye edilmişti, ama kapitalizm kalıntılarıyla unsurları henüz yok edilmekten uzaktı; buradan türeyen ve küçük özel mülkiyetin ötesinde grup mülkiyetine, sınırlanmış haliyle süren meta üretimiyle değişiminin varlığına, bölüşümde burjuva hakkına, henüz emeğe göre değerlenmenin ve maliyet muhasebesinin zorunluluğuna yol açarak emek-değer teorisinin azımsanmayacak bir geçerlilik alanına sahip oluşuna, kol ile kafa emeği, kent ile kır farklılığının yanında süren yöneten-yönetilen farklılığı ve ürünü olan bürokrasinin giderilemeyişine yaslanan modern revizyonizm, 1956’daki 20. Parti Kongresi’nde Kruşçev etrafında birleşerek, proletaryayı egemen sınıf durumundan geriletmek üzere parti ve devlet içinde hakim tepeleri ele geçirmeyi başardı.
Şimdi, proletarya diktatörlüğü altında sınıf mücadelesinin sürdürülmesinde kazanılan deneylerle, yeniden bir hareketlenme dönemine girmekte olan dünya proletaryası çeşitli ülkelerdeki bölükleri, kendisi ile birlikte hareketli halde olan ezilen halkların da önüne geçerek, uğratıldığı geçici yenilgiyi püskürterek yeni zaferlerine doğru koşmaya hazırlanıyor. Yeni Ekimlerin kaçınılmaz olduğu kesindir.
Ezilen halkların kurtuluşunun yeni Ekimler’den güç alacağı da ortadadır ki, başta Ortadoğu ve Kuzey Afrika olmak üzere bu halklar, artık eskisi yaşamayı kabul etmeyeceklerini ilan etmektedirler. Son ayağa kalkışları 30 yılı bulan ve sosyalistler tarafından sahiplenilseler de henüz Türkiye işçi sınıfının eylemli desteğini alamadan kendi başlarına mücadele eden ülkemizin Kürtleri, bölgenin geri kalan Kürtleriyle birlikte, dünkü ve bugünkü gibi yaşamak istemediklerini sağır sultan duyacak biçimde açıklıyorlar.
Türkiye’yi de can evinden ilgilendirmek üzere gündemde olan yeniden “bütün ülkelerin işçileri ve ezilen halklar birleşin!” şiarıdır.
Dış Politikada Son Durum
Özgürlük Dünyası’nda daha önce yayımlanan AKP Dış Politikası üzerine yazılarımız, özellikle Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun “Stratejik Derinlik” adlı eserinde ileri sürdüğü geniş teorik çerçevede yürütülen ve dış politika bakımından oldukça yeni ve özgün bir tutumu ifade eden faaliyetlerin temel dayanakları ve olası gelişme eğilimleri üzerineydi.
Bugün bu çerçeveyi daha ayrıntılı olarak inceleyebileceğimiz pratik bir zemin üzerinde bulunuyoruz.
Ortadoğu’nun eksilmeyen kaynaması başta olmak üzere, Libya dolayısıyla Fransa ve İtalya, Kıbrıs dolayısıyla Yunanistan, Suriye dolayısıyla İran şu anda Türkiye’nin sorunlar listesini kabartıyor. Her biri karmaşık denklemler içinde birbirleriyle çelişen ya da bir biçimde birleşen bu sorunlar, Davutoğlu teorisi içinde soyutlanmış halleriyle hâlâ birer olanak gibi görülebiliyor.
Ancak her şey kendi zemininde ve zamanında kendi koşullarıyla var oluyor. En küresel oyunların en büyük oyuncuları olan ülkeler derin kapitalist kriz içinde bocalarken ve merkezi Ortadoğu-Akdeniz Havzası olmak üzere savaş potansiyeli taşıyan gerilimlerle yüklü bir sürece girilmişken, bütün olanakların ve araçların yeniden değerlendirilmesi zorunludur.
Davutoğlu politikaları bu esnekliğe ve hareket yeteneğine sahip midir?
Daha önceki iki yazımızda da söylendiği gibi, bu “derin” strateji esas olarak, Osmanlı İmparatorluğu’nun bir zamanlar egemen olduğu geniş coğrafya üzerinde onun mirasını sahiplenerek politika yürütmeye çalışmakta, bu sırada kendi gücünün yetmediği bu yolda, ABD’nin kendisine sunduklarıyla yetinmek zorunda kalmaktadır.
Son Libya operasyonunda ve sonrasında yapılan Libya gezisinde sergilenen tavırda da aynı çizgileri görüyoruz. Kalabalığa, hemen o anda Türkiye’den getirilip dağıtıldığı belli olan yepyeni Türk bayraklarını sallayan Libyalılar, Türkiye gazetelerinde ve televizyonlarında “dünya lideri”nin nasıl heyecanla karşılandığının kanıtı olarak gözlerimize sokulurken, yapılmak istenen basit bir propagandanın ötesinde anlamlar taşıyor.
DÜNYADA DURUM
Akdeniz’de Kıbrıs merkezli enerji kaynakları krizi, Yunanistan, İsrail, ABD, Türkiye ve dolaylı olarak AB ülkelerinin içinde bulunduğu bilindik ve beklenen bir tablo çiziyor. Sürpriz olmaması şundan: Akdeniz, uzun zamandır sıcak bir bölge özelliği taşıyor ve uzun süren ısınmanın düz bir çizgide ve sıçramalar olmaksızın devam etmesi zaten mümkün değildi.
Ama bu kızışma noktası, emperyalist sistemin krizini tamamlayan bir anda ortaya çıkınca, daha ciddi gelişmeler için de bir kapı açılmış oldu.
Şu anda, ABD ve Avrupa Birliği liderleri dâhil, herkes krizin belirsizliklerle dolu gerçeğini kabul ediyor. Hızlı ve geri dönülmez bir çöküş korkusuyla gidişatı durdurmak için bütün olanakları seferber ediyorlar.
“Krizi paylaşarak aşmak” için ABD ve AB birlikte çözüm yolları arıyor; ancak emperyalizmin tabiatı gereği, eşitsiz gelişmenin ve farklı sorunlara sahip olmanın duvarına çarpıyorlar.
Uluslararası kapitalizm, sorumlusu olduğu krizin karşısında kendisini gittikçe daha çaresiz hissediyor; belirsiz bir gelecekte “tünelin ucunda görülecek ışığı” bekliyor. Ancak yine herkes biliyor ki, krizin biri biterken diğeri kapıda bekliyor ve artık belli bir ülkenin sınırlarında kalmıyor ve bütün dünya kapitalizmini kapsıyor.
Aynı anda, Londra’da olduğu gibi, büyük emperyalist merkezlerde işsizlerin, güvencesiz bırakılmışların ve yoksulların şiddet patlamalarına tanık oluyoruz ve bu umulmadık zamanda umulmadık yerde yeniden patlama tehdidinin gölgesini arkasında bırakarak geçici bir süre köşesine çekiliyor.
Washington’un ve diğer emperyalist merkezlerin “İngiliz fenomeni” adını vererek kendileriyle pek ilgisi olmadığına inanmak istedikleri bu patlama halinin, Kuzey Amerika’da da Facebook ve Twitter’da dolaşarak dişlerini gıcırdattığını görüyorlar.
Aynı anda, krizden pek memnun olan bir kesim gittikçe palazlanıyor. Ünlü “Fortune” dergisinin bildirdiğine göre, kriz bazı büyük şirketlerin, bankaların ve yöneticilerinin içinde olduğu 354 milyarderin servetini, birçok gelişmiş Avrupa ülkesinin Gayri Safi Yurtiçi Hâsılasının üzerine çıkarmış bulunuyor.
Yoksullaşma ile aşırı zenginleşme arasındaki bu derin yarılmaya paralel olarak, başta ABD olmak üzere bütün emperyalist ülkelerde askeri harcamaların ve yatırımların hacmi artıyor. Son on yılda, Asya, Avrupa, Latin Amerika ve Afrika’ya yüzlerce ABD askeri tesisi yerleştirildi. “Terörizme karşı mücadele” bahanesi, giderek belli ülkeleri ve halkları hedef alan bir plan doğrultusunda genişletiliyor.
ABD’nin ve başta İngiltere ve Fransa olmak üzere belli başlı Avrupalı emperyalist merkezlerin Afrika’da olup bitenlere ilgisi hızlı ve yoğun bir biçimde yükseliyor. Libya, şimdilik vitrinde bulunan en önemli hedef olmakla birlikte, Afrika’nın geneline yayılan kalıcı bir ABD ordusunun yanı sıra NATO’nun da yetki alanı bu kıtada genişliyor.
Bu genel görünümün içinde çok somut ve yakın savaş tehditleri de artıyor. Özellikle Ortadoğu ve Akdeniz havzası, Türkiye ve İsrail gerilimi dolayısıyla eskisine göre daha sıcak bir hal almışken, buna şimdi de Türkiye Yunanistan arasındaki ciddi hırlaşma eklenmiş bulunuyor.
İSRAİL VE AKDENİZ
20 Eylül 2011 tarihli Yeni Şafak Gazetesi’nde İbrahim Karagül, “Akdeniz’de savaş var, Türkiye ayağa kalkmalı!” başlıklı yazısına, “Amerikan Noble enerji şirketi, Doğu Akdeniz’de sondaj çalışmalarına dün başladı. İlk gün seksen metreye indi, yetmiş üç günde çalışma bitirilecek ve zenginlik paylaşılacak. Şirket çalışırken İsrail donanması etrafında, yine İsrail insansız uçakları ‘Heron’lar da havada denetim sağlıyor” cümlesiyle başlıyordu. Karagül tarafından çizilen manzaraya göre, İsrail, Yunanistan üzerinden Türkiye ile hesaplaşmaya girişmiş ve bunun için de Kıbrıs’taki petrol aramalarını desteklemişti: “Yunanistan ve Rum Kesimi İsrail’den aldığı destekle kışkırtıcı uyarılar yaparken, Avrupa Birliği ‘itidal’ çağrıları yaparken, Akdeniz merkezli enerji ve güvenlik eksenli müthiş bir kapışma yaşanıyor.”
Bu arada, İsrail’in S-300 füzelerinin konuşlandırılmış olduğu Kıbrıs ve Girit adalarından İran’a yönelik uzun menzilli hava tatbikatlarının yapıldığını da yazan Karagül, bölgede çok tehlikeli bir oyun için her şeyin hazır olduğuna dikkat çekiyor.
AKP’nin hayallerle yüklü dış politika stratejisinin özellikle Suriye, Irak ve Lübnan’la kurulmaya çalışılan Ortadoğu dayanakları yıkılınca, “Akdeniz’de tam bir donanma ittifakı” görüntüsü veren yeni bir bloklaşmanın ortaya çıktığını kaydeden Karagül, “bu birleşik orduların” amacının, “bölge yerlilerinin”, yani, Türkiye, Suriye, Mısır, Irak, İran, Ürdün gibi ülkelerin siyasi ve ekonomik hakimiyet çabalarını kırmak olduğunu da sözlerine ekliyor.
Gerçekten de, daha gerilere doğru bakıldığında, İsrail ile Türkiye arasında yaşanan krizin (krizlerin demek daha doğru olur), Akdeniz üzerindeki önemli bir kavganın parçası olarak ortaya çıktığını artık açıkça söyleyebiliriz. Bu kavgada saflarını aşağı yukarı netleştirmiş olan, İsrail, Yunanistan, Kıbrıs, Almanya ve Fransa, bölgede “kendi başına” işler çevirmeye kalkışan Türkiye’ye karşı gizlemeye gerek bile duymadıkları birleşik bir “soğuk savaş”ın aktörleri gibi davranıyorlar.
Daha önce pek çok konuda farklı zamanlarda ve farklı biçimlerde, Fransa, Almanya ve İsrail’le yaşanan krizlerin şimdi gittikçe somutlaşan ciddi bir nedeni var. Akdeniz’de Kıbrıs ve Yunanistan’ın kendi alanları olarak ilan ettikleri yalnızca iki ayrı havzada, trilyonlarca metreküp doğalgaz, milyarlarca varil petrol var. Petrol, yalnızca ekonomik bir güç değil, aynı zamanda kaynaklandığı bölge ve çeperini siyasal olarak denetlemeye de elveren ve bu çeperi kan ve barut kokusuna boğan bir savaş etkeni…
Şimdi gündemdeki “Füze Kalkanı” sorununa, AKP’nin en sıkıntılı dış politika açmazı olan konuya bir de bu karmaşık kompozisyon açısından bakabiliriz.
Nokta olarak yeri bile belirlenen bu savaş makinesinin artık kime karşı ve hangi güçlerin ihtiyacı için kurulacağı tartışmaları geride kalmış olmalıydı. Ama Türkiye Dışişleri Bakanı, kalkanın asla İran’a karşı olmadığını (o zaman kime karşı sorusunun cevabı yok!) ve asla İsrail’i korumaya yönelik bir amacı bulunmadığını, Kalkan’dan elde edilecek bilgilerin İsrail’le paylaşılmayacağını söylemeye devam ediyor.
Oysa geçen yıl Lizbon’da yapılan NATO toplantısında 28 üye ülkenin açık beyanıyla İran ortak tehdit olarak tescillenmiş, “Kalkan”ın yeri ve amacı bu tespite göre resmi olarak açıklanmıştı. Kararı alanlar arasında Türkiye de bulunmaktaydı. Sarkozy, Davutoğlu’nun açıklamalarına karşı alaycı bir biçimde “kediye kedi denir” diyerek bıyık altından gülmüş, Amerika ve İsrail bu küçük yalancılığı onaylamamakla birlikte “bir de bununla uğraşmayalım” havasında geçiştirmişlerdi.
İran ise bu numaraları yutacak kadar saf değildi. Kimin kime karşı neler hesapladığını kadim İran diplomasi tecrübesiyle elbette biliyorlardı.
NATO’nun kabul ettiği ve bütün büyük emperyalistlerin ve İsrail’in bildiği iki temel gerçek vardı: Füze Kalkan’ı İran’a karşı kurulmuştur, acil ve önde gelen amacı, İsrail’in korunmasıdır! Üstelik bu sistem, yalnızca bir “kalkan” değil, aynı zamanda füze atışlarında kullanılacak bir tespit cihazı olma özelliği de taşıdığı için, “mızrak”tır. Yalnızca savunma amacıyla değil, istendiğinde saldırı amacıyla da kullanılabilecektir.
Türkiye, kimseyi ikna edemediği, kendi iç kamuoyunu oyalamaktan başka bir sonuç alamadığı yalanlarla bölge politikalarında rol oynamaya çalışırken, kendini bir ucu Akdeniz-Kıbrıs havzasında, diğer ucu Libya’da bulunan çok tehlikeli bir petrol oyunun içinde buldu. Her iki uçta da rakipler hemen hemen aynı. Yalnızca Amerika, tarafsız ve dengeleri korumaya yönelik bir pozisyonda görünmeyi tercih ediyor. Olaylar ve ilişkilerin, Türkiye’yi, kendisiyle ilişkileri mümkün olan en iyi biçimde sürdürmeye mecbur etmesinden gayet memnun olmalı. Türkiye ise, Amerika’dan asla vazgeçemeyeceği bir pozisyona itildiğinin farkında ve bunun kendi özel planlarını nasıl etkileyebileceği konusunda biraz endişeli.
HAM HAYALLER GERÇEKLE YÜZ YÜZE
Neredeyse sınırların silinmesi aşamasına gelmiş bulunan “Suriye kardeşliği”, “Arap Baharı” rüzgârlarıyla darmadağın olduktan sonra, Türkiye, Libya, Mısır, Tunus üzerinden “Osmanlı topraklarında” yeni bir imajla görünmeye çalışıyor. Bu, “demokrat, laik, piyasa ekonomisinin değerini bilen liberal” bir imaj. Eski otokratik rejimlerin ve başlarındaki otokratların zulmünden kurtulan ancak yeni birçok ayak oyunuyla eski düzenlerine mahkum edilen Arap halkları, Tayyip Erdoğan’ın kişiliğinde kendilerine sunulan modeli tartışmaya başladılar. İlk itiraz, aslında önem ve değer bakımından yeni Türk Dış Politikasında ağırlık verilen Mısırlı Müslüman Kardeşler’den geldi. Neredeyse doğal potansiyel müttefik olarak görülen bu güç, laisizm karşıtlığı üzerinden, geleneksel Mısır tavrını, yani kimsenin kendilerine akıl vermesine razı olmayan politik tutumu sergiledi. Başbakan, bu kez malını Libya ve Tunus’ta satmayı denedi. Bunun tutup tutmaması elbette önemli, ama bu ilk adımda Recep Tayyip Erdoğan, bölgenin politik geleceğine hükmeden kişi olarak görünmeyi daha da önemli buluyor. Böylece bölgede kimin bayrak sallayacağı tartışmasına bir başka yerden dayanaklar sağlamaya çalışıyor.
Başlangıcından bugüne, AKP Dış Politikası’nın çok aktif olduğu yolunda değerlendirmeler yapılıyor. On yıl içinde alınan sonuçlara bakıldığında söylenebilecek şey, bu aktif politikanın tırmanmak istediği duvarın taşlarının el attıkça yerlerinden oynadığı ve asla bir santim daha yukarı tırmanma sonucunu vermediği olacaktır. Çünkü aslında tırmanılmak istenen duvar dökülmektedir. Bu yüzden Davutoğlu ve ekibi, bir yandan da tırmanılacak bir duvar inşa etmeye çalışmaktadır. Temelini Osmanlı’nın şanlı günleri üzerine kurabileceğini umduğu sağlam bir duvar!
Ama o temel nerede?
Suriye ile işler iyi giderken birkaç aydın ve gazetecinin yağcılık olsun diye kalem oynattığı gazete sayfalarını şimdi Suriyeli politikacılar kenefte kullanıyor.
Bağdat, hiç yola gelmedi.
Mısır, hâlâ Kavalalı Mehmet Ali Paşa zamanındaki gibi, kendi bildiğini okumaktan tek adım geri atmıyor.
“Komşularla Sıfır Sorun” sloganını artık Davutoğlu dahil, kimse ağzına bile almıyor. Ya da ricat. Israrlar karşısında CNN Türk’te “sorunu” açıklamaya çalışmaktan kaçınamayan Davutoğlu dedi ki: “Biz sıfır sorunu rejimlerle değil, öncelikle halklar arasındaki ilişkilerde gerçekleştirdik… Şimdi bir iki ülkenin iç sıkıntıları nedeniyle bu kavram devreden çıkmadı, daha güçlü şekilde halklar bazında devrededir ve devam edecektir”! “Stratejik derinlik”te, Osmanlı’nın “kültürel ve coğrafi derinlik mirası”nın pek ele gelir hali kalmamış olduğu denenerek görüldü.
“Stratejik Derinlik” kavramının bir diğer temel öğesi, “Merkez Ülke” idi. Bölgenin ekonomik ve demokratik bakımdan en gelişmiş ülkesi olması iddiasına dayanarak, Türkiye’nin bütün Ortadoğu’nun, siyasal bakımdan da merkezi olabileceği varsayımı ileri sürülüyordu. Yandaş gazeteler ve köşe yazarları, bu kavramı çeşitlendirmekten hiç sakınmadılar. “Türkiye eğitimde de merkez ülke …”, “Ortadoğu, merkez ülkede buluştu…”, “köprü değil, merkez ülkeyiz!”, “sorun ülke değil, merkez ülke!” gibi sloganlar, bundan bir iki yıl öncesinin başlıca haber ve yazı başlıkları olabiliyordu. Bu iddia, İslamiyet’le Batılı demokrasiyi birleştirmeyi başarmış ülke olarak, ABD tarafından “model ülke” konumuna yükseltilmeyi de hak etmiş olarak artık gerçekleşmiş gibi kabul edilebiliyordu. Bizzat Türkiyeli görevliler tarafından parayla düzenlendiği sonradan anlaşılan Lübnan’daki karşılama töreni, Recep Tayyip Erdoğan’ın “Dünya Lideri” imajını parlatmaktan çok, “Merkez Ülke” propagandasına inandırıcılık kazandırmak için kullanıldı. Bugün de, bu ikisinin, en azından reklam düzeyinde birbirine bağlı olduğu düşüncesi değişmiş değil. “Komşularla Sıfır Sorun” tezi elden gitmişken, hiç olmazsa bunu dik tutalım isteniyor.
Fakat burada en büyük engeli kendi iç politikasında kendisi yaratmış bulunuyor. Dış politikada güvenilir, saygın ve etkili olabilmenin evvelden beri bütün dünyada geçerli kabul edilen temel bir koşulu vardır: herkese bir önerisi olan, önce bunlara kendisi uymalı ve uygulamalıdır. Arap ülkelerinde, laik, demokratik düzen propagandası yapan, otokratları (bugünlerde Beşşar Esad’ı) demokrasi ve özgürlük isteyen halka baskı ve şiddet kullanmama yolunda uyarıp hiddetle eleştiren “Dünya Lideri” önce dönüp kendi ülkesine ve kendisine bakmalıdır. Ülkesinin her köşesinde gaz bombalarının, copların, panzer tekerleklerinin halkın üzerinden eksik olmadığı bir yerden gelen bir Başbakan, kime nasıl demokrasi dersi verebilir ve nasıl inandırıcı olabilir?
Sonuç olarak, şu anda büyük bir gayretle, zayıflığı ve nesnel dayanak yoksunluğu her adımda daha açık bir şekilde görülen bir fikir jimnastiğini “derin strateji” olarak benimsemiş olmanın açmazlarıyla uğraşan hükümet partisinin dış politikasının tam bir iflasla sonuçlandığını söylemek için vakit erkendir. Ve esas olarak, bir hükümetin herhangi bir alandaki politikasının tek başına çökmesi mümkün de değildir. Birbirine bağlı ve birbirinden güç ya da zayıflık taşıyan politikalar sistemi genellikle bir bütün olarak çöker ya da ayakta kalır. AKP önderliği bunu biliyor. Bu yüzden, en zayıf halkaya en büyük güçle yükleniyor. Çünkü iç politikaya malzeme taşıyan bir rol de yüklendi dış politikaya. Filistin’i, Somali’yi gözyaşları içinde kurtarmaya çalışan, “ne yapacağını bilmeyen Araplara akıllar fikirler veren”, gerektiğinde bütün dünya liderlerine posta koyabilen biri olmak, az “karizma” değil…
Ne var ki, bu ters tepmesi çok kolay olan bir silahtır. Dış politikada sürekli tırmandırılan “başarılı görünme” çabalarının sonuçta gelip tıkanacağı bir yer vardır. Ve hızla değişen dengeler, bu noktanın çok uzak olmadığını göstermektedir. Böyle bir ihtimalin gerçekleşmesi durumunda, AKP’nin özellikle seçimlerden sonra daha da artan destekleri, frensiz bir biçimde yokuş aşağı gidecektir.
Kıdem Tazminatı Fonu Üzerine
İşçiler açısından son derece önemli bir hak olan kıdem tazminatı konusu son dönemin öncelikli tartışma konularının başında geliyor. Yıllardır işveren örgütlerinden Çalışma Bakanlığı’na, oradan IMF, Dünya Bankası, Avrupa Birliği, OECD vb. gibi uluslararası sermaye örgütlerine kadar pek çok çevrenin üzerinden hesaplar yaptığı kıdem tazminatı konusu, uzun bir aradan sonra, AKP hükümeti tarafından bir kez daha gündeme getirildi.
Kıdem tazminatı tartışmalarında yıllardır sermaye örgütlerinin yaptığı tespit ve değerlendirmelerin, bizzat hükümet yetkilileri tarafından yapılmaya başlanması, sermayenin sırtındaki en önemli “istihdam yükü” olarak görülen kıdem tazminatı konusunun önümüzdeki dönemde sermaye örgütlerinin beklentileri doğrultusunda şekillendirileceğini gösteriyor.
İşçi hakları ile ilgili olarak üzerinde en çok tartışılan ve özellikle burjuvazi, sermaye örgütleri ve hükümetlerinin üzerinden hesaplar yaptığı en öncelikli konu olan kıdem tazminatı, işçiler için bir işçilik hakkı, işverenler için ise yıllardır işgücü maliyetini yükselten önemli bir maliyet kalemi olarak görülüyor. Yürütülen tartışmaların merkezinde, kıdem tazminatının, işçilerin işten kolaylıkla işten çıkarılmasının önünde en büyük engel olarak duran bir hak olmasından kaynaklanıyor.
Kıdem tazminatı, aynı işyerinde en az bir yıl veya daha uzun bir sürede çalışmış olan işçiye, hizmet sözleşmesinin iş kanununda belirlenmiş koşullarla sona ermesi durumunda işveren tarafından kendisine ödenmesi gereken para olarak tanımlanır. Başka bir ifade ile, iş sözleşmesinin sona ermesinin en önemli hukuksal sonuçlarından bir tanesi olan kıdem tazminatı, iş kanununda belirtilen asgari çalışma süresini doldurmuş olan işçinin iş sözleşmesinin belirli bir nedenle son bulması durumunda, işveren tarafından işçiye veya mirasçılarına ödenen parayı ifade eder.
Kıdem tazminatı ile ilgili olarak, hukuki açıdan, işçinin ödenmesi sonraya bırakılmış ya da ertelenmiş ücreti, tazminat, işsizlik tazminatı ve ikramiye olduğu şeklinde tanımlamalar da yapılır. İşçilik alacakları kapsamında yer alan kıdem tazminatı, bir işyerinde ya da bir işverenin emrinde veya belli bir meslekte uzun süre çalışmış bir işçinin işini kaybetmesi durumunda, onun işyerine katkıda bulunurken yıpranması, yeni bir iş edinmede karşılaşacağı zorluklar göz önüne alınarak, geçmiş hizmetlerine karşılık, işveren tarafından işçiye kanunda sayılan hallerde ve şartlarda toplu olarak ödenir.
Bütün bu özelliklerine karşın kıdem tazminatı, ne hukuksal olarak, ne de ekonomik olarak iş güvencesi ile eşit değerde bir kavram olarak değerlendirilemez. Kıdem tazminatı, işçilerin çalışma süresi içinde yıpranmalarının karşılığı olmanın yanı sıra, işçinin yıllarca birikmiş işgücünün karşılığı ve onun ücreti içinde yer alan ve yine ücret niteliğinde bir gelir olma özelliği taşır.
Kıdem tazminatı, işsizlik riskine karşı bir koruma, emeklilik koşulunda elde edilecek bir toplu ikramiye, ödenmesi belirli şartların gerçekleşmesine bağlı olarak ileriye bırakılmış ücret niteliğindedir ve işçi sınıfının elinde kalan son önemli hak olma özelliği açısından ayrı bir önem taşıyor. Ancak kıdem tazminatı uygulamasını asıl önemli kılan nokta, patronların işçileri istediği zaman işten çıkarmasını zorlaştıran ve bu açıdan istihdam güvencesi sağlayan bir nitelik de taşıyor olmasıdır.
61. Hükümet Programı’nın işsizlikle mücadeleye ayrılan bölümünde kıdem tazminatının kaldırılacağı ve yerine bir fon kurulacağı belirtiliyor. Hükümet Programı’nda yer alan, “İşçilerin büyük çoğunluğunun alamadığı, işletmelerin üzerinde ödeme baskısı oluşturan, çalışma hayatının en önemli soru alanlarının başında gelen kıdem tazminatı sorunu, kazanılmış hakları koruyan ve bütün işçilerin kıdem tazminatı garanti altına alan bir fon oluşturularak çözülecek” ifadesi, hükümetin kıdem tazminatı fonu oluşturmak noktasında kararlı olduğunu gösteriyor.
KIDEM TAZMİNATI NEDEN ÖNEMLİ
Kıdem tazminatı, Türkiye’de çalışma mevzuatına, 1936 yılında kabul edilen 3008 sayılı İş Kanunu ile girmiştir. Kıdem tazminatı ile ilgili olarak yapılan ilk düzenlemeye göre, işçilere, 5 yıldan fazla kıdemleri için, her yıla 15 günlük ücret üzerinden hesaplanan bir tazminat ödenmesi öngörülmüştür. Yapılan ilk düzenlemede işçilerin kıdem tazminatına hak kazanma koşulları son derece sınırlı olmuştur.
İşçi sınıfı ve sendikaların yıllar içinde verdikleri mücadeleler sonucunda kıdem tazminatına hak kazanma koşullarının düzelmesini sağlamış, zaman içinde kıdem tazminatı miktarında artışlar yaşanmıştır. Kıdem tazminatı, önceleri son derece zor koşullarda elde edilen bir uygulama iken, zaman içinde işçinin ücretinin ertelenmiş bir bölümüne dönüşmüştür.
Özellikle kapsam ve miktarı yönünden sürekli değişiklikler gösteren kıdem tazminatına hak kazanma süresi, 1950 yılında 5 yıldan 3 yıla düşürülmüş, 1967 yılında çıkarılan iş yasasıyla, bu kez bütün çalışanların kıdem tazminatına hak kazanmaları öngörülmüştür. Ayrıca işçilerin ölümü halinde mirasçılarının kıdem tazminatı alabilmeleri de sağlanmıştır. 1975 yılında 1475 sayılı İş Kanunu’nda yapılan değişiklikle, kıdem tazminatına hak kazanmak için gerekli kıdem süresi önce üç yıldan bir yıla indirilmiş, ardından her yıl için ödenecek kıdem tazminatı miktarı ise 15 günlük ücret miktarından 30 günlük ücrete yükseltilmiştir.
12 Eylül askeri darbesinden hemen sonra, 23 Ekim 1982 tarihinde çıkarılan 2320 sayılı yasa ile kıdem tazminatına üst sınır getirilmiştir. 22 Mayıs 2003 tarihinde, Türkiye de 4857 sayılı iş yasası yürürlüğe girmiştir. Bu yasa ile 1475 sayılı iş yasası, kıdem tazminatını düzenleyen 14 maddesi dışında tümüyle yürürlükten kaldırılmıştır. 4857 sayılı yasa ile kıdem tazminatı geçici 6. madde olarak korunmuş ve “Kıdem Tazminatı için bir kıdem tazminatı fonu kurulur” hükmüne yer verilmiştir. Halen geçerli olan 1475 Sayılı İş Kanunu’nun 14 üncü maddesine göre, 4857 Sayılı İş Kanunu gereğince çalışanlar, 7 koşulda işverenlerinden bir brüt maaşları tutarında kıdem tazminatı alabilmektedir. Bunlar;
§ İşçi, işveren tarafından haklı bir sebep olmadan işten çıkarılırsa,
§ İşçi haklı bir sebeple işi bırakırsa,
§ Erkek çalışanlar askerlik için işi bırakırsa.
§ Emekli olma amacıyla işçi işi bırakırsa,
§ Emeklilikte diğer şartları tamamlayıp, tamamlaması gereken yaşı evinde geçirmek isteyen işçi işi bırakırsa,
§ Kadın işçi evlendikten sonraki bir yıl içinde işi bırakırsa,
§ İşçinin ölmesi halinde.
Kıdem tazminatı, 75 yıllık gelişim süreci içinde, Türkiye’deki işçi sınıfı için en temel hak ve güvencelerden birisi olarak görülürken, bu güvence, sermaye çevrelerince her dönem büyük bir “yük” sayılmış ve kaldırılması ya da miktarının azaltılması için girişimlerde bulunulmuştur.
Sermaye örgütleri yıllardır her fırsatta kıdem tazminatının varlığından yakınmış ve özellikle kriz dönemlerinde kıdem tazminatı uygulamasının ellerini kollarını bağladığını iddia ederek, kaldırılması gerektiğini savunmuşlardır. Nitekim çalışma yasaları ile ilgili değişiklikler gündeme geldiğinde, patronların ilk talebi, kıdem tazminatının bir fona devredilmesi ve sürelerin azaltılması şeklinde olmuştur. 2001 ve 2008 yıllarında yaşanan ekonomik krizler ve yüz binlerce işçinin işsiz kalması, işçiler açısından kıdem tazminatının neden yaşamsal ve vazgeçilemez bir öneme sahip olduğunu göstermiştir.
Gelişmiş ülke deneyimleri incelendiğinde, genellikle her sistemde işsizlik sigortasının mevcut olduğu, özellikle Kıta Avrupa’sında işsizlik sigortası yanında çalışanlar için istihdam güvencesi ile birlikte miktarı ve hak etme koşulları Türkiye’ye göre daha sınırlı olsa da, kıdem tazminatı uygulamaları bulunduğu bilinmektedir.
ILO’nun istihdam güvencesine ilişkin 158 sayılı sözleşmesinin 12. maddesi , mevcut olabilecek alternatifler arasında yer alan istihdam güvencesi, işsizlik sigortası ve kıdem tazminatının bir arada var olabileceğini öngörmektedir. Bu açıdan bakıldığında, özellikle sermaye ve hükümetin kıdem tazminatı ile iş güvencesi ve işsizlik sigortası uygulamasının birlikte uygulanmasının doğru olmadığına ilişkin iddialarına katılmak mümkün değildir.
Kıdem tazminatı ile iş güvencesi arasındaki yakın ilişkiyi anlayabilmek için birkaç örnek vermek faydalı olacaktır. Yunanistan’da karşılıklı anlaşmada kıdem tazminatı ödenmesine ilişkin bir yasa hükmü bulunmamakla birlikte, eğer bu durumda işçinin işten çıkarılmasında ödenecek tazminat verilmiyorsa, söz konusu anlaşma geçersiz sayılmaktadır. İtalya’da, işçi işten hangi nedenle çıkarılırsa çıkarılsın, kıdem tazminatı ödenmektedir. Kıdem tazminatının hesabında, isçinin yıllık toplam kazancı 13,5’e bölünmekte ve işçinin her kıdem yılı için bu miktar yüzde 1,5 oranında artırılmaktadır.
Ülkeler arasında kıdem tazminatı miktarına ilişkin karşılaştırma yapıldığında, geçerli bir nedene dayanmadan yapılan işten atmalarda ödenen ek tazminatların da dikkate alınması gerekir. Örneğin, İspanya’da geçerli bir nedene dayanılarak işçi çıkarmalarında, her kıdem yılı için 20 günlük ücret tutarında ve toplam 12 aylık ücreti geçmeyecek biçimde bir kıdem tazminatı ödenmektedir. Ancak işten çıkarmanın geçerli bir nedene dayanmaması durumunda, bu tazminat miktarı ayrıca artmaktadır. İspanya’da işçinin geçerli bir nedene dayanmadan işten çıkarılması durumunda, işçinin her kıdem yılı için 45 günlük ücreti tutarında kıdem tazminatı ödenmektedir. İspanya’da kıdem tazminatının üst sınırı ise 42 aylık ücrettir.
OECD Türkiye İnceleme Raporlarında, Türkiye’de mevzuatın getirdiği yüklerin çalışan ve çalıştıranları kayıt dışı sektöre ittiği; bu bağlamda çok ciddi bir istihdam maliyeti oluşturan kıdem tazminatının kaldırılarak yerine fona dayalı bir sistem kurulması gerektiği ileri sürülmektedir. OECD’nin geçtiğimiz yıl yayınladığı ve Türkiye’yi konu edinen Ekonomik Görünüm raporunda, Türkiye için istenen işgücü piyasası reform stratejisinin tamamlanmak üzere olduğu belirtmiştir.
OECD’ye göre, Türkiye’nin istihdam stratejisi, OECD Ekonomik Görünüm raporunda belirtildiği gibi, üç önemli konu başlığını içermektedir:
1- İşgücü piyasası düzenlemelerinin, işverenin kıdem tazminatı yükünün, mümkünse kurulacak kıdem tazminatı fonu ile azaltılması ve geçici iş ve geçici iş bürolarının serbestleştirilmesi yoluyla, hem sürekli hem geçici iş sözleşmeleri açısından iş yaratılmasının kolaylaştırılması amacıyla yeniden şekillendirilmesi.
2- Verimliliğin ve yaşam maliyetlerinin daha düşük olduğu bölgelerde, reel asgari ücreti düşürecek biçimde, bölgesel asgari ücret uygulamasına izin verilmesi.
3- İşverenlerin sosyal güvenlik prim oranlarının azaltılmasına (mevcut durumda brüt ücretin %14,5’i düzeyinde olup, buna brüt ücretin %2’si düzeyinde işsizlik sigortası primi eklenmektedir), mali çerçeve ile de uyum içinde, orta vadede %10’un altına inecek şekilde devam edilmesi.
Yine daha önce OECD tarafından yapılan bir araştırmaya göre, 9 ay kıdemli bir işçiye, Türkiye’de hiç kıdem tazminatı ödenmezken, Çek Cumhuriyeti’nde 2 aylık, Yunanistan’da 15 günlük, İtalya’da 21 günlük, Meksika’da 3 aylık, Portekiz’de 3 aylık, İspanya’da ise 15 günlük ücret tutarında kıdem tazminatı ödenmektedir. OECD’nin aynı araştırmasına göre, 4 yıllık bir işçinin alacağı kıdem tazminatı, Portekiz’de 4 ay, İspanya’da 2 ay 20 gün, Meksika’da 3 ay, Japonya’da 2 ay, İtalya’da 3,5 ay, Çek Cumhuriyeti’nde 2 ay ve Yunanistan’da 1,5 aylık ücret tutarındadır.
Türkiye’de çalışan işçiler bir yıl sonra kıdem tazminatı alma hakkı kazanır. Bu durumda, 20 yıl çalışmış bir işçinin Türkiye’de 20 aylık kıdem tazminatı hakkı vardır. Oysa OECD ülkelerinde, ortalama olarak 20 yıllık çalışmaya karşı sadece 6 aylık kıdem tazminatı ödenir. Başka bir ifade ile OECD ülkelerinde ortalama 3,3 yıl çalışmaya karşılık ancak 1 aylık kıdem tazminatı ödenmektedir. Doğu Avrupa ülkelerinde 20 yıl çalışmış olan birinin hak ettiği 4 aylık kıdem tazminatı rakamı, orta gelirli ülkelerde 10 aydır. Türkiye’de ise, bu miktar, 20 yıla karşılık 20 aydır. Kıdem tazminatının fona devredilmesinin altında yatan esas neden budur.
Kıdem tazminatına hak kazanmak için, Türkiye’de işçilerin, çalıştıkları yerde 1 yılı doldurmaları yeterlidir. Diğer OECD ülkelerinde ise, çalışanlar 40 ay, Doğu Avrupa ülkelerinde 20 ay, Afrika ülkelerinde ise 33–34 ay çalıştıktan sonra kıdem tazminatına hak kazanmaktadırlar. OECD’nin bu konuda yayınladığı raporlara göre, çok ağır yükler getiren kıdem tazminatı sorumluluğu sürekli istihdamı çok maliyetli hale getirerek, kayıtlı sektörde istihdam yaratmayı engelleyici bir rol oynamaktadır. Bu durum, düzenli ve kurallı çalışmanın olmadığı, kayıt dışı olarak faaliyet yürüten işletmelerde işçilerin sırtından elde edilen artı-değer oranlarının daha yüksek olması nedeniyle, kıdem tazminatının, üretimi kayıt dışılığa teşvik ettiği tespitlerini beraberinde getiriyor.
OECD, kayıtlı çalışan işçiler üzerinden “işgücü maliyetleri” nedeniyle aynı artı-değeri elde edememelerinin sermayenin iç bütünlüğünü ve hiyerarşisini bozduğunu, bu durumun “haksız rekabeti” daha da derinleştirdiğini iddia ediyor. Koşulların eşitlenmesi için atılması gereken adımların başında, patronların “elini kolunu bağlayan” katı yasal mevzuatın değişmesi, özellikle kıdem tazminatı sorununun çözülmesi, bunun için kıdem tazminatı fonu uygulamasının hayata geçirilmesinin kaçınılmaz olduğu iddia ediliyor.
KIDEM TAZMİNATI FONU: NEDEN VE NASIL?
AKP hükümetinin “ustalık dönemi”nde hayata geçirmeyi planladığı Ulusal İstihdam Stratejisi’nde, işgücü piyasasının rekabet edebilirliğini artırmak ve işletmeler üzerindeki mali yükü azaltmak amacıyla kıdem tazminatı sisteminin değiştirilmesi öngörülmüştür. Ulusal İstihdam Strateji Belgesi’nde yer alan kıdem tazminatı ile ilgili düzenlemeye göre:
§ İstihdam üzerindeki mali yükleri azaltacak, işletmelerdeki finansal öngörülebilirliği artıracak ve işgücü hareketliliğini hızlandıracak kıdem tazminatı reformu yapılacaktır.
§ Tüm işçilerin erişebileceği, bireysel hesaba dayalı, mali açıdan sürdürülebilir bir kıdem tazminatı fonu kurulacaktır.
§ Kıdem tazminatı uygulaması kazanılmış hak kaybına neden olmayacaktır.
§ Kıdem tazminatı fonu gelirleri işveren tarafından yatırılacak olan primlerden oluşacaktır.
§ Prim oranları belirlenirken, işverenin mevcut kıdem tazminatı yükü artırılmayacaktır.
§ Kıdem tazminatı fonuna işverenin ödeyeceği prime geçici olarak İşsizlik Sigorta Fonu’ndan katkı yapılacaktır.
§ En az 10 yıl kıdemi olan işçilere, işsiz kaldıkları dönemde kıdem tazminatı hesabından kısmen para çekme hakkı verilecek, hesapta kalan bakiye ise emeklilikte ödenecektir.
§ Bir yıllık çalışma karşılığında verilen kıdem tazminatı miktarı, uzun vadede OECD ortalamasına çekilecektir.
AKP’nin ulusal istihdam stratejisine göre, kıdem tazminatı, tüm kayıtlı işçilerin erişebileceği bireysel hesaba dayalı mali açıdan sürdürülebilir bir Kıdem Tazminatı Fonu’nda toplanacaktır. Bugün fiilen kıdem tazminatı alamayan kayıt dışı çalışan işçiler, taşeron ve geçici istihdam edilen işçiler, yevmiyeli vb. çalışanların kıdem tazminatı alabilmeleri için herhangi bir somut adım atılacağını söylemek mümkün değildir. Mevcut işçilerin kazanılmış haklarının aynen korunacağı iddia edilirken, prim oranları işverenlerin mevcut kıdem tazminatı yükünden daha az olmasının hedeflendiği bir durumda bunun nasıl sağlanacağı büyük bir soru işareti oluşturmaktadır.
İhbar ve kıdem tazminatı, haksız nedenle işten çıkarmada tazminat ve azami itiraz süresini dikkate alan sürekli çalışanların bireysel işten çıkarılması üzerinden yapılan değerlendirmelerde, Türkiye, 40 ülke içerisinde en katı mevzuata sahip ülkelerden birisidir. Özellikle işçilere ödenen kıdem tazminatı miktarının yüksekliğinin işgücü piyasasının katılık düzeyini artırdığı iddia edildiği için, bugün kıdem tazminatı temel hedef haline getirilmiş durumdadır. OECD’ye göre, Türkiye, en yüksek kıdem tazminatı düzeyine sahip ilk 20 ülke arasında gösteriliyor. Kıdem tazminatı Türkiye’den daha yüksek olan ülkeler içinde Zimbabwe, Sierra Leone, Zambiya, Mozambik ve Guatemala gibi ülkelerin sayılması ayrıca dikkat çekicidir.
Kıdem tazminatına yönelik mevcut uygulamanın işçiler açısından taşıdığı olumsuzluklar, kıdem tazminatı fonu tartışmalarında patronların ve hükümetin elini güçlendiren bir unsur olarak karşımıza çıkmaktadır. Patronların kıdem tazminatı yükümlülüğünden kaçınmak için işçilerini tam yıl sigortalı göstermemesi veya tazminatı hak etmeyecek şekilde işten ayrılmaya zorlamaları, kıdem tazminatı fonu kurulması yönündeki sermaye ve hükümet propagandası, özellikle fiilen kıdem tazminatı alma imkânı olmayan milyonlarca işçinin kafasını karıştırmaktadır. Bu durum, fiilen kıdem tazminatı alamayan taşeron işçilerin, mevsimlik işçilerin, gündelikçi çalışan ve her türlü güvencesiz istihdam edilen işçilerin kıdem tazminatı fonu ile ilgili olarak daha kolay ikna edilmelerine neden olmaktadır.
İşçilerin kıdem tazminatına hak kazanmak için mutlaka sosyal güvenlik sistemine dahil olması gerekir. Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) verilerine göre, Türkiye’de çalışanların yaklaşık yarısı (yüzde 45’i) kayıt dışı çalışmaktadır. İş yasasına tabi olmayan ve sosyal güvenlik sisteminin dışında çalışan işçiler kıdem tazminatı almak mümkün değildir.
Türkiye’de özellikle özel sektörde işçilerin çok büyük bir bölümünün, hukuken kıdem tazminatını hak ettiği halde, patronların çeşitli hileleri ile bu haklarını elde edemedikleri bilinmektedir. Bu durumu propaganda malzemesi yapan hükümet, “Fon kurulduğunda her işçi tazminatını fondan alacak”, “Kıdem tazminatı fonu kurulduğunda işçilerin hak kaybı olmayacak” vb. gibi ifadelerle işçilerin kafasını karıştırmaktadır. Oysa buradaki esas sorun kıdem tazminatının kendisi değildir. Sorunun, kıdem tazminatını alınamaz hale getiren ekonomik, sosyal koşullar ve denetimsizliğin yol açtığı kayıt dışılığa bağlı olarak gelişen örgütsüz yapı olduğu açıktır.
Hükümetin “işçilerin hak kaybı olmayacak” söylemi tam bir kandırmaca olarak karşımıza çıkmaktadır. Kıdem tazminatı fonu kurulursa, patronların her işçi için kıdem tazminatı fonuna belli oranda prim ödemesi gerekecektir. İşçilerin hak kaybı olmayacağı iddia ediliyorsa, mevcut sistemi gözden geçirerek daha etkin hale getirmek varken, neden kıdem tazminatı fonu gibi bir uygulamaya gidildiğinin açıklanması gerekir. Diğer taraftan, kurulacak fon sisteminde, işçilerin mevcut sistemde alabilecekleri tazminatı alabilmeleri, hatta mevcut sistemde tazminat hakkını alamayanların da bu haktan yararlanması durumunda, fon kurulmasının asıl amacı olan “işverenlerin prim yükünü azaltmak” sorununun çözülmek bir yana daha da artması kaçınılmazdır ki, amacını açık olarak ortaya koymuş bulunan hükümetin böyle bir yönelim sahibi olması düşünülemez bile.
Kıdem tazminatı fonu; tazminatın patronun sorumluluğundan çıkıp fon yönetiminin sorumluluğuna girdiği, patronun her çalıştırdığı işçi adına belli bir miktar prim yatırdığı ve tazminat hakkı doğan işçinin bu fondan tazminatını alabildiği bir uygulama olarak bilinmektedir. Kıdem tazminatı fonunun en önemli özelliği, patronun ödemesi gereken tazminat zorunluluğunu ortadan kaldırması ve işçileri rahatça işten çıkarmanın önünü açmasıdır.
Kıdem tazminatı fonu sistemi bireysel ya da toplu işçi çıkarma maliyetini ciddi biçimde düşüreceğinden, özellikle kıdemli işçiler açısından ciddi riskler taşımaktadır. Kıdem tazminatlarında fon sistemine geçilmesiyle birlikte işçileri en basit gerekçelerle işten çıkarmak kolaylaşacak, yaşı ilerlemiş işçiler belli bir süre sonra işten atılacaktır. Hükümetin 30 yaş altına yönelik olarak başlattığı istihdam teşviklerinden yararlanmak için genç işçilerin istihdam edilmesi daha çok tercih edilirken, 30 yaş üstü işçiler kapı önüne konabilecektir. Öte yandan, kıdem tazminatı fonu bir sigorta sistemi gibi çalışacağından, patronların işçi çıkarmanın fona maliyetini hiç düşünmeden hareket etmeleri kolaylaşmaktadır.
Fon sistemi, sosyal güvenlik sistemlerinin finansmanında kullanılan bir yöntem olarak bilinmektedir. İleride karşılaşılacak muhtemel risklerle ilgili olarak (örneğin olası bir ekonomik kriz durumunda) yapılacak ödemeleri karşılamak amacıyla önceden ödenen primlerle bir fon oluşturulmaktadır . Oluşturulan fonların, çeşitli finansal yatırım araçları üzerinden sürekli işletilerek ekonomiye döndürülmesi planlanmaktadır. Fonların işletilmesinden elde edilen gelirlerle paranın reel olarak korunması ve ileride yapılacak ödemelerin finansmanının sağlanması amaçlanmaktadır. Bu yönüyle fon sisteminin, bireysel emeklilik fonları gibi işletileceği ve fon kaynaklarının yatırım amacıyla kullanılabileceği izlenimini vermektedir.
Kıdem tazminatı fonu kurulmasındaki asıl amaç, patronların yaklaşan kriz ortamında, işçileri en az maliyetle bireysel ya da toplu olarak daha kolay işten çıkarmasının önünün açılmasıdır. Kıdem tazminatı fonu, işveren açısından işçinin işine son vermeyi kolaylaştırıcı bir etki yarattığından, kıdem tazminatının işten çıkartmadaki caydırıcı etkisini neredeyse tamamen ortadan kaldırmaktadır. Patronlar zaten fona para yatırmakta olduğu için, toplu para ödeme yükünden kurtulmakta, her istediğinde işçi çıkartma yoluna gidebilmekte ve çıkarttığı işçinin yerine daha düşük ücretle yeni işçi alabilmesinin önü açılmaktadır. Fon ile kıdem tazminatının iş güvencesi niteliği ortadan kaldırılırken, bu boşluğu kapatması gereken işsizlik sigortası ve iş güvencesi gibi düzenlemelerin son derece sınırlı ve yetersiz olması, yeni durumun işçi hakları açısından ciddi sakıncalar içerdiğini göstermektedir.
Yapılması düşünülen düzenleme ile işçiler fondan en az 10 yıl sonra para alabilecekleri için, hükümetçe, patronların 10 yıl boyunca işçileri istedikleri gibi çalıştırmalarının önü açılmaktadır. Söz konusu 10 yıl içinde kıdem tazminatı için ayrılması düşünülen fonlar sermaye birikim sürecine aktif destek olarak sunulabilecek, fon birikimleri borsa, mevduat vb. yöntemlerle “değerlendirilerek” yerli ve yabancı sermayenin “sıcak para” ihtiyacı işçilerin primleri ile karşılanacaktır. Tıpkı işsizlik sigortası fonunda olduğu gibi, Hükümetin elinin altında istediği zaman kullanabileceği “hazır kaynak” olacaktır.
Mevcut uygulamada isçinin çalıştığı her yıl için ödenmesi gereken kıdem tazminatının hesabında dikkate alınan 30 günlük süre, bireysel ve toplu iş sözleşmeleri ile tavanı aşmamak koşuluyla artırılabilmektedir. Sendikalı işçilerin önemli bir bölümünün, toplu iş sözleşmelerinde 40, 45, hatta 50 gün üzerinden kıdem tazminatı alabilme imkânları vardır. Oysa fon uygulamasında bu olanak ortadan kaldırılmakta, tazminat miktarı her yıl için en azından şimdilik 30 günlük tutar olarak sabitlenmektedir. Bu durum, toplu iş sözleşmelerinin bu alandaki olumlu etkisini tamamen ortadan kaldırmaktadır.
Mevcut uygulamada erkek işçiler askerlik hizmeti nedeniyle, kadın işçiler ise evlilik gerekçesiyle istediklerinde kıdem tazminatlarını alabilmektedir. Kıdem tazminatı fonu kurulması halinde bu önemli hak ortadan kalkacaktır. İşçilerin haklı nedenlerle işini bırakması hallerinde de kıdem tazminatı ödenmeyecektir. Tıpkı sigorta primlerinde olduğu gibi, kıdem tazminatı fonu primlerinin işçinin gerçek ücretinden değil, daha düşük bir tutar üzerinden (son taslakta bu oran yüzde 3’tü) yatırılması gündemdedir .
Mevcut durumda 1000 TL ücret alan bir işçi yılsonunda 1000 TL kıdem tazminatı alabilirken, işverenlerin fona aktarması düşünülen yüzde 3’lük prim sonrasında bu rakam yıllık sadece 360 TL olacaktır. Böylesi bir durumda işçinin kıdemi arttıkça, alacağı kıdem tazminatı miktarının şimdiki sisteme göre çok daha düşük olması kaçınılmazdır . Öte yandan, mevcut durumda işçilerin sigorta primlerini bile ödemek istemeyen işverenlerin, kıdem tazminatı fonuna aylık primleri düzenli olarak ödeyip ödemeyecekleri de şüphelidir.
Geçmişte pek çok fon uygulamasının ortaya çıkardığı sonuçlar bilinmektedir. Bilinen en iyi örnek, Tasarrufu Teşvik Fonu uygulamasıdır. İşçinin brüt ücretinin %3’ü işveren, %2’si çalışan ve %2’si devlet olmak üzere toplam %7’sinin fona ayrıldığı uygulamada, kayıtların sağlıklı tutulmaması, fon kaynaklarının verimli işletilmemesi, amaçların dışında kullanım vb. nedenlerle ciddi mağduriyetler yaşanmıştır. Benzer bir şekilde hala çözüm bekleyen KEY (Konut Edindirme Yardımı) uygulaması da olumsuz bir örnek olarak karşımıza çıkmaktadır.
Bugüne kadar oluşturulan benzer içerikteki fonlar, yaşanan krizlerle reel kayıplarla karşılaşmış ve birikimler hak sahiplerine zamanında ödenememiş ve önceden belirlenen amacına ulaşılamamıştır. Belli bir süre sonra bu fon uygulamaları tasfiye edilmek zorunda kalmıştır. Fonun ödeme güçlüğüne düşmesi, birikimlerin politik amaçlarla kullanılması, işsizlik sigortası fonunda olduğu gibi fon varlığının amacı dışında örneğin bütçe açıklarının finansmanında kullanılması gibi sonuçlar, kıdem tazminatı fonunun geleceği açısından da fazlasıyla geçerlidir.
SONSÖZ
Kıdem tazminatı, işçi sınıfının en önemli ve elinde kalan son haklarından biridir. 12 Eylül 1980 askeri darbesi sonrasında yaşanan olağanüstü koşullarda bile kıdem tazminatı hakkı ortadan kaldırılamamış, bu hakkın kullanımını kısıtlayacak bir fon düzenlemesine gidilmemiştir.
Kıdem tazminatı, işsizlik sigortasının veya iş güvencesinin yerine geçebilecek bir düzenleme değildir. Kıdem tazminatı, işçinin çalıştığı sürece kazandığı haklarını koruyan, işsizlik sigortasının ve iş güvencesinin bulunduğu birçok Avrupa ülkesinde bile, gerek yasalarla, gerek toplu iş sözleşmeleriyle kıdem tazminatı ile iş güvencesi uygulamaları birlikte bulunmaktadır. Örnek vermek gerekirse; İngiltere, Fransa, Yunanistan, İspanya, Portekiz, Danimarka, Avusturya, İrlanda, Hollanda gibi ülkelerde kıdem tazminatı ile iş güvencesi birlikte yer almaktadır. Belirtilen ülkelerdeki örnekler, “iş güvencesi ile kıdem tazminatı birlikte olmaz” söyleminin gerçeği yansıtmadığını ve tamamen işçilerin kafasını karıştırmak için propaganda amaçlı olduğunu göstermektedir.
Örgütsüz işyerlerinde maaşını bile düzenli olarak alamayan, sigortası hiç yatmayan ya da eksik yatan, asgari ücretin altında çalışanların mevcut durumlarını iyileştirici bir düzenleme söz konusu değildir. Mevcut kıdem tazminatı sistemi işçilerin yeni hak kayıpları üzerinden değiştirilmek istenmektedir. Kıdem Tazminatı fonundan yararlanma koşulları ağır olduğundan, örneğin bugün iki yıl çalışan işçinin de kıdem tazminatı hakkı varken, fonla işçi 10 yıllık süreçten önce tazminatını alamayacaktır. Dolayısıyla kıdem tazminatı hakkı, sigortalı olarak 10 yıldan az süre çalışan ve işten atılan işçiler açısından daha da zorlaşacaktır.
Kıdem Tazminatı Fonu uygulamasının genel olarak sermayenin yeni dönemdeki ihtiyaçlarına uygun bir adım olarak şekillendirilmek istendiği açıktır. Kıdem tazminatı fonu, bir taraftan tek tek işverenleri yükümlülükten kurtarırken, diğer taraftan, en azından teorik olarak, sermayenin kıdem tazminatı için ayırması gereken fonları sermaye birikim sürecine aktif olarak aktarmasının önünü açmaktadır.
Kıdem tazminatı fonu üzerinden yürütülen tartışmalar ve getirilmek istenen sistem ile patronların işgücü maliyet kalemleri kuşa çevrilirken, sermayenin sözcülüğünü yapan gazete ve televizyonlarda fon tartışmaları, tıpkı sağlık ve sosyal güvenlik alanında önemli hak kayıplarına neden olan “reformlar” gibi, işçilerin lehine düzenlemeler içerdiğine ilişkin aldatıcı haberler eşliğinde verilmektedir.
Kıdem tazminatının fona devredilmesinin, iş kanunlarının işçileri korumaktan uzak, sendikal yaşamı düzenleyen yasaların kısıtlayıcı olduğu, iş güvencesinin, işçilere çok sınırlı bir güvence sağladığı, işsizlik sigortasının ise hem kapsam bakımından dar, hem de işsiz kalanların yaşamını sürdürebilmesi için gereken düzeyin çok altında bulunduğu düşünüldüğünde, ciddi sıkıntılar yaratacağı ortadadır.
Hükümetin amacı kıdem tazminatını alamayan işçinin hakkını korumaksa(!), bunun yolu kıdem tazminatı fonu kurulması değildir. Kayıt dışı çalışma yasaklanmalı, kayıt dışı işçi çalıştıran patronlara ağır cezai yaptırımlar uygulanmalıdır. Kıdem tazminatının ödenmesini kolaylaştıran yasal düzenlemeler yapılmalı, her türlü güvencesiz çalışma biçimine son verilmelidir. İşçilerin kıdem tazminatı almaları gerçekten isteniyorsa(!), sendikal örgütlenmenin önündeki bütün yasal ve fiili engeller kaldırılmalıdır. Eğer sağlanırsa, ancak işçilerin sendikaları aracılığıyla yapacakları toplu sözleşmeyle kıdem tazminatları ve diğer haklarını almaları sağlanabilir.
Burjuva “sivilleşmesi”, liberalizm ve “sol”
Toplumu, bir tarafından tutup diğer taraflardan soyut bir şekilde ele almak, egemen sosyal bilim yönteminin en beğendiği işlerden. Böylece çoğulculuğu, özerkliği, farklılığı, özgünlüğü ve bilumum popüler ne varsa görmüş oluyor. Türkiye’de belki 80 yıllık Cumhuriyet tarihine, hatta İttihat ve Terakki ile telakki edilen öncesine kadar uzatılabilse de, sivil-asker ilişkisi sorunu son yıllarda çok daha popüler. Sadece AKP’nin ipiyle kuyuya inen solcular ya da gayri resmi propagandacıları için değil, sosyal bilimlerde de daha bir önem kazandı sivillik-askerilik meselesi.
Birileri gündeme aldı, buradan da AKP’ye sevgi seli yaratma çabasında kullandı diye değil. Elbette askerin siyaset üzerinde etkisi, baskısıyla halkın özgürlükleri kullanması önünde engel olduğu bir gerçek. Bunun için özel bir asker-sivil çelişkisi yaratmaya da gerek yok. Yani burjuva sosyal bilimcilerinin post-modern parçacıklardan oluşan dünyalarında adacıklardan birisi olan asker-sivile kadar gitmeye hacet yok. Bizzat toplumsal yaşamın içinde askerlerin militarizmini, bununla bağlantılı olarak siyasal özgürlük yoksunluğunu, halkın ekonomik ve demokratik haklardan mahrumiyetini görmek mümkün. Ama bütün bu meziyetleri de sivillere düşman bir askeri klik ya da “vesayet rejimine” bahşetmek de başta askerlere gönül vermiş ‘sivillere’ haksızlık olur.
Şimdi, vesayet düşmanlığı popüler. Bir taraf “askeri vesayet”i öne çıkartıp ileri demokrasinin yaşama geçirileceğini vaat ederken, burjuva muhalefet askerin geleneksel siyasete müdahale araçlarının zayıfladığını görerek ve kendisini de yeninden konumlandırarak “sivil vesayet” kurulduğunu iddia etmektedir. “Sivil”inden “askeri”sine baskı ve sömürü rejiminin teşhiri açısından bu söylemler değişik biçimlerde yorumlanabilir. Ancak toplumun diğer yaşamsal alan ve mücadelelerinden soyutlanmış bir sivil-asker çelişkisi nereye konulmaktadır? Cumhuriyet, kuruluşundan itibaren, asker-bürokrat oligarşi ile sivil-özürlükçüler arasındaki mücadeleye mi sahne olmuştur? Haydi, post-modern solcuların diğer çelişkileri de yok saymadığını göz önüne getirelim. Kimlik sorunu, emek sorunu, totalitarizm, dincilik-laiklik ve en sonu toplumun başına çöreklenmiş askerler! AKP gündemine aldı gibi, sırayla çözecek gibi. Hepsine el attı, ama illa önce asker sorunu… ‘Sol’ ne yapacaktı? Kendi beceremediğini ‘muhafazakarlar’ın halletmesine karşı mı çıkacaktı? Belge’ler, Altan’lar, Berktay’lar elbette karşı çıkmadılar, AKP’ye bazen kızdılar, bazen eleştirdiler, ama hakkını verip ayakta alkışlamaktan imtina etmediler. Ne de olsa ‘yiğidi öldür, hakkını yeme!’
SON GELİŞMELER
Son bir-iki aydaki gelişmeler de AKP’nin “sivilleşme” projesinin son halkaları oldu. Sivilin psikolojik üstünlüğü bazı simgesel ögelere kadar ilerledi. Sıra kurumsal düzenlemelere gelmekteydi. Kısaca özetleyelim:
· Yüksek Askeri Şûra’da, Başbakan’ın eskisi gibi yanında Genelkurmay Başkanı’yla değil, tek başına oturması,
· Milli Güvenlik Kurulu’nda oturma düzeninin değişmesi, siville askerin abus çehrelerle karşı karşıya değil, karışık oturmaya başlaması,
· 30 Ağustos Zafer Bayramı törenlerinde, kutlamaları eskisi gibi Genelkurmay Başkanı’nın değil, Başkomutan sıfatıyla Cumhurbaşkanı Gül’ün kabul etmesi,
· 27 Nisan e-muhtırasının Genelkurmay sitesinden dört yıllık bir gecikmeyle de olsa kaldırılması,
· AKP Genel Başkan Yardımcısı Hüseyin Çelik’in askeri reform planını açıklaması.
Asker sorununu asgari derdi olarak benimseyen Hasan Cemal’in deyişiyle “Buralara kolay gelinmedi. Buraya gelinmesinde hiç kuşkusuz iktidar partisinin siyasal irade ve kararlılığı belirleyici rol oynadı. Ama aynı zamanda gelinen nokta, ‘askerdeki değişim’in de habercisi sayılabilir. Siyasetten uzaklaşmak ve kendi asli görevlerine dönmek diye tarif edilebilir bu değişim…”
Cemal’e göre, askere karşı sağlanan bu “üstünlükle” demokratik bir devletin yolu açılmaktadır. Bu yolun taşlarını da Gül-Erdoğan ikilisi döşemiştir:
“Cumhurbaşkanı Gül-Başbakan Erdoğan ikilisi, bugüne kadar Türkiye’de gerçek bir demokratik hukuk devletinin yolunu tıkamış olan askeri vesayet sisteminin çözülüşüne giden yolların taşlarını döşediler.
“Bu açıdan, Genelkurmay Başkanı’yla üç kuvvet komutanının istifa ettikleri 29 Temmuz 2011 de tarihi bir dönüm noktasıdır. Bu ülkede ‘askeri otorite’nin seçimle gelen ‘sivil otorite’ye tabi olması açısından son derece önemli bir tarihtir. Bizim memlekette de asker, demokrasilerdeki gibi olağan yerine oturmadan demokrasi ve hukukun üstünlüğü yerli yerine oturamaz. Bu gerçeği küçümsemek, görmezlikten gelmek, odak saptırmaya kalkmak, esası gözardı edip yan yollara sapmak yanlıştır, yanıltıcıdır.”
Star gazetesi yazarı Rasim Ozan Kütahyalı’ya göre de gelişmeler demokrasi için büyük bir milattır:
“Cuma gününden itibaren yaşananların tek cümleyle bir özeti var. Bundan böyle Yeni Türkiye’de Başbakan emredecek, tüm generaller hizaya geçecektir. Başbakan emredecek ve generaller topuk selamı çakarak ‘Emredersiniz Başbakanım’ diyecektir. Bundan böyle Yeni Türkiye’de Cumhurbaşkanlığı makamı gerçek anlamda Başkomutanlık makamıdır. Başkomutana itaatsizlik de hapislik suçtur. Yeni Türkiye’de askeri otoritenin tartışmasız tek ve kesin patronu ‘Sivil Otorite’dir. Askerlerin patronu milletin kararıyla belirlenmiş Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti’dir. … 29 Temmuz 2011 büyük bir miladdır. Artık geri dönüş olmayacaktır. İşin özü budur.”
“Normalleşmeci”ler de iş başında; “Türkiye’nin askeri vesayet altında olan türden bir demokrasiden normal olana geçişi sürüyor. TSK yüksek komuta kademesinin talepleri yerine gelmeyince darbe yapmaya kalkışmayıp emekliliğini istemesi, muhakkak ki, Türkiye’de sivil-asker ilişkilerinin normalleşmesinde yeni bir adım. AKP iktidarının asker üzerinde sivil otoriteyi tesis etmek için attığı adımlar takdire şayan” diyerek AKP’yi alkışlamaya hazırlar.
Altan ailesinin görüşlerini ise, Mehmet Altan’ın, “YAŞ ve MGK’da oturma düzenlerinin değişimi, 27 Nisan Bildirisi’nin Genelkurmay sitesinden çıkarılması, 30 Ağustos törenlerindeki kabulleri Cumhurbaşkanı’nın yapması gibi ‘sivilleşme’ adımları tabii ki Türkiye’de gerçek bir demokrasi özlemi içinde yaşamlarını heba eden herkesi sevindiriyor” diyerek ifade ettiği söylenebilir.
NORMALLEŞME, SİVİLLEŞME, DEMOKRATİKLEŞME!
Geleneksel askeri bürokrasi ile AKP arasındaki gelgitli ilişkide sivilleşme yanlısı holiganlar, son gelişmeleri Cumhuriyet tarihinin dönüm noktası olarak ilan ettiler bile. En azından asker-sivil ilişkileri açısından. Asker-sivil ilişkisi bu grup için zaten sorunun kendisiydi. Askerin siyasete müdahalesi sınırlandırılınca, sivilin sihirli eli her şeyi çözecekti. Bu tartışmanın bir başka yanı. Buna daha ilerde değinilecek. Şimdi, burjuva ve sol liberallerin “normalleşme”, “sivilleşme” ve “demokratikleşme” ile ne anladıklarına ve sorunu nasıl kavradıklarına bir bakalım.
Ülkemiz liberalleri, Cumhuriyet tarihini, özellikle Kemalist dönem olarak isimlendirilen 1923-46 dönemini iktidarı ele geçiren asker ve sivil bürokrasinin iktidarı olarak görürler. Burjuvazi ya yoktur ya da çok zayıftır. Az çok güçlenmiş olsa bile iktidar Bonapartist, nispeten bağımsız bir bürokrasinin elindedir. Sınıfsal temeli ise görülemeyecek kadar belirsizdir. Sınıflar üstüdür. Tüm toplum üzerinde baskı kuran bir diktatörlüktür. Burjuvazi de dahil tüm toplumu yönetim mekanizmalarından uzak tutmaktadır. Askerin ağırlığı vardır, Mussolini ve Nazizmden etkilenmiştir.
Dönemin anti-demokratik niteliği açısından liberallerin bir doğruluk payı var. Ancak Kemalist iktidarın burjuva niteliğini görmemek için ya kasıt ya da liberal gözlük gerekir. Liberal solcular kaba bir şemadan hareket ederler: Kapitalist ulus devletlerin olağan ortaya çıkışları vardır. Feodalizm içinde kapitalist ilişkiler gelişir, burjuvazi güçlenir. Daha sonra ya bir ayaklanma ya da bir uzlaşmayla ve bir süreç sonunda burjuvazi feodalitenin yerine iktidara gelir. Devlet aygıtı, tıpkı ekonomik altyapı gibi kapitalistleşir, kapitalistleştikçe feodal ayrıcalıklar ortadan kaldırılır, siyasal eşitlikle birlikte demokratikleşmenin yolu açılır. Batı Avrupa’da değişik biçimlerine rağmen genel olarak durum budur. Liberallere göre, tarihin pusulası hep Batıyı gösterdiğinden, demokrasi ve medeniyet miti Batının tekelinde olduğundan “normal” olan budur. Türkiye ise normal olamamış, süreç Batı’daki gibi ilerlememiştir. Askeri bürokrasi burjuvazinin görevini üstlenmiş, iktidar olmuş, sonrasında burjuvaziye devretmesi gereken iktidarı bırakmak istememiş, demokratikleşmenin önünü tıkamıştır! Normal olmayan bir devlet yapısı inşa edilmiştir! Askerin siyaset üzerindeki etkisi kaldırıldığında, yani burjuvazi iktidar olduğunda Türkiye gecikmiş bir şekilde “normal” olana kavuşacaktır. “O zaman bize ‘Yeni Türkiye’yi karşılamak düşüyor.”
Liberal versiyonun diğer yönü askeri geleneğe odaklanmıştır: İttihat ve Terakki komplocu, demokrasi karşıtı, askeri bir örgütlenmedir. 1913 darbesiyle birlikte iktidar olmuş ve böylece Türkiye’de askerin iktidara müdahale geleneği kolay kolay çıkmayacak şekilde devlet yönetim ve kültürüne işlemiştir. Bu kültürün kökeni Asya tipi despotik rejimden gelmektedir. Liberal tarih yazımı, bu nedenle Cumhuriyet tarihini, darbeleri ve askeri diğer müdahaleleri, hatta Kıbrıs, Ermeni ve Kürt sorunu gibi konuları askerin siyasetteki varlığına bağlayarak ele alır. Bugün ne derdimiz varsa askerin siyasete müdahalesindendir. Bu nedenle, sivilleşme, demokratikleşmenin esasıdır. Sivil olan iyi, askeri olan kötüdür. Tam da bu nedenle, PKK da demokrasiye düşmandır. “Silah kullanma ayrıcalığı”, seçilmiş sivillerin yönettiği devlet aygıtındadır. Sivillerin yönetmesi kaydıyla ordunun operasyonlarında bir problem yoktur; çünkü devlet, yasalara uyulmadığında, silah kullanma ayrıcalığını elinde taşır. Burjuva devlet, burjuva yasalar, burjuva siviller, burjuva kapitalist düzen; bunlar sivilleşmeciler için ikinci planda kalan ayrıntılar, hatta alkışlayacakları kavramlardır.
Yine de haklı yanları yok mudur? Askerin siyasete müdahalesi, toplumun militarize edilmesi, demokratik hak ve özgürlüklerin kışla kültürüyle bastırılması problemli değil midir? Liberallerin askerin siyasetteki etkisinin sınırlandırılmasına dair bazı talepleri zaten uğruna yıllardır mücadele edilen talepler. Sorunlu olan, günümüzü ve tarihi bir bütün olarak sivil-asker çatışmasına indirgeyerek ele almaları, asker ve sivilin sınıflar mücadelesindeki konumlarını göz ardı ederek, kitleleri sivilin burjuva diktatörlüğüne yedekleme misyonunu üstlenmiş olmalarıdır. “Askeri olanın” sivil burjuva diktatörlüğünün bir parça ve bileşeni olduğu gerçeğini gizlemeleridir.
Durumun kendisi (liberallerin çığırtkanlığı), darbe kanunları ve düzenlemelerinin, askerin siyaset üzerinde etki sahibi olmasını sağlayan alışkanlık ve sembollerin haklı olduğu, savunulması gerektiği anlamına gelmez. Anti-demokratik yapının bir parçası olarak “askeri” etkenlerle mücadele edilmelidir. Darbe Anayasasından 35. maddeye, darbecilerin yargılanmasından gereksiz askeri geçit ve törenlerin kaldırılmasına, MGK’nın lağvedilmesinden okullardaki Milli Güvenlik derslerinin kaldırılmasına kadar, toplumun militarize edilmesi için kullanılan semboller ve anti-demokratik siyasal düzende çeşitli reformlar için mücadele edilmelidir. Burada bir problem yoktur. AKP bunları bir biçimde gündeme aldı diye, işçi sınıfı ve emekçilerin bu taleplerden vazgeçip bu adımları burjuva iktidarının keyfine bırakması beklenmemelidir. Burada iki soru ortaya çıkmaktadır. Birincisi, AKP sivilleşme sürecini gerçekleştirebilir mi; ikincisi, “sivilleşme” gerçek bir demokratikleşme anlamına gelir mi?
AKP VE SİVİLLEŞME: MÜMKÜN MÜ?
Askerin her zaman dikkate değer bir konumda bulunduğu bir ülke oldu Türkiye. Askerin yüksek niteliklerinden değil. Türkiye’de işçi sınıfı ve emekçilerin mücadelesi, gençlik yığınlarının dönemsel isyanları, emperyalizmin ülkeyi hizada tutma yöntemleri askerin siyasete doğrudan müdahalesini gerektirdi. Asker de vazifesini layıkıyla yaptı.( Osmanlı’da bürokrasi ve ordunun konumu, askeri sistem ile toprak sahipliğinin bir ölçüde iç içe geçmişliği, devlet mülkiyetinin yaygınlığı ve burjuva Cumhuriyetin bu zeminde doğuşu gibi konumuzun sınırlarını aşan tarihsel sebepler elbette askerin toplumsal yaşamdaki yeri açısından önemli etkenlerdir.) Bu durum kendine özgü bir siyasal kültür, değer ve bununla bağlantılı semboller sistemi de yarattı.
Semboller son günlerin moda tabiri oldu. Askerlerin tören protokollerindeki konumu, YAŞ’ta Başbakan’la yan yana Genelkurmay Başkanı’nın oturması, MGK’daki diziliş vb. semboller tartışıldı ve değiştirildi. Ancak şurası kesin ki, bu asker-kışla mantığı gökten zembille inmediği gibi, askerin “cesur yüreği”nden de fışkırmadı. Osmanlı’dan kalma “komplocu gelenek” ise, onun yaşamasını sağlayan toplumsal koşullar olmasaydı günümüze kadar gelmesi küçük bir olasılık ya da etkisiz bir özellik olurdu.
Burjuva anlamda, asker ve sivil arasındaki çekişme her zaman olmuştur. Askerin emir-komuta zincirine dolanan kışla mantığının sermayenin ihtiyaçlarıyla uyumlu olduğu dönemler olduğu gibi, uyum içinde olmadığı dönemler de olmuştur. İşte bu dönemlerde sermayenin çeşitli ihtiyaçları, genel “demokrasi algısı”, dış etkenler, iç baskılar, toplumsal psikoloji gibi çeşitli biçimlerde kendisini gösteren sınıfsal mücadele ve değerler siviller ve askerler arasında bazı çelişmelere yol açar. Mesela Genelkurmay Başkanı’nın seçilmesi sırasında Başbakan Turgut Özal ile Cumhurbaşkanı darbeci Kenan Evren arasındaki gerilim. Tarihte bireyin rolünü yok saymak doğru değil, ancak bireyi çevreleyen koşulları göz ardı etmek de bir o kadar yanlıştır. Bu münakaşadan “demokrasi mücadelesi” çıkarmaksa liberalizmin büyük başarısı olagelmiştir.
1980 darbesinden sonra Mili Güvenlik Konseyi tarafından yönetilen ülkede göstermelik de olsa seçimler yapılması, burjuvazinin iktidarını yalnızca zor aygıtıyla sürdüremeyeceğinin, ama zor aygıtından da vazgeçmeyeceğinin göstergesiydi. Burjuvazi, açık baskı ve zor yöntemlerini kullanmaktan çekinmediği gibi, kendi sürekliliğini sağlamak amacıyla belli bir meşru temele sahip olmayı da başarabilmelidir. Bu meşruluğun uluslararası yöntemi ise, birden fazla partinin yer aldığı genel seçimlerden ibarettir. Yani burjuvazi saf askeri biçimleri kullanmak için mutlak bir istek sahibi değildir; sivilleşmeye, meşruluğunu sağlamak açısından koşullar olgunlaştığında yönetimi seçilmiş burjuva temsilcilerine bırakmaya gönüllüdür. Burjuvazi bu ihtiyacını göremeyen bazı askerlerle ters düşebilir. Bu da mümkündür. Bu tip askeri yetkililerin kullanılmış bir mendil gibi atılmaları da doğaldır. Genelkurmayın üst kademesi ve Ergenekon davasından tutuklu çeşitli ordu mensuplarının kendilerini böyle hissetmeleri bundandır.
Dolayısıyla her askeri rejimden sonra sivilleşme, kapitalizmin meşruluğunu sağlaması açısından zorunlu bir eğilimdir. Diğer yandan her sivil burjuva toplum ya da düpedüz kapitalizm açısından da militaristleşme tekelci aşamanın kaçınılmaz ve tarihsel bir eğilimidir. Bunlar eğilimlerdir; birbiriyle çelişmez ve bir arada var olurlar; somut, kanlı-canlı toplumun olgularıdır. İspanya, Polonya, Yunanistan, Arjantin ve daha birçok burjuva faşist diktatörlük, koşulların değişmesiyle tam da burjuvazinin ekonomik ve siyasi ihtiyaçları ve meşruluk zemininin gereği sivilleşme sürecine girmişlerdir. Bu süreçte burjuvazi başlangıcın ve değişimin önderi olmasa bile, askeri yönetimlere karşı tepkiyi kapsayabilmeyi, en azından son aşamada yönetebilmeyi becermiş, sivilleşmeyi kapitalizmin ihtiyaçlarıyla birleştirmiştir. Buradan burjuvazi, askerin siyasetten uzaklaşması için canla-başla savaşır sonucu çıkartmıyoruz. Burjuvazinin ihtiyaçları sivilleşmeyi gerektirebilir diyoruz. Bunun en ileri noktası biçimsel burjuva demokrasisidir. Ancak bu sivilleşme tek başına demokratikleşme anlamına gelmemekte, ancak halkın mücadelesi ve katılımıyla biçimsel demokrasinin sınırları zorlanmaktadır.
AKP böyle bir sivilleşmenin aktörü, başka bir deyişle öznesi olabilir mi? Buna cevap vermek için ‘sivilleşme’ ve demokrasi arasındaki ilişkiye, bu arada demokrasinin nasıl anlaşılması gerektiğini değerlendirmek gerekmektedir.
“SİVİLLEŞME” VE DEMOKRASİ
Burjuvazinin demokrasi ile dansı demokrasi düşmanlığından günümüz demokrasi kahramanlığına kadar farklı biçimler almıştır. Kapitalist ideologlar tarafından demokrasi burjuvazinin niteliği olarak benimsenmiş, burjuva iktidarı ile demokrasi eşdeğer kabul edilmiştir. Hangi ülkede piyasa ekonomisi varsa, hangisinde sermaye hareketi, ülkeye giriş çıkışı serbestte, emekçileri koruyan önlemler nerede piyasanın çıkarlarına feda edilmişse, orada, serbest piyasa ve küçük bir ekle (göstermelik seçimler) demokrasi vardır. Rivayet böyledir!
Demokrasi denince yalnızca “özgür” seçim algılandığında, 1980 darbesi sonrasın yapılan seçimlerle ülkede demokrasinin egemen olduğu iddia edilebilir. Neyse ki, liberaller bile bu raddede bir körlükten kaçınıyorlar. Dolayısıyla demokrasiyi seçimlere indirgemek “emperyalist demokrasi”nin düşman ülkeleri belirlemede kullandığı bir argümandan başka bir şey değildir. Kapitalist bir ülkede seçimlerin olması iyidir, bu doğru, ancak seçimler her şey demek olmadığı gibi, seçimlerin varlığı da demokrasinin kendisi değildir.
Türkiye liberalleri sivilleşmeyi demokratikleşmenin esas ve temel yönü olarak görmekteler. Askerin siyasetteki rolü azaltıldığında demokrasinin gelişmesinin önünde engel kalmayacağını düşünmekteler. Buna göre; askeri vesayetin ortadan kalkmasıyla Kürt sorunu, Ermeni meselesi, laiklik sorunları, Müslümanların talepleri hepsi yerine gelecek, en azından önü açılacaktır. Siviller halkın sesine kulak verecek, gereğini yapmazlarsa bir sonraki seçimlerde yenilgiye uğrayacaklardır. Bireysel haklar sağlanacak, liberal demokratik bir zeminde ve serbest piyasa temelinde Türkiye küreselleşme sürecine daha ileriden entegre olacaktır.
Öncelikle; sivilleşme, şüphesiz kapitalizmin gelişmesiyle de bağlı bir burjuva rasyonalizasyon programıdır. Devlet aygıtının rasyonalize edilmesini öngörmektedir. Burjuvazi için dün rasyonel olan bugün olmayabilir. Örneğin 30 yıl önce Türkiye’de askeri faşist diktatörlük burjuvazi açısından gayet rasyoneldi. Bugün değil. Bugün devlet aygıtının sermayenin çıkarlarına daha ilerden hizmet etmesi, onun iç ve dış hedefleri, yağma politikalarını uygulayabilmesi ve tüm bunları yaparken “demokratik” meşru bir görünümle bezenmesi için rasyonel olan daha sivil bir görünümdür. Bu nedenle, burjuvazi, geleneksel alışkanlıklarla çatışarak ve onları da bir ölçüde değiştirerek az ya da çok bir sivilleşme programı uygulayabilir, uygulamaktadır.
Sivilleşme programı ile kastedilen, Genelkurmay’ın Savunma Bakanlığına bağlanmasında simgeleşen askeri yönetimin hükümetin denetimi altına girmesi, bu doğrultuda askeri işler ve siyasete yansıyan çeşitli sembollerde değişiklik ve yeni düzenlemeler yapılmasıdır.
Son yıllarda; serbest piyasa coşkusu ve sivilleşme tutkusunun liberal yazarlarda bir araya gelmesi rastlantı değil. Daha dün askere ve onun siyasete müdahalesine övgüler dizenler, bugün sivilleşmenin adeta militanı oldular. AKP’nin sivil “başarıları” karşısında secdeye vardılar. Bu da rastlantı değil. Sermayenin sınır tanımaksızın hareketinin sağlanması ve uluslararası egemenliğinin teorik ve pratik karşılığı olarak küreselleşme politikaları, geçmişte kamusal olan her hizmetin yeni bir kâr alanı olarak şekillenmesini, kalan sınırlı kamu yönetiminin de serbest piyasa etkinliğine paralel olarak işlevleştirilmesini öngörmektedir. Güvenlik politikalarının da özelleştirilmesi (sadece özel güvenlik kurumları değil, ama askeri faaliyetlerinin önemli bir bölümünün de tabii ki maaşa bağlanmış özel harekat polisine devredilmesi vb.), elde olanın da etkinleştirilmesi, ordu ve diğer kolluk kuvvetlerinin daha verimli hale getirilmesi uluslararası burjuvazinin ve Türkiye burjuvazisinin gündeminde. TÜSİAD ve bilumum sermaye örgütlerinin sivilleşmeciliği serbest piyasanın yaygınlaştırılması fikri ile paralel gelişmektedir.
Kabaca özelleştirmeci bir mantığa indirgenmesi yanlış olmakla birlikte, tüm devlet aygıtında etkinlik ve verimlilik adına çeşitli reformların gündeme geldiği bilinmektedir. En kalabalık ve hacmi büyük devlet organı olarak ordunun işleyiş ve yönetiminin etkinleştirilmesi de bunun dışında değildir. NATO dahil Batılı uluslararası örgütler, “denetimsiz militerleşmenin… istikrarsızlığa neden olarak… ve iktisadî gelişmeyi dumura uğratarak… insanî güvenliğe bir tehdit oluşturduğunu” ifade etmektedirler. NATO’nun “insani güvenlik”le kastettiği, en son Libya müdahalesinin gösterdiği gibi, şüphesiz ki insanların ölüp kalmaları değil, ama pazarlarla enerji vb. kaynaklarının güven içinde el altında bulundurulmasıyla sermaye birikimi ve onun güvenliğinden başka bir şey değildir. Fazlasıyla bürokratik askeri yapının iktisadi reformlar üzerinde engel olduğu zaten sermaye çevreleri tarafından sıklıkla dile getirilmektedir.
Tamam, “sivillik” feodalizm karşısında burjuvazinin başlıca yönelimlerinden olmuştur ve kapitalizmin yükselişi ve gelişmesiyle bağlantılıdır. Ancak “bizim” burjuvazi ne feodalizme karşı mücadele içinde bir yükseliş yaşamış, ne de sivil bir yönelime sahip olmuştur. Burjuvazinin tamamen gericileşmiş olduğu tekelcilik sürecinde tanık olunan geç sivilleşmeyse, artık farklı ihtiyaçlarının ürünüdür ve neoliberalizmin geçerliliği koşullarında gündeme gelmiştir. Bu açıdan her türlü sivilleşmecilik, gericilik karşıtlığı olmadığı gibi, toplumun militarizasyonuna karşı çıkış anlamına da gelmemektedir. Örneğin, daha etkin, daha vurucu, Kürt hareketiyle mücadelede daha başarılı bir ordu yapılanmasının kurulması için profesyonel ordu fikri, toplumun militarizasyonu ve Kürt sorununun askeri yöntemlerle çözülmesinde geri adım atıldığı anlamına gelmemekte, ancak liberaller tarafından önemli bir sivilleşme adımı sayılmaktadır. Ordunun hükümet denetimine alınmasıyla “terörle mücadelede” daha başarılı olunacağı fikri hükümet ve liberal çevrelerde paylaşılmaktadır.
Askerin sivile bağlanmasını mutlak olarak “demokratikleşme dozu” olarak kabul eden M. Belge, yönetim aygıtlarında sivilleşmenin kapitalistleşmeye, kapitalistleşmenin de kaçınılmaz olarak demokrasiye yol açacağını söylüyor. “Bürokrasinin devleti”nden “kapitalist devlet”e dönüşüm olarak tanımladığı değişim sürecini şöyle yorumluyor:
“Bu, şüphesiz bir ‘ilerleme’dir, ‘rasyonelleşme’dir ve önemli bir ‘demokratikleşme’ dozu içerir.”
Türkiye devlet yapısında askerin özel bir konumu olduğu, bununla beraber burjuva-kapitalist sınıfsal niteliğinin şüphe götürmediğine yukarıda değindik. Belge, abartılı bir tasvir yapıyor. Feodalizmden kapitalizme geçişteki “ilerleme” ve “rasyonelleşme” nosyonlarını günümüz devletine uyarlamaya kalkıyor. Sanki günümüz burjuvazisi kendisi gericilik kaynağı değilmiş ve tüm varlık döneminde sanki feodallerle birlik halinde olmamış da, feodalizme ya da çağdaş gericilik olan tekelci gericiliğe karşı “ilerici” bir zemine sahipmiş gibi…
Değinildiği gibi, askerin siyaset kurumu üzerindeki etkisinin azaltılması bir burjuva rasyonelleşmesi olarak yorumlanabilir. Ancak bunu feodalizmden kapitalizme geçişte olduğu gibi mutlak ilerici bir rasyonelleşme olarak yorumlamak, 18. yüzyıl burjuva ilericiliğini bugünkü tekelci burjuvaziye atfetme çabasıdır. Böyle bir çabayı en bilinen gerçekler ve gelişmeler yanlışlamaktadır. Çünkü daha dün burjuvazi için rasyonel olan faşist bir askeri diktatörlüktü, bugün rasyonel olan eski kabuğunu atmış daha sivil, ama gericiliği tartışma götürmez tekelci oligarşik bir burjuva diktatörlük!
Belge için önemli olan burjuvazinin diktatörlüğü değil, biçimi. Askeri biçimi kötü, sivil biçimi iyi! Biçim hiç mi önem taşımaz? Taşır tabii. Dolayısıyla burjuva diktatörlüğünün biçimi de önemlidir, ama tekelci kapitalizm çağında, egemen burjuvazinin kendisi kadar bütün biçimleriyle birlikte diktatörlüğünün gericiliği tanındığında, biçim farkına dair bu nüans doğru saptanıp doğru değerlendirilebilir. Belge’yse, birincil ve asıl olanı atlayıp ikincil olana, öz yerine biçime, gericiliğinden azade kıldığı biçimlerden birine önem veriyor. Hakkını yemeyelim; Belge sivilleşmeyi demokratikleşmenin bir parçası olarak görmekte, ama onunla sınırlamamaktadır. Ama “mızrağın sivri ucu” askerdeydi. Asker sorunu çözüldü mü, demokrasinin önündeki engeller kalkacaktı. Liberaller, daha yeni örneğin Libya’ya askeri müdahaleyi savunmamış ve Libyalı muhaliflerin militerliğinin arkasında durmamışlar, Mısır’da egemenliği elinde tutan “Yüksek Askeri Konsey”e “katlanmıyorlar”mış gibi davranıyorlar. Oralarda “sorun” teşkil etmese bile artık askeri biçimlerin zamanını doldurduğunu, piyasa ekonomisi ve kapitalizmin meşruiyeti açısından Türkiye’de sorun teşkil ettiğini söylüyorlar. Tıpkı ABD gibi, tıpkı NATO ve BM komisyonları gibi… Tıpkı TÜSAİD ve diğer sermaye örgütleri gibi. Bir eğilimi görüyorlar şüphesiz. Güncel olarak böyle bir sorun kuşkusuz var ve bir sivilleşme yaşanıyor. Ancak gerek Amerikalı ve sair Batılı emperyalistlerin “sivil” kumandanlı militarize yapılanmalarıyla üstü örtülemez militarist eylemleri kadar Türkiye’de Kürtlere karşı yürütülen savaş da göstermektedir ki, bugün sivil biçimlere ihtiyaç olmakla birlikte değişik bir konjonktürde yarın yeniden militarizme başvurulması ihtiyacı hasıl olarak, militarizmin yeniden ağırlık kazanıp öne çıkabilecek olması kimseyi şaşırtmamalıdır.
Mehmet Altan da AKP’nin askere karşı diklenmesiyle demokrasinin önünü açtığını, ama yeterli olmadığını belirtiyor:
“Türkiye son üç günde demokratikleşme açsısından büyük bir gelişme kaydetti, ama demokratikleşme tüm sistemi bir bütün olarak kapsamadığı için olup biteni ‘kışla-cami’ ekseninde değerlendirip, İkinci Cumhuriyet konusunda endişe beyan eden epey de insan var.
“Bunu aşmanın yolu, vicdani retten cemevlerine, Heybeliada Ruhban Okulu’ndan bekleyip duran sendika yasalarına tüm reformları sıra gözetmeden topyekûn gerçekleştirmekten geçiyor.”
Orduya ilerici, yurtsever, hatta devrimci misyonlar yükleyen, örneğin askeri “şeriat” ve “şeriatçılığa karşı mücadele”nin dayanağı ve asli gücü sayan Aydınlıkçı türden olanlar ve benzerleri bir yana ilericilik, solculuk iddiasında olan hiç kimse ya da örgüt örneğin askerin siyasetteki ağırlığını, militarizmi savunmaz, savunamaz. Dolayısıyla söylenenler, görünüşte doğrudur, atılan bazı adımlar ve değişiklikler, yıllardan beri demokratik kitle örgütleri, sendikalar ve devrimci-demokrat güçlerin taleplerinin bir kısmına karşılık geliyor. Simgesel düzeyde olsa da askerin siyasetteki yerine dair bazı önlemler (örneğin Hüseyin Çelik’in açıklamaları) de görünüşte olumludur. Ancak, birincisi AKP’nin asker ile psikolojik dansına dair, örneğin “2. Cumhuriyet”e gönderme yapan yorumlar baştan aşağı abartıdır. YAŞ ve MGK’daki oturma düzenleri, 30 Ağustos’taki tebriklerde Cumhurbaşkanının bulunması gibi bazı değişikliklerin bir siyasal rejimin sona erdiği ve adeta demokrasi çağının başladığı gibi yorumlanması hiç şüphesiz abartıdır. Ancak “abartı” deyip geçmek olanaksızdır, abartının ötesinde demokrasi kavramının kendisi çarpıtılmakta, siyasal demokrasi bir iki küçük düzenlemeye indirgenmekte, asker sorunu ile eşitlenmekte; askere karşı her türlü “sivil uygulama” demokratikleşme olarak yorumlanmakta; dolayısıyla demokrasi dışında bir demokratiklik tartışması yapılmaktadır.
Birincisi gayet açık: Liberal çığırtkanlık. Kimi solcular da bundan epey korkup, gereksiz yere alınıp çoktan ikinci Cumhuriyeti ilan ettiler bile!
Ancak asıl mesele ve teşhir edilmesi gereken yan ikinci sorunda gizli. Sömürülen ezilen yığınlar, emekçi halk devlet işlerinin yürütülmesinden dışlanır, düşünce ve ifade, örgütlenme, basın özgürlüklerine zerrece olanak tanınmaz, etnik ve inanca dair ayrıcalık ve eşitsizlikler görmezden gelinir, örneğin Kürt halkının bölgesel özerklik talebi “vatana ihanet”le eşdeğer sayılır, en küçük hak arama cop, gaz, silah ve bombayla yanıtlanırken, demokrasinin asker ile sivil arasındaki tahterevalliye tahvil edilmesi: Asker gerilediğinde demokratikleşme, ilerlediğinde bürokratikleşme! Demokrasinin gerçek anlam ve işleyişinden kopartılarak biçimsel bazı kurumsal düzenlemelere indirgenmesi. Küreselleşme politikalarına uyum babından devletin bürokratik yapısındaki her türlü düzenleme girişiminin demokratikleşme olarak isimlendirilmesi.
En güncel örnek olarak Anayasa sorunu karşısındaki duruş öğreticidir. Bugünkü 12 Eylül faşizmi ürünü bürokratik Anayasa ve kurumsal işleyiş, doğru, artık neoliberal yönelimiyle kapitalizmin önünde engel. Küreselleşmeci liberaller neoliberal ihtiyaçları karşılayacak, hukuk önünde eşitsizliklerle birlikte örneğin sosyal güvencesizliği, sağlık ve eğitimin piyasaya bağlanmasını onaylayıp kayda geçirecek, daha yalın (bürokratik olmayan) bir Anayasa istiyorlar. Böyle bir anayasa piyasa mekanizmasının önünü açacağından, liberale göre, otomatik olarak ve tartışmasızca demokratiktir. Emekçi halkı ne denli siyasetten dışlayacak, ne denli eşitsizliklere, örgütsüzlük, iletişimsizlik ve hak yoksunluğuna mahkum edecek, her şeyden önce burjuva devletin iki temel kurumu olan militarizm ve bürokrasiyi kaçınılmazlıkla ne denli dokunulmaz sayacak olursa olsun, yeni anayasa, liberaller tarafından, daha bugünden demokratiklikle adlandırılmaya layık bulunmuştur bile!
Kurumsal düzenlemeler önemlidir, ancak içi halkın yönetime katılmasıyla doldurulmadığı, tersten bunun engellenmesinin çeşitli biçimlerinden ibaret olduğu sürece kapitalizmin sınırları içerisinde dahi bir demokrasiden bahsedilemez. Ki, hükümetin sivilleşme programı bu kadarına bile varmayıp, profesyonel ve “daha etkin ve verimli bir ordu”yla sınırlı bir yaklaşımla yaşama geçirilmektedir.
İki olgu ve eğilimin birbirine karıştırılmaması gerekir. Emperyalizm aşamasında egemen burjuvazi gericidir ve siyasal üstyapı siyasal gericiliğe eğilimlidir. Emperyalist sömürü, baskı ve yağma; tekelci dayatmalar ve dikte, savaş, neo-ırkçılık vb. Ancak bu bir eğilimdir. Bazı dönemlerde, sınıf hareketi, mücadeleyle, gerici burjuvaziyi geriletip bu eğilimi tersine çevirerek bazı demokratik hakları kazandığı gibi, siyasal düzenin gerçek anlamda demokratikleşmesine vesile olmuştur (İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki Avrupa ülkelerinde olduğu gibi). Demokrasiye karşı direnen burjuvazi, direnemediği noktada onu biçimselleştirip içini boşaltmaya, halkçı yönünden arındırıp halka karşı bir mevzi ve meşru bir düzenleme haline getirmeye çalışmış, bir ölçüde de başarılı olmuştur. Bu açıdan burjuvazinin bazı konularda, bir kısmı demokrasi güçlerinin baskısı, bir kısmı da kendi meşruluğunu sağlamak üzere biçimsel düzenlemeler yapması mümkündür. AKP’nin orduyla alakasının bir yönü de budur.
Diğer yandan, bu alaka gerçek bir demokratikleşme sürecinin bir parçası olarak görülebilir mi? Liberaller ve özellikle askerin konumunu demokratikleşmenin temel problemi olarak tanımlayıp, esas çelişkiyi asker-sivil kavramlarına kilitleyen bir liberalizmin savunucuları için bu bir demokratikleşme süreci; hatta demokratikleşmenin büyük kısmı! Hep bir ağızdan yeni Türkiye’yi kutluyorlar! Bürokrasiden burjuvaziye geçen devleti, İkinci Cumhuriyeti, sivilin egemenliğini, askerin yerini bilir hale gelmesini, Batı tipi bir demokrasi yolunun tutulmasını vb. alkışlıyorlar!
Az önce kaldığımız yerden devam edelim. Demokrasiden liberalin anladığı, özetle; Batı siyasal rejiminin bazı kayıtlarla biçimsel olarak Türkiye’ye uyarlanması. Mesela Genelkurmay Başkanlığı’nın Milli Savunma Bakanlığı’na bağlanmasından başlayarak askerin yerine oturtulmasını kapsayan bir “sivilleşme”, seçimler, çok partili siyasal yaşam, bireysel haklar ve diğer kurumsal düzenlemeler… Kolektif haklar; bazen… Daha da ayrıntılandırılabilir. Halkın “yönetime katılması”nın burjuva şartı dört senede bir yapılan seçimlerdir. Bu seçimler dolayımıyla eşitsiz koşullarda burjuva iktidarının sermayenin temsilcileri arasında pay edilmesidir. Halkın doğrudan devlet yönetimine katılmasını sağlayan çeşitli mekanizmalar, örneğin eşitsiz koşulları da göz önünde bulundurarak iş yaşamının düzenlenmesine doğrudan işçi sınıfının ve örgütlerinin katılımını sağlayan araçlar söz konusu değildir; burjuvazinin demokrasisinde. Ya da diğer konularda… Mesela çevresel sorunlarda, sorunları yaşayan bölge halkı ya muhatap ya da belirleyici değildir; sermayenin istekleri kanun, yatırım özgürlüğü mutlaktır. Kendi yöneticilerini geri çağırma hakları yoktur; bürokrasi halkın söz ve eleştiri hakkını sonuna kadar elinden almıştır. Ve (Aselsan, TAİ vb. türü) askeri sınai kompleksi ile birlikte silahın özel ellerde tekel durumunda olması ve halka karşı özel silahlı birlikler demek olan militarizm, hangi biçimselliğe bürünürse bürünsün, öncesinde olduğu gibi, özel polis birlikleriyle daha ileri düzeyde takviye edildiği –demokrasi olarak tanımlanan– AKP döneminde de örneğin, sömürülen ve ezilenlere yönelik “sopa” olarak işlevseldir. Çokça uzatılabilir…
Velhasıl, burjuvazinin en ilerici zamanında da sınıf karşıtlığı üzerine oturan ve buradan iflah olmaz eşitsizliklerin türediği burjuva demokrasisi, hele biçimsel hak ve özgürlüklerinin iyice sınırlanıp güdükleştiği burjuvazinin gericilik koşullarında halkın yaşamından tamamen soyutlanmış, onun yönetim aygıtından dışlanmasına dayanan; demokrasi ve halk iradesini parlamentoya hapseden bir demokrasisizliktir. Bu demokrasisizlik, sermaye iktidarının, başta sömürü ilişkileri olmak üzere bir bütün olarak sermaye egemenliğinin korunması için gereklidir. Türkiye siyasal yaşamı ise, burjuva demokrasisinin mücadele ile kazanılmış bireysel ve kolektif haklarından dahi mahrumdur. Ancak ortak özelliği, demokrasinin parlamentoya hapsi, halkın “demokrasinin” dışına atılmasıdır. Halkın yönetime katılmadığı, yalnızca seçimlerle sermaye temsilcilerini seçtiği bir demokrasisizlik ve fiili eşitsizlikler içinde bazı biçimsel düzenlemelerle demokrasiye varıldığını ileri sürmek, hele hele AKP’yi demokrasi şampiyonu ilan etmek açık bir şikedir.
Bu, 12 Eylül askeri darbesinden sonra, Milli Birlik Komitesi’nde Kenan Evren’in tek başına karar vermeyip beş kişinin tartışma süreciyle karar almasına demokratiklik payesi biçilmesine benzer. Halkın yönetim aygıtına katılmasının engellendiği, yönetim aygıtına müdahale olanaklarının (yüzde 10 barajı, miting ve gösterilere karşı yasakçı tutum, kolluk kuvvetlerinin saldırganlığı, düşünce, ifade, basın ve örgütlenme özgürlüğünün yetersizliği, faşist ve kontrgerilla örgütlenmeler ve daha bunun gibi birçoğu) baskı altına alındığı bir siyasal rejimde, bu rejimin niteliğini değiştirmekten uzak asker-sivil tahterevallisinden halka demokrasi çıkmasını beklemek beyhudedir.
En ileri burjuva demokrasisinin bile malul olduğu sömürülen halkın yönetim aygıtına katılamamasını bir kenara bırakalım. Türkiye’de siyasal içerikli bireysel ve kolektif hakların dahi yaşam bulmadığı, uluslar, inançlar ve kimlikler arasındaki siyasal eşitsizliklerin yakıcı bir biçimde varlığının koruduğu koşullarda, anti-demokratik rejimin ve burjuva diktatörlüğünün askeri biçimlerinin sivilleşiyor olması demokrasinin çiçeklendiği anlamına gelmez. Sermayenin ihtiyaçları gereği siyasal rejimin “böcekli” halinin devam ettiğini gösterir.
Demokrasi de, tıpkı diğer olgular gibi, tarihsel ve toplumsaldır. Türkiye’de gerçek bir demokrasiden bahsedilecekse, burjuva anlamda bir demokrasi bakımından bile bir nitelik değişikliğinden bahsedilecekse, Kürt sorununun çözümü, gerçek bir laikliğin tesisi, emekçilerin en azından yaşamsal taleplerinin karşılanması, bu üst başlıkların detaylandırılacağı diğer birçok talebin yaşama geçmesi ya da böyle bir sürece girilmesi gerekir.
Belki liberaller böyle bir sürece girildiğini söyleyebilir. Mesela Türköne, son gelişmelerle Kürt sorununun çözümünün yolunun açıldığını düşünüyor:
“Asker, siyaset savaşında teslim bayrağını çektiği anda birçok şey geride kalıyor. En başta Kürt sorununun bileşenleri değişiyor. Kürt siyasî hareketinin en geniş ortak paydası ‘devlete düşmanlık’ idi. Dillerini yasaklayan, işkence eden, cinayet işleyen bir devlet, sert ve öfke yüklü bir Kürt isyanının neredeyse yegâne gerekçesiydi. Devlet ise askerdi. Artık değil. Kürt siyasî hareketi, kendisine anlam kazandıran en değerli varlığını, düşmanını kaybediyor.
“Genelkurmay Başkanı’nın ve üç kuvvet komutanının istifası, askerin siyasî alandan tanklarını çekip kışlasına dönmesi anlamına geliyor. Doğal olarak askerin yönettiği terörle mücadele dönemi de sona erdi. Hükümetin gündeme getirdiği iç güvenlik reformu yeni duruma uyum sağlamak için; yoksa Kürt sorununu silahla çözmek için değil. Önümüzde artık yepyeni bir Türkiye var. Keşke bu durumu fark ettiklerini, hükümetin arkasında durarak muhalefet partileri de gösterebilseler.”
Tabii, durum bunun tersini gösteriyor. Kürt sorununda savaş politikasının yalnızca ordunun “sınıfsız”lığı ileri sürülen inadı olmadığı, bizzat “sivil”in de bu siyasal düzenin bir parçası olduğu daha yakından görülüyor. AKP’nin sivilleşme söyleminin, –henüz ne denli gerçekleştiği tartışılır olsa da– ordunun hükümete bağlanmasının, örneğin Kürt sorununda askeri yöntemin bir kenara bırakıldığı anlamına gelmediği, tersine ordunun daha etkili kullanımıyla birlikte askeri yöntemin daha “verimli” bir şekilde (profesyonel sınır birlikleri, askeri reform, özel harekatçıların bölgede görevlendirilmesi vb. katkılarla) kullanımının amaçlandığı anlaşılmaktadır. Üstelik politikanın başka araçlarla devamı olmakla birlikte savaşın kendi yasaları vardır ve –Cezayir Savaşı’nın komutanı Satan’ın, başında o güçlü de Gaulle’ün bulunduğu Fransa’nın güçlü burjuva demokrasisinde bile askeri darbe girişiminde bulunduğu hatırlanırsa– savaş durumunun askerleri öne çıkarmasından ne denli kaçınılabileceği de ayrı bir sorun olarak durmaktadır. Ötesinde, hükümetin 10 yıllık icraat döneminde ülkenin temel sorunlarının çözümü bir yana, geldiği boyut itibarıyla daha da kangrenleştiğinden bahsedilebilir. Örneğin Alevi hareketi çok daha etkili ve talepleri yakıcı hale gelmiştir. Keza, Kürt sorunu hâlâ çözümsüzlüğünü korumakta, üstelik Kürtlere karşı savaş yeniden tırmandırılmaktadır. Emekçilerin hakları ise hızla ortadan kaldırılmaktadır. Kadın örgütleri, eşitlik ve kadınların korunması talebini son yıllarda çok daha etkili ve dikkat çekici bir şekilde gündeme getirmektedirler. Dolayısıyla AKP, yükselen bu demokratik talepleri karşılamaktan tamamen uzaktır. Sermayenin siyasal ufku bazen AKP’yi aşmakta, kapitalist sömürüye dokunmamak kaydıyla uluslararası gelişmelere uyum sağlama ve meşruluğunu yeniden inşa etme arayışına girebilmektedir. Ancak, AKP, demokrasinin burjuvasının bile gerektirdiği bireysel ve kolektif haklardan epeyce uzaktır, yakınlaşacak gibi de gözükmemektedir.
Yani “devenin neresi doğru ki”, bir demokratikleşmeden bahsedilsin! Liberallerin en büyük derdini çözme konusunda bazı adımlar atılmıştır. Doğrudur… Asker sorunu bir ölçüde yola gelmektedir. İşte örnek… Buradan yola çıkarak demokrasi neden AKP’den gelmesin? Tekelci burjuvazi, “ufku ve kültürüyle” herhalde “ayak takımı”ndan uzak duracaktır, ama Batı burjuva demokrasisinin bireysel haklarını, ufak tefek kolektif haklarla birlikte kurumsal düzenlemelerle yaşama geçiremez mi? Olabilir… Olsa bile keyfinden değil, ne burjuvazinin ve hele ne de AKP’nin dinamizminin ürünü olarak değil, üstesinden gelemeyecekleri kadar güçlü bir halk hareketinin baskısıyla olabilir. Ama bu baskının gücüyle eğer devrilmekten kaçınabilmek üzere bütünüyle elleri mahkum olmazsa, her halükarda kadük, işlemez, biçimsel bir demokrasi olarak kalmayı garanti ederek!
“SİVİLLEŞME” VE KAPİTALİZM
Kimi liberal solcular AKP’nin askeri bürokrasinin geleneksel etkisi karşısında attığı kimi adımları devletin kapitalistleşmesi, iktidarın bürokrasiden burjuvaziye geçmesi olarak yorumlamaktadırlar. İktidarın “bürokrasiden burjuvaziye devri”ni tüm sivilleşmeciler bir şekilde paylaşıyor olsalar da, bunu en açık biçimiyle M. Belge şöyle ifade ediyor:
“Türkiye Cumhuriyeti’nin ancak 21. yüzyıla girildiğinde bir ‘kapitalist devlet’e kavuşmak imkânını bulduğunu yazıyordum dün. Bunun yolunu açan siyasî güç, AKP oldu.”
Hikâyesini, diğer liberaller gibi sivil-asker ilişkisine dayandırıyor Belge:
“Olmayan bir (homojen) ulusun henüz olmayan burjuvazisini oldurmak üzere, o oluncaya kadar ona ‘vekâleten’ işleri çekip çevirmeye hazır olan bürokrasinin eline verilmiş bir araçtı. Araç işlemeye başlayınca o burjuvazi de oluşmaya başladı. Gelgelelim, duruma alışmış, durumun keyfini sürmekten hoşnut olan bürokrasi, bu âleti oluşan bu burjuvaziye devretmek konusunda aceleci, hattâ istekli değildi. Devletin kanatları altında yetişen, tekelci kapitalizmin tekelci burjuvazisine gelince, o da, ‘Yahu, bu devlet benim için yapılmadı mı?’ demekte o kadar hevesli olmadı.
“Bu durum da, ‘amaç aracı meşrulaştırmaz, ama araç amacı değiştirir’ diyenlerimizi haklı çıkardı. Toplumsal aygıtların özerk ideolojileri ve canlı varlıklar gibi, ‘varkalma içgüdüleri’ vardır. Böyle işlemeye başlayan devlet aygıtı hemen bu işleyiş biçimini ‘tarihî’ değil de ‘ezelî ve ebedî’ işleyiş haline getirme, toplumu da buna ikna etme seferberliğine girişti. İki gün öncesine kadar da bunu kaydadeğer bir başarıyla sürdürdü.”
Sonuç olarak:
“Ama bu arada Türkiye’de kapitalizm hem yaygınlaştı, hem de derinlemesine kök saldı. Gelişen burjuvazi varolan devlet aygıtının ne kadar arkaik ve anakronik olduğunu anladı. Şimdi bu yapı değişiyor. Ne olmak üzere? Varolan kapitalizmin devleti olmak üzere.”
Belge, ham liberallerin yaptığı gibi serbest piyasa düzeni gelişip yaygınlaştıkça sivilleşmenin de artacağını, bunun da devletin kapitalistleşmesi ve demokratikleşmesi anlamına geleceğini ifade ediyor. “Burjuvazi devletin çağdışı olduğunu anladı değiştiriyor” derken bu çağ dışılığı kapitalizmin gelişmesiyle eşitliyor. Oysa askeri biçim 30 yıl önce de çağdışıydı. Kapitalizm o zaman da gelişiyordu, ama halk hareketinin üstesinden gelme kaygısı askeri biçimi zorunlu kılmıştı, burjuvazi, Mehmet Barlas türünden günümüz liberalleri tarafından övülüp desteklenerek, önce M. Tağmaç ve sonra da K. Evren etrafında birleşmişti. Yarın yine halk hareketi yükselebilir kuşkusuz ve kapitalizmin gelişmesine rağmen burjuva demokrasisi ya da diktatörlüğünün askeri biçimleri zorunlu olabilir.
Belge’nin mantık silsilesi modernist kalkınmacı determinizmin farklı bir biçimi. Kendisine sorulsa, determinizme şiddetle karşıdır. Mesela, kapitalist ilişkilerin gelişmesiyle sosyalizmin maddi koşullarının olgunlaştığı söylense, bir adım ötesi onun tarihsel bir zorunluluk olduğu belirtilse, dogmatizmden özcülüğe ve determinizme kadar şiddetli bir veryansınla karşılaşılır. Oysa kendisi, sivilleşmeyi, kapitalizmin gelişmesiyle devletin kapitalistleşmesine bağlamakta, dolayısıyla kapitalizmin gelişmesi tarihsel bir eğilim olduğundan sivilleşmeyi de genel bir zorunluluk olarak tanımlamaktadır.
Kapitalizmde sınıf ve güç ilişkilerini yok sayan, kapitalizmle onun siyasal örgüt biçimlerinden birisi olan burjuva demokrasisini ya da sivil biçimleri mutlak olarak eşitleyen Belge’nin geç kalmış sivilleşmeci modernite projesi gerçeğe uyum sağlamakta zorlanacaktır. Örneğin 1970’lerin Türkiye’sinde işçi ve gençlik hareketi yükselmişken serpilip gelişen kapitalizm, 1980 darbesiyle gerilemiş miydi? Ya da 1980 faşist askeri darbesi kapitalizmin geriliğinden mi, yoksa halk hareketinin kapitalizmi zorlamasının başka türlü üstesinden gelinemeyişinden midir? Veya Hitler faşizmi kapitalizmin en gelişmiş olduğu ülkelerden birisinde yaşama geçerken, kapitalizmin yeterince gelişip yaygınlaşmamasıyla askeri bürokrasinin etkinliğini birbirine bağlamak ne kadar anlamlıdır?
Kapitalizmin, artık burjuvazinin gericileştiği ve dünya gericiliğinin başlıca kaynağı olduğu tekelci kapitalizm çağındaki gelişmesi, mutlak olarak sivilleşmeye yol açmayacağı gibi, tarih, siyasal bakımdan aşırı gerici eğilimlere, bu arada militarizme kaynaklık ettiğine tanıklık etmiştir ve bunda şaşılacak şey yoktur. Şimdi moda olan liberal demokratizmin büyüsüne kapılıp, birkaç on yıl öncesinin örneğin Latin Amerika’yı boydan boya yönetmiş olan askeri faşist diktatörlükleri kapitalizme yakıştıramamak ve unutmak herhalde yalnızca tarihten hiç nasibini almamak olmakla kalmaz, politik ekonomiyle ekonomi ve siyaset, sınıf ve siyaset ilişkilerini de hiç anlamamak olur.
Belge, ordunun/askerin egemen sınıfların bir aracı olarak rolünü, bu rolden kaynaklı siyasete doğrudan müdahalesini sınıf mücadelesinin dışında tanımlamaya çalışırken meseleyi iyice karmaşık hale getiriyor. Aslında söylediği baştan sona yanlış değil. Siyasal demokrasi ile kapitalizmin gelişmesi arasında elbette bir bağ var. Burjuvazinin devrimci olduğu ve kapitalizmin henüz üretici güçlerin gelişmesinin engeline dönüşmediği 18. yüzyılla 19. yüzyılın ilk üç çeyreğinin rekabetçi kapitalizmi açısından bu bağ tamamen belirgindi. Tarihte modern siyasal demokrasi ilk defa feodal toplumlarda değil kapitalizmin gelişmiş olduğu ülkelerde ortaya çıktı. Ancak, Belge, günümüz tekelci burjuvazisine ilericilik atfetmek üzere bu tarihsel olguyu günümüze adeta yapıştırarak, askeri kurumsallaşmanın Türkiye’deki özgün durumuyla kapitalizm arasında determinist bir ilişki yakalamaya çalışıyor. Sınıf mücadelesini es geçtiği anda, kendisinin bile ilk adımda çelişkiye düşeceği bir noktaya savruluyor.
Dolayısıyla ne “askercillik”, militarizm yalnızca kapitalizmin geriliğiyle ilgilidir ne de Belge’nin “sivilleşme”si sadece kapitalizmin gelişip yaygınlaşmasıyla. Toplumsal sınıflar arasında bir mücadele vardır, bu mücadelenin seyri kapitalizmin en gelişmiş olduğu ülkelerde bile askerin siyasete daha ileriden müdahalesine ya da sivillerin fiilen askerileşmesine götürebilir. Tarih bunun örnekleriyle doludur.
Belge’nin son bir iki ayda askerin toplumsal konumuna dair bazı simgelerin tartışılması ve değiştirilmesi üzerinden devletin kapitalist bir niteliğe büründüğü iddiası, dolayısıyla daha önce devletin kapitalist olmadığı kabulü ise olsa olsa liberal bir körlüktür. İktidar koltuğunda asker oturduğunda, doğrusu şu ki, iktidar “ipi”ni ağırlıklı olarak asker elinde tuttuğunda, askerden başka bir şey görmeyen bir siyasal körlük. Oysa 12 Eylül darbesinden hemen sonra işveren örgütleri ve emperyalist devlet yöneticileri askeri müdahalenin hangi sınıfın çıkarları doğrultusunda gerçekleştiğini, dolayısıyla devlet iktidarının apoletli ve hemen sonrasında apoletsiz biçimleriyle hangi sınıfın elinde olduğunu açıkça ifade etmekten hiç mi hiç çekinmemişlerdir. Belge, tabii, bir sosyal bilimci olarak, sermayenin dedikleriyle değil kendi gördükleriyle hareket edecektir. Ancak, askeri darbelerin ve devletin sınıfsal niteliğini görmemek için, kendisinin de çokça kullandığı bir vecizle, ancak “yüksek tahsilli bir cahillik gerekir.”
“SİVİLLEŞME” VE “SOL”
“Sol” bu süreçte üstüne düşeni yapamamış, liberallerin beğenisini kazanamamıştır. Örneğin Belge, öyle nettir ki, bir demokrasi süreci yaşanıyorsa da “sol”un bu sürece hiçbir katkısını görememiştir:
“Yazının başında, bugün vardığımız aşamanın azımsanmaması gerektiğini söyledim. Ancak, toplumun bu noktaya varmış olmasında ‘sol’un bir payı yok. Olmadığı gibi, ‘sol’ (yani belirli kesimleriyle ‘sol’), bu aşamaya erişmeyi önlemek üzere didinen cephenin içinde yer alıyor. Oradaki başka aktörler kadar canla başla didinmese, ‘ikisine de karşıyız’ gibi lakırdılar etse de, son kertede orada, orada olmayı seçmiş.
“CHP’nin solunda olduğunu söyleyen ‘sol’dan söz ediyorum. İddiaya göre CHP’nin solundalar, ama fiiliyata baktığınızda onunla yan yana duruyor ve onun bazı ‘ağır iş’lerini yerine getirmeye aday oluyorlar.”
Belge “sol”un demokratikleşmeye hiçbir katkısını görmüyor. Çünkü Belge’ye göre, demokratikleşmenin öznesi AKP . “Sol” AKP’nin kuyruğuna takılıp her yaptığını alkışlayıp yapmadığına da “küserim ha” demediyse hiçbir şey yapmamış demek oluyor. AKP karşıtı olduysa, tıpkı toplumsal egemen algıdaki gibi CHP’lidir. CHP’ye de karşı olsa CHP’nin işi yapmakta, AKP’ye karşı statükoyu savunmaktadır.
Berktay daha açık konuşmaktadır: Demokrasi gelse gelse tekelci burjuvaziden gelecektir. Sivilleşme hamlelerinde olduğu gibi, iktidarın marifetiyle yaşam bulacaktır. Madem AKP demokratikleşmenin öncüsü, tüm demokratlar ve tabii ki “sol” AKP’yi desteklemelidir! Şunları yazıyor:
“Orada Türkiye’nin demokratları, sol demokratları, Kürt demokratları, Müslüman demokratları, bütün kesimlerin demokratları AKP önderliği ve hükümetini mümkün olduğu kadar demokratik, barışçı olmak ve böyle ileri bir teklif yapma noktasına özendirmek veya itelemek için mücadele etmek zorundalar. Sonunda ne olur bilemiyorum. Ama, bunun dışında bir şey göremiyorum. Bugün Türkiye’de Kürt sorununu sadece AKP çözebilir. ‘Çözecektir’ demiyorum. Bu anlamda AKP’ye hiçbir açık çek vermiyorum, kefil olmuyorum. Ama realist konuşursak, siyaset sahnesinde bunu çözebilecek başka güç yoktur ve bunu kabul etmek zorundayız.”
Berktay, tutarlıdır. Düşündüğünü açıkça söylemektedir. Herkes AKP’yi desteklesin, başka kimse, hiçbir toplumsal güç, sınıf veya özne demokratikleşme sürecini gerçekleştiremez ve Kürt sorununu çözemez. AKP yapar mı? Berktay zora gelmiyor. O da kesin değil, ama AKP’nin peşine takılmaktan başka çare yok diyor. Yani, demokrasi gelecekse tekelci burjuvaziden gelecektir, başkası mümkün değildir.
Marksizmden vazgeçmediğini söyleyen liberal solcuyla Marksizmden vazgeçtiğini söyleyen liberal solcuya bir de muhafazakar liberali eklersek üçlüyü tamamlamış oluruz:
“Evet, Türkiye ilerledi. Uzun, sancılı bir yol kat etti. İlerici muhafazakârlar sayesinde gerici solcularımız daha özgür ve demokratik bir ülkede yaşıyorlar. Farklı ve aykırı düşünenlerin, özellikle darbeye bahane olsun diye laik-solcuların bir faili meçhul cinayete kurban gitme ihtimali artık çok az. Bu ilerlemede solun gerçekten hiçbir katkısı yok. Tersine, zaman zaman darbecilerden medet umarak, zaman zaman AK Parti hükümetinin elini kolunu tutup, askerlerin daha iyi dövmesine yardım ederek bu sürece engel olmaya çalıştılar. Darbeciler AK Parti iktidarının sırtını yere getirmeye çalışırken ‘mahalle baskısı’ndan, ‘sivil darbe’den, ‘sivil vesayet’ten şikâyet edenlerin, bugün oturup bir özeleştiri yapmaları gerekmiyor mu?”
Hepsinin ortak noktası, Türkiye’de AKP marifetiyle bir sivilleşme (liberaller bunu demokratikleşme ile eş anlamlı ele alıyor) sürecinin yaşandığını ve “sol”un görevinin buna destek vermek olduğunu düşünmeleri. Yani majestelerinin “sol”u! Tekelci burjuvazinin onaylayacağı, böylece “demokratik”lik beratına hak kazanacak bir “sol”!
Liberallerin “sol”dan beklentisi anormal değil! Sosyalizmi ulaşılmaz bir geleceğe erteleyip kapitalizmi “demokratikleştirmeye” odaklanan reformcu, eleştirel küreselleşmeci “sol”, liberallerin birçok beklentisini, en azından siyasal alanda karşılama becerisine olmasa da isteğine sahip. Türkiye’de de sivilleşmeci solcuların ülkeye ilişkin tahlilleriyle acil gündemleri liberallerle uyum içinde. Bu nedenle, muhalefetleri de, iktidardan önce, CHP ve MHP gibi “statükocu” güçlere karşı.
Başka bir “sol” eğilim de, liberal sivilleşmecilikten korkup statükoyu kutsamaya, İkinci Cumhuriyet’e karşı çıkmak adına, biraz da “sosyalizm” lafzı ekleyerek, –bağımsızlık, hukuksallık ve laiklik atfederek– Birinci Cumhuriyet’i savunmaya soyunmaktadırlar.
İşçi sınıfı ve emekçilerin çıkarları elbette bu anti-demokratik yapının değişmesindedir. Ancak bu demokratikleşme, liberallerin sivilleşme programına indirgenemeyeceği gibi, onun tamamını da kapsamaz. Çünkü, sivilleşme programının arkasındaki temel güdü, ordunun ve devlet yönetiminin sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda yenilenmesi, sermaye için daha etkin ve verimli hale getirilmesidir. Dolayısıyla böyle bir sivilleşme, savaş politikalarında bir değişiklik yaratmayacak, sınır ötesi operasyonları ve “terörle mücadeleyi” dolaysız olarak hükümetin kontrolüne bırakacaktır. Hükümetin Kürt sorununda imha ve asimilasyon politikası (ve bunun incelikli biçimi) değişmediği sürece, anti-militarizmden ve halkçı bir çözümden değil, yalnızca gerici bir burjuva biçim olarak sivilleşmeden bahsedilebilir. Bunun emekçilere bir hayrı olmayacağı açıktır. Böyle bir sivilleşmenin emekçiler açısından kabul edilebilir bir yanı yoktur.
Diğer yandan bu, burjuva askeri yapıyı kutsallaştıran uygulama ve düzenlemelerin kaldırılmasında emekçilerin çıkarları olmadığı anlamına gelmez. Örneğin okullardaki Milli Güvenlik derslerinin kaldırılması, askeri yargının feshedilmesi, MGK’nın lağvedilmesi, darbecilerin yargılanması gibi bazı taleplere, liberal sivilleşmeciler tarafından da destekleniyorlar diye karşı çıkılması gerekmemektedir. İşçi sınıfı ve onun partisi açısından bu talepler, burjuva sivilleşmeciliğinin bir parçası değil; Kürt sorununun çözümü, laiklik, bağımsızlık mücadelesinin bir parçasıdır. Sosyal ve siyasal kurtuluş ve devrim mücadelesinin bileşenidir. Dolayısıyla iktidarın, iktidardaki sınıfın değişmesi için verilen mücadelede bir yere sahiptir. Tek tek reformlar olarak devrim sürecine bağlı; işçi sınıfının bağımsızlık, demokrasi ve sosyalizm mücadelesiyle stratejik olarak bütünleşmiştir.
Bu nedenle; işçi sınıfı ve onun partisi, bu talepleri, burjuva sivilleşmeciliğin biçimsel düzenlemelerinin ötesine taşıyacak şekilde, gerçek bir halk mücadelesinin sonucu gerçekleşmesi, iktidar üzerinde böyle bir baskılamanın yaratılması, işçi sınıfı ve diğer ezilenlerin demokratik halk iktidarı mücadelesinde bir araç olarak görür. Araç olma özelliği önemsizliğinden değil, sosyalizm mücadelesi içindeki konumundandır. Özetle, işçi sınıfının çıkarı burjuva sivilleşmeciliğinde değil, gerçek bir halk demokrasisindedir. Böyle bir demokratikleşmenin AKP’den beklenir bir yanıysa elbette olamaz!
Kapitalizmin geleceği tartışmaları üzerine
Kapitalizm nereye doğru gidiyor, kapitalizmin geleceği ne olacak? Dünya çapında ekonomik krizlerin patlaması, bir önceki krizin etkileri atlatılmadan bir yenisine doğru koşar adım yol alınması, bütün bu tartışmaları beraberinde getiriyor.
Arada bir Marx’a da atıf yapılıyor. Örneğin “Sakallı haklı çıktı, kapitalizm çökecek” tespiti ekonomist Roubini’ye ait. Bunun ne önemi var, herkes her gün bir şeyler söylüyor diye düşünülebilir. Roubini’nin söylemesinin önemi şuradan kaynaklanıyor: Roubini 2008 Krizi’ni önceden tahmin etmek gibi bir şöhrete sahip! Ayrıca “ikinci dip” öngörüleri de –sonradan düzeltmiş olsa da– ona ait. Durum böyle olunca, burjuva ekonomi çevrelerinden başlayan bir tartışmanın yayılması da kaçınılmaz oluyor.
Aslında bu söylenilenlerden de bağımsız olarak, 2008 Krizi’nden bu yana kapitalizmin çöküp çökmeyeceği daha fazla tartışılır oldu. Özellikle burjuva ekonomi çevreleri, kapitalizmin krizlerini ve bunların yol açtığı sonuçları, bütün bunların kapitalizmin geleceğini nasıl etkileyeceğini daha fazla tartışıyorlar. 2008 Krizi’nin etkileri daha geride kalmamışken patlayan iflaslar ve borsaların sarsılması, genel durgunluk eğiliminin yaygınlaşması, kapitalizmin geleceğinin ne olacağı tartışmalarını alevlendiriyor.
Roubini’nin tam olarak söylediği ise şu: “Marx haklıydı, kapitalizm kendisini yıkabilir (çökertebilir). Zira, şirket kârlarını artırmak için işçi ücretlerini, alım gücünde ve ekonomik talepte bir eksikliğe (yoksunluğa) yol açmaksızın sürekli düşürmek mümkün değildir. Pazarların işlediğini düşünüyorduk. Ancak işlemiyorlar.”
Burada Roubini Marx’ın söylediklerini yarım yamalak ortaya atmış olsa da, kapitalizmin bir çelişkisine işaret etmektedir. Özellikle duvarlar yıkıldığından bu yana işçi sınıfının ve emekçi yığınların ücretlerinin sürekli düştüğü doğrudur. Zaten “neo-liberal” olarak adlandırılan politikalara ve kapitalizmin emekçi yığınlara saldırısına karşı mücadelenin en temel dayanaklarından birisi de bu gerçektir. Ama bu çelişkinin kapitalizmin “kendini yıkmasına” götüreceği ileri sürmek, sorunu ücretler ve paylaşım alanı ile sınırlamak, kapitalizmin işleyişi ve çelişkileri hakkında oldukça az şey söylemektir. Buradan kalkarak, ücretlerin genel düzeyini yükselterek kapitalizmin bugünkü krizini aşabileceğini ileri sürenler de yok değil.
Kapitalizmin temel sorunuysa üretimin yapısından ileri geliyor ve bütün bir sistem bu temel üzerinde yükseliyor. Emek-sermaye çelişkisi, artı-değer sömürüsü ve ücretli kölelik temel alınmadan ve kapitalizmin çökmesi tezlerin tartışılmasını bu temel üzerinde yürütmeden kapitalizmin “kendini” çökertebileceğini ileri sürmek, en hafif deyimi ile hayal satmak oluyor. Sorun böyle tartışılınca, krizlerin nedenlerini de, savaşların neden çıktığını da açıklamak olanaksızlaşıyor. Oysa zurnanın zırt dediği yer kapitalist üretim ve bu üretimin yapısıdır.
Kuşkusuz bu tartışmaya katılan burjuva ideologlarından bir bölümü, sadece Roubini’nin işaret ettiği noktada kalmıyorlar. Sorunu daha da basitleştirip ilkelleştirerek, “kapitalizmin kendisini imha edeceği” noktasına kadar götürüyorlar. Kapitalizmin böyle bir biçimde çökeceğini ileri sürenler, eğer bu söylediklerini uluslararası işçi sınıfını ve emekçi halkları rehavete sürüklemek, mücadele etmeye gerek yok, bakın zaten kapitalizm çöküyor beklentisine sürüklemek için söylemiyorlarsa, bu söyledikleri ile Marx’ı ve onun kapitalizm tahlillerini hiç anlamadıklarını ortaya koyuyorlar. Tam da bununla bağlantılı olarak, bu tartışmaların çok çabuk yön değiştirebildikleri de görülüyor. Kapitalizmin biraz kendisini toparlaması, bu kez de aynı çevreler için Marx’ın nasıl “yanıldığını” ortaya koymanın malzemesi oluyor. Eğer bunlara inanmış işçi, sosyalist vb. var idiyse, bu sonuç onlar için yeni bir hayal kırıklığı oluyor vb..
Kapitalizmin çökeceğini ileri sürenlere hatırlatmak gerekir ki, bugün “ortada kalmış”, ne yöne gideceği belli olmayan, devletsiz soyut bir kapitalizm yok! Eğer öyle olsaydı, şimdiye kadar ortada kapitalizm diye bir şey kalmazdı. Kapitalizm, bırakalım küçükleri, sadece büyük bunalım dönemleri dikkate alındığında, üç beş kere yıkılmış olurdu. Şu temel gerçeği aklı başında hemen herkes görüyor ve biliyor ki; kapitalist devletler, her krizde, ekonominin olağan dönemlerinde olduğundan çok daha ileriden kapitalizmin işleyişine müdahale ediyorlar ve kapitalizmin ayakta kalabilmesi için onun genel çıkarlarını güvence altına alıyorlar. Bunun için tekelci kapitalist devletler dev bankalara ve tekellere trilyonlarca dolar aktarıyor, özelleştirme, sosyal hakların gaspı, ücretlerin düşürülmesi vb. yollarla kapitalizmin ömrünü uzatmaya, büyük sermayenin kârlarını güvence altına almaya çalışıyorlar. Keza pazarlar sorunu da, tekelci kapitalist devletlerin bu alana müdahalesi dikkate alınmadan açıklanabilecek bir sorun değil.
Öyle anlaşılıyor ki, uluslararası kapitalist sistem krizden krize savrulurken, kapitalizmin geleceği sorunu hep güncel bir tartışma konusu olacaktır. Bütün bunları dikkate alarak, bu yazıda hem Marx’ın kapitalizmin işleyişi ve onun soruna genel yaklaşımına ışık tutacak tespitlerini ortaya koymaya çalışacağız, hem de o dönemden bu yana kapitalizmin işleyiş biçimini, tekelleşmeyi, emperyalist ilişkileri, bütün bunların devletle bağlantılarını ve ilişkileri açıklamaya çalışacak, Marx’a atfedilen hurafelerin gerçek dışılığını sergilemeye çalışacağız.
19. YÜZYILIN ORTASINDAN BUGÜNE
Hatırlanacağı üzere, Marx, “Kapital” adlı temel yapıtında kapitalizmin genel ekonomik yasalarını ve işleyişini tüm açıklığı ile ortaya koyar. Buna karşın Marx, Kapital’de doğrudan doğruya kapitalist toplumdaki devlet sorununa girmez. Burada salt ekonomik tespitler, kapitalizmin işleyiş yasalarının ortaya serilmesi vardır. Devlet, kapitalist üretime genel bir çerçeve ve yasal dayanaklar sağladığı ölçüde işin içine dahil edilir. Parlamentolar ve hükümetler, iş ve çalışma koşullarıyla ilişkili olarak ele alınır. Kapitalist devlete karşı mücadeleyse doğrudan doğruya politik eylemim konusudur ve Marx’ın kapitalizmin “kendini” yıkabileceği üzerine bir hayali olmadığından, kendisi, aynı zamanda bir politik eylemci, parti yöneticisi ve I. Enternasyonal’in kurucusudur.
Marx ekonomiye ilişkin araştırmalarına başlayıp, genel sonuçlara ulaşınca, bu ulaştığı sonucu “Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı” adlı yapıtının ünlü önsözünde dile getirir. Bu önsöz, tarihsel materyalist yöntemin kısa ve özlü bir tanımlamasını ve toplumların dönüşümünün temel anahtarını açıkça ortaya koyar. Biraz uzun olmasına karşın, bu önsözden ilgili alıntıyı yapmak konunun anlaşılması açısından son derece önemlidir. Şimdi sözü Marx’a bırakalım:
“Ulaşmış olduğum ve bir kez ulaşıldıktan sonra incelemelerime kılavuzluk etmiş olan genel sonuç, kısaca şöyle formüle edilebilir: Varlıklarının toplumsal üretiminde, insanlar, aralarında, zorunlu, kendi iradelerine bağlı olmayan belirli ilişkiler kurarlar; bu üretim ilişkileri, onların maddi üretici güçlerinin belirli bir gelişme derecesine tekabül eder. Bu üretim ilişkilerinin tümü, toplumun iktisadi yapısını, belirli toplumsal bilinç şekillerine tekabül eden bir hukuki ve siyasal üstyapının üzerinde yükseldiği somut temeli oluşturur. Maddi hayatın üretim tarzı, genel olarak toplumsal, siyasal ve entelektüel hayat sürecini koşullandırır. İnsanların varlığını belirleyen şey, bilinçleri değildir; tam tersine, onların bilincini belirleyen, toplumsal varlıklarıdır. Gelişmelerinin belirli bir aşamasında toplumun maddi üretici güçleri, o zamana kadar içinde hareket ettikleri mevcut üretim ilişkilerine ya da bunların hukuki ifadesinden başka bir şey olmayan mülkiyet ilişkilerine ters düşerler. Üretici güçlerin gelişmesinin biçimleri olan bu ilişkiler, onların engelleri haline gelirler. O zaman bir toplumsal devrim çağı başlar. İktisadi temeldeki değişme, kocaman üstyapıyı, büyük ya da az bir hızla altüst eder.” (abç)
Söylenenler son derece açıktır. Genel olarak toplumlar, özel olarak da burjuva toplumu, toplumsal bir devrim olmadan ortadan kalkmaz. Burjuva toplumu, emek sermaye çelişkisi üzerinde yükselen, emeğin ücretli köleliğini kendisine temel edinen bir toplumdur. Zorunlu olarak kendisini devirecek güçleri sürekli olarak üretir ve kendi karşısına diker. Toplumsal bir devrimin ne zaman olacağına karar verecek olan, sınıf ilişkilerinin durumu, maddi politik koşulların olgunluğu, işçi sınıfının bu tarihsel göreve hazır olup olmaması gibi etkenlerdir. Bu koşullar er ya da geç olgunlaşır ve toplumun geleceğini temsil eden yeni güç iktidarı ele alır, devrimini toplumsal bir devrim olarak derinleştirir. Bu güç feodalizmden kapitalizme geçiş döneminde burjuvazi, olgunlaşmış burjuva toplumunda ise işçi sınıfıdır.
Bu nedenle Marx, toplum içerisindeki sınıf mücadelelerine, bunların politik sonuçlarına ve oradan ortaya çıkan deneyimleri incelemeye özel bir önem vermiştir. Çünkü bu mücadeleler, bugünkü devletin yıkılması kadar, gelecekteki işçi devletinin nasıl şekilleneceğinin nüvelerini de ortaya koyuyordu. Gerek 1848 devrimleri, gerekse Bonapart darbesine ilişkin yazdıkları, Paris Komünü’ne ilişkin tespitlerinde doğrudan doğruya devlet sorununu ortaya atar ve şu ünlü sonuca ulaşır: “Proletarya eski devlet mekanizmasını ele geçirmekle yetinemez, onu yıkmak zorundadır.” Bu tespitlerin ardından, daha sonra Paris Komünü deneyimi ve oradan çıkan proletarya diktatörlüğü ve yeni bir toplumun, sosyalizmin inşasına ilişkin tespitler gelir vb. Bütün bu dönemler boyunca Marx’ı, sadece bir teorisyen olarak değil, politik eylemci olarak da görürüz. Marx’ın ve Marksizmin olduğu yerde, kapitalizmin toplumsal bir devrim olmadan çökebileceğine ilişkin hayallere yer yoktur. Eğer kapitalizm yıkılacaksa, bunun temel koşulu, kapitalizmin sürekli ürettiği her büyük bunalımında –krizler, savaşlar vb.– işçi sınıfının mücadeleye atılması, toplumsal devrimi gerçekleştirerek kapitalizmi yıkması ve kendi iktidarını kurmasıdır. Bunun en somut örneği Büyük Ekim Devrimi’dir. Hatta sosyalizmin inşa süreci açıkça kanıtlamıştır ki, sosyalist toplumda bile kapitalist kalıntılar varlıklarını uzun süre korurlar ve dünya kapitalizminin de desteği ile restorasyon umutlarını ve girişimlerini sürekli canlı tutmaya çalışırlar.
Kapitalizmde devlet ve iktidar sorununun önemini anlamak için Marx’ın diğer bazı yapıtlarına da bakmak gerekir. Büyük sermaye ile kapitalist devletin ilişkilerini dikkatle gözlemlemiş olan Marx, “Fransa’da sınıf savaşımları 1848-1850” adlı bir dizi makalesinde sadece materyalist tarih yöntemini kullanarak olayların gelişimini genel düzeyde tahlil etmiyor, tarihin somut bir anında kapitalist toplumun sınıf ilişkilerini, bunların devlet düzeyinde yansımalarını da açıkça ortaya koyuyordu. Örneğin şu tespite bakalım: “Temmuz devriminden sonra, liberal bankacı Laffitte, suç ortağı Orléans dükünü, büyük sevinç gösterileriyle belediye binasına götürürken şu sözleri ağzından kaçırdı: ‘Şimdi, bankacıların hükümranlığı başlayacak.’ Laffitte, devrimin sırrını açığa vurmuş oluyordu.” Marx ilkin yeni devletin (1830 Temmuz Devrimi ardından) sınıf karakterini –burjuva– ortaya koyuyor ve bu devletin tepe noktasında mali aristokrasinin bulunduğunu tespit ediyor. Burada, Marx’ın, devleti burjuvazinin hangi kesiminin yöneteceğinin açık bir tanımlaması bulunmaktadır. Halk ayaklanmış, ancak sermayenin en asalak kesimi devletin zirvesine yerleşmiştir. Bu kesim, ülkenin kapitalist gelişimini kendi haline bırakmamıştır. Neler yaptığının bir bölümünü ise aşağıdaki alıntı açıklıyor:
“Devletin borçlanması, tam tersine, burjuvazinin yöneten ve meclisler aracılığıyla yasalar koyan kesimi için dolaysız bir çıkar niteliğinde idi. Onun spekülasyonlarının asıl hedefi, zenginleşmesinin başlıca kaynağı, kesinlikle devletin bütçe açığı idi. Her yılın sonunda yeni bir açık. Her dört ya da beş yılda bir yeni ödünç alma (istikraz). Ve her yeni ödünç alma, mali aristokrasiye, yapay çarelerle iflâsın kıyısında tutunabildiğinden, bankerlerle en elverişsiz koşullarda görüşüp anlaşmak zorunda olan devleti haraca kesmek için yeni bir fırsat sağlıyordu.”
Açıkçası mali sermaye, bankacılar kapitalist ilişkilerin gelişme yönünü çiziyor, kapitalist toplumun altyapısında zaten egemen olan ilişkilerin gelip üzerine kurulmuş bulunuyordu. Yani kapitalist devlet bir kez oluşunca alt yapı konusunda nötr kalmıyor, onun şekillenmesi ve gelişmesi için gerekli müdahalelerde bulunuyordu. Şimdi burada sormak gerekiyor, bütün bunlar kapitalizm kendini çökertmesi tartışmasının neresinde yer alıyor? Bu soruya bugün kapitalist devlet işin içine sokulmadan doğru bir yanıt verilebilir mi? Kapitalizmin gelişim ve egemenlik sürecinin keskin gerçekleri, kapitalizmin bugünü ve geleceği üzerine yapılan her öngörünün, kapitalist devleti göz önünde bulundurmak zorunda olduğunu tekrar tekrar hatırlatıyor.
Yukarıda kapitalizm ile kapitalist devlet arasındaki ilişkileri –borçlandırmalar, teşvikler vb.– kısaca ortaya koyduk. 19. yüzyılın ortalarında işler böyle gelişiyordu. Peki, 19. yüzyılın sonu ve 20. yüzyılın başında sorun farklı bir temele mi oturmuştu? Oturmadığını biliyoruz. Eskinin bankalar ve bankerler üzerinde yükselen feodal geçmişle bağlantılı ve tefeci nitelikli mali aristokrasisi gitmiş, sanayi sermayesinin egemenliğinden geçilerek, sonunda sanayi ve banka sermayesinin iç içe geçmesi üzerinden bu kez tamamen yeni karakteriyle egemenliğini dayatan mali sermaye ve oligarşiye gelinmiştir. Bu arada tekelci devlet kapitalizmi oldukça gelişmiştir. Demiryolları, posta hizmetleri, büyük limanlar vb. devlet tarafından yapılmakta, finanse edilerek yaptırılmakta, bunlar daha sonra tekellere peşkeş çekilmektedir. Her büyük yatırım, büyük burjuvazinin daha fazla zenginleşmesi için yeni fırsatlar yaratmaktadır. Devletin sahibi artık büyük sermayelere hükmeden, sadece ülke içinde değil, ülke dışında da soygun peşinde koşan dev tekellerdir.
Bu yüzyıl artık emperyalizmin çağıdır. Serbest rekabetin üzerinden doğan tekeller ve mali sermaye bütün ilişkilere egemendir. Lenin bu dönemin ilişkilerini şöyle tanımlamaktadır: “Mali-sermaye, tekeller çağını yarattı. Tekeller ise her yere kendi ilkelerini götürüyor: kazançlı alışveriş işlemleri için, açık piyasada rekabetin yerini gitgide ‘ilişkiler’in alması bundandır. En fazla rastlanan şekil, alınan borcun bir kısmının borç veren ülkelerden yapılacak satın almalara, özellikle savaş araçları ya da gemi alımlarına harcanması koşulunun ileri sürülmesidir. Şu son yirmi yıllık dönemde (1890-1910), Fransa, daha çok bu yola başvurmuştur. Böylece, sermaye ihracı, meta ihracını da harekete geçiren bir araç haline gelmektedir. Büyük firmalar arasındaki alışverişler bu durumlarda öyle bir niteliğe bürünür ki, Schilder’in ‘edeb-i kelâm’ıyla anlatmak gerekirse, ‘ahlâki bozulmaya bitişik’ bir durum kazanır. Almanya’daki Krupp, Fransa’daki Schneider, İngiltere’deki Armstrong, dev bankalarla ve hükümetle sıkı ilişkileri olan ve bir borçlanma anlaşması yapılırken öyle kolay kolay ‘savsaklanamayacak’ cinsten firmaların tipik birer örneğidir.”
Çizilen bu tablo kapitalist emperyalizm döneminde ilişkilerin işleyiş biçimini çarpıcı bir biçimde ortaya koymaktadır. Bu tabloda kendi başına bırakılmış kapitalist ilişkilere yer yoktur. 20. yüzyılın ilk çeyreğindeki bu tablo gelişerek ve derinleşerek devam etmiştir. Tekelci kapitalizmin egemenliğindeki emperyalist devletler, dev tekel grupları ekonominin ve günlük yaşamın her hücresine müdahale edebilecek bir duruma gelmişlerdir.
21. YÜZYILDA DURUM FARKLI MI?
Bugün uluslararası kapitalist sisteme bakınca ne görüyoruz? Krizler, bölgesel savaşlar, emperyalist ülkeler arasındaki çıkar çatışmalarının derinleşmesi, ezilen ve bağımlı halklarla emperyalist devletler arasındaki çelişkilerin sertleşmesi, başta gelişmiş ülkeler, yani kapitalizmin merkezleri olmak üzere, emekle sermaye, işçi sınıfı ile burjuvazi arasındaki sınıf mücadelesinin yükselmeye başlaması, genel grevler, gelecek arayan gençlerin eylemleri, geniş emekçi kitlelerinin dışa vurdukları hoşnutsuzluklar vb. Açıkçası kapitalizmin sürekli ürettiği ve çözüm bulamadığı, asla da bulamayacağı çelişkilerin sürekli olarak ortaya çıkması ve bunların yol açtığı yıkımlar…
2008 genel krizi, hemen hemen dünyanın tüm halklarının gözünü açan, bugünkü ekonomik sistemin hangi temeller üzerinde yükseldiğini anlamalarına yardım eden bir rol oynadı. Emperyalist büyük devletler krizin yükünü bir taraftan bağımlı halkların sırtına yıkarken, diğer taraftan kendi halklarına da saldırdılar. Gelişmiş kapitalist ülkelerde ekonomik ve sosyal haklar en geri düzeye doğru itildi. İşçiler işlerini kaybetme tehdidi altında ücretlerinde kesinti yapılmasına, işgününün uzatılmasına boyun eğdirildiler.
Diğer taraftan, emperyalist devletlerin kendi banka ve tekellerine işçi ve emekçilerin sırtından aktardıkları toplam kaynak 15 trilyon dolar civarında oldu. Bu paraların dipsiz bir kuyuya atıldıkları yavaş yavaş ortaya çıkmaya başladı. 2008’de bankaları ve şirketleri kurtarmak için akıtılan dev miktardaki para, bugün büyüyen borçlanmalar, devasa bütçe açıkları, bazı devletlerin iflasın kıyısına gelmesi gibi sorunları da beraberinde getirdi. Günümüz kapitalizmi sorunlarını devrederek, erteleyerek, ama bütün bunların sonucu olarak biriktirip, büyüterek “ilerliyor.”
Son aylarda emperyalist çevreler, bir taraftan yeni kaynak aktarmalarından söz ederken, diğer taraftan halktan alınacak olanların zaten alınmış olduğunu, kapitalist ekonominin rahatlaması için tüketim eğilimlerini kışkırtacak önlemlerin alınması gerektiğini, hatta Buffet ve bazı Fransız zenginlerinin dillendirdikleri gibi, kendilerinden daha fazla vergi alınması gerektiği tartışmalarını yürütüyorlar.
Bütün bu tablo, uluslararası kapitalist sistemin, bu sistem içindeki devletlerin doğrudan –zaten kendileri için, tamamen kendi çıkarlarına uygun işlemekte olan–üretim ve dağıtım mekanizmalarına müdahale ettiklerini açıkça gösteriyor. Yani ortada kendi başına bırakılmış, ne yöne gideceği belli olmayan bir kapitalist sistem yok. Aksine, devletlerin müdahalesi ve yönlendirmesi ile çarkları döndürülmeye çalışan, bu müdahalelere rağmen krizleri sürekli üreten, çözümsüzlüğe batmış bir kapitalist sistem var. Öyle ki, bu sistem içindeki bazı birlikler (AB gibi) tek tek kendi üyelerindeki kapitalizmi kurtarmak için fonlar oluşturmuş, bu fonlardan bu ülkelere –örneğin Yunanistan’a– mali kaynak aktarmış durumdalar. Bu ilişkinin bir yönü yardım edilen ülkenin daha fazla bağımlılık altına sokulması, faizlerle soyulması olurken, diğer yönü, sistemin çarklarında bir kırılmanın ortaya çıkmasını önlemektir. Çarklar yağlanıp çalıştırılacak, ama bedeli yine işçi ve emekçilere ödetilecektir. Kapitalist sistemde bunun başka bir yolu bulunmuyor. Aksi bir durum, kapitalizmin, emperyalizmin kendi varlığının tehdit altına girmesi demek.
Kapitalist sistemin tepe noktaları, sadece yukarıda kısaca belirtilen “tedbirleri” almakla kalmıyorlar; bir bütün olarak sistemin egemen güçlerine –başta mali sermaye olmak üzere dev tekelci birlikler ve devletlerin çıkarları kastediliyor– soygunlarını istikrarlı bir biçimde sürdürecek mekanizmaları da sunuyorlar. Uluslararası mali kuruluşlar, IMF, Dünya Bankası, AB Merkez Bankası vb., bunlardan bazıları. Kredi derecelendirme kurumları, mali sermayenin hangi ülkeden ne kadar kâr sızdıracağını, hatta faiz oranlarını dahi belirler durumda.
Örneğin geçtiğimiz günlerde Türkiye’ye ilişkin çıkan bir haber bu konuda son derece çarpıcıdır. Bu kredi değerlendirme kuruluşlarına göre, Türkiye’nin ülke notu “yatırım yapılamaz” seviyededir. Bu şöyle bir sonuca yol açmaktadır: Türkiye bu yıl 47.5 milyar lira faiz ödeyecektir. Eğer Türkiye’nin ülke notu “yatırım yapılabilir” seviyede olsa idi, bu miktar 14.5 milyar lira daha az olacaktı! Emperyalist soygun mekanizmasının bağımlı ülkelere karşı bir çarkı da işte böyle çalışmaktadır. Ama bu durumdan etkilenen sadece bağımlı ülkeler değildir.
Mali sistemin tepesine çöreklenenler, faiz gelirlerini güvenceye almak, kârlarında her hangi bir düşüşü önlemek için emperyalist ülkelerin merkezlerinde de etkinlikte bulunmaktadırlar. ABD, Fransa, İtalya gibi ülkelerin ya da bu ülkelerdeki bazı bankaların kredi notunun düşürülmesi, en büyüklerin kârlarını güvenceye alırken, dev tekeller arasındaki keskin rekabetin acımasızca sürdürüldüğünü de açıkça göstermektedir. Yani bütün bu sorunlar “pazarlar” genel sorunu içerisindedir ve azami kârı elde etme sorunu dikkate alınmadan anlaşılamazlar.
Buradan, ikinci bir temel ve genel sonuç çıkarmak olanaklıdır. Emperyalizmin yıkılması ile kapitalizmin yıkılması aynı sürecin ürünü olmak zorundadır. Emperyalist kapitalizm haline gelen kapitalist sistem, emperyalizm yıkılmadan yıkılmayacaktır. Bugün kapitalist sistemin tepesindeki devletler emperyalist devletlerdir ve bu devletler yıkılmadan, kapitalizmin yıkılacağından dem vurmak hayal görmek demektir. Ama özellikle bağımlı ülkeler için vurgulamak gerekir ki, her anti-emperyalist mücadele anti-kapitalist mücadele anlamına gelmez. Bu tür mücadeleler kısmi kazanımlarla sonuçlanabilir ve aslında geçici bir durumu ifade eder. Ancak anti-kapitalist olma iddiasındaki her mücadele anti-emperyalist mücadeleye genişlemek zorundadır. Keza her anti-tekel mücadele de genel olarak anti-kapitalist bir içeriğe sahip olmayabilir. Örneğin tekel dışı işletmeler, küçük ve orta büyüklükteki sanayi vb. büyük tekeller tarafından ezilmekte, bunların aralarındaki ilişkiler katı bir bağımlılığı yansıtabilmektedir. Bu kesimler ve küçük-burjuvazi bazı özel koşullarda anti-tekel bir hareket içerisine girebilirler vb. Bu da dikkate alındığında, her anti-kapitalist mücadelenin, aynı zamanda anti-tekel bir mücadele olmak zorunda olduğu her halde anlaşılır olacaktır. Buradaki tespitler birer temenni ve istek değil, bugünkü kapitalizmin işleyiş yasalarından ortaya çıkmış sonuçlardır.
Kapitalizmin geleceğini, işçi sınıfının toplumsal durumu ve ücretli kölelik ilişkisi dışında tartışanlar, onun çöküp çökmeyeceğini ortaya atanlar, açık ki bugünün bütün bu ve kapitalizme ilişkin diğer gerçeklerini gözlerden gizlemeye çalışmaktadırlar. Bugünün kapitalist devleti en büyük kolektif kapitalist patron durumuna gelmiştir. Sistemin korunması ve devam ettirilmesi, doğrudan doğruya kapitalist emperyalist devletlerin sorunu halindedir. Geçmişte daha üstü örtülü olan ve sadece açık politik mücadelelerde daha fazla görünür hale gelen devlet müdahalesi, bugün, merkez bankaları ve devletlerin bakanlar kurullarının aldığı kararlarla her dakika, her saniye gözler önüne gelmektedir. Bugünün kolektif kapitalisti burjuva devlet, bir dev tekeli batmaktan kurtarabilir, bir diğerini batmaya terk edebilir, aldığı kararlarla ekonominin bir alanında yeni bir tekelleşmenin önünü açabilir, ihale ve teşvik yasalarında küçük oynamalarla dev bir yeni tekel yaratabilir vb. vb.
Kapitalizmin tarihsel gelişimi içinde “bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” ekolü bir dönem etkili oldu. Ama o dönemde de yukarıda görüldüğü gibi, sistem kendi başına bırakılmadı. Sonra, 1929 Büyük Bunalımı’nın ardından kapitalist ekonomilere devlet müdahalesi, Keynescilik kılığında meşru ilan edildi. Keynescilik, daha sonraları Freidmancılık vb. kapitalist ekonomilerin ihtiyaçlarına, konjonktürel ekonomik duruma göre peş peşe uygulandı. Ama hangi akım egemen olursa olsun, bu, kapitalist sistemin genel çıkarlarının korunmasını güvence altına almak anlamına geldi. Bu temelden kalkarak, özeleştirmeler, kamulaştırmalar vb. peş peşe ya da iç içe uygulanabildi. Ama şu genel ilke hiç çiğnenmedi: kârlar özelleştirildi, zararlarsa kamulaştırıldı.
Şu örnek çok taze ve akıllardadır: ABD’de GM 2008 Krizi’nde batma noktasına geldi. Aslında iflas etmişti. Ne yapıldı? ABD devleti devreye girdi, dev otomotiv tekeline yardım edildi. General Motors hisselerinin –aslında değersizleşmiş, hisseler kağıt paçavralarına dönmüş– yüzde 60’a yakın bölümü ABD devleti tarafından satın alındı. GM toparlandıkça bu hisseler parça parça geri verildi. Bu süreç halen devam etmektedir. Bu örnek kapitalizmin kendi kendine çökebileceği ya da kendini çökertebileceği tartışmalarına yeterli bir yanıt vermiyor mu?
Bu yanıtları yetersiz bulanlar için son haftalardaki güncel ekonomik gelişmelerden bir örnek daha aktarılabilir. Hürriyet Gazetesi’nin ekonomi sayfasında yer alan bir haberin içeriği şöyle: “Avrupa, mali sıkıntı içindeki ülkelerinin borç krizlerini kontrol altına almaya çalışırken, en büyük korku kıtanın bankalarının çökmesi ve küresel ekonomide 2008’de, Lehman Brothers’ın yaşattığına benzer ciddiyette bir krize neden olması olarak gösteriliyor. Böyle bir krizin önüne geçmek adına büyük çaplı sözler veren Avrupalı liderler, dev bankaların iflasını engellemek adına, ellerindeki yüz milyarlarca doları harcamaya istekli görünüyor.”
Son derece açık değil mi? Kapitalist devletler kapitalizme sahip çıkıyorlar ve onun ömrünü uzatmak için ne gerekiyorsa yapıyorlar. Bu “gereklilikler” içerisinde emperyalist devletlerin doğrudan karşı karşıya geldikleri yerel ve genel savaşlar da bulunmaktadır. Elbette bu yöne doğru gidişi çelişkilerin yoğunluğu tayin edecektir.
KRİZLER, SAVAŞLAR VE KAPİTALİZM
Krizlerin ve savaşların kapitalizmin yol arkadaşları olduğu yaygın bilinen bir gerçektir. Krizlere, kapitalist üretimin örgütlenişinin zorunlu olarak neden olduğu aşırı üretimin yol açtığını, aşırı üretim mekanizmasını ise sermayenin daha fazla kâr etme güdüsünün harekete geçirdiğini gerçekler yeterince kanıtlamış durumda. Aşırı üretim, yani kapitalist üretimin pazarlardan daha hızlı büyüyüp genişlemesi, pazar sorununun büyümesine, emperyalist tekel ve devletler arasındaki çelişkilerin sertleşmesine neden oluyor. Daha fazla kâr, pazara hakim olma gibi nedenler bölgesel ve genel soygun savaşlarına yol açıyor ve her kriz sonrasında olduğu gibi, savaşlarla da üretici güçler ağır darbeler yiyor, toplumsal zenginlikler imha ediliyor. Kapitalizmin en gözü kara savunucuları krizleri ve savaşları “kapitalizmin kendisini düzeltme hareketleri” olarak görüyorlar ve yakıp yıkmanın kapitalizmi canlandıran ve geliştiren etkenler olduğunu söylüyorlar. Bugün de en gerici emperyalist çevreler kapitalizmi bir savaşın kurtarabileceğini tartışmaya başlamış durumdalar.
2008 Kkrizi’nde finans sistemindeki çöküş 50 trilyon dolarlık bir varlık kaybına yol açmıştı. 2007 yılında dünya GSYH’sının 55 trilyon dolar olduğunu hatırlayacak olursak, bu kaybın büyüklüğü daha iyi anlaşılır olacaktır. Kapitalist sistem krizlere ve savaşlara çare bulamamaktadır. Dahası, krizler ve savaşlar “olanak” olarak görülmektedir. Yaratılan zenginlikleri imha etmek, yeni baştan aynı ürünleri üretmek, bu kısır döngünün en temel sonuçlarından birisidir. Bu gerçekler, kapitalist sistemin gelişme dinamiklerini yitirdiğinin, çürüdüğünün ve asalaklığının en uç noktalara vardığının açık göstergesidir. Ancak hiçbir toplumsal sistem kendiliğinden ortadan kalkmaz, yok olmaz.
Eski toplumun egemen güçleri ömürlerini uzatabilmek için olağanüstü bir gerici çaba göstermektedirler. Kuşkusuz teorik olarak, bir toplumun iç mücadeleler sonucu kendi kendini tüketmesi olanaklıdır. Her hangi bir güç üstün gelemez ve o toplum kendi kendini tüketme sürecine girebilir. Ama böyle bir durumda da, kendiliğinden yaşanan bir süreç değil, karşılıklı mücadeleler söz konusudur. Bu durumda, ne yeninin eskiyi devirmeye, ne de eskinin yeniyi ezmeye gücü yetmiştir. Ama kesin olan bir şey vardır ki, oda şudur: Kapitalizm, devletlerin tüm müdahalelerine, önlemlerine vb. rağmen krizlere girmekten kurtulamamakta, patlayan her kriz kapitalist toplumun devrini doldurduğunu, toplumun gelişmesinin, üretici güçlerin gelişmesinin önünde ayak bağı olduğunu açık seçik ortaya koymaktadır.
Kapitalizmin kendisini yıkabileceği tartışmalarına şu öngörü de kuşkusuz eklenmelidir. Bazı Amerikan bilim kurgu filmlerinin nükleer bir savaş sonrasında dünyayı resmeden hali gibi bir durum kuşkusuz olanaklıdır. Yıkılmış, harap olmuş bir dünya ve geride kalan vahşileşmiş insanlar vb. Kapitalizm bu durumda “kendini” yıkar! Ama artık yıkılan sadece kapitalizm değil, bütün bir insanlıktır. Bu nedenle işçi sınıfının tarihsel rolünü oynaması, sadece kendisini kurtarması anlamına gelmemektedir. Dün de o anlama gelmiyordu, ama bugün çelişkilerin ve yıkım olasılıklarının daha fazla ve daha açık görüldüğü bir dünyada, her zamankinden daha çok tüm toplumun ve insan uygarlığının kurtarılması anlamına gelmektedir. Kimsenin kuşkusu olmasın ki, günümüzün son derece olgunlaşmış koşullarında işçi sınıfı kapitalist toplumu devirmeye yeterince hazır olunca, kapitalizm tarihe karışacaktır. Şimdi kısaca bu durumun koşullarını hatırlatalım.
ULUSLARARASI İŞÇİ SINIFININ MÜCADELESİ BELİRLEYİCİ OLACAKTIR
Kapitalist emperyalist sistem insanlığı yeni felaketlere doğru sürüklemektedir. Ama bunu engellemek, eski toplumun gerici güçlerinin direnişini kırmakla mümkündür. Bunun için uluslararası işçi sınıfının mücadelesi gerekmektedir. Krizler ve savaşlar kapitalizmin yol arkadaşları ise, devrimler de tarihin lokomotifleri, yeni toplumun haberci ve kurucularıdır. Kapitalist dünyanın aldığı hiçbir önlem bunların ortaya çıkmasını engelleyememektedir. Uluslararası işçi sınıfı, tek tek ülkelerde yeni mücadelelere atılıyor ve kapitalizmin kendisi için biçtiği kadere karşı çıkıyor. Genel grev ve direnişler, Avrupa ülkelerinde bu yeni gelişmenin habercileri durumundadır. Yunanistan başta olmak üzere, İtalya, Fransa, İspanya, İngiltere vb. ülkelerdeki işçi mücadeleleri ve gençliğin hareketlenmesi, kapitalist toplumun işçi ve emekçi halka hiçbir gelecek sunamamasının açık göstergesi durumundadır.
Hatırlanacağı gibi, emperyalizm dönemi ile birlikte proleter devrimler çağı da başlamış, bu çağın en görkemli zirvesi Ekim Devrimi ve sosyalizmin inşa süreciyle kurmak için mücadele ettiği yeni bir uygarlık olmuştu. Ancak uluslararası emperyalist sistem tüm güçlerini birleştirip merkezileştirerek, işçi sınıfının bu başarısını onun elinden almayı başarmıştı. Ancak bu “zafer”in kısa ömürlü olacağı anlaşılmaktadır. “Toplumsal devrimler çağı” kesintiye uğradığı yerden devam etmeye doğru gitmektedir. Toplumun eski güçleri, tüm asalaklar, sürüngenler ve sömürücüler ömürlerini biraz daha uzatmak, tatlı saltanatlarını devam ettirmek için olağanüstü bir çaba göstermektedirler. Ama bütün bunlar kapitalizmi yaşatmaya yetmeyecektir. Bütün dünyada, tek tek ülkelerdeki işçilerin oluşturduğu devrimin uluslararası ordusu kendi iradesinden bağımsız olarak yeni bir sınav vermeye zorlanıyor. Üstelik bu sınavdan kaçış yok! Ya eski toplumun, tüm sömürücülerin tarihe gömülmesi, yeni bir toplumun, dünyanın kurulması ya da bir süre daha ve giderek kötüleşen koşullarda kölelik. Kapitalizm bu kararın verileceği ana doğru yuvarlanarak yol alıyor.
Bitirirken, bütün bu tartışmalara ilişkin şöyle genel bir sonucun altını çizmek yararlı olacaktır. Aydınlar ve aydınlanmak isteyen genç kuşaklar, burjuva ekonomi çevrelerinin yürütmekte olduğu tartışmayı, onların sınırlı ve pek çoğu yanlışlarla dolu bir çerçeveye hapsettikleri bir alanda takip etmez, sorunu daha derinlikli olarak inceleme ve araştırma çabasına girerlerse, farklı sonuçlara ulaşacaklardır. O zaman ortaya çıkacak tablo her halde şöyle olacaktır: Kendi iç çelişkilerini sürekli üreten, bunlara çözüm bulamayan ve bulamayacak olan bir kapitalist sistem ve bu kapitalist sistemin ortaya çıkardığı işçi sınıfı, işçi sınıfı ile burjuvazi arasındaki uzlaşmaz karşıtlık ve bu uzlaşmaz karşıtlığın önünde sonunda işçi sınıfını yeni bir toplum ve uygarlık kurmak üzere toplumsal devrimlere yöneltmesi. Başlayan bütün bu tartışmalar, sosyalist ileri güçler tarafından doğru bir yöne çekilebilirse kuşkusuz çok yararlı olacaktır. Bugün işçi sınıfı ve emekçi yığınlar, bu fikirlere dün olduğundan daha fazla açık hale gelmektedirler.
Kadın kitlelerinin aydınlanması ve mücadelenin ayrılmaz bir parçası haline gelmesinin bir aracı olarak basın
“Günlük basının, ‘kolektif propagandacı, kolektif ajitatör ve kolektif örgütçü’ olması düşüncesi; bir gerçeği dile getirmesinin yanında, bütün bir tarihsel deneyimi de ifade eder” deniyor, “Sınıf Mücadelesinde Vazgeçilmez Bir Araç Olarak Gazete” broşüründe. Ardından söylenen “Gazete, işçilerin parti ve kitle çalışmasının; yaşam ve eylemlerini birleştirmeleri, bilinçlerini ilerletmeleri, bir parti olarak örgütlenmelerinin; öteki emekçi sınıf ve tabakaları çevrelerinde toplamaları ve bütün halkı her günkü mücadele içinde devrimci bir çizgi üzerinde birleştirmeleri ve sermayeye karşı savaşmayı öğretmelerinin en temel aracıdır” cümlesi, günlük basının hedefinin ve bir araç olarak neden önemli olduğunun bir tarifi olarak karşımızda duruyor. Kadın basınına ilişkin söyleyeceğimiz her şeyin temelinin bu olacağını ifade ederek başlayalım. Ancak, bu ifadeye ek olarak söyleyeceğimiz şey; kadın çalışmasına ve emekçi kadınların mücadelenin bir bileşeni haline getirilmesine ilişkin ortaya konulan teorik değerle, pratik gerekliliklerin karşılanması arasında açılan makasın birleştirilmesi gereğini bugün dünden daha fazla hissettiğimiz. Çünkü bugün işçi sınıfının partisi, kitleler içinde propaganda ve ajitasyon yürütmek üzere araçlarını dünle kıyaslanmayacak ölçüde genişletti ve geliştirdi. Bu sırada kadın kitleleri içindeki çalışmayı kolaylaştırmaya yarayacak araçların yaratılmasına özen gösterdi ve bu yöndeki adımlarını da her geçen gün çoğaltmaktadır. Elbette ki, işçi sınıfının partisi bu araçları yaratır ve günlük çalışmanın ihtiyaçlarını karşılayacak bir hat izlemesi için geliştirirken, geniş teorik ve pratik birikimin süzgecinden geçmiş çeşitli deneyimleri kendine has yöntemlerle değerlendirdi. Bu yazıda, bu teorik ve pratik birikimin kimi yönlerini, bugünkü kadın basın araçlarımızı neye göre şekillendirdiğimizi ve hangi hedef doğrultusunda nasıl güçlendirmemiz gerektiğini somutlayacak biçimde ele almayı amaçlıyoruz.
KADIN ÇALIŞMASI – YALNIZCA “YARARLI DEĞİL”, ESAS OLARAK “VAZGEÇİLMEZ” ALANLARIMIZDAN BİRİ
“Hareketin içine çekilmemiş kadın kitleleri, kayıtsız koşulsuz, sermayenin bir dayanağını ve karşı devrimci propagandanın bir nesnesini oluştururlar.” (1921, Komünist Enternasyonal 3. Kongre)
90 yıl önce yapılmış bu tespit, emekçi yığınlarını, halk yığınlarını örgütlemeye soyunmuş bir parti için kadın çalışmasının önemini, değerini özel olarak dillendirmeye ihtiyaç bırakmamaktadır. Bugün, kadının mücadelenin vazgeçilmez bileşeni olduğuna ilişkin derin teorik bilgiyi pratiğe geçirme zorunluluğu dünden daha ağır bir sorumluluk haline geldi. Neoliberalizmin muhafazakârlıkla kol kola yeniden dizayn ettiği ekonomik ve toplumsal hayatın cenderesi bugün en çok kadınları öğütüyor. Kadınlar, giderek daha fazla oranda sermayenin kendi ihtiyaçlarına meşruiyet kazandırması ve devamlılığının sağlanması için güvence olarak görülüyorlar. Muhafazakârlıkla beslenen bu güvence ilişkisi, kadınları bağımlılık ilişkilerine her geçen gün daha fazla mahkûm ediyor. Neoliberal muhafazakârlığın hem en çok ezdiği, hem kendine en önemli dayanak haline getirmeye çalıştığı kadınların bu cendere içindeki durumu, bugün yalnızca kadınların değil, aynı zamanda bütün mücadele alanlarının gündeminde ön sıralarda yer alması gereken bir durum halini aldı. Biliyoruz ki, neoliberal muhafazakâr tahayyülün kadınlara biçtiği rol, ortaya çıkardığı toplumsal ve ekonomik yapı tümden bütün mücadele alanlarımızı etkiliyor.
İşçi sınıfı partisinin, kadın kitlelerinin içinde, bu kitleler kapitalizmin sağlam bir dayanağını oluştursun diye büyük bir propagandanın hedefindeyken, bu dayanakları söküp atmak için manivelasını yerleştireceği nokta neresidir?
Kapitalizmin emekçi kadın kitleleri için yarattığı koşullara baktığımızda cevap elimizde: Tek bir nokta yok, birçok, adeta sayısız nokta var. Bugün mücadelenin olanakları ve zorunluluklarının son derece genişlediği bir dönemden geçtiğimizi ifade ediyoruz. Hem ülkenin içinde bulunduğu koşullar ve uluslararası durum açısından, hem de sınıf partisinin elindeki olanaklar açısından. Bu olanakları bugün doğru bir biçimde okumanın ve değerlendirmenin koşullarından biri de, emekçi kadınların mücadelenin en önemli bileşenlerinden biri haline getirilmesi için yürütülecek çalışmanın her birimde günlük bir çalışmanın parçası haline getirilmesi.
Bunun için kullanılacak en önemli araç, tıpkı tüm diğer alanlarda olduğu gibi, öncelikli olarak günlük basım yayın araçları, bununla birlikte kadınlara doğrudan hitap eden, kadınların yaşamının tüm renkliliğini, canlılığını, çeşitliliğini de kapsaması gereken, geçmişten getirdiği birikimle önünde uzanan yolu çizmesi zorunlu olan kadın basını. “Yeni dönem”in ancak ve ancak günlük çalışmanın, amatörlüklerden kurtularak ve daha fazla oranda işçi sınıfına bağlanarak devam edecek bir günlük çalışmanın üzerine yükseleceğini düşündüğümüzde, bu yeni dönemde daha fazla emekçi kadınla yüz yüze gelmek ve onları mücadeleye katmak kaçınılmaz bir görev olarak karşımızda duruyor.
90 YIL ÖNCE: “EMEKÇİ KADINLARIN GAZETE VE ÖZEL YAYINLAR ÇEVRESİNDE YENİDEN DAHA GÜÇLÜ BİR BİÇİMDE ÖRGÜTLENMESİ”
Bu açıdan baktığımızda, neredeyse 90 yıl önce “Bolşevikleşme” çağrısı yapılan Enternasyonal’de önemle vurgulanan bir noktanın emekçi kadınların gazete ve özel yayınlar çevresinde yeniden daha güçlü bir biçimde örgütlenmesi çağrısı olması bizi şaşırtmayacaktır:
“Son zamanlarda basın sorununda Komünist Partilerimizin mali zayıflıklarından doğan bir zorlukla karşı karşıyayız. Kadın gazetelerini belli ölçüde kısıtlamak zorunda kalmamızın belirtileri var. ‘Ouvriere’ ölecek. Eğer bugün şiarımız ‘Bolşevikleşme’ ise onun yerine başka bir şey geçmek zorunda. Bütün partilerde, geçen yılki kadınlar konferansı ve dünya kongresi kararlarının uygulanmasında bütün parti organlarına kadın ekinin sokulması için mutlaka ısrar etmemiz gerekir. Ve bunlar sadece söz konusu redaktörlerin ve sekreterin canı istediği zaman, arada sırada yayınlanmamalı. Düzenli bir şekilde yayınlanmalıdır. Kadınlar arasındaki parti çalışmamızı, parti grubunun genel sütununa, partinin diğer organlarına, özel organlarına, sendika gazetelerine, bilimsel dergilere, kır işçileri için yayınlanan gazetelere ve söz konusu olabilecek hepsine girebilecek şekilde, kadınlar arasındaki çalışmamızı tüm parti çalışmalarının odak noktasına kaydırmak için çaba göstermeye devam etmeliyiz. Bütün bu sorunların genel basında bütünlüklü bir şekilde iyice incelenmesi yoluyla kadınlar arasında çalışma zorunluluğunun kavranışı kendisini kabul ettirdikten sonra, işte ondan sonra kadın hareketimiz tüm partide kök salacak, ancak ondan sonra partinin tam desteğine sahip olacaktır.”
Kadın basınına biçilen bu “toparlayıcı“ rol, kendinden menkul bir rol değil elbette. Farklı koşullara göre farklı biçimlerde kurulacak olan organların tümünün özel bir önemle ele alması gereken kadın basınının işlevi, örgüt çalışması bütünlüklü bir perspektifle ele alındığında ortaya çıkıyor.
Bunu somutlayalım: Komünist Enternasyonal III. Kongresi’nde kabul edilen (1921) Komünist Partilerinin Kadınlar Arasındaki Çalışma Yöntem ve Biçimleri Üzerine Tezler’inde yer alan Ajitasyon ve Propaganda Yöntemleri başlığı altında, her çalışma alanında kurulan kadın komisyonlarının biçimi, niteliği ve görevleri ayrıntılı olarak anlatıldıktan sonra, şunlar söyleniyor:
“Komünist Partilerin işleyen kadın organları, ajitasyon, örgütlenme ve eğitim çalışmalarını yazılı olarak da yerine getirmek için her ülkede merkezi komünist bir kadın gazetesinin çıkması için çalışmakla, komünist basında kadın sayfalarının ve ya kadın köşelerinin, siyasi ve sendikal gazetelerde makalelerin ve yazıların çıkmasını sağlamakla, bu yayınların kadın redaktörlerini bulmakla, çalışan ve mücadele eden kadınlar arasından redaktörlere yardımcı kazanmak ve onları eğitmekle yükümlüdürler.”
Bu yükümlülüğün yerine getirildiği koşullarda ortaya çıkan örnekler oldukça öğretici:
Komünist Enternasyonal IV. Kongresi “Kadınlar Arasında Komünist Çalışma” başlıklı 24. Oturumu’nda (1922) Hertha Sturm, konuşmasında, Ekim Devrimi’nin kadınlar açısından kazanımlarının her gün yeni adımlarla nasıl pratiğe geçirildiğini anlatıyor. Ardından bu pratiğin, Enternasyonal’in diğer ülkelerine nasıl yol gösterdiğini örneklerken özenle ifade ettiği şey; Sovyet Rusya deneyiminde kadın basınının ne kadar hayati bir öneme sahip olduğu:
“Komünist Partisi’nin yarı illegal çalışmaya zorlandığı Kerenski döneminde, Parti kadınlar arasındaki çalışmayı yeniden ele aldı. Parti, proletarya diktatörlüğü uğruna mücadeleye katılan kadın işçilerin katılımını takdir etmeyi bildi. 1917’de Petrograd’da ‘Kadın İşçi’ yeniden yayınlandı. Moskova’da ‘İşçi Kadının Hayatı’ dergisi yayınlandı. Aynı zamanda Komünist Partisi Moskova Komitesi, işçi köylü kadınlar arasında siyasi propaganda yürütmek üzere bir komisyon oluşturdu. Bu komisyon etrafında toplanan işçi kadınlar, savaşçılar haline geldiler ve bunların önemli bir bölümü, Ekim günlerinde önemli bir rol oynadılar.”
Bu örneklere baktığımızda görüyoruz ki, Sosyalist Rusya’da ve çeşitli ülkelerin komünist partilerinin enternasyonalinde yeniden yeniden vurgulanan temel noktanın, emekçi kadınların bütün yaşamlarının renkliliğini ve canlılığını yansıtan bir yayıncılığın yaratılması ve istikrarlı bir biçimde sürdürülmesi olması bir tesadüf değil.
SOVYET DENEYİMİ: HER ALANDA, TÜM RENKLERİYLE EMEKÇİ KADINLARIN YAŞAMINI ANLATAN KADIN BASINI
Daha devrimden önce her kesimden emekçi kadının günlük yaşamını anlatmak ve mücadeleyle bağlarını kurmak için yayınlanan birbirinden farklı onlarca dergi, gazete, broşür, kitapçıktan bahsetmek mümkün. “Rabotnitsa”nın ilk sayısı, devrimden önce, 8 Mart 1914’te yayınlandı. Bu sayının yayınlanmasından 5 gün önce yazı kurulu üyeleri tutuklandı, ama dergi yine de çıktı ve bütün fabrika ve atölyelere dağıtımı yapıldı. Toplam 7 sayı çıktıktan sonra, 1. Dünya Savaşı’nın başlaması ve tüm işçi basınının kapatılması ile birlikte yayın hayatına son vermek zorunda kaldı. Şubat Devrimi’nden sonra tekrar çıkan “Rabotnitsa”, Ekim Devrimi’nden sonra, iç savaş içerisinde yayın hayatını tekrar durdurmak zorunda kaldı. Nihayet proletarya diktatörlüğü şartlarında, 3. kez, Ocak 1923’te aylık dergi olarak çıkmaya başladı. Başlangıçta 5000-6000 tirajla çıkarken, okuyucu çevresini genişletmek amacıyla diğer bir kitle yayın organın, “Raboçaya Gazeta”nın (İşçi Gazetesi) ayda iki kere çıkan eki olarak yayınlanmaya başladı. “Rabotnitsa”nın “ana hedefi, sadece işçi kadınlar için bir yayın organı olmak değil, işçi kadınların bizzat kendilerinin yayın organı olmak”tı. Ayrıca Haziran 1923’te “Krestyanka” (Köylü Kadın) ve kısa zaman sonra da “Delegetka” yayın faaliyetine başladı. Daha ileriki dönemde de “Sovyet Kadını” çıkmaya başlamıştır. (“Sovyet Kadını”, 1940-1950li yıllarda yabancı dillerde yayınlanmıştır. Derginin Almanca yayınlanan yıllıklarına bir göz gezdirmek, kadının kurtuluşu sorununun geniş yelpazesi hakkında bir fikir vermektedir. Dergi gayet enternasyonalist bir yapıya sahiptir ve Türkiye’den, Amerika’dan, Latin Amerika’dan ve Afrika’nın çeşitli ülkelerinden kadınların durumlarına ilişkin çeşitli haberler, makaleler, kitap tanıtımları vb. içermektedir. Bu dergiler, aynı zamanda çeşitli kadın örgütlerinin Sovyetler Birliği’nde ve uluslararası alandaki siyasi çalışmalarını belgelemektedir.) Bu dergiler her işletmede, atölyede ve kırsal alanda delege toplantıları ve okuma kulüpler çevresinde vb. oluşturulan işçi ve emekçi kadın muhabirleri grupları tarafından besleniyor ve emekçi kadın kitlelerinin gerçek anlamda kendi yayın organları olma sıfatını kazanıyordu.
Devrimden önce nüfusunun yaklaşık yüzde 80’i okur-yazar olmayan Sovyetler Birliği’nde, 30’lu yılların ilk yarısına gelindiğinde, emekçi kadınlar artık sadece okuma hevesine değil, yukarıda önde gelenlerini saydığımız gazete ve dergilerin gönüllü muhabirleri olarak yazma hevesine de tutulmuşlardı. Gazete ve dergilerin sayfaları, işçi ve emekçi kadınların yaşantılarını ve mücadelelerini canlı bir şekilde yansıtan okur mektuplarıyla, raporlarla ve tartışmalarla doluydu. İşçi, köylü, ev kadını tüm kadınlar bu gazetelerin muhabiriydiler ve ülkenin her köşesinden günlük yaşam içinde çektikleri zorluklarla şikayetlerini olduğu gibi, varolan yenilikleri, başarıları da yazıyorlardı, hatta okur yazar olmasalar bile, kendilerine anlattıklarını yazıya dökecek yardımcı kadınlar bularak… Partili olmayan en geniş kesimlere hitap eden bu gazete ve dergilerin dışında, bir de, Haziran 1920’den itibaren periyodik olarak çıkan “Kommunistka” (Komünist Kadın) dergisi mevcuttu (1926’da tirajı 26.000 idi). Adından da anlaşıldığı gibi, bu dergi, daha dar bir kesime, esas olarak partili kadınlara ve partinin kadınlar arasındaki çalışmasında faal olan kadın ve erkek profesyonellere hitap ediyordu. Bu dergi, ajitasyon organı ve partiye yeni üye kazanmanın aracı değildi, ama “diğer taraftan, partinin ve Sovyet iktidarının siyasi sorunlarının çözümünde bir teorik organ olmayı hedeflemiyordu.” “Onun görevi doğrudan pratikle ilgilidir: parti ve Sovyet iktidarının kendi önüne koyduğu ve bunları gerçekleştirmek için parti içindeki ve dışındaki kadın kitlelerinin sürekli olarak birlikte çalıştıkları hedefleri, şiarları benimsemektir. O tüm bu genel sorunları özel bir bakış açısı ile, geniş kadın kitlelerini de söz konusu görevler doğrultusunda harekete geçirmek için işe hangi noktadan başlaması gerektiği şeklinde ele alır. O ancak, ikinci planda genelde ‘asıl’ kadın sorunları olarak tanımlanan sorunları, anne ve çocuğun korunması, halk beslenmesi, konut sorunu ve diğerlerine yönelir.”
Bu örneklerin çokluğunu ve renkliliğini düşünürken, 1924 yılında gerçekleştirilen Rusya Komünist Partisi Bolşevik 13. Kongresi’nde alınan şu kararı yeniden hatırlayalım: “İşçi ve köylü kadınlar için mevcut periyodik yayınlar desteklenmeli ve genel yayın organlarında geniş işçi ve köylü kadın kitlelerinin çalışma ve yaşam sorunlarının ele alınmasına daha fazla dikkat sarf edilmelidir. İşçi ve köylü kadınların basınımızdaki faaliyetleri (işçi, köylü ve sendika kadın muhabirleri olarak) iyileştirilmeli, ilk planda ‘Lenin İşçileri’, kadın delegeler vs bu çalışmaya çekilmelidir. İşçi ve köylü kadınların, duvar gazeteleri hazırlanmasına katılmalarına özel dikkat sarf edilmelidir. İşçi ve köylü kadınların bu alanda yönlendirilmesine aynı şekilde genel basında çalışan Parti üyeleri de çekilmelidir. Doğu Cumhuriyetleri’nde genel basında kadının kurtuluşu sorunlarına mümkün olduğunca büyük dikkat gösterilmeli ve doğunun emekçi kadınları için ulusal dillerde periyodik ve periyodik olmayan bir basının yaratılması için tedbirler alınmalıdır.”
*****
Evet, bu saydıklarımız sosyalist devrimin gerçekleştiği bir ülkede, devrimin sağladığı olanaklarla gerçekleştirilmiş kazanımlardır. Ancak devrimin henüz gerçekleşmediği ülkelerde, bütün bu saydıklarımız tartılırken geniş emekçi kadın kesimlerini mücadelenin bir parçası haline getirmek için salık verilen en önemli araçlardan biri “kadın basını”dır. Bu araçların içeriğinin nasıl şekillenmesi gerektiği, bu araçların çalışmasının merkezine konulması gereken araçlar olarak kullanılamaması sorununun hangi düzeyde ele alındığını gösteren çok çarpıcı örnekler var:
Komünist Enternasyonal’in IV. Kongresi’nde “Kadınlar Arasında Komünist Çalışma” üzerine yapılan 24. oturumdaki şu vurgu çok önemlidir:
“Basın, örgütlenmemiş geniş kitleleri toparlamak ve onları komünist anlamda etkilemek için en önemli araçlardan biridir. Enternasyonal’de oldukça geniş bir kadın basınına sahibiz ve bunun dışında genel basın yoluyla sorunlarımızı kitleye götürme olanağına sahibiz. Kadın basınının örgütsel olarak mümkün olduğunca geniş çevrelere girme görevini çözmediği tespit edilmelidir. Kadın dergilerinin tirajının partinin kadın üyelerinin sayısına bile ulaşmadığı bir dizi ülke var. Buna karşıt örnek olarak Bulgaristan ve ayrıca İtalya’yı vermek istiyorum. Buralarda kadın basını yoluyla, partiye örgütsel olarak bağlı olan çevreden önemli derecede daha geniş bir çevrenin kucaklanması başarılmıştır. Bu elbette ki her yerde hedefimiz olmalıdır.
“Basının içeriğine gelince, elbette ki komünist kadın hareketinin bütün zaafları da, genel komünist hareketin zaafları gibi, onda yansımaktadır. Belli ölçüde aşırıyı oluşturan iki ana hataya değinmek istiyorum.
“Aşırı uçlardan biri, özellikle başlangıçta, belki de Hollanda kadın dergisi ‘De Voorbode’de (Öncü) en güçlü bir şekilde dile geldi. Bu dergi teorik ve ilkesel olarak son derece açık ve pürüzsüz tutuldu. Ama proleter kadınların somut günlük endişeleri ve sıkıntıları ile bunların bağını çok az kurdu, tam da Hollanda’daki somut duruma az dayandı ve böylece, eğitilmemiş kitlelerin kavrayışlarına uymadı ve kadınlarla içten ağlar kuramadı. Şimdilerde bu dergi, kendisini kitlelerin ihtiyacına daha iyi uydurdu. Diğer aşırı uç kendisini en açık şekilde Brunn bölge gazetesi ‘Zena’da gösterdi (Çekoslavakya’da). Bu dergi de tam tersine, büyük popülarite kazanmak için komünizmin açık, ilkesel çizgisinden taviz verdi, proleter kadınların küçük burjuva tutumlarına oldukça eleştirisiz yer verdi ve komünizmle ilgisi olmayan şeyler üzerine yazarak, kitlelerin sansasyon ihtiyacını fazla ileri giderek oldukça çok hesaba kattı.
“Bu bağıntıda Fransız basınına değinmekte de belki yarar var… Marsilya parti kongresinde derginin kurulmasından bugüne dek dergiyi bir moda dergisi ya da yemek reçetesi gazetesi haline getirmek isteyen Komünist Partisi içindeki eğilimlerle mücadele etmek zorunda kaldığı burada tespit edilmelidir.
“Bundan dolayı burada, Enternasyonal’in önünde, böylesi bir lüksü taşıyacak durumda olmadığımızı, tersine organlarımızın kadın işçiler arasında komünist propaganda yürütmek için varolduğunu altını çizerek belirtiyoruz!”
HER YÖNÜYLE KADIN AJİTASYONU VE PROPAGANDASI: BİLDİRİLER, BROŞÜRLER, KİTAPÇIKLAR, KİTAPLAR…
16 Ekim 1896 gerçekleştirilen Alman Sosyal Demokrat Partisi Gotha Parti Kongresi’nde Clara Zetkin’in yaptığı konuşma bir eleştiri ve özeleştiriyi de içeriyor. Bu konuşma, bir yandan tüm dünya ülkelerinin komünist partilerinin kadın çalışması konusunda atacağı adımları nasıl somutlaştırması gerektiğini olumlu ve olumsuz örneklerle anlatırken, aynı zamanda olması gerekeni de ortaya koyuyor. Bu “incelikli” tarifler, kadınlara yönelik yazılı ve görsel basının inceliklerinin neler olması gerektiği konusunda taşımamız gereken bilgi birikimini de gösteriyor:
“Kadınlara sosyalizmi planlı yazılı bir ajitasyonla götürmeliyiz. Ve bunun için sizlere bildiri dağıtımını öneriyorum: çeyrek forma boyu sayfaya tüm sosyalist programı sıkıştıran, yüzyılımızın tüm bilimini veren geleneksel bildiriler değil –hayır–, bir tek pratik soruyu bir tek bakış açısından, sınıf mücadelesi bakış açısından açıklayan küçük bildiriler, esas mesele budur. Ve bildirilerin teknik yapımı sorunu da bizim kayıtsız kalacağımız bir şey olamaz. Eskiden olduğu gibi en kötü kalite kağıt ve en kötü kalite baskı değil –basılı söze erkek proleter gibi bir saygı duymayan proleter kadın, böyle kötü biçimli bir bildiriyi buruşturup atar–. Tam tersine, Amerikan ve İngiliz Yeşilaycıların yaptığı gibi, 4 ile 6 sayfa içerikli, sayfa düzenlemesi iyi küçük kitapçıklar. Çünkü proleter kadın da ‘ah, bu şeycik de ne güzelmiş, bunu saklayayım’ diyecek kadar kadındır! Ve önemli olan cümleleri büyük, kalın harflerle basmalıyız; o zaman proleter kadın okumaktan korkmayacak, tüm zihinsel dikkati deyim yerindeyse ona takılacaktır. [kadınlara yönelik propaganda ve ajitasyon araçlarına ilişkin pek çok ayrıntıya daha değindikten sonra şöyle devam eder] Bunlar, sizlerin oyunuza sunduğum esinlenmelerdir yalnızca. Kadın ajitasyonu zordur, yorucudur, büyük fedakarlık ve büyük kurban gerektirir. Ama bu fedakarlıklar mükafatlandırılacaktır ve bu fedakarlıklar yapılmak zorundadır. Çünkü nasıl proletarya kurtuluşunu ancak, milliyet farkı gözetmeksizin, meslek farkı gözetmeksizin birlikte mücadele ederek elde edebilirse, tıpkı bunlar gibi cinsiyet farkı gözetmeksizin birlik olduğu zaman elde edebilecektir. Proleter kadınların büyük kitlesini proletaryanın kurtuluş mücadelesine katmak, sosyalizm fikrinin zaferinin, sosyalist toplumun önkoşullarından biridir.”
Kadınlara yönelik ajitasyon ve propagandada her türlü aracın en yetkin biçimde kullanılmasının örneklerini Sovyet Rusya deneyiminde kadın basını üzerinden anlatmıştık. Sovyet Rusya’da kadınlar için propaganda ve ajitasyonda sadece günlük basın ve dergiler kullanılmıyordu. Kadın basını dışında “kadın kitapları” politikası da güdülüyordu. Sadece 1930 yılında, özel olarak kadınların ilgi alanına da yönelen, her biri 3 milyon tirajlı 200 değişik kitap basılmıştı. Kadınların devrimden önce yüzde 80’inin okur yazar olmadığı bir ülkede, 20-30 yıl içinde kadınların aktif katılımı temelinde gerçekleşen ve yine kadınlara seslenen geniş bir ajitasyon – propaganda ağının oluşturulması, Sovyetler Birliği’nde sosyalizmin kazanımlarının bir parçasıdır. Ve bu ağ, onların elinde yeni yaşamın yaratılmasına kadınların aktif katılımını sağlamanın yönlendirici, destekleyici bir aracı olarak büyük bir öneme sahipti.
BUGÜNE GELDİĞİMİZDE…
Clara Zetkin’i yeniden hatırlayalım: “Kadınlar çalışmaya, mücadeleye katılmadan siyasi iktidar ele geçirilemez, komünist inşa yapılamaz. Proletarya kapitalizmi altetmek, komünizmi gerçekleştirmek için verdiği savaşlarda kadınların çalışmaya katılmasını yalnızca sayısal olarak gereksinmekle kalmaz. Hayır, sizin bizlerin çalışmalara katılmamıza ortaya koyduğumuz yeteneklerimiz bakımından da gereksinmeniz var.. Biz hem devrimci savaşıma, hem de devrimci inşaya kendi manevi ve moral değerlerimizi katıyoruz. Ve bu hiç de devrimci mücadeleyi tehdit eden, zayıflatan bir şey değildir. Hayır, bu tehdidin arttırılması ve keskinleştirilmesi anlamına değil, bu yeni toplumsal yaşamın yoksullaştırılması ve berbat edilmesi, yüzeyselleştirilmesi değil, tam tersine zenginleştirilmesi, çeşitlendirilmesi, derinleştirilmesi ve inceltilmesi demektir.”
Bu hatırlatma, her alanda amatörlükten kurtulmak ve işçi sınıfına bağlanmak için neden kadınlara ve kadınlara yönelik ajitasyon propaganda araçlarına ihtiyaç duyduğumuzu da ifade ediyor. Bugün, dünün deneyimlerden süzülüp gelen birikimimizi yeniden hatırlamanın değeri, ortaya konulan hatta pratik adımları ne kadar attığımızla ölçülecektir. İşçi sınıfı partisinin emekçi kadınlara yönelik propaganda ve ajitasyonunu güçlendirecek bugünkü araçlarının dün yaratılan ve kuşkusuz keyfi bir biçimde çıkarılan araçlar olmadığını tarihsel deneyimlerimize baktığımızda daha net görebiliyoruz. Bugün emekçi kadınlar arasındaki çalışmalarımızın aktarılması ve güçlendirilmesi için yayın organlarımızın daha aktif kullanılmasıyla, günlük işçi basınımızın kadınlar içinde daha çok sahiplenileceğine ve mücadelelerinin günlük bir aracı olarak çalışmalarımızı besleyeceğine şüphe yoktur.
KAYNAKÇA
– Clara Zetkin, “Kadın Sorunu Üzerine Seçme Yazılar”, İnter Yayınları
– Marx, Engels, Lenin, Stalin, Komintern, Clara Zetkin, “Kadın Sorunu Üzerine”, İnter Yayınları
– Gül Özgür, “Rusya’da 1917 Ekim Devrimi ve Kadınların Kurtuluşu”, Dönüşüm Yayınları
– Dora B. Montefiore “The Position of Women in the Socialist Movement”, Twentieth Century Press
– Dorothy Atkinson, Alexander Dallin, Gail Warshofsky Lapidus “Women In Russia”, Stanford University Press
– M. Pichugina “Women in the U.S.S.R”, Foreign Languages Publishing House
Tunus’tan Suriye’ye ayaklanma ve müdahaleler
Libya’ya emperyalist müdahaleyle birlikte, Tunus’tan başlayarak patlak veren Arap ayaklanmasının yeni bir döneme girdiği tartışmasızdır.
Evet; bir Libya’ya müdahale öncesi vardır; bir de Libya’ya müdahale sonrası. Buradan anlaşılması gereken, kabaca bir zaman sorunu değildir. Libya’ya emperyalist müdahale, güçlerin mevzilenmeleriyle birlikte Arap ayaklanmasının dinamiklerini etkileyip değiştiren, Arap dünyasında oluşan/oluşmakta olan denklemi farklılaştıran yeni ve ihmal edilemeyecek bir faktör olarak, Kuzey Afrika ve Ortadoğu’daki gidişatı köklü biçimde yenilemiştir. Bu “yenilik”, yerli gerici akım ve örgütleri ve onlarla ilişkilerini “yenileyerek” yeni koşullarda yeniden kendine bağlamayı de içeren bölgenin özellikle belirli ülkelerine yönelik bir emperyalist “yeniden yapılandırma”yla ilgilidir.
Kuşkusuz ki emperyalistlerin bölgeye yönelik girişim ve müdahaleleri hiçbir zaman eksik olmamıştır. Belirli bir fiyaskoyla yüzleşmesine karşın Amerikan emperyalizmi BOP ve sonra GOP adını takmış olduğu projesi ya da Fransızlar “AB Akdeniz Birliği” ve NATO “Akdeniz Diyaloğu” plan ve programları doğrultusunda, ayaklanmaların patlak verdiği bölgede öteden beri hareket halindeydiler ve bir “yapılandırma” etkinliği sürdürdükleri bilinmektedir. Ancak Libya’ya müdahale ile birlikte bu etkinliklerinin bir üst düzeye tırmandırıldığı da kuşkusuzdur.
Evet; yukarıda Kuzey Afrika ve Ortadoğu ülkeleriyle genel olarak Arap halklarını kapsamak üzere “Arap ayaklanması” terimi kullanıldı. Çünkü bir yönüyle, Arap dünyasındaki ayaklanma tek bir süreç olarak gelişmiştir. Hareket, temelini oluşturan bir dizi ortak özelliklere sahiptir ve neredeyse etkilenmeyen Arap ülkesi ve halkı kalmamış, önemli bir çoğunluğunu girdabına çekerek kapsamıştır. Ve tüm bu ülkelerde ayaklanma; neoliberal saldırganlıkla olumsuz sonuçları derinleştirilmiş tekelci kapitalizmin üstelik son kapitalist krizle sömürülen yığınlar bakımından katlanılmaz hal alan yıkıcılığıyla, bu düzeni ayakta tutmaktan başka bir işlevi olmayan burjuva diktatörlüklerinin ideolojik ve politik dayanakları zayıf ve dar, aşırı gerici ve otokratik yapılanması belirgin zulüm makinesi ve demokrasinin kırıntılarına izin vermeyen uygulamalarına yönelik tepkinin ürünü olmuştur. Tunus’la başlayıp Mısır’la hız alarak, Libya, Bahreyn, Yemen, Fas ve Suriye’ye –en son, Arap olmasa bile aynı dertlerden muzdarip bir bölge ülkesi olan İsrail’e– yayılan, Irak ve Kürt bölgesini de etkileyen Arap ayaklanması, kuşkusuz her ayrı ülkede kendi özgünlükleriyle gelişip ilerlemiş, bir ülkeden diğerine farklı ve öne çıkan, hareketi birinden diğerine mutlaka farklılaştıran yönler taşımış; ancak Tunus’tan itibaren birbirini tetikleyen ayaklanmalar, tek bir Arap ayaklanması bütünü oluşturmak üzere, ortak yönlerle birlikte ortak bir temele de sahip olmuştur.
Ancak, Arap ayaklanmasının, nesnel –ve hatta öznel– nedenleri ve iktisadi sosyal temeli ve dayanaklarının neredeyse eş zamanlı olarak Yunanistan, Portekiz, İspanya ve son olarak İsrail’de tanık olduğumuz benzer halk hareketlerininkiyle ortak oluşu ve bu ortaklığın evrenselliği bir yana, iki nedenle daha bu tanımlamanın ötesi de vardır. Birincisi, Arap ülkelerinin kendilerine özgü koşulları ve halkların bilinç ve örgüt türünden taşıdıkları farkların “Arap Ayaklanması”nı özgünleştirerek, somut Tunus, Mısır vb. ayaklanmaları olarak şekillenmeye götürmesidir.
İkincisiyse, Libya’ya müdahaleyle birlikte, “denklem”e dahil olan yeni “değişken” nedeniyle, ayaklanmanın ayaklanma olmaktan, Arap’ın da Arap olmaktan çıkmasının/çıkarılmasının zorlanmasıdır. Libya’ya müdahale, doğrudur, özgürlük özlemiyle dolu halk ileri sürülüp, “Libya halkı adına” denerek, Bingazili belirli aşiret reisleriyle taraf değiştiren devlet görevlileri tarafından davet edilmiş, bu davet Arap Birliği Örgütü tarafından da desteklenmiş, hatta öncelenmiştir. Ancak kim, nasıl “davet” ederse etsin, Libya’ya müdahalenin, emperyalist nitelikli olduğu kadar, Libya ve Arap-dışı güçler tarafından, emperyalistler ve –“ben müdahale etmiyorum” diye yüzlerini gizlemeye çalışsalar da, hem asker ve savaş gemisi vererek müdahale güçlerine katılan hem de artık Trablus’u değil ama Bingazi’yi tanıdığını deklare etmekle kalmayarak Bingazi’ye resmi ziyaretler ve kendi topraklarında, İstanbul’da “Libya Temas Grubu” toplantıları örgütleyen Türkiye gibi– işbirlikçilerinin egemenliğindeki bağımlı ülkeler tarafından gerçekleştirildiği bilinmektedir. İşte bu Arap-dışı ve üstelik ayaklanma-karşıtı olan, hedeflerini saptırmakla kalmayıp ayaklanmayı bastırma işlevi üstlenen ve neoliberal tekelci kapitalizmin olumsuz sonuçlarıyla koruyucusu zorba otokratik diktatörlükleri hedefleyerek ayaklanan halkın, özlem ve taleplerinin yerine kendi emperyalist çıkar ve amaçlarıyla hedeflerini ikame etmeye, bunu, kuşkusuz ki halkı, onun özlem, talep ve hareketlerini manivela olarak kullanarak yapmaya yönelmiş, halkı, özlem ve ayağa kalkma nedenleriyle birlikte ayaklanmasını “toplum mühendisliği”nin kaldıracına dönüştürme peşindeki yeni “değişken”, (Türkiye gibi işbirlikçilerini de peşine takan) müdahaleleriyle emperyalistlerdir.
Dolayısıyla Libya’ya yönelik emperyalist müdahaleyle birlikte, Kuzey Afrika ve Ortadoğu’nun Arap ülkelerinde iç içe geçen iki paralel süreç yaşanmaktadır.
1) İşsizlik ve yoksulluğun tırmanması türünden neoliberal tekelci saldırganlığın dayanılmaz sonuçlarıyla, bu saldırganlığın örgütleyicisi ve koruyup kollayıcısı otokratik zorbalığa karşı ayağa kalkan halkların, bilinç ve örgüt düzeyi bakımından ne denli gelişmemiş ve geri olursa olsun nesnel bakımdan tartışmasız olarak devrimci olan başkaldırıları.. Devrimci hareketler. Şu ülkede şu katmanı bu ülkede diğeri öne çıkıp ağırlıklı rol üstlense ve bilinç ve örgüt düzeyleri kiminde diğerinden az çok ileri ya da geri olsa bile, ülkelere göre özgünlüklerin ötesinde, burada temel dinamiğin, –halka inançsızlıkla emperyalistleri her şeye kadir sayarak her yerde “renkli” “mühendislik eserleri” görenler ne derlerse desinler– halklar olduğundan kuşku duyulamaz.
Ve 2) Tümü yekpare bir bütün oluşturmasa ve hepsi bir arada ve çelişmesiz-sürtüşmesiz, birbirleriyle rekabet içinde olmayan bir blok halinde davranamasalar da, çıkarları halkların çıkarlarıyla uzlaşmaz karşıtlık halinde olan, bölgede başta petrol olmak üzere enerji kaynakları ve siyasal stratejik üstünlük peşinde koşan, yağma, el koyma, sulta ve hegemonya kurma amaçlarıyla halkları ezen ve muhalefet ve başkaldırılarını aman vermeden bastırmayı ilke edinmiş uluslararası burjuvazi ve emperyalizmin egemenlik kurma ve sürdürme etkinliği.. Karşı devrimci emperyalist müdahaleler.. Halklara kurulan tuzaklar, halkın çeşitli kesimlerinin kışkırtılarak birbirine düşürülmesi girişimleri, dışarıdan ve eski ve yeni geliştirilen işbirliği ilişkileriyle içeriden halkın hoşnutsuzluk ve özlemlerinin istismarı operasyonları.. Halkların ekmek ve özgürlük talepli demokratik içerikli eylemlerini kendi emperyalist amaçlarına bağlamak ve bu amaçların kaldıracı ve aleti haline dönüştürmek üzere amaçlarından saptırıp hedefinden uzaklaştırıp kopararak içini boşaltma.. “Toplum mühendisliği”yle yeniden yapılandırmacılık. Burada, halklar hâlâ sahnede şöyle ya da böyle ve hatta eylem halinde görünmeye devam etseler bile, artık başlıca dinamiğin emperyalistler (ve işbirlikçileri ve/veya yeni işbirlikçilerle işbirlikçi adayları) olduğundan şüphe edilemez.
Artık bu iki süreç, halkların gericiliğe karşı hareketleri ve emperyalistlerin talepleriyle birlikte halk hareketlerini de kullanmaya yönelerek kendi amaçlarına ulaşma içerikli manevraları bir arada ve iç içe işlemektedir. Ya da öteden beri halklara ve kendi talepleriyle mücadelelerine yönelik yağma, baskı ve zorbalık içerikli emperyalist müdahaleye, Arap ülkelerinin bugünkü özel koşullarında ve başkaldırmış halkların ayaklanmalarının yanı sıra ve bu ayaklanmaların hemen ardından tanık olunmaktadır.
TUNUS DEVRİMİ VE MÜDAHALE
Tunus’ta, Amerikalılarla özel olarak Fransızlar başta olmak üzere Avrupalılar, bin Ali’nin emperyalist ve yerli tekelci yağmanın koruyucu ve kollayıcısı işbirlikçi zorba rejiminin destekçileri ve yol göstericileriydiler. Neoliberal saldırganlığın gerektirdiği iktisadi, sosyal, siyasal boyutlarıyla çok yönlü “yeniden yapılanma”ya Tunus’u en başta onlar yöneltmişti. Tunus, onlar tarafından, başka Akdeniz ve Arap ülkelerine örnek gösterilen ve “modernlik” bakımından cakası satılan ülke durumundaydı. Rejimi onlar sağlamlaştırmaya çalışmış, silahlandırmış, organize edilmesine önayak olmuş; halkın terör makinesinin dişlileri arasında hareket edemez hale sıkıştırılması ve en küçük muhalefet girişimlerinin zorla bastırılması için ellerinden gelen her şeyi yapmışlardı. Emperyalist müdahalenin ilk ve olağan biçimi buydu ve ayaklanma ve devrim öncesi, patlamaları beklentisi yaygın olduğu için değil, ama her hal ve durumda halkın olası bir hoşnutsuzluk ve başkaldırısının bastırılması ve sömürülen yığınların ağırlaştırılan sömürü ve yağma koşullarına zora dayalı olarak sessizce rıza göstermesinin sağlanması burjuva devletin varlık nedeni olduğu kadar emperyalist egemenliğin de zorunlu ihtiyacı olduğundan, emperyalistler, işbirlikçilerini de desteklemek üzere, halka karşı hiçbir gerici önlemi almaktan kaçınmamışlardı.
Ancak buna rağmen, Tunus’ta emperyalistlerin halkın ayaklanması karşısında neredeyse tamamen hazırlıksız yakalandıkları ve özellikle başlangıçta ayaklanmanın ilerlemesiyle ülkedeki gelişmelere anında ve ciddi müdahalelerde bulunamadıkları söylenebilir. Ani patlak veren ayaklanmanın beklenmeyen ortaya çıkışıyla tutum almada gecikmesi nedeniyle emperyalist karşı etkinlik, Tunus’ta, sınırlı kaldı. Ayaklanmanın eski emperyalist işbirliği ve egemenlik ilişkileri biçimlerini önemli ölçüde tahrip ederek gelişmesi, dayanakları çok dar ve zayıf durumdaki bin Ali’nin otokratik hakimiyetinin hızla çökmesi ve otokratın kaçmaktan başka çare bulamaması, başta Amerikalılar ve Fransızlar olmak üzere emperyalistlerin işbirliği ve egemenlik ilişkilerini yenilemeye yönelmelerini zorunlu kıldı; ancak eskinin yerine “yeni” bir işbirliğiyle bu işbirliğinin “yeni” rejimini geçirmek için zamana ihtiyaçları vardı. Risk alınmadı, eski ilişkiler üzerinden bir hükümetle yetinilerek, beklendi. Ayaklanmanın öznel yönüyle fazla gelişkin olmadığı, bilinç ve örgüt düzeyinin, kısa sürede emperyalist ilişkilerin köklü biçimde tasfiye edilmesi ve eski otokrat kaçmak zorunda kalsa bile işbirlikçi rejimin yerine burjuva diktatörlüğünün de devrilmesiyle geri dönülmesi zor olacak şekilde bir yenisinin geçirebilmesi bakımından fazla ileri gidilebilmesine yetmeyeceği bilindiğinden, beklemek değil, hazırlıksız müdahalede bulunmak riskli görüldü.
Otokratik gerici bir biçimi çöken burjuva diktatörlüğün çeperinde açılan gediklerin onarılması, bunun için işbirlikçi gericilikle işbirliğine aday liberal sosyal ve siyasal güçlerin –tabii ki dış desteklerle de– kendilerine gelip toparlanmaları ve emperyalist ilişkilerin bu yenilenme üzerinden yeniden dayatılarak, halkın ayağa kalkışıyla belirli bir zorlukla karşılaşmış olduğu kesin olan uluslararası burjuvazi ve emperyalizmin egemenliğinin yenilenmiş olarak sürdürülmesi taktiği izlendi.
Emperyalist etkinlik ya da “toplum mühendisliği” girişimleri tabii ki hiç durmadı. bin Ali devrilmeden önce, onun desteklemesi üzerinden, Tunus toplumu, neoliberal politikalar ve sürecin örgütlenmesi çerçevesinde iktisadi, sosyal ve siyasi, kültürel her yönüyle yeniden yapılandırılarak dizayn edilmeye çalışılmaktaydı. 14 Ocak’la birlikte, bu iş artık eski kaldığı yerden sürdürülemez oldu; ancak bu, uluslararası burjuvazi ve emperyalistlerin ellerini kollarını bağlayıp “kaderlerine” razı oldukları, sessizce yenilgiyi kabul ettikleri anlamına gelmedi. Bundan böyle bu etkinlik ve müdahaleler bin Alisiz ya da bin Ali’nin devrildiği koşullarda devam etti.
Eski başbakan Gannuşi’nin kurduğu iki “geçiş hükümeti” denemesi, işbirlikçileriyle bir arada emperyalist egemenlik ilişkilerinin eskisi gibi kalmadığını, ama özellikle iç dayanakları bakımından küçümsenmez biçimde zedelendiğini ve halkın da, bilinç ve örgüt düzeyi bakımından yetersizlikleriyle boğuşsa bile, öyle beklendiği gibi, eski çerçeve hemen tamamıyla geçerli kalarak ve eski biçimler kullanılarak kolaylıkla bastırılamayacağını kanıtlayarak, başarısızlığa uğradı.
Gericiliğin başlangıçta toparlanmakta ve siyasal hegemonyasını ara vermeden sürdürmekte karşılaştığı güçlüğün önemli bir etkeni, Tunus İhvanı’nın etkisizliğiydi. Lideri Türkiye ve AKP’yi “model” olarak benimsediklerini ilan etmiş; ancak henüz örgüt eksikliğinden olduğu kadar, başbakan Gannuşi’yle, dolayısıyla yıllardır mücadele içinde olduğu ya da göründüğü eski rejimle işbirliği görüntüsü vermeye de hazır olmadığından, “geçiş hükümetleri”nde yer almaya eğilim göstermemişti. İşine gelen, başlangıç için halk ve ayaklanma yandaşı görünmek; geleneksel ilişkilerden güç aldığı için kolaylıkla yaygınlaşacağını öngördüğü örgütlenmesini ilerletmek ve güçlenmekti. Ama bir yandan da, dayanaklarıyla birlikte, çoktan iktisaden zenginleşmiş sosyal bir güç durumuna yükselmiş, neoliberal uygulamaların “nimetleri”nden yararlanıp palazlanmaktaydı.
Emperyalistler, İhvan’a el uzatıp anlaşma ve birlik çağrısı çıkarmada gecikmediler. Önü açıldığı için geniş dayanaklarını hızlı bir biçimde örgütlemeye girişen ve çabalarında hızla mesafe alan İhvan, çok geçmeden muhalefeti içinde birleştiren “Tunus Ulusal Kongresi”nden ayrıldı ve hemen her sorunda “Kongre” içindeki eski “ortakları” ile karşı karşıya gelir oldu.
Şimdi Tunus’ta Kurucu Meclis seçimleri yaklaşırken, eskiden bin Ali’nin bekçiliğini yaptığı düzen, Batılı emperyalistler ve yerli burjuvazi tarafından kucak açılan yeterince palazlanıp semirmiş İhvan’ın da katılımıyla onarımdan geçirilme sürecindedir. Ancak bu “onarım”, kuşkusuz ki, henüz bastırılmasına güç yetirilemeyip sürmekte olan halkın demokratik mücadelesi koşullarında gerçekleştirilmeye çalışılmaktadır. Şimdilik emperyalist müdahale, açıktan silahlı vb. biçimler kazanmamış haliyle ve örtük olarak bu kapsamıyla yürütülmekte; Tunus İşçileri Komünist Partisi (PCOT) ile birlikte 14 Ocak Cephesi’nde yer alan devrimci demokratik güçlerle, Cephe’yle birlikte liberallerin bir kesimini de içinde barındıran daha geniş bir birlik olan “Ulusal Kongre” ise, emperyalistlerin desteğindeki tekelci düzenin yeniden inşası çabalarının karşısında saf tutarak devrimi derinleştirip ilerletmeyi hedeflemektedir.
MISIR’DA AYAKLANMA VE MÜDAHALE
Mısır’da da, Mübarek rejimi günlerinden bu yana benzeri bir süreç işlemektedir.
Mübarek, işbirlikçisi olduğu Batılı emperyalistlerin olağanüstü desteğini arkasına alarak, Ortadoğu’da bir “koçbaşı” rolü oynamaktaydı. Mısır, sadece dünya kapitalizmine sıkıca bağlanmak ve uluslararası tekellerin yağmasına kapıları ardına kadar açmakla kalmamış, bunun bir gereği olan neoliberal politikaların da eksiksiz bir uygulama alanı haline getirilmişti. Mübarek, ailesinin en başında yer aldığı tekellerle uluslararası kapitalizme bağlanmış Mısır ekonomisini koruyup kollayan rejiminin başında, Mısır siyasal yaşamını da tekeline almıştı. Bu haliyle Mübarek otokrasisi, sadece emperyalizmin değil, ama onun Ortadoğu’daki aleti olan İsrail Siyonizminin de stratejik ortağı ve başlıca dayanaklarındandı.
Batılı emperyalistlerle Mübarek ilişkisi, gelişmeler olağan seyrettiği ve Mübarek Batılıların işlerini görebildiği, halkını buna razı edebildiği sürece, “diktatörlük” vb. gibi herhangi gerekçeyle birincilerin ikincisinden kurtulmak isteyeceği türden bir ilişki değildi. Tersine, Batılı emperyalistler ellerindeki tüm imkanlarla Mübarek ve otokrasisini desteklemekte, Mübarek de onların her türlü işlerini görmekteydi.
Batılıların Mübarek ve otokrasisinden “kurtulma”yı tasarlamaları için hiçbir gerçek neden bulunmuyordu. Kimilerinin açıktan ileri sürdüğü, kimilerinin de ima ettikleri üzere Mübarek otokrasisi “bürokratik” vb. niteliği dolayısıyla neoliberal politikalarıyla tekelci kapitalizm ve emperyalistler açısından bir engel değil, aksine bu politikalarla tekellerin tüm amaçlarını gerçekleştirmelerinin dayanağı ve bekçisi durumundaydı.
Özetle, silahlı biçimler almamıştı, ama Mübarek döneminde süreğen bir emperyalist müdahalenin alası vardı.
Mısır’da ayaklanma patladığında, emperyalistler ve gericilik Tunus’taki denli hazırlıksız yakalanmadı; ama yine de geri çekilmek ve Mübarek’e de “yol vermek”ten başka çare bulamadı.
Hazır anti-emperyalist yönelimlerini de açığa çıkarmamış ve güvenilir saydıkları orduyu “baş tacı” etmeye yatkın görünüyorlarken, ayağa kalkan milyonların öfkesinin hedefi olmaktan kaçınıldı. Tunus’taki gibi, halkın bilinç ve örgüt düzeyinin gelişkin olmayışına güvenildi. Bir diğer güvendikleriyse, halkın üzerine sürmeyip “hakem” rolü oynamak üzere kenara çektikleri orduydu.
Bir diğer önemli yenilenme, özellikle ilk kurulduğu Mısır’da ciddi bir güce sahip olan ve on yıllardır otokrasi tarafından siyasetten dışlanan Müslüman Kardeşler’in düzenin dayanakları arasına katılarak değerlendirilmesiydi. İhvan, Tunus’ta olduğundan da ileri boyutta bir palazlanma ve neoliberal politikalarla uyumlanma içindeydi. Üstelik başlangıçta ayaklanmaya katılmayarak emperyalistlerin beklentilerini boşa çıkarmamış, sonradan az-çok gözlemci konumunu aşsa bile, kesinlikle halk ayaklanmasını ilerletici bir etken olmamaya özen göstermiş, tecrit olmamaya elverecek kadar “içinde” yer aldığı halk eylemini her kritik pozisyonda geriletmeye, bastırılmasına katkı sağlamaya yönelmişti.
Ancak emperyalist müdahaleler ve buna bağlı “yenilenme” girişimleri, Mısır’da tanık olduğumuz tek güncel süreç ya da Mısır’da baştan beri tüm olan bitenler Batılı emperyalistlerin “toplum mühendisliği”nden ibaret “renklendirmeler” değildir. Nasır’dan bu yana her yönüyle Batılı emperyalistlerin güdümündeki Mısır Ordusu ve devrimin gelişiminde tuttuğu yerle İhvan’ın bu ülkedeki gücü ve gidişatı etkileme imkanlarına bakmakla sınırlı, kolaycı değerlendirmenin tersine, Mısır’da da bir “renkli devrim”le karşı karşıya değiliz.
Ayağa kalkan halkın sömürü ve zorbalıktan kurtulma özlemiyle ekmek ve özgürlük talepli eylemini hedefinden saptırıp denetim altına alarak bastırmaya ve devrimi püskürtmeye yönelik emperyalist müdahaleler, evet, değişik koşullarda değişik biçimler kazanarak, eskisinin bir devamı olarak süregitmektedir. Ama işte, tüm bu yenilenmiş müdahaleler, milyonların ayakta oldukları devrim koşullarında, yerine halk iradesine dayalı bir yenisini koymayı başaramasa bile, Mübarek rejimini deviren halk ayaklanmasının zaferinin meyvelerini toplamaktan henüz tamamen alıkonulamadığı ve Mısır devriminin emperyalizmin desteğindeki Mısır karşı devrimiyle hesaplaşmasının hâlâ tamamlanmaktan uzak olduğu bu asıl damgalayıcı sürece paralel ve onunla iç içe sürmektedir. Emperyalist müdahale, Mübarek’e “git” diyen Batılıların genel olarak “Arap Baharı”, özel olarak da Mısır’ın “demokratikleşmesi”ni çıkarlarına uygun olduğu için destekledikleri yönündeki emperyalist iddialarla liberal solcular tarafından bu yönde yaratılmak istenen tüm ters-yüz etme çabalarına karşın, zaten bütünüyle Arap ayaklanmalarına, ayağa kalkan halklar ve dönüştürücü hareketlerine karşı, yozlaştırma, bastırma ve ezmeye yönelik olarak gündemdedir. Bu, ayaklanmadan önce de, sonra da böyledir. Talan ve tahakküm koşullarına sahip olma amaçlı müdahale, dün ayaklanmanın önünü kesmeye yönelikti, bugünse ayaklanmış halkı ve mücadelesini saptırıp dağıtmaya, bastırmaya yöneliktir.
Emperyalist müdahalenin başlıca aleti ve kaldıracı durumundaki iki örgütten biri olarak, her burjuva diktatörlüğünün temel kurumu olan ordu, bugün Mısır’da başlıca gerici otorite durumundadır ve büyük burjuvazi adına iktidarı elinde tutmaktadır. Eski Savunma Bakanı Tantawi ile Genelkurmay Başkanı H. Enan’ın 1 ve 2 nolu isimler oldukları Yüksek Askeri Konsey, karşı devrimin devrim karşısındaki başlıca yığınağını yaptığı sevk ve idare merkezi pozisyonundadır. Kuşkusuz tüm eski gericilik örgütleri ve sosyal dayanakları tarafından baş tacı edilmektedir. Bir diğeri ise, emperyalist müdahalenin ikinci aleti ve yenilenmesinin önemli bir kaldıracı durumundaki Müslüman Kardeşler’dir.
Grev ve gösterilerin yasaklanması, Tahrir Meydanı’nın boşaltılmasının dayatılması, Mübarek ve döneminin özellikle başkaldıran halka saldırı emirleri veren ve öldürülmeleri sorumluluğunu taşıyanların yargılanmalarının savsaklanması, giderek tüm otoriteyi elinde toplamaya başlayarak yükselen ordunun “geçici olarak” aldığı iktidarı iade etmeye yanaşmaması; başlangıçta özellikle “hakem rolü”yle orduya bel bağlayarak yatışma görüntüsü veren milyonların, beklentileri gerçekleşmeyince yeniden sokak ve meydanları doldurmaya başlamalarına götürdü. Ordu devrimi akamete uğratmak üzere yönetime el koydu, bu doğrultuda İhvan’ın da desteğini sağladı; ancak yatışma kolay sağlanacak gibi görünmüyor.
Birkaç Cuma gösterisine katılmayan İhvan’ın ise halktan aldığı tepkiler hiç de küçümsenir türden olmadı ve “iki arada bir derede” tutumuyla idare etmek zorunda kalan İhvan, açıktan emperyalistler ve gericilerin yanında saf tutmaya cesaret edemedi. Ordu da çıkardığı yasakçı kararnamelerin bazılarından geri adım atma durumunda kaldı. Örneğin Mübarek’e karşı ayaklanma sırasında halka karşı zor kullanarak katliamlar yapan polis teşkilatının, aralarında İçişleri Bakanı üst düzey yardımcılarından on tümgeneralle 505 general de bulunan 700 civarında yetkilisi görevden alındılar. Mısır tarihinin bu en büyük temizliği, önceki birkaç denemede püskürtülüp dağıtılan devrimi sürdürmede kararlı on binlerin yine tam da Cuma çağrılarıyla Tahrir’de sürekli “kamp kurması”na denk geldi. Grev ve gösteriler durmazken, tecrit olmaktan kaçınmak üzere İhvan da bu gösterilere katılma çağrılarına yarım ağızla destek olur görüntü verdi. Şimdi İhvan, Mübarek zamanında görünüşte otuz küsur yıldır “can düşmanı” olan Mübarek’in Mısır Yüksek İdare Mahkemesi tarafından kapatılmış olan Ulusal Demokratik Parti’sinin başında bulunan İhvan tarafından bir suikastla öldürülen eski başkan Enver Sedat’ın yeğeni Talat Sedat tarafından –bir sözcük eksiğiyle– eski partinin yerine kurulan yeni parti olan “Ulusal Parti” ile ittifak halinde seçimlere hazırlanmaktadır ve bu seçimlerden herhalde ciddi bir oy alacaktır. En son İsrail Elçiliği’nin basılmasında yönlendiricilik yapan, devrim sürecinde örgütlenen ve daha çok gençlik içinde etkili 6 Nisan Hareketi ile Mahalla Direnişi’nden gelen ve emekçiler içinde etkiye sahip Kifaye Hareketiyse meydanlarla sokakları boş bırakmama eğilimindedir.
Emperyalist müdahale, şüphesiz henüz silahlı biçimler almadan ve üstü örtülü olarak, Mısır gericiliğini desteklemek ve devrimi bastırmak üzere devam etmekte; ama tüm bilinç geriliği ve örgütsüzlüğüne rağmen, mücadele içinde bu yönde sağladığı ilerlemelerle açıklarını kapatmaya çalışan halkın mücadelesi ve devrim de sürmektedir.
LİBYA’DA AYAKLANMA VE NATO MÜDAHALESİ
Libya, Tunus’la Mısır’dan farklı bir görüntü vermektedir ve açık emperyalist silahlı müdahale koşullarıyla kendi özgünlüğüne sahiptir.
Emperyalist müdahale ve halkın kendi talepleriyle ayaklanmasının bu ülkede de iç içe geçen süreçler oluşturduğu, neoliberal ekonomik süreçlere tamamen adapte olmamış Libya’nın müdahale ve devrim süreçlerinin ikisi açısından da belirli bir role sahip olmuş olan bir diğer özgünlüğü ise, aşirete dayalı toplumsal yapı ve aşiretlerin etkinliğidir.
Libya’nın bir Mısır ve Kaddafi’nin de bir Mübarek olmadığı bu ülkeye emperyalist müdahalenin evveliyatının olduğu şüphesizdir. ’70 ve ’80’lerde dünyanın ABD ve SSCB olmak üzere iki süper emperyalist devlet tarafından paylaşılma mücadelesi koşullarında, Kral İdris’i deviren Kaddafi’nin 1969’da iktidara geldiği Libya, Sovyet sosyal emperyalizmine eğilim gösteren az-çok bağımsız bir ülke pozisyonuyla ABD ve Batılı emperyalistlerin öfkesini üzerine çekmiş, düşmanlıklarını kazanmıştı. Zengin petrol yatakları üzerine kurulu olan Libya ve aşiret dünyasından gelip aralarına “katıldığı” ve çöl çadırında ağırladığı dünya elitlerinin “yaramaz” ve “güvenilmez çocuğu” durumundaki Kaddafi; Sovyetler Birliği’nin çöküşünün ardından Irak ve Saddam’ın akıbetinden kendilerini sakınmayı başarsalar ve belirli bir boyun eğmeyle dünyanın yeni koşullarına uyumlanmaya çalışsalar da, emperyalistler açısından güvenilirliklerini kanıtlamış değillerdi. Şüphesiz dayatmaları şurasından burasından çeşitli yönleriyle uygulanma alanı bulmuş olsa bile, neoliberal bir yeniden yapılandırmadan geçmemiş, serbest piyasa ekonomisiyle tam bir “neoliberalizm çiftliği”ne dönüşmemiş Libya, hâlâ Kaddafi’nin çiftliğiydi. Batılılar Lockerbee’den geri adım atan ve emperyalist dayatmalar karşısında sessiz kalan Kaddafi ve Libya’sına petrolün yüzü suyu hürmetine katlanmaktaydılar. Önemli olan Libya petrolünün garanti altına alınmasıydı ve Libya’da hüküm süren ve halkını kontrol altında tutan Kaddafi de emperyalistlere bu olanağı sağlamış görünüyordu.
Bu görüntü sürerken, Tunus ve ardından Mısır’da patlayan halk ayaklanması Libya’yı da etkiledi ve özgürlük talebiyle Libya halkı da ayağa kalktı. Libya’da halk ayaklanması ve devrim, Tunus ve Mısır’a kıyasla daha karmaşık bir gelişme gösteren Libya’ya özgü sürecin bir yönü ya da iç içe geçen iki süreçten biri olarak şekillendi.
Bu kez halk, Mısır ve Tunus’tan da geri bilinç ve örgüt düzeyiyle ayaklandı. Halkın ayağa kalkışında, Libya’nın gerçeği olan aşiretlerin, dolayısıyla aşiretler arası çelişme ve sürtüşmelerin önemsiz sayılamayacak bir payı oldu. Halk ayaklanmak için yararlanacağı örgüt formlarını hazır buldu; ancak bu, başlangıcında kolaylaştırdığı ayaklanmanın başlıca zaafını oluşturdu. Geleneksel toplumsal bilinç kadar geleneksel örgüt formları da halkın harekete geçmesini kolaylaştırmasına kolaylaştırmıştı; ancak bu eski biçimler halka ait değillerdi ve giderek kendilerini, şüphesiz kendilerinde içerili feodal burjuva karakterli sınıf ilişkileri ve inanış ve düşünme biçimleriyle birlikte halka dayattı ve halkı, ilerleme yerine geriye boyun eğmeye zorladılar.
Aşiret yapısı ve ilişkileri, zamanında İtalyan emperyalizmine karşı işe yaramıştı; ama bu, geçmişin dünya ve geri kapitalizm koşullarında böyleydi. Günümüzdeyse, bu ilişkiler ve toplumsal örgüt biçimleri de özellikle petrol üretimi ve ticareti üzerinden gelişen kapitalizme bağlandılar ve kuşkusuz uluslararası tekelci kapitalizmin, mali sermayenin sarıp sarmalayan ve denetim altına alan egemenliğinin çekim gücü ve etkisinden azade değiller. Aşiretler, emperyalistlerle, mali, iktisadi, ticari ve tabii ki siyasal nitelikli olmak üzere, çoğunlukla başında Kaddafi’nin oturduğu burjuva devlet cihazı dolayımıyla ilişkilendiler.
Libya’da devlet otoritesinin, sınıf iktidarının örgütlenmesi, neredeyse bir aşiretler konfederasyonu biçimindeydi. Önemlileri ağırlıklı olmak üzere çeşitli aşiretler devlet iktidarını aralarında “paylaşmış” durumdaydılar. Bu “paylaşım”, Kaddafi’nin kesin ve tartışmasız “orkestra şefliği” altında, ona bağlı olarak gerçekleşmiş olsa bile, yine de bir “paylaşım”dı ve her paylaşılmış “şey” gibi, paylaşanlar arasında şüphesiz ki rekabeti varsayıyor ve “paylaşım”, ancak gündeme geldiği zamanın verili güç ilişkileriyle belirlenmiş koşulların ürünü olabiliyor ve yine ancak bu koşullar değişmediği sürece geçerli kalabiliyor, koşullardaki az-çok önemli değişiklikler karşısında kendisini açığa vurmak üzere yeni bir paylaşım ve bunun için dağılma unsurlarını içinde taşıyordu. Bir yönüyle Kaddafi’nin “birleşik” egemenliği gibi görünen, ama gerçekte aşiret dalaşma ve çekişmelerinde beliren bu siyasal parçalanmışlık, emperyalist müdahaleler için de olağanüstü elverişli imkanlar sunmakta, emperyalistler işbirlikçi adaylarını bu çekişmeli yapı içinden derlemekteydiler.
Libya’da halk bir kez ayağa kalkıp eski uzlaşma ve birliklerle “paylaşılmışlıklar”, üzerine oturdukları zeminden yoksun kaldığında, “kartların yeniden dağıtımı” her açıdan zorunlu hale geldi.
Halk, Kaddafi rejiminin zulmüne karşı, onunla çekişme halindeki aşiretlerin merkezilendiği Bingazi bölgesini üs edinerek, Kaddafi ile çekişmeleri büyümüş olan aşiretlerin desteğinde ayaklandı. Aşiretlerin tabanından ayaklanmayı ilerletici katılımlar olduğu kadar, yukarıdan, aşiret reisleri ve şeyhlerden genellikle geriletici katılımlar geldi. Ve Kaddafi’yi devirmeye güç yetiremeyen halk ayaklanması, giderek Trablus ve Bingazi aşiretleri arasına sıkışarak ikincilleşmeye zorlandı. Bu, “zor yolu” ile olmadı kuşkusuz, daha çok, ayaklanmanın, başarısız kalan ilerleyişinin Kaddafi tarafından püskürtülmesiyle aşiretler ve baskın duruma yükselme eğilimi gösteren mücadeleleri arasına sıkışıp kendisi olmaktan uzaklaşma dayatmasıyla yüz yüze kalmasıyla gerçekleşti.
Kaddafi, Batılı emperyalistlerle başlıca pazarlık gücünü oluşturan petrolün akışını garanti eden halk üzerindeki kontrolünü kaybetmiş, eski “güvenilmezliği”nin yanına eklenen artık işe yaramazlığıyla da emperyalistler bakımından tümüyle anlamsızlaşmış, gerekli olmaktan çıkmıştı. Bir bin Ali ya da Mübarek olmadığı kesindi; emperyalistler daha iyi bir başkası olmadığı ve petrolle halkı o denetimi altında tuttuğu için Kaddafi’ye ses çıkarmamaktaydılar. Durum değiştiğinde, duraksamadan yeni alternatif arayışına girdiler.
Aslında arayışları daha önce başlamış, emperyalistler, eski devlet yapılanmasının yönetim mevkilerinde bulunanlar ve onların aşiretleriyle –özellikle uluslararası ziyaret ve görüşmelerde– fazla zorlanmadan kurabildikleri ilişkiler çerçevesinde yakınlıklar ve ötesinde işbirliği imkanlarını daima değerlendirmeye almış olmalıydılar. Çünkü daha ayaklanmanın ilk günlerinde eski konfederal görünümlü devlet makinesinin dişlileri çatırdamaya ve saf değiştirmeler ortaya çıkmaya başladı. Bu “kolay” saf değiştirme, halk hareketinin etkisiyle olmaktan daha çok, en başta aşiret parçalanmışlığı nedeniyleydi. Ancak o güne kadar sürdürülen ilişkilerin de katkısıyla, bundan böyle işlerin eskisi gibi gitmeyeceği ve emperyalistlerin yeni dayanaklara ihtiyaç hissedeceklerini çoktan kestiren gerici aşiret reis ve devlet kademelerinde yer almış aşiret bağlantılı eski bürokratların emperyalistlere bağlanmaya can atma yönelimleriyle Batılı emperyalistlerin müdahale için fırsat arayışlarının kesişen güncelliği nedeniyle de kolay saf değiştirmelere tanık olundu. Temmuz ortalarında Türkiye tarafından da Libya adına tanınan Bingazili eski “muhalifler” olan yeni iktidar sahiplerinden “Libya Ulusal Konseyi”nin başkanlığını üstlenen, eskiden içişleri bakanlığı da yapmış olan Kaddafi’nin son Adalet Bakanı A. Celil’le, ardından kurulan geçici hükümetin başına getirilen, eskiden “Askeri ve Dışişlerinden Sorumlu Kriz Komitesi”nin başkanı M. Cibril ve başlangıçta “muhalifler”in askeri komutanlığını üstlenen ama Trablus’u hedefleyen son saldırı öncesi bir suikasta kurban götürülen az-çok bağımsızlıkçı Abdülfettah Yunus’u ikinci plana iterek yanına “eş” komutan olarak kendisini dayatan Batı hayranı işbirlikçi yeni askeri şefin kişilikleri ve ilişkileri, bu söylenenlerin kanıtıdır.
Fransa’nın başını çektiği, sonradan NATO operasyonuna dönüşen emperyalist müdahale bu zemin üzerinde başladı ve halkı etkisi altına alan aşiret önde gelenleri, NATO’yu ülkelerini bombalamaya davet ederlerken, Kaddafi’nin kan dökücü paralı askerleriyle egemenlik peşindeki “muhalif” aşiretler arasına sıkışarak düşürüldüğü açmazdan kurtulma özlemi içindeki halkın beklentilerini de bu tutumlarına alet ettiler. Ancak kendisini hazırlayıp olanaklı hale getiren koşulların yaratılması süreciyle ardından gelen müdahale süreci, bu ikisi, patlak veren halk ayaklanmasının ileri atılışının “sonunun başlangıcını” ilan etmiş oldular; halk, talepleri ve mücadelesiyle geriletilip büyük ölçüde püskürtüldü ve halkın mücadelesinin de üzerine basarak onu Kaddafi’nin yerini alma mücadelelerinin kaldıracı olarak kullanmada küçümsenmez başarılar kazanıp önemli mesafeler alan emperyalistlerin desteğindeki Libya’nın yeni “sahip”lerinin önü açıldı. Henüz bütünüyle noktası konmamış ve deneylerinin kazançları halkın belleğine kazınacak olsa da, Libya halk ayaklanmasının yenildiğini söylemek yanlış olmayacaktır; Libya halkının, hiç değilse şimdilik Kaddafi ile Batılı emperyalistlerin desteğindeki Bingazi’li yeni iktidar sahipleri arasına sıkışmışlığından kurtularak yeni bir atağa kalkması olasılığı oldukça küçük görünmektedir.
Ancak kuşkusuz geri kalan Arap halklarına çıkarılmış eylemli bir gerici manifesto niteliğiyle sonuçları Libya’yla sınırlı olmayan bu müdahalenin kendisi kadar, ABD’nin Arap halklarının tepkisini üzerinde toplamamak için başını çekmekten çekinmesi de, Tunus ve Mısır bir yana, Libya’da olup bitenin de bir “renkli devrim” olarak emperyalist bir toplum mühendislinden ibaret olmadığını kanıtlamaktadır. Emperyalistler, evet, kendileri için bir “biçilmiş kaftan” olmayan Kaddafi’den kurtulmak istemişlerdir; ama bu, Kaddafi halkını kontrol edemez hale geldikten sonra aktif hale gelen istekleridir. Ve emperyalist müdahale, asıl olarak ayağa kalkan Libya halkının petrol akışını tehdit eden mücadelesi ve bir devrim ihtimalini bastırmak üzere gerçekleştirilmiş, yoksa halk ve mücadelesinin oluşturduğu asıl değişken sabitken, emperyalistler, rejiminden hoşnut olmasalar bile, “haydi, şu Kaddafi’den kurtulalım!” deyip müdahaleye girişmemişlerdir. Tunus ve Mısır’ın ardından, emperyalist müdahaleye ve bu müdahale Libya’nın yeniden yapılandırılmasını misyon edinmesine rağmen, Libya da, emperyalistlerin toplum mühendisliğinden ibaret bir örnek olarak değerlendirilemez. Burada da aşağıdan gerçek bir halk hareketi baş göstermiş, müdahale, tabii ki bir mühendislik çalışmasını da amaçlayarak, ikinci ve paralel bir süreç olarak birincisini karşılayıp önünü kesmeye yönelik düzenlenmiştir.
Mısır’dan farklı olan Libya’da emperyalistler, NATO eliyle, bir Mübarek olmayan Kaddafi’yi sonunda devirmişlerdir. Mısır’da örneğin Batılı emperyalistler böyle bir “yıkıcı rol” üstlenmezken Libya’da üstlenmeleri, “renkli devrim” yandaşları için eğitici olmalıdır. Ötesinde, Libya’da yalnızca Kaddafi ve rejiminin değil ama halk ayaklanmasının da üstesinden gelinmesi, emperyalistlerin hava harekatı ağırlıklı olmak üzere doğrudan askeri müdahalelerini zorunlu kılmıştır. Ancak Libya’da artık ayaklanmacıları kastederek kullanılan “muhalifler” ya da “isyancılar” öylesine ayaklanan halk olmaktan çıkmışlar ve “halk adına” öylesine bir “zafer” kazanmışlardır ki, “renkli” Milliyet gazetesi bile dış haberler sayfasının manşetini “bir garip zafer” olarak atmıştır. Kazanılan “zafer”in, Kaddafi gibi bir zalimin devrilmesi bir yana, halkın bir kazanımı olmakla uzaktan yakından ilgisi yoktur. Yerine bir başka halk düşmanı zalimin gelişinin koşulları çoktan hazırlanmıştır.
Ve “muhalifler”in Trablus’a girişinin ardından kısa sürede ortaya çıkan, üstelik gerici burjuva medyaya yansıyan gelişmeler şöyledir: Fransız Liberation gazetesinin yazdığına göre, parçalı bir yapı gösterse de bugün Libya’da iktidar erkini elinde tutan Libya Ulusal Geçiş Konseyi’nin Katar yönetimine gönderdiği 3 Nisan tarihli bir mektupta “Libya petrolünün yüzde 35’inin Fransa’ya verilmesi konusunda anlaşmaya varıldığını” belirtmiştir. Fransız Dışişleri Bakanı A. Juppe “Muhalifleri destekleyen ülkelere Libya’nın inşasında öncelik verilmesi gayet mantıklı bir durum” olduğunu söylemektedir. Bu sadece bir örnektir ve tüm Batılı büyük devletler sadece petrolünü değil, ama tümüyle Libya’yı aralarında paylaşmış durumdadırlar. Aşiret ve sair “doğal” ve siyasal örgütler, hakimiyet bölgelerini, neredeyse Amerikan “Vahşi Batısı”nı iskana açılması döneminde yerleşimcilerin yaptıkları gibi çitlerle çevirerek, “tapulu malları” ilan etmişlerdir. Aynı şey, ülkenin Trablus dışındaki bölgeleri bakımından da geçerlidir. Trablus’un şu semtinde şu aşiret, bu semtinde bu aşiret egemendir ve kuşkusuz ki bu küçük egemenlikler, kendilerinden menkul değillerdir, ama her biri birer emperyalist ülkeye dayanmaktadır. Öyle ki, NATO müdahalesine karşı tutum alan Almanya ve Rusya ile birlikte Çin de, “zafer”den sonra şimdi muhaliflere “yatırım” yapmamış olsalar da “kâr” peşine düşmüşler, Libya’nın “yeniden imarı” konusunda “yardım vaadleri”nde bulunmuşlardır. Türkiye bile, “kırıntı” peşinde “yeni Trablus”’ta elçiliğini ilk açan ülke olmakla öğünmektedir.
Emperyalistler, aralarındaki rekabeti de dikkate alarak bu sonucu elde edebilmek üzere, başından beri, sadece “hava harekatı” öngörmüş BM’nin kararlarına aykırı biçimde “muhalifler”e silah ve mühimmat yardımı yapmalarının yanı sıra doğrudan kara harekatı da düzenlemişlerdir. Newsweek ABD’nin “Libya Devrimi” için 1 milyar dolar harcadığını yazmış, Pakistan Nation gazetesi ise CIA’nın Afganistan’dan 1500 silahlı kişiyi Kaddafi’ye karşı savaşmak üzere Libya’ya naklettiğini aktarmıştır. Guardian İngiltere’nin oluşturduğu “Libya Petrol Hücresi” isimli bir birim Kaddafi egemenliğindeki Trablus’a yakıt akışını durdurup petrolü “muhalifler”e yönlendirmiştir. Devrildikten sonraysa İngiliz ve Fransız SAS komandoları “muhalifler”le birlikte Kaddafi’yi “aramakta” ya da şimdiden “çiftlikleri” çevirmeye giriştikleri bu ülkede mevzilenmektedirler.
Halk muhalefetinin yenildiği Libya’yı “kimin elinin kimin cebinde olduğunun belli olmadığı” rakip emperyalistler ve işbirlikçilerinin egemenliğindeki uzun bir çekişme ve karmaşa dönemi beklemektedir.
ÖZGÜNLÜKLERİYLE BAHREYN VE YEMEN
Yemen ve Bahreyn örnekleriyse, dinamiği halk olan ayaklanma ve devrimle, dinamiği emperyalizm ve işbirlikçi gericilik olan, –kuşkusuz sonuç olarak “yeniden yapılandırma”yı hedefleyen– ve halkın mücadelesini kendi amaçlarına bağlayıp kullanmak üzere saptırma ve bastırma amaçlarıyla müdahale ve karşı devrimin iç içe süreçler olarak yaşanması bakımından öğreticidir.
Mısır’da Mübarek’e “git” diyerek, Libya’da ise silahlı müdahalede bulunarak “halkı koruma” ve “demokrasinin yerleştirilmesi”nden yana tutum aldıklarını iddia eden Batılı emperyalistlerle demokrasi uğruna savaşları dolayısıyla onlara övgüler dizen hınk deyicileri liberal solcular, nedense bu iki ülkede olan bitene ilgisizler ve Suriye’deki katliam haberleriyle dolup taşan kontrollerindeki medyada yine nedense uzun süre bu iki ülkedeki gelişmelerle ilgili hiç bilgiye rastlanmadı. Aylar sonra, “renkli medya”dan Yemen üzerine kısa haberler alınmaya başladı ki, anlamı, herhalde, muhalefetin, böylesine “kendi haline bırakılıp” görmezden gelinerek Yemen sorununun hal yoluna konulmasını olanaksız kılacak denli güçlü olması ve Batılıların bu muhalefeti dikkate almadan işin içinden sıyrılamayacaklarını görmüş olmaları olmalıdır. Bahreyn üzerine “ölüm sessizliği”yse sürmektedir.
Otokrat Kralıyla dünya kapitalizmine bağlanmış olan, neoliberalizmin geçer akçe olduğu Bahreyn’de, göreceğimiz gibi, Suriye’de iddia edilenden çok daha güçlü bir mezhep/iktidar ilişkisi var. Suriye’nin tersine Bahreyn’de Şiilik ezilen mezhep durumunda ve nüfusun büyük çoğunluğunu (yüzde 80’den fazlasını) Şiiler oluşturuyorlar. Sünni Kral ise mutlak otokrat ve Sünniler egemen mezhep durumundalar. Şüphesiz ki mezhep bölünme ve çekişmeleri Kral tarafından iktidarını sürdürmenin bir imkan ve dayanağı olarak kullanılmaya çalışılıyor. Yoksa asıl olarak, Kral ve “birinci kemanı” olduğu etrafındaki “elit” para babası takımı, yoksullukları rağmına egemenliklerini perçinledikleri halkı özenle devlet işlerinden dışlamayı sürdürmekle kalmadı, buna yönelik her itirazı şiddetle bastırdılar.
Tunusluların tetiklediği iş, ekmek ve özgürlük özleyen halkların hoşnutsuzluk ve tepkiyle ayağa kalkışları Bahreyn’e ulaştığında, başlangıçta Tunus ve Mısır’dakine benzer bir öfke patlaması yaşandı ve krallığa duyulan nefret sel olup taştı. Ama arkasında emperyalistler ve başlıca müttefiki ve destekçisi Suudiler bulunan Kral ve egemen oligarşi, devreye hemen mezhep çekişmesini sokarak, hiç değilse halk içinde belli bir taban tutma yoluna gittiler. Kısa sürede yayılan ayaklanma, Suudilerin bin kişilik olduğu söylenen ilk askeri birliğinin Bahreyn’e, tabii ki Kral’ın daveti üzerine ve işgalci ya da müdahaleci sayılmadan girişleriyle hunharca bastırılmaya çalışıldı. Suudiler hâlâ Bahreyn’deler ve işgal birliklerinin sayısı arttırılmış durumda. Üstelik yanlarına Ürdün ve Birleşik Arap Emirlikleri’nden askeri birlikler de eklendi.
Emperyalistler ve gericilerin “özgürlük destekçilikleri”ne dair iddialarsa Bahreyn kapılarından içeri giremedi, giremiyor. Libya’da halka zulmettiği ve helikopterlerden ateş yağdırarak katlettiği gerekçesiyle, “halkı savunmak için” Kaddafi ve “zulüm rejimi aleyhine” müdahale edenler, sıra Bahreyn’e geldiğinde taraflarını şaşırdılar; bu kez “Kral’ı savunmak için”, zalim otokratik rejim lehine ve halka karşı ve halkı katletmek üzere müdahale ettiler ya da ön ayak oldukları silahlı Suudi müdahalesine hiç ses çıkarmadılar. Halk Libya’da da, Bahreyn’de de ateş altındaydı; ama bu nedenle Libya’ya silahla müdahale edenler, aynı neden eksiksiz geçerli olmasına karşın Bahreyn’de halkı kavuran ateşi harlamayı “tercih” ettiler, Suudi birliklerini halkın üzerine salarak Kral’ın halka ateş açmasını destekleyip şiddetlendirdiler. Aslında söylem ve görüntü bir yana, Libya’da da aynı şeyi yapmış, Kaddafi’nin halka yönelik zulmünü ileri sürüp, tüm ülkeye bomba yağdırarak, halkı, mücadelesini ve giriştiği ayaklanmayı bombardımanın dumanı altında boğmaya koyulmuşlardı. İki ülkede taktik farklıydı sadece; Mısır’da Mübarek’i desteklemeye devam etmenin yol açacağı riskler, (İran faktörü de değerlendirildiğinde) mezhep ayrılıklarıyla Bahreyn söz konusu olduğunda, ölçek küçüklüğünün de kolaylaştırıcılığında göze alınmıştı. Bahreyn, ta başından emperyalist müdahalenin alanı ve uluslararası kapitalizmin “Körfez şubesi” gibiydi; Kral başından beri topraklarında büyük bir askeri üsse sahip Batılı emperyalistler tarafından desteklenmekteydi ve halkın ayaklanmasıyla yüz yüze kaldığında, kendi kurtuluşunu yakınlaştıracak halk ya da bundan kaçınılabilse bile İran’la yakın duracak Şiilerin olası öne çıkması daha riskli bulunduğu ve isyanın üstesinden gelineceğine de inanıldığından, hiç “git” denmedi; “hizmetlerinin” ve sunduğu üs olanağının karşılığı olarak yardımına koşuldu ve müdahale, yeni bir aşamaya yükseltilerek, bu kez Suudi –ve ardından Ürdün ve BAE– silahlı müdahalesiyle tamamlandı. Libya’nın ardından, Bahreyn’de de dışarıdan silahlı müdahaleyle ayaklanmanın bastırılması ve devrimin zorla ezilmesi yolu tutuldu. Görüldü ki, emperyalist Batılılar sadece yağmacı sömürgen çıkarlarının peşindedirler, yoksa sağcı ve solcu liberallerce iddia edildiği gibi “demokrasi”nin ve sözde Ortadoğu’nun liberalleştirilerek yeniden dizayn edilmesine “uygun düşmeyen otokratlar”ın değiştirilmesinin değil! Tersine, demokrasi düşmanı otokratlar, Bahreyn’de açıkça izlendiği gibi, emperyalistlerin savaş atını süren Suudi gericiliğinin desteklerine mazhar olan ve Batılıların arkalarında durup koruyup kolladıkları kendi adamlarıyken, otokratik rejimleri, kendilerine sunulmuş olanaklara erişim kapılarının ardına kadar açık olduğu talan alanlarını çevreleyip bekçiliğini yapmaktadır.
Ancak yabancı müdahale aracılığıyla geriletilmiş olsa bile, bir kez ayağa kalkmış olan Bahreyn halkı henüz taleplerinden vazgeçmiş ve bütünüyle püskürtülmüş değildir. Hala gösterileriyle meydanları doldurmakta ve muhalefetini sürdürmektedir.
Yemen’de durum fazlasıyla Bahreyn gibidir; tek farkla ki, bu ülkede muhalefet, aşiret parçalanmışlığı koşullarında doğal örgütlülüklere de dayandığı için daha güçlüdür ve Bahreyn’dekine benzer biçimde geriletilmekten de uzaktır. Libya’daki türden bir aşiret yapısına sahip olan, iktisaden fazla gelişmemiş Yemen, yirminci yüzyılın ikinci yarısının çoğunu geçirdiği ikiye bölünmüşlüğe yatkındır. Zamanında, dünya, 30 yıl kadar birbirlerine diş geçiremeyen Amerikan ve Sovyet sosyal emperyalizmi arasındaki hegemonya yarışı ve paylaşıma konu olduğunda, güney “Halk Cumhuriyeti” adıyla Sovyetlere yanaşık dururken, kuzeyse sade bir “cumhuriyet” olarak Batı yandaşlığına bağlanmıştı. Genellikle kuzeylilerle güneyliler arasında, kuzeydeyse en büyük aşiretlerden Hutsiler’le “iktidar” arasında çekişmenin sürmekte olduğu on yılların hoşnutsuzluk ve muhalifliğiyle aşiret parçalanmışlığı koşullarında, başkanlığının 33. yılında, A. Salih’e, tabii ki başında bulunduğu otokratik diktatörlüğe karşı, Tunus ve Mısır’dan tetiklenerek milyonların sokağa döküldüğü bir halk ayaklanması patlak verdi. İşsizlik ve yoksulluk gibi sonuçlarına karşı hoşnutsuzluk ve tepkisini ortaya koyan yoksul halkın neoliberal politika ve uygulamalarıyla tabii ki –feodal aşiret ilişkileriyle iç içe geçmiş haliyle yıkıcılığı daha da tahripkar hal almış– tekelci kapitalizmi hedef edinen ayaklanması, dolaysızca düzenin koruyuculuğunu üstlenmiş olan Salih otokrasisine yöneldi. Bunda Salih ve yandaşı aşiretlerle çekişme halindeki rakip aşiretlerin payı olmadı değil; ancak asıl halkın Salih otokrasisine karşı ayağa kalkışı, rakip aşiretler arasındaki çekişmenin şiddetlenmesine ve ülkenin yakın tarihini damgalamış bölünmüşlük deneyinin kolaylaştırıcılığında Salih ve yandaşlarıyla çekişen aşiretlerin rejim karşısında ve dolayısıyla pratik olarak ayaklanma yanında yer alarak hızla saf değiştirmesine götürdü.
Başlangıçta ayaklanma silahsız biçimlerle ortaya çıktı. Gösteriler, özellikle “Cuma Gösterileri” ve yine cumalara denk getirilen otokrasinin “güvenlik güçleri”nce katledilen göstericilerin cenaze törenlerinden oluşan “Ayrılma Günleri” başlıca biçimlerdi. Olağanüstü kitlesellik gösterilerin ayırt edici yanını teşkil ederken, bir başka ayırt edici yan, otokrasinin saldırganlığıydı. A. Salih’in de şansını deneyip, elindeki bütün imkanları kullanarak, kendi yandaşlarını yüz binlerle topladığı Sanaa’da, ayağa kalkan halk ise milyonlarla toplanmaktaydı.
Durumun vahametini gören ve saldırıyla ilerleyemeyeceğini anlayan A. Salih’in aslında bir dizi reform açıklamaları da yapıp işe yaramadıklarını gördüğünde Mübarek gibi bırakıp gitmesi beklenirdi. Ancak Batı’dan “git” çağrısı gelmedi. Mısır’da da böyle olsa ve kendisine kalsa, Mübarek de herhalde gitmeyi seçmezdi. Yemen Suudi Krallığı’na fazla yakındı ve “dayanışma”yla ayaklanmanın üstesinden gelinir gibi görünüyordu; bu şans kullanıldı. Ancak Bahreyn’deki türden mezhep bölünmüşlüğü ve çelişmelerinin kışkırtılmasıyla zayıflatılmamış Yemen muhalefeti ciddi bir güce sahipti ve Salih “iktidarı bırakmaya hazır” olduğu açıklayıp, otokrasinin yeniden organizasyonunda uzlaşma arayışına girdi. Ancak geç kalmış; kendi genelkurmay başkanı A. Muhsin Al Ahmar’dan başlayarak etrafı hızla boşalarak eski adamları saf değiştirip muhalefete katılmaya yönelmişlerdi. Devlet kademelerini de kapsayan bu toplumsal siyasal yarılmayla birlikte, ayaklanma ve çatışma silahlı boyuta sıçrayarak tırmandı. Muhalefet Salih’le uzlaşma görüşmelerinde bulunmayı reddederken, orduda bölünmeleri de kapsayarak yönetsel cihazdaki parçalanma ve aşiret örgütlenmesinin hız kattığı bir silahlanma ve muhalif askeri birlikler kurulması süreci kısa sürede ciddi bir mesafe aldı.
Sonunda, Haziran başında sarayında saldırıya uğrayan başkan A. Salih ağır yaralanarak Suudi Arabistan’a tedaviye gitti. Temmuz’un ikinci yarısında Salih Yemen’e geri döneceğini açıklamışken, bu, “sıhhî nedenlerle” ancak Eylül’ün son günlerinde gerçekleşebildi. Bir “gölge hükümet” kurduğunu ilan eden muhalefetse 17 kişilik bir “Geçici Konsey” oluşturdu ve ayaklanma ordusunun başına eski Savunma Bakanı Abdullah Ali Aleyva getirildi. Ayrıca “Konsey”in bir yeni anayasa taslağı hazırlayacağı ve Kurucu Meclis olarak 501 üyeli yeni parlamentoyu belirleyeceği açıklandı.
Yemen’de de “demokratikleşme yandaşlığı” iddiasındaki Batılılar ve savunucuları liberal solcular, Libya’da ayaklanan halkın yanında yer aldıklarını ileri sürüp Kaddafi birliklerini bombalayarak yaptıklarının tersine, ayaklanmacıların değil, ama ayaklanmanın hedef aldığı otokrasinin, Salih’in yanında yer aldılar. Suudiler Salih’e her türlü desteği sundular. Çünkü Libya’da “güvenilmez” Kaddafi’den farklı olarak Salih emperyalistlerin 33 yıllık kendi adamlarıydı, yerine yenisinin konulması arkasında durulup desteklenmesinden daha riskliydi ve hazırlıksız yakalanılan Tunus’tan farklı olarak, Yemen sorununun, halk ayaklanmasının tavizler yolu ve bir rejim değişikliği gerekmeksizin üstesinden gelinebileceği umuluyordu. Salih ülkesinde barınamayıp kaçıp Suudi Arabistan’a gitmesine rağmen Batılılar ve Suudiler gibi bölge gericiliğince aylarca desteklendi. Ancak bütün desteklere karşın duruma hakim olacak gibi görünmüyordu ve zaten daha yaz aylarında istifa edebileceğini açıklamış, ancak henüz kendisini hâlâ güçlü saydığı için yerine gelecekler üzerine pazarlığa oturmak istemişti. İplerin iyice elinden kaçtığı ve işleri toparlayamayacağı belli olduğunda ABD Salih’e iktidardan ayrılması “isteğini” iletmiş bulunuyor. Salih’se, Yemen’e döndüğünde, son bir umutla ve hemen muhaliflere bir ateşkes çağrısı yaptı ve ülkenin içine yuvarlandığı siyasal krizden çıkmasının tek yolunun taraflar arasında diyalog olduğunu ileri sürdü. Ama daha yazın bunun için geç kalmış olan Salih için artık yapacak ne diyalog ne de başka bir şey kalmadığı ve bölgede bir diktatörün daha şimdiden eskimiş ve gidici olduğu söylenebilir.
Özetle, Yemen’de emperyalist müdahale, ayaklanmadan sonra da, ayaklanma öncesindeki türden sürmektedir. “Renkli devrim” falan olmadığı gibi, emperyalistler ayaklanmaya karşı tutum içindedirler ve ama ayaklanma bütün bunlara rağmen sürmektedir. Ve Yemen’le ilgili olarak son gelen Batı kaynaklı haberler, muhaliflerin gücünün üstesinden gelinmesinin olanaksızlığının anlaşıldığı ve onlarla anlaşma arayışlarının başladığına işaret sayılacak türden, isyancıların sağladıkları ilerlemeleri ve güçlü gösterilerini sürdürdüklerini belirten türden haberlerdir.1
SURİYE’DE NE OLUYOR?
Peki, Suriye? Suriye’de ne oluyor?
Suriye de, kuşkusuz, “Arap Baharı” adı takılarak içi boşaltılıp yumuşatılmaya çalışan ayaklanma ve devrimler sürecinin dışında kalamadı. Hoşnutsuzluk bu ülkeye de sirayet etti.
Ancak Suriye, diğer Arap ülkelerinden, Tunus, Mısır, Bahreyn, Yemen’den ve hatta on yıla yakındır Batılı emperyalistlerle yeniden anlaşma yoluna girerek ekonomisini de liberalleştirmeye yönelmiş Libya’dan da farklıydı. Suriye de, yalnızca –kendisi de “aynı suyla yıkanmak”tan kaçınamayan– İran’la stratejik ortaklığına dayanarak ayakta durmaya çalıştığı uluslararası kapitalizmin “uçsuz bucaksız” dünyasında, bir ucundan sürüklenmeden edemediği neoliberal “serbesti” ya da piyasa ekonomisinin üstünlüğü”yle tanışmasına tanışmıştı. Ancak Rusya ile Çin’in belirli desteklerinden yararlansa bile, bir taraftan ABD’yle Fransa başta olmak üzere Batı kuşatmasının tehditkâr dayatma ve zorlamaları, bir taraftan da “sureti haktan görünerek” ama tamamen bu kuşatmaya dayanarak ve onu çerçeve edinerek Türkiye’nin yakın zamana kadar ortak kabine toplantıları, vizenin kaldırılması türünden yakınlık gösterilerinde belirmiş “yumuşak güç”le el uzatıp reformlara ve Batı’ya avdet etmeye çıkardığı davetiyelere karşın henüz kapılarını ardına kadar açmamıştı.
Artık hemen her sektörde yerli ve yabancı özel şirketler vardı. Örneğin çok sayıda yerli-yabancı banka, neon logolarıyla Şam, Halep ve diğer Suriye kentlerinin ana caddelerini süslemekteydi. Hâlâ isteyenler parasız “hizmet” veren kamu kurumlarından yararlanabilse bile, hem sağlık hem de eğitim alanında özel şirketler vardı ve özel hastane ve okullar çoktan açılmıştı. Ancak, Suriye, iktisaden ve zorunlu sosyal sonuçlarıyla Batı’yla uyumun olmazsa olmaz koşulu sayılan kısıtlamasız/engelsiz “serbest piyasa ekonomisi”ne henüz dönüşmemişti. Üstelik reform kararları alınmış, siyasi partiler ve seçim yasaları değiştirilmiş ve 5-6 ay içinde genel seçimler yapılacak olmasına karşın BAAS’ın tek parti rejiminden geçilecek Batı yandaşlığının “politik çoğulculuk” yüceltili parlamenter “siyaset özgürlüğü” de henüz çok uzaktı.
Mezhep ayrılıkları dolayısıyla ise Suriye, tersinden Bahreyn’e benzemekteydi. Aşiretler etkisiz değildi, küçümsenemezdiler; ancak Libya ya da Yemen boyutunda bir güçleri yoktu.
Şu söylenebilir ki; Tunus ve Mısır halkları başlıca neoliberal politika ve uygulamaların sonuçlarıyla koruyucu kollayıcısı otokratik zulüm makinelerinin zorbalığına karşı ayağa kalkmış, bu ayağa kalkış, Libya’da aşiret bölünmüşlüğü koşullarında ilerleyemezken emperyalist müdahaleyle karşılaşmış, Yemen’de aynı aşiret bölünmüşlüğüne karşın biriktirdiği kolaylıkla üstesinden gelinemez gücüne dayanarak Suudiler ve emperyalistlerin Salih’ten yana müdahalesine rağmen gelişir, Bahreyn’de mezhep bölünmesi ve yine fiili ve silahlı Suudi müdahalesiyle geriletilirken, Suriye’nin kendine özgün koşullarında “Arap Baharı” farklı bir şekillenmeyle belirdi.
α) Tunus’ta emperyalistlerle gericilerin hazırlıksız yakalandıkları tam bir halk ayaklanması yaşandı.
β) Mısır’da halkın patlak veren ayaklanmasını, emperyalistlerin desteğindeki gericilik zamana yayarak kontrol altına almaya, bunu da başlıca orduya dayanarak ve yeni “siyasal ortak” İhvan’la işbirliği yaparak gerçekleştirmeye yöneldi.
γ) Libya’nın özgünlüğü aşiret parçalanmışlığıydı ve bu parçalanmışlığın neden olduğu tıkanmadan, halkın “iki taraf” arasına sıkışmasından yararlanan Batılı emperyalistlerin NATO aracılığıyla müdahalesi ve şimdiden bu ülkedeki mevzilerini güçlendirmesi ikinci bir özgünlük oluşturdu.
δ) Yemen’in özgünlüğü de, aşiret bölünmüşlüğünün yanında, halkının tarihten gelme alışkın oluşuyla, karşısında yıkıntıya uğramayarak, bu bölünmüşlükte hiç değilse bugüne kadar gücünü korumayı ve ilerlemeyi başarması oldu.
ε) Bahreyn’e özgünlüğünü, otokrasinin Sünni mezhebine dayalı oluşu ve mezhep ayrımları ve çelişmelerini dayatmasıyla ayaklanmanın kısa sürede “Şii ayaklanması”na sıkıştırılması ve Suudi müdahalesiyle kanla geriletilmesi verdi.
θ) Suriye’de ise; BAAS iktidarı Arap Alevileri olan Nusayrilerin mezhebi iktidarı olmamasına rağmen, ağırlıklı olarak onlara dayansa ve özellikle devletin, kuşkusuz rejimin de başlıca kurumu olan ordu yönetimi ve kadroları büyük çoğunlukla Nusayrilerden oluşsa bile, Suriye’nin özgünlüğü mezhep çelişki ve çatışmaları değildir. Devlet yönetiminin örgütlenişinde ve özellikle ordu içinde Arap Alevilerinin gözle görülür bir ağırlığının olduğu doğrudur; başlıca bu iki mezhep arasında dışarıdan Batılı emperyalistlerce beslenip kışkırtılan ve dinci, siyasal İslamcı akımların bu mezhebin eski zamanların egemen pozisyonunu yenilemeyi amaçlayarak sürdürdükleri ve rejimin “Alevi niteliği” dolayısıyla “kafirliği” ve bu nedenle devrilmesi gereğinin ajitasyonu yapılarak istismar edilen bir çelişki ve sürtüşme elbette vardır. Ancak Sünnilik Suriye’de ezilen bir mezhep durumunda değildir, Sünni nüfus inanç ve ibadetlerinin gereği saydığı ne varsa tümünü kullanabilmekte, ötesinde bu mezhep –kılık kıyafetleri, konuşmaların besmele ile başlaması, ayet ve dualarla sürmesi vb. türü– dini akideleriyle kendisini hatta siyasal alanda da ifade edebilmektedir. Bu ülkenin özgünlüğünü asıl olarak, kapıları açılmış olsa bile, Suriye ekonomisinin henüz neoliberalizm ve “serbest piyasa ekonomisi”nin egemenliğinden uzak oluşu üzerinden rolünü oynayan Suriye’nin Batılı emperyalistlere boyun eğmeyi reddeden ve Rusya ve Çin tarafından da kollanan İran’la yakınlığı ve Esad’ın Kaddafi türünden yeniden Batı’ya avdet etmiş “güvenilmez bir yaramaz çocuk” olmayıp az-çok bağımsız durma çabasıyla İsrail’in yanı sıra başta ABD olmak üzere Batılı emperyalistlerin kuşatma ve müdahale tehditlerine maruz kaldığı koşullarda, neoliberalizmin bu kadarının dahi, siyasal özgürlüklere hiç imkan tanımamış olan on yılların BAAS rejiminin zorbalığıyla birlikte, Suriyeli milyonların ayağa kalkmasına zemin sağlamış olması oluşturmaktadır.
SURİYE’DE GELİŞMELERİN ÖZGÜNLÜĞÜ
Tunus ve Mısır’ın tetiklediği Arap ayaklanması Suriye’ye ulaşmazlık etmedi. Ekonomisinin gösterdiği farklılıklara ve emperyalistlere kul-köle olmamasına karşın Suriye’de de, herkesin gözü önünde gerçekleştirilen yolsuzluklar sömürülen yığınların nefretini kazanırken, işsizlik ve yoksulluğun yanı sıra özellikle Muhaberat’ıyla ünlü BAAS’ın zorbalığından duyulan hoşnutsuzlukla ekmek ve özgürlük arayışı baş gösterdi ve hızla yayılmaya başladı. Sovyetler Birliği’nin tarih sahnesinden çekilişiyle nihayetlenen revizyonizmin çöküşüyle gündeme giren ve –24 Ocak Kararları ile zamandaşları Özal’ın da katkılarıyla– Reagan ve Thacher’le başlayıp hızla gelişen neoliberalizmin geçerliliğindeki dünya kapitalizminin baskısına dayanamayarak “devlet kapitalizmi” mevziinden gerileyen, Erdoğan Türkiye’sinin iktisadi ve siyasal “yol göstericiliği”nde Batı’ya ve liberalizme eğilim gösteren Suriye’de, otokratik rejimin kodaman bürokrat sahiplerinin kontrolü ellerinde tutmayı sürdürmeleri ve yolsuzluklar vb. ile devlet olanaklarını “değerlendirebilmeleri”, önü açılıp gelişen “piyasa” faktörlerinin yıkıcılığını misliyle artırdı. Rejimin yaydığı korkunun büyüklüğüne ve bunun hiç de nedensiz olmamasına karşın oluşan hoşnutsuzluk, Tunus ve Mısır örneğinin de ardından, ciddi bir muhalefetin yükselişinin kaldıracı oldu. Başlangıçta Alevi Sünni, Müslüman Hıristiyan demeden, kimi daha çabuk, kimi belirli tedirginlikleriyle çeşitli mezhep ve milliyetlerden sömürülen ezilen Suriye halkı sokağa döküldü ve gösterilere katıldı. Başlangıçta, 2004 Kamışlı olaylarının taze anılarıyla sadece Kürtler az-çok hareketsiz kalarak, gidişatı gözlemek üzere beklediler, bir süre sonra onlar da kısa süreliğine de olsa hareketlendiler; sonra yine bekleyişe geçtiler.
Ancak Suriye’de “kazın ayağı” farklıydı.
Ayaklanma, kitlesel gösterilerle, ilk kez, İhvan ve Hizbül Tahrirci olduklarından kuşkulanılanların sürgün edildikleri, doğru dürüst kentleşmemiş, hemen hiçbir alt yapı sorunu çözülmemiş, özellikle ciddi su sıkıntısı çeken, aşiret ilişkilerin baskın olduğu Ürdün sınırındaki hemen tümüyle Sünni nüfusa sahip Derra’da patlak verdi ve civara yayıldı. Fazla uzun bir süre geçmeden hemen tüm Suriye kitlesel gösterilerin ve rejimin bu gösterilere müdahalelerinin alanı haline geldi. Gösterilere ve hızla yükselen muhalefete katılmayan hemen hiçbir kesim kalmadı. Ancak, içeriden daha çok Selefiler2 gibi ortodoks İslamcıların yanı sıra ve başta Müslüman Kardeşler olmak üzere siyasal İslamcı akımların dayandıkları taban durumundaki doğal dinsel örgütlenme olan cemaatlerin belirli kesimlerinin “Alevi azınlığın Sünni çoğunluğu yönetmesi”ne karşı yükselttikleri, BAAS zulmünü mezhep zulmüne indirgeyen ajitasyonun tutup yaygınlaşmasının, dışarıdan Suriye’yi kuşatıp teslim almaya yönelmiş Batılı emperyalistlerce desteklenmesi, zaten örgütsüz muhalefeti bölünmeye yöneltti ve güçsüzleştirici etki yaptı. Bir yandan örgütsüz ve birleşik olmayan muhalefet yükselir ve kitlesel gösteriler sürerken, bu aynı kesimlerin emperyalizmin desteğindeki mezhepçi ajitasyonlarının yanı sıra küçük gruplarla hem mezhebi temelde hem de kitle mücadelesinin yükselişinin ürünü olmayarak silaha sarılmaları, sadece giderek bir ayaklanma görünümü kazanan gösterileriyle muhalefetin bölünüp parçalanmasına değil; ama başlıca ekmek ve özgürlük talepli olmakla birlikte çok sesli ve amaçları formüle edilmemiş dağınık kitlesel muhalefetin, silahlandırılmasına giriştikleri İhvan ve Selefi taraftar ve sempatizanlarıyla tarikatçı vb. gruplarda kendilerine dayanaklar bulan Batılı emperyalistlerin gerici bir “yenilenme”ye yönelik müdahalesi ile yan yana varolmasına götürdü.3
Deraa ve Hama, Humus gibi Sünni nüfuslu yerlerde kitlesel gösterilerin yanında hiç de küçük ölçekli olmayan silahlı eylemlere de tanık olunurken, polis karakolları, asker tesisler, adliye binaları gibi düzenin baskısının örgütlenme noktaları silahlı saldırıya uğradı, yakılıp yıkıldı. Ancak ayaklanma ve emperyalist müdahalenin bir arada seyretmesi ya da halk ayaklanması koşullarında emperyalistlerin kışkırtma ve müdahaleleri için uygun zemin bulmaları, müdahalelerini ayaklanmanın ardına gizlemeleri ve halk muhalefetinin yükselişi zemininde müdahalelerini geliştirmelerinde beliren Suriye’nin özgünlüğü, ayaklanmaya dönüşen kitlesel gösteriler sürerken, silahlanmanın buradan, gösterilerin silahlı gösterilere dönüşerek ve halk hareketinin ileri bir biçimi olarak ortaya çıkmaması, ama yan yana bulunmalarında yansıdı. Hemen tüm sömürülen ve ezilen yığınlar ayaktaydılar, neredeyse hak talep etmeyen kimse kalmamıştı. Silahlı eylemler ise, bu muhalefetin içinden, onun ilerleyişiyle ve “eskiyen” biçimlerin yerini alan bir mücadele biçimi olarak gündeme gelmedi, ama dış bağlantıları kesin olan ve ağırlıklı olarak üç bölgeden, Lübnan üzerinden, Türkiye ve Irak sınırından sokulan silahların radikal İslamcı İhvan taraftarı, Selefi vb. gerici grupların ellerine ulaştırılmalarıyla, özel olarak örgütlendirildi. Silahlı eylemlerin hemen tümüyle Sünni nitelikli küçük gruplarca yürütülmesi ve halk hareketinin içinden gelmeyen ve ilerleyişinin ürünü olmayan bu eylemleri yürüten küçük grupların, gerici ideolojik politik tutumları ve halktan ve halk hareketinden bu kopukluklarıyla, düzenin baskı aygıtının çeşitli birimlerini hedeflemekle kalmayıp, kendilerini ve tutumlarını dayattıkları halk üzerinde de baskıya yönelmeleri Suriye’de yaşanan sürecin orijinalliğini oluşturdu. Batı emperyalizmi kaynaklı olan ve tekelci kapitalizmin “güncel” ihtiyaçlarını karşılayan neoliberal saldırganlıkla halka karşı zulmün örgütlenmesi olan otokratik despotluğa karşı gelişen halk ayaklanması, “tarihin cilvesi” türünden dolaysız biçimiyle değil, ama halkın ayağa kalkışının –“haydut devlet” ilan ederek öteden beri hedef tahtasına oturttuğu– rejimi zora sokarak zayıflatmasını fırsat olarak değerlendiren aynı emperyalist güçler tarafından, henüz Libya türü açıktan müdahale edemeseler bile, doğrudan gerici amaçlara sahip olanların yanında dağınık ve bilinç düzeyi geri rejim muhalifleri arasından ve üstelik başlıca “muhalefet” adı altında kendilerine dayanaklar derleyip silahlandırmalarını mümkün kılıp kolaylaştıran “mümbit bir toprak” ve “örtü” görevi görmek üzere dolaylı biçimde kullanıldı. Emperyalistler, neoliberal politikalarla zorbalığının kefaretini bizzat Esad rejimine ödetmek üzere, halk üzerindeki baskıyı, halkın zulme, işsizlik ve yoksulluğa karşı öfkesini, ilerici demokratik taleplerini ve aynı içerikteki eylemlerini istismar ederek, şüphesiz tamamen karşıt amaçlara sahip oldukları halk ayaklanmasından, muhalefeti kendi gerici amaçları doğrultusunda yönlendirmek, bunu bütünüyle başaramadıkları durumda, aynı gerici amaçlara uygun olarak derleyip silahlandırdıkları gerici kesimleri muhalefetin ana kitlesine dayatmak üzere yararlanmaya yöneldiler.
Rejim karşıtı Suriye muhalefeti, başlangıçta Alevi Sünni, Hıristiyan, Arap, Kürt, Dürzi tüm dinsel ve etnik unsurlarıyla tam bir halk muhalefeti niteliği gösterirken, gerek emperyalistlerin gerekse onların ülke içinden derledikleri unsurların ihtiyaçlarına bağlı olarak asıl olarak Sünni niteliği kazanma eğilimi göstermeye zorlandı. Yurt dışında, daha çok Türkiye’de toplanan ve Suriye içindeki örgütlülükleri gelişkin olmayan ve halk muhalefetini temsil nitelikleri örgütsel bakımdan bulunmayan, fikri ve siyasi bakımdan da sınırlı olan siyasal İslamcı ve özellikle İhvan ağırlıklı muhaliflerin önü buradan açıldı, Kürtlerin Kürt olarak dışlanmalarının yanında destek bulan liberal eğilimlerle birlikte muhalifler siyasal İslami hatta ilerlemeye yöneltildiler.5 İçeride de, özellikle rejim karşıtı silahlı unsurlar, en kolay biçimde, Alevi, dolayısıyla “kafir” nitelikli olduğunu varsaydıkları rejimin Sünnileştirilmesi yönündeki ajitasyondan çabuk etkilenen ve aynı ajitasyonunun yürütücülüğünü yapar kılınabilen İhvan ve Selefi etki altındaki unsurlar arasından, genellikle aşiret ilişkileriyle de birbirine bağlanmış Sünni cemaatlerle tarikatlar içinden derlenebiliyor ve bu, hem iç hem de dış gericilik bakımından sözü edilen ajitasyonu ihtiyaç haline sokuyordu. Emperyalistlerle siyasal İslamcı gericilik, genel bir BAAS zorbalığı karşıtlığının yanında, özel olarak buradan güç olabileceklerini hesaplıyor, hiç değilse ülke nüfusunun önemli çoğunluğunu oluşturan Sünni nüfusu buradan peşlerine takabileceklerini düşünüyorlardı.
Halkın kitlesel eylemi bakımından “zamansız” ve halk hareketi üzerinde yükselmeyen, ama küçük grupların eylemi olarak dışarıdan dayatılan silahlı eylemlerin de itici, daraltıcı etkisiyle muhalefet buradan bölünüyor; emperyalistlerle uzlaşma ve işbirliği eğilimi gösteren dinci gericilikle ülke nüfusunun ezici çoğunluğunu oluşturan muhalefetin asıl kitlesi birbirinden kopma belirtisi gösteriyordu. Muhalefetin bölünmesinin bir belirtisi silahlı ve barışçıl eylemlerin benimsenip uygulanmasıysa, bir diğer belirtisi de muhalefete –şüphesiz Sünni nitelikli– siyasal İslami özelliği dayatan gerici ve gericiliğe eğilimli unsurların dar mezhepçiliğiyle ekmek ve özgürlük peşinde koşan sömürülen ezilen kitlenin amaç ve tutumlarındaki kapsayıcı genişliğin çelişik karakteriydi. Buradan sadece muhalefet bölünmekle kalmadı, ama Esad karşıtları arasından dayanaklar edinen emperyalistlerin “yeniden yapılandırmacı” müdahale ve kışkırtmalarıyla halkın kendi nesnel çıkarları temelindeki gerçek muhalefeti de ayrıştı.
Hemen herkes muhalifti ve kitlesel gösteriler on ve yüz binleri kapsıyor, rejimin yetkilileri de bunu kabul ediyordu.6 Rejim yandaşlarına varıncaya kadar hemen herkes düzenin yaşanılır bir düzen olmadığı, işlerin iyi gitmediği ve böyle gitmeyeceği, mutlaka değişiklik ve reform gerektiği konusunda fikir birliği halindeydi. Örgütsüzlük ve bilinç geriliği durumunda bile, en kötü ihtimalle, “Esad iyi, ama çevresi kötü” diye düşünülüyor ve düzenin elitleri bir yana bırakılırsa, “köhnemiş devlet örgütü”nün reformdan geçirilerek yenilenmesi üzerinde tam bir mutabakat sağlanmış görünüyordu. Yanı sıra ise, bu geniş muhalefetten hemen bütünüyle yalıtık olarak küçük gruplar tarafından silahlı eylemler sürdürülüyor ve bu gruplar emperyalistler tarafından beslenip destekleniyordu.
Muhalefet, geniş kitleleri bakımından, en azından şimdilik “Esad iyi, çevresi kötü” yönelimiyle düzenin reformdan geçirilmesini hedeflemekle yetinir durumda ve yabancı bir müdahaleye karşıt platformda bulunurken, dar silahlı gruplarsa, özellikle Amerikan Dışişleri Bakanı ve ardından Başkan’ının “Esad’la olmaz” açıklamasının ardından, Esad’ı doğrudan ve tartışmasız biçimde hedef alarak siyasal İslamcı gericiliğin lehine rejimin çökertilmesini amaçlıyor, bunun için dışarıda da müttefikler arayıp buluyordu.
Emperyalist müdahale ve kışkırtmalar, bu nedenle, kitlesel muhalefeti, kendisini, iyileştirilmesiyle sınırlamaya yönelterek düzenle uzlaşma aramaya geriletici bir etki yaparken, iç ve dış gericiliği daha çok Sünni kesim içinde dayanaklar edinmeye, bunun için de mezhep çelişme ve çatışmalarını kaşımaya götürüyor, muhalefeti bölüp Sünni olmayanları az-çok hayırhah davranmaya zorlayarak tersten Esad’ı güçlendiriyordu.
Suriye’ye gelinceye kadar ayaklanmaların patladığı bütün diğer Arap ülkelerinde iktidarların ardındaki asıl güç olan ve iktidarda kendi adamları bulunan Batı emperyalistler, “Bahar” bu ülkeye sirayet ettiğinde, öteden beri “başına çorap örerek” değiştirmek için çok sayıda girişimde bulundukları, kendisine uzak duran Suriye’nin BAAS rejimini devirmek için harekete geçtiler. Beşir babasının yerine geçerken iktidar savaşından yenik çıkarak sürgüne giden Rıfat Esad’ı yoklamışlar, ardından yine Suriye’den kaçan rejimin eski ikinci adamı Abdülhalim Haddam’ı destekleyerek, öteden beri BAAS rejimini yıpratıp değiştirmeye uğraşmışlar, olmamıştı. Sırası gelmişti. Üstelik Suriye’de bir rejim değişikliği için uzun zamandır hazırlıklıydılar. Vakit kaybetmeden işe koyuldular. İhvan’la Tunus ve Mısır’dan başlayarak yenileyip geliştirdikleri ilişkiler fazlasıyla işlerine yarayacaktı. Düğmeye bastılar. Suriye’ye gelinceye kadar, öteden beri destekçisi olarak müdahale ettikleri otokratik rejimlerin devrilmesinin ardından toplum mühendisliğine girişmek üzere müdahalelerine devam eden ya da Yemen’le Bahreyn’de olduğu gibi otokratik rejimlerin devrilmesini önlemek üzere müdahalelerini sürdüren Batılı emperyalistler, Suriye’de, ciddi boyutlar kazanmakla birlikte, halk muhalefeti henüz rejimi devirme yönünde fazla bir mesafe kat etmemişken, yandaş bir iktidar öngörerek, kendilerini –içinde etkili olup peşlerine takmayı amaçladıkları– Suriye muhalefetinin destekçisi gibi gösterip rejimin devrilmesini örgütlemeyi üstlenerek müdahale ettiler.
Az gerekçeleri yoktu.
Her şeyden önce Suriye, bölgenin “çıbanbaşı” durumundaki İran’la bir blok oluşturmuş, “stratejik ittifak”ını açıklamış, yakın duruyordu. Geçmişten beri ABD ile problemliydi; uzun yıllar Sovyetler Birliği’ne doğu Akdeniz’de dayanaklık etmiş, Sovyet filolarına liman kolaylıkları sağlamış, Amerikan emperyalizmiyle çatışmasında, Sovyet sosyal emperyalizmine stratejik ortak olarak hizmet sunmuş, ekonomisini de Batı kapitalizmine bağlamadan ve ona entegre olmadan, SB ile ilişkileri çerçevesinde ayakta tutmuştu. Bu ilişkiler içinde ve bizatihi kendi başına Filistin sorunu, Suriye açısından hep önemli olmuş; Suriye, direnişlerinde Filistinlilere üs imkanları sağlamış, elinden gelen desteği de fazlasıyla sunmuştu.7 Boyun eğmeye zorlanmak ya da stratejik yapısı ve sahip olduğu su kaynakları dolayısıyla düpedüz el konulmak üzere kendi topraklarının bir bölümü –Golan Tepeleri– İsrail işgalindedir ve hâlâ barış yapmadığı İsrail’i tanımamaktadır. Üstelik Suriye, hem Batılı emperyalistler ve hem de İsrail Siyonizmi bakımından, Lübnan ve uzun yıllar süren Lübnan’daki varlığı nedeniyle de “oyun bozan” durumundadır. Emperyalist-Siyonist planların bir türlü başarı kazanamamasının; Pax-Americana bir Ortadoğu barışı, aynı içerikli bir Filistin-İsrail barışı yapılamaması ve Lübnan’ın Batı dünyasındaki eski yerini alamamasının.. sorumluları arasında Suriye önde gelenlerden sayılmaktadır. Üstelik, uzaktan uzağa Rus ve Çin’le flört de etmektedir. Dolayısıyla hiç olmadık konuları bile gerekçe yaratmak üzere kaşıyıp müdahale nedeni oluşturmak, bu amaçla ülkede karışıklıklar çıkarmak, sabotajlar düzenlemek için sürekli bir çaba içinde olan emperyalistlerle yanı sıra yürüyen Siyonist İsrail, bu son oluşan müdahaleye son derece elverişli ortamı hiç kaçırmadılar.
Suriye, bu nedenle halkın ayağa kalkışı ve yaygın muhalefeti koşullarında “içeriden” muhalifler arasından kendisiyle işbirliğine hazır Esad karşıtları derleyen Batılı emperyalistlerin kışkırtma ve müdahaleleriyle “renklendi”; bir süredir halkın yaygın muhalefetiyle emperyalistlerin “toplum mühendisliği” hesapları yan yana yürüyor.
NÜFUS YAPISI
Bu iki yanlı mücadelenin sürdüğü Suriye’nin demografik yapısına kasıca değinmekte fayda var. Ülkenin etnik ve dinsel/mezhepsel yapısı üzerinde şu nedenle durmak gerekli ki, hem Suriye’nin –Esad’ın orduda da etkili olan azınlık durumundaki Nusayrilerden olduğu– parçalı yapısına dışarıdan bakıldığında rejime karşı muhalefetin dinsel/mezhebî bir muhalefet olarak şekillendiği yanılsaması doğabiliyor, hem de Suriye üzerine yayınlara bakılırsa bunun doğru olduğuna inanmamak için sebep kalmıyor. Hele Türkiye’den bakıldığında, Hatay, Mersin, Tarsus’ta önemli bir nüfus olarak yerleşik bulunan Arap Alevileri olan Nusayrilerin hiç değilse belirli bir bölümü, Esad’la “akrabalıklar”ının hatırına olmalı, bir zamanlar Türkiye’de dillere yapışmış olana benzer biçimde, genellikle Suriye’deki muhalefeti “şeriat isteyen yobazlar” ve Esad’ın bastırma faaliyetini “yobazlığa karşı mücadele” olarak algılama ve böyle yansıtma tutumundalar. Ki Esad rejimi de olan biteni böyle yansıtma eğiliminde. Ve ikinci olarak, Suriye muhalefeti içine doluşan ve özellikle başta Türkiye olmak üzere yurtdışında toplantılar örgütleyen muhalefetin siyasal İslamcı gerici kanadı, Sünni İslamcı vurgularıyla, rejime yönelik “kafir” edebiyatıyla, Suriye’de olup biteni, bilinç altlarına yine dinsel/mezhepsel çatışma olarak kazıma çabasındadır.
Gerçekse şöyledir:
Suriye, 22-23 milyon nüfuslu ve 1961’den bu yana BAAS’ın iktidarda olduğu bir ülke. BAAS rejiminde ancak bu partiyle cephe oluşturmuş partilere yaşam hakkı tanınmakta, bu kapsamda örneğin birbirleriyle çekişme halindeki iki “komünist parti” birer bakanla hükümete “ortak” bulunmakta ve ülke 7 partinin ortak olduğu “İlerici Ulusal Cephe” tarafından yönetilmektedir. Gerçekte BAAS iktidarı bir tek parti diktatörlüğüdür ve bu partinin de başı olan devlet başkanı Esad, başbakanı, bakanları, silahlı kuvvetler komutanını, –Suriye MİT’i olan JİTEM benzeri, kötü ünlü– gizli servis Muhaberat başkanını atama, Meclis’i feshetme gibi yetkilere sahiptir.
Nüfusun %85’i İslam, %12’siyse Hıristiyan’dır. Büyük çoğunluğunu Lübnan’ın kuzeyiyle Ürdün’ün sınır bölgelerinde de yaşayan Rum Ortodoks Kilisesi’ne bağlı Maruniler’in oluşturduğu Hıristiyanların geri kalanını ise Ermeniler’le Nasturiler (Asurlular) oluşturuyor. Nüfusun %3’ü de Dürzi, Ezidi ve Yahudi. Aleviler nüfusun %15’ini (bunun %12’si kadarı Nusayri), Sünniler ise %65 kadarını oluşturmaktadır.
Etnik olarak ise, nüfusun %73’ü İslam, %15’i Hıristiyan kökenden olmak üzere büyük çoğunluğu Arap, %9-10’u Kürt, %3’ü de Yahudi ve Dürzi. Küçümsenmeyecek bir Filistinli nüfusun yanında, Suriye’de büyük kentlere dağılmış halde Çerkes, Asuri, Ermeni nüfus da bulunuyor. İsrail işgalindeki Golan’daysa 200.000 Arap yaşıyor.
Özetle Suriye, hem etnik hem de inanç bakımından oldukça parçalı bir yapıya sahip. Ama bu durumu, Mart’tan bu yana Suriye’de olan bitenin bir mezhep çatışması olması ya da böyle gösterilmesi bakımından yeterli değil.
SÜNNİLER VE İHVAN
Osmanlı döneminden beri Suriye’de siyasi, ekonomik ve kültürel ayrıcalıklara sahip olan Sünni Araplar, günümüzde Lazkiye ve El-Süveyde dışında her yerde çoğunluğu oluşturmakta ve genellikle ticaretle uğraşmaktadırlar. Nüfusun %70-75’ini sağlayarak asıl yerleştikleri bölgelerse, Hama, Humus, Halep, kuşkusuz her mezhep ve etnisiteden yığınların yerleşik olduğu Şam ve güneyde Derra’dır. Ancak çoğunluğu teşkil etmelerine karşın kırk yıldan fazladır ayrıcalıklarını koruyamamış, egemenliklerini kaybetmişlerdir. Bu durum, Mısır çıkışlı İhvan’a Suriye’de, kuşkusuz Sünniler arasında kolaylıkla örgütlenme olanağı sağlamış, ancak bu örgütlenme Sünnilerin çoğunluğu oluşturmalarından dolayı fazlasıyla tehlikeli bulunarak, İhvan BAAS rejimi tarafından siyasetten dışlanmış, ancak Sünnilerin, İhvan saflarında örgütlenerek verdikleri tepki gecikmemiştir.
1970’lerin sonlarından itibaren altyapı tesislerinin yanında askeri tesis ve yetkilileri, Alevilerin yanı sıra onlarla birlikte “kafir” saydıkları Hıristiyanları da hedef alarak BAAS rejimine karşı küçük silahlı gruplarla vur-kaç saldırılarına giriştiler. İhvan özellikle ’76’da Suriye’nin Lübnan’da iç savaş batağına saplanmasının zorluklarından yararlanmaya çalıştı. Hükümetin tepkisi, toplu tutuklama ve infazlarla sert oldu. İhvan Haziran ’79’da Halep’teki topçu okulunda 83 askeri öğrenciyi öldürürken, 1980’de Şam’da yüzlerce kişinin öldüğü üç bombalı saldırıyla saldırılarını tırmandırdı. Şubat 1982’de Hama’da yerel bir ayaklanma patladı, BAAS militanı ve rejim yandaşı çok sayıda kişi öldürüldü. Hama “kurtarılmış şehir” ilan edildi ve genel ayaklanma çağrısı yapıldı. Hafız Esad’ın kardeşi Rıfat’ın komutasında Hama’ya saldırıya geçen askeri birlikler tam bir katliam yaptılar, zehirli gazın da kullanıldığı bu saldırıda 20-30 bin kişi öldürüldü.
’82 Hama ayaklanması ve katliamı BAAS’la İhvan ve ötesinde mezhep ayrılılıklarını şiddetlendirip ayrımcılığı besleyerek, Suriye Alevileriyle Sünniler arasında derin bir güvensizlik uçurumu oluşmasına götürdü; yeniden birleştirilmesi neredeyse olanaksız biçimde “vazonun kırılması”na neden oldu ve Suriye toplumsal siyasal yaşamı artık mezhep ayrılıkları ve çatışmalarının gölgesinden kurtulamadı. İhvan üyeliği bundan böyle idam demek oldu ve bu örgüt Suriye içinde yasallığın kırıntısından bile yararlanamaz kılındı, yöneticileri sık sık yer değiştirerek ancak sürgünde yaşayabildiler.
Zihinlerde böyle bir tarihsel arka planla Esad ve ordudaki ağırlıkları nedeniyle rejim Nusayri varsayılırken Sünni nüfusun çoğunluğu oluşturması ve Derra’dan başlayan ayaklanmanın en çok Hama, Humus gibi üçü de hemen tümüyle Sünni nüfusa sahip bölgelerde güç kazanması ve ağırlığını hissettirmesinin yanında, silahlı eylemlerin de yine bu bölgelerde yoğunlaşması, halk hareketi olarak tanık olunan muhalefetle Sünnilik arasında bir paralellik, hatta özdeşlik kurulmasına zemin oluşturdu. Daha da ileri gidilip bir adım daha atılarak, siyasal İslamcı bir akım olan şeriatçı Müslüman Kardeşler ya da Arapça adıyla İhvan-ı Müslimin’in rejim karşıtlığı ve Sünni özelliği bilindiğinden, muhalefetle İhvan arasına eşit işareti, özellikle yurt dışındaki muhalif toplantıların katılımcılarının liberalizmin eşliğindeki siyasal İslamcı ağırlıklarına bakıldığında, kolaylıkla konulabildi.
Oysa, dış bağlantılarıyla birlikte silahlanmış ve emperyalist müdahalenin unsuruna dönüşmüş kanadı bir yana bırakıldığında, muhalefet Sünnilerden ibaret olmadığı gibi, Sünniler bütünüyle muhaliflerden de oluşmamaktadır. İş ve ekmek yanında BAAS zulmünü hedef alarak özgürlük isteyen halk muhalefetinin yalnızca Sünni nüfus içine sıkışması için bir neden yoktur. Tek neden olarak ileri sürülen Esad ve yakın çevresinin ağırlıklı olarak Alevi oluşları, olan bitenin sadece mezhep çatışmasından ibaret olduğunun kanıtı olarak kullanılmakta; ancak bu “kanıt”, tekelci kapitalizm çağında sömüren ve sömürülen sınıflar gerçeğini ve neoliberal uygulamalar ve sonuçlarıyla BAAS zorbalığının, yalnızca Sünni olanlarını değil, ama hoşnutsuzluk ve öfkelerini tahrik ederek tüm sömürülen ezilen halkı hedef aldığını “gözden kaçırmaktadır”.
Muhaliflerin Sünnilerden ibaret olmayışı bir yana, tersinden, Sünnilerin muhaliflikleri iddiası da asılsızdır. Diğer etnik, din ve mezhep grupları gibi, Sünnilerin de zengin “üst” kesimleriyle yoksul “aşağı” katmanları, iktisadi, siyasal ve sosyal yaşamın çeşitli alanlarında farklı pozisyonlarda olmuşlar, ayaklanma karşısında da farklı tutumlar almışlardır. Yoksul Sünniler genellikle muhalif saflarda yer almışlardır, doğrudur, ancak ticaret başta olmak üzere ekonomide hatırı sayılır bir yer tutan büyük zenginlikler biriktirmiş Sünni burjuvaziyse egemenlerdendir ve rejimin önde gelen dayanakları arasındadır. Musul’un yanı sıra Şam da bu burjuvazinin ekonomik faaliyetin odağında olduğu yerlerdir ve Sünni burjuvazinin iktisadi ve sosyal egemenliği, siyasal alana da yayılmazlık etmemiştir. Büyük ve etkili aşiretlerin önde gelenlerinden olan gerek Dışişleri Bakanı Mülayim, gerekse başta Ekonomi Bakanı olmak üzere rejimin önemli makamlarında oturmakta olan bir dizi bakan, muhalefetin başlangıç noktası ve en yoğun mekanlarından biri olan Derra’lı Sünnilerdendir. Başka türlüsünün olanaklı olduğu da herhalde düşünülemez ve büyük bir nüfus oluşturan Sünnilerin tümüyle karşısında yer aldıkları, yalnızca küçük bir azınlık durumundaki Nusayriler içine sıkışmış bir BAAS iktidarının bunca uzun yıllar boyunca ve bunca yoğun dış baskı ve müdahaleye rağmen yalnızca süngü zoruyla hükmetmeye devam edebileceği varsayılamazdı.
Rejimin Sünnilerle ilişkisi ve onları kapsamaya ve dayanağı kılmaya yönelik yaklaşımları, sadece iktisadi ve siyasal egemenlik alanıyla sınırlı kalmamakta, ama bizatihi dinsel alana da yayılmaktadır. Fethullah Gülen’inki gibi büyük ve etkili bir tarikat/cemaatın başında bulunan, üstelik dini bir “rütbe”ye de sahip Sünni bir din adamı olan Şeyh El Bouti ve cemaati rejimin dayanakları arasındadır. İhvan’dan hiç hazzetmeyen ve tıpkı Gülen gibi bir okul-cami-şirket mekanizmasına sahip olma ayrıcalığıyla, Şeyh, cemaatten “yatırımcı”larca ihya edilen çok sayıdaki okulları ve buralarda yetiştirilip eğitilen imam/hocaları gönderdiği yine hakimiyeti altındaki camileri aracılığıyla Sünni halk içinde küçümsenemez bir güce sahiptir. Bir Arap Alevisi olan baba Esad’ın cenaze namazını da kıldıran El Bouti, üstelik, muhalefetin yükselişi döneminde Sünniler bakımından dikkate değer bir “reform”un (!) da sağlayıcısı olarak siyasal bir “başarıya” da imzasını attı ve hem kendi pozisyonunu hem de rejimin Sünniler indindeki görüntüsünü sağlamlaştırdı.8
Ancak yine de özellikle dış bağlantılı silahlı muhalefetin Sünniler içinden yükselişi ve dayanaklarını bu kesim içinde bulması, muhalefeti bölüp güçten düşürmenin ötesinde, tarihsel bir zemine de oturan mezhep ayrımları ve ayrımcılığının etkisiyle, zihinlerde olmasa bile bilinçaltlarında muhalefetin Sünniler, hatta doğrudan İhvan üzerine yapıştırılması eğiliminin gelişmesine yol açtı; Nusayri ve Maruni yoksulları, Dürziler, Ermeniler vb. bu nedenle muhalefetten kopup karşısına geçmediler, ancak muhalefeti ürkütüp bölüp parçalamak üzere sürekli olarak İhvan’ı işaret ederek tehlikesini vurguladığı mezhep ayrılık ve çatışmalarıyla özellikle başarısı halinde şeriatçı bir “Sünni rejimi” altında yaşamaktan çekinerek ayak sürümeye ve “rejimin reformdan geçirilip iyileştirilmesi”yle yetinmeyi benimsemeye gerilediler.
İhvan’a gelince, bir akım olarak, gerek yurt dışında düzenlenen muhalif toplantılarda gerekse yurt içinde, özellikle doğal dinsel örgütlenmeler olan Sünni cemaat ve tarikatlar üzerinde şüphesiz ki etki sahibidir. Ve bu etkiye temellik eden inanç ve imana dayalı “fikri” bağlar kadar doğal örgüt ilişkileri de, Sünni nüfus içinde bu akımın ciddi ve yaygın bir örgütlenme potansiyeli bulunduğunu ve uygun koşullara sahip olduğunda, İhvan’ın oldukça kısa süre içinde küçümsenemeyecek güçte bir örgüt haline gelebileceğine işaret etmektedir. Üstelik Mısır ve Tunus’taki “kardeşleri” ile kurdukları yakınlığın ardından Batılı emperyalistlerin şimdiden açık desteğine de sahiptir. Örgütlenmesine temel teşkil edecek kesimlerin de ayağa kalktıkları, ötesinde belirli unsurlarının dış destekten de yararlanarak silaha sarıldıkları, muhalefet ve müdahalenin yan yana varolduğu güncel koşullarda, İhvan’ın örgütlenmeye giriştiği ve bu alanda belirli adımlar attığından kuşku duymamak gerektir. Ancak bütün bunlara karşın, İhvan, henüz örgütlenmesinin önündeki ölümcül engellerin kalkmadığı, dolayısıyla güçsüz örgüt ilişkileri muhalefet üzerindeki “fikri” gücü ile kıyas kabul etmez bir akım durumundadır. İhvan, bugünkü Suriye muhalefeti içinde içeride henüz örgüt olarak önemli ve belirleyici bir yer tutmamaktadır; yarın öyle olabilecek olsa bile, bugün için –çoğu silahlandırılmış– dağınık militan ve sempatizanlarla otonom gruplardan ibarettir ve ülke içinde merkezi yapıya sahip etkili bir İhvancı muhalefetten söz etme olanağı yoktur. Ancak bu haliyle bile Esad rejimini tedirgin etmektedir ve üstelik halkın, özellikle doğal bağlara sahip oldukları Sünni yığınların hoşnutsuzluk ve düzene karşı muhalefetlerinden güç alıp beslenerek güçlendiği ve Suriye’nin içinde bulunduğu kaotik ortamda örgütlenmesini geliştirmenin tüm şartlarına sahip olduğu ortadadır.
NUSAYRİLER
Türkiye’de Tarsus, Mersin, Hatay’da ciddi bir nüfus yoğunluğuna sahip olan Nusayriler, Suriye’de, aynı yayın devamı üzerindeki Lazkiye merkezli olarak yerleşikler. Her etnik ve dinsel unsurun yaşadığı Şam’da da ciddi bir Nusayri nüfus bulunuyor. Bir azınlık durumundaki Nusayriler BAAS iktidarı öncesi ezilen bir kitle halinde, yoksul bir kesim olarak, daha çok kentlerin dışında yaşamaktaydı ve tahmin edileceği gibi Sünni çoğunluğun baskısı altındaydı. BAAS iktidarı onlar için bir “şans” anlamına geldi.
BAAS, başlangıçta Hıristiyan Mişel Eflak tarafından kurulmasına ve etnik ve dinsel ayrımlar üzerine oturmamasına karşın, bir Nusayri olan ve 1970’de iktidarı ele geçirerek onu “yakınları” ile tahkim etmeye yönelen baba Esad’la birlikte giderek, Nusayriler devlet ve ordu kadrolarında etkin bir şekilde yer alarak öne çıktılar, ileri gelenleri sınıf atladı ve kentlerde yaşamaya başladılar.
BAAS rejimi bir Nusayri rejimi olmadı, ancak giderek Nusayri ağırlığı arttı, bu ağırlık, ordu içinde ve siyasette olduğu kadar ekonomide de hissedilir hale geldi. Bunda şaşılacak şey yoktu: Benzeri otokrasilerde daima görüldüğü üzere, siyasi ve iktisadi egemenliği elinde tutan kodamanların, hükümet şefleri ve büyük zenginlerin iç içe geçmesiyle şekillenen oligarşide, Esad, (kardeş Mahir ve her taşın altından çıkan ultra zengin kuzen Mahluf örneği) ailesi ve etrafları dikkate alındığında, Suriye’de ekonomide de bir Nusayri ağırlığından kaçınılamayacağı ortadaydı. Ancak Nusayrilerin bu ağırlığı, örneğin Sünnilerle Marunileri yok sayacak bir noktaya ilerlemek bir yana, “eşitler arasında birincillik” içeriğiyle, oligarşi içinde bir ağırlık olarak kaldı ve özellikle bu iki kesimin gücüyle dengelenerek varoldu.
MARUNİLER VE REJİMLE İLİŞKİLER
Siyaset ve iktisatta Nusayri ağırlığının, tüm diğer kesimlerin dışlanması anlama gelmediği söylenmişti. Böyle olduğunda iktidarın sosyal temeli ve dayanaklarının olağanüstü daralacağı, dayanıksızlaşacağı ve kısa sürede yıkılma riskiyle yüz yüze olacağı tahmin edilmez değildi ve BAAS, Nusayri ağırlığı kazanmasına karşın, “kuruluş felsefesi”ndeki türden “tüm kesimlerin partisi” olduğunu ileri sürerek, her toplumsal kesime eşit davrandığı propagandası yürüttü, bunun gereği olarak onlar içinde de dayanaklar edinme yolunu tuttu. Türkiye’de Kürtlerin PKK’li sayılması türünden BAAS rejimi de tüm Sünnileri hiç değilse potansiyel İhvan’cı saysa bile, yine de Sünniler ve özellikle daha modern bir kesim olan Maruni Hıristiyanları kazanmanın yollarını aradı. Buldu da.
Bu kapsamdan olmak üzere, örneğin baba Esad, ’80’lerde yaptığı konuşmaların neredeyse tamamına ‘Allahu Ekber’le başladı, hatta bu konuşmalarında –12 Eylül’ün şefi K. Evren’in nutuklarını hatırlatacak biçimde– Kuran’dan ayetlere yer verdi. Esad sıklıkla Müslüman olduğunu vurguladı, çünkü burjuvazisinin Esad’la birleşmiş olmasına karşın, Sünni çoğunluk Alevilerin İslam olmadığından emindi ve bu nedenle BAAS rejimini sorgulamaktaydı. Bu nedenle, oğul Esad’ın Esma Esad gibi Sünni bir eş seçmesi, herhalde “aşk”a değil, ama iktidarının meşruluğunu gözetmesine ve –mezhep ayrılıklarını göz önüne alarak– dinsel dayanakları bakımdan iktidarını sağlamlaştırma çabasına bağlanmalıdır.
Bu çaba, Maruniler şahsında daha da önemle yürütüldü. Kuzey Lübnan ve Ürdün’de yaşayanlarla da sıkı bağları bulunan ve başlıca Şam’da yerleşik bir kentsel nüfus olan, kapitalizme ve dolayısıyla Batı’ya en yakın ve oldukça zengin bir toplumsal kesim durumundaki Maruniler, bu politikaya kolay uyum sağladı ve iktidarla aralarını iyi tuttular. Zaten iktisaden egemenler arasında bulunan ve yeterince zangin olan Maruni burjuvazi sadece iktisaden daha da zenginleşmekle kalmadı, ama Sünni elitler gibi hükümete bakan da verdi. Öyle ki, BAAS rejimi, Nusayri ağırlıklı olmakla birlikte yalnızca Nusayri seçkinlerinin rejimi olmadı.
Kürtler bir yana bırakılırsa, geri kalan Dürzi, Filistinli, Çerkes, Ermeni, Yahudi vb. azınlık ulusal topluluklar bakımından da geçerli olan BAAS’ın bu kendisini dayatan “kapsayıcı” çabası genellikle olumlu yanıt buldu ve olumluluk, “Arap Baharı” Suriye’ye ulaşıp tüm toplumsal kesimler en başta demokratik özlem ve talepleriyle sokağa çıktıklarında işlevsel oldu.
Yoksulları ayağa kalkmasına kalkmışlar, aydınları da muhalif saflarda yerlerini almışlardı; ancak ötesinde mezhep ayrılıklarının etkisi altında, silahlı eylemlere girişmiş “Sünnilerin intikamı”yla da ürkütülen Nusayriler, Nusayri olarak, bir de rejim az-çok iyileşecek olsa, kendilerini BAAS iktidarı altında emniyette hissedeceklerdi ve tabii ki yanılsama, ama iktidarı “kendi” iktidarları olarak görme eğilimindeydiler. Maruniler ve yanı sıra Sünniler dışındaki tüm geri kalanlar, BAAS iktidarıyla kurdukları ilişkiyi, olası bir iktidarlarında ne yapacakları belli olmayan ya da “kafirlik”in cezalandırılması yanlısı oldukları bilinen İhvan’ın siyasal İslamcı iktidarına tercih edip, belirli reformlardan geçirilme durumunda, en azından hayırhah bir tutum alarak, “rejimi devirme”yi, sokağa dökülen halkı arkalamayı hesap ederek, sadece sırt sıvazlamakla kalmayan, ama para ve silah yardımı da sağlayan en başta Amerikan ve Fransız emperyalistlerinin desteğiyle silahlı mücadeleye girişen dinci Sünni kesimlere bırakıp, Nusayriler de aralarında olmak üzere, kendilerini –başlangıçtaki tutumlarından– geri çektiler. Öyle ki, kitlesel olarak ayağa kalkan halk ve halk muhalefetinden geriye, rejimle belirli bir “rezonans”a girerek, kendisini, zorbalığın da üzerlerine yıkıldığı, Esad’ın “yolsuzluklara batmış köhnemiş çevresi”nin değiştirilmesi ve belirli reformlarla düzenin sürdürülmesini kabullenme noktasına geriye çekerek yatışma belirtileri gösteren çoğunluk eğilimiyle, özellikle ülke içinde mezhep çatışması yürütme görüntüsüne sıkışmış, bölgede, ileri bir adım atıp, müttefiklerinden yoksun bırakıp yalıtacağı İran’ı da gerileterek, egemenlik peşinde olan emperyalistlerin desteğindeki İhvan’ın ideolojik etkisi altındaki belirli Sünni kesimlerle sınırlanan küçük grupların karakollara ve Cisr Şuğr’da 120 güvenlik görevlisinin öldürülmesinde olduğu gibi rejimin silahlı birliklerine saldırdıkları silahlı faaliyetlerinin kaldığı söylenebilir.
KÜRTLER
Arapların ardından ciddi alınması gerekli en geniş ulusal topluluğu oluşturan Kürtler başlıca Şam’ın iki büyük mahallesi (Ekdor ve Duman) ile Hama, Kamışlı ve Halep’te toplanmış durumdadır. Alevi Kürtler çok azdır. Ezidi ve Keldaniler bir yana Kürtlerin ana kitlesini oluşturan Sünni Kürtlerse, Suriye’nin kuzey ve kuzeydoğusunda yerleşik halde, aşiret örgütlenmesine dayalı toplumsal yapılarıyla kendi ulusallıklarına sahiplenerek yaşamaktadırlar; ulusallıklarının dışında, örneğin Suriye Müslüman Kardeşler örgütlenmesi içinde hiç yer almamışlar, İhvan’ı tarihte hiçbir zaman desteklememişlerdir.
Kürtlerin en ciddi sorunları kimlik sorunudur. Ana kitleyi oluşturan Suriye’de öteden beri mukim Kürtler vatandaş sayılsalar da, 1962’de yayınlanmış bir kararnameyle, 1945’ten beri bu ülkede yaşadıklarını kanıtlayamayanlara vatandaşlık hakkı tanınmamıştır. 250 bini aşan bir kitle durumundaki bu kategoriden Kürtlere özel bir “kırmızı kimlik” verilmekte ve kendilerine Maktoumeen (kayıt edilmemişler) denmektedir. Hiçbir hakları yoktur. Yakın zamanlarda dışarıdan, örneğin Türkiye gibi ülkelerden gidenlerin ise “kırmızı kimlikleri” bile yoktur. Var sayılmamaktadırlar. Bu iki grubun da, seçme-seçilme, kamu görevlisi olma, pasaport taşıma, toprak satın alma, sağlık hizmetleri vb. vatandaşlık haklarından yararlanma ve belirli okullara kaydolma hakları yoktur.
Suriye’de, en güçlü Kürt partisi olan PYD’ye (Demokratik Birlik Partisi) üyelik iddiasıyla 2000 Kürt siyasi tutuklu bulunmaktadır.
Kürt halkının başlıca talepleri, 1) Anadilde eğitim, 2) Özerklik, 3) Kimlik sorununun çözümü ve 4) Af’tır.
Tunus ve Mısır’ın ardından Suriye de hareketlendiğinde, bu hareketlenmeden başlangıçta tüm rejim dışına itilmiş muhalif güçler gibi Kürtler de etkilendiler. Önce, görmüş geçirmişlikle9 gözleyerek beklediler ve ardından onlar da sokağa döküldüler. Esad’ın “reform” vaadi, bu kapsamda af ve kimlik sorununun çözümü gündeme geldikten ve 20-30 PYD’li yönetici serbest bırakılıp geri kalanların da bırakılacakları açıklandıktan sonra, Kürtlerin beklentileri arttı ve koşut olarak hareketsizleşip, yeniden, ama bu kez bir pazarlık süreci çerçevesinde beklemeye geçtiler. Bunda, silahlı eylemlerin ortaya çıkmasının dış müdahalelerin varlığının işareti olmasının yanında halktan kopukluğunun Kürtler bakımından da oluşturduğu tehdit ve tehlikelerin Kürtler tarafından algılanmasıyla birlikte İhvan yönelimli muhalefetin en az Esad rejimi kadar Arap milliyetçiliğiyle malul olması etkili oldu. Kürtler; Arap milliyetçisi tutumu nedeniyle İhvan’a geçmişten bugüne hiç yakın hissetmedikleri gibi, aynı tutum bugün de devam etmiş ve özellikle yurtdışında İhvan ağırlıklı düzenlenen muhalif toplantılarda Kürtlerin temsiline yer verilmeyerek, “eklenti” babından İhvan’ın platformunda durmayı kabullenen ve temsil yeteneği bulunmayan birkaç kişinin çağrılmasıyla yetinilip Kürtler dışlanmışlardı. Sonuçta, hem rejime hem de siyasal İslam ağırlıklı muhalefete karşı “gardını alarak” mesafeli duran Kürt halkı, halkın kendiliğinden muhalefetinin ötesinde, içinde yer alabileceği “üçüncü bir cephe” olarak örgütlenmesine girişilmiş yeterince güçlü bir hareketin bulunmadığı koşullarda, geçmiş deneylerinin dersleriyle kendi başına muhalefet yürütmek üzere öne çıkmaya da eğilim göstermeyerek –belki aktif denebilecek türden bir– beklemeyi seçmiştir.
Zamanında Suriye’nin iyi ilişkilere sahip olduğu PKK’ye üs sağlamış olmasıyla bu iyi ilişkilerin, şimdi iki tarafın da Amerikan müdahalesine karşı olmalarıyla birlikte, Suriye ile Kürt nüfus arasında, tabii ki Kürtlerin taleplerinin az-çok karşılanmasıyla gelişebilecek bir yakınlığın kolaylaştırıcı etkeni olabileceğini düşünmek yanlış olmayacaktır ki, PKK Suriye’yi Batı Kürtlerinin taleplerini karşılamaya çağırmaktadır. Öte yandan muhalefetin yenilenmesi, örneğin Kürtleri kapsamayı da amaçlayarak muhalefeti birleştirecek yeni bir Koordinasyon Komitesi’nin kurulması türünden eğilimlerinin ortaya çıkmasıyla Arap milliyetçisi tutumda bir gerileme ve Kürtlere el uzatılması ihtimalinin belirdiği de söylenmelidir. Kuşkusuz nüfusun yüzde onu gibi büyük bir oranını oluşturan Kürtlerin kazanılması her iki taraf için de önemli sayılmakta, fazla taviz verilmeden de olsa, Kürtler Esad tarafından rejimini sağlamlaştırmak üzere kendi yanına, muhalefet tarafından da rejimi güçsüzleştirmek için karşı tarafa çekilmeye uğraşılmaktadır, ancak şimdilik bu iki çaba da sonuç vermemiştir.
DIŞ MÜDAHALELER
Amerikalılar, peşlerine sair Batılı emperyalistleri de takarak, öteden beri Suriye’ye müdahale uğraşındalar. Suriye’yi çoktan beri “haydut devlet”lerden biri ilan etmişlerdi. Suriye’yi çökertmek, olmazsa İran’la bağlantısını keserek diz çöktürmek Ortadoğu’ya ilişkin stratejik amaçları arasındaydı.
Irak’a yönelik ikinci Amerikan müdahalesi ve Irak’ın işgalinin ilk dönemlerinde, savaşın Suriye’ye yayılmasının kıyısından dönüldü. Amerikan birlikleri, Suriyelilerin Irak’a yardım ettikleri bahanesiyle Irak-Suriye sınırında Suriye birliklerine saldırdılar, ancak, savaşın büyüyüp yayılmasını göze alamayıp saldırılarını durdurdular.
Ardından, Refik Hariri suikastı üzerinden ABD, Suriye’ye çok yüklendi ve en son BM’den yargılamalara ilişkin bir karar çıkardı. Hariri’yi Hizbullah öldürmüştü, destekçisi ve asıl organizatörü ise Suriyeli ajanlardı; iddia buydu, Suriye köşeye sıkıştırılmaya ve yalnızlaştırılıp yalıtılmaya çalışıldı.
Libya’ya silahlı NATO müdahalesi ise, Suriye’nin de topun ağzına konduğu anlamına geliyor ve tüm Arap halklarına olduğu gibi, Suriye halkına da, bu arada tabii ki BAAS rejimine de gözdağı verilmiş oluyordu.
Bununla kalmadı, Amerikan Elçisi’nin, beraberinde Fransız Elçisi olduğu halde, Hama’ya düzenlediği birkaç günlük “gezi” son derece pratik bir siyasal müdahaleydi. “Gözlem ve göstericilere destek sunma” amaçlı olduğu açıklanan gezi, şüphesiz Hama’yı 40 gün ellerinde tutmuş silahlı gruplara işbirliğinin ciddiyetini göstermeyi ve henüz ezilmekten uzak olan bu grupları cesaretlendirmeyi hedefliyordu.
Suriye’ye yönelik Amerikan müdahale ve dayatmaları zaman içinde dalgalandı, esnek taktikler çerçevesinde uygulandı.
Türkiye’yi Suriye’ye “örnek” gösterme10 ve “Suriye’de istikrar lazım, ama doğru çeşit bir istikrar lazım. Hem Suriye hem de Türkiye için en iyi sonuç olmalı” diyen Amerikan Dışişleri Bakanı H. Clinton’un ağzından Türkiye ile Suriye’nin “kader ortaklığı”na gönderme yaparak,11 Türkiye’yi, Irak’ın ardından Suriye’deki Kürtlerin de olası özerkliği ile terbiye edip kazanma taktiği, ABD müdahilliğinin belli başlı iki yönelimi durumunda olmuş; ABD, başlıca bu çift taraflı “havuç ve sopa” politikasını yürütmeyi sürdürmüştür. Bu çerçeve dahilinde esnemelerse hep olmuştur.
Önce, “haydut devletler”den olan Suriye hedef tahtasına oturtulmuş, ardından, sözde ABD’den farklı politika izleyen ve onunla “anlaşmazlık” halinde görünen Türkiye aracılığıyla ehlileştirilip liberalleştirilmesine çalışılmıştı. Ayaklanma patlayınca, yine “fırsat bu fırsattır” denip gaza basıldı. Sonra, İngiliz The Guardian’ın haberiyle12 ABD’nin yeni bir “bilgi sızdırması”na tanık olundu: ABD, Suriye’de değişim için yeni bir “yol haritası” hazırlamıştı ve öngörülen, “rejim değişsin, ama Esad gitmesin” formülüydü. Erdoğan’la teşriki mesaisi boyunca yumuşatıldığı düşünülen Esad’ın yeterince yumuşayıp yumuşamadığı sınanacaktı, bu nedenle ona “sivil demokrasiye güvenli ve barışçıl geçişe önderlik etme” görevi veriliyordu. Şartlarsa şunlardı: 1) Barışçıl gösterilere izin verilecekti, 2) Basın özgürlüğü genişletilecekti, 3) Bir “geçiş konseyi” kurulacaktı, 4) “Hayaletler” denen, gösterilere saldıran milis güçleri dağıtılacaktı, 5) Gösterilerde ölenler için resmi özür dilenecek ve ailelerine tazminat ödenecekti, 6) BAAS yüz üyeli “geçiş parlamentosu”nda 30 üyeyle temsil edilecek, 70 kişi ise Esad’la muhalifler arasında istişare ile belirlenecekti.
Fena mıydı! Bu “yol haritası”, Esad’ın reform vaat eden ikinci konuşması ve bir “ulusal diyalog grubu” oluşturulacağını açıklamasından sonra gelmişti. Hemen kurulan “diyalog grubu” çerçevesinde Şam’da 200 muhalif aydının toplantı düzenlemesi olanağı da tanınınca Esad’la yürünebilme ihtimali önem kazanmış ve plan açıklanmıştı. Amerikalı ve Fransız Elçilerin Hama ziyareti ise hemen bunun arkasından gelmişti. Belliydi ki, emperyalistler öyle küçük değişikliklerle yetinmemeye kararlıydılar, açıktan muhalefetin gerici kanadının yanında yer aldıklarını göstererek Esad’a tutacağı yolun ne olduğunu dayatmaktaydılar.
Birkaç gün sonra, karşılık olarak, “Esad yandaşları”nın Amerikan ve Fransız Elçilikleri baskını ve ardından ABD Dışişlerinden –sonradan Obama tarafından da benzer içeriğiyle yinelenen– sert açıklama geldi. Clinton, Beşar Esad’ın “vazgeçilmez olmadığını ve ABD’ye göre meşruiyetini kaybettiğini” söyledi. Ve hiç sektirmeden Türkiye, Erdoğan’ın ağzından, Esad’a yönelik olarak “halkına zulüm yapanlar abad olmazlar” açıklamasını yaptı. Amerikan politikasına uygun biçimde ve onun oynadığı “atlar”dan birine binerek “yumuşak güç” aracılığıyla Suriye’yi Batı’ya davet eden Türkiye gitmiş, yerine, artık bu yoldan yürünebilir olmadığını gören ABD’nin dayatmaları karşısında gerileyerek kendisi de Batı’nın birincil atına binerek “şahinleşen” bir Türkiye gelmişti.
Müdahale, işbirlikçilerle birlikte, bir biçiminden diğerine sürmektedir. Ancak doğrudan dış müdahalede bulunmak yerine, Suriye’nin Libya türü görece “kolay lokma” olmadığını bilen emperyalistlerin, dolaylı müdahaleleri, halk muhalefetinin yükselişini fırsat bilip ülke içinde finansmanıyla silahlandırılmalarını üstlendiği yandaş güçler örgütlemeyi ve içine sızarak muhalefeti kontrol altına almayı tercih ettiği görülmektedir.
MEDYATİK MÜDAHALE
Tüm Batı medyası, Bahreyn, Yemen ve diğerlerinin tümünden söz etmeyi keserek, bir Libya, bir de Suriye’de –devrilmesine rağmen– Kaddafi’yle Esad’ın zalimlikleri ve iki halkın katledilmekte olduğu haberleriyle dolup taşmaya başladı. Libya’nın bir hal yoluna girdiği düşünülerek, giderek ağırlık özellikle Suriye haberlerine kaydı. Artık Türk gazeteleri ve TV’lerinde de Suriye’deki zulüm ve katliam haberlerinden geçilmiyor. Oysa uzun süre, hükümet kontrolündeki TRT ve AA, Suriye’de olanları genel Batı medyasından farklı işlemiş; ayaklanmadan değil, ama küçük silahlı grupların vur-kaç eylemlerinden, hatta teröre başvurduklarından söz etmişti. Sonra birkaç gün içinde onlar da değişti ve Zaman ve Akit başta olmak üzere tüm Türk medyası, aynı Suriye düşmanı çizgiye geldi: “Suriye’de mezalim”. Tüm Batı medyası birkaç gün içinde milyonların ayakta olduğunu keşfetmiş, Derra’da beş yüz bin, Hama’da milyonluk gösterilerin haberlerini aktarır olmuştu. Tam bir dezenformasyon hüküm sürmekte ve kampanyanın başını Bahreyn’de bütünüyle sessiz kalan El Cezire çekmektedir.
Kuşkusuz benzer bir dezenformasyon Suriye kaynaklı olarak da yürütülmektedir. Suriye’den gelen haberlerde en çok, yer yer 10-15 binlik gösteriler düzenlendiği kabul ediliyor, askeri harekat ve 4-5 bini bulan öldürümler görmezden geliniyor.
Suriye’de “olaylar” olduğu kesin, ama rivayet muhteliftir. Ellerinde propaganda aygıtları bulunan iki tarafın da birer amacı var ve hem batılı emperyalistlerle başta Türkiye olmak üzere işbirlikçileri, hem de Suriye rejimi amaçlarına ulaşmak için yalan ve katillik de içinde olmak üzere her türlü yöntemi kullanıyorlar.
TÜRKİYE’NİN ÜSTLENDİĞİ YIKICI MÜDAHALECİ ROL
Batı’nın yüklenmesi Türkiye’nin hızla tavır değiştirmesine neden oldu. Sadece Türk medyası tutum değiştirmekle kalmadı; ama hükümet de Amerikan tutumlarını, henüz daha açıklanmadan bir gün öncesinden Davutoğlu’nun ağzından seslendirmelerle öncelemeye yöneldi. “Kardeşim Esad” dönemi kapanmış; “ortak kabine toplantıları”yla “Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Konseyi” ve stratejik ortaklık söylemi hükmünü yitirmişti. Türkiye hızla düşmanca tutuma yöneldi.
I) Suriye sınırında, Hatay’da yüz bin kişilik bir mülteci kampı oluşturuldu. Kamp kurulduğunda henüz Türkiye’ye gelen Suriyeli yoktu; ama kamp bir işaret fişeği rolü oynadı. Birkaç gün içinde on bin civarında sığınmacı Türkiye’ye geçip kampa geldi. Kampın belirli amaçlara sahip bir “üs” olarak öngörüldüğü şuradan belliydi ki, erkekler ve gençler, genellikle, yanlarında getirdikleri kadın ve çocukları bırakıp “mücadele”ye geri döndüler. Ve sonradan, Suriye’nin “geri dönün” çağrısı üzerine bir hafta-on gün içinde sığınmacıların on bine yakını (sonradan artmak üzere, 3 Temmuz tarihli Hürriyet’in haberine göre, 4658’i) geri döndü; ancak kamp macerası Türkiye’nin bir yıkıcı etkinliği olarak hafızalarda yer etmek ve ileride yeniden kullanılmak üzere, kenara çekildi.
II) İlk kez Robert Fisk’in bir makalesinde sözünü ettiği, tabii ki Amerikalı emperyalistlerce sızdırılan, Türkiye-Suriye sınırının Suriye tarafında, ayaklanan halka destek ve BAAS zulmünden kaçanlara sığınacak “güvenli bir bölge” sağlamak üzere bir “tampon bölge” oluşturulması haberi karşısında Türk yetkilileri yalanlama yapmadıkları gibi, bilmiş bilmiş söylenerek “neden olmasın” tutumu aldılar. Bu “tampon bölge”, şüphesiz ki, Saddam’a kuzeyine geçmeyi yasaklayan ve “Çekiç güç”çe denetlenen “36. paralel”den bir çizgi çekilmesi ve Libya’ya son NATO saldırısında olduğu gibi Kaddafi karşıtlarına “güvenlikli alan” açılması türündendir ve Türkiye tarafından onaylanmıştır. Türkiye, bugün için henüz tasarım halinde olsa bile, hem “fikren”, ama hem de pratiğe aktarılacak roller üstlenerek, Libya’da olduğu gibi, müdahalecilere katılmaktadır.
III) Türkiye, kapılarını, hemen tümü İhvancı, bir kısmı da eski rejim yandaşı yeni liberal Suriyeli “muhalifler”e ardına kadar açmış, İstanbul ve Antalya’da üst üste toplantılar düzenlemelerine önayak olmuştur. “Ulusal Kurtuluş Konferansı” adıyla İstanbul Pendik’te dualarla açılan toplantıda, başkanlığı üstlenen eski İnsan Hakları Genel Sekreteri Malih, karanlık amaçlarını örtmek üzere, Erdoğan’ın Kahire’de Mısır için önerdiği türden, “demokratik, laik bir Suriye kurmak” hedefini açıklamıştır! Muhalefetin yine siyasal İslamcı bir diğer kolunun Antalya toplantısında yaptığı “dış müdahaleye kesinlikle karşı olunduğu” açıklaması gibi, bu açıklama da, sadece bir yalandır. Türkiye, Suriye muhalefetinin, Kürtleri dışlamayı dayattığı, demokratlıkla laikliğin semtine bile uğramamış siyasal İslamcı Amerikancı gerici kanadını açıktan desteklemektedir.
IV) Uzun süredir Şam’da yaşamakta olan üstelik İhvancılığından kimsenin şüphe etmediği HAMAS önderi H. Meşal’le FKÖ önderi M. Abbas Mısır “Yüksek Askeri Konseyi”nin –tabii ABD adına– inisiyatif almasıyla bu ülkede görüşüp Filistin’de iç barış üzerine anlaştılar. Türkiye, HAMAS’ın Suriye ile ilişkisinin bozulmasını amaçlayan bu görüşmenin kotarılması ve olumlu sonuçlanmasının sağlanması sürecinde doğrudan yer aldı, taraflar bu süre içinde Türkiye’ye gelip gittiler, Türk Hükümeti’nden Meşal’e “git görüş” mesajı gitti. İran-Hizbullah-Suriye-HAMAS ittifakının sonu getirilerek Suriye-Filistin bağının bu koparılma adımı ne kadar başarılı olur şimdiden öngörülemez, ancak her halükarda Suriye’yi ve yalnızlaştırılmasını hedef aldığı bellidir.
V) Türkiye’den Suriye’ye, siyasal İslamcı gruplara “silah kaçakçılığı” yapıldığı artık gizlenemez haldedir. Örneğin, Suriye’nin Rakka gümrük kapısı yetkilileri, “Türkiye sınırındaki Rakka kentinde Türkiye’den gelen ve çimento taşıyan bir kamyonda yapılan aramada 36 adet otomatik silah ele geçirildiğini” açıklamışlardır. Batılı emperyalistlerin yanı sıra Türkiye tarafından da açıktan desteklenen İhvan’ın Türkiye’nin bu manevralarıyla cesaretlendirilip teşvik edildiğini söylemek için kahin olmak gereksizdir.
SURİYE’Lİ “MUHALİFLER”
Çok sayıda sürgündeki İhvancının yanı sıra Esad’ın eski Başkan Yardımcısı Abdülhalim Haddam, Şam Deklarasyonu Yurt Dışı Milli Konseyi Başkanı Abdurrezzak Eid, eski Suriyeli muhalif milletvekili Mamoun Homsi, Reform Partisi lideri Ferid el-Gaderi gibi sürgündeki Suriyeliler, şimdi Suriye’ye yönelik kampanyada önemli rol üstlenmiş görünüyorlar ki, bu, kampanya hakkında fikir vericidir.
Bunlardan El Arabiya Televizyonu’na konuşan Haddam, “Suriye’deki muhalefetin eylemlerinin başarısız olması halinde İran’ın Lübnan, Suriye, Irak ve Afganistan’ı tamamen kontrol altına geçireceği”ni söyleyip “Suriye’de Esad yönetiminin varlığını koruması halinde bölgedeki tüm ülkeler, İran’la uzlaşmak zorunda kalacaktır. İran’ın bölgeye hakim olması halinde ise tehlikeli sonuçlar olacaktır” diyerek müdahaleyi davet eden tutumuyla, “Arap ülkelerini Suriye’ye karşı sorumluluk üstlenmeye” çağırmaktadır.13
Ferid el-Gaderi’, 2007’de İsrail Parlamentosu Knesset’i ziyaret ederek İsrail-Suriye, Batı-Suriye “barışması”nda rol üstlenmiş, ancak başarılı olamamıştır.
Ve İsrail ve Batı’yla aynı türden bir barış doğrultusunda tutum alan bir diğer güç Mısır İhvan’ı olmuş, Mübarek’in devrilmesinin hemen ardından “Camp David dahil Mısır’ın imzaladığı tüm uluslararası anlaşmaları tanıyoruz” açıklamasını yapmıştır. Suriye İhvanı’nın Mısır İhvanı’ndan ciddi bir farkının olmadığı, İhvan’ın Tunus, Mısır, Suriye, Ürdün vb.. kollarının aslında tek bir İhvan oluşturan ulusal-ötesi/ümmetçi yapılanması düşünüldüğünde, aynı yönelim Suriye İhvanı için de geçerli sayılmalıdır. Zaten Müslüman Kardeşler temsilcisi, Temmuz ortalarında Paris’te “Suriye Halk hareketi” adı altında düzenlenen Suriye muhalifleri konferansına “dünyanın en insancıl ordusu İsrail ordusudur” diyen ve İsrail Başbakanı Netenyahu ile yakın ilişkiye sahip olan Siyonist Bernard-Henry Levy ile birlikte katılarak, Siyonistlerle ortak hareket etmede bir çekinceleri olmadığı ortaya koymuştur.14
SONUÇ OLARAK
Suriye halkının kitlesel biçimde ayağa kalkmış olmasına ve emperyalistlerin Suriye’nin içişlerine burnunu sokarak silahlı eylemler örgütlemesine karşın, Esad ve rejimi henüz hâlâ yeterince sağlam görünmektedir. Kendiliğinden olsa bile halk isyanına dönüşmüş kitlesel bir muhalefetin, hele Batılı emperyalistlerin kuşatma ve müdahaleleri de eklendiğinde, rejimi zayıflattığı ve zayıflatmaya devam edeceği bir gerçektir. Dünya tarihi, kendisine karşı ayağa kalkmış halk muhalefetini ezip bastırarak kendisini geçici olarak olsa dahi sağlamlaştıran burjuva diktatörlüklerine tanıklık etmekle birlikte, üstesinden gelemediği, ezip bastırmayı başaramadığı halk muhalefetleri karşısında zayıflamaktan kaçınabilen bir diktatörlük tanımamıştır. Ancak, gerek rejimin dayanaklarının güçlülüğü ve –Rusya ve İran gibi– uluslararası bağlantıları ve gerekse kendiliğinden muhalefetin iktidarı almaya uzak oluşuyla birlikte, halktan ve eyleminden kopukluğu, hissedilir dış bağlantıları ve mezhepçilikle ilintili oluşu nedeniyle muhalefeti bölmesinin yanında halkta tedirginliğe yol açan silahlı faaliyetlerin muhalefet üzerindeki dağıtıcı, bölücü ve geriletici etkisi dolayısıyla Esad devrilmeye, muhalefet de bir rejim değişikliği gerçekleştirmeye yakın gözükmemektedir.
Rejimle herhangi uzlaşmaya karşı duran İhvan bir yana hemen her akımın üzerinde fikir birliği etmiş göründüğü, Esad tarafından da toplumsal muhalefeti yatıştırmanın ve Suriye’yi boydan boya etkisi altına alan toplumsal-siyasal krizden çıkışın yegane yolu olarak kabul gördüğü anlaşılan ve kitleler tarafından da beklenen “rejimin iyileştirilmesi”ne yönelik reformlar, bütün bu nedenlerle, bu ülkenin uğrayacağı zorunlu bir “durak” olarak belirmektedir. Hem muhalefet hem halkın geniş kesimleri reform istemekte; Esad da rejimini kurtarmak üzere reformdan başka çare bulamamaktadır. Ve bu “çare”, aynı zamanda Batılı emperyalistler tarafından da öngörülen “reçete”den başka bir şey değildir. Birkaç ay önce Amerikalı yetkililerce dillendirilen “Esad’lı çözüm”, somut önlemleriyle ilgili bir ileri iki geri oynamalar bir yana bırakılırsa, rejimin benzer “iyileştirmeler”le yeniden düzenlenmesini öngörmekteydi. “Tarihin cilvesi”, şimdi emperyalistlerin kuşatma ve müdahalelerine karşın, Esad’ın zayıflamakla birlikte hâlâ görece güçlü olduğu, halk muhalefetinin de bir iktidar değişikliğine güç yetiremediği orijinal koşullarda, bu üç dinamiğin de kendi lehine “yontmaya” ve kendisini güçlendirmek üzere yararlanmaya çalışacağı bir reform sürecini kaçınılmaz kılmış durumdadır ki, bu süreç şimdiden gündemdedir. Eylül sonuna doğru Siyasi partiler Yasası’yla Seçim Yasası değiştirilmiş bulunmaktadır, yaz olmadan da seçimlerin yapılacağı açıklanmıştır.
Kuşku yok ki, “reform”larla ilgili rivayet muhteliftir ve başlıca üç grupta toplanarak ayrışan hemen herkesin “reformlar”a yüklediği anlam farklıdır. Ancak anlaşılan odur ki, halkın siyasal demokrasiye ilişkin belirli olası kazanımlarının ötesinde; rejimin çok partililik vb. yönünde liberalize edilişine yönelik liberalizm, iktisadi ve sosyal alanda da tutulacak yol olacaktır ki, bu, hem Batılı emperyalistlerin baskıladığı yöndür, hem de siyasal despotizmin yanında halkın sokaklara dökülmesinin başlıca nedenidir. Geldiği anlam şu olacaktır ki, “derdin nedeni”, “çaresi” ya da “ilacı” olarak kullanılacak; işsizlik, sefalet ve açlığa neden olan neoliberal politika ve uygulamalar, kendi yarattığı sonuçları gidermek üzere gündeme alınacak, başka bir deyişle, işsizlik işsizlikle, açlık açlıkla terbiye edilmeye girişilecektir! Özellikle bu yönüyle, iktisadi ve sosyal bakımdan beklediği reformlardan halkın kazançlı çıkması düşünülemez, ama yeni aldatıcı bir edebiyatla karşılaşacaktır. Siyasal demokrasi alanında sağlayacaklarının yanında yolsuzlukla, rüşvetle mücadeleyse, bir yönüyle iktisadi liberalleşmeyi örtecek, ancak, halkın kaynaklarının çar çur edilmesinin az-çok ve geçici olarak bile olsa önlenmesi belki de tek kazancı olacaktır.
Bu süreçten, bir kez ortaya çıktıktan sonra kendi deneyleriyle kendisini eğiterek ilerleyen, güdük ve sınırlı olsa bile siyasal demokrasi alanına ilişkin olası reformlarla kullanabileceği imkanlar arttıkça güçlenme potansiyeli taşıyan ve dev adımlarla örgüt ve bilinç açığını kapatma fırsatı bulabilecek halk muhalefeti yararlanabilecektir. Ama reformlarla belirli bir yatışma sağlayıp zaman kazanarak nefeslenecek olan Esad’ın, bu aynı imkandan yararlanarak kendisini toparlayıp güçlenmesi ihtimali de kuşkusuz vardır. Ve kuşkusuz kollarını kavuşturup gelişmeleri seyretmekle yetinmeyeceği kesin olan Batılı emperyalistlerin mevzi kazanmaları da hiç küçümsenmesi gereken bir diğer ihtimaldir. Bir reform sürecinin yaşanacağı anlaşılmaktadır, ancak bundan kimin kazançlı çıkacağı mücadelenin gidişatı tarafından belirlenecektir.
Öte yandan, Suriye ile ilgili olarak, Türkiyeli devrimciler bakımından çıkarılacak sonuç önemlidir ve sorun bu nedenle bütün boyutlarıyla ele alınmaya çalışılmıştır.
İki süreç iç içe yaşanır, kendi demokratik içerikli, başlıca “iş, ekmek” ve “özgürlük” olarak formüle edilebilecek talepleriyle halk ve mücadelesinin yanında, neoliberal yönelimli İslami gericiliği destekleyip dayanağı haline getirmeye yönelmiş emperyalist müdahalenin yaşanmakta olduğu Suriye’nin içişlerine Türkiye gericiliğinin karışmasına ve emperyalizmin dümen suyunda müdahalelerde bulunmasına karşı çıkmak herhalde temel sorundur.
Esad’ın başında durduğu BAAS rejiminin savunulacak bir yanının olmadığı ve hiçbir biçimde kefil olunamayacak bu rejimin desteklenemeyeceği ortadadır. Emperyalist müdahaleler ve İhvan’la benzeri akımların gerici neoliberal İslami faaliyetleri, tabii ki BAAS rejiminin “halkçılığı” ya da anti-emperyalizminin ileri sürülüp desteklenmesinin nedeni olamaz. Ancak aynı şekilde BAAS’ın gericiliği ve halka karşı işlediği suçlar, emperyalist müdahaleleri ve onunla işbirliği halinde silaha sarılan siyasal İslamcı gericiliğin savunulup desteklenmesinin nedeni sayılamaz.
Emperyalistler ve işbirlikçilerinin manevra ve müdahaleleriyle Ortadoğu’da kendi egemenliklerinin önündeki engelleri temizleme girişimlerine karşı çıkıp teşhir etmek, özellikle Türkiye gericiliğinin bu kapsamdaki girişimlerine karşı tutum almak, günün başlıca görevi durumundadır.
Neoliberalizm önce kadını vuruyor
Kadın cinayetlerinin AKP hükümeti döneminde yüzde 1400 oranında artış göstermesi, hem şiddetin ailenin mahremiyeti, kutsallığı üzerine yıllardır tekrarlanan söylemlerle gizlenemez, görmezden gelinemez olduğunu gösterdi, hem de bu şiddetin münferit addedilemeyeceğini, kadınların neredeyse toplu bir kıyıma tabi tutulmaya başlandığını açığa çıkardı. Bu istatistik oran yükselişi olmadan önce de kadınlar şiddete maruz kalsa dahi, “toplu kıyım” tanımı, şiddetin derinleşmiş olmasına, yaygınlaşmasına ve şiddete maruz kalan kadın profilinin daha geniş kesimleri kapsamasına dikkat çekmek için kasten kullanılmıştır.
Erkeğe bağımlı kılınan, kendisine biçilen toplumsal rolleri yerine getirip getirmediği bağımlı olduğu erkeklerin şiddet tehdidi ile kontrol edilen ve böylece, terbiye edilmesi için karşı cinsin, önceden üzerinde anlaşılmış hoyratlığına bırakılmış olan kadın, onun ezilmesinden çıkarı olan bir sistemde şiddetle yaşamak zorundadır zaten. Kendisine biçilen toplumsal rolleri yerine getirmesi karşılığında aile içi şefkatin ve sevginin nesnesi olacağı vaat edildiği için, şiddete maruz kalan kadının, bu iyi duygulara layık olmayan, iyi muameleyi hak etmeyen, dolayısıyla yazısız bir sözleşmeyi ihlal etmiş taraf olarak, kötü davranışa müstahak olduğu kanısı, kadına yönelik şiddetin meşrulaştırıcısı olmuştur çoğu zaman. Çünkü aile içinde yaşanan ilişkilerin iktisadın ve toplumsallaşma biçiminin şekillendirici etkilerinden muaf olduğuna dair ima ve evin eşiğinden içeriye girildiğinde maddi dünyanın bütün kaosu ve çalkantılarının kapının ardında bırakıldığına, içerde olan bitenlerin tamamen kişisel ve duygu dünyasına ait olduğuna ilişkin geleneksel retorik, kadına yönelik şiddetin de, tamamen kişisel bir sapma, ilişkinin taraflarının karakterleriyle ilgili olduğu yargısını ister istemez üretmiştir. Şiddet uygulayanın değil, maruz kalanın kendisine uygulanan şiddete yol açmaktan dolayı suçluluk duygusunu körükleyerek ve zaten herkesçe suçlu bulunmasıyla çalışır bu sistem. O yüzden “yemeği yaktın”, “haber vermeden sokağa çıktın”, “çorabımı yıkamadın”, “çocuğu ağlattın”, “parayı harcadın”, “bulaşıkları yıkamadın”, “bana cevap verdin”, “yapma dedim, yaptın”, “komşunun oğluyla konuştun”, “gözünün üstünde kaşın var”… gibi gerekçelerle bile şiddete maruz kalan kadının yeterince iyi bir eş, yeterince iyi bir ev kadını, yeterince iyi bir anne olmadığı; dolayısıyla hep eksikli olduğu, bu eksikliği kadını hizaya getirerek tamamlayacak olan şeyin de karşı cinsin şiddeti olduğu kanısı o kadar yaygındır ki, şiddet, neredeyse kadın için sadece eksikliğinin yüze vurulduğu bir utanç duygusu yaratır. Kendisinden beklenen de, aile saadetinin bekası için “kan tükürmüyorum, kızılcık şerbeti içtim” demesidir.
Ancak “kızılcık şerbeti içme”yle ilgili söylencenin şiddeti gizlemekte artık hiçbir fayda sağlamadığı görülüyor. Yukarıda sayılan şiddet gerekçelerinin kadın katline artık daha sık kapı aralaması, “erkeklerin sevgisi kadınları öldürüyor” yazılı dövizler taşıyarak sokaklara inen kadınların sayısını çoğalttı.
Peki, ama ne oldu da erkek cinsinin üyeleri eskisine nazaran bu kadar kolay ellerini kana bular hale geldiler? Yanlarındaki kadınlara karşı, kolaylıkla bıçak çekecek, boğazını sıkacak, silah doğrultacak kadar nefretle doldular ve bu kadar kısa bir sürede nasıl “canavarlaştılar”? Bu soru, erkek ve kadın arasında toplumsal ilişkilerden soyutlanmış tamamen kişisel bir ilişki olduğu varsayılarak, bu kadar düpedüz sorulduğunda bile, toplumsal bir cinnet halinden söz edilmiş olunur ki, kim bu sorunun yanıtını erkek doğasında, insan karakterinde aramaya kalkarsa veya eskiden verilen yanıtları tekrarlamakta ısrar ederse, soru kendisini dönüp dolaşıp yinelemek zorunda kalacaktır ister istemez.
Çünkü son birkaç on yıldır meydana gelen iktisadi ve politik değişikliklerin şiddetli artçı sarsıntıları gündelik hayattaki yıpratıcı ve çözücü etkilerini son on yılda iyice görünür hale getirmiştir ve yaşadığımız süreç bundan on yıl önceki süreç değildir artık. Kadına yönelik şiddetin nedenlerini de, dünyanın ahval ve şeraiti dışında bir yerde aramadan, kadın erkek ilişkisinin ya da aşkın, Leyla ile Mecnun gibi adanmışlık hikayelerinin geçtiği steril bir dünyada gerçekleşebileceği vaadinin ısrarla gizlediği gerçek bir dünyada, asıl olarak da günümüzün dünyasında tartışmak gerekir. O zaman anlaşılacak ki, kapitalizm bu iki cinsi Engels’in deyimiyle “birbirinin karşısına yanlış konumla”mak suretiyle, sermaye tanrısına kurban edilenler için kurulan sunakları çoğaltmış, kadın ve erkek arasındaki mümkün bütün insani duyguları ve ilişkiyi etrafı kan gölüyle çevrili bir ticarete tahvil etmiştir.
* * *
Kadınların kapitalist sistem içindeki bütün tarihleri, kendilerine biçilen ve onları ikinci sınıf yurttaşlar olarak konumlandıran geleneksel toplumsal cinsiyet rollerinin cenderesinden kurtulup eşit ve özgür yurttaşlar haline gelme mücadelesiyle yazılmıştır. Daha 1789 Fransız Devrimi sırasında oy, iş ve eğitim hakkı için verdikleri mücadelelerin ilk sonuçları kanla bastırılmak olmuş, bu haklara ulaşabilmeleri için neredeyse yirminci yüzyılı beklemek zorunda kalmışlardı. Oy kullanmayı mülkiyet sahibi olmakla ilişkilendiren kapitalizmin başlangıç dönemi politikacıları için, kadınların demokratik süreçlere katılım talebi, onların geleneksel rollerini yerine getirme görevlerini kamusal hayatta görünür olmak adına terk edecekleri korkusuyla, uzunca bir süre şiddetle bastırıldı, görmezden gelindi. Siyasal talepleri için sokağa çıkan kadınların aşağılandığı bir söylemle birlikte uygulanan şiddetin akıntıyı durdurmaya gücü yetmedi belki, ama kadınların en küçük kalkışmaları karşısında ısıtılıp ısıtılıp piyasaya sürülmeye devam edildi. Bu süreç kuşkusuz hâlâ devam ediyor.
Kadınlar, yirminci yüzyılda, özellikle Avrupa kıtasında, statülerini ve yaşam standartlarını bir parça düzeltmeyi başardılar. Bu alandaki başarının elbette sadece kadın mücadelelerinin kazanımı olarak tescil edilmesi doğru olmaz. Zira bu yüzyıl, geçen yüzyıldan beri devam eden, işçi sınıfının politik ve sendikal mücadelelerinin kendisine yeni alanlar, örgütler ve statüler edinerek ilerlediği bir yüzyıldır ve tam da olması gerektiği gibi, kadınların hak talepleri bu mücadelenin de bir konusu olmuştur.
Kimi Feminist kuramcıların –1789 sonrası– birinci dalga kadın hareketi ile orta sınıf kadınların hak taleplerini yükselttikleri –1968’de başlayan ve 70’lerin ortasına kadar devam eden– ikinci dalga arasında kadın özgürlük hareketi bakımından koskoca bir boşluk varmış gibi davrandıkları tarihsel süreç, tam da kadın mücadelesiyle işçi sınıfı mücadelesinin birleşik bir seyir izlediği, işçi sınıfının taleplerine kadınların eşitlik taleplerinin de dahil olduğu dönemdir. Ve sınıf hareketinin gücüne ve burjuvazinin karşısında mevzileniş biçimine bağlı olarak, bu taleplerin kazanılması, ileriye doğru götürülmesi ve kazanılmış olanların kullanılması ülkeden ülkeye değişse de, sistemin yükünü en ağır koşullarda taşıyan kadınlar için, bu dönemin şimdi içinde bulunduğumuz dönemle kıyaslanabilir biçimde yaşam standartlarında genel bir iyiye gidişle karakterize olduğundan söz edilebilir.
20. yüzyılda, 1917’de Ekim Devrimi’ni gerçekleştirerek Sovyetler Birliği’nde iktidara gelen işçi sınıfı, Lenin’in deyimiyle “Avrupa’nın en demokratik ülkesinden daha demokratik” bir ülke yaratmıştı ve burada kurulan sosyalizm, kadınların arkaik yaşam koşullarını hukuken ve sosyal olarak da ortadan kaldırmak için iktisadi alanda ne gerekiyorsa yapmış, kadınların eşitliğini sağlamak için gereken önlemleri almıştı. Kadının ev içi bağımlılıklarını kırarak sosyal hayata katılımını kolaylaştıran, evdeki bakım yükünü onun üzerinden alan, aile ilişkilerine bağımlılığını ortadan kaldıran, ona ekonomik bağımsızlık kazandıran, bireysel ve kişisel gelişimi için gerekli her türlü kanalı açan hukuki ve sosyal düzenlemeler, sosyalist sistemin gelişim sürecinde giderek artırıldı. Bu, burjuvazinin kutsayarak kullandığı, ama kapsamına mülk sahibi olmayanlarla kadınları dahil etmediği “bireysel”likten farklı; yurttaşların her birine fırsat eşitliği sağlayarak, kişisel kapasite ve yeteneklerinin eşitlikçi bir ortamda özgürce serpilip gelişmesinin önündeki bütün engellerin kaldırıldığı, kolektifin büyümesiyle güçlenen bir bireysellikti. Kapitalizmde şimdiye kadar olmadığı ölçüde, Sovyet kadınının yurttaşlık hakları garantiye alındı. Onun karar alma süreçlerine katılımı, Sovyet yönetimlerinde temsil hakkı, yönetici kademelerde bulunmasındaki kolaylaştırıcı önlemler, siyasal alanda da kadının görünürlüğünü artırıyordu elbette. Bu gelişmelerin gündelik hayattaki yansıması ise, toplumsal hayatta erkeklerle fırsat eşitliğini sadece kağıt üzerinde değil, yaşamsal düzenlemelerle de elde etmiş olan kadının kişisel olarak ayakta durabilmesinin, var olabilmesinin koşulunun aile ilişkilerine değil topluma havale edilmesidir ki bu, Sovyetler Birliği dışındaki ülkelerde yaşayan kadınların hayal gücünü zorlayacak türdendir.
19. yüzyıldaki sosyalist kadın hakları savunucuları, ev işlerinin kadının eve ve aileye bağımlılığını kolaylaştıran başlıca etken olduğunu düşünüyorlardı. Ve o zamanlardan bu yana, kadınların ev işleri aracılığıyla eve bağlanmasının önüne nasıl geçileceği yolunda kafa yoruyorlardı. Sovyetler Birliği, bu eski tartışmaya, ev işlerinin toplumsallaştırılmasında önemli adımlar atarak, aileyi iktisadi bir birim olmaktan, içinde yaşayanları birbirine ticari bir firma gibi çıkar ortaklığı ile bağlanan bir kurum olmaktan çıkararak, pratik bir çözüm getirdi ve nokta koydu. Çocuk ve yaşlı bakımının, evin çekilip çevrilmesi işinin, eğitim ve sağlık giderlerinin ailenin sırtına yüklenmesine; kadınları sosyal güvenceye alarak gelecek kaygısıyla hayatlarındaki herhangi birine bağımlı kılınmalarına, istemedikleri hayatları yaşamak zorun kalmalarına son verdi. Bütün bu düzenlemelerle birlikte boşanmanın kolaylaştırılması ise, ailenin ancak ve ancak sevgi temelinde bir birlik olabileceği, kimsenin kimseye yük ve bağımlı olmadığı, kadının boşanma durumunda hiçbir kayba uğramayacağı, ister tek başına yaşasın, ister çocuğuyla tek ebeveynli aile kursun, isterse çift ebeveynli çekirdek aile birimi içinde yaşasın asla mağdur olmayacağı bir düzen kuruldu.
Sovyetler Birliği’nde yaşayan emekçi kadınların kazanımları, elbette, başka ülkelerde yaşayan kız kardeşleri tarafından da ilgiyle izlendi o dönem. Sosyalist ülkenin kadınlarının başarıları diğer kadınlar için de ilham vericiydi.
Ama sadece kadınlar için değil. Yirminci yüzyıldaki işçi sınıfı ve diğer ezilenlerin mücadelesi için Sovyetler Birliği’nin varlığı büyük bir itici güç olmuştur. Yükselen bir değer haline gelen sosyalist fikirlerin emekçi sınıflar arasında yaygın bir biçimde benimsenmeye başlamasının, sistemi tehdit edici bir seyir izleme riski taşıdığının dünya burjuvazisi tarafından anlaşılması da zor olmayacaktır. Kendi ülkelerindeki emekçi sınıflara artı değerden bir miktar pay ayırmak esasına dayalı bölüşüm sistemindeki ayarlamalar sayesinde, sosyalizmin etkisini kırabileceklerini düşünüyorlardı. Ve böylece, Yüzyılın başında dile getirilmiş, liberal burjuvazinin Keynesyen ideallerinin kapitalizm içinde bir fantezi olmaktan çıkarak, siyasal bir biçim kazanmasının artık bir gereklilik haline geldiği noktaya ulaşılmış oldu. Özellikle sermaye birikiminin önündeki tıkanıklıkları, milyonlarca insanın hayatına mal olan İkinci Emperyalist Savaş gibi bir badireden geçerek aşmaya yönelmiş burjuvazi için Keynes’in önerilerini uygulayabilecek bir iktisadi zeminin yanı sıra, 2. Savaş’ın galibi Sovyetler Birliği’nin kapitalizme karşı büyüyen bir tehdit haline gelmesiyle siyasi bir zemin de oluşmuştu zaten.
Adına “sosyal devlet” denen ve ancak 2. savaş sonrasında kurumlaşabilen kapitalist “yeniden yapılandırma”, işçi ve emekçi sınıfların artık eskisi gibi kontrol edilemeyeceği gerçeği göz önüne alınarak inşa edilmiştir. O dönem kendi ülkelerinin burjuvazilerine karşı sendikalarda örgütlenen işçi sayısının had safhaya çıktığı, faşizme karşı kararlılıkla mücadele ederek halkın sempatisini kazanmış olan Komünist partilerin parlamento seçim sonuçlarını zorladığı görülür. Avrupa için komünizm, artık Manifesto’nun yazıldığı zamanki gibi bir hayalet değil, elle tutulur somut bir gerçek; üstelik burjuvazileri kendi ülkelerinde huzursuz eden bir gerçek haline gelmiştir.
1950 ile 70’li yılların ortalarına kadarki süreç, örgütlü işçi sınıfı ile iktidardaki yönetici sınıflar arasında pazarlık esasına dayalı bir ilişkinin kurumlaştığı dönemdir. Sendikalarla işverenler arasında yapılan toplusözleşmeler, üretim araçları eski sahiplerinde (burjuvazide) kalmak kaydıyla, bölüşümden işçi sınıfının ne kadar pay alacağı konusunda pazarlık yapmaya yarar. Doğrusu, bu kısa yirminci yüzyıl tarihinde, emekçiler kendi yaşam standartlarını yükseltmek, geleceklerini yasal güvenceye almak, eğitim ve sağlık sorunlarını ücretsiz çözmek, bireysel becerilerini geliştirmek konusunda bir hayli kazanım elde ettiler. Kadınlar için fırsat eşitliği hiçbir zaman tam anlamıyla sağlanamadı; ama kreşlerin yaygınlaştırılması, yaşlı bakım hizmetlerinin devletin üstüne bırakılması, evli veya boşanmış kadınların ve çocukların sosyal güvenceden babaları ve kocalarına bağımlı olmadan yararlanmaları ve örneğin İngiltere’de olduğu gibi “yurttaşlık parası” denilen ve işsiz kaldığında her yurttaşa ödenmesi gerekli işsizlik, konut ve ulaşım yardımlarının yasallaşmasını sağladılar. Böylece şimdiki durumla karşılaştırıldığında, kadınların ekonomik olarak kendi ayakları üzerinde durabilecekleri, bağımlı oldukları kimselerle ilişkileri kesildiğinde açlıktan ölmeyecekleri bir düzeni az çok kurdular. Bunun yanı sıra medeni kanunda da kadın lehine kimi düzenlemeler yapılmıştı. Böylece kadını aileye iktisadi veya sosyal nedenlerle bağımlı yaşamak zorunda bırakan arkaik hukukun bir kısmı ortadan kaldırılmış oldu.
Ancak bütün bu iyiye gidişler, kadınların kapitalizmin en demokratik ülkelerinde bile yurttaşlık hiyerarşisinde bir alt basamakta kalmalarını engelleyebilen bir değişim sağlamamıştır. Kapitalizmin sınıflı toplumun başlangıcından bu yana sürüp giden kadim bir ideolojiyi kendi ihtiyaçlarına uygun hale getirerek sürdürüyor oluşu, yani erkek egemenliği (partiyarka), sosyal devletin alt metninde de yazılıdır. Bu dönemde emekçilerin hakları da, ağırlıklı olarak “erkek emekçi ve ailesi” başlığının altında değerlendirilir. Ücretin emek gücünün genişlemiş yeniden üretimi için içerdiği sosyal katkılar, daha ziyade erkek emekçi gözetilerek uygulanır. Bu dönemde kadınların yedek işçi ordusu saflarında tutulması, eşit işe eşit ücret uygulanmaması, kadının gelirinin yaşamsal bir gelir değil aile bütçesine katkı olarak görülmesi devam eden bir uygulama olarak sürmektedir. Dolayısıyla kapitalizm, bu döneminde de, emekçi ailelerinin evlerinde de erkeklerin “reis” olarak tescil edildiği bir sistem olmaya devam etmiştir. Yeni doğan çocuğun bakımını ve böylelikle iş yaşamından zorunlu uzak kalmanın bütün yükünü üstlenen kişi ailede yine kadındır ve bunun iş yaşamına yansımasının kaçınılmaz bütün sonuçlarını üstlenen de odur.
Öte yandan, çoğu zaman, kadınların kağıt üzerinde kazanılmış görünen haklarını kullanabilmek için de zorlu mücadeleler verdikleri bir gerçektir. 1968 eylemleri sırasında, işçilerin, öğrencilerin yanı sıra kadın kitlelerinin de harekete geçmesi, aslında sosyal devlet uygulamasının kadın taleplerinin karşılanması konusunda sınırlı bir alan açtığının göstergesi olmuştur ve kadınlar, bu sistemdeki son kazanımlarını bu eylemler sayesinde kazanabilmişlerdir.
Bizim gibi ülkelerde, kadınları gözeten yasal mevzuat zaten sınırlıdır ve kadınların çoğu iktisat dışı nedenlerle de aile ilişkilerine bağımlı yaşamaktadır. Sosyal yaşamı düzenleyen gelenekler, görenekler ve etkisini hâlâ sürdüren feodal kültürel değerler hem kadını bağımlılık ilişkilerinde tutmaya devam eder, hem de bu ilişkiler öylesine sosyal bir atmosfer yaratmıştır ki, hak talebinde bulunmak, kadının kolay kolay cesaret edemeyeceği bir konu haline gelir. Öte yandan, sosyal devlet uygulaması döneminde ise, kentleşmenin daha güçlü olduğu ülkelerin tersine, kırsal ilişkilerin hâlâ sürdüğü ve şimdikine göre daha güçlü olduğu ülkemizde kadının geçiminin geniş aile ve akraba ilişkilerinin sorumluluğuna havale edilmiş olması, kadının iktisadi bir birey olarak algılanmamasını kolaylaştırdığı gibi, hukuki korumaların yokluğunun farkına varılmasının da önünü kapatmıştır.
Emek gücünün yeniden üretiminin koşullarının, işçi sınıfı ve emekçi kadınların politize olmasındaki artışa, örgütlü kesimlerin çoğalmasına ve hak talepli mücadelelerin yükselişine bağlı olarak burjuvazilere pahalıya mal olduğu; politik, örgütlü, eğitimli, yaşam standardı konusunda talepkâr, bireysel yeteneklerini geliştirmek konusunda önünün açılmasını isteyen, gelecek güvencesi ve işsizlik dönemi garanti altına alınmış, kendisinin ve soyunun işgücü olarak yeniden üretimi için asgari koşullara mahkûm olmak istemeyen ve bütün ailesi için sosyal şartların elverişli hale getirilmesini isteyen emekçi işçi profilinin, bölüşüm sürecinde kendisine düşen paydaki artışı zorlamasının burjuvazi için bir katlanma konusu haline geldiği “sosyal devlet” dönemi çok uzun sürmedi.
Sovyetler Birliği’nin çöküşüne paralel olarak sınıf örgütlerinin erimesi, işçi sınıfının burjuvazi karşısındaki mevzilenişini geriletti. Böylece 80’li yıllara gelindiğinde, dünya yüzünde kapitalizm, burjuvazinin, sosyalizm ve “sosyal devlet” zamanında emekçiler lehine kaybettiklerini hızla telafi edebileceği bir yeniden yapılanmanın eşiğine geldi. Bundan sonraki süreç, emekçi kadınların kazanımlarının da hızla eridiği süreçtir. Ve artık başta aile kurumu olmak üzere kadınların dâhil olduğu ilişkilerin eskisi gibi sürmesinin mümkün olmadığı bir döneme ayak basılmıştır.
NEOLİBERALİZMİN KISKACINDA
Adına neoliberalizm denilen kapitalizmin yeniden yapılandırılması süreci, emek gücünün yeniden üretim maliyetinin burjuvazi lehine en aza indirilmesi için yapılan düzenlemeleri içerir. Uluslararası emperyalist tekellerin kendi ülkelerindeki üretim merkezlerini, işgücünün ucuz olduğu, işçi sınıfının örgütlenme ve mücadele deneyiminin gelişkin olmaması nedeniyle hukuki hakların dünya sıralamasında gerilerde kaldığı bölgelere taşıması; daha önce halk demokrasisi veya sosyalizm ile yönetilen bölgelerde sermayenin genişletilmiş yeniden üretimi için uygun zeminlerin ortaya çıkması; kapitalist ülkelerde kamu işletmelerinin satışı, tarımın tekellerin elinde kapitalistleştirilmesi, eğitim ve sağlığın özelleştirilmesi ve serbest piyasa ekonomisinin bütün sınırlarından kurtarılarak yeniden inşa edilmesi eğilimlerinin eşlik ettiği yeniden yapılandırma, dünyanın bütün ülkelerinde büyük bir sosyal yıkım eşliğinde sürüyor.
Bu kapsamda, 90’lı yılların başından itibaren, hem gelişmiş kapitalist ülkelerde hem de bizimki gibi gelişmekte olan ülkelerde ekonomik “reform paketleri” adı altında yeni düzene uyarlama girişimleri başlatıldı. Bu “paketler”, ağırlıklı olarak emeklilik yaşının yükseltilmesi, işsizlik maaşının sınırlanması ve diğer sosyal desteklerin ortadan kaldırılması gibi hükümler içeriyordu. Kuşkusuz paketlerin piyasaya çıktığı her ülkede sayısız emekçi direnişleri, genel grevler, parça parça mücadeleler gündeme geldi; kimi zaman bu mücadeleler paket programların püskürtülmesinde başarılı oldu, kimi zaman da başarısızlıkla sonuçlandı. Türkiye’de de uzun bir zamandır özelleştirmeye, sağlıkta dönüşüm programlarına, sosyal güvenlik ve iş yasasının değiştirilmesine karşı çok önemli direnişler gerçekleştirildi; gerçekleştiriliyor.
Dünya burjuvazisinin, mevcut kaynakları serbest piyasaya açarak kâr oranlarında olağanüstü bir artış sağlamak; sermayenin bütün dünyada hiçbir engelle karşılaşmadan yayılması ve sermaye birikiminin en ücra köşelerde bile gerçekleşmesi için aldığı önlemler, basitçe işçi ve emekçilerin iktisadi hak kayıplarına yol açmakla kalmamıştır. Bu süreç, aynı zamanda, dünya emekçi sınıflarının bir daha belini doğrultamayacak hale gelmesi için örgütlenme olanaklarının alt üst edildiği, hak talebinde bulunamasın diye bir araya gelişlerinin nasıl önleneceğinin bile inceden inceye planlandığı bir süreçtir.
Esnek çalışma uygulaması ile işçiyi sürekli bir işsizlik tehlikesi altında tutan, işyeri düzeninde ve iş zamanında yeni düzenlemeler gerçekleştiren, emekçiler arasında statü grupları oluşturarak sınıfı kastlara bölen sistemin yeniden yapılanma anlayışı, aynı zamanda bir “sosyal mühendislik” faaliyeti ile birlikte sürdürülmektedir. Kamu kurumlarının uluslararası tekellere satışı tamamlandıktan sonra, yeşil alanın inşaat arazisine, akarsuyun hidroelektrik santraline, tarihsel kalıntıların altın arama şirketlerine, emekçilerin kentlerden sürülerek evlerinin ve işyerlerinin tekellere feda edildiği bu süreçte, sosyal hayatın da bütün bu gelişmelerden etkilenmeyeceği düşünülemez.
Bir emekçinin artık yaşadığı kentle, doğayla, toprakla ilişkisi eskisi gibi değildir. Kendi doğal yaşam alanında edindiği eski alışkanlıklarını yenisiyle değiştirmeye zorlandığı, yerinden yurdundan edildiği, nasıl bir kentte ve hangi koşullarda yaşayacağı üzerinde hiçbir söz hakkının tanınmadığı bir tarihsel eşikte bulunmaktadır.
Bu emekçinin sürekli ve düzenli bir işi, işten atıldığında aç kalmamasını sağlayacak kadar desteği, gelecek güvencesi ve emeklilik hakkı; çocuklarının bakım, eğitim ve sağlık sorunlarının üstesinden az çok gelebileceği bir ücreti de yoktur. Bu emekçinin kadın olanları ise, daha çok işsizdir ve eğer babaları ya da kocaları tarafından üstlenilmemişse, sosyal güvenceden yoksundurlar. Bu devirde sadece kadın cinayetlerinde artış olmamıştır; istatistiklere yansıdığı kadarıyla kadınların toplam ücretinde olağanüstü bir azalma, işsizlik oranında da büyük bir artış olduğu görülür.
Uluslararası burjuvazi emekçi ücretlerindeki sosyal katkıları budadıkça, emekçi ailelerinin sosyal statüsünde muazzam gerilemeler ortaya çıkmaktadır. Kadınların iş yaşamını kolaylaştıran kamu malı kreşlerin birer birer kapatılarak azaltılmasıyla, çocukların, emekliliğin neredeyse ortalama yaşam beklentisi sınırlarına kadar uzatılmasıyla yaşlı işsizlerin ve hastaların bakım yükü doğrudan doğruya aileye, daha doğrusu kadının sırtına yüklenmiştir. Gündemde olan kıdem tazminatlarının kaldırılması girişimi, bir işyerinde uzun süre çalışan işçilerin bile göz kırpılmadan işten atılmasını kolaylaştıran bir mekanizmayı harekete geçirecek durumdadır ki, zaten esnek çalışma vb. gibi düzenlemelerle emekçinin her gün işsizlik tehdidi altında tutulmaktan dolayı yıpranan sinirlerinin iyice zıvanadan çıkması anlamına gelecektir bu gelişme.
Evlenmemiş kadınların aile sigortasından yararlanma hakkı 18 yaşına düşürülmüştür. Kız çocuklarını 18 yaşından sonra evlenmeye zorlayan, değilse sosyal güvencesiz bırakan yasa, her genç kadını, eğer çalışmıyorsa veya işsizse sağlık ve gelecek güvencesi için bir aile kurmak zorunda bırakmaktadır. Gerçi kadınların çalıştığı pek çok işyerinde sigorta uzaktaki bir ufukta yer alır ve sosyal güvencesi olmayan en geniş kesimi kadınlar oluşturur.
Neoliberalizm, bir ailenin karşılanması zorunlu bütün ihtiyaçlarını; artık hükmü kalmamış insan hakları belgelerinde devletlerin karşılamakla yükümlü olduğu belirtilen en temel insani gereksinimlerini bile serbest piyasaya açmış bulunuyor. Değil konut, ulaşım, sağlık ve eğitim, aynı zamanda su ve neredeyse hava bile serbest piyasada alınıp satılan bir metaya dönüşmek üzeredir.
Bütün bu gelişmeler emekçi ailelerin yaşadığı evlerin iktisadi temellerini çoktan çökertmiştir ve aile bu anlamda, bildiğimiz eski aile değildir artık. Buna rağmen aileye ve aile içindeki fertlerin rollerine ilişkin eski söylemin tekrar ediyor oluşu ve söylencenin yeniden yeniden ısıtılması her gün ortaya çıkan trajik sonuçlara ister istemez kapı açıyor.
Türkiye’yi sekiz yıldır yöneten ve seçimlerden sonra üçüncü dönemdir iktidara gelen AKP hükümeti, kadın figürünün sahnede en çok görüldüğü veya hakkında konuşulduğu siyasi bir iklim oluşturdu. Bu partinin, kapı kapı dolaşarak seçmenleri AKP’ye oy vermeye ikna etmeye uğraşan türbanlı kadın gruplarını evden çıkararak, siyaset sahnesine çekmekteki başarısı göz önündedir ve AKP’nin iktidara gelişini sağlayan faktörlerden birisi de, bu kadınların çalışmalarıdır. Ancak AKP, hükümete gelmeden önce ve geldikten sonra da kamusal alandaki türban yasaklarını bir insan hakkı sorunu olarak gündeme getirerek, örtülü kadınların görünür kılınmasında gösterdiği gayreti, gecekondu mahallelerinde oy çalışması yapan emekçi kadınların diğer hakları için göstermemiştir. Türban mücadelesi, daha ziyade muhafazakâr ve dinci değerlerin yayılmasını kışkırtan, bunun yanı sıra da kadınların cinsiyet rollerinin yeniden tanımlanmasını kolaylaştıran bir olanak sağlamıştır siyasi iktidara. Zaten AKP, kadın cinsinin türban takan kısmını yüceltse de, genel olarak türban takan ya da takmayan bütün emekçi kadınların yaşamını olumsuz biçimde etkileyen kararları almaktan imtina etmemiştir.
Türbanın simgelediği dinci-muhafazakâr dünya görüşü, kadınların yerinin ev ve aile olduğunu, böyle bir evde kadına bakmakla yükümlü olan erkeğin sözünün esas ve kadının bütün kazanılmış medeni ve sosyal hakların ne kadarının ve nasıl kullanılacağının belirleyeni olması gerektiğini önceden var sayar. Nitekim Başbakan’ın, AKP liderlerinin ve yandaş medyanın bütün söylemi kadının bağımlılığını yeniden üretecek biçimde erkek egemen bir dille kurulmuştur. Başbakanın iki yıl önce 8 Mart’ta kadınlara üç çocuk doğurmaları tavsiyesinde bulunması da, kadının aile ve çocuk bakımıyla sınırlı işlevlerinin sürmesi yönünde bir beklentiye işaret eder. Ekonomik ve sosyal durumuna bağlı olarak kadının kaç kez anne olmak isteyeceğini onun kararına bırakmadan, nüfus planlaması rakamlarına bakarak belirlemeye çalışan Başbakan, direktifini, üç çocuklu bir ailenin geçim sorununu nasıl çözeceği, üç çocuk bakıp büyüten kadının sonradan iş hayatına/kamusal hayata nasıl dahil olacağı, doğum ve bakım yüzünden ortaya çıkan hak kayıplarını nasıl telafi edeceği gibi soruları yanıtlayarak ileri sürmediği için, bu direktifin kadınlar tarafından “eve kapatılmak” olarak algılanması son derece doğaldı ve başka türlü de algılanması mümkün değildi zaten.
“Eve kapatılmak” sözü kadınların son zamanlarda en çok kullandığı sözcük ve en çok itiraz ettikleri durumdur. Çalışma hayatına katılabilmek, eğitim görebilmek, kamusal hayattaki rollerini oynayabilmek için kaç yüzyıldır verilen mücadelenin sonuçlarının bir çırpıda elden alındığını gösteren daha özlü başka bir söz de yoktur. AKP’nin şimdiye kadar bütün uygulamaları da kadınların eve kapatılmasını sağlamaya yöneliktir doğrusu.
Ancak hükümetin kadınları kapatmak istediği bir ev ve aile hayatı da bırakılmamıştır onlara. “Bir lokma ve bir hırka” karşılığında evde emek gücünün yeniden üretim işleriyle haşır neşir olabilecekleri korunaklı yuva masalı, ancak eski Türk filmlerinde izlenebilir durumdadır artık. Kadının bütün gün eve ekmek getirsin diye kocasının yolunu gözlediği, en yoksul koşullarda bile yaşama şansı bulabilen en basit toplumsal ilişki ya da özel anlamda kadın erkek ilişkisi, yıkılan evin duvarları altında çoktan kalmıştır.
Evin geçimini sağladığı için kendi küçük çekirdek ailesinin reisi, çocuklarının rol modeli, karısının sahibi ilan edilen erkek emekçi ise, kendisine hâlâ reis olduğu söylenmesine karşın iş hayatında zedelenen onurunu, hakarete uğrayan kişiliğini, yitirdiği özsaygısını evde kendisine sevgiyle unutturacak bir aileye sahip değildir.
İçinde yaşadığımız dönem, gerçek hayatta iktisadi bir karşılığı kalmadığı halde, erkek egemen söylemin kışkırtılmasının yol açtığı paradoksla damgalanmıştır. Kadınlar açısından da, geçmişteki kadın mücadelelerinin oluşturduğu birikim hâlâ o kadar tazedir ki, neoliberalizmin, AKP vasıtasıyla, kadınları bu deneyim hiç yaşanmamış gibi bir an önce en aza razı etme çabası, bir çatışma nedeni olarak ortaya çıkmaktadır. Kadınların, uğruna bedeller ödediği, kullansınlar veya kullanamasınlar ellerinin altında olduğunu bildikleri bütün hakları, bu hakların varlığının yarattığı yaşam alışkanlıkları, beklentileri; kadın ile erkeğin eşit olması gerektiği sezgisi, erkeklere sunulan sahte bir egemenlik alanında bir çatışma nedeni haline gelecektir doğal olarak. Gelmiştir de.
Neoliberalizmin muhafazakârlıkla gönüllü izdivacı, kadınla erkeğin izdivacını bir savaş meydanı haline getirmiştir nihayet. Çünkü kadınların yaşamsal alışkanlıklarını, beklentilerini geriletmek, en çok onların hayatını tarumar eden kapitalist yeniden yapılandırmanın sonuçlarına karşı çıkabilme gücünü elde etmelerini engellemek için, erkek cinsi, kadın cinsinin karşısına bir aslan terbiyecisi olarak çıkarılmıştır çoktan beri. Kader arkadaşını, kapitalizmin değil, de kendi olmayan egemenlik alanını ihlal eden bir rakip olarak görmeye devam ettiği sürece, bu dönemde erkeğin biçilen toplumsal rolü, kadını ıslah etme, olmuyorsa kötürümleştirme rolü olacaktır. Bu da olamıyorsa, kadın katili olacaktır erkek.
Her iki cinsin de kurbana dönüştüğü kapitalist “yeni dünya düzeni”, Marx ve Engels’in daha Komünist Manifesto’da değindikleri bir sorunu, burjuvazinin aile kurumuna bakışını günümüzde bir kez daha kanıtlamaktadır: “Burjuvazi aile ilişkilerinin yürek titreten duygu dolu peçesini yırtmış ve onu düz para ilişkisine indirgemiştir…” “Aile ve eğitim üstüne, ana baba ile çocuklar arasındaki kutsal ilişkiler üstüne burjuva söylemleri, büyük sanayi yüzünden proleterlerin tüm aile bağları parçalandıkça ve çocuklar adi ticaret metaına ve çalışma araçlarına dönüştükçe bir o kadar iğrençleşiyor…” Bu cümlelere şimdi, “aile bağları parçalandıkça… kadınların en yakınlarındaki erkekler tarafından hunharca katlediliyor olmaları”nı eklediğimizde, Komünist Manifesto’da daha 19. yüzyılda ortaya konulmuş öngörülerin ne kadar haklı olduğu ortaya çıkacaktır.
Gerçekten de, iktisadi yaşamdaki değişimlerin toplumsal ilişkileri nasıl değiştirdiğine ve en önce kadın ile erkek arasındaki ilişkiyi nasıl etkilediğine dair sayısız tarihsel dönem örneği verilebilir.
Şimdi yaşadığımız dönemin başlıca özelliği, emekçilerin geçmişteki kazanımlarının kendi kaybı demek olduğunun farkında olan dünya burjuvazisinin, yitik saydığı yarım yüzyılı büyük bir hınç ve hırsla geri kazanmaya çalışması, kapitalizmin pervasız, umursamaz ve çok sık kullanıldığı tabirle “vahşi” başlangıç dönemine geri dönmeye yeltenmesidir. Öyle ki, emekçilerin insanlığından edildiği, Marx’ın deyimiyle “insanlığın proletaryada kendini yitirdiği”, insan insan ilişkisinin “bencilliğin buzlu sularında” eridiği o ilk dönemi bile aratmayacak “yeni dünya düzeni”nde, sosyalizmin yaşanıp geçtiği yakın geçmişin intikamını emekçilerden almanın yollarını, şimdi eskisine göre daha örgütlü ve organize olduğu için, bir daha kontrolü yitirmemek adına daha dikkatle düşünüyor. Ama “ne olursa olsun kâr” hırsı, burjuva aklın da sınırlarını zorlayacak cinsten olduğundan, emekçiler yaşadıkları sorunların kendi beceriksizliklerinden kaynaklanmadığını ya da bir takdiri ilahinin tecelli etmediğini idrak edinceye kadar bu hırs kendi kendini ancak tatmin edebilir.
Şimdilik erkeğin kadına düşman, kadının erkeğe kurban edilebildiği tarihsel bir evredeyiz. Burjuvazi, emekçilerin elinde insani olan ne varsa, onu evin çöken duvarlarının altına gömerken; kendi yoksulluğunun gerçek nedenlerini ortadan kaldırmaktansa, üzerine yük olarak gördüğü karşı cinsi bertaraf etmeyi öfkesini tatmin etmenin en kolay yolu gören tuhaf bir toplumsal cinsiyet kimliği inşa ediyor olmaktan zerre kadar vicdan sızısı hissetmiyor. Bugün yakınlarının elinden ölen kadınların oranı yüzde bin dört yüzlere fırlamışsa; kadına yönelik şiddet, tecavüz, tacizin istatistikî bilgileri bile tutulamayacak kadar çok ve yaygınsa, bunun nedeni, kapitalizmin, kadın düşmanı politikalarını dizginlemek için herhangi bir kaygı duymayı çoktan geride bırakmasındadır zaten. Kadınlar, böylece şimdi, toplusözleşme masalarında sermayenin yıllarca ödemek zorunda kaldığı sosyal ücretin, artı değer kayıplarının kefaretini ödüyorlar.
Kadınların bir kısmı, kadına yönelik şiddetin yadırganacak bir yönü olmadığını, erkek egemen sistemin zaten kadına yönelik şiddetle beslendiğini düşünüyor. Kısmen doğrudur bu; erkek egemen dünya görüşü, kadının erkeğe tabi ve bastırılmış olmasını talep eder. Ancak bu egemenlik ilişkisinin nasıl hayat bulacağını belirleyen, egemenlik ilişkisinin içinde belirdiği iktisadi ve sosyal düzenin özellikleridir. Sermayenin daha fazla kâr elde etmek için yeniden yapılandırdığı kapitalizm, kadının baskı altına alınmasını, susturulmasını, püskürtülmesini mubah gören her türlü önlemi almışken, patriyarkanın ya da erkek egemenliğinin bütün zincirlerinden boşalmaması da beklenemez.
Şimdi erkek egemenliği ideolojisi, burjuvazinin elinde, kadınları dize getirsin diye, bir terbiye kırbacı olarak, ezilmiş cinsin sırtına kalkıp iniyor. Her gün kiminin boğazı kesiliyor, kimi acımasız bir kurşuna hedef oluyor.
Elbette, kadının kan dökülerek terbiye edildiği yerde erkeklik de yerlerde sürünüyor demektir. Neoliberalizm erkek emekçiden insanlığını ve vicdanını alarak, önce onu kötürümleştirmiştir.
Şimdi ne yapmalı sorusuna yanıtı, kadına yönelik şiddeti sadece patriyarkayla açıklayarak vermek o kadar kolay olamıyor, ne yazık ki. Kadın cinayetlerinin artışının ortaya çıktığı bağlam bu kadar karmaşık ve hemen hemen her alanda gerçekleşen kapitalist dönüşüm ve bu dönüşümü destekleyen muhafazakârlaşmayla alakalıyken, kadınların belki bir gün sıranın kendilerine geleceğini de bekleyerek gösterdikleri tepkinin gerçek bir tepki olabilmesi için, şiddete karşı yürütülen kadın mücadelesinin, açıktır ki, sadece bu alanla sınırlı kalmaması gerekir. Kadın cinayetleri; özelleştirme politikalarından, sağlığın özelleştirilmesinden, esnek çalışmadan, 4-C dayatmasından, HES ihalelerinden, kentsel dönüşümden, yaşamı boğucu bir atmosfere sıkıştıran neoliberal politika ve uygulamaların dolaysız sonuçlarından olan üstesinden gelinemediğinde çıldırtıcı, evi yaşanmaz kılmak üzere kadınla erkeği birbirine düşürücü, toplumsal bakımdan ekmeği temin etmekle yükümlendirilmiş erkeği işin içinden çıkamadığında hıncını kadından çıkarmaya yöneltici işsizlik ve sefaletin derinleşmesinden, giderek açlıktan vb. doğdu. Ve hiç kuşkusuz, ülkede yaklaşık otuz yıldır Kürt özgürlük mücadelesini şiddetle bastırmaya yönelik devlet politikası ve buna eşlik eden, tamamen erkek egemen militarist söylem hiçbir toplumsal ilişkiyi zehirlemeden kalamayacağı için, kadın erkek arasındaki ilişkinin belirleyici formu olarak şiddeti getirip evin içine, iş yerlerine ve sokağa yerleştirdi. Türkiye’nin bu özgün koşulları kadına yönelik şiddeti pek çok yönden beslemiştir. Ancak bu sorun sadece bu ülkede yaşayan kadınların sorunu değildir. Londra’da 8 Mart’ın ilk kutlanışının yüzüncü yıldönümü mitingine katılan kadınların ellerindeki dövizlerin büyük bir çoğunluğu kadın şiddetine itiraz cümleleriyle ve kesintilerin sona ermesiyle ilgiliydi. Dolayısıyla neoliberalizmin emekçilerin sosyal haklarındaki kesintilerin kadın şiddetiyle birlikte anılması bir raslantı sayılamayacak kadar önemlidir.
Öyleyse, içinde yaşadığımız dönemin özelliklerinin bütün yönleriyle görülmesi, kadınların kazanımlarına yönelik saldırıların kadın cinayetlerine nasıl dönüştüğünü anlamayı kolaylaştıracağı gibi, kadınların şiddete karşı mücadelesinin yaşamın her alanında süren mücadeleye eklemlenmek zorunda olduğunu da gösterecektir. Kadınların kitlesel kıyımına, her gün bir cinayete kurban gitmelerine son vermenin yolu, belli ki, çok yönlü bir mücadeleyi gerektiriyor ve mücadele edilen alanların her biri, kadının kendisini öldüren, erkeğin öldürmek zorunda bırakıldığı sistemden kurtuluşuna biraz daha yaklaştırıyor. Ama bu demek değildir ki, kadınların, şimdiye kadar gelip geçen her sınıflı toplumun yedeğine alıp semirttiği erkek egemenliğiyle özel bir mücadelesi olmayacaktır. Tam tersine, eğer böyle olmazsa, ne kapitalizmin bütün uygulamalarına karşı, ne de şiddete karşı bir kazanım elde edilebilir.
Tam da bu yüzden, erkek egemen ideolojiyle, şimdi bu ideolojiyi daha gür bir kaynak olarak besleyen dinci ve muhafazakâr gericilikle ve bu gericiliğin siyasi temsilcisi iktidarla mücadele, kadının içine sokulduğu cenderenin kırılması için şarttır.
Barınma hakkı, toplumsal dışlama ve rantın yeniden paylaşımı açısından “kentsel dönüşüm” projeleri: İstanbul örneği
Son yıllarda Türkiye’nin birçok yerinde ve özellikle İstanbul’da, TOKİ ile özdeşleşen “kentsel dönüşüm” uygulamalarıyla karşılaşmaktayız. Bu “kentsel dönüşüm” uygulamaları “konut sorunu çözülüyor” ve “depreme karşı önlem alınıyor” şeklinde söylemlerle meşrulaştırılmak istenmektedir.
İstanbul Büyükşehir Belediye (İBB) Başkanı tarafından “imar aktarımı” diye duyurulan ve ilk uygulaması Fikirtepe/İstanbul’da uygulanmaya çalışılan projenin de gerekçesi olarak “depreme karşı önlem ve konut sorununun çözümü” gösterilmiştir. İBB yönetimi “kentsel dönüşüm” projelerine karşı oluşan muhalefetten çekindiği için olsa gerek “kentsel dönüşüm”den başka anlamı olmayan Fikirtepe uygulamasını imar aktarımı diye duyurmaya çalışmıştır. Yine Başbakan’ın son günlerde çılgın proje diye açıkladığı İstanbul’a yapılacak “kanal projesi” ve İstanbul’un kuzeyinde “iki yeni kent” projesinin tanıtımında da “konut sorununun çözüleceği” ve “depreme karşı önlem alınacağı” ileri sürülmüştür. Başbakanın bu çılgın projeleri de aslında “kentsel dönüşüm” uygulamlarıdır ve İBB yönetimiyle aynı kaygıyla olsa gerek, yapılacak uygulamalar uyduruk isimlerle kamuoyu ile paylaşılmıştır. En yetkili kişiler tarafından yapılan bu açıklamaların temel vurgusu aynıdır ve başvurulan gerekçeler aslında kentlerde bu yönde bir sorun yaşandığına da işaret etmektedir.
Bu yazıda “kentsel dönüşüm” uygulamalarının arkasında işleyen mekanizma İstanbul’dan örneklerle açıklanmaya çalışılacak. Sözde kamu yararı gözetilirken aslında nasıl bir sermaye aktarımı ve yeniden dağıtım sisteminin uygulamaya konduğu, bu projelerin uygulama alanlarında yaşayan vatandaşlar için yoksulluk ve yoksunluk yeniden üretilirken sermayeye nasıl bir rant yaratıldığı ve TOKİ’nin bu sistemin işlemesinde ne denli merkezi ve önemli bir görev üstlendiği de incelenecek konular arasında.
HIZLI KENTLEŞME VE “KENTSEL DÖNÜŞÜM”
“Kentsel dönüşüm”, “çılgın projeler” ve “imar aktarımı” gibi uygulamaların tamamına yakınının İstanbul’da gündeme getirilmesi tesadüf değildir. Çünkü İstanbul Türkiye’nin kısa sürede en hızlı büyüyen kentlerinden birisidir ve hızlı büyümeyle birlikte kaçak yapılaşma kentteki yapıların önemli bölümünü oluşturmuştur. Ruhsatsız ve kaçak yapılaşmaya ek olarak konut sorununun en yüksek olduğu kentlerden birisi de yine İstanbul’dur.
İstanbul’daki hızlı büyüme süreci 1980 sonrasına rastlar ve bu süreç dünyadaki gelişmelerden bağımsız değildir. Çünkü 1980 sonrası yürütülen küreselleşme politikaları sonucu geri bırakılmış ülkelerin neredeyse tamamında hızlı kentleşme süreçleri yaşanmıştır. Büyük kentlere göç eden insanlar, devletin gidermesi gereken barınma sorununu kendi çabalarıyla çözmeye çalışmışlar ve sayısı hızla artan gecekondu mahalleleri oluşmuştur.
Gecekondulaşma süreci, Türkiye’de devlete rağmen ve kendiliğinden gelişmiş bir süreç değildir. 24.02.1984 tarihinde kabul edilen ve Gecekondu Af Yasası olarak da anılan 2981 sayılı Kanunla 1986 tarihinden önce; hazine, belediye, il özel idaresi ve Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından idare edilen arsa veya araziler üzerinde yapılan kaçak yapılar için tapu tahsis belgeleri dağıtılmış ve böylelikle devlet eliyle kaçak ve plansız yapılaşmayı teşvik edilmiştir.
2981 sayılı Kanun’la yalnızca gecekondular değil, aynı zamanda imara mevzuatına aykırı inşa edilmiş veya inşa edilmekte olan yapılar da af kapsamına alınmıştır.
1980 sonrası yapılan yerel ve genel seçimlerdeki en temel vaat, tapu sorununun çözümüne ilişkin olmuştur ve özellikle büyük kentlerde bu propaganda karşılığını da bulmuştur. Çünkü hızlı kentleşmeyle birlikte hazine ve vakıf arazileri üzerindeki gecekondulaşma büyük kentlerde önemli oranlara ulaşmıştır. Bu süreçte gecekondu mahallelerinde seçim sonuçlarını etkileyecek güçte bir nüfus yaşamaya başladığı da hatırlanmalıdır.
Gecekondu mahallelerinde yaşayanlar için tapu sorununun çözümü, ıslah imar planları yapılarak kendilerine imarlı – ifrazlı tapu verilmesi şeklinde anlaşılmaktadır. Islah imar planının dayanağı, 2981 sayılı Kanun’dur ve kanunun amacı, birinci maddede “imar ve gecekondu mevzuatına aykırı olarak inşa edilmiş… yapılar hakkında uygulanacak işlemler” olarak tanımlanmıştır. Bu kanunun pratik uygulaması şu şekilde gerçekleşmiştir: Gecekondu mahallelerinde ıslah imar planları hazırlanmış, hazırlanan bu planlarda mevcut kullanıcılar hak sahibi olarak tespit edilmiş ve bu hak sahiplerine kullandıkları arsa miktarı üzerinden hesaplanan arsa bedelini ödemesi karşılığı tapuları verilmiştir.
Hak sahipleri, kendilerinden istenen arsa bedellerini çoğunlukla ödeyememişler ve bir müteahhitle anlaşarak, arsa bedelinin müteahhit tarafından karşılanması şartıyla yapılacak binadan anlaşma şartlarına göre birkaç daire alabilmişlerdir.
Bu yöntemle hazine ve vakıf arazileri üzerindeki kaçak yapılar yasallaştırılmış olmaktadır. Yasallaştırma sürecinin neredeyse her aşamasında gecekondu sahiplerinden harç, emlak vergisi, arsa bedeli vb. adlarla birçok para tahsil edilmiştir. Tahsil edilen bu bedeller, arsanın neredeyse normal alım satım bedellerine ulaşmaktadır. Gecekondu sahiplerinin alt yapı yatırımlarından (su, elektrik, ulaşım vb.) uzun yıllar yararlanamaması, kamu olanaklarına (hastane, okul, kreş, park, güvenlik vb.) uzak kalması gibi hususlar da dikkate alındığında, gecekondu sahiplerinin elde edebilecekleri arsa (en fazla 260 metre kare) için katlanmak zorunda kaldıkları maliyetin çok daha yüksek olduğu anlaşılır. Bu süreç dikkate alındığında, gecekondu sahiplerine yönelik olarak “hazine arazisine konarak rant elde ediyorlar” yönlü eleştirinin haksızlığı da ortaya çıkar.
Hazine ve vakıf arazileri üzerine kaçak yapılar yapılması sürecinde devlet özetle “kendisine ait arsaları” vatandaşa satmış ve kent topraklarında oluşan rant, devlet, küçük müteahhit ve belli oranda gecekondu sahibi arasında paylaşılmıştır.
Bu süreçlerde konut sorununun sistem partileri nezdinde siyasi oyun malzemesi olmaktan başka anlamının olmadığı da görülmüştür. Çünkü gecekondu mahallelerinin son yıllarda rant değerlerinin aşırı yükselmesiyle birlikte artık ıslah imar planından bahseden kimse kalmamış, ıslah planı yapılmış yerler de dahil olmak üzere, “kentsel dönüşüm”, imar aktarımı, çılgın proje gibi uygulamalar gündeme getirilmeye başlanmıştır.
Islah planlarından bahsedilmemesi sebepsiz değildir. Çünkü “kentsel dönüşüm” veya benzer adlarla ifade edilen uygulamalar, kent topraklarında oluşan yüksek rantın yeniden bölüşümü ve aktarılması amacıyla gündeme getirilmektedir. Islah planlarıyla kent topraklarında oluşan rantın önemli bölümü küçük müteahhit ve devlet arasında bölüşülürken, “kentsel dönüşüm” projelerinde ana aktör artık büyük inşaat firmaları olmuş ve rantın neredeyse tamamı bu firmalar tarafından bölüşülür hale gelmiştir. Arsa sahipleri ve gecekonduda yaşayanlar önceki dönemlerde kent toprağındaki ranttan az da olsa yararlanmalarına rağmen, “kentsel dönüşüm” uygulamalarıyla birlikte TOKİ’nin müşterisi haline getirilerek üzerinden rant elde edilen bir unsur haline gelmişlerdir.
“Kentsel dönüşüm” uygulamalarının sermayeye rant aktarma mekanizması olduğu; konut sorunu, depreme karşı dayanıklı yapı üretimi, planlı kent oluşturma gibi amaçlarının olmadığı şu ana kadar yapılan uygulamalarla açıkça görülmüştür. Sürecin bu şekilde oluştuğunun daha iyi anlaşılabilmesi için “kentsel dönüşüm”le ilgili teorik açıklamalarla birlikte uygulama örneklerine bakmak faydalı olacaktır.
“KENTSEL DÖNÜŞÜM”E İLİŞKİN TANIMLAR
İmar Terimleri Sözlüğü’nde “kentsel dönüşüm”; “kamu girişimi ya da yardımıyla, yoksul komşulukların temizlenmesi, yapıların iyileştirilmesi, korunması, daha iyi barınma, çalışma ve dinlenme koşulları, kamu yapıları sağlanması amacıyla, yerel tasar ve izlenceler uyarınca, kentleri ve kent özeklerinin tümünü ya da bir bölümünü, günün değişen koşullarına daha iyi çevre verebilecek duruma getirme” olarak tanımlanmıştır (Ünal, Duyguluer, Bolat 1998: 103). Pelin Pınar Özden ise, “kentsel dönüşüm”ü; “zaman süreci içerisinde eskiyen, köhneyen, yıpranan, sağlıksız/yasadışı gelişen ya da potansiyel arsa değeri üstyapı değerinin üzerinde seyrederek değerlendirilmeyi bekleyen ve yaygın bir yoksunluğun hüküm sürdüğü kent dokusunun, altyapısının sosyal ve ekonomik programlar ile oluşturulup beslendiği bir stratejik yaklaşım içinde, günün sosyoekonomik ve fiziksel şartlarına uygun olarak değiştirilmesi, geliştirilmesi, yeniden canlandırılması ve bazen de yeniden üretilmesi eylemi” olarak anlatır (Özden 2008: 43).
Yukarıda yer alan tanımlamalarda yer alan “yoksunluk” kavramı “kentsel dönüşüm” uygulamalarının bir bakıma gerekçesi olarak gösterilmiştir. “Kentsel yoksunluk” kavramıyla; “kentin niteliksiz fiziki çevrelerinde yaşayan ve ekonomik anlamda zayıf maddi koşullara sahip alt sınıf guruplarının ait oldukları toplumun faydalandıkları belli hizmet ve olanaklardan aynı oranlarda ve eşit şekilde faydalanamaması, belirli bir ölçüde sosyal dışlanmışlık ve bunun ortaya çıkarmış olduğu sosyal hoşnutsuzluk” ifade edilmektedir (Özden 2008: 40).
Bu tanımlardan yola çıkılarak varılacak sonuçlardan ilki, “kentsel dönüşüm” uygulamalarının kentsel yoksunluğu ortadan kaldıracağı iddiasıdır. Ne var ki, yoksunluğu doğuran durumun konutların inşa biçimi ve yetersizliği olmadığı, ancak insanların sistem içerisinde yoksulluğa sürüklenmeleri nedeniyle hayatlarını bir şekilde idare edecekleri yerlerde yaşamaya çalıştıkları bir gerçektir. Bu nedenle yerleşim birimlerine müdahale edilerek yoksulluğun/yoksunluğun ortadan kaldırılacağı yönündeki iddiaların hiçbir gerçekçi dayanağı yoktur. Zaten şu ana kadar yapılan “kentsel dönüşüm” uygulamalarına göz atıldığında bu durum açıkça görülmektedir.
“Kentsel dönüşüm”ün bir başka görünümü de denilebilecek “soylulaştırma” süreçlerine bakmak, “kentsel dönüşüm”ün amaçları ve sonuçları yönünden açıklayıcı olacaktır. “Soylulaştırma/Gentrification” kavramı, 1960’lı yıllarda Londra’nın işçi mahallelerindeki konutları orta ve üst sınıfın satın alması yoluyla bu mahallelerin yoksunluklarının giderilerek, lüks yerleşim birimleri haline gelmesi sürecini açıklamak için, ilk defa 1964 yılında sosyolog Ruth Glass tarafından kullanılmıştır (Uzun 2006: 31). “Soylulaştırma” anlamına gelen uygulamalar, görünürde devlet/kamu müdahalesi gerekmeksizin ve/veya kamu müdahalesinin çok düşük olduğu ve sosyal/ekonomik/çevresel çöküntü alanlarının ‘kendiliğinden gerçekleşen süreçlerle’ tasfiyesi olarak ortaya çıkmaktadır. Bu süreç, mevcut yerleşimcilerin yerini ‘yatırımcıların’ ve daha üst gelir gruplarının almaları şeklinde gerçekleşmektedir.
Düşük gelir gruplarının yaşadıkları mahallelerden devlet müdahalesine gerek kalmaksızın bir bakıma tasfiyesi anlamı taşıyan “soylulaştırma” ile ifade edilen süreç, Türkiye’de en çarpıcı olarak 1990’larda Beyoğlu/Cihangir’de yaşanmıştır. Yine benzer süreçler, 1980’li yıllarda, Kuzguncuk, Ortaköy ve Arnavutköy, 1990’ların başında ise Galata ve Asmalımescit ile Fener ve Balat’ta yaşanmış ve hâlâ yaşanmaktadır.
“Soylulaştırma”yla ulaşılan sonuçlarla “kentsel dönüşüm” uygulamalarındaki sonuçlar benzerlik göstermektedir. Bu nedenle “kentsel dönüşüm”ün gerçekleşme biçimlerinden birisi olan “soylulaştırma” örneklerine ayrıca bakmak gerekecektir.
SOYLULAŞTIRMA: CİHANGİR SÜRECİ
Cihangir bölgesinde bulunan binaların genel durumunun iyi olması, mevcut kullanıcıların mahalleyi terk etme eğilimleri ve emlak alım-satımları sonucu rantın değerlendirilebilir olma özellikleri nedeniyle, görünürde dışsal bir müdahaleyi gerektirmeksizin, eski yerleşimcilerin konutlarını satarak yeni kullanıcıların yerleşmesi süreci sözde ‘sorunsuz’ gerçekleşmiş ve neredeyse tamamlanmıştır. Artık Cihangir yeni (genellikle orta ve üst orta gelir sahibi) yerleşimciler tarafından kullanılmaya başlanmış ve geliri az yerleşimciler konutlarını satarak bu bölgeden gitmiştir.
Cihangir’deki süreç güya ‘kendiliğinden’ gerçekleşmiştir. Sürecin bu şekilde işlemesinde birçok etken pay sahibidir. Bu etkenler arasında Cihangir’in İstanbul Boğazı ve tarihi yarımadayı gören bir tepede olması, kent merkezlerine yakınlığı, buradaki binaların sağlamlığı, ulaşım olanaklarının üst seviyede olması, tarihi özelliği bulunan eski binaların bulunması, arsa ve bina rantlarının giderek yükselmesi, konut alım satımının kârlı olması nedeniyle yatırımcıların ve orta ve üst gelire sahip gurupların hızla konut satın alma istekleri sayılabilir (Behar ve İslam 2006). Bu süreçlerle birlikte Cihangir’de yaratılan hayat, artık eski kullanıcılar için cazip olmaktan çıkmış ve bu bölgeden tasfiyeleri gerçekleşmiştir. Zaten emlak fiyatlarındaki yükselme, düşük gelirli ailelerin ve yoksun/yoksul komşulukların tasfiyesi ile mümkündür. Yoksun/yoksul komşulukların tasfiyesinin ‘kendiliğinden gerçekleştiği’ bölgelerde kamu otoritesi sürece görünürde müdahale etmemektedir. Ancak bu durumu teşvik edici alt yapı yatırımları yapmakta, sürecin tıkanmaması için idari önlemler alarak veya hareketsiz kalarak (geliri az olan grupların yaşam koşullarının iyileşmesi için önlem alınmaması gibi) sürecin tamamlanmasına katkı sunmaktadır.
“KENTSEL DÖNÜŞÜM” UYGULAMALARI
Tarlabaşı’nda Kentsel Yenileme/Yıkım/Koruma/Dönüşüm
Tarlabaşı Mahallesi’ndeki uygulamanın seçilme sebebi, bir dönem Cihangir’le iç içe geçmiş bir yerleşim birimi olması ve farklı gibi görünen süreçlere rağmen aynı sonuçların doğmuş olmasıdır. Kamunun bu süreçlerdeki işlevinin daha net görülmesi nedeniyle Tarlabaşı önemli bir örnektir.
Beyoğlu İlçesine bağlı Cihangir ile Tarlabaşı Mahalleleri, Bedrettin Dalan yönetimindeki İBB’nin 1988 yılında açtığı Tarlabaşı Bulvarı ile birbirinden ayrılmıştır. Cihangir, Galata ve Asmalımecit’te ‘kendiliğinden’ oluşan ve alt gelire sahip grupların tasfiyesi ile sonuçlanan süreç Tarlabaşı’nda bir türlü gerçekleşmediği için, buraya kamu tarafından müdahale edilmiştir.
İlk olarak, Tarlabaşı Kanunu olarak da anılan 16.06.2005 tarihli 5366 sayılı Kanun çıkarılmıştır. Bu kanuna dayanılarak, Tarlabaşı’nda ve Beyoğlu’nun bazı mahallelerindeki yapı adaları 28.03.2006 tarihli Resmi Gazete’de yayınlanan 2006/10172 sayılı Bakanlar Kurulu Kararı’yla “Kentsel Yenileme Alanı” ilan edilmiştir. Yasal düzenlemeler ardından ilk etap uygulama alanında toplam 20.000 metre kare ve 9 yapı adasında 287 binayı kapsayan (ki bu konutların 209’u tescilli tarihi eser statüsündedir) 520 konut ve 209 işletmenin bulunduğu alanla ilgili yenileme projesi “ihale” edilmiştir.
Beyoğlu Belediyesi’ne burada gerçekleştirilecek proje için 3 firma teklif sunmuş, “ihale”yi GAP İnşaat Yatırım ve Dış Tic. A.Ş. almıştır. Teklif sunan ve ikinci olan diğer bir firma ise, İhlas Holding’e bağlı bir inşaat şirketidir. Dikkat edilirse “ihale”ye hükümete yakın firmalar teklif sunmuştur. “İhale”yi kazanan firma olan GAP İnşaat, Çalık Holding’in inşaat işlerini yürüten bir firma olup, firmanın genel müdürü Berat Albayrak’tır.
Yukarıdaki sürece görüntü olarak bakıldığında, hükümete yakın firmaların “ihale”ye katılması dışında bir sıkıntı yokmuş gibi görünmektedir. Oysa yasal ve idari düzenlemelere bakıldığında, Tarlabaşı’nda gerçekleştirilecek sürecin (özellikle GAP İnşaat’ın işi üstlenmesi hususunun) hiçbir aşamasının tesadüfe bırakılmadığı rahatlıkla görülür.
05.07.2005 tarihinde yürürlüğe giren 5366 sayılı Kanun’un ismi “Yıpranan Tarihi ve Kültürel Taşınmaz Varlıkların Yenilenerek Korunması ve Yaşatılarak Kullanılması Hakkındaki Kanun”dur. Kanun’un “Uygulama” başlıklı 3. maddesinin 7. ve 8. fıkrası şu düzenlemeyi getirmiştir:
“Yenileme projelerini onaylamak üzere 2863 sayılı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanunu’nun 51 inci maddesine göre gerektiği kadar Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu oluşturulur. Kurulca onaylanan projeler, il özel idaresi veya belediyece uygulanır.”
“Yenileme alanlarında yapılacak uygulamalarda her türlü mal ve hizmet alımları ile yapım işleri, ceza ve ihalelerden yasaklama hükümleri hariç olmak üzere 4734 sayılı Kamu İhale Kanunu hükümlerinden muaftır.”
Kanun’daki bu düzenlemelerle (Kamu İhale Kanunu’ndan muafiyet, koruma kurullarının uygulamayı yapanlar tarafından oluşturulması, proje alanının koruma altında olması nedeniyle bu korumanın ortadan kaldırılması gibi) Tarlabaşı’nda yapılacak uygulamanın kazaen yandaş olmayan inşaat firmaları tarafından alınmasının ve uygulama projelerinin Koruma Kurulları’na takılmasının önü kesilmiş ve ‘ihale’nin gizli kapaklı olması sağlanmıştır. Yandaş olmayan bir şirketin ihaleyi alması halinde projenin koruma kurullarından geçmesi malum olduğu üzere pek mümkün değildir. Kamu İhale Kanunu’ndan muafiyet maddesinden alınan güç nedeniyle ‘ihale’ ile ilgili hiçbir ayrıntı kamuoyuyla paylaşılmamış, yalnızca Beyoğlu Belediye Başkanı tarafından yapılan kısmi açıklamalarla bilgi edinilebilmiştir.
Yine aynı Kanunun 4. maddenin ikinci fıkrasında şu düzenleme yer almıştır:
“Yenileme alanlarında bulunan yapıların boşaltılması, yıkımı ve kamulaştırılmasında anlaşma yolu esastır. Anlaşma sağlanamayan hallerde gerçek ve özel hukuk tüzel kişilerinin mülkiyetinde bulunan taşınmazlar ilgili il özel idaresi ve belediye tarafından kamulaştırılabilir. Bu kanun uyarınca yapılacak kamulaştırmalar 2942 sayılı Kamulaştırma Kanununun 3 üncü maddesinin ikinci fıkrasındaki iskan projelerinin gerçekleştirilmesi amaçlı kamulaştırma sayılır.”
Kanun başlığına yansıyan yenilemenin ne olduğu bu maddede yer alan “yapıların boşaltılması, yıkımı ve kamulaştırılması” ifadeleriyle ortaya konmuştur. Bu düzenlemede yer alan yıkım ve yenileme ifadeleriyle tarihi eserlerin ve orada yaşayan insanların yarattığı hayatın yok edilmek istendiği açıkça anlaşılmaktadır. Yine Kanun’un bu maddesindeki düzenlemeyle Tarlabaşı’nda gerçekleştirilecek projede “acele kamulaştırma” yetkisi ilgili idareye (Beyoğlu Belediyesi’ne) verilmiştir.
“Acele kamulaştırma”, adından da anlaşılacağı gibi ancak olağanüstü hal ve koşulların varlığı halinde kullanılan bir yetkidir. Bu yola başvurulması halinde olağan kamulaştırma için öngörülen süre ve süreçler kısaltıldığı gibi birçok şekil şartı da hafifletilmiştir. “Acele kamulaştırmalar”da izlenen usul kabaca şu şekildedir: Bakanlar Kurulu tarafından alınan karar gereğince başkaca bir işleme gerek kalmaksızın yetki verilen idare tarafından, idare bünyesinde oluşturulan bir kurulca belirlenen kamulaştırma bedelleri taşınmaz sahiplerine veya onlar adına açılan bir banka hesabına (iskan projelerinin gerçekleştirilmesi için yapılacak acele kamulaştırmalarda genel bütçede bu amaçla ayrılan paranın kalmaması halinde 5 yıl içinde 6 taksitle) yatırılarak işlem tamamlanmış olmaktadır.
Tarlabaşı’nda bu yetki kullanılmış ve 5366 sayılı Kanun’dan hareketle, Bakanlar Kurulu’nun 2006/10573 sayılı kararıyla Beyoğlu Belediyesi’ne acele kamulaştırma yetkisi verilmiş ve tespit edilen bedeller banka hesaplarına yatırılarak, kamulaştırmaya konu taşınmazların mülkiyeti idareye geçmiştir. Ayrıca burada yapılacak uygulamanın her türlü harç, resim ve vergiden muaf olduğunu da belirtelim. Belirtmek gerek ki, böylesi bir projede bu muafiyetler inşaat bedelinin yaklaşık yüzde 25-30’una karşılık gelmektedir ve bu yöndeki düzenlemeyle hazineye ödenmesi gereken bedel bir bakıma yüklenicinin kârına dahil edilmiş olmaktadır.
Tarlabaşı’nda Oluşturulan Rantın Boyutları
Proje kapsamında kalan alanda yapılacak binaların nitelikleri ve tahliyesi istenilen kişilerin taşınmazlarının hangi ölçütlere göre değerlendirildiğine ve ihale şartnamesiyle beraber oluşan rantın nasıl paylaşıldığını anlamak bu projeyle oluştırulan rantın boyutlarını ve ne şekilde yeniden dağıtıldığını kavramak bakımından önemlidir.
GAP İnşaat tarafından yapılan teklife ve ihale dosyasında yer alan sözleşmenin 6. maddesine göre, yenileme alanı ilan edilen bölgede “yüklenicinin kat karşılığı anlaşma veya satın alma yoluyla edineceği mülklerde” uygulama yapma yetkisi verilmiştir. Bu yetkinin idare (Beyoğlu Belediyesi) tarafından verilmesi nedeniyle yüklenici tarafından idareye uygulama projesi ile mevcut inşaat alanı arasından oluşan fark üzerinden “Proje Gerçekleştirme Payı” adında ödeme yapılacağı düzenlenmiştir. Sözleşmede, proje gerçekleştirme payı olarak, Belediye’ye yüzde 5, mülkiyet sahiplerine ise kat karşılığı yüzde 42,3 (toplam 26.179 metre kare) ‘teklif’ edilmiştir. Belediyeye önerilen yüzde 5’in anlamı bir miktar para karşılığı Belediye’nin yasal ve idari olanaklarının GAP İnşaat tarafından istendiği şekilde kullanmasıdır. GAP İnşaat tarafından yapılan bu teklif, Beyoğlu Belediyesi tarafından uygun görülmüş ve sözleşmeler imzalanmıştır.
İhale şartnamesi uzun süre açıklanmamıştır. Bunun sebebi ise, GAP İnşaat’ın “acele kamulaştırma” tehdidi ile insanlardan binalarını kendilerine satmalarını sağlamaktadır. Çünkü uygulamada GAP İnşaat ve Beyoğlu Belediyesi arasındaki bölüşüm, kimin hangi oranda mülk sahibi olduğuyla belirlenecek ve bu sözleşmeye göre idare tarafından edinilecek (yani acele kamulaştırma yoluyla edinilecek) arsalar için de Belediye ile Yüklenici arasında ayrıca kat karşılığı inşaat sözleşmesi yapılacaktır.
İdareyle GAP İnşaat arasında sözleşme yapıldığında, proje alanında GAP İnşaat’ın herhangi bir mülkü bulunmamaktadır. Ancak sözleşmeyle birlikte GAP İnşaat bir anda proje alanında mülk sahiplerine yaklaşık yüzde 58 oranında paydaş olmuştur. Ayrıca bu paydaşlıkta GAP İnşaat’ın payı altın hisse benzeri etkilere sahiptir. Yani GAP İnşaat, mülk sahiplerine gerçekleştirilecek projede istediği bölgeden pay verebilecektir. Bu da, doğal olarak proje alanında arka tarafta bulunan projenin en değersiz bölgesidir.
GAP İnşaat, Beyoğlu Belediyesi’ne ait bir binayı kendi mülkü gibi kullanarak Tarlabaşı’ndaki mülk sahipleriyle “görüşmeler yapmış” ve sonuçta da bu mülk sahiplerinden 234’ü ile kat karşılığı sözleşme, 30 hissedarla da uzlaşma tutanağı imzalanmıştır. Kalan 172 mülk sahibi için de Beyoğlu Belediyesi tarafından kamulaştırma işlemlerine başlanmıştır. Bu kamulaştırmaların sonuçlanmasıyla Beyoğlu Belediyesi 172 mülkün de sahibi olacaktır.
Belediye’nin kamulaştırma nedeniyle sahip olacağı mülkler nedeniyle de GAP İnşaat’la ayrıca kat karşılığı sözleşme imzalanacaktır. Bu sözleşme de muhtemelen ihaleyle GAP İnşaat’ın mülk sahiplerine paydaş yapılma oranlarının bir benzeri olacak ve yüzde 42 Belediye, yüzde 58 ise GAP İnşaat’a ait olacaktır.
Avam proje ve yine GAP İnşaat yetkilileri tarafından yapılan açıklamalara göre uygulama alanında 13.333 metrekare otel dışında “satılabilir”, 45.202 metrekare konut, 7.846 metrekare apart-rezidans alanı ile 30.076 metrekare çarşı ve ofis oluşturulacak olup bu alanlar dışında 49.131 metrekare otopark, depo ve sığınak bulunacaktır. Toplam yapılacak inşaat alanı ise 63.000 metre kare olup yukarıdaki rakamlarla birlikte değerlendirildiğinde elde edilen toplam kapalı alan 165.767 metrekaredir.
Avam projeye göre, en değerli 3 yapı adası olan ve Tarlabaşı Caddesi’ne cepheli yerde bir alışveriş merkezi, 2 otel ve bir ticaret merkezi yapılacak; arka tarafta kalan adalarda ise, yine apart otel ve konut alanları inşa/restore edilecektir. Avam projeye göre yapılacak binaların neredeyse tümünün zemin altında 4 katlı otopark öngörülmüştür. Proje alanında halihazırda Beyoğlu Planlama Müdürlüğü yoğunluk verilerine göre 4.700 ile 6.350 kişi yaşamaktadır. Burada yaşayanların yaklaşık yüzde 75’i kiracıdır. Gerçekleştirilecek projeyle bu bölgede yaşaması planlanan nüfus ise 1.850 kişidir. Yine avam projeye göre toplam kapalı otopark alanı yaklaşık 2.000 araçlık ve 50.000 metre karedir.
Bu veriler projenin amaçlarından birisinin bölgedeki nüfus yoğunluğunun azaltılmasına yönelik olduğunu ve büyük konutlar, lüks alışveriş merkezi ve otellerin yapılacağını, mevcut kullanıcıların ise buradan gönderilerek yerlerine yüksek gelire sahip kişilerin yerleşeceğini göstermektedir.
Tarihi eser niteliğinde tescil edilmiş binaların altına, üstelik binalara zarar vermeksizin zemin altına 4 katlı otopark nasıl yapılabilir? Bu mümkün değildir. Oysa ihale şartnamesinin 17. maddesindeki düzenleme bunu mümkün kılmıştır. Madde düzenlemesi aynen şu şekildedir:
“Madde 17: İnşaat Yapılacak Sahanın Temizlenmesi: İşyerlerinde (Tarlabaşı’ndaki proje alanı kastediliyor) yıkılması gereken (GAP İnşaat’ın işine yaramayacak binalar kastediliyor) ve Yükleniciye (GAP İnşaat kastediliyor) yıktırılan mevcut yapılardan çıkacak ve tarihi özelliği nedeniyle iyileştirme işlemi yapıldıktan sonra yeniden kullanılması gereken malzemenin yüklenici tarafından dikkatle ayıklanması ve uygun yerlere istif edilmesi gereklidir. Yıkım ve muhafaza işlemleri …. Dikkat ve özenle yapılacaktır. Yıkım çalışmaları yüklenici ve Belediye teknik ekipleri ile zabıta ve Emniyet birimleri işbirliği ile gerçekleştirilecektir. Bu organizasyonu yapmakla idare sorumlu olacak ve her türlü güvenlik sağlanacaktır.”
5366 sayılı Kanun başlığında yer alan “tarihi ve kültürel taşınmaz varlıklarının yenilenmesi ve yaşatılması”nın anlamı avam proje ve ihale sözleşmesiyle daha açık ortaya konmuştur. Neyi yenileyip neyi yaşattıkları bu avam projeyle ortadadır. Projeye göre, tarihi binaların neredeyse tümü yıkılacak (ki bu binaların neredeyse tamamı tarihi değeri nedeniyle tescillidir), bu yıkımlar sonucu binalardan çıkan molozlardan ‘işe yarayacak’ malzemeler temizlenip kullanılacak, zemin altına yapılacak otopark sorunu da bu şekilde çözülmüş olacaktır. Yani proje alanının neredeyse tümünde yeni binalar yapılacaktır.
Tarlabaşı Mülk Sahipleri ve Kiracıları Kalkındırma ve Sosyal Yardımlaşma Derneği Başkanı’nın verdiği bilgilere göre, proje alanındaki mülk sahiplerine Tarlabaşı Caddesi’nin arka tarafında borçlandırma yöntemiyle konut önerilmiştir. Borçlandırma yönteminde mevcut binalarının metre karesi için 1.000 – 1.500 TL önerilmiş, yine bu öneriye bağlı olarak proje alanındaki Tarlabaşı Caddesi’nin arka tarafında yapılacak konutlarla takas önerisi yapılmış ve buradaki konutların metre karesine de 3.000 USD’dan (yaklaşık 4.500 TL’den) başlayan bedellerle değer biçilmiş, mahsuplaşma ve borçlandırma önerisi de bu oranlar üzerinden yapılmıştır.
Bu rakamların anlamlı olması için buradaki binaların özelliklerine de bakmak gerekir. Tarlabaşı’ndaki mevcut binalar 4-5 katlı olup, konut büyüklükleri de 40-100 metre kare arasındadır. Buna göre, GAP İnşaat tarafından 60 metre kare konutu olan bir mülk sahibine yaklaşık 90.000 TL para önerilmektedir. Konut sahibi, para almak yerine proje kapsamında yapılacak konutlardan yararlanmak istemesi halinde ise, takas edilecek konut büyüklüğü 60 metre kare olduğu varsayıldığında, 180.000 TL borçlanmak zorunda kalacaktır. Mülk sahibi şayet borçlanmak istemezse, Tarlabaşı’na 50 km. uzaklıktaki Tuzla’da TOKİ tarafından yapılan konutlardan alması önerilmiştir.
İhale sözleşmesiyle mülk sahiplerine verileceği şart edilen yüzde 42,3’lük payın anlamı yukarıdaki verilerle birlikte değerlendirilmelidir. Buna göre, mülk sahiplerine verilecek payın değeri mevcut binaların metre karesi üzerinden hesaplanmaktadır. Oysa her bir mülk sahibinin küçük bir müteahhitle GAP İnşaat’ın verdiği yüzde 42 oranı üzerinden anlaşma yaptığını varsaydığımızda, bu paylaşım yeni yapılacak yapı üzerinden hesap edilir ve yeni yapının yüzde 42’si mülk sahibinin yüzde 58’i de müteahhidin olurdu. Bu yöntemle rant küçük müteahhit ve mülk sahibi arasında paylaşılır ve inşaat nedeniyle vergi, resim, harç vb. birçok vergi aracılığıyla da devlet bu ranttan payını alırdı. Böylece mülk sahibinin binası yerine yapılacak yeni binadaki konutların yüzde 42’si mülk sahibinin yüzde 58’i de müteahhidin olurdu. Bu paylaşım, alışveriş merkezi, otel ve diğer yapılarda da söz konusu olacaktı. Oysa GAP İnşaat’la yapılan anlaşmada, 5366 sayılı Kanun’daki düzenleme nedeniyle, projenin her türlü resim, harç ve vergiden muafiyeti söz konusu olup, kamunun buradaki rant paylaşımından GAP İnşaat lehine çekildiği rahatlıkla söylenebilir.
Mülk sahipleri ise, mevcut konutlarını acele kamulaştırma tehdidi nedeniyle düşük bedellerle ellerinden çıkarmış veya GAP İnşaat’la Tarlabaşı Derneği Başkanı’nın verdiği bilgiler doğrultusunda anlaşmaya varmışlardır. Bu anlaşmada da, projeyle yapılacak yapılar üzerinden bir paylaşım değil, yeni bina yapılmayacağı varsayılarak değerlendirme yapılmıştır. Bu anlaşmalar nedeniyle de, mülk sahiplerinin terk ettikleri konutlarına karşılık projeden bir konut alma imkanları dahi kalmamış, mülk sahipleri bırakalım ranttan pay almalarını GAP İnşaat’ın yaptığı konutların müşterisi haline getirilerek borçlandırılmışlardır.
GAP İnşaat’ın elde etiği rantın boyutlarını daha iyi anlamak için, uygulama alanına yaklaşık 100 metre mesafede Demirören tarafından inşa edilen iş merkezi için yapılan satın alımlarla birlikte değerlendirmek gerekir. Buna göre, Demirören tarafından yapılan iş merkezi için 98 metre kare iki katlı bir taşınmaz, tapu kayıtlarına göre, 10.884.000 TL, yine 63 metre kare 3 katlı bir taşınmaz 7.500.000 TL’ye, yine 90 metre kare bir daire ise, 1.159.000 TL’ye satın alınmıştır. Bu rakamlar, Tarlabaşı bölgesindeki rantın büyüklüğünü göstermesi açısından önemlidir. Çünkü GAP İnşaat tarafından Tarlabaşı Caddesi’ne bakan 3 yapı adasında 2 otel ve bir iş merkezi yapılacaktır. Buradaki yapı adalarında yapısı bulunan mülk sahiplerinin binaları metre karesi en fazla 2.500 TL üzerinden satın alınmış veya kamulaştırılmıştır. Oysa yapılacak iş merkezinin metre karesi ise, (Demirören İş Merkezi dikkate alındığında) en az 40.000 TL’dir, ki bu rakam da GAP İnşaat açısından en kötümser rakamlardır. Gazetelerde sıkça bahsedilen ve GAP Yapı’nın elde edeceği rantın en kötümser hesaplamalara göre 500.000.000 USD olduğu yönündeki yayınlar aslında çok çarpıcı bir gerçeği ortaya koymaktadır. Çünkü yine GAP Yapı yetkililerinin ve Beyoğlu Belediye Başkanı’nın yaptıkları açıklamalarda, satın almalar/anlaşmalar ve kamulaştırmalar için ayrılan bütçe de dahil olmak üzere, uygulama alanındaki tüm maliyetlerin toplam 100.000.000 USD olduğu belirtilmektedir.
5366 sayılı Kanunun özellikle aktardığımız bölümleri ve Tarlabaşı uygulaması dikkate alındığında Hükümet ve Beyoğlu Belediyesi’nin istemediği bir firmanın uygulama ihalesine girme şansının olmadığı, yine bu bölgedeki büyük rantın elde edilmesi için kanun dahi çıkarıldığı ve bu rantın neredeyse tümünün GAP İnşaat’a aktarıldığı görülmektedir. Burada, başka bir firmanın ‘ihaleye’ girme şansı olsaydı da, uygulamanın bir rant aktarım projesi olduğu gerçeği elbette ki değişmeyecekti. Ama bu düzenlemeler AKP iktidarının kendi yandaşları için nasıl bir gözü dönmüşlük içerisinde faaliyette bulunduğunu göstermesi açısından ayrıca öğreticidir.
SULUKULE’DE KENTSEL YENİLEME VE DÖNÜŞÜM
Fatih/Sulukule örneği, idarelerin “kentsel dönüşüm” aracılığıyla ırkçı, toplumsal dışlayıcı amaçlarını da gerçekleştirdiği bir uygulama olmuştur. Tarlabaşı Kanunu olarak da anılan 5366 sayılı Kanun’dan kaynaklanan yetkilere dayanılarak, Fatih Belediyesi, Büyükşehir Belediyesi ve TOKİ tarafından yoksul/yoksun komşuluklar giderilmiştir.
5366 sayılı Kanun’a ayrıntısıyla yukarıda değinilmiş olup hukuki süreçleri ayrıca açıklamaya gerek yoktur. Ancak Sulukule’de yaşayan ve tasfiye edilen kullanıcıların etnik kökeni bu uygulamada ayrıca incelenmelidir. Çünkü bu bölgenin yaklaşık 1000 yıllık bir tarihi vardır ve kurulduğu günden bugüne kadar Romanlar tarafından kullanılmıştır. Buranın Romanlar tarafından kullanılıyor olması dönüşüm için bir bakıma gerekçe olmuş ve Roman kültürünün tasfiyesi bu uygulamada başlı başına bir amaç haline de gelmiştir. Çünkü Romanların bu bölgeden uzaklaştırılmaları halinde parçalanarak asimile olacakları herkes tarafından bilinmektedir.
Sulukule uygulamasında yaklaşık 620 konut yıkılmıştır. Bu konutlarda yaşayanların yaklaşık yüzde 80’i kiracı olup, aylık kira bedelleri de 50-200 TL arasındadır. Buradan tahliye edilen 320 kiracı, Sulukule’ye 40 km mesafede Taşoluk TOKİ konutlarına (brüt kullanım alanı 80 metre kare olan ve günde bir tane otobüs seferi yapılan çok katlı konutlara) tahliye/sürgün edilmişlerdir. Tahliye edilen her bir kiracı, tahsis edilen konutlar için toplam 140.000 TL borçlandırılmıştır. Bu borcun aylık geri ödemesi 200 TL olup, bina ortak giderleri de 150 TL’dir. Kiracılar Sulukule’de aylık en fazla 200 TL öderken, Taşoluk’ta kira ve aidat olarak 350 TL ödemek zorunda kalmışlardır. Kredi taksitleri ve aidatlar doğal olarak ödenememiş ve bu nedenle 320 kiracının 317 tanesi Sulukule’nin çevrelerine geri dönmek zorunda kalmışlardır. Uygulamanın bu sonucu doğuracağı, yani tahliye edilen Romanların burada yaşayamayarak başka yerlere gideceği ve toplu yaşama imkanlarının yok olacağı idare tarafından gayet iyi bilinmektedir ve uygulama buna rağmen gerçekleştirilmiştir. İdarenin bu bilme durumu aslında amacın ne olduğunu göstermektedir.
Tahliye edilen Sulukule’deki konutların kamulaştırma bedeli olarak metre karesi 500- 800 TL tespit edilmiş, tahliyelerin ardından burada yapılan vilların metre karesi ise 4.000 – 6.000 TL arasında satılmıştır. Bu villaların şu andaki metre kare fiyatları ise 10.000 TL’ye yaklaşmıştır.
Sulukule’yle ilgili yukarıda kısaca belirtilen hususlar dikkate alındığında, “kentsel dönüşüm” uygulamasının rant aktarımının yanında asimilasyoncu bir anlayışla yapıldığı söylenebilir. Bir taşla iki kuş vurmak denilen bir süreçtir, Sulukule’de yaşanan. Hem Romanlar’ın toplu yaşam alanları ortadan kaldırılarak asimile olmalarının yolu açılmış, hem de Romanlar’ın yaşadığı bölgedeki rant Tarlabaşı’nda olduğu gibi yandaşlara aktarılmıştır.
AYAZMA VE TEPEÜSTÜ PROJELERİ
İkitelli/Ayazma ve Tepeüstü Mahallesi’nde ilk kapsamlı ve büyük boyutlu “kentsel dönüşüm” uygulaması gerçekleştirilmektedir. Yasal dayanağı 5393 sayılı Belediye Kanunu’nun 73. maddesindeki 2005 yılında yapılan değişikliğe dayanan süreçte diğer ilçe belediyelerinde olduğu gibi Küçükçekmece Belediyesi’nde de hazırlıklar yapılmış ve “kentsel dönüşüm” uygulamasına başlanmıştır.
Burada yapılan uygulamaya ait Küçükçekmece Belediyesi’nin desteğiyle bir kitap hazırlanmıştır (Turgut ve Ceylan 2010). Çoğunlukla idare lehine sonuç doğuracak bir çalışma olması ve özellikle de mevcut yerel yönetimlerin ve şimdiki başbakandan başlamak üzere ardılı tüm yerel yöneticilerin kaçak yapılaşmadaki işlevlerinin açığa çıkmaması yönündeki yoğun çabalara rağmen, bu kitaptaki veriler, uygulama yapılan bölgelerdeki süreç ve bilgilerin komuoyuna sunulması yönünden önemlidir.
Anılan kitaptaki verilere göre, Ayazma ve Tepeüstü bölgesinde toplam 1625 konutta 10.675 kişi yaşamaktadır. Yapıların yüzde 44’ü özel arazi, yüzde 56’sı da hazine arazisi üzerinde yapılmıştır. Bu konutların yüzde14’ü 1981–1985 yıllar arasında, yüzde 23’ü 1986–1990 yıllar arasında, yüzde 33’ü 1991 – 1995 yılları arasında, yüzde 21’i ise 1996 – 2000 yılları arasında yapılmıştır. Kaçak yapıların hangi yıllarda yapıldığı hakkında bir veri bulunmamaktadır. Bu veriler dikkate alındığında, en yüksek yapılaşmanın 1991 – 2000 yılları arasında (toplam yüzde 54) olduğu görülür. Bu tarihler arasındaki yapılaşmanın tamamına yakını muhtemelen kaçak yapılaşmadır. Belirtilen dönemde İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanları sırasıyla Nurettin SÖZEN (1989-1994), Recep Tayyip Erdoğan (1994-1998) ve Ali Müfit Gürtuna’dır (1998-2004). Bu yönüyle bakıldığında, AKP iktidarının kaçak yapılaşmaya göz yumduğu ve hatta desteklediği söylenebilir.
Bu bölgelerde yaşayanların yüzde 57’si Doğu Anadolu’dan, yüzde 28,7’si Karadeniz Bölgesi’nden ve yüzde 6,7 Güneydoğu Anadolu’dan göç ederek gelmiştir. Bu verilerde yer alan göç durumu ve yapılaşmanın en yüksek olduğu döneme bakıldığında (1991 ve sonrası), köy boşaltmalarının yoğun olduğu 90’lı yılların bu mahallelerde en fazla yapılaşmanın olduğu dönemlere denk düştüğü görülecektir. Bu durumun rastlantı olup olmadığı yönünde bir veri bulunmamaktadır. Ancak bu bölgeyi bilenler burada yaşayanların köy boşaltmaları sonucu sürgün edilen Kürt yurttaşlardan oluştuğunu bilir.
Nüfusun yüzde 26’sı çalışarak yüzde 74’e bakmaktadır. Çalışanların yüzde 62’si imalat sanayinde, yüzde 36’sı hizmet sektöründe, yüzde 2’si de tarım sektöründe çalışmaktadır. Hanelerin yüzde 8’inde çalışan kişi bulunmayıp, hanelerin yüzde 63’nün ise geçimini bir kişi sağlamaktadır. Nüfusun yüzde 64’ünün aylık tüm gelirlerinin toplamı 600 TL’nin altında, yüzde 30’unun ise ortalama 600–1600 TL arasındadır. Nüfusun sadece yüzde 36’sı SSK, yüzde 14’ü ise yeşil kart güvencesine sahiptir. Burada yaşayanların kişi başına düşen gelirleri hesaplandığı takdirde, bu bölgedeki yoksulluğun ne kadar derin olduğu rahatlıkla görülecektir. Yine bu verilerden hareketle çalışan kişi sayıları ve SSK güvencesine sahip insanlar karşılaştırıldığında, çalışanların önemli bir kesiminin sigortasız çalıştığı söylenebilir.
Nüfusun yüzde 31’i okuryazar değildir, yüzde 26’sı okuryazar, yüzde 31’i ilkokul mezunu, yüzde 8’i ortaokul mezunu, yüzde 3’ü lise mezunu, yüzde1’i ise üniversite mezunudur. Bu bölge ikamet edenlerin yüzde 69’u kendi evinde, yüzde 25’i ise kiracı olarak yaşamaktadır. Kira ödeyenlerin yüzde 17’si 50–149 TL, yüzde 36’sı 150–199 TL, yüzde 24’ü ise 200–249 TL kira ödemektedir. Konut kiralarının bu kadar düşük olması, bölgedeki alt yapı yatırımlarının azlığına da işaret etmektedir. Zaten “Konut Konfor Durumu” başlığı altındaki veriler bu durumu çok net olarak ortaya koymaktadır. Şöyle ki, konutların yüzde 94’ünde mutfak, yüzde 53’ünde banyo, yüzde 69’unda tuvalet, yüzde 76’sında su şebekesi, yüzde 97’sinde elektrik şebekesi bulunmamakta, konutların yüzde 96’sı soba/odun-kömür, yüzde 2’si konfeksiyon atıklarıyla ısıtılmaktadır.
Mevcut yerel yönetim yukarıda alıntılanan tüm verilerden hareketle “kentsel dönüşüm”ün bu bölgede bir zorunluluk olduğu ve “kentsel dönüşüm”le birlikte yaşanan sıkıntıların ortadan kalkacağı iddiasıyla Ayazma “kentsel dönüşüm” Projesi’ne başlamıştır.
Oysa yine aynı kitapta, “Proje Kurgusu ve Amacı” başlığı altında şunlar ifade edilmiştir:
“Proje alanı Küçükçekmece İlçesinin, İstanbul Metropoliten Alanı’na hizmet edebilecek önemli mekansal potansiyellerin bir arda bulunduğu bir noktada yer almaktadır. Gerek fiziksel gerekse sosyal bağlamda hiçbir çevre ilişkisinin çağdaş olarak kurgulanamadığı, kentle bütünleşememiş, kopuk, plansız, sağlıksız ve güvensiz (yapı güvenliği sorunları) olarak gelişen bölge, Küçükçekmece Belediyesi tarafından öncelikli olarak müdahale edilmesi gerekli bir pilot bölge olarak saptanmıştır. …. ulaşım bağlantı ve transfer noktalarına yakın bir konumdadır. Proje alanının – 2004 kabulleri çerçevesinde – Olimpiyat Köyü komşuluğundan kalıyor olması alanın Olimpiyat Stadı ve Olimpiyat Köyü konsepti içinde bütüncül bir şekilde ele alınması, bu alanın boşaltılarak ve temizlenerek söz konusu fonksiyon çerçevesinde planlanması kabulünü de gündeme getirmiştir. Bu veri alanın kullanıcı profilinin değiştirilmesi yönünde getirilen kararların en önemli dayanağı olarak kabul edilmiştir” (Turgut ve Ceylan 2010: 87).
Küçükçekmece Belediyesi’nin proje kurgusu ve amacı hakkında yukarıda ele aldığımız yaklaşımları aslında durumu özetlemektedir. Bir bakıma bütün “kentsel dönüşüm”lerde yaşanan durum burada da tekrarlanmaktadır. İşin özünde kullanıcı profilinin değiştirilmesi hedeflenmekte ve böylece alanın rant değeri yükseltilmek istenmektedir. Yükseltilen rant değerinin kimlere ve nasıl aktarıldığı aslında yapılan tüm uygulamaların en temel amacını da oluşturmaktadır.
Bu durum, projenin bütünüyle uygulandığında açığa çıkmıştır. Bu nedenle uygulamanın diğer safhalarına bakmak gerekecektir.
Ayazma ve Tepeüstü’nde Uygulama
Her iki mahallede de, yıkım/tasfiyeye başlanmadan önce uygulamanın ilk adımı olarak Bezirganbahçe’de 2.640 konutluk 12 katlı ve brüt kullanım alanı 90 metre kare olan konutlar inşa edilmiştir. Bu konutların hak sahiplerine tahsis bedeli Bezirganbahçe’de metre karesi 650 TL, Ayazma’da yapılan TOKİ konutları için ise metre karesi 800 TL değer tespiti yapılmış, daha sonra ise, belirlenen bu fiyatlar şerefiye adı altında arttırılmıştır. Bu tespitler esas alınarak Bezirganbahçe’de yapılan brüt kullanım alanı 90 metre kare olan konutların bedeli en başta 52.000 TL olarak tespit edilmiş, sonra ise 72.000 TL’ye kadar artırılmıştır.
Bu bölgede yaşayanların terk etmek zorunda kaldıkları taşınmazlarına enkaz bedeli olarak 12.000 TL değer biçilmiştir. Arsası kendisine ait olanlara ise, bu enkaz bedeline ek olarak tahsis edilen konutun 1 metre karesine karşılık 2,78 metre kare arsa şeklinde değer biçilmiş, ve 250 metre kare arsa Beziganbahçe’de yapılan 90 metre kare bir konuta eşdeğer sayılmıştır. Yani Ayazma ve Tepeüstü’nde 250 metre kare arsan varsa Bezirganbahçe’de 12 katlı bir apartmanda brüt kullanım alanı 90 metre kare olan bir daire sahibi olunabilir. TOKİ konutlarında kullanılan malzeme ve işçilikler kötü olduğu için Bezirganbahçe’ye tahliye edilen hak sahipleri taşındıkları dairelere 8.000 – 15.000 TL arası masraf yapmak zorunda kalmışlardır.
Tepeüstü ve Ayazma’da yaşayanların çoğunluğu gecekondu sahibi olduğu için, tahsis edilen TOKİ konutlarına tahliye edilirken borçlanmak zorunda kalmışlardır. Bu borçlanmada ise, enkaz bedelleri peşinata sayılmış, kalan bedel ise taksitlendirilmiştir. Tahliyeler gerçekleştikten sonra ise, gecekonduda yaşamış olan hak sahiplerine kullandıkları hazine arazisi miktarına göre 2.000 – 9.600 TL arasında ecrimisil tahakkuk ettirilmiştir.
İkitelli/Ayazma Mahallesi ve Tepeüstü’nde, büyük bölümü tek katlı ve yığma tabir edilen konutlarda yaşayan 1.800 aile, Bezirganbahçe’de yapılmış/yapılmaya devam edilen konutlara “tahliye” edilmişlerdir. Beziganbahçe’deki TOKİ konutlarına 2009 itibariyle toplam 1365 aile tahliye edilmiş olmasına rağmen, yaklaşık yüzde 30’u burada yaşamamaktadır. 2009 itibariyle burada yaşayamayan yaklaşık 200 aile de konutunu satarak, başka yerlere göçmüştür. Bu göç hızlanarak devam etmektedir. Çünkü buraya tahliye edilen ailelerin kredi taksitleri ve aidatları ödeme güçleri yoktur ve bu durum Belediye tarafından yapılan araştırmayla da tespit edilmiştir.
Şu an emlakçılar aracılığıyla bu konutların satış bedelleri konutun durumuna göre 70.000– 100.000 TL arasında değişmektedir. Bezirganbahçe’deki konutların hâlihazırdaki satış bedelleri dikkate alınınca, buraya tahliye edilenlere maddi bir kolaylık sağlanmadığı, ranttan yararlandırılmadıkları ortadadır. Aksine zarara girmişlerdir. Çünkü normal şartlarda 70.000 TL’ye satılan bir konut Ayazma ve Tepeüstü’nde yaşayanlara da aynı bedelle satılmıştır.
Ayazma ve Tepeüstü’nden göç/tahliye/sürgün ettirilen ailelerin yaşadığı bölgedeki yapılar tamamen yıkılmış/temizlenmiş ve bölgedeki arazilerin mülkiyeti TOKİ’ye devredilmiştir. TOKİ tarafından ise, bu arazi, ihaleyle Ağaoğlu İnşaat’a gelir paylaşımlı yöntemle devredilmiştir. Ağaoğlu tarafından bu bölgede lüks konut projeleri hazırlanmış ve “10.000 peşin, daire senin” reklam sloganıyla bu projedeki konutlar satılmaya başlanmıştır. Ağaoğlu tarafından satılan konutların fiyatları ve ödeme şartları değerlendirildiğinde, şu tespit yapılabilir: Ayazma’dan tahliye edilen mülk sahibi vatandaşların arsalarının metre karesi 250 TL bedelle kamu gücü kullanılarak elde edilmiş, bu arazi TOKİ aracılığıyla Ağaoğlu’na aktarılmış, Ağaoğlu tarafından ise, burada yapılan konutlarının metre karesi 2.500 – 4.000 TL arasındaki bir bedelle satılmıştır.
Küçükçekmece Belediyesi tarafından Ayazma Mahallesi’nde imar ıslah çalışması yapılmış olsaydı, burada tapusu bulunanlara başka bir işleme gerek kalmaksızın imarlı ve ifrazlı tapu verilecekti. Bu durumda arsa sahibi, bu arsası üzerinden müteahhitle anlaşarak, normal imar durumunda en az 4 daire sahibi olacaktı ve bir bu kadar daire de müteahhide inşaat maliyeti karşılığı verilecekti. Hak sahibinin tapusu olmaması halinde ise, kullandığı hazine arsasına karşılık tespit edilen arsa bedelinin ödenmesiyle imarlı ve ifrazlı arsa sahibi olacaktı. Arsa için ödenecek bedeli hak sahiplerinin ekonomik zorlukları nedeniyle çoğunlukla müteahhitler ödemekte olup, bu ödeme nedeniyle de, hak sahibine kalacak dairelerden bir veya iki tanesi daha müteahhit tarafından alınacaktı. Bu örnekte vergi, resim, harç, arsa bedeli altında kamu tarafından önemli bir gelir elde edilecekti.
Islah çalışması sonucu toprak üzerinde oluşan rant kullanıcı/hak sahibi, kamu ve küçük müteahhit arasında paylaşılmaktadır. Oysa “kentsel dönüşüm” uygulamalarında bu rant kamu ve özel teşebbüs arasında paylaşılmaktadır. Kullanıcı hak sahipleri ise, düşük kaliteli TOKİ konutlarının müşterisi haline getirilmekte ve ranttan yararlanmak bir yana vatandaşlar “kentsel dönüşüm” sürecinde rant malzemesi haline gelmektedir.
TOPLU KONUT İDARESİ – TOKİ
“Kentsel dönüşüm” uygulamalarının neden bir kamu kuruluşu tarafından gerçekleştirildiği ve TOKİ’nin varlık sebebi ve işlevleri, Cihangir ve diğer uygulama alanları olan Tarlabaşı, Sulukule, Ayazma, Tepeüstü karşılaştırıldığında rahatlıkla anlaşılır. Çünkü orta ve orta üstü gelire sahip bir kimsenin aklından konut almayı geçirmediği Ayazma, Tarlabaşı, Sulukule gibi “kentsel dönüşüm” uygulanan mahallelerde kamu müdahalesi esastır. Hem kamu arsalarının varlığı, hem de daha üst ölçekli planlamalarla rantın artacağı muhakkak belli olan bir bölgede bu planlamaların yapılması, tüm bu süreçlerin koordinasyonu, rantın ele geçirilmesi ve yandaşlara aktarımı ancak kamu gücünün kullanılması ile (yani kamulaştırma, arazinin hem enkazının hem de yaşayanlarının tahliyesi, plan yapma, kolluk gücünün kullanımı gibi) mümkün olmaktadır. TOKİ’nin rantın sahibi haline gelmesi ve bunun nasıl kullanıldığı da aslında AKP iktidarının neden TOKİ’ye bu kadar önem verdiği ve neden birçok yasal düzenlemeyle TOKİ’nin güçlendirdiğini açıklamaya yeter.
Toplu Konut İdaresi (TOKİ), kuruluş kanunu olan 2985 sayılı Kanun’la 1984’ten beri Başbakanlığa bağlı olarak çalışmaktadır. Bu Kanun, yayımından 1992 yılına kadar sekiz defa değişikliğe uğramıştır. 1992 ile 2001 yılı arasında herhangi bir değişiklik yapılmamış, 2001 yılından günümüze kadarki 10 yıllık sürede ise 15 kez değiştirilmiştir. Bu 15 değişikliğin 13 tanesi AKP hükümeti döneminde gerçekleşmiştir. Bu dönemdeki değişiklikler, önceki dönemde yapılan değişikliklere göre esaslı değişiklikleri içermekte olup, hem bu, hem de diğer kanunlardaki (775 sayılı Gecekondu Kanunu gibi saymakla bitmeyecek düzenlemeler) değişikliklerle TOKİ Türkiye’deki en güçlü kurumlardan birisi haline getirilmiştir.
Yasal ve idari olarak TOKİ’nin bu kadar güçlü bir kurum haline getirilmesi, yukarıda bahsetmeye çalıştığımız “kentsel dönüşüm” uygulamalarındaki kamu gücünün / işlevinin / rolünün bu kurum tarafından yerine getirilmesini sağlamak içindir.
BARINMA HAKKI VE TOKİ
Barınma hakkı birçok uluslararası sözleşme ve belgelede temel insan haklarından biri olarak tanımlanmış ve bu ihtiyacın giderilmesi için devletlere yükümlülükler getirilmiştir. 1966 yılında kabul edilerek imzaya açılmış olan BM Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Sözleşmesi’ni Türkiye Devleti 2003’te imzalayarak tarafı olmuştur.
Türkiye Devleti 23.12.2003 tarihinde 1966 belgelerini imzalamadan önce de, T.C. Anayasası’nın 56 ve 57. maddeleri konut hakkını dar kapsamlı olarak tanımlanmıştır. Anayasada yapılan bu tanımlamalar, BM sözleşmesinde yapılan tanımlamanın çok gerisinde olup, Türkiye için bağlayıcılığı olması nedeniyle konut hakkının neleri içerdiğine BM Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Sözleşmesi’nin 11. maddesi yönünden bakmak gerekecektir. Bahsi geçen BM sözleşmesinin İnsan Hakları Komitesi ve Ekonomik Sosyal ve Kültürel Haklar Komitesi’nin bağlayıcı özelliği de bulunan yorumlarında özellikle konut hakkına ilişkin yapılan yorum şu yöndedir: “Yaşamaya elverişli konut hakkı, dar olarak veya sadece kişiye barınabileceği bir yer sağlanması gibi sınırlandırıcı bir şekilde yorumlanmamalıdır. Kast edilen, kişinin sadece maddi anlamda bir konuta sahip olması değil; aynı zamanda güvenli bir yerde, barış içinde ve onurlu bir şekilde yaşayabilmesidir.” Elverişlilik ise, kiralamanın hukuken güvence altına alınması, imkan, hizmet malzeme ve altyapı sağlanması, oturmaya elverişlilik, erişilebilirlilik, mevki, kültürel yeterlilik gibi unsurlarıyla birlikte tanımlanmaktadır (Uyar 2006: 142).
Bu tanımlama ve yorumlardan hareketle, konut hakkının gerçekleşme koşullarıyla “kentsel dönüşüm” uygulamaları karşılaştırıldığında, TOKİ uygulamalarının konut hakkını sağlamak dışında birçok amaca hizmet ettiği rahatlıkla söylenebilir. Her ne kadar TOKİ, misyonunu, 1948 tarihli İnsan Hakları Evrensel Beyannamesinde yer alan “konutun bir insan hakkı olduğu” ve Birleşmiş Milletler Habitat Gündeminin ana temalarından olan “herkese yeterli konut” ilkelerini benimseyerek, “T.C. Anayasasının Devlete yüklediği görevler ve faaliyetlerini şekillendirmektedir” diye tanımlamış ve böylelikle uluslararası sözleşmeler ve Anayasada sözü geçen barınma hakkını gerçekleştirdiği iddiasını savunmuşsa da, bugüne kadar yapılan uygulamalar ve yukarıda aktarılan örnekler bu ifadelerin asılsız olduğunu göstermektedir.
AKP VE “KENTSEL DÖNÜŞÜM”
2001 yılından sonra Meclis gündemine “kentsel dönüşüm”ü hedefleyen çeşitli kanun (Dönüşüm Alanları Hakkında Kanun Tasarısı gibi) ve kanun değişiklik tasarıları getirilmiş, bunların bazıları kabul edilmiş (5366 sayılı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanunu, Kalkınma Ajansları Kanunu, Endüstri Bölgeleri Yasası gibi) birçok kanun ise değiştirilmiştir (5393 sayılı Belediye Kanunu’nun 73. Maddesi, Kıyı Kanunu, 5234 sayılı kanun, 5335 sayılı kanun, Endüstri Bölgeleri Yasası). Belediye Meclis gündemlerinin son 5 yıllık döneminin neredeyse tamamı imar planları ve imar planı değişiklerine ilişkindir. Örneğin 2011 Şubat ayı İstanbul Büyükşehir Belediye Meclis’inin 215 adet gündemi bulunmakta olup, bu gündemlerin sadece 29’u imar dışındaki konulardan oluşmaktadır.
Bu kadar yoğun imar ve inşaat faaliyetlerin sorunsuz gerçekleşmesi için birçok idari ve yasal değişiklik yapılmasına rağmen “kentsel dönüşüm”ün anayasası olarak adlandırılan Dönüşüm Alanları Kanun Tasarısı kanunlaşamadığı için, “kentsel dönüşüm” uygulamaları birçok kanuna yapılan ekler ve değişikliklerle gerçekleştirilmeye çalışılmaktadır. Oysa bu durum, uygulamaların bazen yargıya takılmasına sebep olmakta veya yoksul halk tarafından neredeyse tüm Türkiye’ye yayılmış bir muhalefetle karşılaşılmaktadır. Bu sebeplerden kaynaklı olsa gerek, TOKİ Başkanı Erdoğan Bayraktar gazetelere de yansıyan şu beyanda bulunmuştur: “Kentsel dönüşüm projeleri gecekondulardan beslenen çeteler tarafından engellenmeye çalışılmaktadır, esrar ve kadın ticareti gibi kirli işlerle uğraşanlar ile terör grupları, masum insanları kullanarak gecekondularda dönüşüme engel olmaya çalışıyorlar.”
TOKİ Başkanı’nın 04.03.2011 tarihinde gerçekleştirilen Konut Kurultayı’nda “kentsel dönüşüm projelerini daha hızlı bir şekilde hayata geçirebilmek için ilave düzenlemelere ve koordinatör kurumun belirlenmesine ihtiyaç duyulduğunu” belirtmesi ve “idari yargının kentsel dönüşümlere ilişkin kolaylaştırıcı rolü çok önemlidir; kısaca bu iş bütüncül, kapsamlı bir devlet politikası haline gelmelidir” yönündeki açıklaması, yasal ve idari düzenlemelerin değiştireleceği ve en önemlisi de Dönüşüm Alanları Kanun Tasarısı’nın bir an önce kanunlaşacağının işaretini vermektedir. Bu beyanlar, aynı zamanda yargının yönlendirildiği, baskı altında olduğu anlamına da gelmektedir.
Başbakan Erdoğan’ın 26.02.2011 tarihinde Marmaray Projesinin açılışında sarf ettiği “Bu projeyi bitirecektik ama bunu engellediler. Sürekli ‘yok arkeolojik, yok çömlek çıktı, yok bilmem ne çıktı’ bunlarla önümüze engeller konuldu. Bariyerleri önümüze koydular, yok kuruluydu, yok yargısıydı ve en az 3 sene bizi bu noktada engellediler” yönündeki sözleri, bundan sonra AKP’nin artık hiçbir yasa, mahkeme kararını tanımayacağı, AKP iktidarının hukuksuz ve zorba bir yönetimle “kentsel dönüşüm”, çevre, kültür ve tarihin korunması konularında tamamen rant merkezli hareket edeceği ve rantı yandaşlarıyla paylaşmak üzere yol alacağının da bir itirafı olmuştur. Tüm bu faaliyetler ve beyanlar, mevcut AKP hükümetinin en önemli faaliyet alanınlarından birisi olan kentsel rant paylaşımının büyük bir hırsla önümüzdeki dönemde hız kesmeden devam edeceğini göstermektedir.
SONUÇ
“Kentsel dönüşüm” uygulamalarının barınma sorununu çözme gibi bir amacının ve işlevinin olmadığı, İstanbul’da Fatih/Sulukule, İkitelli/Ayazma, Beyoğlu/Tarlabaşı Mahalleleri’nde yapılan uygulamalarla somut olarak görülmüştür. Bu uygulamalara konu mahallelerde yaşayan insanlar, uzun yıllardır yaşadıkları mahallelerden sökülmüş/sürgün edilmiş, yüksek borç yükü altında, kent çeperlerinde yapılan sosyal konutlara yerleştirilmiş, boşaltılan/temizlenen mahallelerde yüksek gelirlilerin yaşaması için yeni baştan yapılar inşa edilmiş, buradaki uygulamalar AKP hükümetine yakınlığıyla bilinen sermaye gruplarınca gerçekleştirilmiş, ve bu uygulamalarla oluşan rantlar da yine bu şirketlere aktarılmıştır.
“Kentsel dönüşüm” uygulamaları bir sürgün politikasıdır. Kent merkezlerine yakın ve hatta kent merkezlerinde yer alan, çoğu depreme dayanıklı zeminde kurulmuş mahalleler insanlarıyla, yarattığı kültürle, binalarıyla birlikte yok edilerek yeni baştan inşa edilmekte, yüksek gelirliler için cazip hale getirilmekte ve bu gruba yeni yaşam alanları yaratılmaktadır.
Alt gelir gurupları içinse var olan barınma sorunu daha da derinleştirilmekte, bu gruplar kentin çeperinde kalitesiz sosyal konutlara yüksek borçlarla yerleştirilmekte, sosyal dayanışma ve ulaşım olanaklarından mahrum bu ortamlarda hem yüksek borçlanma hem de iş olanaklarının yokluğu nedeniyle halk buralarda tutunamamaktadır. “Kentsel dönüşüm” ve benzeri uygulamalarla yaratılan rant alanlarının sermaye için cazip hale geldiği doğrudur, ama düşük gelirli, faklı kültürlü/kimlikli insanlar için bir o kadar itici ve ulaşılmazdır.
“Kentsel dönüşüm” mağdurlarına gösterilen adres TOKİ konutlarıdır. Ancak bu konutlar hem konut kalitesi hem de sağlıklı, sosyal bir çevre açısından yaşamaya elverişli değildir. TOKİ’nin ürettiği konut tipi, izole, mahalle ve dayanışma bağlarını kopartan bir yaşam biçimini dayatmaktadır ve bu konutlarda sağlıklı bir yaşam sürmenin olanağı bulunmamaktadır.
Merkezi yönetim, yerel yönetimler ve TOKİ’nin konut politikaları barınma hakkını gözetmeyen, konutu diğer yaşamsal ihtiyaçlar gibi bir mal haline getiren politikalardır. Kapitalist sistemin varlığıyla ortaya çıkan konut sorununu bu sistemi değiştirmeksizin çözüme ulaştırma söylemi yalandan başka bir anlam taşımaz. Bu konuda sarf edilen tüm cilalı sözlerin aslında rant alanlarının sömürülmesi amacıyla yapılan uygulamalar olduğu görülmüştür.
“Kentsel dönüşüm” adı altında gerçekleştirilen uygulamalar, kapitalist sistemin varlık sebebi olan kâr amaçlı üretimin yarattığı konut sorununu çözemeyeceği gibi, konut sorunu kapitalistlerin asli amacının, yani kâr amacının gerçekleşmesi uğruna feda edilecek bir unsur haline gelmiştir.
“Kentsel dönüşüm” uygulamaları neoliberal politikaların bir parçasıdır ve amacı kentlerin sermayenin yatırımı için cazip hale getirilecek şekilde yeniden düzenlenmesidir. Bu uğurda kamu olanakları ve yaratılan rant AKP hükümetinin kendi yandaşlarına, yerli sermayeye, ve işbirlikçilere peşkeş çekilirken yoksul halk kitleleri yerinden edilmekte, barınma hakkı elinden alınmakta ve kent yaşamının istenmeyen unsurları olarak kentin çeperlerine itilmektedir.
Kaynakça
Davis, Mike. 2007. Gecekondu Gezegeni. İstanbul: Metis Yayınları.
Özden, Pınar Pelin. 2008. Kentsel Yenileme. Ankara: İmge Kitabevi.
Ünal, E., F. Duyguluer, E. Bolat. 1998. İmar Terimleri Sözlüğü. TODAİE- Türkiye ve Orta Doğu Amme İdaresi Enstitüsü.
Uzun, C. Nil. 2006. “İstanbul’da Seçkinleştirme (Gentrification): Örnekler ve Seçkinleştirme (Gentrification) Kuramları Çerçevesinde Bir Değerlendirme.” D. Behar ve T. İslam (der.) İstanbul’da Soylulaştırma: Eski Kentin Yeni Sahipleri. İstanbul: Bilgi Üniversitesi Yayınları.
Turgut, Sırma ve Eda Ç. Ceylan. 2010. Bir Yerel Yönetim Deneyiminin Ardından: Küçükçekmece Ayazma-Tepeüstü “kentsel dönüşüm” Projesi. İstanbul: Alfa yayınları.
Uyar, Lema (Der). 2006. Birleşmiş Milletler’de İnsan Hakları Yorumları İnsan Hakları Komitesi ve Ekonomik Sosyal ve Kültürel Haklar Komitesi 1981-2006. İstanbul: Bilgi Üniversitesi Yayınları.
Sermaye birikimi*
Rosa Luxemburg, revizyonist dalganın işçi hareketi üzerindeki yozlaştırıcı etkisiyle Alman Marksizmi içerisinde güçlendiği yıllarda, işçi sınıfının devrimci geleneklerini canlı tutmak için mücadele veren büyük bir sosyalist olarak tarihe geçecektir. Yazılarında bir ikna etme gücü ve tazelik vardı; polemikte ise hem keskin hem de olağanüstü becerikliydi; aynı zamanda yazılarının ardındaki düşünce, genişliği ve feraseti bakımından etkileyiciydi. Birçok kişi, uluslararası sosyalizmin bu şahsiyetine ve onun çok tartışılan teorisine bir giriş olarak, onun tanınmış eserinin bu İngilizce tercümesine ilgi duyacaktır.
Luxemburg’un (ilk kez 1913’te yayınlanan) Sermaye Birikimi kitabı, hem Marksist kriz teorisinin bir incelemesi, hem de emperyalizm teorisine bir giriş taslağıydı. Onun belirgin niteliği, evrensel serbest ticaret yoluyla ya da bir tür “planlı kapitalizm” yoluyla sorunsuz ve uyumlu bir kapitalist gelişmenin mümkün olduğunu gösterme eğilimindeki teorilere karşı gösterdiği güvensizliktir. Eserin büyük bir bölümünü (150 sayfa kadar), J.B. Say’dan Tugan Baranovski’ye kadar, bu görüşlere karşı polemik oluşturmaktadır. Hatta Marx’ın formülasyonlarını bile, benzer bir imada bulunma potansiyeli taşıdığını düşünerek eleştirmiştir. Özellikle, sermaye birikiminin, doğası gereği satılmayan bir meta fazlası içerdiğini ve bunun ancak kapitalist toplumun kendisi dışında pazarlanabileceğini vurgulama kaygısı taşır. Bu onun ünlü “dış (ya da üçüncü) pazar” teorisidir: Sermaye birikimi, ancak yeni taleplerin sürekli olarak kapitalist olmayan katmanlar (küçük meta üreticileri vb.) içerisinde akıtılması durumunda ilerleyebilir. Bu nedenledir ki “sömürgeler”, kapitalizmin önemsiz eklemlemeleri olmayıp, onun kendi varlığı için gereklidirler; ve yağmacı yayılma, küçük meta üretiminin sırtından geçinilmesi ve sonunda tahribi kapitalizmin doğasının bir parçasıdır. Bunu etkili sonuç paragraflarında şöyle ortaya koyar:
“Kapitalizm … kendi kendine var olamayan, aracı olarak başka ekonomik sistemlere ve vatana gereksinim duyan ilk ekonomi tarzıdır. Her ne kadar evrensel olmak için çaba gösterse de … parçalanmak zorundadır, çünkü evrensel bir üretim biçimi haline gelmesi doğası gereği mümkün değildir.” (sf. 467) Birçok okur açısından en ilgi çekici bölümler, sömürge bölgelerine kapitalist yayılma yöntemlerinin tanımlandığı üçüncü ve son kısımdaki bölümler olacaktır. Burada İngilizlerin Hindistan, Çin, Mısır ve Güney Afrika’ya, Fransızların Cezayir’e, Amerikan sermayesinin ise kendi arka bahçesine nüfuz etmesine dair zengin verilere dayanan anlatımları vardır.
Eserinin tümden teorik çekirdeğindeki sezgileri analizlerinden daha övgüye değerdir. Birikim sürecinin sadece (Say ve Ricardo’dan Tugan Baranovski’ye kadar ekonomistlerin iddia ettikleri gibi) üretimin farklı sektörleri arasında belli oranları (ya da “denge koşulları”nı) değil, aynı zamanda üretici güç ve tüketim arasında da belli oranları gerektirdiğini, ayrıca kapitalizmde üretimin tüketimden daha hızlı ilerleme eğilimi taşıdığını vurgulama erdemini gösterir. Başka bir deyişle onun vurgusu, artı-değerin üretimine olduğu kadar artı-değerin “gerçekleşmesi” sorununa; ve birinin koşullarının diğerine uygun olan koşullar ile çelişki teşkil etmeye eğilimli olması gerçeğine ilişkindir. Ancak bunun neden böyle olduğuna dair analizi ve özellikle Marx’ın “genişletilmiş yeniden üretim” formüllerine ilişkin eleştirisi epey bir yanlış anlama ve kafa karışıklığı içerir. Sonuç, yalnızca biçimsel bir meraktan ötedir: Göreceğimiz gibi, bunun teorinin pratik içerimlerine yanıltıcı çarpıtma ve vurgular kazandırma etkisi olmuştur.
İlk yanılgı (eğer okuyucu onun oldukça uzun ve yorucu argümanını kavradıysa), Luxemburg’un kendisine başlangıç noktası olarak aldığı Marx’ın Kapital’in II. Cildi’ndeki aritmetik örneklerine ilişkindir. Bu örnekler, genişletilmiş yeniden üretimin (i.e., yıllık net yatırım süreci) gerçekleşmesi ve kendi momentumunda devam etmesi için gereken ilişkileri göstermek için tasarlanmıştır. Sayfa 333’te gönderme yaptığı Marx’ın “İkinci Örneği” sabit oranda bir genişletilmiş yeniden üretimi temsil eder: tüm temel nicelikler aynı oranda büyümektedir (Bayan Robinson’un Giriş yazısında işaret ettiği ve hayranlık uyandırıcı tarzda basitleştirilmiş örneğinde gösterdiği gibi). Bu örnekte genişlemenin, sermaye bileşiminde ya da artı-değer oranında herhangi bir değişiklik olmaksızın gerçekleştiği farzedilmiştir; kapitalist gelirden tasarruf edilen oran sabit kalırken, bunun sonucunda hem net gelirin bir bölümü olarak (=V+S) tasarruf edilen gelir (ya da birikim) hem de üretimin iki kesimi (üretim araçları ve tüketim araçları) arasındaki ilişki de sabit kalmıştır. Rosa Luxemburg, bu modeli gerçekdışı olmakla eleştirmiştir. (Bu elbette soyuttur, ama kestirim olarak bile gerçekliğe denk düşemeyecek anlamda gerçekdışı değildir. Öyle görünüyor ki, Luxemburg, yeterli emek-gücü rezervi olması koşuluyla, gelişmenin, bazı zamanlar aynı organik bileşime dayanarak gerçekleşebileceğini anlayamıyor.) Buna bağlı olarak Luxemburg, hem sermaye bileşiminin değiştiği, hem de emek üretkenliğinin artması nedeniyle artı-değerin yükseldiği bu modeli yerine koymuştur (sf. 337). (Bu arada belirtmek gerekir ki, sf. 338’de kendisinin de ifade ettiği gibi, seçtiği örnekte kâr oranı aslında artmaktadır.) Daha sonra da, bu koşullarda her zaman, II. Kesim’de satılamayan tüketim malları fazlası sorununun ortaya çıkacağını gösterir. Bunların sistem dışında satılamaması durumunda, bu sanayi grubundaki kapitalistler artı-değerlerini para biçiminde gerçekleştiremeyecek ve sermaye birikimi süreci kesintiye uğrayacaktır.
Bu tüketim malları fazlasının karşılığı aslında üretim araçları açığıdır (biri diğerinin öteki yüzüdür). Bu açığa işaret ettikten sonra, Luxemburg, şaşırtıcı bir şekilde, bir sonraki sayfada (ve takip eden argümanın belli aşamalarında) bunu unutmuş gibidir ve sanki sorun aynı zamanda bir üretim araçları fazlası sorunuymuş gibi konuşur. Ancak bu bariz kafa karışıklığı çok da önemli değildir. Daha önemli olanı, o kadar önem verdiği sonucun, organik bileşimdeki değişikliklere değil, artı-değer oranının artmasına bağlı olduğunu görememesidir. Bu artış, (kapitalistlerin artı-değerin sabit bir oranını tasarruf ettikleri varsayımına dayanırsak) gelirin tasarruf edilen kısmının, yeni yaratılan değerin, ya da net gelirin (toplam V+S) bir oranı olarak artması gerektiği anlamına gelir. Bu nedenle, II. Kesim’deki üretici güçlerin tüketim gücünden ileride gitmesiyle oluşan “gerçekleşme” sorununu yaratan şey, herhangi bir genişletilmiş yeniden üretim değil, bu tür değişimi içeren genişlemedir. Lenin’in ifade ettiği gibi, üretim gücü ile tüketim gücü arasındaki dengesizlik, önemli olmakla birlikte, kapitalist gelişmenin çok yönlü çelişkilerinden sadece biridir; ve belli bir noktaya kadar birikim, genişleyen bir “iç pazar”a dayanarak gerçekleşebilir (ve gerçekleşir).
Aslında yukarıda söz edilen oranın da artması mümkündür; bunun koşulu, iki kesimin ortalama bileşiminde (teknikteki değişiklikler nedeniyle) bu artışı dengeleyecek eşzamanlı bir artışın olması ve (bu sonuncusunun doğal sonucu olarak) I. Kesim’deki genişlemenin II. Kesim’dekinden daha hızlı oranda gerçekleşmesidir. İşte ancak o zaman, artan tasarrufun verimsiz ve sonuçsuz hale gelmesinden kaçınılabilir. Bu, Marx’ın başka bir örneğinde, “Birinci Örnek” (birinci aşama, sf. 596-8) ortaya konmuştur; ve gerçekleşme zorluğunun ille de ve doğrudan sermaye bileşimindeki bir artıştan kaynaklandığını iddia etmekle, Rosa Luxemburg’un hatalı olduğunu göstermektedir. (Şunu belirtmek gerekir ki, Luxemburg’un sf. 337’deki kendi örneğinde I. Kesim II. Kesim’den daha hızlı genişleyen bir şekilde ortaya konmamış olduğundan, bu modelin sorun çıkarması sürpriz değildir.)
Aslında Marx’ın kendisi bu “gerçekleşme” sorununa daha önceki bir örnekte (sf. 591, cilt 2) dikkat çekmiştir; buradaki veriler incelendiğinde, sermaye bileşiminde herhangi bir değişiklik olmadan yeniden üretimin artan bir oranda (birikimin net gelire oranında artış anlamında) gerçekleşmekte olduğu görülecektir. (Alternatif olarak, bu örnekte Marx’ın “koşullar”ının gerçekleşmediği ve I. Kesim’in büyüklüğüne kıyasla tüketim malları endüstrisinin büyüklüğü açısından birikim oranının çok yüksek olduğu söylenebilir.) Bu örnekte, Marx, kendisi şu soruyu yöneltir: Bu koşullarda, tüketim malları endüstrisindeki kapitalistler, (satış yoluyla) artı değeri para biçiminde, yeni üretim araçlarına yatırabilecekleri para biçiminde nasıl gerçekleştirebilirler? Bu, birikimin nasıl olup da artan oranda gerçekleştiği ya da nasıl ilerlediğini sormakla aynı anlama gelir. Marx, bu bilmecenin cevabını 2. Cildin sonuna saklamış ve II. Kesim’deki kapitalistlerin kendi ürünlerini (zımni olarak I. Kesim’e dahil edilen) altın üreticilerine altın karşılığında sattıkları cevabını vermiştir. Bence burada vurgulanan, (bayan Robinson’un iddia ettiği gibi) paranın böylelikle sisteme girmiş olması değil, altın üreticileriyle yapılan bir değişimin, meta karşılığında meta değişimini değil, tek yanlı bir para karşılığında meta değişimini temsil ediyor olması gerçeğidir.
Bu da, bizi, doğrudan ikinci yanlış anlamaya götürüyor. Bu pazar sorununu ortaya koyduktan sonra, Rosa Luxemburg, kapitalizmin can alıcı sorununa bulduğu çözüm olarak, dış ticaretten söz eder. (Bkz. sf. 359: “Uluslararası ticaret kapitalizmin tarihsel varlığı açısından birincil derecede bir gerekliliktir.”) Fakat dış ticaret, normalde iki yönlü bir akıştır: bir meta karşılığında meta değişimidir; meta ihracatı ithalat ile eşleşir. Bir aşırı üretim krizini hafifletmek için gereken şey, kapitalist dünyadan dışa doğru bir ihracat fazlasıdır. Metalar hiçbir zaman karşılıksız verilmediği için, bu ihracat, borç karşılığıdır, yani sermaye ihracıdır.
Göründüğü kadarıyla, Rosa Luxemburg’un bu konuyu takdir etmemiş olması yadırganacak bir durum olup, onun emperyalizm konusunda pazar arayışı üzerinde aşırı vurgu yapmasına ve sermaye ihracının merkezi rolünü gözardı etme eğilimine düşmesine yol açmaktadır. Bir yandan uluslararası borçlanmalar konusuna başlı başına bir bölüm ayırır ve sömürgelerde sömürülecek yeni bir proletarya katmanı ihtiyacına gönderme yaparken, öte yandan sermaye ihracını asli bir unsur olarak değil de, sömürgelere boyun eğdirilmesi ve önceden var olan “doğal ekonomiler”in parçalanması ile bağlantılı ele aldığı görülmektedir. Dahası, onun, bir dış pazar olmaksızın birikimin asla mümkün olmadığı düşüncesi, sömürgelerin sömürülmesi olgusunun, kapitalizmin göreceli olarak olgun bir aşamasından ziyade, kapitalizmin bütün aşamalarının (ilkel birikim üzerinden beslendiği günlerden bu yana) bir ürünü olarak ele alınmasına yol açmaktadır. Bunda şu anlam da saklıdır: fethedilecek başka “üçüncü pazarlar” kalmadığında, “nesnel bir tarihsel gereklilik olarak kapitalizmin çöküşü kaçınılmaz bir şekilde gelecektir” (sf. 417); “bir dizi politik ve sosyal felaket ve sarsıntı”nın (sf. 467) o nihai mekanik çöküş noktasına erişilmeden önce kapitalizmin yıkımını getirmesi muhtemel olsa da.
İlginçtir ki Rosa Luxemburg’un bakış açısı, Lenin’in 15 yıl öncesinden Rusya’da Kapitalizmin Gelişimi’nin ilk bölümünde eleştirdiği Rus Narodniklerininki ile çarpıcı bir benzerlik taşımaktadır. Narodnik yazarlar da, bir dış pazarın yardımı olmaksızın artı değerin gerçekleştirilmesinin olanaksızlığından söz etmişler ve bu sorunu, satılamayan tüketim malları fazlası sorunu ile ilişkilendirmişlerdi. (Bundan da, Rus kapitalizminin farklı olduğu ve yapay bir büyüme gösterdiği ve geleceğinin olmadığı sonucunu çıkarmışlardı.) Lenin ise, “üretimde sınırsız bir büyüme çabası ve sınırlı tüketim”in “kapitalizmin tek çelişkisi olmadığı”nı ifade etmiştir (Lenin, Eserler, 4. baskı, 3. cilt, sf. 36). Üretimin çeşitli dalları arasındaki dengesizliğin ifadesinin bir biçimidir bu; ve bu dengesizlik “yalnızca artı-değerin gerçekleşmesinde değil, aynı zamanda değişken ve sabit sermayenin gerçekleşmesinde, sadece tüketim araçlarındaki ürünlerin değil, aynı zamanda üretim araçlarındakilerin de gerçekleşmesinde” sorunlar yaratabilir (age, sf. 25). Lenin devamla, kapitalizmin gelişiminin her zaman sermaye mallarındaki artış oranının tüketim mallarındaki artış oranından daha büyük seyretmesi ile bağlantısını vurgulamıştır. “Üretim araçları üreten sektör, tüketim araçları üreten sektörden daha hızlı büyümelidir. Bu nedenle kapitalizm için bir iç pazarın gelişmesi belli bir dereceye kadar bireysel tüketimdeki artıştan ‘bağımsız’dır ve daha çok üretken tüketim aleyhine gerçekleşir” (örneğin sabit sermayeye yatırım). “‘Üretim için üretim’ – tüketim artışı olmaksızın üretim artışı” içerdiğinden dolayı bu durum çelişkiymiş gibi görünebilir. Ancak bu, “doktrine dair bir çelişki değil, gerçek hayatın bir çelişkisidir” ve kapitalizmin doğası ile ilişkilidir (age, sf. 32, 34). Gerçekten de kapitalizmin tarihsel misyonu, işte bu tüketim artışında karşılığını bulmayan üretim artışından ibarettir. Bu çelişki kapitalizmin gelişiminin kendisidir; ve dönemsel krizleri içermekle birlikte, dış pazar olmaksızın gelişmenin mekanik “imkansızlığı”nı ima etmemiştir.
Giriş yazısında, Bayan Robinson, Marx’ın ve Rosa Luxemburg’un tahlillerinin ana noktalarını özetlemeya çabalamış ve bunu, alışıldık anlatım berraklığı ile ve onların düşüncelerini akademik ekonomistlerin aşina olduğu terimlere tercüme edilmesini göz önünde bulundurarak yapmıştır. Ancak tercüme, sadece bir nosyona karşılık gelen sembolleri bulma sorunu olmaktan çıkıp nosyonların kendisinin farklı olduğu yerde kaygan bir iş haline gelmeye yatkındır. Doğaldır ki, Rosa Luxemburg’unki gibi (anlatımında titizlikten uzak) bir doktrinin yorumlanmasında farklılıkların ortaya çıkması sürpriz değildir. (Bu Giriş yazısındaki yorumu örneğin Sweezy’ninki ile karşılaştırın.) Yine de Giriş yazısının Rosa Luxemburg’u Keynesçi doktrinin habercisi (ilkel ve bazı yönleriyle yanlış olsa da) olarak gösterme ve onun tahlillerini bu çerçevede ele alma girişiminin, birçok yerde onun argümanının yanıltıcı bir parlaklığa bürünmesine ve kapitalizmin eleştiricisi olarak hakettiğinden az, Marx’ı revize eden olarak ise hakettiğinden fazla itibar görmesine neden olduğunu düşünmekten kendini alamıyor insan. Ancak “bu kitabın ortodoks çağdaşlarından çok daha öngörülü olduğu”na dair sonuca içtenlikle katılmak mümkündür.