Kapitalizmin geleceği tartışmaları üzerine

Kapitalizm nereye doğru gidiyor, kapitalizmin geleceği ne olacak? Dünya çapında ekonomik krizlerin patlaması, bir önceki krizin etkileri atlatılmadan bir yenisine doğru koşar adım yol alınması, bütün bu tartışmaları beraberinde getiriyor.
Arada bir Marx’a da atıf yapılıyor. Örneğin “Sakallı haklı çıktı, kapitalizm çökecek” tespiti ekonomist Roubini’ye ait. Bunun ne önemi var, herkes her gün bir şeyler söylüyor diye düşünülebilir. Roubini’nin söylemesinin önemi şuradan kaynaklanıyor: Roubini 2008 Krizi’ni önceden tahmin etmek gibi bir şöhrete sahip! Ayrıca “ikinci dip” öngörüleri de –sonradan düzeltmiş olsa da– ona ait. Durum böyle olunca, burjuva ekonomi çevrelerinden başlayan bir tartışmanın yayılması da kaçınılmaz oluyor.
Aslında bu söylenilenlerden de bağımsız olarak, 2008 Krizi’nden bu yana kapitalizmin çöküp çökmeyeceği daha fazla tartışılır oldu. Özellikle burjuva ekonomi çevreleri, kapitalizmin krizlerini ve bunların yol açtığı sonuçları, bütün bunların kapitalizmin geleceğini nasıl etkileyeceğini daha fazla tartışıyorlar. 2008 Krizi’nin etkileri daha geride kalmamışken patlayan iflaslar ve borsaların sarsılması, genel durgunluk eğiliminin yaygınlaşması, kapitalizmin geleceğinin ne olacağı tartışmalarını alevlendiriyor.
Roubini’nin tam olarak söylediği ise şu: “Marx haklıydı, kapitalizm kendisini yıkabilir (çökertebilir). Zira, şirket kârlarını artırmak için işçi ücretlerini, alım gücünde ve ekonomik talepte bir eksikliğe (yoksunluğa) yol açmaksızın sürekli düşürmek mümkün değildir. Pazarların işlediğini düşünüyorduk. Ancak işlemiyorlar.”
Burada Roubini Marx’ın söylediklerini yarım yamalak ortaya atmış olsa da, kapitalizmin bir çelişkisine işaret etmektedir. Özellikle duvarlar yıkıldığından bu yana işçi sınıfının ve emekçi yığınların ücretlerinin sürekli düştüğü doğrudur. Zaten “neo-liberal” olarak adlandırılan politikalara ve kapitalizmin emekçi yığınlara saldırısına karşı mücadelenin en temel dayanaklarından birisi de bu gerçektir. Ama bu çelişkinin kapitalizmin “kendini yıkmasına” götüreceği ileri sürmek, sorunu ücretler ve paylaşım alanı ile sınırlamak, kapitalizmin işleyişi ve çelişkileri hakkında oldukça az şey söylemektir. Buradan kalkarak, ücretlerin genel düzeyini yükselterek kapitalizmin bugünkü krizini aşabileceğini ileri sürenler de yok değil.
Kapitalizmin temel sorunuysa üretimin yapısından ileri geliyor ve bütün bir sistem bu temel üzerinde yükseliyor. Emek-sermaye çelişkisi, artı-değer sömürüsü ve ücretli kölelik temel alınmadan ve kapitalizmin çökmesi tezlerin tartışılmasını bu temel üzerinde yürütmeden kapitalizmin “kendini” çökertebileceğini ileri sürmek, en hafif deyimi ile hayal satmak oluyor. Sorun böyle tartışılınca, krizlerin nedenlerini de, savaşların neden çıktığını da açıklamak olanaksızlaşıyor. Oysa zurnanın zırt dediği yer kapitalist üretim ve bu üretimin yapısıdır.
Kuşkusuz bu tartışmaya katılan burjuva ideologlarından bir bölümü, sadece Roubini’nin işaret ettiği noktada kalmıyorlar. Sorunu daha da basitleştirip ilkelleştirerek, “kapitalizmin kendisini imha edeceği” noktasına kadar götürüyorlar. Kapitalizmin böyle bir biçimde çökeceğini ileri sürenler, eğer bu söylediklerini uluslararası işçi sınıfını ve emekçi halkları rehavete sürüklemek, mücadele etmeye gerek yok, bakın zaten kapitalizm çöküyor beklentisine sürüklemek için söylemiyorlarsa, bu söyledikleri ile Marx’ı ve onun kapitalizm tahlillerini hiç anlamadıklarını ortaya koyuyorlar. Tam da bununla bağlantılı olarak, bu tartışmaların çok çabuk yön değiştirebildikleri de görülüyor. Kapitalizmin biraz kendisini toparlaması, bu kez de aynı çevreler için Marx’ın nasıl “yanıldığını” ortaya koymanın malzemesi oluyor. Eğer bunlara inanmış işçi, sosyalist vb. var idiyse, bu sonuç onlar için yeni bir hayal kırıklığı oluyor vb..
Kapitalizmin çökeceğini ileri sürenlere hatırlatmak gerekir ki, bugün “ortada kalmış”, ne yöne gideceği belli olmayan, devletsiz soyut bir kapitalizm yok! Eğer öyle olsaydı, şimdiye kadar ortada kapitalizm diye bir şey kalmazdı. Kapitalizm, bırakalım küçükleri, sadece büyük bunalım dönemleri dikkate alındığında, üç beş kere yıkılmış olurdu. Şu temel gerçeği aklı başında hemen herkes görüyor ve biliyor ki; kapitalist devletler, her krizde, ekonominin olağan dönemlerinde olduğundan çok daha ileriden kapitalizmin işleyişine müdahale ediyorlar ve kapitalizmin ayakta kalabilmesi için onun genel çıkarlarını güvence altına alıyorlar. Bunun için tekelci kapitalist devletler dev bankalara ve tekellere trilyonlarca dolar aktarıyor, özelleştirme, sosyal hakların gaspı, ücretlerin düşürülmesi vb. yollarla kapitalizmin ömrünü uzatmaya, büyük sermayenin kârlarını güvence altına almaya çalışıyorlar. Keza pazarlar sorunu da, tekelci kapitalist devletlerin bu alana müdahalesi dikkate alınmadan açıklanabilecek bir sorun değil.
Öyle anlaşılıyor ki, uluslararası kapitalist sistem krizden krize savrulurken, kapitalizmin geleceği sorunu hep güncel bir tartışma konusu olacaktır. Bütün bunları dikkate alarak, bu yazıda hem Marx’ın kapitalizmin işleyişi ve onun soruna genel yaklaşımına ışık tutacak tespitlerini ortaya koymaya çalışacağız, hem de o dönemden bu yana kapitalizmin işleyiş biçimini, tekelleşmeyi, emperyalist ilişkileri, bütün bunların devletle bağlantılarını ve ilişkileri açıklamaya çalışacak, Marx’a atfedilen hurafelerin gerçek dışılığını sergilemeye çalışacağız.

19. YÜZYILIN ORTASINDAN BUGÜNE
Hatırlanacağı üzere, Marx, “Kapital” adlı temel yapıtında kapitalizmin genel ekonomik yasalarını ve işleyişini tüm açıklığı ile ortaya koyar. Buna karşın Marx, Kapital’de doğrudan doğruya kapitalist toplumdaki devlet sorununa girmez. Burada salt ekonomik tespitler, kapitalizmin işleyiş yasalarının ortaya serilmesi vardır. Devlet, kapitalist üretime genel bir çerçeve ve yasal dayanaklar sağladığı ölçüde işin içine dahil edilir. Parlamentolar ve hükümetler, iş ve çalışma koşullarıyla ilişkili olarak ele alınır. Kapitalist devlete karşı mücadeleyse doğrudan doğruya politik eylemim konusudur ve Marx’ın kapitalizmin “kendini” yıkabileceği üzerine bir hayali olmadığından, kendisi, aynı zamanda bir politik eylemci, parti yöneticisi ve I. Enternasyonal’in kurucusudur.
Marx ekonomiye ilişkin araştırmalarına başlayıp, genel sonuçlara ulaşınca, bu ulaştığı sonucu “Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı” adlı yapıtının ünlü önsözünde dile getirir. Bu önsöz, tarihsel materyalist yöntemin kısa ve özlü bir tanımlamasını ve toplumların dönüşümünün temel anahtarını açıkça ortaya koyar. Biraz uzun olmasına karşın, bu önsözden ilgili alıntıyı yapmak konunun anlaşılması açısından son derece önemlidir. Şimdi sözü Marx’a bırakalım:
“Ulaşmış olduğum ve bir kez ulaşıldıktan sonra incelemelerime kılavuzluk etmiş olan genel sonuç, kısaca şöyle formüle edilebilir: Varlıklarının toplumsal üretiminde, insanlar, aralarında, zorunlu, kendi iradelerine bağlı olmayan belirli ilişkiler kurarlar; bu üretim ilişkileri, onların maddi üretici güçlerinin belirli bir gelişme derecesine tekabül eder. Bu üretim ilişkilerinin tümü, toplumun iktisadi yapısını, belirli toplumsal bilinç şekillerine tekabül eden bir hukuki ve siyasal üstyapının üzerinde yükseldiği somut temeli oluşturur. Maddi hayatın üretim tarzı, genel olarak toplumsal, siyasal ve entelektüel hayat sürecini koşullandırır. İnsanların varlığını belirleyen şey, bilinçleri değildir; tam tersine, onların bilincini belirleyen, toplumsal varlıklarıdır. Gelişmelerinin belirli bir aşamasında toplumun maddi üretici güçleri, o zamana kadar içinde hareket ettikleri mevcut üretim ilişkilerine ya da bunların hukuki ifadesinden başka bir şey olmayan mülkiyet ilişkilerine ters düşerler. Üretici güçlerin gelişmesinin biçimleri olan bu ilişkiler, onların engelleri haline gelirler. O zaman bir toplumsal devrim çağı başlar. İktisadi temeldeki değişme, kocaman üstyapıyı, büyük ya da az bir hızla altüst eder.” (abç)
Söylenenler son derece açıktır. Genel olarak toplumlar, özel olarak da burjuva toplumu, toplumsal bir devrim olmadan ortadan kalkmaz. Burjuva toplumu, emek sermaye çelişkisi üzerinde yükselen, emeğin ücretli köleliğini kendisine temel edinen bir toplumdur. Zorunlu olarak kendisini devirecek güçleri sürekli olarak üretir ve kendi karşısına diker. Toplumsal bir devrimin ne zaman olacağına karar verecek olan, sınıf ilişkilerinin durumu, maddi politik koşulların olgunluğu, işçi sınıfının bu tarihsel göreve hazır olup olmaması gibi etkenlerdir. Bu koşullar er ya da geç olgunlaşır ve toplumun geleceğini temsil eden yeni güç iktidarı ele alır, devrimini toplumsal bir devrim olarak derinleştirir. Bu güç feodalizmden kapitalizme geçiş döneminde burjuvazi, olgunlaşmış burjuva toplumunda ise işçi sınıfıdır.
Bu nedenle Marx, toplum içerisindeki sınıf mücadelelerine, bunların politik sonuçlarına ve oradan ortaya çıkan deneyimleri incelemeye özel bir önem vermiştir. Çünkü bu mücadeleler, bugünkü devletin yıkılması kadar, gelecekteki işçi devletinin nasıl şekilleneceğinin nüvelerini de ortaya koyuyordu. Gerek 1848 devrimleri, gerekse Bonapart darbesine ilişkin yazdıkları, Paris Komünü’ne ilişkin tespitlerinde doğrudan doğruya devlet sorununu ortaya atar ve şu ünlü sonuca ulaşır: “Proletarya eski devlet mekanizmasını ele geçirmekle yetinemez, onu yıkmak zorundadır.” Bu tespitlerin ardından, daha sonra Paris Komünü deneyimi ve oradan çıkan proletarya diktatörlüğü ve yeni bir toplumun, sosyalizmin inşasına ilişkin tespitler gelir vb. Bütün bu dönemler boyunca Marx’ı, sadece bir teorisyen olarak değil, politik eylemci olarak da görürüz. Marx’ın ve Marksizmin olduğu yerde, kapitalizmin toplumsal bir devrim olmadan çökebileceğine ilişkin hayallere yer yoktur. Eğer kapitalizm yıkılacaksa, bunun temel koşulu, kapitalizmin sürekli ürettiği her büyük bunalımında –krizler, savaşlar vb.– işçi sınıfının mücadeleye atılması, toplumsal devrimi gerçekleştirerek kapitalizmi yıkması ve kendi iktidarını kurmasıdır. Bunun en somut örneği Büyük Ekim Devrimi’dir. Hatta sosyalizmin inşa süreci açıkça kanıtlamıştır ki, sosyalist toplumda bile kapitalist kalıntılar varlıklarını uzun süre korurlar ve dünya kapitalizminin de desteği ile restorasyon umutlarını ve girişimlerini sürekli canlı tutmaya çalışırlar.
Kapitalizmde devlet ve iktidar sorununun önemini anlamak için Marx’ın diğer bazı yapıtlarına da bakmak gerekir. Büyük sermaye ile kapitalist devletin ilişkilerini dikkatle gözlemlemiş olan Marx, “Fransa’da sınıf savaşımları 1848-1850” adlı bir dizi makalesinde sadece materyalist tarih yöntemini kullanarak olayların gelişimini genel düzeyde tahlil etmiyor, tarihin somut bir anında kapitalist toplumun sınıf ilişkilerini, bunların devlet düzeyinde yansımalarını da açıkça ortaya koyuyordu. Örneğin şu tespite bakalım: “Temmuz devriminden sonra, liberal bankacı Laffitte, suç ortağı Orléans dükünü, büyük sevinç gösterileriyle belediye binasına götürürken şu sözleri ağzından kaçırdı: ‘Şimdi, bankacıların hükümranlığı başlayacak.’ Laffitte, devrimin sırrını açığa vurmuş oluyordu.”  Marx ilkin yeni devletin (1830 Temmuz Devrimi ardından) sınıf karakterini –burjuva– ortaya koyuyor ve bu devletin tepe noktasında mali aristokrasinin bulunduğunu tespit ediyor. Burada, Marx’ın, devleti burjuvazinin hangi kesiminin yöneteceğinin açık bir tanımlaması bulunmaktadır. Halk ayaklanmış, ancak sermayenin en asalak kesimi devletin zirvesine yerleşmiştir. Bu kesim, ülkenin kapitalist gelişimini kendi haline bırakmamıştır. Neler yaptığının bir bölümünü ise aşağıdaki alıntı açıklıyor:
“Devletin borçlanması, tam tersine, burjuvazinin yöneten ve meclisler aracılığıyla yasalar koyan kesimi için dolaysız bir çıkar niteliğinde idi. Onun spekülasyonlarının asıl hedefi, zenginleşmesinin başlıca kaynağı, kesinlikle devletin bütçe açığı idi. Her yılın sonunda yeni bir açık. Her dört ya da beş yılda bir yeni ödünç alma (istikraz). Ve her yeni ödünç alma, mali aristokrasiye, yapay çarelerle iflâsın kıyısında tutunabildiğinden, bankerlerle en elverişsiz koşullarda görüşüp anlaşmak zorunda olan devleti haraca kesmek için yeni bir fırsat sağlıyordu.”
Açıkçası mali sermaye, bankacılar kapitalist ilişkilerin gelişme yönünü çiziyor, kapitalist toplumun altyapısında zaten egemen olan ilişkilerin gelip üzerine kurulmuş bulunuyordu. Yani kapitalist devlet bir kez oluşunca alt yapı konusunda nötr kalmıyor, onun şekillenmesi ve gelişmesi için gerekli müdahalelerde bulunuyordu. Şimdi burada sormak gerekiyor, bütün bunlar kapitalizm kendini çökertmesi tartışmasının neresinde yer alıyor? Bu soruya bugün kapitalist devlet işin içine sokulmadan doğru bir yanıt verilebilir mi? Kapitalizmin gelişim ve egemenlik sürecinin keskin gerçekleri, kapitalizmin bugünü ve geleceği üzerine yapılan her öngörünün, kapitalist devleti göz önünde bulundurmak zorunda olduğunu tekrar tekrar hatırlatıyor.
Yukarıda kapitalizm ile kapitalist devlet arasındaki ilişkileri –borçlandırmalar, teşvikler vb.– kısaca ortaya koyduk. 19. yüzyılın ortalarında işler böyle gelişiyordu. Peki, 19. yüzyılın sonu ve 20. yüzyılın başında sorun farklı bir temele mi oturmuştu? Oturmadığını biliyoruz. Eskinin bankalar ve bankerler üzerinde yükselen feodal geçmişle bağlantılı ve tefeci nitelikli mali aristokrasisi gitmiş, sanayi sermayesinin egemenliğinden geçilerek, sonunda sanayi ve banka sermayesinin iç içe geçmesi üzerinden bu kez tamamen yeni karakteriyle egemenliğini dayatan mali sermaye ve oligarşiye gelinmiştir. Bu arada tekelci devlet kapitalizmi oldukça gelişmiştir. Demiryolları, posta hizmetleri, büyük limanlar vb. devlet tarafından yapılmakta, finanse edilerek yaptırılmakta, bunlar daha sonra tekellere peşkeş çekilmektedir. Her büyük yatırım, büyük burjuvazinin daha fazla zenginleşmesi için yeni fırsatlar yaratmaktadır. Devletin sahibi artık büyük sermayelere hükmeden, sadece ülke içinde değil, ülke dışında da soygun peşinde koşan dev tekellerdir.
Bu yüzyıl artık emperyalizmin çağıdır. Serbest rekabetin üzerinden doğan tekeller ve mali sermaye bütün ilişkilere egemendir. Lenin bu dönemin ilişkilerini şöyle tanımlamaktadır: “Mali-sermaye, tekeller çağını yarattı. Tekeller ise her yere kendi ilkelerini götürüyor: kazançlı alışveriş işlemleri için, açık piyasada rekabetin yerini gitgide ‘ilişkiler’in alması bundandır. En fazla rastlanan şekil, alınan borcun bir kısmının borç veren ülkelerden yapılacak satın almalara, özellikle savaş araçları ya da gemi alımlarına harcanması koşulunun ileri sürülmesidir. Şu son yirmi yıllık dönemde (1890-1910), Fransa, daha çok bu yola başvurmuştur. Böylece, sermaye ihracı, meta ihracını da harekete geçiren bir araç haline gelmektedir. Büyük firmalar arasındaki alışverişler bu durumlarda öyle bir niteliğe bürünür ki, Schilder’in ‘edeb-i kelâm’ıyla anlatmak gerekirse, ‘ahlâki bozulmaya bitişik’ bir durum kazanır. Almanya’daki Krupp, Fransa’daki Schneider, İngiltere’deki Armstrong, dev bankalarla ve hükümetle sıkı ilişkileri olan ve bir borçlanma anlaşması yapılırken öyle kolay kolay ‘savsaklanamayacak’ cinsten firmaların tipik birer örneğidir.”
Çizilen bu tablo kapitalist emperyalizm döneminde ilişkilerin işleyiş biçimini çarpıcı bir biçimde ortaya koymaktadır. Bu tabloda kendi başına bırakılmış kapitalist ilişkilere yer yoktur. 20. yüzyılın ilk çeyreğindeki bu tablo gelişerek ve derinleşerek devam etmiştir. Tekelci kapitalizmin egemenliğindeki emperyalist devletler, dev tekel grupları ekonominin ve günlük yaşamın her hücresine müdahale edebilecek bir duruma gelmişlerdir.

21. YÜZYILDA DURUM FARKLI MI?
Bugün uluslararası kapitalist sisteme bakınca ne görüyoruz? Krizler, bölgesel savaşlar, emperyalist ülkeler arasındaki çıkar çatışmalarının derinleşmesi, ezilen ve bağımlı halklarla emperyalist devletler arasındaki çelişkilerin sertleşmesi, başta gelişmiş ülkeler, yani kapitalizmin merkezleri olmak üzere, emekle sermaye, işçi sınıfı ile burjuvazi arasındaki sınıf mücadelesinin yükselmeye başlaması, genel grevler, gelecek arayan gençlerin eylemleri, geniş emekçi kitlelerinin dışa vurdukları hoşnutsuzluklar vb. Açıkçası kapitalizmin sürekli ürettiği ve çözüm bulamadığı, asla da bulamayacağı çelişkilerin sürekli olarak ortaya çıkması ve bunların yol açtığı yıkımlar…
2008 genel krizi, hemen hemen dünyanın tüm halklarının gözünü açan, bugünkü ekonomik sistemin hangi temeller üzerinde yükseldiğini anlamalarına yardım eden bir rol oynadı. Emperyalist büyük devletler krizin yükünü bir taraftan bağımlı halkların sırtına yıkarken, diğer taraftan kendi halklarına da saldırdılar. Gelişmiş kapitalist ülkelerde ekonomik ve sosyal haklar en geri düzeye doğru itildi. İşçiler işlerini kaybetme tehdidi altında ücretlerinde kesinti yapılmasına, işgününün uzatılmasına boyun eğdirildiler.
Diğer taraftan, emperyalist devletlerin kendi banka ve tekellerine işçi ve emekçilerin sırtından aktardıkları toplam kaynak 15 trilyon dolar civarında oldu. Bu paraların dipsiz bir kuyuya atıldıkları yavaş yavaş ortaya çıkmaya başladı. 2008’de bankaları ve şirketleri kurtarmak için akıtılan dev miktardaki para, bugün büyüyen borçlanmalar, devasa bütçe açıkları, bazı devletlerin iflasın kıyısına gelmesi gibi sorunları da beraberinde getirdi. Günümüz kapitalizmi sorunlarını devrederek, erteleyerek, ama bütün bunların sonucu olarak biriktirip, büyüterek “ilerliyor.”
Son aylarda emperyalist çevreler, bir taraftan yeni kaynak aktarmalarından söz ederken, diğer taraftan halktan alınacak olanların zaten alınmış olduğunu, kapitalist ekonominin rahatlaması için tüketim eğilimlerini kışkırtacak önlemlerin alınması gerektiğini, hatta Buffet ve bazı Fransız zenginlerinin dillendirdikleri gibi, kendilerinden daha fazla vergi alınması gerektiği tartışmalarını yürütüyorlar.
Bütün bu tablo, uluslararası kapitalist sistemin, bu sistem içindeki devletlerin doğrudan –zaten kendileri için, tamamen kendi çıkarlarına uygun işlemekte olan–üretim ve dağıtım mekanizmalarına müdahale ettiklerini açıkça gösteriyor. Yani ortada kendi başına bırakılmış, ne yöne gideceği belli olmayan bir kapitalist sistem yok. Aksine, devletlerin müdahalesi ve yönlendirmesi ile çarkları döndürülmeye çalışan, bu müdahalelere rağmen krizleri sürekli üreten, çözümsüzlüğe batmış bir kapitalist sistem var. Öyle ki, bu sistem içindeki bazı birlikler (AB gibi) tek tek kendi üyelerindeki kapitalizmi kurtarmak için fonlar oluşturmuş, bu fonlardan bu ülkelere –örneğin Yunanistan’a– mali kaynak aktarmış durumdalar. Bu ilişkinin bir yönü yardım edilen ülkenin daha fazla bağımlılık altına sokulması, faizlerle soyulması olurken, diğer yönü, sistemin çarklarında bir kırılmanın ortaya çıkmasını önlemektir. Çarklar yağlanıp çalıştırılacak, ama bedeli yine işçi ve emekçilere ödetilecektir. Kapitalist sistemde bunun başka bir yolu bulunmuyor. Aksi bir durum, kapitalizmin, emperyalizmin kendi varlığının tehdit altına girmesi demek.
Kapitalist sistemin tepe noktaları, sadece yukarıda kısaca belirtilen “tedbirleri” almakla kalmıyorlar; bir bütün olarak sistemin egemen güçlerine –başta mali sermaye olmak üzere dev tekelci birlikler ve devletlerin çıkarları kastediliyor– soygunlarını istikrarlı bir biçimde sürdürecek mekanizmaları da sunuyorlar. Uluslararası mali kuruluşlar, IMF, Dünya Bankası, AB Merkez Bankası vb., bunlardan bazıları. Kredi derecelendirme kurumları, mali sermayenin hangi ülkeden ne kadar kâr sızdıracağını, hatta faiz oranlarını dahi belirler durumda.
Örneğin geçtiğimiz günlerde Türkiye’ye ilişkin çıkan bir haber bu konuda son derece çarpıcıdır. Bu kredi değerlendirme kuruluşlarına göre, Türkiye’nin ülke notu “yatırım yapılamaz” seviyededir. Bu şöyle bir sonuca yol açmaktadır: Türkiye bu yıl 47.5 milyar lira faiz ödeyecektir. Eğer Türkiye’nin ülke notu “yatırım yapılabilir” seviyede olsa idi, bu miktar 14.5 milyar lira daha az olacaktı! Emperyalist soygun mekanizmasının bağımlı ülkelere karşı bir çarkı da işte böyle çalışmaktadır. Ama bu durumdan etkilenen sadece bağımlı ülkeler değildir.
Mali sistemin tepesine çöreklenenler, faiz gelirlerini güvenceye almak, kârlarında her hangi bir düşüşü önlemek için emperyalist ülkelerin merkezlerinde de etkinlikte bulunmaktadırlar. ABD, Fransa, İtalya gibi ülkelerin ya da bu ülkelerdeki bazı bankaların kredi notunun düşürülmesi, en büyüklerin kârlarını güvenceye alırken, dev tekeller arasındaki keskin rekabetin acımasızca sürdürüldüğünü de açıkça göstermektedir. Yani bütün bu sorunlar “pazarlar” genel sorunu içerisindedir ve azami kârı elde etme sorunu dikkate alınmadan anlaşılamazlar.
Buradan, ikinci bir temel ve genel sonuç çıkarmak olanaklıdır. Emperyalizmin yıkılması ile kapitalizmin yıkılması aynı sürecin ürünü olmak zorundadır. Emperyalist kapitalizm haline gelen kapitalist sistem, emperyalizm yıkılmadan yıkılmayacaktır. Bugün kapitalist sistemin tepesindeki devletler emperyalist devletlerdir ve bu devletler yıkılmadan, kapitalizmin yıkılacağından dem vurmak hayal görmek demektir. Ama özellikle bağımlı ülkeler için vurgulamak gerekir ki, her anti-emperyalist mücadele anti-kapitalist mücadele anlamına gelmez. Bu tür mücadeleler kısmi kazanımlarla sonuçlanabilir ve aslında geçici bir durumu ifade eder. Ancak anti-kapitalist olma iddiasındaki her mücadele anti-emperyalist mücadeleye genişlemek zorundadır. Keza her anti-tekel mücadele de genel olarak anti-kapitalist bir içeriğe sahip olmayabilir. Örneğin tekel dışı işletmeler, küçük ve orta büyüklükteki sanayi vb. büyük tekeller tarafından ezilmekte, bunların aralarındaki ilişkiler katı bir bağımlılığı yansıtabilmektedir. Bu kesimler ve küçük-burjuvazi bazı özel koşullarda anti-tekel bir hareket içerisine girebilirler vb. Bu da dikkate alındığında, her anti-kapitalist mücadelenin, aynı zamanda anti-tekel bir mücadele olmak zorunda olduğu her halde anlaşılır olacaktır. Buradaki tespitler birer temenni ve istek değil, bugünkü kapitalizmin işleyiş yasalarından ortaya çıkmış sonuçlardır.
Kapitalizmin geleceğini, işçi sınıfının toplumsal durumu ve ücretli kölelik ilişkisi dışında tartışanlar, onun çöküp çökmeyeceğini ortaya atanlar, açık ki bugünün bütün bu ve kapitalizme ilişkin diğer gerçeklerini gözlerden gizlemeye çalışmaktadırlar. Bugünün kapitalist devleti en büyük kolektif kapitalist patron durumuna gelmiştir. Sistemin korunması ve devam ettirilmesi, doğrudan doğruya kapitalist emperyalist devletlerin sorunu halindedir. Geçmişte daha üstü örtülü olan ve sadece açık politik mücadelelerde daha fazla görünür hale gelen devlet müdahalesi, bugün, merkez bankaları ve devletlerin bakanlar kurullarının aldığı kararlarla her dakika, her saniye gözler önüne gelmektedir. Bugünün kolektif kapitalisti burjuva devlet, bir dev tekeli batmaktan kurtarabilir, bir diğerini batmaya terk edebilir, aldığı kararlarla ekonominin bir alanında yeni bir tekelleşmenin önünü açabilir, ihale ve teşvik yasalarında küçük oynamalarla dev bir yeni tekel yaratabilir vb. vb.
Kapitalizmin tarihsel gelişimi içinde “bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” ekolü bir dönem etkili oldu. Ama o dönemde de yukarıda görüldüğü gibi, sistem kendi başına bırakılmadı. Sonra, 1929 Büyük Bunalımı’nın ardından kapitalist ekonomilere devlet müdahalesi, Keynescilik kılığında meşru ilan edildi. Keynescilik, daha sonraları Freidmancılık vb. kapitalist ekonomilerin ihtiyaçlarına, konjonktürel ekonomik duruma göre peş peşe uygulandı. Ama hangi akım egemen olursa olsun, bu, kapitalist sistemin genel çıkarlarının korunmasını güvence altına almak anlamına geldi. Bu temelden kalkarak, özeleştirmeler, kamulaştırmalar vb. peş peşe ya da iç içe uygulanabildi. Ama şu genel ilke hiç çiğnenmedi: kârlar özelleştirildi, zararlarsa kamulaştırıldı.
Şu örnek çok taze ve akıllardadır: ABD’de GM 2008 Krizi’nde batma noktasına geldi. Aslında iflas etmişti. Ne yapıldı? ABD devleti devreye girdi, dev otomotiv tekeline yardım edildi. General Motors hisselerinin –aslında değersizleşmiş, hisseler kağıt paçavralarına dönmüş– yüzde 60’a yakın bölümü ABD devleti tarafından satın alındı. GM toparlandıkça bu hisseler parça parça geri verildi. Bu süreç halen devam etmektedir. Bu örnek kapitalizmin kendi kendine çökebileceği ya da kendini çökertebileceği tartışmalarına yeterli bir yanıt vermiyor mu?
Bu yanıtları yetersiz bulanlar için son haftalardaki güncel ekonomik gelişmelerden bir örnek daha aktarılabilir. Hürriyet Gazetesi’nin ekonomi sayfasında yer alan bir haberin içeriği şöyle: “Avrupa, mali sıkıntı içindeki ülkelerinin borç krizlerini kontrol altına almaya çalışırken, en büyük korku kıtanın bankalarının çökmesi ve küresel ekonomide 2008’de, Lehman Brothers’ın yaşattığına benzer ciddiyette bir krize neden olması olarak gösteriliyor. Böyle bir krizin önüne geçmek adına büyük çaplı sözler veren Avrupalı liderler, dev bankaların iflasını engellemek adına, ellerindeki yüz milyarlarca doları harcamaya istekli görünüyor.”
Son derece açık değil mi? Kapitalist devletler kapitalizme sahip çıkıyorlar ve onun ömrünü uzatmak için ne gerekiyorsa yapıyorlar. Bu “gereklilikler” içerisinde emperyalist devletlerin doğrudan karşı karşıya geldikleri yerel ve genel savaşlar da bulunmaktadır. Elbette bu yöne doğru gidişi çelişkilerin yoğunluğu tayin edecektir.

KRİZLER, SAVAŞLAR VE KAPİTALİZM
Krizlerin ve savaşların kapitalizmin yol arkadaşları olduğu yaygın bilinen bir gerçektir. Krizlere, kapitalist üretimin örgütlenişinin zorunlu olarak neden olduğu aşırı üretimin yol açtığını, aşırı üretim mekanizmasını ise sermayenin daha fazla kâr etme güdüsünün harekete geçirdiğini gerçekler yeterince kanıtlamış durumda. Aşırı üretim, yani kapitalist üretimin pazarlardan daha hızlı büyüyüp genişlemesi, pazar sorununun büyümesine, emperyalist tekel ve devletler arasındaki çelişkilerin sertleşmesine neden oluyor. Daha fazla kâr, pazara hakim olma gibi nedenler bölgesel ve genel soygun savaşlarına yol açıyor ve her kriz sonrasında olduğu gibi, savaşlarla da üretici güçler ağır darbeler yiyor, toplumsal zenginlikler imha ediliyor. Kapitalizmin en gözü kara savunucuları krizleri ve savaşları “kapitalizmin kendisini düzeltme hareketleri” olarak görüyorlar ve yakıp yıkmanın kapitalizmi canlandıran ve geliştiren etkenler olduğunu söylüyorlar. Bugün de en gerici emperyalist çevreler kapitalizmi bir savaşın kurtarabileceğini tartışmaya başlamış durumdalar.
2008 Kkrizi’nde finans sistemindeki çöküş 50 trilyon dolarlık bir varlık kaybına yol açmıştı. 2007 yılında dünya GSYH’sının 55 trilyon dolar olduğunu hatırlayacak olursak, bu kaybın büyüklüğü daha iyi anlaşılır olacaktır. Kapitalist sistem krizlere ve savaşlara çare bulamamaktadır. Dahası, krizler ve savaşlar “olanak” olarak görülmektedir. Yaratılan zenginlikleri imha etmek, yeni baştan aynı ürünleri üretmek, bu kısır döngünün en temel sonuçlarından birisidir. Bu gerçekler, kapitalist sistemin gelişme dinamiklerini yitirdiğinin, çürüdüğünün ve asalaklığının en uç noktalara vardığının açık göstergesidir. Ancak hiçbir toplumsal sistem kendiliğinden ortadan kalkmaz, yok olmaz.
Eski toplumun egemen güçleri ömürlerini uzatabilmek için olağanüstü bir gerici çaba göstermektedirler. Kuşkusuz teorik olarak, bir toplumun iç mücadeleler sonucu kendi kendini tüketmesi olanaklıdır. Her hangi bir güç üstün gelemez ve o toplum kendi kendini tüketme sürecine girebilir. Ama böyle bir durumda da, kendiliğinden yaşanan bir süreç değil, karşılıklı mücadeleler söz konusudur. Bu durumda, ne yeninin eskiyi devirmeye, ne de eskinin yeniyi ezmeye gücü yetmiştir. Ama kesin olan bir şey vardır ki, oda şudur: Kapitalizm, devletlerin tüm müdahalelerine, önlemlerine vb. rağmen krizlere girmekten kurtulamamakta, patlayan her kriz kapitalist toplumun devrini doldurduğunu, toplumun gelişmesinin, üretici güçlerin gelişmesinin önünde ayak bağı olduğunu açık seçik ortaya koymaktadır.
Kapitalizmin kendisini yıkabileceği tartışmalarına şu öngörü de kuşkusuz eklenmelidir. Bazı Amerikan bilim kurgu filmlerinin nükleer bir savaş sonrasında dünyayı resmeden hali gibi bir durum kuşkusuz olanaklıdır. Yıkılmış, harap olmuş bir dünya ve geride kalan vahşileşmiş insanlar vb. Kapitalizm bu durumda “kendini” yıkar! Ama artık yıkılan sadece kapitalizm değil, bütün bir insanlıktır. Bu nedenle işçi sınıfının tarihsel rolünü oynaması, sadece kendisini kurtarması anlamına gelmemektedir. Dün de o anlama gelmiyordu, ama bugün çelişkilerin ve yıkım olasılıklarının daha fazla ve daha açık görüldüğü bir dünyada, her zamankinden daha çok tüm toplumun ve insan uygarlığının kurtarılması anlamına gelmektedir. Kimsenin kuşkusu olmasın ki, günümüzün son derece olgunlaşmış koşullarında işçi sınıfı kapitalist toplumu devirmeye yeterince hazır olunca, kapitalizm tarihe karışacaktır. Şimdi kısaca bu durumun koşullarını hatırlatalım.

ULUSLARARASI İŞÇİ SINIFININ MÜCADELESİ BELİRLEYİCİ OLACAKTIR
Kapitalist emperyalist sistem insanlığı yeni felaketlere doğru sürüklemektedir. Ama bunu engellemek, eski toplumun gerici güçlerinin direnişini kırmakla mümkündür. Bunun için uluslararası işçi sınıfının mücadelesi gerekmektedir. Krizler ve savaşlar kapitalizmin yol arkadaşları ise, devrimler de tarihin lokomotifleri, yeni toplumun haberci ve kurucularıdır. Kapitalist dünyanın aldığı hiçbir önlem bunların ortaya çıkmasını engelleyememektedir. Uluslararası işçi sınıfı, tek tek ülkelerde yeni mücadelelere atılıyor ve kapitalizmin kendisi için biçtiği kadere karşı çıkıyor. Genel grev ve direnişler, Avrupa ülkelerinde bu yeni gelişmenin habercileri durumundadır. Yunanistan başta olmak üzere, İtalya, Fransa, İspanya, İngiltere vb. ülkelerdeki işçi mücadeleleri ve gençliğin hareketlenmesi, kapitalist toplumun işçi ve emekçi halka hiçbir gelecek sunamamasının açık göstergesi durumundadır.
Hatırlanacağı gibi, emperyalizm dönemi ile birlikte proleter devrimler çağı da başlamış, bu çağın en görkemli zirvesi Ekim Devrimi ve sosyalizmin inşa süreciyle kurmak için mücadele ettiği yeni bir uygarlık olmuştu. Ancak uluslararası emperyalist sistem tüm güçlerini birleştirip merkezileştirerek, işçi sınıfının bu başarısını onun elinden almayı başarmıştı. Ancak bu “zafer”in kısa ömürlü olacağı anlaşılmaktadır. “Toplumsal devrimler çağı” kesintiye uğradığı yerden devam etmeye doğru gitmektedir. Toplumun eski güçleri, tüm asalaklar, sürüngenler ve sömürücüler ömürlerini biraz daha uzatmak, tatlı saltanatlarını devam ettirmek için olağanüstü bir çaba göstermektedirler. Ama bütün bunlar kapitalizmi yaşatmaya yetmeyecektir. Bütün dünyada, tek tek ülkelerdeki işçilerin oluşturduğu devrimin uluslararası ordusu kendi iradesinden bağımsız olarak yeni bir sınav vermeye zorlanıyor. Üstelik bu sınavdan kaçış yok! Ya eski toplumun, tüm sömürücülerin tarihe gömülmesi, yeni bir toplumun, dünyanın kurulması ya da bir süre daha ve giderek kötüleşen koşullarda kölelik. Kapitalizm bu kararın verileceği ana doğru yuvarlanarak yol alıyor.
Bitirirken, bütün bu tartışmalara ilişkin şöyle genel bir sonucun altını çizmek yararlı olacaktır. Aydınlar ve aydınlanmak isteyen genç kuşaklar, burjuva ekonomi çevrelerinin yürütmekte olduğu tartışmayı, onların sınırlı ve pek çoğu yanlışlarla dolu bir çerçeveye hapsettikleri bir alanda takip etmez, sorunu daha derinlikli olarak inceleme ve araştırma çabasına girerlerse, farklı sonuçlara ulaşacaklardır. O zaman ortaya çıkacak tablo her halde şöyle olacaktır: Kendi iç çelişkilerini sürekli üreten, bunlara çözüm bulamayan ve bulamayacak olan bir kapitalist sistem ve bu kapitalist sistemin ortaya çıkardığı işçi sınıfı, işçi sınıfı ile burjuvazi arasındaki uzlaşmaz karşıtlık ve bu uzlaşmaz karşıtlığın önünde sonunda işçi sınıfını yeni bir toplum ve uygarlık kurmak üzere toplumsal devrimlere yöneltmesi. Başlayan bütün bu tartışmalar, sosyalist ileri güçler tarafından doğru bir yöne çekilebilirse kuşkusuz çok yararlı olacaktır. Bugün işçi sınıfı ve emekçi yığınlar, bu fikirlere dün olduğundan daha fazla açık hale gelmektedirler.

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑