Özgürlük Dünyası’nda daha önce yayımlanan AKP Dış Politikası üzerine yazılarımız, özellikle Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun “Stratejik Derinlik” adlı eserinde ileri sürdüğü geniş teorik çerçevede yürütülen ve dış politika bakımından oldukça yeni ve özgün bir tutumu ifade eden faaliyetlerin temel dayanakları ve olası gelişme eğilimleri üzerineydi.
Bugün bu çerçeveyi daha ayrıntılı olarak inceleyebileceğimiz pratik bir zemin üzerinde bulunuyoruz.
Ortadoğu’nun eksilmeyen kaynaması başta olmak üzere, Libya dolayısıyla Fransa ve İtalya, Kıbrıs dolayısıyla Yunanistan, Suriye dolayısıyla İran şu anda Türkiye’nin sorunlar listesini kabartıyor. Her biri karmaşık denklemler içinde birbirleriyle çelişen ya da bir biçimde birleşen bu sorunlar, Davutoğlu teorisi içinde soyutlanmış halleriyle hâlâ birer olanak gibi görülebiliyor.
Ancak her şey kendi zemininde ve zamanında kendi koşullarıyla var oluyor. En küresel oyunların en büyük oyuncuları olan ülkeler derin kapitalist kriz içinde bocalarken ve merkezi Ortadoğu-Akdeniz Havzası olmak üzere savaş potansiyeli taşıyan gerilimlerle yüklü bir sürece girilmişken, bütün olanakların ve araçların yeniden değerlendirilmesi zorunludur.
Davutoğlu politikaları bu esnekliğe ve hareket yeteneğine sahip midir?
Daha önceki iki yazımızda da söylendiği gibi, bu “derin” strateji esas olarak, Osmanlı İmparatorluğu’nun bir zamanlar egemen olduğu geniş coğrafya üzerinde onun mirasını sahiplenerek politika yürütmeye çalışmakta, bu sırada kendi gücünün yetmediği bu yolda, ABD’nin kendisine sunduklarıyla yetinmek zorunda kalmaktadır.
Son Libya operasyonunda ve sonrasında yapılan Libya gezisinde sergilenen tavırda da aynı çizgileri görüyoruz. Kalabalığa, hemen o anda Türkiye’den getirilip dağıtıldığı belli olan yepyeni Türk bayraklarını sallayan Libyalılar, Türkiye gazetelerinde ve televizyonlarında “dünya lideri”nin nasıl heyecanla karşılandığının kanıtı olarak gözlerimize sokulurken, yapılmak istenen basit bir propagandanın ötesinde anlamlar taşıyor.
DÜNYADA DURUM
Akdeniz’de Kıbrıs merkezli enerji kaynakları krizi, Yunanistan, İsrail, ABD, Türkiye ve dolaylı olarak AB ülkelerinin içinde bulunduğu bilindik ve beklenen bir tablo çiziyor. Sürpriz olmaması şundan: Akdeniz, uzun zamandır sıcak bir bölge özelliği taşıyor ve uzun süren ısınmanın düz bir çizgide ve sıçramalar olmaksızın devam etmesi zaten mümkün değildi.
Ama bu kızışma noktası, emperyalist sistemin krizini tamamlayan bir anda ortaya çıkınca, daha ciddi gelişmeler için de bir kapı açılmış oldu.
Şu anda, ABD ve Avrupa Birliği liderleri dâhil, herkes krizin belirsizliklerle dolu gerçeğini kabul ediyor. Hızlı ve geri dönülmez bir çöküş korkusuyla gidişatı durdurmak için bütün olanakları seferber ediyorlar.
“Krizi paylaşarak aşmak” için ABD ve AB birlikte çözüm yolları arıyor; ancak emperyalizmin tabiatı gereği, eşitsiz gelişmenin ve farklı sorunlara sahip olmanın duvarına çarpıyorlar.
Uluslararası kapitalizm, sorumlusu olduğu krizin karşısında kendisini gittikçe daha çaresiz hissediyor; belirsiz bir gelecekte “tünelin ucunda görülecek ışığı” bekliyor. Ancak yine herkes biliyor ki, krizin biri biterken diğeri kapıda bekliyor ve artık belli bir ülkenin sınırlarında kalmıyor ve bütün dünya kapitalizmini kapsıyor.
Aynı anda, Londra’da olduğu gibi, büyük emperyalist merkezlerde işsizlerin, güvencesiz bırakılmışların ve yoksulların şiddet patlamalarına tanık oluyoruz ve bu umulmadık zamanda umulmadık yerde yeniden patlama tehdidinin gölgesini arkasında bırakarak geçici bir süre köşesine çekiliyor.
Washington’un ve diğer emperyalist merkezlerin “İngiliz fenomeni” adını vererek kendileriyle pek ilgisi olmadığına inanmak istedikleri bu patlama halinin, Kuzey Amerika’da da Facebook ve Twitter’da dolaşarak dişlerini gıcırdattığını görüyorlar.
Aynı anda, krizden pek memnun olan bir kesim gittikçe palazlanıyor. Ünlü “Fortune” dergisinin bildirdiğine göre, kriz bazı büyük şirketlerin, bankaların ve yöneticilerinin içinde olduğu 354 milyarderin servetini, birçok gelişmiş Avrupa ülkesinin Gayri Safi Yurtiçi Hâsılasının üzerine çıkarmış bulunuyor.
Yoksullaşma ile aşırı zenginleşme arasındaki bu derin yarılmaya paralel olarak, başta ABD olmak üzere bütün emperyalist ülkelerde askeri harcamaların ve yatırımların hacmi artıyor. Son on yılda, Asya, Avrupa, Latin Amerika ve Afrika’ya yüzlerce ABD askeri tesisi yerleştirildi. “Terörizme karşı mücadele” bahanesi, giderek belli ülkeleri ve halkları hedef alan bir plan doğrultusunda genişletiliyor.
ABD’nin ve başta İngiltere ve Fransa olmak üzere belli başlı Avrupalı emperyalist merkezlerin Afrika’da olup bitenlere ilgisi hızlı ve yoğun bir biçimde yükseliyor. Libya, şimdilik vitrinde bulunan en önemli hedef olmakla birlikte, Afrika’nın geneline yayılan kalıcı bir ABD ordusunun yanı sıra NATO’nun da yetki alanı bu kıtada genişliyor.
Bu genel görünümün içinde çok somut ve yakın savaş tehditleri de artıyor. Özellikle Ortadoğu ve Akdeniz havzası, Türkiye ve İsrail gerilimi dolayısıyla eskisine göre daha sıcak bir hal almışken, buna şimdi de Türkiye Yunanistan arasındaki ciddi hırlaşma eklenmiş bulunuyor.
İSRAİL VE AKDENİZ
20 Eylül 2011 tarihli Yeni Şafak Gazetesi’nde İbrahim Karagül, “Akdeniz’de savaş var, Türkiye ayağa kalkmalı!” başlıklı yazısına, “Amerikan Noble enerji şirketi, Doğu Akdeniz’de sondaj çalışmalarına dün başladı. İlk gün seksen metreye indi, yetmiş üç günde çalışma bitirilecek ve zenginlik paylaşılacak. Şirket çalışırken İsrail donanması etrafında, yine İsrail insansız uçakları ‘Heron’lar da havada denetim sağlıyor” cümlesiyle başlıyordu. Karagül tarafından çizilen manzaraya göre, İsrail, Yunanistan üzerinden Türkiye ile hesaplaşmaya girişmiş ve bunun için de Kıbrıs’taki petrol aramalarını desteklemişti: “Yunanistan ve Rum Kesimi İsrail’den aldığı destekle kışkırtıcı uyarılar yaparken, Avrupa Birliği ‘itidal’ çağrıları yaparken, Akdeniz merkezli enerji ve güvenlik eksenli müthiş bir kapışma yaşanıyor.”
Bu arada, İsrail’in S-300 füzelerinin konuşlandırılmış olduğu Kıbrıs ve Girit adalarından İran’a yönelik uzun menzilli hava tatbikatlarının yapıldığını da yazan Karagül, bölgede çok tehlikeli bir oyun için her şeyin hazır olduğuna dikkat çekiyor.
AKP’nin hayallerle yüklü dış politika stratejisinin özellikle Suriye, Irak ve Lübnan’la kurulmaya çalışılan Ortadoğu dayanakları yıkılınca, “Akdeniz’de tam bir donanma ittifakı” görüntüsü veren yeni bir bloklaşmanın ortaya çıktığını kaydeden Karagül, “bu birleşik orduların” amacının, “bölge yerlilerinin”, yani, Türkiye, Suriye, Mısır, Irak, İran, Ürdün gibi ülkelerin siyasi ve ekonomik hakimiyet çabalarını kırmak olduğunu da sözlerine ekliyor.
Gerçekten de, daha gerilere doğru bakıldığında, İsrail ile Türkiye arasında yaşanan krizin (krizlerin demek daha doğru olur), Akdeniz üzerindeki önemli bir kavganın parçası olarak ortaya çıktığını artık açıkça söyleyebiliriz. Bu kavgada saflarını aşağı yukarı netleştirmiş olan, İsrail, Yunanistan, Kıbrıs, Almanya ve Fransa, bölgede “kendi başına” işler çevirmeye kalkışan Türkiye’ye karşı gizlemeye gerek bile duymadıkları birleşik bir “soğuk savaş”ın aktörleri gibi davranıyorlar.
Daha önce pek çok konuda farklı zamanlarda ve farklı biçimlerde, Fransa, Almanya ve İsrail’le yaşanan krizlerin şimdi gittikçe somutlaşan ciddi bir nedeni var. Akdeniz’de Kıbrıs ve Yunanistan’ın kendi alanları olarak ilan ettikleri yalnızca iki ayrı havzada, trilyonlarca metreküp doğalgaz, milyarlarca varil petrol var. Petrol, yalnızca ekonomik bir güç değil, aynı zamanda kaynaklandığı bölge ve çeperini siyasal olarak denetlemeye de elveren ve bu çeperi kan ve barut kokusuna boğan bir savaş etkeni…
Şimdi gündemdeki “Füze Kalkanı” sorununa, AKP’nin en sıkıntılı dış politika açmazı olan konuya bir de bu karmaşık kompozisyon açısından bakabiliriz.
Nokta olarak yeri bile belirlenen bu savaş makinesinin artık kime karşı ve hangi güçlerin ihtiyacı için kurulacağı tartışmaları geride kalmış olmalıydı. Ama Türkiye Dışişleri Bakanı, kalkanın asla İran’a karşı olmadığını (o zaman kime karşı sorusunun cevabı yok!) ve asla İsrail’i korumaya yönelik bir amacı bulunmadığını, Kalkan’dan elde edilecek bilgilerin İsrail’le paylaşılmayacağını söylemeye devam ediyor.
Oysa geçen yıl Lizbon’da yapılan NATO toplantısında 28 üye ülkenin açık beyanıyla İran ortak tehdit olarak tescillenmiş, “Kalkan”ın yeri ve amacı bu tespite göre resmi olarak açıklanmıştı. Kararı alanlar arasında Türkiye de bulunmaktaydı. Sarkozy, Davutoğlu’nun açıklamalarına karşı alaycı bir biçimde “kediye kedi denir” diyerek bıyık altından gülmüş, Amerika ve İsrail bu küçük yalancılığı onaylamamakla birlikte “bir de bununla uğraşmayalım” havasında geçiştirmişlerdi.
İran ise bu numaraları yutacak kadar saf değildi. Kimin kime karşı neler hesapladığını kadim İran diplomasi tecrübesiyle elbette biliyorlardı.
NATO’nun kabul ettiği ve bütün büyük emperyalistlerin ve İsrail’in bildiği iki temel gerçek vardı: Füze Kalkan’ı İran’a karşı kurulmuştur, acil ve önde gelen amacı, İsrail’in korunmasıdır! Üstelik bu sistem, yalnızca bir “kalkan” değil, aynı zamanda füze atışlarında kullanılacak bir tespit cihazı olma özelliği de taşıdığı için, “mızrak”tır. Yalnızca savunma amacıyla değil, istendiğinde saldırı amacıyla da kullanılabilecektir.
Türkiye, kimseyi ikna edemediği, kendi iç kamuoyunu oyalamaktan başka bir sonuç alamadığı yalanlarla bölge politikalarında rol oynamaya çalışırken, kendini bir ucu Akdeniz-Kıbrıs havzasında, diğer ucu Libya’da bulunan çok tehlikeli bir petrol oyunun içinde buldu. Her iki uçta da rakipler hemen hemen aynı. Yalnızca Amerika, tarafsız ve dengeleri korumaya yönelik bir pozisyonda görünmeyi tercih ediyor. Olaylar ve ilişkilerin, Türkiye’yi, kendisiyle ilişkileri mümkün olan en iyi biçimde sürdürmeye mecbur etmesinden gayet memnun olmalı. Türkiye ise, Amerika’dan asla vazgeçemeyeceği bir pozisyona itildiğinin farkında ve bunun kendi özel planlarını nasıl etkileyebileceği konusunda biraz endişeli.
HAM HAYALLER GERÇEKLE YÜZ YÜZE
Neredeyse sınırların silinmesi aşamasına gelmiş bulunan “Suriye kardeşliği”, “Arap Baharı” rüzgârlarıyla darmadağın olduktan sonra, Türkiye, Libya, Mısır, Tunus üzerinden “Osmanlı topraklarında” yeni bir imajla görünmeye çalışıyor. Bu, “demokrat, laik, piyasa ekonomisinin değerini bilen liberal” bir imaj. Eski otokratik rejimlerin ve başlarındaki otokratların zulmünden kurtulan ancak yeni birçok ayak oyunuyla eski düzenlerine mahkum edilen Arap halkları, Tayyip Erdoğan’ın kişiliğinde kendilerine sunulan modeli tartışmaya başladılar. İlk itiraz, aslında önem ve değer bakımından yeni Türk Dış Politikasında ağırlık verilen Mısırlı Müslüman Kardeşler’den geldi. Neredeyse doğal potansiyel müttefik olarak görülen bu güç, laisizm karşıtlığı üzerinden, geleneksel Mısır tavrını, yani kimsenin kendilerine akıl vermesine razı olmayan politik tutumu sergiledi. Başbakan, bu kez malını Libya ve Tunus’ta satmayı denedi. Bunun tutup tutmaması elbette önemli, ama bu ilk adımda Recep Tayyip Erdoğan, bölgenin politik geleceğine hükmeden kişi olarak görünmeyi daha da önemli buluyor. Böylece bölgede kimin bayrak sallayacağı tartışmasına bir başka yerden dayanaklar sağlamaya çalışıyor.
Başlangıcından bugüne, AKP Dış Politikası’nın çok aktif olduğu yolunda değerlendirmeler yapılıyor. On yıl içinde alınan sonuçlara bakıldığında söylenebilecek şey, bu aktif politikanın tırmanmak istediği duvarın taşlarının el attıkça yerlerinden oynadığı ve asla bir santim daha yukarı tırmanma sonucunu vermediği olacaktır. Çünkü aslında tırmanılmak istenen duvar dökülmektedir. Bu yüzden Davutoğlu ve ekibi, bir yandan da tırmanılacak bir duvar inşa etmeye çalışmaktadır. Temelini Osmanlı’nın şanlı günleri üzerine kurabileceğini umduğu sağlam bir duvar!
Ama o temel nerede?
Suriye ile işler iyi giderken birkaç aydın ve gazetecinin yağcılık olsun diye kalem oynattığı gazete sayfalarını şimdi Suriyeli politikacılar kenefte kullanıyor.
Bağdat, hiç yola gelmedi.
Mısır, hâlâ Kavalalı Mehmet Ali Paşa zamanındaki gibi, kendi bildiğini okumaktan tek adım geri atmıyor.
“Komşularla Sıfır Sorun” sloganını artık Davutoğlu dahil, kimse ağzına bile almıyor. Ya da ricat. Israrlar karşısında CNN Türk’te “sorunu” açıklamaya çalışmaktan kaçınamayan Davutoğlu dedi ki: “Biz sıfır sorunu rejimlerle değil, öncelikle halklar arasındaki ilişkilerde gerçekleştirdik… Şimdi bir iki ülkenin iç sıkıntıları nedeniyle bu kavram devreden çıkmadı, daha güçlü şekilde halklar bazında devrededir ve devam edecektir”! “Stratejik derinlik”te, Osmanlı’nın “kültürel ve coğrafi derinlik mirası”nın pek ele gelir hali kalmamış olduğu denenerek görüldü.
“Stratejik Derinlik” kavramının bir diğer temel öğesi, “Merkez Ülke” idi. Bölgenin ekonomik ve demokratik bakımdan en gelişmiş ülkesi olması iddiasına dayanarak, Türkiye’nin bütün Ortadoğu’nun, siyasal bakımdan da merkezi olabileceği varsayımı ileri sürülüyordu. Yandaş gazeteler ve köşe yazarları, bu kavramı çeşitlendirmekten hiç sakınmadılar. “Türkiye eğitimde de merkez ülke …”, “Ortadoğu, merkez ülkede buluştu…”, “köprü değil, merkez ülkeyiz!”, “sorun ülke değil, merkez ülke!” gibi sloganlar, bundan bir iki yıl öncesinin başlıca haber ve yazı başlıkları olabiliyordu. Bu iddia, İslamiyet’le Batılı demokrasiyi birleştirmeyi başarmış ülke olarak, ABD tarafından “model ülke” konumuna yükseltilmeyi de hak etmiş olarak artık gerçekleşmiş gibi kabul edilebiliyordu. Bizzat Türkiyeli görevliler tarafından parayla düzenlendiği sonradan anlaşılan Lübnan’daki karşılama töreni, Recep Tayyip Erdoğan’ın “Dünya Lideri” imajını parlatmaktan çok, “Merkez Ülke” propagandasına inandırıcılık kazandırmak için kullanıldı. Bugün de, bu ikisinin, en azından reklam düzeyinde birbirine bağlı olduğu düşüncesi değişmiş değil. “Komşularla Sıfır Sorun” tezi elden gitmişken, hiç olmazsa bunu dik tutalım isteniyor.
Fakat burada en büyük engeli kendi iç politikasında kendisi yaratmış bulunuyor. Dış politikada güvenilir, saygın ve etkili olabilmenin evvelden beri bütün dünyada geçerli kabul edilen temel bir koşulu vardır: herkese bir önerisi olan, önce bunlara kendisi uymalı ve uygulamalıdır. Arap ülkelerinde, laik, demokratik düzen propagandası yapan, otokratları (bugünlerde Beşşar Esad’ı) demokrasi ve özgürlük isteyen halka baskı ve şiddet kullanmama yolunda uyarıp hiddetle eleştiren “Dünya Lideri” önce dönüp kendi ülkesine ve kendisine bakmalıdır. Ülkesinin her köşesinde gaz bombalarının, copların, panzer tekerleklerinin halkın üzerinden eksik olmadığı bir yerden gelen bir Başbakan, kime nasıl demokrasi dersi verebilir ve nasıl inandırıcı olabilir?
Sonuç olarak, şu anda büyük bir gayretle, zayıflığı ve nesnel dayanak yoksunluğu her adımda daha açık bir şekilde görülen bir fikir jimnastiğini “derin strateji” olarak benimsemiş olmanın açmazlarıyla uğraşan hükümet partisinin dış politikasının tam bir iflasla sonuçlandığını söylemek için vakit erkendir. Ve esas olarak, bir hükümetin herhangi bir alandaki politikasının tek başına çökmesi mümkün de değildir. Birbirine bağlı ve birbirinden güç ya da zayıflık taşıyan politikalar sistemi genellikle bir bütün olarak çöker ya da ayakta kalır. AKP önderliği bunu biliyor. Bu yüzden, en zayıf halkaya en büyük güçle yükleniyor. Çünkü iç politikaya malzeme taşıyan bir rol de yüklendi dış politikaya. Filistin’i, Somali’yi gözyaşları içinde kurtarmaya çalışan, “ne yapacağını bilmeyen Araplara akıllar fikirler veren”, gerektiğinde bütün dünya liderlerine posta koyabilen biri olmak, az “karizma” değil…
Ne var ki, bu ters tepmesi çok kolay olan bir silahtır. Dış politikada sürekli tırmandırılan “başarılı görünme” çabalarının sonuçta gelip tıkanacağı bir yer vardır. Ve hızla değişen dengeler, bu noktanın çok uzak olmadığını göstermektedir. Böyle bir ihtimalin gerçekleşmesi durumunda, AKP’nin özellikle seçimlerden sonra daha da artan destekleri, frensiz bir biçimde yokuş aşağı gidecektir.