2012 yılının son günlerinde Başbakan Erdoğan’ın katıldığı bir televizyon programında (TRT) İmralı’yla görüşmelerin sürdüğünü açıklamasıyla, Türkiye kamuoyu, Kürt sorununda yeni bir görüşme sürecinin başladığından haberdar oldu. Ancak, başta Başbakan Erdoğan olmak üzere, AKP kurmaylarının “gerekirse görüşülür” yönlü propaganda amaçlı söylemleri nedeniyle, ihtiyatlı bir yaklaşım söz konusuydu. Durumu kesinleştiren, DTK Eş Başkanı ve Mardin Milletvekili Ahmet Türk ve BDP Batman Milletvekili Ayla Akat Ata’nın İmralı’ya giderek Abdullah Öcalan ile görüşmeleri oldu.
Ahmet Türk’ün Öcalan ile görüştükten sonra yaptığı “Öcalan’ın talepleri devleti zorlayacak türden değil” açıklamasının dışında görüşmelerin içeriği ve devamında nasıl bir yol izleneceği konusunda henüz ortada somut bir bilgi bulunmuyor. Basın organlarında konuya ilişkin söylenti düzeyinde aktarılanlar ise, spekülatif olmanın dışında bir anlam taşımıyor.
HASSASİYET YALNIZCA KÜRTLER İÇİN Mİ?
Yeni sürecin Oslo görüşmeleri ve Habur süreci gibi heba edilmemesi için provokasyonlara kapı açacak tutum ve davranışlardan titizlikle kaçınılması gerekirliği üzerinde, MHP ve ulusalcı güçler dışında, denebilirse tüm Türkiye kamuoyunda, ilk andan itibaren tam bir mutabakat sağlanmış gözüküyor.
Nitekim, aralarında PKK kurucularından Sakine Cansız’ın da bulunduğu 3 Kürt kadın siyasetçinin Paris’te hunharca katledilmeleri, süreci provoke etmeye yönelik girişimlerin daha ilk günden başlamış bulunduğunu gösterdi. Sürecin hassasiyetle götürülmesi gerektiği bu acı olayla bir kere daha açığa çıktı.
Diyarbakır’da cenazelerinin başında acılarını içine gömerek barış talebini öne çıkaran Kürt halkı ve Kürt siyasi hareketi sürece ne kadar sorumluluk ve titizlikle yaklaştığını gösterdi. Kürt halkının böyle bir anda tam hak eşitliği ve barış yönünde iradesini ortaya koyması, provokasyon peşinde koşanları boşa düşürdü. Ne var ki, aynı sorumlu yaklaşımın AKP Hükümeti ve devlet tarafından gösterilmediği görülüyor. Başbakan ve Hükümet cephesi, “ele verir talkını kendi yutar salkımı” misali, sürekli Kürtlere ne yapması gerektiğini söylüyor. Ama öte yandan askeri operasyonlar sürüyor, Kandil’in bombalanması devam ediyor. Başbakan her ağzını açtığında şart koşan bir edayla konuşuyor, amaçlarının “terör örgütüne silah bıraktırmak” olduğunu, görüşmelerin de ancak bu konuda ışık verdiği ölçüde yürüyebileceğini, yoksa kesileceğini, ilk adım olarak PKK’nin silahlı güçlerini ülke dışına çıkarması ve ikinci adım olarak silahları bırakması gerektiğini belirtiyor.
Ahmet Türk’ün haklı olarak “Bir yerde barış arayışları olurken diğer taraftan bombalar yağdırılması toplumda bir güvensizliğin gelişmesine neden olur” diyerek ortaya koyduğu tabloya Başbakan Erdoğan’ın yanıtı “Sorumluluk mevkiindeyiz. Samimi olanlarla bu işler konuşulur, samimi olmayanlarla neyi konuşacağız? Bize samimi görünenler geliyor, konuşuyoruz, ‘peki, buyurun’ diyoruz kendilerini adaya gönderiyoruz. Açık açık söylüyorum. Sen adadan döndükten sonra zehir zemberek açıklama yaparsan olmaz. Seni oraya gönderen bir Başbakan’a, Kürt kardeşlerime ‘bu Başbakan bomba yağdırıyor’ dersen olmaz. Biz Kürt kardeşlerimize gönlümüzü açtık, onlara bomba yağdırmadık, biz teröristlere bomba yağdırdık. Bugün de yarın da teröristlerle bu mücadelemiz aynen devam edecektir, orada taviz yok. Kararlılığımız orada aynen devam edecek.” biçiminde oluyor. Başbakan barış ve çözümü isteyen biri gibi değil, adeta savaşı davet eden biri gibi konuşuyor.
Hükümet ve AKP sözcüleri yeni görüşme sürecini son derece kırılgan hale getiren bu tür yaklaşım ve uygulamaları Kürt sorununda devreye soktukları “entegre strateji”nin bir gereği olarak açıklıyorlar. Görünen o ki, devlet ve Hükümet, görüşmelerin yeniden başlamasıyla birlikte halkta oluşan barış ve çözüm umudunu yedekleyerek, Kürt halkının eşitlik taleplerini baskılayan bir kamçıya dönüştürmek istiyor. Hükümet ve devlet görüşmelerin tümüyle kendi inisiyatifi çerçevesinde gündeme geldiğini, istediğinde vazgeçebileceğini her vesileyle ortaya koymaya çalışırken, yalnızca milliyetçi, şoven çevrelerden gelecek basıncı hafifletmeyi hedeflemiyor; asıl olarak Kürt halkına, taleplerini kendi çizdiği sınırlar içine çekmesi noktasında, kelimenin tam anlamıyla şantaj yapıyor. Gerçek ise, gösterilmek istenenin aksini işaret ediyor. Elbette Hükümet’in görüşme sürecini yeniden başlatmak için bir inisiyatifi söz konusudur; ancak, aslolan, iç ve dış siyasal gelişmelerin getirdiği sıkışmışlığın Hükümet ve devleti bu adımları atmaya mahkûm hale getirdiğidir. Bunların neler olduğuna ve “entegre strateji”nin ne gibi unsurlar içerdiğine geçmeden önce, AKP Hükümeti’nin Kürt sorununa ilişkin izlemiş olduğu çizgiye özetle bakmakta yarar var.
BİR VAR OLUP, BİR YOK OLAN SORUN…
AKP Hükümeti, iş başına geldiği 2002 yılından beri, Kürt sorunun varlığını bir kabul edip bir reddederek, adeta papatya falına dönüştürdü. Bugün “Kürt sorunu yok, Kürt kardeşlerimin sorunu var” diyerek Kürt sorununu bir halkın kolektif hakları olmaktan çıkarıp bir çırpıda bireysel haklar kategorisine indirgeyen Başbakan Erdoğan, 2005 yılı Ağustos ayında Diyarbakır’da yaptığı konuşmada “…illa her soruna ad koymak da gerekmez. Ama ille de ad koyalım diyorsanız Kürt sorunu bu milletin bir parçasının değil, hepsinin sorunudur… Kürt sorunu ne olacak diyenlere diyorum ki, bu ülkenin başbakanı olarak o sorun herkesten önce benim sorunumdur” diyerek, Kürt sorununun varlığını açıkça kabul ediyordu.
Zigzaglarla ilerleyen AKP Hükümeti’nin Kürt sorununa ilişkin politik çizgisinin, asıl olarak 2007 yılında dönemin ABD Başkanı Bush ile yapılan görüşmeden sonra netlik kazandığı söylenebilir.
O görüşme sonrası, ABD Türkiye’ye istihbarat desteği sağlamaya başlamış, bunun karşılığında ise, Başbakan Erdoğan ABD’nin Genişletilmiş Ortadoğu Projesi’nin (GOP) eş başkanlığına getirilmişti. Hükümet, ABD’den aldığı destekle, önce sınır ötesi operasyona girişti, ardından 2009 yılında büyük bir kampanya eşliğinde “Kürt açılımı”nı ilan etti. Ancak dağ fare bile doğurmadı. Habur süreci olarak anılan “barış grubu”nun sınırdan girişi sırasında yaşananlar bahane edilerek, “açılım” rafa kaldırıldı. Görüldü ki, Hükümet’in Kürt halkının taleplerini karşılayacak ne bir çözüm planı, ne de böyle bir niyeti vardı. Benzer şekilde Oslo görüşmelerinin arka planında da AKP’nin 2011 seçimlerini kazasız belasız atlatmak ve bu çerçevede bölgedeki konumunu (‘oy’larını) koruma hesaplarının bulunduğu kısa sürede açığı çıktı. Nitekim seçimlerin hemen arkasından, “açılım” söylemi bir yana itilerek, “terörle mücadele, siyasetle müzakere konsepti” devreye sokuldu. “Açılım süreci”nin devam ettiği yer yer vurgulansa da, bunun, asıl olarak, izlenen saldırgan politikaları örtüleyen bir şal vazifesi gördüğü açıktır.
“ENTEGRE STRATEJİ”YLE HEDEFLENEN
Bir yandan “demokratik açılım”, “Oslo görüşmeleri” gibi yedeklemek üzere Kürt halk kitlelerinde beklentiler yaratacak adımlar atılırken, diğer yandan baskı ve şiddetin dozu artırılarak (askeri operasyonlar, KCK tutuklamaları) oluşturulan basınçla Kürt siyasi hareketinde “çözülmeler yaratmak” tutumu, bugüne kadar hükümetin Kürt sorununa ilişkin politikasının başat yanını oluşturdu. Deyim yerindeyse havuç/sopa politikası hiç eksik edilmedi. Ne var ki, istenilen sonuç da bir türlü elde edilemedi.
Yeni yıla girerken, bu politikanın yeni bir safhaya evrildiğini gösteren işaretler peş peşe geldi. Bir bakıma, yeni görüşme sürecinin ön hazırlıkları da diyebileceğimiz, Bülent Arınç’ın pek çok olayda yaptığı gibi, “papaz” rolüne soyunarak, “ben de olsam dağa çıkardım” mealindeki sözleri bir yana bırakılsa bile, AKP kurmayları ve hükümet cephesinden “çözüm” için yeni bir takım adımların atılacağı izlenimi veren açıklamalar bir birini izledi. AKP Meclis Grup Başkanı Mahir Ünal “sıkıştıran devletten, özgürleştiren devlete geçtik… Örgüt silah bırakmak zorunda kalacak…” diyerek Kürt sorununun iki yılda çözüleceğini belirtirken, Kürt sorununda Koordinatör Bakan olarak görev yapan Başbakan Yardımcısı Beşir Atalay, 5 Aralık tarihinde Star gazetesinde yayınlanan söyleşide, “bütün enstrümanların devrede” olduğunu bildirip, “Terörle mücadelede iki kavram çok önemli ‘entegre strateji’ ve ‘tam koordinasyon’… Entegre strateji tüm boyutları, içeride ve dışarıda tüm kurumları, ülkeleri ve ilgilileri kapsıyor.” diyerek yeni sürecin adını da koymuş oldu: “Entegre strateji dönemi”.
Enstrümanların neler olduğuna gelince: Birinci enstrüman olarak, TBMM’ni gösteren Atalay “… Başbakanımızın ‘terörle aralarına mesafe koysunlar’ çağrısı çok önemli. AK Parti’nin siyaset üzerindeki vesayeti kaldırması gibi BDP de kendi üzerindeki vesayeti kaldırmalı. BDP bugüne kadar etkili bir politika üretemedi, ama bu süreçte bile çaba sarf ederse hâlâ potansiyel var.” diyerek, BDP üzerindeki baskıların önümüzdeki süreçte artarak süreceğinin ip uçlarını verdi. İkinci enstrüman olarak, sivil toplumu sayan ve bu çerçevede TOBB’un bölgedeki sanayi odaları ve işadamları arasında organize ettiği toplantılara vurgu yapan Atalay, “Onların da teröre, silaha baş kaldırmaları gerekir.” diyerek, Kürtleri, Kürtlere ve Kürt siyasi hareketine karşı isyana çağırıyor. Atalay “Dini liderlerin, kamuoyu önderlerinin, STK’ların daha fazla düşünmesi lazım” diyerek, bir çağrı da bu kesime yapıyor. Üçüncü enstrüman olarak, uluslararası ilişkilere işaret eden ve bu çerçevede Kuzey Irak Kürt Bölgesel Hükümetiyle daha ileri görüşmeler yapıldığını, Barzani ile Erdoğan’ın bizzat görüştüğünü belirten Atalay, Erdoğan’ın yeni yılda ABD’yi ziyaret edeceğini belirtiyor: “ABD; Irak’ta ve Kuzey Irak’ta etkili bir ülke. Türkiye’ye terörle mücadelede sınır ötesi operasyonlarımıza istihbarat katkısı veriyor, ama beklediğimiz oranda değil. Daha ileri işbirliği, daha fazla destek mümkün” diyerek, Türkiye’nin ABD’den beklentilerinin ne olduğunu böylece bir kere daha ortaya koyuyor. “ AB; Avrupa ülkeleri terör örgütüne karşı operasyonlar yapmaya başladı. Danimarka ve Hollanda’da oldu en son. Norveç Savunma Bakanı geçen hafta konuğumdu, Roj TV’den sonra orada bir kanal kurmuşlar, onu konuştuk. Onların girişimleri olacak. Erdoğan, Berlin Büyükelçiliğimizin açılışında Merkel’le bu konuyu uzun uzun konuştu.” diyerek, konuyla ilgili olarak, AB ile de temasların sıklaştığını belirtiyor. Kürt siyasi hareketiyle yapılan görüşmeleri, enstrümanların dördüncüsü olarak ifade eden Atalay, “İşler iyi gidiyordu. Devletin kurumları belli görüşmeler yapıyordu. Kalıcı çözüme yönelik çalışmaları Silvan saldırısı etkiledi. Ama biz Başbakanımızın da ifadesiyle, ülkemizin milletimizin menfaati için adımları yine atacağız. Terörün bitirilmesi için elinizdeki enstrümanları iyi değerlendirmemek de eksikliktir. Devletin değişik kurumları vardır bu görüşmeleri yapmak için. Bunlar görüşmezse eksiklik yapmışlar demektir. Neden görüşülüyor demek yanlıştır. İmralı dahil her enstrüman bunun içindedir. Bundan sonraki her çalışmanın temel hedefi örgütün silahları bırakmasıdır. Ama tekrar ediyorum; silahlı terörist oldukça güvenlik birimlerimizin operasyonları devam edecektir.” diyerek, “entegre strateji”den neyi murat ettiklerini açıkça ortaya koyuyor.
GÖRÜŞME SÜRECİNE NASIL GELİNDİ?
Devlet ve Hükümet yetkilileri, yukarda da vurgulandığı üzere, “entegre strateji”nin bir gereği olarak, asıl amacı “terör örgütüne silah bıraktırmak” olan bir görüşme sürecinin tümüyle kendi denetim ve inisiyatifi altında gündeme getirildiğini söylemektedirler. Gerçekler ise, tam aksini işaret etmektedir. İç ve dış gelişmeler, Kürt sorununda artık mevcut yöntemlerle gidilemeyeceğini, AKP Hükümeti ve Türkiye egemenlerine, adeta gözlerinin içine sokarcasına her vesileyle gösterdi.
A- Ülke içi gelişmeler: Yürütülen onca askeri ve siyasi operasyona rağmen, AKP Hükümeti ve devlet Kürt siyasi hareketini etkisizleştirme açısından başarılı olamamıştır. Tersine, sorunu (Kürtlerin değil, Kürt sorunu) inkâr temelinde “şiddete dayalı olarak çözme”ye yöneldikçe, Kürt halk kitleleri nezdinde AKP’ye olan güven duygusu sürekli biçimde zedelenmiş, Kürt halkı Kürt siyasi hareketi etrafında daha fazla toplanmıştır. Bölgede dindar kesimler içinde belirli bir kitle gücüne sahip olan Hizbullah’ın legal planda partileşerek (Hür Dava Partisi/Hüda-Par) seçimlere ayrı parti olarak girebilecek pozisyona gelmesiyle birlikte, AKP’nin bölgede ayağının altındaki “halılar”dan birinin daha çekilmesi tehlikesi baş göstermiştir. Bölge gücü olma peşinde koşan AKP Hükümeti ve Türkiye egemenlerinin, Suriye sorununda olduğu gibi, attıkları her adımda, kendi Kürt sorunları ayaklarına dolanmıştır. “Komşularla sıfır sorun” diyerek başlatılan dış politikada, Irak Federal Kürt Yönetimi dışında, sorun yaşanmayan komşu kalmamıştır. Türkiye’nin Kürt Federe Bölgesi’ndeki yatırımları ciddi boyutlara ulaşmıştır. Petrole olan ihtiyacı Irak Kürt Federe Yönetimiyle (Barzani) ilişkinin daha da sıkılaşmasını gerektirmektedir ve fakat kendi Kürdü ve Suriye Kürtleriyle kavgalı bir Türkiye ile Barzani’nin ilişkilerinin ne kadar daha bugünkü düzeyde seyredebileceği bir muammadır. Nihayetinde Barzani’nin evvelemirde bütün Kürtlerin lideri olma gibi bir hayalinin olduğu unutulmamalıdır.
Tayyip Erdoğan’ın başkanlık sistemine geçiş hesapları vb. gibi pek çok etken daha Kürt sorununda çözümü dayatan başlıca iç nedenleri oluşturmaktadır ki, Erdoğan’ın egemenlik hırsı düşünüldüğünde başkanlık sistemi etkeni hiç de küçümsenir bir neden sayılamaz.
B- Dış gelişmeler: Arap halk ayaklanmaları sonucu Ortadoğu’da yaşanan yeni gelişmeler, bölgede safların yeniden belirlenmesini zorunlu kılmıştır. ABD ve büyük Avrupa ülkeleri gibi emperyalist güçler ve Türkiye, Suudi Arabistan, Katar gibi devletler Esad rejimini devirmek için harekete geçmiş olsalar da, esas hedefin İran olduğu ortadadır. Rusya’nın Akdeniz’deki tek deniz üssü ise Suriye’de Tartus limanıdır ve bu yüzden Rusya’nın Esad rejimini kolayca feda etmesi beklenemez. Öte yandan, Suriye’den sonra İran’da olası bir rejim değişikliği, Ortadoğu ve İran petrollerine bağımlı olan Çin’in de boğazının sıkılması demek olacaktır. O yüzden, Esad rejimine yönelik BM kararları Rusya ve Çin’in vetosuyla karşılaşmaktadır. İran’sa, gözlemci olarak katıldığı Şanghay İşbirliği’ne (beşlisine) yakın zamanda üye olmuştur. ABD’nin bölgeye ilişkin planları karşısında, Rusya, İran ve Çin aralarındaki ilişkileri sıkılaştırmıştır.
Buna karşılık, Irak’ta yaşanan iç sorunlar Maliki’nin İran’a daha fazla yakınlaşması sonucunu doğurmuş, Irak’ın parçalanması tartışılır hale gelmiştir. Benzer biçimde, parçalanma ihtimali, Suriye için de söz konusudur.
Türkiye, Kerkük sorunu ve Sünniler üzerinden Irak’ın içişlerine müdahale ederek; Sünni Başkan Yardımcısı Tarık Haşimi’nin hamiliğine soyunarak, Irak merkezi yönetiminin karşı çıkmasına rağmen Barzani yönetimi ile petrol anlaşmaları imzalayarak, merkezi Irak yönetiminin altını oymaya, Irak’ta nüfuz edinmeye yönelmiştir. Bu durum, Irak merkezi yönetimi ile Türkiye arasında köprülerin atılmasını beraberinde getirmiştir. Aynı şekilde, Kürt Federe Yönetimiyle, Irak Merkezi Hükümeti arasındaki ilişkiler iyice gerilmiş, Kerkük etrafında karşılıklı askeri güç yığınaklarıyla çatışmanın (savaşın) eşiğine gelinmiştir.
Bütün bu unsurlar, ABD’nin bölgeye ilişkin stratejisini zayıflatan bir rol oynamaktadır. Bu yüzdendir ki, ABD, başkanlık seçimlerinin hemen ardından Suriye muhalefetinin dizayn edilmesi üzerinden müttefiklerine de ayar vermiş, saflarını yeniden düzenlemeye yönelmiştir. Siyasi Büro’sunu Şam’dan Katar’a taşıyan Hamas, Mısır İhvanı (Müslüman Kardeşler) aracılığıyla ABD cephesine geçmiştir.
ABD, Türkiye’nin öncülük ettiği Suriye Ulusal Konseyi’nin (SUK’un) muhalefeti temsil etmekten uzak olduğunu ileri sürerek, Kasım ayı başında, Doha’da, Suriye Muhalif ve Devrimci Güçler Koalisyonu’nun oluşturulmasına önayak olmuştur. SUK’un dışladığı Kürtlerin temsilcisi Kürt Yüksek Konseyi (YKK) ile görüşülerek Kürtlerin de koalisyonda yer almaları için harekete geçilmiştir. PYD Eşbaşkanı Salih Müslim bu temaslar sonucunda Kürtlerin taleplerinin büyük bir bölümünün kabul edildiğini açıklamıştır: “Bütün taleplerimiz yüzde 100 kabul edilmezse de, verilen sözler var. Buna göre, Koalisyon’un başkan yardımcısı Kürt olacak. Kürtlerin hakları anayasal güvenceye alınacak. Federasyon mu Demokratik Özerklik mi tartışıldı. Sanırım Demokratik Özerklik’i kabul edecekler” diyen Salih Müslim, kararın resmi bir bağlayıcılığının olmadığını, verilen sözler olduğunu belirtmiştir.
Bir yandan bu gelişmeler yaşanırken, Türkiye’nin, Suriye’de Kürtlerin, Demokratik Birlik Partisi (PYD) öncülüğünde özerk bir statü kazanmasının önüne geçmek için Özgür Suriye Ordusu’nu Kürtlerin üzerine saldırtma girişimi, ABD’nin itirazına rağmen yeniden devreye girmiştir.
ABD, Türkiye’nin Barzani ile olan işbirliğinden ve Suriye Kürtlerine yaklaşımından son derece rahatsızdır ve bunu, açıkça Türkiye’ye iletmektedir. Türkiye’nin tutumunun Irak’ı bölünmeye götüreceğinden endişe eden ABD, Suriye Kürtlerinin Türkiye’nin tutumu nedeniyle muhalefetin dışında kaldığını, bu durumun Esad rejiminin ömrünü uzatan bir rol oynadığını düşünmektedir. Türkiye’nin Washington Büyükelçisi Namık Tan, 7 Ocak 2013 tarihli Hürriyet gazetesindeki röportajında, ABD ile Türkiye’nin pozisyonlarını şu sözlerle ortaya koymaktadır: “Halkının refahını üçe- beşe katlamış bir ülke yanı başındaki kaynaklara sırtını dönebilir mi? …Türkiye bunlara gözünü kapatamaz. …ABD ne diyor? ‘Efendim bunu yaparsanız, Irak’ın bölünmesine hizmet edersiniz’ gibi bir ifadede bulunuyor. Peki, onların oradaki 40’tan fazla şirketi ne oluyor o zaman? Aklına hangi şirket gelirse hepsi orada, ama benim şirketlerim yapmayacak. Bu ikna edici bir söylem değil. Hakikaten anlamsız. Diyorlar ki ‘bizi ikna edemiyorsunuz’. Biz de diyoruz ki ‘siz de bizi ikna edemiyorsunuz’. O zaman biz burada çatışacak değiliz. Beraber konuşup bir ortak zemin bulacağız.” Tan’ın açıklamalarından sonra, ABD’nin, Irak Kürt bölgesinden petrol ihracını yasaklaması –ve İran’dan altın karşılığı yapılan petrol ve doğalgaz ithalatını zora sokan– ticaret ambargosunun kapsamını genişletmesinin, bölgede atacağı adımları ABD’nin çizdiği sınırların içine çekmesi için Türkiye’ye verilen “balans ayarı” olduğu aşikâr hale geliyor. Ancak bununla birlikte, ABD, Türkiye’nin önüne “zoka” atmayı da ihmal etmiyor. Namık Tan, aynı röportajında şunları da belirtiyor: “ABD diyor ki, bu bölgeden artık biraz çekileceğim. Irak işgali, Afganistan’da yaşananlar imajıma çok büyük zarar veriyor. Bu, Amerika açısından manevi bir kayıp. Bir de mali kayıp var; bu makinenin işlemesi için milyarlarca dolar gidiyor. Dolayısıyla ‘artık bu coğrafyalarda sorumluluğu biraz da halklara ilham kaynağı olacak, yardımcı olabilecek müttefiklerime bırakıp çekileceğim. Ben de yardım edeceğim, ama içinde fazla olmayacağım. İçine bizzat girmek istemiyorum’ diyor. O kadar hassas bir konu ki… Bu bizim kamuoyumuzda yanlış anlaşılıyor. Amerika bize sırtını döndü diye. Oysa Amerika’nın istemediği, orada operasyonel anlamda varlık göstermek.” Türkiye gibi gönüllü bir taşeron bulmuşken, ABD ne diye operasyonel varlık göstersin ki? “Bu coğrafyalarda sorumluluğu biraz da halklara ilham kaynağı olacak, yardımcı olabilecek müttefik”lik statüsü Türkiye’ye yeter de artar bile. Ne denir, ABD işbirlikçiliği ancak bu kadar açık anlatılabilirdi!
Resmin bütününe bakıldığında, ABD ve Avrupalılar gibi emperyalist güçlerin Türkiye’yi Kürt sorununu bir an önce “çözüme” kavuşturması için sıkıştırmaları ve fakat aynı zamanda bu bağlamda Türkiye’nin talep ettiği yardım ve desteği verecekleri öngörülebilir bir durumdur. Nitekim Tan, “İmralı ile görüşmeler başlamış olsa da, Türkiye’nin terörle mücadelede ABD’den askeri taleplerini rafa kaldırmayacaklarını” söylemektedir. Ortadoğu’daki sorunları bir an önce çözerek Asya-Pasifik bölgesine odaklanmak isteyen ABD’nin, Kürtleri karşısına aldığı müddetçe, bölgeye ilişkin planlarını hayata geçirmesi neredeyse imkânsızdır. Bu çerçevede, son yıllarda anti-emperyalist bir mevzide durarak, deyim yerindeyse, ABD’nin bölgeye ilişkin planlarına çomak sokan güçlerden biri olarak, Türkiye’deki Kürt ulusal hareketinin bu pozisyonunu sürdürmesine ABD daha ne kadar tahammül gösterebilirdi ki?
DEMOKRATİK HALKÇI TEMELDE BİR ÇÖZÜM İÇİN
AKP Hükümeti ve Türkiye egemenleri, iç ve dış siyasal gelişmelerin işte bu derece kritikleştiği bir dönemde, Kürt siyasi hareketi ile görüşme masasına oturmuş, daha doğru ifadeyle oturmak zorunda kalmıştır. Türkiye egemenlerini görüşme masasına oturtan asıl etken, hiç şüphesiz Kürt halkının özgürlük mücadelesinin savaş ve şiddetle bastırılamayacağı gerçeğidir. Kürt halkının bu direnci olmasaydı, bugün ne Kürt sorunundan, ne de görüşme ve müzakere sürecinden söz edilebilirdi. Bu olgu dikkate alınmadan sürece ilişkin yapılacak değerlendirmeler doğru değildir. Dolayısıyla durum, Hükümetin göstermek istediği gibi, “işime geldiği sürece oturur görüşürüm, işime gelmez ise görüşmelere anında son veririm” rahatlığında ve sadece kendi tercihiyle ilgili değildir.
Görüşmelerin başlamasıyla birlikte sürecin ne yönlü ilerleyeceğine ilişkin değerlendirmeler de bir anda ortalığı kapladı. Ulusalcı/mlliyetçi güçler görüşmelerin yeniden başlamasını, ABD emperyalizmi tarafından ülkeyi bölünmeye götürecek bir senaryonun uygulamaya sokulması olarak nitelerken; küçük burjuva sol çevrelerde ise hâkim görüş, Kürt halkının birikiminin masada pazarlanacağı biçimindedir. Birbirine zıt gibi duran bu iki görüş, gerçekte aynı madalyonun ters yüzlerini oluşturmaktadır. Her ikisinde ortak olan yan, Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı (UKKTH)’na karşı pozisyon alınmasına dayalı olmalarıdır.
Kürt sorunu gibi uluslararası karakteri giderek öne çıkan bir sorun hakkında, ABD ve büyük Avrupa devletleri gibi emperyalist güçler başta olmak üzere, bölge üzerinde hesabı olan güçlerin görüşme ve müzakere sürecine müdahale etmek isteyecekleri açıktır. Buradan hareketle, Paris katliamının gösterdiği gibi, sürecin provokasyonlara açık, ilerlemeler ve gerilemelerin iç içe geçtiği bir süreç olarak ilerleyeceği açıktır.
Vurgulamak gerekir ki, ABD bölgeye ilişkin planlarında Türkiye gericiliğini elde tuttuğu sürece, Türkiye’de bir Kürdistan seçeneğine karşı duracaktır. ABD ve Türkiye gericiliği, bölgedeki çelişki ve çatışmalı süreçle bağlantısı içinde, Kürt sorununu bir “çözüme” kavuşturmak ya da bir süreliğine geriye atmak istemektedir. AKP Hükümeti ve devlet, Kürt halkının tam hak eşitliği talebine yanıt vermeyen ve fakat mevcut statükonun da ötesine geçen bir takım kısmi haklar tanıyarak sonuca gitmeyi amaçlamaktadır. Bir yandan görüşmeler olurken, diğer yandan askeri operasyonların sürmesinin anlamı budur.
Kürt halkı ve Kürt siyasi hareketi yıllardır bu baskı ve kuşatmaya karşı ulusal demokratik temelde güçlerini birleştirerek direnmekte, emperyalizmin ve işbirlikçi sınıfların Ortadoğu ve ülkemizdeki gerici emellerinin karşısında en önemli direnç odaklarından birini oluşturmaktadır.
Türkiye emek, demokrasi ve barış güçleri, bu gerici saldırılar karşısında, Kürt halkının tam hak eşitliğini savunan bir mevziden Kürt sorununa sahip çıkmalı, barış ve kardeşlik bayrağını yükseltmeli, Kürt halkına ihtiyaç duyduğu bu anda destek vermelidir. İmralı’da başlayan görüşmelerin, Kürtlerin tam hak eşitliğini sağlayacak bir müzakere sürecine evrilmesinde Türk işçi, emekçi ve halk kitlelerinin –vereceği bu destekle– sürece müdahil bir pozisyon tutması tayin edici bir önemdedir.
Hükümetin ve egemen sınıfların ırkçı, şoven baskı politikalarını, kışkırtmalarını püskürtmek; başta ileri işçi ve emekçi kesimler olmak üzere, Türk kökenli halk kitlelerinin, Kürtlerin bölgesel özerklik ve anadilde eğitimi hakkı talepleri anayasal güvenceye kavuşturulmadan sorunun gerçek bir çözüme ulaşmayacağı ve akan kanın durdurulamayacağı gerçeğini görmelerini sağlamak, önümüzdeki sürecin temel sorumluluğu durumundadır.
Ulusların kendi kaderini tayin hakkının tutarlı savunusu tümüyle buradan geçmektedir. Bu görev layıkıyla yerine getirilmeden, Kürt hareketinin Kürt sorununun çözümü konusunda atacağı adımlara ilişkin söz söylemenin somut bir karşılığının olmayacağını bugünden belirtmekte fayda var.