Metal direnişi ve işçi hareketine etkileri

Dikkatlerin Türkiye tarihinin en kritik seçimlerinden biri olan 7 Haziran genel seçimlerine odaklandığı bir anda Bursa’dan başlayarak kısa sürede ülkin başlıca sanayi kentlerine yayılan Metal işçilerinin direnişi patlak verdi. Renault, Tofaş, Ford, Türk Traktör gibi dev otomotiv fabrikalarında ve ORS Rulman, Coşkunöz, Mako, Ototrim gibi tedarikçi firmalarda çalışan on binlerce işçi iki haftaya yakın fabrikaları işgal ederek üretimi durdurdu. Pek çok fabrikada patronlar işçilerin taleplerinin bir kısmını peşinen kabul ettiklerini söyleyerek işgal ve direnişin önünü alabildi.

Seçimin yol açtığı politik atmosferin “elverişli” ortamından da yararlanan tekelci medya bu gelişmeyi meşrebine uygun bir biçimde işçilerle örgütlü oldukları sendikaları (Türk Metal Sendikası), mızrağın çuvala sığmadığı anlarda ise işçilerle patronları arasında yaşanan basitçe bir uyuşmazlık olarak sıradanlaştırarak gösterme- ye çalışsa da; çabaları, direnişin emek-sermaye ilişkileri bakımından yol açtığı uluslararası bir boyut da taşıyan etkilerinin işçi sınıfı ve halk tarafından gerçek boyutlarıyla görülmesini gizlemeye kafi gelmedi. İşçi sınıfı partisinin, gün-

lük işçi basını ve ilerici basın yayın organlarının direnişin işçi sınıfı ve halka mal edilmesine nelik çabalarının hatırı sayılır bir payı olmakla birlikte, direnişin temel özellikleri nedeniyle, bu, mümkün de değildi zaten.

Türkiye işçi sınıfı tarihi ve sendikal harekette denebilirse bir dönemi kapayan bu direnişten doğru sonuçlar çıkarabilmek için, 15-16 Haziran başta olmak üzere sınıf hareketinin tarihine damga vurmuş önceli büyük işçi mücadelelerinden farklılaşan yönlerini iyi görmek gerekir. Yeri geldikçe bunlara da değineceğiz. Bu yazı, direnişin kronolojisini çıkarma gibi bir amaç gütmüyor. Yazı boyunca, “direnişe götüren nedenler neydi?”, “direniş asıl olarak neyi hedefine koymuştu?” ve “geleceğe dair nasıl bir birikim ortaya çıkardı?” sorularına yanıt aramakla sınırlı bir çerçevede hareket edeceğiz.

DİRENİŞE YOL AÇAN NEDENLER

İşçi sınıfının içine itildiği çalışma ve yaşam koşulları dikkate alındığında metal işçilerinin bu direnişi hiç de sürpriz değildir. Dergimizin

Mayıs sayısında yer alan 1 Mayıs ve BMS’ye üye işçilerin Metal Grevi’ni irdeleyen yazılara bakıldığında bu durum net biçimde görülebilir. İşçi sınıfının her alandaki sıkıştırılmışlığı, fabrikalar- da çalışma sisteminin bir işkence halini alması işçiler bakımından sürgit devam edecek katlanılabilir bir durum değildi. Metal Direnişi’nde işçilerin deyişiyle Amiral gemisi” olan Renault’tan örnek vermek gerekirse; 2005 yılında günde 41 araç üretilirken, bu sayı, bugün 60’a çıkmış bulunuyor. Üstelik UET denilen birimler- de çalışan işçi sayısı 2005 yılında 36 kişiyken, bu sayı bugün 19 kişiye düşmüş durumda. İşçi sayısı neredeyse yarıya düşmüşken üretimin 1/3 oranında artış göstermesini, yalnızca teknolojik ilerleme ve buna bağlı olarak üretimin, özellikle makinenin teknik temelinin yenilenmesi ile açıklamak mümkün değildir. Bu durum, insanlık dışı çalışma koşulları ve sömürü oranlarının korkunç boyutlara ulaşması olarak açıklanabilir ancak. Buna, OECD ülkeleri arasında çalışma saatleri- nin en uzun olduğu ülkenin Türkiye olduğunu eklersek, durum daha iyi anlaşılır.

Bu koşullarda işçi sınıfının mevcut fabrika düzenine ve içine itildiği yaşam koşullarına isyan etmesi kaçınılmazdır. Sorun bunun ne zaman ve hangi biçimler üstünden gerçekleşeceğiydi.

Bu noktada ilk işaret fişeği, DİSK’e bağlı Birleşik Metal-İş Sendikası (BMS) üyesi işçiler tarafından çakılmıştı. Bilindiği gibi, BMS üyesi işçiler, MESS ile Türk Metal Sendikası ve Çelik-İş sendikası arasında imzalanan 3 yıllık grup Toplu İş sözleşmesini kabul etmeyerek greve çıktılar, grevleri hükümet tarafından fiilen yasaklandığında da grevi sürdürmek istediler; ancak BMS yönetimi, işçilerin bu eğilimine rağmen grevi sonlandırdı. Şayet grev yasaklandığında işçilerin greve devam etme eğilimine uygun hareket edilseydi, bugün üyesi oldukları sendikalarını (Türk Metal’i) paçavra gibi bir kenara fırlatarak direnişe geçen metal işçilerinin bu grevle birleşeceklerinden şüphe edilemez. Bu yüzden, her iki mücadele arasında kopukluktan değil, gerçekte bir devamlılıktan söz edilebilir ve bu bağlamda BMS yönetiminin son direniş karşısındaki tutumuyla bir kere daha sınıfta kaldığı gerçeğinin altı kalınca çizilmelidir.

METAL İŞÇİSİ ÇEKİCİ NEREYE İNDİRDİ?

Metal işçilerinin direnişinin merkezinde hangi talebin bulunduğu henüz eylemlerin çeşitli biçimler altında sürdüğü günümüzde de en çok tartışılan konu durumundadır. Mücadelenin ön cephesini oluşturan işçilerin geri örgüt düzeyi, mücadele deneyimi ve bilincin etkisiyle başlangıçta tepkilerini ortaya koyarken işverenle bir sorunumuz yok, bizim derdimiz Türk Metal’levb. yönlü sözler söylemiş olmaları, TOFAŞ’ta olduğu gibi işçilerin işveren temsilcilerini alkışlamaları vb,. metal işçilerinin üretimi durdurarak fabrika işgaline kadar ilerleyen mücadelesinin genel olarak bir sendika değiştirme mücadelesi olarak algılanmasına yol açtı. Yine, işçilerin talep olarak BOSCH sözleşmesinin mali kriterlerinin (saat ücretine yapılan artışların) kendilerine de teşmil edilmesini istemelerinin yanlış biçimde basitçe bir ücret artışıtalebinin ileri sürülmesiyle sınırlanma olarak görülmesi de, bu yönlü değerlendirmeleri daha da güçlendirdi.

Gerçekten de, ilk anda işçiler, BOSCH sözleşmesine bakarak, sendikaları tarafından üvey evlat muamelesigördüklerini düşündü ve ayrımcılık”ın giderilmesini öncelikle sendi- kasından talep eden bir noktadan hareket etti. Günümüze gelinceye kadar izledikleri sınıf işbirlikçisi ihanetçi çizgi, patronlarla işbirliği halinde

–söz hakkının engellenmesinden fiili saldırı ve darplara, işten atmalara– işçiler üzerinde kurduğu baskı ve temsilcilerin seçimi yerine atanmasından çeteci yöntemlere sendikanın anti demokratik işleyişine ek olarak, Türk Metal ağalarının işçilerin bu talebi karşısında yalnızca aymaz değil aynı zamanda saldırgan bir tutum içine girmeleri, işçilerin, öfkelerini, tümüyle sendika bürokrasisi üzerine yöneltmelerine neden oldu. Çünkü, bugüne kadar işçilerin en küçük taleplerinin bile karşısına, patronlardan önce, neyin olup olamayacağına gerçekte patron değil de kendileri karar veriyormuş edasıyla sendika ağaları dikiliveriyordu. İspiyonaj ağı örgütleyerek işçiler arasına güvensizlik tohumları eken, kendi iktidarına en küçük tehdit gördüğü işçiyi fabrika temsilcilik odalarına çekerek darp eden, listeleyerek işten attıran; kısacası Mafya vari yöntemleri kendine meslek edinen bir çete haline gelmişti Türk Metal Sendikası yönetimi, işçinin gözünde. Bu yüzden, işçinin, çalışma ve yaşam koşullarının tahammül edilmezliğine karşı duyduğu öfke ve hıncı, kendiliğinden bilincin sınırları içinde, bu işin birinci derecede sorumlusu olarak gördüğü görünür” de olan sendika bürokratlarına yöneltmesinde anlaşılmaz bir yan yoktur.

Her uygulaması ve attığı her adımıyla işçi düşmanı bürokratik sendikacılığı işçilerin nefretini kazanmış Türk Metal’in işçiler arasında pırdanmaların başladığı ilk günlerde işçilere saldırması bu nefretin eyleme dönüşmesine neden olurken, bu durum, BOSCH’un ardından imzalanan toplu sözleşmenin yenilenerek BOSCH sözleşmesinin uygulanması, çalışma koşullarının iyileştirilmesi, temsilcilerin seçilmesi talepleriyle başlayan direnişin, doğrudan Türk Metal’in fab- rikalardan kovulması talebine doğru genişleme- sine ve direnişin Türk Metal’in kovulması tale- biyle başladığı ve genişlediği gibi bir görünümün doğmasına yol açtı.

Gerçekte işçinin değiştirmek istediği dün- ya kapitalizminin neoliberal saldırganlıkla son çeyrek yüzyılda adım adım inşa ettiği üretimin örgütlenme biçimiyle fabrika düzeniydi. İşçilerin BOSCH sözleşmesinin kendi fabrikalarında da uygulanmasını istemeleri, basitçe ücretlerinde bir artış yapılması değil, fiilen imzalanmış olan

TİS’in yenilenmesi anlamına geliyordu. MESS ve patronlar için, bu, oluşturdukları düzenin yıkılması demekti ve bunun karşısında tam bir “sınıf bilinci”yle hareket ederek, on milyonlarca avro zarar etmek dahil, her şeyi göze alan bir mevzide durdular. MESS ve patronlar bu hareketin 1998 ve 2012 yıllarındaki hareketlerden çok farklı olduğunu, işçilerin hedefinin sendika değiştirmekle sınırlı olmayıp, asıl değiştirmek istenenin fabrika düzenleri olduğunun ilk andan itibaren görmekte ve tedbir almaya çalışmaktaydılar.

Bir yeri ele geçirmek isterseniz, önce “bekçi köpekleri” nin işini görmeniz gerekir. Metal işçileri de öyle yaptı, yıllardır kendi deneyimleriyle edindikleri birikim ve sınıf sezgisiyle metal patronlarının bekçiliğini yapan sendika bürokrasisi- ne saldırdı. Sonrasına ilişkin baştan bir plan ve stratejisi yoktu, sınıf kini ve önlenemez kaba bir öfkeyle çalışma ve yaşam koşullarını değiştirmek için harekete geçti ve eline aldığı çekici kapitalist sistemin kalbine –sömürünün gerçekleştiği– fabrika düzenine indirdi. Türk Metal ağalarının yediği ise, kelimenin tam anlamıyla, bir “ara dayağı”ydı. Bu yüzden, bu direnişi bir sendika değiştirme eylemi olarak görüp nitelendirmek, “ağaca bakmaktan ormanı gör(e)memek” hali olacaktır.

Ülkenin belli başlı büyük otomotiv fabrikalarında başlayarak hızla tedarikçi firmalarla yan sanayie, başka illere, otomotiv ve traktör fabrikalarına yayılan, beyaz eşya sanayi işçilerini hareketlendirip neredeyse etkilemediği sektör kalmayan, ardından cam, petrol/ plastik, gıda ve en son haber vb. işçilerinin eyleme geçtiği Metal Direnişi, uzun yıllar sonra birçok fabrikayı kapsamasıyla kendisinden önceki yaygın ama yereli aşamamış işçi direnişlerinden ayrılmaktadır. Metal Direnişi, ikinci temel özelliği olarak fabrika işgallerinin ilk kez bu kadar uzun süreli gerçekleştirilmesiyle de önceli işçi eylemlerini aşmıştır ve onlardan bu yönüyle de ayrılmaktadır.

SENDİKA BÜROKRASİSİNE KARŞI İŞÇİ İNİSİYATİFİ

Bununla birlikte metal işçileri bu direnişle sendika bürokrasisine de ağır bir darbe indirerek, işçi hareketi ve sendikal harekette bir döne-mi kapatıp yeni bir döneme kapıyı ardına kadar açmıştır.

Her şeyden önce, Direniş ülkenin belli başlı büyük otomotiv fabrikalarında başlayarak hızla tedarikçi firmalarla yan sanayie yayılmış; bununla kalmayıp başka illere, yine otomotiv ve traktör fabrikalarına sıçramış, beyaz eşya sanayi işçilerini hareketlendirir, çoğu işletmede işçilerin huzursuzluk ve hareketlenmelerinin önü ilk önce –şüphesiz yatıştırma amaçlı olarak– TOFAŞ’ta kabul edilen tavizlerle alınabilirken, neredeyse etkilemediği sektör kalmamış, metalin ardından cam, petrol/plastik, gıda ve en son haber vb. işçileri eyleme geçmiştir. Metal Direnişi, uzun yıllar sonra birçok fabrikayı kapsamasıyla kendisinden önceki yaygın ama yereli aşamamış işçi direnişlerinden ayrılmaktadır. Metal Direnişi, ikinci temel özelliği olarak fabrika işgallerinin ilk kez bu kadar uzun süreli gerçekleştirilmesiyle de önceli işçi eylemlerini aşmıştır ve onlardan bu yönüyle de ayrılmaktadır. Süresi bakımından ’60’ların ikinci yarısıyla ’70’lerin benzer eylemlerini dahi geride bırakan fabrika işgallerinin –sivil polis faaliyetleri ve işçilerin ifade için savcılığa çağrılmaları bir yana bırakılırsa– az çok müdahalesiz sürmesinde, seçim döneminde bulunulmasının ve özellikle hükümet partisi AKP’nin bütün işçi düşmanlığına rağmen “oy kaybına yol açabileceği” kaygısı kadar “basit bir patron-işçi sürtüşmesi” olarak görüp göstermesinin de işine gelmesi nedeniyle Direnişi görmezden gelmeyi tercih etmesinin payı olduğu düşünülebilir. Ancak, müdahalesiz gerçekleşmesi ve müdahalelerin –işçilerin eylemliliği belli başlı fabrikalarda sona erdikten sonra–başlıca patron müdahaleleri olarak işten atma biçimiyle zamana yayılmasında, Direniş’in gücünün payı yok sayılmamalı ve polis vb. müdahalesinin hareketin politik bakımdan ilerleyişine, hatta sıçrama yapmasına neden olabilme ihtimalinin ürküntü vericiliği ve frenleyici etkisi de hesaba katılmalıdır.

Direniş’in bir diğer temel ve ayırt edici özelliği, patronların “bekçi köpeği” sendika bürokrasisinin işçi düşmanı çarkı kırılarak ve az ya da çok ama doğrudan işçinin kendi örgütlenmesiyle gerçekleşmesidir.

Metal işçileri, taleplerinin “meşru”luğuna yaslanarak, sendika bürokrasisinin “yasal sınırlar”a çekerek boğduğu işçi hareketini mevcut koşullarda gidebileceği en ileri noktaya taşıyarak, yeniden ayakları üzerine dikmiştir. Hatırlansın, bugüne kadar sendika bürokrasisinin sağ versiyonu bu yasalarla grev yapılmaz derken sol versiyonu bu işçi ile grev yapılamaz diyerek her seferinde ipe un sermiştir. Metal işçileri sendika yönetimlerinin yapamadığın yapmış; mücadelesinin sınırlarını sermaye düzeninin yasalçerçevesine göre değil kendi taleplerinin meşruluğuna göre belirlemiş, yasalar şöyle ya- salar böylediyerek yan çizen sendika bürokrasinin altındaki halıyı çekerek, onları cascavlak ortada bırakmıştır. İşçiler bu eylemle, bürokrat sendikacılar tarafından kendilerine dayatılmış aktif sendikacı-pasif üye ilişkisine de bir nokta koymuşlardır. Sendikacının, sendika bürokrasisinin vazettiği gibi, işçinin bilmediğini bilenbir özelliğinin olmadığını, sendikacılığın, sınıfına bağlı cesaretli her işçinin yapabileceği bir olduğunu, mücadele içinde belirledikleri sözcüleri aracılığıyla gösterdiler. Kararları alırken tam bir işçi demokrasisi uyguladılar, sözcüler işçinin kararlarının ötesinde, bu kararları aşan ya da onlara aykırı bir tutum içine girmedi; inisiyatif sözcülerin değil, tamamen işçilerin ellerinde toplanmıştı. Aykırı hareket ettiğini gördükleri durumda, işçiler tereddütsüz sözcüleri görevden almaktan geri durmadı. Bundan sonra sendika bürokrasisinin işçileri karar alma süreçlerinin dışında tutmakta hayli zorlanacakları kesindir. Nitekim farklı kollarında bunun belirtileri şimdiden görülmektedir. Ancak bundan, sendika bürokrasisinin artık sendikal hareketin tümüyle dışına itildiği sonucu çıkarılmamalıdır. Metal Di- renişi bürokrasinin “görünür” dayanaklarını or- tadan kaldırmış, sendikal bürokrasinin hareket- ten tasfiyesinin zeminini oluşturmuştur, bundan ötesi uyanıklık ve mücadeleyle sağlanacaktır.

DENEYİM, ÖRGÜT VE BİLİNÇ

Bir öfke patlaması biçiminde gündeme gelen direniş baştan sona kendiliğinden bir hareket olmayla karakterizeydi. Mücadele deneyimi çok sınırlı, hatta önemli bir bölümü hiç mücadele deneyimine sahip olmayan, bürokratik sendikal örgütlenme dolayımıyla örgütsüzlüğün dayatıldığı, dolayısıyla örgütlülük düzeyi ve deneyimi de son derece zayıf, geri ve yetersiz sınıf bilinci düzeyleriyle harekete geçen metal işçileri, buna rağmen eylemlerini uzun süre sürdürmeyi ve belirli kazanımlar elde etmeyi de başardılar. Yeri gelmişken değinelim; belirli fabrikaların kuşkusuz abartılmaması gereken belirli politik örgütlülük ve bilinç unsurları bir yana bırakılacak olursa, Bursa merkezli metal Direnişi’nin 15-16 Haziran Direnişi’nden en belirgin şekilde farklılaştığı nokta, 15-16 Haziran’ın –iktidar talep etmese de– hükümetten hak talep etme (yeni çı- karılan sendika yasasının kaldırılması) içeriğiyle yine de politik bir taleple ortaya çıkmasının yanı sıra belli düzeyde sendikal ve mücadele deneyimine sahip bir ön cephesinin bulunuyor olmasıydı. Metal Direnişiyse, işçilerin sınıf olarak örgütlü olmak ve davranmaktan oldukça uzak gelişme düzeyleriyle ancak fabrika fabrika cadele davranışı gösterdikleri, üstelik mücadele deneyiminden önemli ölçüde yoksun ve son derece yetersiz geri bir bilince sahip oldukları bir hareketti de.

Renault’da bir vardiyanın dışında –ki işçilerin geliştirdiği bu örgütlenme modeli kısa süre- de tüm fabrikalar tarafından örnek alındı– tüm fabrikalarda işçiler, belirli sınıf bilinci ve politik örgütlülük unsurları bir yana, kitlesel bakımdan komiteleşme biçimiyle ayak-üstü oluşturulan sendikal nitelikli (kendiliğinden) örgütlülükleriyle mücadelenin içine girdiler ve olduğu kadarıyla belirli fabrikalardaki –bilinç ve örgüte dair– politik unsur fabrikaların harekete geçmesi ve mücadelesinde belirleyici etkiye sahip olamadı. Bursa’da fabrika sözcülerinden biri ne olduğu- nu kimse anlamadı bir anda üretimi durdurarak toplu biçimde kendimizi fabrika bahçesine attıkderken içinde bulundukları durumu (işçilerin ruh halini) net biçimde ortaya koyuyor. Geçmişin sınırlı mücadele deneyimine (1998 ve 2012

yılında Renault merkezli hareketler hatırlansın) ve sınırlı da olsa örgütsel bir birikime sahip tek fabrika Renault’tu ve bu nedenle en sıkı ve “ileri” sendikal nitelikli kitlesel örgütlülüğe sahip olan fabrika da oydu. O yüzden, tüm fabrikalar direniş boyunca Renault’a bakarak yön bulmaya çalıştılar.

Bilinç cephesinde de durum farklı değil. Hareketin ön cephesini tutan işçilerin yaş ortalaması 30 civarı ve çoğu ülkücü, milliyetçi, dinci idelojinin etkisi altında bulunuyor. Ya bütünüyle ya da çeşitli unsurlarıyla önemli bir bölümü- ne karşı mücadeleye atılmalarına karşın, devlet, hükümet, devletin kurumları, polis, yargı ve hatta işveren hakkında boz bulanık, hatta yer yer olumlu görüşlere sahipler. Bu sayede polisin dışarıdan aranıza çeşitli ajanlar sızar, marjinaller olay çıkartarak haklı davanızda si- zin haksız çıkmanıza sebep olurlar türünden propagandası ve bu propaganda eşliğinde direnişi emek ve demokrasi güçlerinin dayanışmasına fiilen kapatma girişimi süreç içinde zayıflamakla birlikte birçok fabrikada ve özellikle Renault’da etkili oldu. Polisin provokasyonları sonucu birçok fabrikada direniş kırılma noktasına geldiği anlarda sınıf sezgisiyle bu girişimleri püskürtebildiler. Bilinç ve örgüt düzeyi

bakımından politik unsurun az-çok var olduğu belirli fabrikaların bu bakımdan başından beri farklılık gösteren durumu ise, politik unsurun tartışılmaz önemini gösteren temel bir veriydi. Yine de, genel olarak örgüt, deneyim ve bilince dair eksiklik ve zaafları, işçi hareketinin, patronlar ve özellikle patronların en gaddarı olan Koç’un işçilerin birliğini bozup dağıtarak mücadeleyi bastırmak üzere izledikleri taktiklerin üstesinden gelme imkanlarını zayıflattı.

Yaşadıkları en büyük eksikliklerden biri de sınıf mücadelesi ve tarihi konusunda deneyim- sizlikleriydi. Direniş metal işçilerinin işçi sınıfının mücadele tarihinden denebilirse bihaber durumlarıyla başladı. Bu yüzden direniş öncesi eylemlerin giderek ivmelendiği bir zamanda bile 1 Mayıs ile ilgili bir aidiyet duygusu hissetmediler. Ama öbür yandan ön cepheyi oluşturan bu işçi kuşağı kendi sorunlarını tartışmaya ve çözüm önerilerini dikkate alma ve hatta uygulama noktasında en küçük bir tereddüt dahi göstermediler, örneğin Renault’da hala göstermemektedir. Sözcü düzeyindeki işçiler bile deneyim ve bilinç eksikliklerinin farkındalar ve bunu mütevazi biçimde ifade ediyorlar.

Baştan belirlenmiş strateji ve plana sahip olmadan mücadeleye atıldılar. Eyleme geç- tikleri andan itibaren bu eksikliğin yol açtığı zayıflıkları fark ettiler ve hızla gidermeye yöneldiler. İlk farkına vardıkları örgütlü hareket etmeden kazanamayacaklarıydı. Hızla örgütlenmeye yöneldiler, fabrika, vardiya, ünite düzeyinde sözcüler belirlediler (Renault işçilerinin örgütlenme modeli); sorunlarını bu oluşturdukları mekanizmayla tartıştılar, kararlarını yine bu mekanizmaya dayanarak biçimlendir- diler. Direniş sonrasında da bu örgütlülüklerini sağlamlaştırmayı sürdürüyorlar. Taleplerini 3 başlık altında basitçe formüle ederek (a- eylemler nedeniyle hiçbir işçi işten atılmayacak ve soruşturmaya uğramayacak, b- yeni bir sendika kurmak dahil sendikalarını özgürce belirleme hakkına işveren saygı gösterecek ve c- BOSCH sözleşmesi baz alınarak yapılacak iyileştirmeler saat ücretlerine yansıtılacak), en geride duran işçinin bile mücadelenin merkezine çekilmesini sağladılar. Bu bağlamda dikkat çeken bir şey de, gelişmelere bağlı olarak, taleplerin yeni duruma göre yeni içeriğiyle formüle edilmesidir. Örneğin, ilk başta sendika temsilcilerinin seçimle belirlenmesini öne sürülürken, sendika bürokrasisinin işçilere saldırmasının ardından sendikadan istifa edilme- si ve ilerleyen günlerde ise işverenin sendika seçme özgürlüğünü tanımasının talep edilmesi gibi. Direniş asıl gücünü buralardan aldı. Patron ve polislerin direnişi kırmaya dönük girişimlerinin neden olduğu kararsızlık anlarında, işçinin ana gövdesi, bu taleplere sarılarak, direncini tazelemeyi başardı. Bölündüklerinde kaybedeceklerini anlamışlardı ve bu yüzden, kendi içlerinde bölünme potansiyeli taşıyan konuları gündemlerine almak bir yana tartışılmasına izin bile vermediler. Nasıl bir sendikal tercihte bulunacakları konusunu dahi direniş sonrasına ertelediler. Fakat, devleti, hükümeti, polisi, yargısı ve sendika bürokrasisiyle açık bir sınıf bilincine sahip kapitalist patron sınıfı karkararlılık, cesaret ve fabrika sisteminin işçi sınıfına kazandırdığı özellikler direnişi bir yere kadar taşımaya yetebilirdi. Nitekim, öyle de oldu. Coşkunöz, Türk Traktör, Ford fabrikalarında direnişin kırılma anlarında olduğu gibi kritik süreçlerde sınıf olarak örgütlenme ve mücadele deneyimi eksikliğiyle bilinç yeter ve geriliği kendini derinden hissettirdi.

NASIL BİR SENDİKA?

Gelinen yerde metal işçileri çok somut bir sorunla karşı karşıya bulunuyor: Bundan sonrasını nasıl geçirecekler? Ya yeni bir sendika kuracaklar veya var olan sendikalardan birine üye olacaklar ve/veya 2017 yılına kadar dayanışma aidatı vererek, şu anki fiili durumu devam ettirecekler. Hak-İş’e bağlı Çelik-İş Sendikası ve DİSK’e bağlı Birleşik Metal-İş Sendikası, Türk Metal sendikası’ndan istifa eden fabrikalarda örgütlenmeye çalışıyor. İşçilerin pek az bir bölümü bu sendikalar üye olmuş durumda. Bu iki sendika da işçilerin beklentilerine yanıt verecek bir tavır ortaya koymadıkları için işçilerin ana gövdesi beklemenin doğru olduğunu düşünüyor.

İşçiler direniş boyunca geliştirdikleri örgütlenmeler aracılığıyla fiilen bir sendika gibi hareket ettiler. Bu, aynı zamanda, işçilerin nasıl bir sendika istediklerini de açıkca ortaya koymuştur. Çözüm bizzat direnişin içinden çıkmıştır. Ya mevcut sendikalar işçilerin taleplerine yanıt verecek bir hatta gireceklerdir ya da iş- çiler istedikleri gerçek sınıf örgünü (sendika) bizzat kendi elleriyle inşa edecektir. Üçüncü bir seçenek yoktur, gerçekte. Patronlar ve MESS sürece yayarak direnişin kazanımlarını orta- dan kaldırma ve öncü kuşağı ezme politikası gütmektedir. Renault başta olmak üzere kimi fabrikalarda işçilerin sözcülerini fiili bir temsilci gibi kabul etmiş olsalar da, patronlar, işçilerin fabrika içine sandık kurarak kendi temsilcilerini seçmelerine durum resmiyet kazanır!” diyerek karşı çıkımaktadırlar. Benzer biçimde, işçilerin parasal iyileştirmelerin saat ücretlerine yansıtılması talebine de, patronlar, kırmızı çizgi ilan ederek, karşı çıkmaktadırlar. Patronların attıkları her adımda açıkça bir saldırı hazırlığı

içinde olduklarının belli olduğu mevcut durum- da, işçiler bakımından fabrikalardaki örgütlü- lüklerini sağlamlaştırmak ve bu süreci örgütlü karşılayabilmek için hızla sendikal örgütlülüklerini sağlamaktan başka bir çözüm yolu görülmemektedir. İşçilerin dayanışma aidatı vererek 2017 yılına kadar mevcut durumlarını sürdürmelerinin koşulları yoktur.

Sendika bürokrasisini silkeleyip başından atarak mücadeleye atılan metal işçileri, ne kadar bilincinde oldukları bir yana, Direni- şi sürdürürken kurup dayandıkları –komiteler biçimindeki– işyeri örgütleriyle, kuşku yok ki, bir sendika olarak davranmış, örgütlülükleri, bir işçi sendikasının işlevini üstlenmiştir. Sen- dikaların ilk ortaya çıkışları da başka türlü değildir ve sendikalar, –bürokratik sendikaların sonradan dönüştükleri işçiden kopuk örgüt biçimleriyle yaptıkları gibi– fabrikaların dışın- da kurulmuş örgütler olarak kendilerini işçilere dayatmamış; tersine, işçilerce, kapitalistler tarafından cenderesi içine sıkıştırdıkları fabrikaların kapitalist örgütlülüğüyle ve bizzatihi kapitalizmle mücadele örgütleri olarak, kendilerine dayatılmış alanda, fabrikada, fabrikalara dayanılarak kurulmuştur. Şimdi, metal işçileri, kendilerine yönelik zorbalık örgütlerine dönüştürülen sendikaları, bir ucundan, kendi girişimleriyle mücadele içinde yenilemeye yönelmiş- ler ve bunun yöntemini de pratik mücadeleleri içinde ortaya koymuşlardır: Fabrikalar temelin- de ve doğrudan işçinin inisiyatifi ve karar almasına dayalı bürokratik olmayan örgütlenme. Bu yeni olmayan “yeni” sendikal örgütlenme eğiliminin, sadece metal sektöründe değil ama tüm sektörlerin işçileri arasında yaygınlaşacağını söyleyebiliriz. Metal Direnişi bunun uygun koşullarını ortaya çıkarmıştır.

Örgütlülüklerinin ilk adımlarını üstelik olanca deneyim eksiklikleriyle ve işçi sınıfının mücadele tarihine ilişkin bilgisizlikleriyle atmakta olan metal işçileri ve metal işçilerinin Direnişi’nden etkilenerek mücadele ve örgütlenme eğilimi içine giren sınıfın geri kalan bölüklerinin, koşulların bu uygunlaşmasından yararlanarak hemen ve kolaylıkla sendikal örgütlenme problemlerini sorunsuzca çözebilecekleri de

tabii ki beklenmemelidir. Koşulları uygunlaşmış olsa bile, bunca yılın dağınıklığı/örgütsüzlüğü ve deneyim eksikliğiyle, sınıfın sendikal örgütlenmesinin yenilenmesi ve işçilerin kendi sendikal sınıf örgütleri içinde toplanmalarının kolay olmayacağı tartışmasızdır. Örnekse, Türk Metal’in işçiler tarafından birçok fabrikadan defedilmesinin ardından, şimdi, bir yandan Birleşik Metal İş bir yandan da Çelik İş metal işçileri içinde örgütlenmeye başlamışlardır ve bürokratik niteliklerinin doğal sonucu olarak, bu örgütlenmelerini, işçilerin mücadele içinde inşa ettikleri komiteler biçimindeki kendi sınıf örgütlülüklerini dağıtıp işçileri örgütsüzleştirerek sağlamaya çalışmaktadırlar. Sorun nettir: Ya işçilerin kendi öz-örgütlülükleri ya da şu veya bu sendikanın bürokratik örgütlülüğünün işçilere dayatılması. İşçilerin hiç yapmamaları gereken, bütün kazanımlarının temel dayanağı olan kendi öz-örgütlülüklerinin dağıtılmasına boyun eğmektir. Bu, son mücadele deneyimlerinden çıkarmaları gereken birinci dereceden derstir. Doğrudan kendi mücadelelerinin ürünü olacak yeni bir sendika olarak örgütlenmeye güç yetiremeyeceklerse bile, fabrikalarında örgütlenmeye çalışan –bürokratik nitelikleri belirgin– sendikalara kendi fabrika örgütlülüklerini dayatmadıkları ve hiç değilse bir şube olarak kabul edilmelerini sağlamadıkları durumda, bugüne kadar elde ettikleri bütün kazanımlarını ve bu kazanımlarının başlıca dayanağı olan örgütlü güçlerini elden çıkarmaya razı olmuş olacakları ortadadır.

POLİTİK ÇALIŞMA

Metal işçilerinin sermaye düzeni ve sendika bürokrasisine karşı başlattığı direniş, ivmesi düşmekle birlikte, her fabrikanın kendi özgün- lükleri çerçevesinde sürmektedir. Metal Direni- şi, işçi sınıfının mücadele potansiyelini gösterdiği kadar, sınıf/parti olarak örgütlenme düze- yi ve mücadele deneyimi son derece yetersiz ve bilinç bakımından gelişmemişlik koşulları içinde ilerlemeye çalışan işçi hareketinin taşı- dığı zaaf ve zayıflıkları da gözler önüne sermiştir. Metal Direnişi işçi hareketi ve sendikal harekette bir dönemi fiilen kapatmıştır. Sendi- kal bürokrasisinin ileri süreceği “gerekçeler”in artık işçileri ikna etmesi oldukça güçtür. İşçi sınıfının devrimci partisinin son yıllarda işçi hareketinin gündemine soktuğu sendikaların (hareketin) mücadeleci temelde yeniden inşa- sorunu metal işçilerinin direnişinde en somut dayanağını bulmuştur.

Öte yandan, sermayenin saldırıları ve işçi sınıfının içinde bulunduğu çalışma ve yaşam koşulları işçileri her geçen gün mücadeleden yana daha fazla tahrik etmektedir. Yeni olan, şüphesiz eskinin bağrından doğacak ve gelişip güçlenerek egemen hale gelecektir. İşçi hare- keti ve sendikal hareket için de bu kural geçerlidir; ancak, işçi hareketinin siyasallaşması ve sendikal hareketin sınıf sendikacılığı çizgisine oturması için, işçi sınıfı, parti olarak örgütlen- me ve mücadele deneyimi ve bilinç bakımın- dan ihtiyaç duyduğu gelişmeyi gösterebildiği sürece. Metal Direnişi’nin işçi sınıfı hareketinin ve devrimci hareketin gündemine taşıdığı en temel gerçekliği budur.

Sendikal hareket bakımından Metal Direnişi’nin yeni bir dönemi başlattığını söylemiştik. Bu artık, birleşik bir mücadele dönemi olabilir ve işçiler, tek tek fabrikalarla sınırlı hareketin zayıflıklarından bu sonucu çıkaracaklardır. Ya- yılma hızıyla, kentten kente sıçramasıyla hareketin kendisinin gelişmesinin işçilerin önüne yeni bir ufuk açtığı, başlangıçta işçilerin kendi fabrikalarıyla sınırlı düşünüp davranmasının, özellikle ön cephede yer alan işçiler bakımından, yerini, harekete geçen fabrikalar ve hatta metal işkolu ve giderek bütün bir işçi sınıfı açısından düşünüp davranmaya bırakmasının imkanları bugün Dirdenişy öncesine göre şüphesiz ki fazlasıyla genişlemiştir.

Bu olanağın, sendika bürokrasisinin mücadelenin önündeki bir engel olmaktan çıkarılmasının başarılmasıyla, güçlendirilmiş olarak müca- deleci işçilerin kullanımına hazır halde olduğu söylenmelidir.

Şühhesizdir ki burjuvazi de Metal Direnişi’nden işçi sınıfına yönelteceği saldırıların içeriği ve biçimi bakımından dersler çıkarmıştır; ancak mücadeleye atılan metal işçileriyle onların peşinden yürüyenlerin mücadele deneyimleri hazinesine kattıkları dersler paha biçilmez

önemdedir ki bunların başında bilinç ve örgüt düzeyi bakımından patronlar karşısındaki açığın kapatılması gelmektedir.

Son olarak söylenmelidir ki, bu açığın en belli başlısını oluşturan deneyim, örgüt ve bilinç yetersizliği ve geriliğini gidermeden, işçiler, sınıf düşmanları olan patronlar ve her türden örgütleri karşısında eşit düzeyde yer alarak eşit silahlarla mücadele etme imkanına kavuşamayacaklardır. Metal Direnişi’nin temel dersi budur. Direniş, işçilerin, kendi sınıf çıkarlarından hareket eden, kendi dünya görüşleri ve kendi bağımsız sınıf politikalarıyla parti olarak örgütlenme ve mücadele etme eğilimlerinin gelişmesinin olanaklı olduğunu gösterdiği kadar, bunun bir zorunluluk olduğunu da ortaya koymuştur

Metal grevinin gösterdiği

MESS (Madeni Eşya İşverenleri Sendikası) ile sektörde örgütlü işçi sendikaları arasında

yaşanan grup TİS süreci, işçi hareketinin ve sendikaların içinde bulunduğu aktüel durumu

göstermesi bakımından tam bir turnusol görevi gördü. “İlerici, devrimci sendikacılık”

yaptığını iddia edenlerin, deyim yerindeyse, tüm defolarının ortaya çıktığı bir süreç

yaşandı/yaşanıyor. Son yılların en militan grevi olacağı grev oylamasından başlayarak görülen

Birleşik Metal-İş Sendikası’na (BMS) üye işçilerin grevi ikinci gününde hükümet tarafından –

fiilen yasaklamaya gidilerek- ertelendi. İşçiler yasaklamayı tanımayarak greve devam etmek

istediklerini açıkça ortaya koymalarına karşın sendika engeline takıldılar. Hükümete ve

patrona rağmen harekete geçen, grev yasaklarını tanımayacağını ilan eden metal işçileri, iş

“sendikaya rağmen”e gelince ilerleyemedi. Ne örgütlülüğü ne de verili koşullardaki sendikal

bilinci buna uygun değildi çünkü. Diğer sendikalardan farkını ortaya koyarken, buna en

büyük kanıt olarak BMS’de sendikal demokrasinin işlediğini, tabanın söz ve karar sahibi

olduğunu öne süren BMS yönetimi, en kritik anda (hükümetin grevi yasaklama kararı

karşısında) sendikal demokrasiyi ayaklar altına alarak, sendikal bürokrasinin klasik yolundan

yürüdü. Grevin yasaklandığı gece fabrika fabrika dolaşıp, bir yandan suret-i haktan görünüp

işçilere “biz sizden ayrı bir şey yapmayız” diyen BMS yönetimi, öte yandan “gece yarısı

operasyonları”yla grev pankartlarını kaldırtarak, temsilcilerin ve şube yöneticilerinin

kulaklarına “bu işi bitirin” diye fısıldayarak gerçek niyetlerini ortaya koydu. Yandaş

temsilciler devreye sokularak, “sendika disiplinine uyulsun” çığırtkanlığı yaptırıldı. Bir

anlamda, böylece, “proletarya demokrasisi”, “proletarya disiplini” gibi işçi sınıfının

hasletleri, BMS bürokrasisinin elinde işçiye karşı bir silah haline dönüştürüldü. Sözü eğip

bükmeden söylemek gerekirse, BMS yönetiminin yaklaşımı böyle olmasaydı, Türkiye işçi

sınıfı ve sendikal hareketin tarihinin bir başka şekilde yazılmasına neden olabilecek militan

bir grev hareketi kolay kolay kırılamazdı. Süreç tamamlanmamış olmasına karşın şu ana kadar

yaşananlar, işçi sınıfı ve sendikal hareketin geleceği açısından, özellikle de sendikal

demokrasi başta olmak üzere sınıf sendikacılığının asgari kriterlerinin neler olduğunun

anlaşılması bakımından son derece zengin derslerle doludur. Kaldı ki; yasalardan, Hükümet

ve Danıştay’dan da olumlu karar çıkmayacağını tahmin etmek zor olmasa gerek. Buradan bir

şey olur diye beklenti yaratmak solla bezenmiş bürokrasinin en nihayetinde başka bir

çelişkisidir, en azından söyledikleriyle çelişmektedir. Sürecin tamamlanmamış olmasının

beraberinde getirdiği sınırlılığa karşın bu yazıda kısaca bunlar üzerinde durmaya çalışacağız.

SENDİKA BÜROKRASİSİ

İşçi sınıfı hareketi içinde burjuvazinin ajanlığını yapan sendika bürokrasisi asıl olarak işçi

aristokrasisine dayanır. Sendikaların ortaya çıktığı andan itibaren burjuvazi hareket içinde

kendi dayanaklarını yaratmanın çabasını vermiş, süreç içinde sendikacılara, yasalarla da

desteklenen ayrıcalıklı konumlar sunulmuştur. Sendikacılık, göreve gelene işçiliğin dışında

yeni bir toplumsal statü kazandırmış, ayrıcalıklı maaşlar, yaşam tarzı olarak işçiden kopma

vb. sonucu adeta bir meslek haline gelmiştir. Ülkemizde bir “sendikacı piyasası”nın

varlığından söz edebiliriz. DİSK’e bağlı bir sendikada şube ya da genel başkanlık yapmış bir

sendikacı seçimi kaybettikten sonra, işyerine geri dönmemekte, ama Türk-İş ya da Hak-İş’e

üye bir sendikada uzman olarak görev almakta, deyim yerindeyse “sendikacı piyasası”nda

istihdam edilmektedir. Elbette tersi de olmaktadır. Koltuğun tadını alan bir daha gitmemek

için patron, kapitalist devlet ve hükümetle uzlaşma ve işbirliği dahil her tür yönelimin içine

girmekten çekinmez olmuştur.

Bu kısa hatırlatmayı yaptıktan sonra konumuz bağlamında devam edelim. Bilindiği gibi,

TİS dönemleri, uzun yıllardan beri Türkiye işçi sınıfının tarihsel süreç içinde elde ettiği

kazanımların sendika bürokrasisi, patron ve hükümetin oluşturduğu “şeytan üçgeni”

tarafından sürekli biçimde ellerinden alındığı süreçler olageldi. İşçilerin ücret artışı, çalışma

koşullarının iyileştirilmesi, sosyal haklarının artırılması gibi başlıca taleplerinin TİS’le birlikte

karşılanacağı beklentisi hemen her seferinde hayal kırıklığıyla sonlandı.

Büyük Zonguldak Direnişi, ’89 Bahar Eylemleri gibi işçilerin doğrudan inisiyatif aldığı

dönemler bu açılardan istisna oluşturdu. Sendika bürokratlarının gerçek yüzlerinin açığa

çıkarak teşhir olup sendikalardan tasfiyesinin hız kazanması da zaten bu istisnai anlarda

gerçekleşti. Ne var ki, işçi sınıfının bu tür mücadeleler içinde öne çıkartıp sendika

yönetimlerine getirdiği “işçi önderleri”nin tamamına yakını kısa sürede sendika bürokratına

dönüşerek, sınıfına yabancılaştı ve sermayenin işçi sınıfı içindeki uzantıları haline geldi.

Bunun başlıca nedenlerinden biri, 1950’li yılların ortalarından itibaren sınıf işbirlikçiliğini

temel alan “uzlaşmacı sendikacılık” çizgisinin genel olarak sendikal harekete egemen

olmasının işçi sınıfı hareketi içinde bilinç ve örgütlenme düzeyinde yarattığı tahribattır.

Yaratılan bu tahribatta aslan payı, tarihsel olarak “sol, devrimci sendikacılık” adı altında

keskin lafazanlık ardında gerçekte sınıf işbirlikçiliğinin alasını yapan revizyonist ve

reformistlere aittir. Bu akımların işçi hareketine ve sendikal hareket verdiği zarar, gerici, faşist

sendikal akımların verdiğiyle kıyaslanamayacak boyutlarda olmuştur. Birleşik Metal-İş

Sendikası (BMS) üyesi işçilerin grevinin kırılmasında da bu durum ayniyle vakidir.

BMS’NİN FARKI!..

Sendikal hareketi yakından takip edenler metal sektöründe örgütlü sendikaların ne

olduklarını gayet iyi bilirler. Türk Metal Sendikasının çizgisi bellidir. Özelliği, kapalı kapılar

ardıında işçi haklarını patronlara peşkeş çekmektir. Türk Metal’de sendikal demokrasinin

“D”sinden bile söz etmek mümkün değildir; temsilciler atamayla gelir, sendika delege

seçimlerinden işçinin haberi dahi olmaz, yeri gelir bürokratlar besleme adamlarını devreye

sokarak işçileri sindirir, işyeri temsilcilik kurumu patronun espiyonaj ağı gibi çalışır vb. Hak-

İş’e bağlı Çelik-İş Sendikası’nın da, literatüre soktuğu “diyalogcu sendikacılık” gibi bir ucube

yaklaşımı dışta tutarsanız, Türk Metal Sendikası’ndan fazlaca bir farkı yoktur. Bu yüzden bu

sendikaların örgütlü olduğu işyerlerinde işçiler patrondan daha fazla sendikacılara karşı tetikte

dururlar. Sendika seçme özgürlüğü koşullarında 120 bin üyesi bulunan Türk Metal

Sendikası’nda sendikacıların ve mutemet adamlarının dışında üye kalmayacağını

söyleyebiliriz. En son 1998 yılında olduğu gibi toplu istifaların gündeme gelmesi bu durumu

doğrulamaktadır.

BMS ise, DİSK’in geçmişini kendisine referans edinerek işçilerin karşısına çıkmaktadır.

Türk Metal’den farklı olarak, BMS’de sendikal demokrasinin işlerliğinden görünüşte söz

edilebilir. BMS yönetimi buradan hareketle sınıf sendikacılığını temel alan bir sendikal çizgi

izlediklerini öne sürmektedir. Örneğin işyeri temsilcileri seçimle belirlenmektedir. TİS

süreçlerinde taslakların hazırlanmasında ve grev dahil karar alma süreçlerinde işçilerin

katılımından da söz edilebilir. Bu durum doğal olarak işçilerin gözünde BMS’yi bir çekim

merkezi haline getirmektedir.

Son TİS sürecinde de bu durum görünüşte aşağı yukarı böyle şekillenmiş, “demokratik

mekanizmalar” işletilmiştir. BMS’nin Ocak 2015 tarih 218 sayılı yayın organında bu durum

şu sözlerle ifade edilmektedir: “.. Çünkü bizler bu taslağı bürolarda değil, üyelerimizin her

işyerinden kendi aralarından belirledikleri Toplu İş Sözleşmesi Kurulları ile birlikte

hazırladık ki, başlangıç noktası 2014 Nisan ayında Gönen Kemal Türkler tesislerimizdeki

toplantı olan taslağımızı hazırlayan kurullarımız üyelerimizin yüzde 15’ini oluşturmaktadır.

Kısacası taslağımız işçiler tarafından hazırlanan bir taslaktır…” Bu ifadeden, TİS sürecine

işçilerin dahil edildiği ve uzun bir hazırlık sürecinden geçildiği anlaşılmaktadır. BMS

yönetimi, diğer sendikalarla farkını ortaya koyarken bununla yetinmemekte ve şöyle

demektedir: “ Kâr hırsıyla gözü dönmüş işverenlere işçiyi satmayı alışkanlık haline getirmiş,

işçilerle taslak hazırlamak bir yana, imzalanan sözleşmeyi bile işçilere göstermekten kaçınan

işbirlikçi sarı sendikalara, çıkardığı yasalarla ve uyguladığı ekonomik politikalarla

çalışanların boynuna sermayenin ipini dolamayı alışkanlık haline getiren hükümetlere

rağmen, yolumuzda yürümeye, işçileri köleleştiren zihniyeti her fırsatta teşhir etmeye ve

işçinin hakkını almak için gözünü budaktan sakınmadan mücadeleye devam diyoruz. Ama bizi

farklı kılan, diğerlerinden ayıran ve bir adım değil fersah fersah öne çıkaran da budur

aslında. Sadece inancımız değil, inancımızı besleyen bilincimiz, bilincimizi bir zırh gibi sarıp

sarmalayan sorumluluğumuz ve her adımda bizi birbirimize bağlayan ilmik ilmik ördüğümüz

birliğimizdir bizi biz yapan.” Bu oldukça uzun alıntıyı hem BMS yönetimine haksızlık

etmemek, hem de söylem düzeyindeki belagatlerini okurun görmesini sağlamak üzere yaptık.

SENDİKA İÇİ DEMOKRASİ, PROLETARYA DİSİPLİNİ

BMS’de sendika içi demokrasi ve demokratik mekanizmaların görünüşte işlediğini

vurguladık. “Görünüş” sözcüğünün altını kalınca çizmekte fayda var. Çünkü, görünüşte

olanın her zaman gerçek olacağı/olduğu anlamı çıkartılamaz. Bu sizin o olguya yüklediğiniz

içeriğe göre değişkenlik gösterir. Örneğin işçi sınıfı mücadelesinde demokrasi, disiplin gibi

olgular, proleter bir içerikle (proleter demokrasi, proleter disiplin olarak) ele alındıklarında

işçi sınıfına hizmet ederken, temsili bir niteliğe bürünerek biçimselleştiği oranda burjuva bir

içeriğe kazanarak sermayeye hizmet eden bir karşı silaha dönüşebilir.

TİS ve grev süreçlerinde BMS yönetiminin tutumuna bu açıdan bakmak gerekir. Somut

gelişmeler üzerinden ilerleyelim. TİS taslağı işçilerle birlikte hazırlanmıştır ve bu aşamada

sendikal demokrasi tümüyle işlemektedir ve durum proletaryanın demokrasi anlayışına

bütünüyle uymaktadır. BMS’nin 21 Aralık’ta düzenlediği Gebze Mitingi’nde ise, binlerce işçi

sınıf sezgileriyle gelişmeleri görmüş ve sermayeye karşı grev silahının çekilmesini “başkan

bizi greve götür” sloganıyla sendikasından istemiştir. Genel Başkan Adnan Serdaroğlu’nun

işçilerin bu talebine yanıtı “kurullarımız karar verecektir” biçiminde olmuştur. İlk bakışta

Serdaroğlu’nun tavrı oldukça “demokratik” görünmektedir, çünkü, kendisi değil kurullar

karar verecektir! Ancak devamında, 10 Ocak tarihinde düzenlenen BMS Merkezi TİS

Komisyonu toplantısında Genel Başkan Serdaroğlu’nun açış konuşmasında greve çıkmaya

dair söyledikleri -ki Serdaroğlu çocukları öcü masalıyla korkutarak uyutmaya çalışan yaşlı

nineler gibi davranmıştır- dikkate alındığında, Serdaroğlu’nun, mitingde kararlı biçimde grev

isteyen metal işçilerinden gelen baskıları ötelemek için bu yolu seçtiği anlaşılmaktadır.

Demokrasinin en temel kriteri “vekil”in değil, “asil”in sözüyle kararının tayin ediciliği ve

bunun kabulüdür. İşçinin bizzat kendisinin ve sınıf çıkarlarının, üreten ve mücadeleci işçinin

ve inisiyatif alışının (işçinin istediği zaman seçtiği sendikacıyı geri çağırabilmesi,

sendikacıların vasıflı bir işçi kadar ücret almaları vb.) demokrasinin temeli ve başlıca ilkesi

olarak ele alınması şeklindeki sınıf tutumuyla yukarıdancılığı, karar ve inisiyatifin işçi yerine

sendikacıların elinde toplanmasını savunan burjuva ve küçük burjuva anlayışların demokrasi

sorununa yaklaşımı birbirine zıt ve temelden farklıdır. İşçiler üretimde olduğu gibi, miting

meydanında doğrudan kendileri olarak devredeyken ve taleplerini temsilcileri aracılığıyla

değil bizzat kendileri ortaya koyuyorken, kalkıp işçilere kurulları işaret etmek, hiç de

Serdaroğlu ve BMS yönetiminin demokratik bir tavır takındıklarını göstermez, olsa olsa

demokrasi anlayışlarının burjuva demokrasisinin sınırlarından öteye geçmediğini gösterir.

Benzer bir durum, 10 Ocak’ta yapılan Merkezi TİS Komisyonu (MTK) toplantısı ve

hükümetin grevi fiilen yasaklayan kararı sırasında da görülmektedir. MTK toplantısında

fabrikaları temsilen bir araya gelen komisyon üyeleri tek tek fabrikalarının kararını ortaya

koymuşlardır ve karar bunun üzerine alınmıştır. Süreç, tümüyle demokratik biçimde

işletilmiştir. BMS yönetimi de, işçilerin bu kararına uygun grev kararı almıştır. Ancak aynı

tavrı, hükümetin grev ertelemesi (yasaklama) kararı sonrasında görmek mümkün değildir.

Yapılması gereken, hükümetin grev erteleme kararını açıklamasından hemen sonra,

fabrika fabrika işçilerin toplanarak -bunun teknik güçlüklerinin yaşandığı yerlerde grev

komitelerinin toplanarak- karar almalarıydı. Greve devam ya da işbaşı yapmak, her neyse,

bunun kararını işçiler vermeliydi. Ama bu yapılmadı. Önce başkanlar kurulu ardından

genişletilmiş merkez TİS komisyonu toplantısı yapıldı. Bu işçinin inisiyatifini kıran bir rol

oynamıştır. Bu arada o güne kadar sık görülmeyen bir şey oldu. Patronlar ertelemeyle birlikte

iş başı yapması gereken işçileri iki gün idari izinli saydılar! Çünkü işçinin yasaklamaya olan

öfkesi patlama noktasına gelmiş ve yasa dışı grev ve işgal dahil her şeyin göze alındığı emek

basını ile tüm hızıyla yayılmış ve karşılık bulmuştur. İşyerlerine girilmemiş ve pankartlar

kaldırılmamıştır. Bu öfkeyi sezen/gören patronlar çareyi idari izinde bulmuştur. BMS, bu

süreyi, işçilerin iradesini ortaya çıkarmak için değil, işçileri -yatıştırarak- sendikanın kararına

(işbaşı yapılması- ki grevin fiilen kırılması anlamına gelmektedir) ikna süreci olarak

değerlendirdi. Şube yöneticileri, ertelemenin açıklandığı ilk gece, yalnızca grev gözcülerinin

kaldığı saatlerde, fabrika önlerindeki grev pankartlarını kaldırttı. İşçilerin işbaşı yapmadıkları

takdirde tazminatsız işten atılacakları yolundaki moral bozucu bir propaganda, bizzat kimi

temsilciler aracılığıyla işçiler arasında yürütüldü. Her vesileyle sendika yönetiminin kararına

uyulması istendi. Bu ortamda işçiler ne yapacaklarını bilemedi. Sendikal disiplin gereği

sendikanın çağrısına uygun davrandı. Belirtmeliyiz ki, burada sorunlu olan nokta, işçilerin

sendikanın kararına uyması değildir. Çünkü, işçilerin verili durumdaki sendikal bilinci ötesine

elvermiyordu. İşçiler, grev yasağı karşısında inisiyatifin grev komitelerinde olması gerektiği

fikrine çok uzaktı. Grev komitelerini sendikanın uzantısı ve sendika yönetiminin aldığı

kararların uygulayıcısı bir organ olarak görüyorlardı. İşçi bu ortamda çözümü sendikasına

“greve devam” kararı aldırmakta gördü; bunun içindir ki, yasaklama kararının gecesi, fabrika

önlerinde konuşma yapan genel başkana bu taleplerini sloganlarla iletmeye çalıştılar. Sorun,

sendika yönetiminin, işçiler tarafından bir kere seçilmiş bir kurum olarak, kendi kararını,

işçilerin iradesinin yerine koyma hakkını kendinde görme noktasında karşımıza çıkmaktadır.

Burada, demokrasinin burjuva kavranış/ uygulanış biçimi bir kere daha kendisini

göstermektedir. Bu yaklaşımın R. Tayyip Erdoğan’ın “milli irade” yaklaşımından hiçbir farkı

yoktur. Erdoğan da “bu halk beni 5 yıllığına seçti işbaşını getirdi, öyleyse benim alacağım her

karar yasaldır ve herkes bunu uymalı” fikrinden hareketle, Taksim Gezi Parkı’na askeri kışla

dikmeyi gündeme getirdi. Erdoğan’ın önerisinde yasal bakımdan bir problem

gözükmemektedir. Ne ki, yasaldır, ama toplumsal meşruiyeti yoktur. Toplum yaşadığı

sorunlara çözüm bulsun diye Erdoğan’a oy vermiştir, yaşam alanlarını yandaşlara rant alanı

haline getirsin diye değil. Seçilmiş bir yönetimin (hükümetin), kendisini seçenlerin (halkın)

çıkarlarını savunduğu ölçüde aldığı kararlar meşrudur, aksi durumda direnme hakkı doğar.

Tıpkı Gezi Direnişi’nde olduğu gibi. Bir emek örgütünde bu durum fazlasıyla geçerlidir.

Seçtikleri yöneticiler (sendikacılar) söz konusu olduğunda, işçiler, kendi sınıf çıkarlarını,

dahası kendi kararlarını savundukları ölçüde onların alacakları kararlara uymalıdır. Sendikal

disiplin bu zeminde devreye girdiği oranda bir anlam taşır, olumlanır. Yoksa sınıf işbirliği ve

patron yandaşlığı örneklerinde olduğu gibi, her koşulda, “sendikal disiplin gereği” “sendika

yönetiminin alacağı kararlara uymak” doğru bir yaklaşım değildir. Hükümet grevi

yasakladığı an işçilerin çıkarına olan tutum neydi? Ahkam kesmeyeceğiz, bunun yanıtını

verecek tek irade metal işçilerinin bizzat kendileriydi. Ve onlar yaptıkları açıklamalarda greve

devam dediler. Nitekim İstanbul’da kurulu Ejot ve Paksan fabrikaları ile Bilecik’te kurulu

Demisaş fabrikasında işçiler grevi bir süre daha fiilen sürdürdüler. BMS yönetiminin iddia

ettiği gibi BMS’de sendikal demokrasi işliyor olsaydı, işçilerin iradesine başvurulması

gerekirdi. Ancak, görülüyor ki, normal anlarda sendikal demokrasiyi işleten, demokratik

mekanizmaları devreye sokan BMS yönetimi, durumun netameli hal aldığı kritik anlarda,

inisiyatifi işçilere vermek yerine sık sıkıya eline almayı tercih etmekte, “bizi biz yapan ilmik

ilmik ördüğümüz birliğimiz” söylemi havada kalmaktadır.

SÖZ DEĞİL, EYLEM BELİRLER

“Ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz” özdeyişi BMS yönetimi için söylenmiş gibidir. Sen

kalk, “İşbirlikçi sarı sendikalara, çıkardığı yasalarla ve uyguladığı ekonomik politikalarla

çalışanların boynuna sermayenin ipini dolamayı alışkanlık haline getiren hükümetlere

rağmen, yolumuzda yürümeye, işçileri köleleştiren zihniyeti her fırsatta teşhir etmeye ve

işçinin hakkını almak için gözünü budaktan sakınmadan mücadeleye devam diyoruz” de. At,

tut, mangalda kül bırakma. Sonra, hükümetin erteleme kararını duyar duymaz, ilk adımda

yelkenleri suya indir. Ardından, bütün bunlar olmamış gibi, mücadeleci sendikacılar

olduğunuza inanılmasını bekle. BMS yönetiminin sendikal bürokrasinin sol versiyonu

olmaktan öte bir özelliği yoktur. Sendikal demokrasiyi işine geldiği gibi yorumlamakta; içini

boşaltarak, kendi koltuğunu korumak için işçilere karşı adeta bir silah olarak kullanmaktadır.

Temsilcilerin seçimle belirlenmesi, TİS taslaklarının işçilerle hazırlanması, BMS yönetiminin

sınıf sendikacılığı çizgisini rehber edindiğini göstermez. Zurnanın zırt dediği her durumda

BMS yönetiminin tavrı, geleneksel sendika bürokratlarının tavrından bir milim ileride

olmamıştır. Kaldı ki, temsilcilerin seçimle belirlenmesi, TİS taslaklarının işçilerle birlikte

hazırlanması, bugünkü BMS yönetimiyle gündeme gelmiş değildir. Bütün refleksleri, BMS

yönetiminin sendikacılığı bir meslek olarak gördüğünü ortaya koymaktadır. Aktif sendikacı-

pasif işçi kitlesi ilişkisi BMS’de de hatırı sayılır boyuttadır. BMS yöneticileri de, fabrikalara

gittiklerinde önce patronlarla görüşüp, sonra işçilerle görüşmeyi neredeyse alışkanlık haline

getirmiş durumdadır. Sendikal bürokrasinin günümüzdeki  alamet-i farikası olan “iş

bitiricilik”te uzmanlaşmanın BMS yöneticileri bakımından da geçerli olduğu rahatlıkla

söylenebilir.

MÜCADELECİ SENDİKACILIK

Mücadeleci sendikacılık açısından ise, bir sendikacıda, işçinin aldığı kararların tavizsizce

uygulayıcısı ve işçilerin sözcüsü olmanın ötesinde bir özellik aranmaz. TİS, grev ve direniş

anlarında inisiyatif tümüyle tabanda işçilerin seçimle belirledikleri TİS, grev, direniş

komiteleri gibi örgütlerde toplanır, işçiler bu örgütler aracılığıyla kararlarını oluşturur,

katkısını bu kararların sınıf çıkarlarının gerektirdiği yönde oluşmasında yapacak olan

devrimci sendika yönetimleri işçilerin aldıklara bu kararlara göre hareket eder.

Sendika bürokrasisini hareketin dışına atabilmenin yolu en başta sendikacıların sahip

oldukları ayrıcalıkları ortadan kaldırmaktan geçmektedir. Sendikacı, işkolundaki en yüksek

ücreti alan işçiden daha fazla ücret almamalıdır. Sendikal harcamalar, işçilerin erişebileceği

(günümüzde internet) araçlarla, düzenli olarak işçinin bilgisine sunulmalıdır. Sendikal

aidatlar, sendika genel merkezlerinde değil şubelerde toplanmalı, genel merkezin harcamaları

buradan karşılanmalı, merkezin ekonomik gücü şubeler üzerinde bir sopa gibi kullanmasının

önüne geçilmelidir. En önemlisi de, işçilerin seçtikleri temsilcilerini (sendikacıları) istedikleri

an geri alabilmeleridir. Ki, sendikacı attığı her adımda işçinin nefesini ensesinde hissetsin.

Asgari bu tedbirler alındığında, sendikacılık, “dünyalık biriktirilen” makam olmaktan çıkıp

gerçek mücadele insanlarının yapacağı bir sınıfsal görev halini alacaktır. Metal işçileri

grevinin ortaya çıkardığı en temel ders, işçilerin sendikal bürokrasiyle köklü bir hesaplaşmaya

girişmeden sermaye ve burjuvaziye karşı tayin edici bir mücadeleye girmekte de zorlanacağı,

yeni haklar kazanmak bir yana ellerindekini dahi koruyamayacakları gerçeğidir. Sonsöz,

sendikalarını aşağıdan yukarıya mücadeleci temelde örgütlemek, varolan sendikaları bu

temelde bir dönüşüme tabi tutmak işçi sınıfının önünde başarılması gereken en acil görev

olarak durmaktadır.

Ekonomik Kriz, İşçi Hareketi ve Reformizm

Son günlerde tüm toplum kesimlerince en sık kullanılan sözcüklerin başında, abartısız, “kriz” sözcüğü geliyor. Hemen herkes, sanki kırk yıllık ekonomi uzmanıymışçasına; “kriz”in ne yönde gelişip, şekille¬neceğine ilişkin “kestirimlerde” bulunuyor. Bu tahminler üzerinde yükselen ve gerçekle¬şebilir olup olmamasına fazlaca bakılmadan ortaya atılan düşünce ve önerilerin birçoğu, daha tartışılma imkânı bulamadan yerini ye¬nilerine terk ediyor. Herkes kendince tartışa-dursun, giderek derinleşen, ekonomik plan¬da çöküntülerle, siyasal planda “yönetememe”yle karakterize olan bu kriz, burjuva politik platformunu da tam bir it da¬laşı haline çevirmiş bulunuyor.
Diğer yandan, sistem savunucularının krizden çıkış yolu olarak sunmaya çalıştıkları her plan ve yaptıkları her hamle, en küçük bir dalga karşısında adeta kumdan bir şato gibi dağılmakta, dönüp dolaşıp mimarlarının başına geçmektedir.
Yasama, yürütme, yargı -bunlara dördün¬cü kuvvet “Mehmetçik basın”ını da eklemek gerek- başta olmak üzere, sistem, bütün kurumlarıyla artık kendisini yeniden üretemez bir haldedir. Kuşkusuz bu, ülkemizde yaşanan ilk “kriz” değildir. Mevcut toplumsal-siyasal sistem devam ettiği müddetçe de son olmaya¬caktır. Ne var ki, bugüne kadar yaşanan “kriz”lerden farklı olarak, sistem açısından ölümcül sonuçlar doğurabilecek özellikler ta¬şıyan bir krizdir içinde bulunulan.

“KRİZ”İN KAYNAĞI: KAPİTALİZM

Kapitalist sistem, kriz ve bunalımdan kur¬tulamaz. Çünkü doğası gereği her gün, her saat bunalım ve çelişkileri yeniden üretir. Tek amacı ve dürtüsü kâr olan bütün üretim ve dolaşım sürecini buna göre organize eden kapitalist üretimin, plansızlık ve anarşi ile ka¬rakterize olan yapısı, kriz ve bunalımı koşul¬landırır. Üstelik kriz ve bunalım üretmede, alabildiğine verimkâr olan kapitalizm, iş çözüm üretmeye, bunalım ve krizden nasıl çı¬kılıra geldiğinde, bir o kadar kısır ve çaresiz¬dir. Ama bu, asla, hiçbir biçimde, kapitalizm içine düştüğü kriz ve bunalımlardan kurtula¬mayacak anlamına da gelmez. O nihai olarak kurtulamayacak olsa da, dönem dönem pekâlâ bunalımın yüklerini proletarya ve ezilen sı¬nıfların omuzlarına yıkıp geçici de olsa bir soluk alabilir. Bunu başarmak için her yolu mubah görür. Gerek tarihsel tecrübeler ve ge¬rekse de günümüz dünyasında yaşananlar, tereddüde yer bırakmayacak açıklıkta böyle ol¬duğunu göstermektedir. Çok değil, daha üç-beş yıl önce “kapitalizmin sosyalleştiği”nden, “barış içinde yaşanılacak bir dünya kurmaya yetenekli bir sistem olduğu”ndan dem vuru¬lurken, savaşlarla parçalanmış bugünün dün¬yası için, “karışıklık” ve “belirsizlik” egemen deniyor. Dünyanın dört bir yanında kışkırtı¬lan ve ezilen halkları milliyetçi ve gerici bir temelde birbirlerine boğazlattıran savaşlar, özü itibariyle kapitalist-emperyalist sistemin hızla içine girmekte olduğu yeni bir genel bu-nalımının bir sonucu olarak gündeme gel¬mekte ve sistem açısından kendince kriz çö¬zücü bir işlev görmektedir. Kısaca, sistemin bunalıma girdiği dönemlerde, uluslararası proletarya ve ezilen halklar, kapitalist-emperyalist cephenin en büyük ve en kap¬samlı saldırılarıyla karşı karşıya kalmaktadır. Başka türlüsü de olamaz. Çünkü kapitalizmin elinde, kriz ve bunalımın yüklerinden kendi¬sini kurtaracak (geçici olarak) bir başka araç ve silah bulunmamaktadır.
Ülkemizde patlak veren kriz ve peşinden yaşananlar, bunun dışında olmayıp aksine, bir parçası durumundadır. Üstelik emperya¬lizme göbekten bağlı olunduğundan krizin kapsamı ve boyutu çok daha geniş, sonuçları da çok daha yıkıcı ve tahrip edici oluyor. Ya¬zımızın başında belirttiğimiz gibi, bugün için¬de bulunulan kriz, olağan dönemlerdekinden çok farklı boyutları olan bir krizdir.
Bu yüzdendir ki; olağan dönemlerdeki tedbir ve uygulamalarla, bugün artık krizden kurtulmak bir yana, krizin şiddetini düşür¬mek dahi mümkün görünmemektedir, işte bu olgunun ortaya çıkardığı yalın gerçek, işçi sınıfı ve emekçilerin uğradıkları/uğrayacakları saldırıların boyutlarını apaçık ortaya koymak¬tadır.
Önemle vurgu yapılması gereken bir diğer gerçek ise; sistemin içine düştüğü krizin tüm toplumsal sınıf ve katmanları derinden etkile¬diği, artık geri dönülemezcesine bu sınıf ve katmanlara, ama asıl olarak da sermaye cephe¬si ve proleter cepheye, kendilerini her alanda yenilemeyi ve yeniden mevzilendirmeyi da¬yatmış olduğudur.
Bu noktada, daha yakından bakmak; bir başka deyişle, sermaye cephesi ve burjuvazi ve işçi sınıfı ve emekçilerin, karşılıklı olarak soruna nasıl yaklaştıklarını anlamak gereki¬yor. Bu durumun gerektirdiği yenilenmeyi, düşünce ve eylemlerinde ne oranda içselleştirmişlerdir? Sorularına cevap aramak gereki¬yor.
Amacımız, yaşanan krizin nedenlerini ve boyutlarını bütün yönleriyle tartışmak değil¬dir. Kısaca yukarıdaki saptamaları yaptıktan sonra, bu yazı çerçevesinde asıl olarak bu du¬rumun işçi sınıfı ve sınıf hareketi üzerinde yaptığı etkileri, yol açtığı değişiklikleri incele¬meye ve bazı sonuçlar çıkarmaya çalışacağız.

SERMAYENİN KRİZ HAZIRLIKLARI
Alınan bütün ekonomik ve siyasal tedbir¬ler, sermaye cephesi ve burjuvazinin attığı her adımı, bu duruma uygun olarak düşünüp, planlayıp attığını gösteriyor. Terörle mücade¬le yasasında yapılmak istenen değişiklikler, yeni iller idaresi yasası, yetki yasası vd. yasa önerileri bir bütünün parçalarıdır. Amaçla¬nan; krizin faturası, işçi ve emekçilerin sırtı¬na yüklenirken, ortaya çıkacak güçlükleri ber¬taraf etmektir. Krizin dalgalan, hâkim sınıflar arasındaki çelişki ve çatışmaları had safhaya çıkartsa da; bunalımın tüm faturasını ezilen sınıflara kesmede tam bir uyum ve mutaba¬kat içinde bulunduklarından şüphe duyulamaz.
5 Nisan tarihinde açıklanan sözüm ona “ekonomik istikrar paketi” açıklanır açıklan¬maz bütün sermaye ve işveren örgütleri, istis¬nasız, alınan tüm kararlan ayakta alkışladı¬lar. Burjuvazi, işi o kadar ileri götürdü ki; kararlara biçimsel temelde yapılan eleştirileri dahi, neredeyse “vatan hainliği” ile eş tuttu.
Ancak, kararların alınmasının üzerinden ay geçmeden, aynı çevrelerin, en keskin eleştiri¬ciler haline gelmelerinin ardında yatan neden, kararların yanlışlığından dolayı değil¬dir. Alınan kararlan hayata geçirmede, içine düşülen tereddüt ve ikircikli tutum, gerçek nedeni oluşturuyor. Açıkçası, alınan ekono¬mik ve siyasi tedbirler yetersiz görülüyor. Sermaye ve burjuvazi, eğilimini, daha fazla baskı ve daha fazla sömürüden yana belirti¬yor. Bu yüzden, devlet ve devletin tüm ku¬rumları tepeden tırnağa, burjuvazinin günü¬müzdeki ihtiyaçlarına göre, yeniden re-organize edilmektedir.
Burjuvazi ve diktatörlük, krizi gerekçe göstererek aldığı bütün ekonomik ve siyasal tedbirleri ve kendi çıkarına olan politikaları işçi ve emekçilere kabul ettirmede, bir yan¬dan geleneksel sendika bürokrasisinin yardımlarına yaslanırken, diğer yandan ve esas olarak, elinde bulundurduğu siyasal erk vası¬tasıyla terör ve zorbalığa yaslanmaktadır.
Öte taraftan, burjuvazi, salt ekonomik ve siyasal tedbirlerle de yetinmiyor, çünkü o, bunlarla sınırlı bir platformla işlerin pek de kolay yürümeyeceğini bilecek kadar deneyim¬lidir. Toplum kesimleri içinde politik etkinli¬ğini genişletmeye hizmet edecek bir tarzda işin propagandif cephesini de ihmal etmiyor. “Siyasal terör” demagojisinin yanına, “Ekono¬mik terör” demagojisini de ekliyor. Bu bağ¬lamda ’94 yılı, “Ekonomik terörle mücadele yılı” ilan ediliyor. Artık ne yapılırsa, “ekono¬minin bir gereği” adına ve “ülkemizin kurtu¬luşu” için yapılmaktadır. Temel argüman bu olunca, doğal olarak burjuva temelde yürütü¬len muhalefetin içeriğini de bu belgi belirti¬yor. “Özelleştirme” bunun için yapılıyor, işlet¬meler bunun için kapatılıyor, yüz binlerce işçi ve emekçi bunun için işten atılıyor, ücretler bunun için donduruluyor vb. Türk-İş Genel Başkanı Bayram Meral, o TV’den bu TV’ye koşup: “Biz her tür fedakârlığa hazırız”, “İste¬nilsin, iki ekmeğimizden birini verelim” diye¬biliyor. Sermaye, işçi ve emekçilere “ya kırk katır ya kırk satır”ı dayatıyor. Ya iş, ya ekmek diyerek bir başka seçenek bırakmıyor. Sınıfın en temel ve en haklı taleplerinin ba¬şında gelen, “iş güvencesi” talebi, sendika bü¬rokratlarının da yardımlarıyla, işçi sınıfını “ücretlerin dondurulmasına razı etme de “Demokles’in kılıcı” haline bu ortamda geli¬yor.
Özetleyecek olursak; burjuvazi; ekonomik, politik, ideolojik bütün cephelerde yeni duru¬ma uygun hazırlıkları yapmış, işçi ve emekçi sınıflara karşı gözü kara bir saldırganlıkla ha¬rekete geçmiş bulunuyor.

İŞÇİ HAREKETİNE YÖNELİK SALDIRILARIN BOYUTLARI
Burjuvazi cephesinde bunlar yaşanırken, işçiler ve emekçiler, askeri darbe dönemleri de dâhil olmak üzere, cumhuriyet dönemi bo¬yunca dahi uğramadıkları boyutta bir baskı ve saldırı dalgası altında bulunduklarının ay¬rımına gerçekte yeni yeni varıyorlar. 5 Nisan kararları ilan edilir edilmez patlak veren işçi ve emekçi eylemleri bunun bir göstergesi ola¬rak sayılabilir.
Bu konuya yeniden döneceğiz, işçi sınıfı¬nın son dönemde uğradığı saldırılarla devam edelim. Türk-İş’in yaptığı bir araştırmaya göre ’94 yılının ilk dört ayında, işten atılan işçi sayısı 220.000’i geçmiş bulunuyor. Bu rakamlar gerçek durumu yansıtmaktan uzak kaldığı halde, bu kadar yüksektir. Çünkü sa¬dece sendikalı ve sigortalı işçileri kapsamak¬tadır. Bu zaman zarfında, işini kaybedenlerin sayısı gerçek boyutuyla yarım milyondan aşağı değildir. Ücretlilerin reel alım gücü, ya¬rıdan fazla oranda düşmüş bulunuyor. Örne¬ğin, asgari ücreti ele alalım, ilan edildiği ta¬rihte 140 dolara tekabül ederken bugün bu 48 dolara gerilemiştir. Aşınma payı % 68 civa-rındadır. Temel tüketim mallarına peş peşe yapılan zamlar, işçi ve emekçileri açlık sını¬rında bir yaşama mahkûm bırakmaktadır, iş¬sizlik, çığ gibi büyümüş ve bugüne kadar görülmemiş oranlara varmış bulunuyor.
Sendikasızlaştırma had safhadadır, kamu emekçilerinin grevli toplusözleşmeli sendika talepleri, hükümetçe bir başka bahara havale edilmek istenmektedir. İşçi ve emekçilerden kesilen tasarruf teşviklerine bir anlamda el konulmuştur. İkramiyelerin hükümetçe bir hafta öne alınmasından dolayı işçilerin uğra¬dığı kayıp 3 trilyonun üzerindedir. Saldırılar o kadar pervasızlaşmıştır ki; ’94 yılı ikinci altı aylık dönemde, TİS’e göre enflasyon ora¬nında ücretlere yapılması gereken artırımlar, enflasyon oranlarının yüksek olması nedeniy¬le yapılmak istenmemekte, artırımda ısrarlı olunması halinde, çok sayıda işçinin işten atı¬lacağı tehditleri savrulmaktadır. IMF ile ya¬pılması hemen hemen kesinleşmiş bulunan Stand-By anlaşmasına göre, emperyalistlere verilen taahhütlerin başında, özelleştirmenin her şartta gerçekleştirileceği, ücretlerin dondurulacağı, gerekli fiyat ayarlamalarının (zamların) vakit geçirmeksizin yapılacağı, vb. uygulamalar gelmektedir. Saldırılar buraya kadar saydıklarımızla sınırlı değil, biz sadece ilk akla gelenleri sıralamakla yetindik.

MÜCADELE VE PLATFORM DÜZEYİNDE REFORMCULUK
Saldırıların, sözcüğün en dar anlamıyla, alabildiğine kaba olduğu ve herkes tarafın¬dan basitçe görülebileceği bir zeminde gelişti¬ği halde, nasıl oluyor da işçi ve emekçiler, saldırıların gerçek yüzünü kavramakta bu de¬rece bir güçlük içindeler? Sınıf bilinçli işçile¬rin, duyarlı sendikacıların iyi niyetli çabaları beklenen sonuçları vermiyorsa, bunu neye yormalı? Sorular çoğaltılabilir, fakat bu kada¬rı yeterlidir kanısındayız. Neden ve nasılın cevabı, her şeyden önce sınıf hareketi üzerin¬de hüküm süren koyu reformizmde ve bunun üzerinden şekillenen ekonomist-sendikalist platformda aranmalıdır. Yaşananları “kendili¬ğinden hareketin doğal sonucu” saymak, ger¬çeğin tam ifadesi olmadığı gibi, sınıf hareketi açısından politik ve pratik bakımdan fazlaca bir yararı da yoktur.
İşçi hareketinin “kendiliğinden hareket” özelliklerinden sıyrılıp, bağımsız bir sınıf ha¬reketi düzeyine yükselmesi için, neyin ne kadar yapılıp da, buna rağmen sonuç alına¬madığı gösterilmek zorundadır.
Fazla uzaklara gitmenin ve derin “tahlil¬ler” ve “analizler” yapmanın bir gereği yok¬tur, işçi hareketinin son bir yılı zengin deney¬lerle doludur. Çeşitli çevrelerce her vesileyle, geri ve “apolitik” olarak nitelenen işçi ve emekçiler, taleplerinin savunulduğuna inan¬dıkları her platforma, büyük umut ve beklen¬tilerin yanı sıra, mücadele isteğiyle dopdolu olarak gittiler, yer aldılar. Sendika şubeleri platformu, işçi kurultayları ve en son demok¬rasi platformları bunun canlı ve somut örnek¬leridir. Özellikle sendika şubeleri platformu, gerek örgütleniş tarzıyla olsun ve gerekse de bünyesinde barındırdığı dinamikler bakımın¬dan olsun, özgün bir örnek oluşturmaktadır. Bugün içinde bulunduğu durum biliniyor. (Burada platformları tartışma gibi bir niyeti¬miz yok, sadece konumuzla ilgili olduğu ka¬darıyla değineceğiz.). Gelelim 5 Nisan karar¬larının ardından patlayan işçi eylemlerine. Bu, neyin göstergesidir? Tereddütsüz, işçi ve emekçilerin mücadele kararlılığının. O halde nasıl oluyor da sendikacılar üç-beş gün gibi bir sürede eylemleri önce sokaktan ve üreti¬me vurmaktan geri çekip hemen akabinde durdurmayı başarabildiler? En son ’94 1 Mayısı’nda açığa çıkan ve sermayenin saldırıları¬nı püskürtmeyi başaramasa da, göğüs gerici, direngen tutum ne anlama geliyor?
Şimdi, bu sayılanlar tam da “kendiliğin¬den hareketin karakteristik özellikleri”dir de¬nebilir. Kuşkusuz öyledir. Ama sınıf bilinçli iş¬çinin, duyarlı sendikacının bunca çabaları nereye gitti, sorusu hâlâ açıktadır, işçi sınıfı hareketi, üzerinde bulunduğu sendikalist plat¬formu terk etmediği sürece de açıkta kalma¬ya mahkûmdur. Sınıf bilinçli öncü işçinin, sı¬nıfın sorunlarını sahiplenen sendikacının, artık, ekonomik-sendikalist bir zeminde yürü¬tülen mücadeleyle sınıfın sorunlarının hiçbirinin çözülemeyeceği gerçeğini görmesi gerekir.
Sorun, dürüst ve mücadeleci bir sendikal çizginin olup olmamasının ötesindedir. Kaldı ki, Türkiye işçi sınıfı, her dönem bunun eksik¬liğini yaşadı, bugün de yaşıyor: Sorun, böyle bir sendikal faaliyetin politik ve pratik plat¬formunun nasıl ve kim tarafından oluşturula¬bileceğidir. Bu soruya verilecek yanıt, aynı za¬manda yukarıda sorulan bir dizi soruya da cevap teşkil edecektir.
Her sınıfın, maddi ve entelektüel yaşamı¬na yön veren, kendi politikası ve ideolojisidir. Ama bu yön verme kendiliğinden değildir. Her sınıfın bu iş için özel tarzda örgütlenmiş örgütleri (partisi) vardır. Bu bağlamda işçi sı¬nıfının yaşamına ve eylemine yön veren, onun devrimci komünist partisidir. Öyleyse işçi sınıfının hareketine ve devrimci sendikal eylemine de o yön verecektir.
Zaten sendikalizmin ülkemizde kökleşme¬sinin temel nedenlerinden biri de (diğerlerine az sonra değineceğiz), uzun bir dönem boyun¬ca işçi sınıfının Marksist partisinden yoksunlu¬ğudur. Ne ki günümüzde, yoksunluğun gideril¬miş olmasının avantaj ve olanaklarından, sınıf hareketini ilerletmede yeterince yararla-nılamadığı da ortadadır.

SLOGAN VE EYLEM BİÇİMLERİNDE REFORMCULUK
Sendika bürokrasisi her seferinde, işçi ha¬reketinin bu zaafından yararlanmış, onu sen¬dikalizmin dar sınırlarına hapsederek pasifize etmeyi başarabilmiştir. Koyu reformculuk bu zeminde boy vermiş, sloganlarından eylem bi¬çimlerine kadar işçi hareketine damgasını ba¬sabilmiş, bugün de basabilmektedir. Örneğin, son işçi eylemlerinde atılan sloganların başın¬da “Tansu Amerika’ya” sloganı gelmektedir. Sendikacılarca da kışkırtılan “Tansu Ameri¬ka’ya” sloganı, sanki işçi sınıfının sorunu salt Tansu Çiller’miş gibi bir hava veriyor olması¬nın yanı sıra, diğer taraftan Tansu’nun yerine ne öneriliyor? Devrim mi? Değil. 12 Mart ön-cesinde de “Demirel Amerika’ya” sloganı atılı¬yordu, sonuçta Demirel gitti ama yerine kim¬lerin geldiği malum. Gelenleri alkışlayanların başında ise o dönem “Demirel Amerika’ya” sloganlarını attıran sendika bürokratları geli-yordu. Haklarını yemeyelim (!) , günümüzün sendika bürokratları, cunta çığırtkanlığı yap¬mıyorlar. Onların yapmak istedikleri, işçi ve emekçileri burjuva parlamentarizminin kuy¬ruğuna takmaktır.
Eylem biçimlerindeki reformculuğa gelin¬ce; bunu tek bir örnekle anlatmak mümkün¬dür. Biliniyor, son dönemde hayli yaygınla¬şan ve işçi tarzından uzak eylem biçimlerinin başında “açlık grevleri” gelmektedir. Kuşku¬suz devrimciler hiçbir eylem biçimini reddet¬medikleri gibi, “açlık grevi” türü bir eylemi de reddetmezler. Ancak, ne var ki, cezaevi gibi sınırlanmış koşullarda ve belli şartlarda başvurulan böyle bir eylem biçimini, işçi sını¬fına salık vermek, koyu bir reformculuk de¬ğilse, başka nedir? “Kamuoyu oluşturma” gibi gerekçelerin geçmişte ve o da hayli sınırlı ko¬şullarda belki bir anlamı olabileceğini kabul etsek bile; sermayenin tavrını açıkça ortaya koymakla yetinmeyip, harekete geçtiği günü¬müz de bu tür eylem biçimlerinin hiçbir man¬tıksal izahı olamaz. Bugün işçi sınıfına açlık grevi yapmasını önermek, ona en büyük kö¬tülüğü etmektir.

ÖNDE OLAN EKONOMİ DEĞİL, POLİTİKADIR

İşçi hareketinde ekonomik-sendikalist platformun egemen olduğunu ve temel zaaf ve zayıflıklara bu olgunun kaynaklık ettiğini söyledik. Bu aynı zamanda, işçi hareketinin bütünlüklü bir politik, taktik platformdan yoksun olduğu anlamına gelmektedir. Şimdi bunun nedenleri üzerinde kısaca durabiliriz. Durumun mevcut şekilde teşekkül etmesinde, Türkiye işçi sınıfı saflarında partili bir müca¬dele geleneğinin olmamasının yanı sıra, tarih¬sel faktörler de önemli bir paya sahiptir, işçi sınıfının, kendiliğinden hareketi ve sendikal mücadelesi anlamına gelmeyen sendikalizm, “proletarya hareketinin sendikal yönünü ele alıp tek yönlü teorileştiren ve hareketi burju¬va ideolojisine ve egemenliğine bağlayan re¬formist karakterde ideolojik bir eğilimdir.” (Konferans Belgeleri).
Proletaryanın mücadele tarihi boyunca değişik tür ve renkte ortaya çıkan sendikalizm, biçimde farklılıklar varmış gibi görünse de özü itibariyle aynıdır. İkinci Paylaşım Sa¬vaşı sonrasında, emperyalist burjuvazinin, sosyalizmin kazanımlarına karşı açtığı savaş¬ta, rüşvet ve ayrıcalıklarla beslenen ve kışkır¬tılan, “hür” ve ” sosyalist (reformist)” sendi¬kalar ve sendikacılık, uluslararası proletarya saflarında sendikalizmin ve sendikalist-parlamentarist liberal platformun temel örgütleyicileri ve dayanakları olmuştur. Ülkemizde¬ki sınıf hareketi ve sendikal hareket ise daha başlangıcında sendikalizmin etkisi altında ge¬lişmiş ve şekillenmiştir, işçi sınıfını “siyasal mücadelenin ve sosyalizm mücadelesinin” dı¬şında tutmayı ve burjuva partilerinin ve siya¬setinin kuyruğuna takmayı temel amaç edi¬nen sendikalizm, ülkemizde bu amacını pek de zorlanmadan gerçekleştirebilmiştir.
Bu kolay elde edilen başarıda, sınıf bilinç¬li öncü işçinin ve sınıfının sorunlarına duyar¬lı olan sendikacının isteyerek olmasa da, hatı¬rı sayılır bir payı olmuştur. Çünkü onlar, teoride ve ondan beslenen pratik mücadele¬de önemli yanılgı içinde bulunduklarını ve tüm bela ve melanetin de, bu yüzden sınıfın başından eksik olmadığını bir türlü göreme¬mişlerdir.
İşçi sınıfının bilimsel sosyalist teorisi, si¬yasal bilincin işçi sınıfına; “ekonomik müca¬delenin dışından, işverenlerle işçiler arasın¬daki ilişki alanının dışından götürülebilir. Bu bilginin edinilebileceği biricik alan, bütün sınıf ve katmanların devlet ve hükümetle iliş¬ki alanı, bütün sınıflar arasındaki karşılıklı ilişkiler alanıdır.” (Lenin) derken, ülkemizde¬ki durumu, “sendikacılar görevlerini yapmı¬yorlar” eleştirisiyle izah etmenin ve hele bu yaklaşım tarzıyla öncü olmanın, ne mümkünü ne de âlemi vardır. İddia ediyoruz ki “sendi¬kacılar görevlerini bihakkın yerine getirseler”de, şayet işçi sınıfının Marksist partisinin önderliğinde örgütlenmiş devrimci sendikal platform üzerinde yükselen bir faaliyetin içinde değillerse, sonuç bugünkünden farklı olmayacaktır.
İşçi sınıfının en büyük eksikliği, politika yapmada gösterdiği tereddütlü tavrıdır. “İşçi¬ler artık politika dinlemek istemiyorlar” ya da “Dünya sağa kayarken sosyalizmi kim ister” türünden sözler, ne yazık ki, sadece birkaç şarlatanın ya da mücadele kaçkını “devrimci eskisi”nin söylediği sözler olarak kalmamıştır. Eski Sovyetler Birliği ve Doğu Bloğu ülkelerinin çözülüp dağıldığı bir ze¬minde geliştirilen bu gerici propaganda, etkilerini devrimci saflarda da göstermiş; bunun sonucunda, ” fazla siyasi olmayalım, işçiler ürker”, “ekonomik talepleri öne çıkar¬tırsak, daha fazla işçiyi harekete sokarız” vb. düşünce ve eğilimler hızla boy vermiştir. Perspektifteki bu çarpılma, sınıf hareketini tamamen siyasal mücadele alanının dışına çekerek; burjuvazinin politik saldırıları kar¬şısında eli kolu bağlı bir vaziyette bırakmış, kurduğu direniş hattı sağlam temellere oturmadığı için her seferinde daha geriden ku¬rulmak zorunda kalınmıştır.
Yer yer ele geçirilen inisiyatif, sendikalist platformun aşılamamasından dolayı sendika bürokratlarınca çok kolay ve çok basit ma¬nevralarla her seferinde sınıfın elinden geri alınabilmiştir.
Sermaye cephesinin kararlılığını göster¬mek için olur olmaz her şey karşısında “ya bitecek, ya bitecek veya ya olacak ya ola¬cak” diye höyküren Tansu Çiller ve ağababa¬larının karşısında da işçi ve emekçiler “ya politika yapacaklar, ya politika yapacak¬lardır. Çünkü içinde bulunulan politik-siyasal koşullar, işçi sınıfına bir başka seçe¬nek bırakmıyor. Bu tartışılmazdır, tartışılır olan, nasıl ve ne tarzda bir politika yapılaca¬ğı olmalıdır.

YENİ DÖNEME UYGUN BİR MÜCADELE HATTI
İlk yapılması lazım gelen, yüz yüze bulunu¬lan saldırıların gerçek yüzünü yığınlara kav¬ratmak olmalıdır. “Vatan millet uğruna” işçi ve emekçilere “fedakârlık” çağrısı yapanların, yığınları aldatıp zehirlemelerine izin verilmemelidir. En büyük tehlikelerin birinin de gele¬neksel sendika bürokrasisi ve onun oyunları olduğu gerçeği gözden kaçırılarak girilecek herhangi bir yolun sonu çıkmazdır. Öncü işçi¬ler, görevlerini yerine getirmede içinde bu¬lundukları zaaf ve ataleti terk etmelidir. Çünkü işçi sınıfı hareketi, olağandışı bir dö¬nemden geçmektedir. O nedenle, ortaya ko¬nulan çaba ve enerji de olağanüstü boyutlar¬da olmak zorundadır.
Krizden zarar gören tüm emekçi sınıf ve kesimlerin gözü, işçi sınıfındadır. İşçi sınıfı politik ve taktik mücadele platformlarını bu sınıf ve kesimlerin taleplerini de içerecek bir şekilde yenilemelidir. Sermaye cephesinin saldırılarını püskürtmede büyük olanaklar su¬nacak bir Genel Direniş’in ve Genel Gret’in örgütlenmesini kolaylaştıracak olanın, böyle bir platform olacağı ortadadır. Siyasal içerik taşımayan hiçbir sosyal olay ve olgu olamaya¬cağı gerçeğinden hareketle; en küçük bir eko¬nomik talebin elde edilmesi için dahi, ekono-mik, politik ve ideolojik bütün cephelerde kora kor bir mücadele yaşanacağı bilinciyle hareket edilmelidir.
Bugüne kadar yaşanmış mücadelelerden, oluşturulmuş örgüt biçimlerinden (komite, platform vb.) edinilen deney ve tecrübeler, sınıf hareketinin hizmetine sunulmalıdır. Or¬taya çıkmış olumsuzlukların cesaret kırıcı ve moral bozucu sonuçlara yol açmasının önü alınmalıdır. Yanlış olan yan reddedilmeli, küçük ve mütevazı de olsa olumlu olan ne varsa, ona sarılınmalı ve daha da geliştirilme¬si için çaba gösterilmelidir. Denilen odur ki; sınıf hareketinin üstesinden gelmesi gereken problemleri şu an üzerinde bulunduğu mücadele platformuyla aşması olanaklı değildir. O yukarıda tartışılanların ışığında; yenilenmiş bir aktüel mücadele platformunu vakit geçir¬meksizin örgütlemeye mahkûm durumdadır. Ya bunu yapacaktır, ya da krizin yüklerini sırtlanacaktır. Çünkü koşullar, işçi sınıfına bunun dışında bir seçenek tanımıyor.

KRİZ KARŞISINDA İŞÇİ TUTUMU
Varsın herkes kendince bir kriz tanımı yapsın, çözüm önerileri üretsin. Varsın sulu gözlüler, krizin kötülükleri üstüne “iç bunaltı¬cı” ağıtlar yaksın. Hiç kimsenin, işçi sınıfın¬dan nedeni olmadığı bir şeyin (krizin) bedel¬lerini ödemesini beklemeye hakkı yoktur. Krizin yaratıcıları kimlerse faturasını da onlar ödemelidir. Sınıf mücadelelerinin başat soru¬nu, politik iktidar sorunudur. Öyleyse işçi ve emekçiler kendi politik iktidarlarına giden yolda geniş olanaklar sunan kriz ve bunalım ortamından, bu yolda sınırsızca yararlanmak varken, neden rahatsız olsunlar ve niçin korksunlar? İlla birileri korkacaksa, bu, her halükarda işçi sınıfı olmayacaktır. Durum bu kadar açıktır. ‘Bugünden kendini ortaya koyan bir diğer açık gerçek de; önümüzdeki süreçte, sert mücadelelerin salt sermaye cep¬hesiyle, proleter cephe arasında değil, bunun yanı sıra, devrimci proletaryayla, oportünizm ve reformizm arasında da yaşanacağıdır.
Ne ki, bir iki sözcükle de olsa işçi hareke¬tinin bugününü tarif etmek gerekse, herhalde en uygunu “reformizmin kıskacında işçi hare¬keti” sözcükleri olurdu. Gerçekten de, iniş ve çıkışlarla, durgunluk ve kendiliğinden patla¬malarla karakterize olan işçi hareketi; refor¬mizmin bünyesinde açtığı ağır yaraların pençesinde kıvranmakta, yaralarını sağaltacak ilacın bedenine enjekte edilmesini heyecanla beklemektedir. Marksistlerin gücü ve örgütlü¬lüğü oranında zerk ettikleri ilacın dozajı geçici canlanmalar verse de, reformizm ve oportü¬nizm illetini silip atmakta henüz yeterli ola¬mamaktadır. Ne var ki teşhis, tedavinin önko¬şuludur. Reformizmin panzehiri, devrimci politikadır.

Haziran 1994

20 Aralık Eylemi’nin Ortaya Çıkardığı Gerçekler

20 Aralık’ı en kestirme biçimde ifade etmek gerekse söylenecek tek şey; 20 Aralık’ın memur mücadelesinde her bakımdan bir dönüm noktası olduğudur. Eylem öncesi ve sonrası gelişmeler ve gerçekleşen eylem bir yandan memur hareketinin büyük bir direnme ve mücadele potansiyeline sahip olduğunu ortaya koyarken, diğer yandan bugüne kadar bağrında taşıdığı zaaf ve eksiklikleri de açığa çıkardı. Bu bakımdan yapılacak 20 Aralık değerlendirmeleri asıl olarak bu iki cepheden ele alınmalı, irdelenmelidir.

EYLEM BİÇİMİ OLARAK 20 ARALIK
Son yıllarda işçi, memur tüm emekçilerin gündeminden düşmeyen taleplerin en başında tereddütsüz genel grev talebi gelmektedir. Ama gel gör ki ülkemizde genel grev, emekçi yığınlarca yalnızca en çok istenen talep olmakla kalmamakta, aynı zamanda bir eylem biçimi olarak üzerinde en çok tartışılan ve bir türlü mutabakata varılamayan bir özelliğe de sahip bulunmaktadır. İş, yer yer öyle noktalara götürülüyor ki genel grev fiilen imkânsız hale getirilebiliyor. Bu tartışmaların yeni bir vesilesi, 20 Aralık eylemi oldu. Sorun basitçe 20 Aralık’ı ifade etmekle sınırlı kalsa, belki eyleme “genel eylem” ya da “memur genel grevi” demenin pek bir önemi olmayabilirdi. Ancak eylemin hemen peşinden gerek memur sendikası yöneticilerinin ve gerekse de başta Aydınlık dergisi olmak üzere bazı dergi çevrelerinin ve bu dergiler etrafında kümelenmiş bulunan siyasi akımların, “uyarı görevi mükemmelen yerine getirildi sıra genel grevde” şeklinde özetlenebilecek düşünce silsilesi durumun hiç de böyle olmadığını gösteriyor. 20 Aralık’ın bu tarzda ifadelendirilmesi yakın dönemde memur mücadelesini önemli problemlerin beklediğinin bir işaretidir. Çünkü genel grev sorununa bu yaklaşım tarzının Türk-İş Genel Başkanı Bayram Meral’in ve genel olarak sendika bürokrasisinin yaklaşım tarzından bir farkı yoktur ve tıpatıp benzeşmektedir. Bu bakış açısıyla hareket edildiği müddetçe, o hakkında çok şeyler yazılan, isçi, memur tüm emekçi yığınların her gösteri ve mitingde haykırdıkları genel grevin gerçekleşmesi çıkmaz ayın son çarşambasına kalacaktır. Zira tarifi yapılan, genel grevden çok bir kılıç darbesidir, bir ayaklanma hali ve anıdır. Böylesine her şey denebilir ama genel grev demek mümkün değildir.
Diğer taraftan genel grevi bu biçimde formüle ettiniz mi koşullarının da buna uygun olarak oluşmasını beklemenizden doğalı yoktur. Söylemek bile gereksizdir ki; bu durumda beklenen Godot asla gelmeyecek, hareketin ortaya çıkardığı fırsat ve olanaklar heba olup gidecektir. 20 Aralık gibi etkili bir eyleme “uyarı” mahiyetinin ötesinde somut bir içerik kazandırılamamasının temel nedeni bir anlamda genel greve yüklenen bu “sihirli değnek” işlev ve imajıdır. Yanlış anlamaya yer vermemek için belirtmeliyiz ki; bir genel grev eylemi hak almaya yönelik olarak örgütlendiği gibi, uyarı veya dayanışma veya bir başka amaçla da örgütlenebilir. Eleştirmeye çalıştığımız 20 Aralık’ın uyarı amaçlı yapılmış olması değil, eylemin “genel eylem” olarak nitelenmesi ve gelecek günlerdeki olası memur mücadelesinin ufkunun buna bağlı olarak çizilmiş olmasıdır. Mücadele ve eylem biçimlerine ilişkin bilinci bulanıklar ve perspektif yoksunları aksini iddia etseler de Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’e, “bunlar devleti işlemez hale getirdiler, felç ettiler” dedirten bu eylem, öyle söylenildiği gibi “genel eylem” filan değil bal gibi bir genel grevdi. Ve kim ne derse desin 20 Aralık, memur genel grevi olarak tarihteki yerini şimdiden almış bulunuyor.

KİTLESELLİK YÖNÜNDEN 20 ARALIK
20 Aralık, bugüne kadar gerçekleşen en kitlesel memur eylemi oldu. Bir milyonu aşkın memur bu eylemde yer aldı. Yaklaşık iki yüz bin kişi sokaklara çıktı. Sendikalarda örgütlü memur sayısını ikiye katlayan bu kitlesellik, bir yanıyla geniş memur yığınlarındaki derin hoşnutsuzluğun bir göstergesi olurken diğer yandan, memur sendikalarının kuruluşundan bu yana en temel sorunlarından biri olan kitleselleşme sorununa da bir cevap verdi. Memur mücadelesinde kitleselleşme sorununda yaşanan bu zaafların bir kısmı bünyesel yani genel olarak hareketin tarihinden (yani ülkemiz işçi ve emekçi hareketinin kendine has özelliklerinden) kaynaklanırken diğer bir bölümü de dönemsel yani bizzat memur sendikalarının yönetiminde egemen olan anlayışın burjuva liberal reformcu karakterinden kaynaklandı. Soruna daha yakından bakalım. Genel ilkedir; her örgüt mutlak surette bir kitle hareketinin üzerinde şekillenir. Ve yine harekette yaşanan bir istikrarsızlık kaçınılmaz olarak bu örgütte de belirli oranda bir istikrarsızlığa kaynaklık eder. Söz konusu edilen örgüt bir sendika oldu mu, durum daha da yakıcı bir hal alır. Özelinde memur sendikalarının ortaya çıkışı ve şekillenişi bu genel ilkenin dışında gelişmedi. Bir başka anlatımla, Türkiye sendikal hareketindeki bünyesel zaaflar, bire bir olmasa da büyük oranda memur sendikalarının her tür örgütlenme ve mücadele çizgisinde bu nedenle kendi varlık temellerini buldu. Bununla birlikte memur sendikaları yönetimlerinde egemen bulunan anlayışın; memur mücadelesinin gündemine geniş memur yığınlarının en acil taleplerini değil de kendi suni gündemlerini dayatmaları; başka bir anlatımla, günlük sendikal çalışmanın mücadeleci bir gündem üzerinden değil de daha çok “lobicilik” üzerinden yürütülmesi; sendikaların üyeleşme bazında bir türlü istenen seviyeyi tutturamamasının nedenlerinden başlıcası oldu. Yoksa salt 20 Aralıkta değil daha önceki memur eylemlerinde de sendikaya üye olmayan memurların geniş katılımının izahı mümkün değildir. Doğrudan sendikalar tarafından örgütlenen eylemlere katılma ve ama aynı sendikaya üye olmama tutumundaki paradoks 20 Aralık’la çözüme kavuşmuştur: Sorun ancak mücadeleci zeminde yüründüğü vakit çözülecektir.

BİRLİK SORUNU VE 20 ARALIK
Memur mücadelesinde çözüm bekleyen sorunlardan biri de, sendikal birlik sorunudur. Geçen dönemde enerji ve ulaşım sektörlerinde sağlanan birlik, bugün de eğitim işkolunda sonuçlanma aşamasında. Ancak birlik sorununda sağlanan bu olumluluk memur sendikalarının geneli söz konusu olduğunda yetersiz kalmaktadır. Birçok işkolunda bölünmüşlük ve parçalanmışlık devam ediyor ve ne yazık ki yakın vadede umutlu olmak için çok fazla neden yok. Geçmişin olumsuz mirası en fazla kendini birlik sorununda gösteriyor. En az yirmi beş yıllık geçmişi olan memur mücadelesinde, en karakteristik yan; dernekçilik zemininde uç veren ve günümüz sendikal çalışmalarına da taşınan grupçu sekter yaklaşımlardır. Hatırlardadır; memur sendikalarının ilk kuruluş aşamasında, eskinin “birlik ve dayanışmacı”ları fırsatçı bir biçimde kendi meşrebinde sendikaları alelacele oluşturup adeta memur hareketine dayatma yoluna gitti. Bugün eşgüdüm sendikalarını oluşturan bu anlayış, gerek örgütlenme ilkeleri ve gerekse de mücadele prensipleri itibariyle “sosyal demokrat” bir çizginin dahi gerisine düşmüş bulunuyor. 20 Aralık karşısında almış oldukları tutum bunun en açık kanıtını vermektedir. Merkezi olarak eylemi destekler yönde hiçbir tutum belirlemeyerek topu yerel birimlere atmasının bir başka anlam ve izahı yoktur. Eşgüdüm sendikalarının mücadele karşısındaki bu geri tutumları, KÇSP’yi oluşturan sendikalar tarafından sendikal birliğin önündeki önemli engellerden biri olarak görüldü/görülmeye devam ediliyor En son, Eğitim-İş Genel Başkanı Niyazi Altunya’nın Meclis Anayasa Komisyonu’nda, komisyon üyelerine dönüp “artık memurunuza güvenin” sözleri, tartışmasız grevli toplu sözleşmeli sendika mücadelesinde eş-güdümcü anlayışı en iyi anlatan ibreti âlem bir durumdur. Bütün bunlardan sonra birlik sorununda eşgüdümcü sendikalara alman mesafeli tutumlarda şaşılacak bir yan yokmuş gibi görülse de son tahlilde birlik söz konusu olduğunda biricik doğru tanım, hiç kuşkusuz emekçilerin kayıtsız, koşulsuz birliğini savunmaktır. Ancak bu olguların yanı sıra eşgüdüm sendikalarının 20 Aralık karşısında aldığı tutum da göz önüne alındığında; birliğin eşgüdüm platformunda gerçekleşmesinin önünü alacak taktiklerin geliştirilmesinin zaruri hale geldiği de aşikârdır.
20 Aralık tabanda birliği sağlamıştır. Birliğin ancak eylemci ve mücadeleci bir platformda gerçekleşeceği belli olmuştur. Eyleme olumsuz bakan sonuçlarına da katlanır. Bu bağlamda 20 Aralık’a katılmama yönündeki tavır alışın Adana’da Eğitim-İş’in saflarında istifaya kadar varan sonuçlara yol açmış olması, birlik sorununda bundan sonrası için umut vericidir.
Hemen her işkolunda farklı sendikalarda örgütlü veya şu ana kadar herhangi bir sendikaya üye olmayan memurlar, omuz omuza greve çıkıp sokakları zapt ederek dayanışmanın önemini görmüş, birleşmenin sağladığı gücün ayırtına varmıştır. Bundan ötesi daha memur hareketinin ileri unsurlarına kalmıştır. Sendika yönetimlerim birleşmeye yöneltecek baskıyı oluşturmak görevi onların omuzlarındadır. 20 Aralık’ta sağlanan bu tarihsel kazanım mutlak surette korunmalı ve bundan sonrası için boydan boya memur mücadelesinin hizmetine sunulmalıdır.

DAYANIŞMA YÖNÜYLE 20 ARALIK
Türkiye sınıf hareketinde destek ve dayanışma bilincinin gelişmemiş olması gerçeği, sınıf hareketi üzerine yapılan değerlendirmelerde öteden beri en sık vurgulanan şeylerin başında gelmektedir. Bu hususta gösterilen hassasiyetin boşa olduğunu kimse iddia edemez. Çünkü işçi hareketinin, “kendiliğinden hareket” olmaktan kurtulup “kendisi için hareket” düzeyine yükselmesinde, destek ve dayanışma bilinci ve pratiğinin layıkıyla yerine getirilmesinin rolü büyüktür. Bu anlamda da 20 Aralık’ın küçümsenemez katkıları olmuştur denebilir. Daha önce, 20 Temmuz’da oldukça sınırlı oranda gerçekleşen işçi memur birleşik eyleminin sınırları bu kez daha da genişlemiştir. Bu sonuçta, işçi sendikaları şubeler platformlarının aldığı olumlu tutumun önemli payı inkâr edilemez, ancak olabildiği kadarıyla bu birliğin yakalanmasında asıl olan hareketin nesnelliğidir, yani işçi ve memur yığınlarını derinden etkileyen ekonomik kriz ve buradan kaynaklı sermaye saldırılarının işçi, memur, emekçi saflarda yarattığı hoşnutsuzluk ve öfkedir. Öfke öylesine boyutludur ki, bizzat devlet tarafından 20 Aralık Eylemi’ni kırmak için kendi güdümündeki Türk Kamu Sen’e 17 Aralık tarihinde yaptırılan miting, amaçlananın aksine netice vermiştir. Bu eylemde, bir avuç üst düzey bürokratı dışta tutuğumuzda yığınlar, öfke ve taleplerini haykırdılar.
Eğer 20 Aralık’ta dayanışmanın boyutları daha ileri noktalara götürülememişse, bunun baş sorumlusu işçi sendikalarının başına çöreklenmiş bulunan sendika bürokrasisidir. Ama yeri gelmişken memur sendikası yöneticilerini de eleştirmek gerekiyor; onlar da birleşik eylemin gerçekleşmesi için gerekli çabayı ortaya koymadılar. Türk-İş, DİSK ve Hak-İş’in de içinde yer aldığı “Demokrasi Platformu”nun biraz şov, biraz da yasak savma türünden yaptıkları, hiçbir plan ve perspektife sahip olmayan soyut destek çağrıları kendilerine kâfi gelmiş gibi hareket ettiler. Bu durumu biz eleştirmiyoruz yalnızca, benzer eleştiriler haftalık Gerçek dergisinin 24 Aralık tarihli 39. sayısında, 20 Aralık’a ilişkin olarak yaptığı değerlendirmede Yol-İş İstanbul 1 No’lu Şube Başkanı ve İstanbul Sendika Şubeleri Platformu Yürütme Kurulu üyesi Ercan Atmaca tarafından da dile getiriliyor.

MÜCADELE GÜNDEMİ VE 20 ARALIK
20 Aralık’ın hemen ardından memur sendikası yönetimlerince yapılan açıklamalar yalnızca yazımızın başında genel grev sorununa ilişkin eleştirmeye çalıştığımız düşüncelerden ibaret kalmadı. Daha açık bir deyişle; söylenen sadece “sıra genel grevde” söylemi değildi. Bundan sonrası için belirlenecek görevlere ve izlenecek mücadele hattına dek oldukça kapsamlı sözler edildi. Örneğin, “Son üç beş aydır, ‘kamu çalışanları öldü bitti’, diyerek felaket tellallığı yapanlara, yine kamu çalışanlarının bugünkü kadrolarına,  öncülerine ‘sağcı, teslimiyetçi’ damgası vuranlara da 20 Aralık güzel bir ders vermiştir” sözlerini Tüm Maliye-Sen Başkanı İrfan Erdemoğlu değil de, sıradan bir memur söylese üzerinde durmanın hiçbir gereği olmazdı. Çünkü memur hareketinin mücadele gündeminin belirlenmesinde bir nebze payı ol(a)mayan birisine kimsenin bir diyeceği olmazdı. Biliyoruz bu sözlerimize Erdemoğlu çok kızacak, kendilerine haksızlık ettiğimizi, kendilerinin tabanın sesine kulak verdiklerini, zaten bu tutumlarını “söz, yetki, karar çalışanlara” sloganıyla da formüle ettiklerini öne sürecektir. Öne sürecektir, sürmesine de, cevabını bizden değil, bizzat Erdemoğlu gibi düşündüğünden zerrece kuşku duyulamayacak birinden, Eğit-Sen Genel Başkanı İsmet Aktaş’tan alacaktır. Bakın o görkemli 20 Aralık Eylemi’nden Aktaş’ın çıkardığı temel ders nedir: “…20 Aralık’ı çok iyi değerlendirmeli… Daha merkezi, daha disiplinli bir yapılanmaya gitmemiz gerekiyor. Bu eylem de göstermiştir ki, daha disiplinli bir yapı olan konfederasyonlaşmayı gerçekleştirmeliyiz. Bir üst örgütlenmeye sıçrama talebi (buraya dikkat-S.S.) tam da bugün mücadele içinde tartışılmalı.” Şimdi, “daha merkezi”…”daha disiplinli” olma ihtiyacı nereden kaynaklanıyor dersiniz? KÇSP’de neyi istiyordunuz da, gerçekleştiremiyordunuz? Sorularını sormanın bir yararı yoktur. Çünkü anlamı çok açıktır. Buna, literatürde benmerkezcilik denir ve tabanın söz ve karar sahibi olmasını baştan dıştalar. Aktaş olsun, Erdemoğlu olsun ve ya onlar gibi düşünenlerin mantığı “yağarken küpümü doldurayım” mantığıdır. Bu mantıktır ki, aylar boyu memur hareketinin gündemini konfederasyonlaşma, kısır tartışmalarıyla meşgul ve işgal eder. O nedenle “20 Aralık güzel bir ders vermiştir” ama Erdemoglu’nu eleştirenlere değil… Bizzat Erdemoğlu’na ve onun düşüncesinde olanlara.
Aslına bakılırsa 20 Aralık, memur mücadelesinin bundan öte hangi gündemde yürümesi gerektiğini emredici bir tarzda gözler önüne serdi.
Açık yüreklilikle söylemek gerekir ki; 20 Aralık, memur sendikalarına egemen olan zihniyetin elinde tıkanmanın eşiğine dayanmış memur mücadelesine yeni bir soluk getirdi ve onun kılcal damarlarına taze kan pompaladı. Gözden ırak tutulmaması gereken, yakalanan bu halkanın doğru değerlendirilemediği koşullarda çok çabuk tersine dönme eğilimini de içinde barındırdığıdır. Ancak ne var ki eylem sonrası söylenen ve bir kısmını buraya aldığımız birazda alelacele yapılan açıklamalar, 20 Aralık’ın yeterince doğru değerlendirilmediğini göstermesi yönüyle ümit kırıcı, talihsiz açıklamalardır.

20 ARALIK VE EGEMEN SINIFLARIN POLİTİK GÜÇSÜZLÜĞÜ
20 Aralık’ın en çarpıcı sonuçlarından biri de egemen sınıfların içinde bulundukları politik güçsüzlüğü gözler önüne sermesi oldu. İşçi ve emekçi sınıflara karşı tarihinin hiçbir döneminde olmadık derecede bir saldırı politikası izleyen sermaye cephesi ve onun devletinin baskıcı uygulamaları emekçi yığınların ideolojik ve moral olarak devletten kopuşunu hızlandırmaktan öte bir sonuç vermiyor. İşçi ve emekçilerin yükselen muhalefetini önlemek yolunda her tür uygulamanın içinde olan burjuvazi ve devlet, memurların karşısına da Türk Kamu-Sen’i çıkarmak istedi. Alay-ı vala eşliğinde 17 Aralıkta Ankara’da bir miting örgütledi. Ne var ki evdeki hesap çarşıya pek uymadı. Mitinge katılanlar bizzat düzenleyici devlet ve onun emekçilere saldın politikasını lanetlemeye yöneldi. Üstelik devletin bu sinsi politikası, 20 Aralık Eylemi’ne katılımı artırmaktan başka bir sonuç vermedi. Aldatmanın kâr etmediği yerde işin içine tehdit etmeler girdi. Başbakan başta olmak üzere bakanlar, müsteşarlar ve valiler de 19 Aralık akşamı itibariyle biri bin paraya olan tehditlerini savurmaktan geri durmadılar. Ne var ki, 20 Aralık tarihinde 1 milyon memur eylem yapınca, devlet bir anda memurunu hatırlayıp onunla “barışma” ihtiyacı duydu. Daha önce de benzer bir durum Türk-İş’in düzenlediği Ankara Yürüyüşü’nde devletin başına gelmişti. Sendika ağlarının denetlemekte ipin ucunu kaçırması, yürüyüşü tam bir düzen karşıtı gösteriye dönüştürmüştü.
Bütün bu gelişmeler ’95 yılının öyle bazı felaket tellallarının söylediği gibi işçi ve emekçiler açısından hiç de “kara bir yıl” olmayacağının kanıtlarını vermektedir. Belki de hiçbir dönem yakalanmadık ölçüde işçi ve memurların birleşik eyleminin temelleri açığa çıkmıştır. Hiç kimse, yığınların cesaret ve kararlılığı üzerinde var olan bu dev potansiyeli kendi fukara politikalarına alet etmeye çalışmamalıdır. Memurlar özelinde gündem artık, uyarı amaçlı değil, hak almaya dönük eylemlerin örgütlenmesidir. Gelinen noktada 20 Aralık’ı aşmayan bir mücadele ve örgütlenme çizgisini memur hareketine empoze etmeye kalkışmak, dünden farklı olarak bugün ihanetle eş anlama gelecektir.

(Alıntılar, 24 Aralık tarihli haftalık Aydınlık dergisinde, İrfan Erdemoğlu ve İsmet Aktaş’la yapılan röportajdan alınmıştır.)

Ocak 1995

HDP’de ne oldu?

Emek Partisi’nin yeni HDP sürecine katılmayacağını açıklaması, sol, sosyalist çevreler başta olmak üzere demokratik kamuoyunda “HDP’de ne oluyor?” sorusunu gündeme getirdi. Körün tuttuğu yerden fili tarif etmesi gibi, herkes durduğu yerden olayı yorumlamaya başladı. Gelişmeyi, EMEP’in Kürt siyasi hareketi ile arasındaki ipleri koparması olarak nitelendirenler olduğu gibi; “sol ve devrimci çevrelerin birlik çabaları bir kere daha boşa mı çıktı” diye soranlar da vardı.

EMEP’in açıklamasında ise, bu soruların yanıtları çok net biçimde ortaya konmuş bulunuyor. EMEP, Kürt halkının ulusal hak taleplerinin elde edilmesi mücadelesinde bugüne kadar olduğu gibi, bundan sonra da üzerine düşen sorumlulukla hareket edeceğini, bu çerçevede Kürt siyasi hareketi ile ittifak ve işbirliği içinde olacağını belirtiyor.

Kürt sorununa ilişkin tutumunda en küçük bir değişiklik olmayan EMEP’in öyleyse yeni HDP sürecinde yer almamasının nedeni ne? Yanıt, EMEP’in birlik ve ittifaklar sorununa yaklaşımında yatıyor.

KURUÇEŞMEDEN HDK-HDP’YE BİRLİK VE İTTİFAK MESELELERİ

Birlik ve ittifaklar sorunu evvelemirde devrimci hareketin gündeminde varolagelmiştir. Bu, nedensiz değildir. Çünkü, devrimin çözmesi gereken problemler söz konusu olduğunda, sınıf güç ilişkilerinin verili koşulları nedeniyle kimi zaman bu görevi, Lenin’in deyişiyle tek bir örgüt (parti) başaramayacağı gibi, tek bir sınıf (proletarya) da başaramaz. Dolayısıyla devrimci proletarya, o anki devrimden çıkarı olan sınıf ve tabakalarla işbirliği ve ittifaka gitmelidir. Buradan çıkan birinci sonuç, ittifakların tercihen değil zorunluluktan gündeme gelmesidir. İkinci olarak, ittifakların sosyal sınıf, tabaka ve ulus temelinde yapılması gereğidir. Parti ve örgütler, bu sınıf, tabaka ve ulusların temsilcileri olarak bir araya gelerek, ittifak ve birlikler oluştururlar.

Anlaşılacağı üzere, birlik ve ittifak, taraflardan birinin siyasi programı üzerinden değil, ancak ve ancak bileşenlerin acil siyasi, ekonomik ve sosyal taleplerinin asgari müştereki üzerinden gerçekleşebilir. Ötesi, bileşenlerin birinin diğerlerini kendi ideolojik, siyasi anlayışına tabi kılmasını içerir ki, bu ittifaktan çok dayatmadır ve kabul edilemez.

Bir başka birlik zemini, daha çok partileşme süreçlerinde yaşanan ve ideolojik ve siyasal temelde birleşmeyi hedef alan örgütsel birlik arayışları olarak karşımıza çıkar. Burada temel amaç, ideolojik ve siyasi farklılıkları ortadan kaldırmak ve tek bir program etrafında birleşmektir.

“Üçüncü yol”, siyasi farklılıklarını muhafaza ederek bir araya gelen grupların yine de tek bir program etrafında birleşmeye yönelmeleridir. Meşhur “Kuruçeşme tartışmaları” bu anlayışa yataklık etmiştir.

Görüleceği gibi, birbirinden kategorik olarak farklı üç ayrı birlik ve ittifak biçimi söz konusudur. Türkiye devrimci hareketinde birlik ve ittifaklar sorunu bu açıklıkta ele alınmadığı için, bu alanda hemen her seferinde elmayla armudu aynı sepete koyan bir kafa karışıklığı hâkim olmuş, birlik ve ittifak arayışı daha baştan sakat doğmuştur.

KURUÇEŞME TARTIŞMALARI

Kuruçeşme tartışmaları, ülkemiz siyasi tarihine, sol ve sosyalist cephede birlik arayışının başarısız bir girişimi olarak geçmiştir. Bilindiği gibi, 1989 Temmuz’unda bir grup aydının imzasıyla “sosyalistlere” başlıklı bir bildiri yayınlandı. Amaç, sol grupları toparlayıp “çoğulcu bir parti” olarak birleştirmekti. Tartışmalar sırasında iki eğilim kendini gösterdi. Bunlardan ilki, Kuruçeşme’yi “legalizm batağı”, “tasfiyeci” olarak görüp karşı çıkan sol bloklaşmaydı. Diğeri ise TKP, TİP, TSİP gibi Sovyetler Birliği’nin çizgisindeki partilerin savunduğu, hemen bir araya gelerek legal bir parti kurulması aceleciliği idi. Kuruçeşme’nin başarısız kalmasını daha baştan bu iki eğilimin ortaya çıkmasına bağlayanlar çoğunluktadır. Bu doğru değildir. Çünkü bu durum, görünüşteki sebebi oluşturmaktaydı. Gerçekte ise, Kuruçeşme’de yürütülen, yukarıda da belirtildiği gibi, herkesin ideolojik ve siyasi referanslarını muhafaza ederek “çoğulcu bir parti olarak yeni bir program altında bir araya gelmesi mümkün müdür?” tartışmasıydı. Dolayısıyla Kuruçeşme’de başarısızlığa uğrayan da bu oldu.

Atilla Aytemur (başarısız kalmasına rağmen) “Kuruçeşme solu rehabilite etti”, Murat Belge “..Kurtuluş…ve…Dev Yol olmadan birleşik bir sol partinin başarı şansı yoktur” derken tam da bu durumu kastediyorlardı. 12 Eylül’ün enkaza döndürüp çölleştirdiği “sol”, çatlayan dudaklarına “Kuruçeşmeden” bir damla bile su bulamadan, 7 ay sonra dağıldı. Oysa aynı dönemde 12 Eylül’ün üzerine serpmeye çalıştığı ölü toprağını hızla üstünden atan işçi sınıfı hareketi bir çağlayan gibi gürül gürüldü.

ÖDP DENEYİMİ

Kuruçeşme tarihe başarısız bir girişim olarak geçmiş olsa da, ÖDP’nin Kuruçeşme’den miras bir çocuk olarak dünyaya gözlerini açtığı bir gerçekliktir. Murat Belge’nin “bir araya gelmeden olmaz” dediği Dev Yol ve Kurtuluş başta olmak üzere, TKP geleneğinden kişilerin, irili ufaklı pek çok sol grup ve aydının bir araya gelerek kurduğu ÖDP “parti olmayan bir parti!”, “çoğulculuğu esas alan bir parti” olarak tebarüz etti. Atilla Aytemur haklıydı; Kuruçeşme solu rehabilite etmişti. “Farklılıklarımız zenginliğimizdir” denilerek sağlanan “siyasi mutabakat”, iş siyasi gelişmeler ve olgular, en başta da Kürt sorunu karşısında pratik tutum almaya geldiğinde, tam bir kakafoniye dönüştü. İdeolojik ve siyasi farklılıklar süpürüldükleri halının altından odanın ortasına boca oldu. Dün “parti olmayan parti” olmakla övünenler, “bize parti gibi parti lazım” diyerek diş göstermeye başladı. Neticede, Dev Yol dışındaki en büyük grubu oluşturan Kurtuluş geleneği başta olmak üzere, bazı grup ve kişiler ÖDP’den ayrıldı.

Dönemin ÖDP Genel Başkanı Ufak Uras, konuyla ilgili olarak, Yurdagül Erkoca’yla yaptığı “ÖDP’de eskimiş aidiyetlere veda” başlıklı röportajda (MAG sayı. 19, Mart 2001), “… kuyularımızdan çıktık ve gökyüzünün o kadar dar olmadığını gördük” diyerek çoğulculuğa bir selam çaktıktan sonra, dönüp çoğulculukla tezat teşkil eden şu sözleri söylüyordu: “… ÖDP’de kuruluş dönemindeki geçmiş adresler, ÖDP’yi kurarak işlevlerini tamamladılar… ÖDP bu beş yılın ardından kendini tekrar ederek, diyelim, parti içi platformların mutabakatı üzerinden bir hat kurarak bir yere varamaz… eski aidiyetler üzerinden siyaset yapma anlayışını ve alışkanlığını bırakmalıdır.” Hani çoğulcuyduk, farklılıklarımız zenginliğimiz idi?! Görülüyor ki, hayatın hükmünü icra ettiği yerde çoğulculuğun bayraktarlığını yapan Ufuk Uras gibi biri bile çoğulculuğa sırtını dönmekte tereddüt geçirmemiştir. Dahası Uras “… partimizi koruma göreviyle karşı karşıyayız” diyerek, “çoğulculuğa” son darbeyi de indirmiştir.

Demek ki, toplumsal dönüşümü hedefleyen bir programla mücadele eden bir parti olacaksanız, herkes –önceki aidiyetlerini bir tarafa bırakmalı– parti çizgisine sadık bir hatta girmelidir. Bu yüzden Ufuk Uras, yukarıda yer verilen sözlerinde, yerden göğe kadar haklıdır. Aksi halde bir tartışma kulübüne dönüşmek ve sınıf mücadelesinde deklase olmak kaçınılmazdır ki, ÖDP’nin geldiği yerdir bu. ÖDP deneyimi denen şey bu özelliği ile kaimdir. Yeniden dönmek üzere buraya bir nokta koyarak, HDK-HDP’ye giden sürece geçelim.

EMEK, BARIŞ, DEMOKRASİ BLOĞU

Gerek Kuruçeşme platformunu, gerekse ÖDP deneyimini bir ittifak/cephe çalışması/arayışı olarak nitelendirmek mümkün değildir. ÖDP deneyiminde ne başta işçi sınıfı olmak üzere ezilen sınıf ve tabakaların sosyal, siyasal talepleri, ne Kürt halkının ulusal hak talepleri, ne de inanç, çevre, kadın sorunu merkezli bir hak ve özgürlük arayışına yanıt verme kaygısı vardır. 12 Eylül travması yaşayan sol grupların “birleşerek güç olma”sı başlıca amacı oluşturmuştur. Bu yüzden EMEP önceli Marksist hareket, ne Kuruçeşme tartışmalarına, ne de ÖDP gibi “çoğulcu parti” deneyimlerine yönelmiştir. Yüz yüze olunan teorik/siyasal ve örgütsel sorunların çözümünü işçi sınıfı hareketine bağlanarak çözme tutumuyla hareket etmiş, ittifak ve birlik meselelerine sınıflar arası bir olgu olarak yaklaşmış ve bu anlayışla ittifak/cephe ve güç birlikleri oluşturmaya çalışmıştır.

EMEP de kurulduğu andan itibaren aynı çizgide yürümüş, ittifak/cephe ve birlik dendiğinde solcuların birliği fikrinden uzak durmuş, sınıfın birliği, demokrasi ve halk güçlerinin birliği fikriyle hareket etmiştir. 2002 yılında seçimler sırasında oluşan Emek, Barış, Demokrasi Bloğu’nun örgütlenmesinden başlayarak, Kürt hareketiyle iş ve güçbirliğine gitmiş, HDK-HDP örgütlenmesine de bu anlayışla katılmıştır.

Emek, Barış, Demokrasi Bloğu; HADEP, EMEP, SDP gibi siyasi parti ve grupların yanında aydınlar, sendikacılar, akademi dünyası, emek örgütleri, kadın çevreleri, çevre örgütlenmeleri, inanç grupları gibi çok geniş güçlerin bir ittifakı/cephesi olarak örgütlendi. DEHAP çatısı altında seçimlere girildi. DEHAP bir bakıma “seçim partisi” işlevi gördü.

ÇATI PARTİSİ GİRİŞİMİ

EMEP, 2002 seçimlerinin ardından, Emek, Barış, Demokrasi Bloğu’nun bir ittifak/cephe örgütü olarak parti formunda örgütlenmesini gündeme getirdi. Fakat muhatapları bu öneriye sıcak bakmadılar ve konu 2009 yılında Çatı Partisi girişimi gündeme gelinceye kadar rafa kalktı. Çatı Partisi Girişimi, 2002 seçimlerinde Emek, Barış ve Demokrasi Bloğu ve 2004 yerel seçimlerinde DTP, SHP, EMEP, ÖDP, SDP gibi partilerin oluşturduğu Demokratik Güçbirliği ve ortak adaylar etrafında gidilen 2007 seçimlerinin birikimlerini dikkate alarak, örgütlenme çalışmalarını başlattı. Ne var ki, bir ittifak/cephe örgütlenmesi olarak gündeme gelmesine karşın, Çatı Partisi Girişimi’nin, giderek bu özelliğini yitirip sol örgütlerin Kürt siyasi hareketiyle birleşmesi mecraına kayarak “çoğulcu bir parti” girişimine dönüştüğü noktada, EMEP, çalışmadan çekildiğini açıkladı. Ve bu çalışma da akamete uğradı.

HDK-HDP SÜRECİ

2011 seçimlerinde oluşan Emek, Demokrasi, Özgürlük Bloğu seçimlerden büyük bir başarıyla çıktı. Uluslararası ve ülkedeki siyasi koşullar, seçimler sırasında oluşan bloklaşmanın genişleyerek bir cepheye dönüşmesini kaçınılmaz kılan özellikler gösteriyordu. Seçim başarısının arkasında yatan başlıca etkenlerden biri de bu nesnel durumdu.

Ortadoğu’dan Kuzey Afrika’ya yayılan geniş coğrafyada Arap halkları emperyalist politikalara karşı ayaklanmıştı. Halkların özgürlük ve ulusal onur talepli başkaldırısına uluslararası kapitalizmin (emperyalizm) yanıtı etnik ve inanç temelli sorunları kaşıyarak, iç savaşlar örgütlemek biçiminde oldu. Libya’da feodal savaş ağalarının güç yetiremediği yerde NATO devreye sokularak, doğrudan askeri müdahalelerde bulunuldu. Suriye’de çıkartılan iç savaş bölgeyi adeta barut fıçısına dönüştürdü.

AKP Hükümeti Libya’da emperyalist koalisyonun içinde yer alırken, Suriye’de Esad rejimini devirmek için açıktan taraf oldu. El Kaideci şeriatçı terör örgütlerinin ülke topraklarını bir üs haline getirmesine çanak tutan AKP Hükümeti, Suriye’de mezhepçiliği kışkırtmaktan geri durmadı. Başbakan Erdoğan “Suriye bizim iç sorunumuz” diyerek, dışarıdaki gerilimlerin olduğu gibi içeriye taşınmasının yolunu döşedi. Bu durum, zaten Kürt sorununun çözümsüzlüğünün gerilimlerini yaşayan ülkemizde, demokrasi sorunlarını daha da ağırlaştıran bir rol oynadı.

2008 yılında kapitalist sistemin devrevi krizlerinden biri daha patlak verdi. Uluslararası kapitalizm krizin yüklerini burjuva hükümetler eliyle işçi sınıfı ve emekçilerin üzerine yıkmaya yöneldi. Türkiye, krizin sonuçlarını en ağır biçimde yaşayan ülkelerin başında geldi. On binlerce işçi işinden olurken, belirli sektörlerde ücret kesintilerine gidildi. Esnek çalışma, kriz fırsat bilinerek yaygınlaştırıldı. Ücretsiz izin uygulamaları devreye sokuldu vb. Bu durum işçi ve emekçilerin yaşamını daha da çekilmez hale getirirken, toplumsal yozlaşma, çürüme, dejenerasyon bir veba salgını gibi emekçi sınıf ve tabakalar arasında yaygınlaştı.

HDK-HDP, emek, demokrasi ve barış güçlerinin siyasal gidişata ortak müdahalesini gerektiren bu siyasal koşullarda gündeme geldi ve örgütlendi. 2002 yılından başlayan seçim ittifakları cephe tarzı bir örgütlenme için belirli bir birikim oluşturmuş, şartları olgunlaştırmıştı. HDK-HDP, kendi içinde yer alan güçlerin üzerinde anlaştıkları konuları gündemleştiren ve/veya tek tek grupların (ideolojik, siyasi program ve öncelikleri gözetilerek) bazı kararlara katılmama özgürlüğünü kabul eden bir anlayışla örgütsel norm ve ilkelerini oluşturdu. Örgütlenmedeki bu esneklik, hem güçlü bir mücadele ortaklığına (eylemde birlik) imkân tanıyor, hem de farklılıkları kabul ederek (propaganda ve ajitasyonda serbestlik) HDK-HDP içinde yer alan her politik hareket açısından kitleler içinde siyaset yapma zeminini genişletiyordu. Yine bu esneklik, akademi, bilim, aydın, sanatçı, çevre, inanç, etnisite ve farklı kimlik ve aidiyet mensubu kişi ve çevrelerin katılımına imkân sağlamakla kalmıyor, en ileriden görev almalarını teşvik eden bir rol de oynuyordu.

Bu örgütsel norm ve demokratik işleyiş, HDK-HDP’yi, Kuruçeşme’de tarif edilen ve ÖDP deneyimiyle ete kemiğe bürünen “çoğulcu parti”den ayıran ve ittifak/cephe örgütü haline getiren temel özelliği oluşturuyordu. ÖDP’de gruplar eski aidiyetlerini muhafaza ederek bir araya gelmişlerdi, ancak bununla birlikte ÖDP toplumsal dönüşümü hedefleyen programa sahip bir partiydi. Buna karşın HDK-HDP çok daha farklı aidiyetlere sahip çevrelerin (bu yönüyle çoğulcul) bir araya geldiği ve fakat belirli bir ideolojik anlayışa dayalı olarak toplumsal dönüşümü hedefleyen bir programdan farklı olarak, bileşenlerin üzerinde fikir birliği halinde oldukları en acil ekonomik, sosyal ve siyasal taleplerin elde edilmesini hedefleyen bir programa (mücadele programı) sahip (bu yönüyle ittifak/cephe örgütü) bir oluşumdu. ÖDP solcuların birliği (!) iken, HDK-HDP farklı sınıf, sosyal tabaka, ulus vb. aidiyetlerin birliği, ittifakı, cephesiydi.

Bunlar iki farklı kategoriden birlik ve oluşumlardır. Bu bakımdan ilk kurulduğu haliyle HDK-HDP ile ÖDP deneyimi arasında paralellik kurularak yapılan değerlendirmeler objektif durumu yansıtmaktan uzaktır.

YENİ HDP

HDK-HDP içinde en kitlesel güç olan Kürt siyasi hareketinin ana gövdesiyle HDP’ye katılacağını açıklaması ve HDP’yi “kitlesel bir parti” olarak yeniden inşaa etmeye yönelmesi, ortaya yeni bir durum çıkardı. Önerilen şekliyle HDP bir ittifak/cephe örgütü olmaktan çıkıyor, “çoğulcu bir parti” özelliği kazanıyor. Bu noktada EMEP’in itirazının iyi anlaşılması gerekiyor. EMEP’in yeni HDP sürecine katılmamasının nedeni, iddia edildiği gibi, yalnızca BDP’nin ana gövdesiyle HDP’ye katılarak bir anlamda HDP’nin BDP’lileşmesi, dolayısıyla böyle bir partide pozisyon yitimine uğrama endişesi değildir. Bunun bir sorun oluşturacağı ortadadır. Ancak asıl neden, Kürt siyasi hareketinin “demokratik ulus” temelinde “demokratik özerklik projesini” Türkiye için siyasi bir model olarak önermesi ve HDP’yi bu projeyi hayata geçirmenin partisi olarak dönüşüme tabi tutmasıdır.

HDP, bu şekliyle, bir ittifak/cephe örgütü olma özelliğini yitirerek, siyasi bir anlayışın (Kürt siyasi hareketinin) programının partisi haline gelmektedir. HDP Diyarbakır Milletvekili Nurseli Aydoğan’ın “… Türkiye’nin ihtiyacı olan radikal demokrasiyi hayata geçirecek ve bu çerçevede yeni modeller oluşturabilecek yapının ancak HDP ile mümkün olacağı” vurgusunda; yine Selahattin Demirtaş’ın HDP Kongresi’nde sarfettiği “…ortak vatanda demokratik ulusu inşa edeceğiz” sözlerinde bu durum yeter açıklıkla dile gelmektedir. Dahası, HDP’nin temsilcileri her vesileyle HDP’yi “radikal demokrasinin partisi” olarak ilan etmektedir.

“Radikal demokrasi” kavramı, ilk defa, 80’li yılların başında, Ernasto Laclau ve Chantal Mouffe tarafından “sosyalizmin bunalımını” aşmak için geliştirdikleri Yeni Sosyalist Strateji (YSS) açılımının kavramsallaştırılmış adı olarak gündeme getirilmiştir. “Radikal demokrasi”, özü itibariyle, proletaryanın tarihsel devrimci öncü rolünü reddeden, siyaseti sınıf aidiyetleri üzerinden değil kimlikler üzerinden (işçi, kadın, çevreci, LGBT birey, etnisite, inanç vb.) kurgulayan bir yaklaşımdır. İktidar ilişkilerini es geçen Laclau ve Mouffe, “radikal demokrasi” yoluyla gerçekleştirecekleri “özgürlük ve kurtuluş”u gerçekte kapitalizmin sınırları içinde kurgular/gerçekleştirirler!

Burada, özel olarak “radikal demokrasi” yi tartışmak niyetinde değiliz, meramımızı daha iyi anlatabilmek için konumuzla ilgisi bağlamında bu değinmeleri yaptık.

Emek Partisi, sınıfsız bir toplum için mücadele eden, işçi sınıfının bilimsel sosyalist teorisini (Marksizm-Leninizm) kendisine rehber edinen ve siyaseti sınıf kimliği üzerinden kuran bir ideolojik siyasi hatta ve sosyalistü bir programa sahiptir. EMEP halk demokrasisini savunur. Bu yüzden EMEP’in, kendi sınıf kimliğini belirsizleştirerek, kimlik aidiyetleri üzerinden siyaset yapan bir kitle partisinde yer alması beklenemez. EMEP, bu anlayıştaki bir partiyle ancak demokrasi ve özgürlükler zemininde ittifaklar yapabilir.

Yeni HDP sürecinde yaşanan problemlerden biri de, Kürt siyasi hareketinin, bileşenlerden, tıpkı BDP’nin yaptığı gibi, kadro birikimini yeni HDP’ye aktarmalarını ve günlük siyasi faaliyetlerini bütünüyle yeni HDP merkezli örgütlemelerini talep etmesidir. Bunun pratik karşılığı, HDP bileşeni partilerin kendi aidiyetlerini bir kenara bırakarak, yeni HDP kimliği ile hareket etmeleridir. Tarifi yapılan tipik bir “çoğulcu parti”dir, tıpkı ÖDP’nin ilk örgütlendiği zamanki hali gibi. ÖDP deneyimi için söylenenler, bir eksik, bir fazla yeni HDP içinde geçerlidir.

Bu süreçte özellikle belli çevrelerden geliştirilmeye çalışılan “eğer bu projede yer alınmazsa siyaset dışına düşülür” yaklaşımına gelince… Öncelikle dışına düşülecek olan siyasetin ne olduğuna bakmak gerekir. Siyaset var, siyaset var. Eğer bu sözle anlatılmak istenen demokrasi mücadelesinin dışına düşüleceği ise; demokrasi mücadelesini sınıflar arası bir mücadele alanı olarak kavrayan ve varlığını işçi sınıfına dayandıran EMEP için, bu, söz konusu bile olamaz. İşçi sınıfı ve halkın mücadelesini ilerletmeye hizmet etmeyen bir siyaset alanında EMEP zaten yer almaz.

Emek Partisi, baştan beri, “çoğulcu parti” fikrinden bu nedenle uzak durmuştur. Günün devrimci görevi, sol ve sosyalist güçleri “yeni sol projeler” etrafında birleştirmek değil, emekçi sınıfların ve ezilenlerin bir ittifak/cephe etrafında mücadele birliğini sağlamaktır. Demokrasi mücadelesini ilerletecek olan budur. Bugünkü gerçekliği içinde bu ihtiyaca en uygun örgütlenme olarak HDK görülmektedir. HDP içine girdiği yeni süreçte kimlik değiştirmiş, bir ittifak/cephe partisi kimliğini yitirmiştir. Bu nedenle EMEP yeni HDP’de yer almazken, HDK içindeki varlığını ve çalışmalarını sürdürme kararı almıştır.

 

Bir yılın ardından Gezi direnişi

Gezi-Haziran halk direnişinin üstünden bir yıl geçti. Türkiye demokrasi mücadelesi tarihinde benzeri görülmemiş kitlesellik ve genişlikteki –79 il de en az 5 milyon insanın katıldığı– bu direniş üzerine yapılan değerlendirme ve tartışmalar ilk günkü tazeliğini koruyor. Toplumsal, sosyal, siyasal tüm olay ve olgular artık Gezi ile bir biçimde  ilişkilendiriliyor ve Gezi üzerine tartışmaların yeniden ve yeniden üretilmesine vesile oluyor. Gelişmelerin siyasal iktidar ve sermaye düzeni üzerindeki etkilerinin boyutu Gezi ile kıyaslanarak ölçülmeye çalışılıyor. 17 Aralık yolsuzluk operasyonları, Soma’da katliam boyutunda yaşanan iş cinayeti karşısında alınan tutum ve yapılan değerlendirmeler, bu çerçevede akla ilk gelen örnekler.

Gezi Direnişi’nin yaşanıp biten ve tarihe tarihe mal olmuş bir olay olmaktan çıkıp bugüne etki eden canlı bir süreç haline gelmesinin başlıca sebebi, hiç şüphesiz Gezi Direnişi’nin demokrasi mücadelesi tarihinde “Geziden önce – Geziden sonra” denebilecek derecede bir miladı oluşturuyor olmasıdır.

Bununla birlikte; her gelişme sonrası Gezi’ye yüklenen farklı anlamlar nedeniyle “herkesin bir Gezisi var” denebilecek bir durumla da karşı karşıya bulunduğumuzu da görmek gerekiyor. Bunların neler olduğuna yeri geldikçe değinmek üzere, Gezi Direnişi’nin ne olduğu ve bugünle ilişkisi üzerinde durmaya çalışacağız.

HALK DİRENİŞİ OLARAK GEZİ

Gezi, sosyal ve siyasal (demokrasi, özgürlükler) alanlarda kuşatılmış durumdaki halkın baskıcı ve otoriter AKP iktidarı ve sermaye saldırganlığına karşı kendiliğinden bir başkaldırısıydı. Bu durumu en net biçimde ortaya koyan, “mesele üç, beş ağaç değil, sen hala anlamadın mı”sözleriyle sosyal medyadan yapılan eylem çağrısıydı. Toplumun ve bireyin yaşamına “nereye park, nereye cami, nereye alışveriş merkezi, nereye HES, nerede kentsel dönüşüm yapılacağından, nerede içki içilebileceğine, kadınların kaç çocuk doğuracaklarına ben karar veririm” diyen zorbalık, demokrasi ve özgürlük talebiyle harekete geçen milyonların direniş ve eylemlerinin görünür sebebini oluşturuyordu. Ancak, yalnızca buradan hareketle Gezi Direnişi’ni tanımlamak, değerlendirmek, bu büyük halk direnişini bütünlüğü içinde kavramak mümkün değildir. Nitekim olguya bu dar bakışla bakanlar, en küçük bir siyasal gelişmeden yeni bir Gezi çıkartma hayaliyle hareket ettiler. Bu aşırı iradeci (volantarist) yaklaşımların sonuçları ortada. Yapılan çağrılar, yapıldıkları yerin 500 metre ötesinde bir yankı bulmuyor.

Toplumsal yaşamda sosyal olanla siyasal olan arasında Çin Seddi yoktur. Sosyal olan aynı zamanda belirli oranda siyasal bir içerik de taşır, tersi de geçerlidir. Bu bakımdan, Türkiye’nin sosyal gerçekliğini dikkate almadan, neoliberal saldırganlığın emekçilerin ve halkın yaşamında yarattığı tahribatı işin içine katmadan Gezi Direnişi’ni anlamak mümkün değildir.

Buradan bakıldığında ise, Gezi Direnişi’ni önceleyen günlerde tablo şudur: 11 milyon 500 bin kişi aylık 326 liradan az bir aylık gelirle yaşıyor. Ailelerin %43’ü geçim zorluğu çekiyor. Bankalara kredi borcu bulunan kişi sayısı 14 milyondan fazla. Bu kesimin kredi borcu tutarı 280 milyar lirayı geçiyor. İşsizlik kronikleşmiş durumda. Tarım dışı işsizlik %14’ü geçerken, gençler arasında işsizlik oranı %25’i buluyor. Yüksek öğrenim mezunları arasında ise oran daha da yükseliyor. HES yapımı ve yeni maden sahalarının açılması nedeniyle tarımsal üretim düşüyor, köylünün yaşam alanı giderek daralıyor. “Kentsel dönüşüm” uygulamaları sermayeye yeni rant alanları açarken, kent yoksullarının barınma sorununu daha da ağırlaştırıyor. Milyonlar barınamıyor, beslenemiyor. Geleceğe dair en küçük bir güven duyulmuyor.Yukarıda vurgulandığı gibi, toplum ve bireyin yaşamına otoriter biçimde yapılan müdahalelerin yanı sıra ekonomik, sosyal bakımdan bu kuşatılmışlık da aynı ölçüde  öfke patlamasına kaynaklık etti.

“TAYYİP İSTİFA” YETMEDİ, ÇÜNKÜ!..

Yaşanılan demokrasi yoksunluğunun, özgürlüksüzlüğün, ekonomik ve sosyal sıkıntıların sebebi olarak AKP iktidarı ve Başbakan Tayyip Erdoğan görüldü ve okun sivri ucu onlara yöneldi. Normal zamanlarda bir araya gelemeyecek siyasal ve toplumsal güçler tarihin bu çok özel anında bir araya gelebildi. Taksim Gezi Parkı’nda polisin geri çekilmesiyle direnişçilerin yaşamı yeniden örgütledikleri özlemi çekilen toplumun nüveleri denebilecek dayanışmacı, paylaşımcı manzara, geniş toplum kesimlerinde sempati yaratmasının yanında,  bir toplumsal sistem olarak sosyalizmin aydınlar ve ilerici kesimler arasında yeniden tartışılmasına vesile oldu. Bununla birlikte hareketin Gezi bileşenlerini birleştirecek bir programı (talepler bütünü) ve “Tayyip istifa” dışında belirlenmiş bir hedefi yoktu. Bu eksiklik baştan sona hissedildi. Hükümet ve Erdoğan’a yönelik sloganlar öfkeyle sokakların ve meydanların dolmasına belli bir süre yetti. Ancak hareketin somut kazanımlarla ilerleyebilmesi için gerekli olan özne (önderlik) yoktu ve hareket, devlet güçlerinin şiddetle bastırmasının da etkisiyle kitlesellik yönüyle sönümlenirken, park forumları, yerel halk platformları gibi halkın demokratik örgütlenmesine hizmet eden örgüt biçimleri çıkararak, biriktirdikleriyle, bir başka alana evrildi. Program yoksunluğu ve önderlik eksikliği yığınların öfkesinin AKP Hükümeti ve Tayyip Erdoğan’a yönelmesiyle sınırlı kaldı. O kritik anda hareketi ilerletecek olan, sermaye ile AKP hükümeti ve Tayyip Erdoğan arasındaki ilişkiyi doğru temelde kurmak ve hedefi bu minvalde belirlemekti. Bu yapılamadı. Bunu yapma –yani Gezi güçlerini kendi etrafında toparlama– yeteneği gösterebilecek olan, işçi sınıfıydı. Ne var ki, hareketin –diyalektik olarak izlediği– kendiliğinden gelişme sürecine müdahale ederek bilinç unsuru katmaya işçi sınıfının verili durumu elvermiyordu.

Belirtmeliyiz ki, buradan hareketle hayıflanacak bir durum yoktur. Bu rolün yerine getirilememesini, Gezi çapında bir halk direnişinin patlak vereceğine dair bir öngörü yokluğuna bağlamak da doğru değildir. Eğer “toplum mühendisliği” yapılmayacaksa, bu çapta bir direnişin ilerleme sürecinin ne yönde gelişeceğinin başta işçi sınıfınınki olmak üzere toplumsal bilinç ve örgütlenme düzeyi tarafından baştan koşullandığının kabul edilmesi gerekir.

HAREKETİN KARAKTERİ

İşçi sınıfının örgütlü bir biçimde direniş içinde yer almamasına bakarak, hareketin “eğitimli orta sınıf”ın bir hareketi olarak şekillendiği görüşü öne çıkarılmaya çalışıldı. Gerek eylemin örgütlenme aşamasında, gerekse eylem anında üretilen sloganlarda vücut bulan esprili tutum bu eğilimi daha da güçlendirdi. Burada da kalınmadı. Genç kuşakların zeka ürünü parıltılar içeren bu yaklaşımı, burjuva liberaller ve küçük burjuva sol liberaller tarafından Marksist-Leninist sosyalist örgüt anlayışına ve devrim pratiğine yönelik yeni bir saldırının dayanağı yapılmaya çalışıldı. Örgütsüzlük bir kere daha kutsandı. Eylem anında ortaya çıkan yığınların yaratıcı örgütlenme yeteneğine bakılarak, örgütlü bir yapı çerçevesinde “yukarıdan” olan her şey bürokratizm, reformizm olarak damgalandı. Direnişin ortaya çıkardığı muazzam enerjiyi heba etmemek adına “özyönetimci” anlayışlar her vesileyle pompalandı: Ne yapacaksan kendin yap!

Devrimci bir örgütte örgüt içi demokrasi, bürokratizm, reformizm ve konformizm tehlikesine karşı mücadele ve uyanıklık ve bu çerçevede eleştiri ve özeleştiriyi bir silah olarak kullanma, kesintisiz bir süreç olarak, zaten işlemek durumundadır. Ancak burada hedefe konulan, sosyalist örgütler şahsında, işçi sınıfının önder rolüdür. Amaç, sınıfın örgütsüz kılınmasıdır.

Bu durumu not ettikten sonra, Gezi direnişinin sınıf karakterine yeniden dönersek; Gezi, küçük burjuva sınıf ve tabakaları da içine alan kendiliğinden bir halk hareketiydi. Bir öfke patlaması biçiminde ortaya çıktı ve bu özgünlüğü içinde gideceği noktaya kadar gitti. Modern kapitalist toplumda ancak burjuvazi ve işçi sınıfının toplumsal sistem kurma yeteneğine sahip olduğu göz önüne alındığında, bu çapta milyonları içine çeken bir harekete, sadece bu iki sınıftan biri önderlik edebilirdi. Gelgelelim, Gezi’de ne işçi sınıfı ne de burjuvazi bir sosyal sınıf olarak yer almıyordu. Gezi Direnişi’nin son çeyrek yüzyıldır uygulanan neoliberal politikalara bir başkaldırı olduğu gerçeğinden hareketle, bütün göstergeler işçi sınıfını hareketin başına geçmeye davet etse de, işçi sınıfı bunu yapacak bir pozisyonda bulunmuyordu.

Bu saptamayla birlikte, işçi sınıfının (örgütlü bir biçimde) içinde yer almamasına karşın, hareketin ana gövdesini emeği ile geçinen insanların oluşturduğu da bir gerçekliktir. Harekete kentlerin merkezinden katılan eğitimli kesimin dahi önemli bir bölümü ya işsizdi ya da güvencesiz koşullarda çalışmak zorunda kalanlardan oluşuyordu. “Merkez”den “çevre”ye (yoksul emekçi semtlerine) doğru gidildikçe, işçilerin, kent ve kırın yoksullarının, bir bütün olarak neoliberal politikaların mağdurlarının ana gövdeyi oluşturduğu görülmektedir.

Bir başka gösterge; süreç ilerleyip, direniş yaygınlaştıkça, siyasal özgürlük taleplerinin yanında sosyal taleplerin de dile gelmeye başlamasıdır. Bu yönüyle, hareket, tartışmasız biçimde emekçi bir karakter taşımaktadır. Gösterilerde yaşamını yitirenlere baktığımızda, ya Ethem Sarısülük ve Mehmet Ayvalıtaş gibi işçi ya da Ali İsmail Korkmaz, Abdullah Cömert… gibi işçi ve emekçi çocukları olduklarını görürüz. Bu durum bile, hareketin emekçi karakterini kavramamız bakımından bir ipucu vermektedir. Bu yüzdendir ki, sermayenin akıllı sözcüleri olan burjuva liberaller hareketin bu özelliğini karartmak üzere “Y kuşağı”, “yaratıcı zeka”, “sosyal medya devrimi” gibi popüler, ama gerçekleri ifade etmekten çok görünüşü oluşturan görüngüler üzerine bol bol güzellemelere başvurdular.

YAŞAYAN GEZİ

Yazının girişinde de belirtildiği gibi, son bir yıldır sosyal ve siyasal planda meydana gelen tüm gelişmeler bir biçimde Gezi Direnişi ile ilişkilendirildi. HES’lere karşı köylü eylemlerinden işçi sınıfının mücadele ve direnişlerine, kısacası mücadelenin olduğu her alanda istinasız Gezi sloganları atıldı. Bunların sınıf mücadelesi açısından ne anlam içerdiğini belirtmeden önce, Gezi Direnişi ile ilgili olarak ortaya çıkan iki eğilime işaret etmekte fayda var.

Bunlardan ilki, “Gezi sopası” gösterilerek, AKP Hükümeti ve Tayyip Erdoğan’ı kabul edilebilir sınırlara çekme tutumudur. Sureti haktan demokrat görünerek, sermayenin kırk yıllık sözcüleri ve burjuva liberaller tarafından ortaya konulan bu tutum, ne kadar hükümet aleyhtarı görünse de, özü itibariyle Gezi Direnişçilerinin talep ve özlemlerinin karşılanmasıyla ilgili olmayıp sermayenin ihtiyaçlarının karşılanmasına denk düşmektedir.

İkinci eğilim ise, hareketin nesnelliğini (gelişim süreçlerini) gözetmeden, indirgemeci bir yaklaşımla her gelişmeden bir Gezi Direnişi çıkarmaya çalışan tutumdur. Bunun bayraktarlığını ise küçük burjuva örgütler ve otonomcu, sivil toplumcu  anlayışlar yapmaktadır. Bu çevrelerin 17 Aralık yolsuzluk skandalı, İnternet yasası vb. sırasında daha çok sosyal medya üzerinden yaptıkları mücadele çağrıları bu çerçevede “beklenen etki”yi yapmamış, yığınları sokağa çekmeye yetmemiştir.

Burada, bir noktanın altını özenle altını çizmek gerekir ki, indirgemecilikten hareketle ortaya çıkan bu “iradeci” tutumla, mücadelenin olduğu her yerde atılan Gezi sloganları arasında bir paralellik kurmak temelden yanlış olacaktır. İradeciliğin yaşam karşısında hiçbir kıymet-i harbisi yokken, mevzi mücadele ve direnişlerde Gezi sloganları atanlar, geleceği, yani yaşayan Gezi’yi temsil etmektedirler.

Gezi, neoliberal saldırganlığa halkın verdiği bir yanıttı ve bu yüzden sermaye ve gericiliğe karşı mücadelenin olduğu her yerde Gezi bir şekilde dile gelmektedir. Gezi ya da bununla bağlantısı içinde “her yer Taksim, her yer direniş” sloganı, artık kavramsal olarak, halkın özgücüne güveni, ekonomik, sosyal ve siyasal (özgürlük) haklar için birleşmeyi ve kavgada militanlığı ifade etmektedir. Gezi Direnişi, “yeni dünya düzenci”lerinin 30- 40 yıldır çabalayarak ördükleri duvarı yıkmıştır: Emekçi yığınlar, sömürüye, baskıya ve horlanmaya sürgit tahammül etmeyecek, hakları için birleşmeye ve kavgaya devam edecektir. Ve mücadelenin olduğu her yerde Geziden bir iz, bir parça mutlaka olacaktır.

Gezi’nin bire bir tekrarı mümkün olmamakla birlikte, ekonomik, sosyal ve siyasal (özgürlük) sorunlarının bu ölçüde ağırlaştığı Türkiye’de kendiliğinden patlamalar biçiminde kitle/halk hareketlerinin ortaya çıkması beklenir bir durumdur. Gezi Direnişi’nin ortaya çıkardığı en temel ders, böylesi anlarda yığınları talepleri için kendi etrafında birleştirecek açık bir program ve taktiklere sahip toplumsal önder bir güce ihtiyaç bulunduğunu bir kere daha ortaya koymasıdır. Bu güç, Soma katliamından sonra varlığını bütün haşmetiyle bir kere daha hissettiren işçi sınıfıdır. İşçi sınıfı, nesnel olarak, diğer ezilen ve sömürülen sınıf ve tabakaları kurtarmadan kendisini de kurtaramayacak bir sınıftır. İşçi sınıfının mücadele programı, bu yüzden, bütün ezilen ve sömürülen sınıf ve kesimlerin taleplerini de kapsar. Bu gerçek emekçi yığınların bilincinde yer ettiği oranda geleceğe güvenle bakabiliriz. Öyleyse bütün çabalarımız bunun için olmalı. Gezi ile bitirelim: Bu daha başlangıç mücadele sürecek.

2002 1 Mayısı’nın işçi, emekçi hareketi açısından önemi

İşçi sınıfının uluslararası birlik, dayanışma ve mücadele günü 1 Mayıs yaklaşıyor. 2002 1 Mayısı da, 1 Mayıs’ın emek ve sermaye cephelerinin karşılıklı olarak güçlerini sınadığı bir gün olması tarihsel gerçekliğiyle kutlanacaktır. Ülkemizdeki sınıf mücadelesinin ve sınıf güç ilişkilerinin aktüel durumunu bir kaç cümleyle özetlemek gerekirse; şöyle bir tablo karşımıza çıkmaktadır:
1- IMF programı (işçi ve emekçiler cephesinden) ciddi engelle karşılaşılmaksızın hayata geçiriliyor. Özelleştirme, resen emeklilik, düşük ücret, esnek çalışma saldırıları boyutlanarak sürüyor.
2- Irak’a yönelik ABD saldırısının koşulları hızla olgunlaştırılırken, ABD’li savaş ağası Dick Cheney Ankara ziyaretiyle; “Türkiye’nin fiyatı”nın ne olduğunu öğrenmiş ve Türkiye’nin operasyondaki muhtemel rolü belirlenmiş bir biçimde ülkesine döndü. Türkiye’nin, Filistin halkına yönelik Siyonist katliam karşısında sözüm ona “tarafsızlığını korurken, üstüne üstlük Irak’a yapılacak bir emperyalist saldırıda görev üstlenmesinin savaş bataklığına ülkeyi geri dönülmezcesine bağlayacağı kesindir. Öte yandan, AB’ye uyum süreci “demokratikleşme” güldürüsü etrafında yürütülüyor. Emekçilerin söz, basın, örgütlenme (sendikal-siyasal) haklarını dışa atan, demokrasi sorununda eksen olarak AB kriterlerini temel alan bir zeminde toplum “AB’ci ya da AB’ye karşı” biçiminde bölünmeye uğratılıyor.
3- AB’ye “karşı cephe”de görünen MHP, geleneksel Kemalist çevreler ve silahlı kuvvetlerin en azından bir bölümü için temel itiraz noktaları olarak Kıbrıs, Ege ve Kürt sorunu ileri sürülüyor. Bu itirazlar, aynı zamanda şovenizmi körüklüyor ve özgürlük ve demokrasi taleplerini bastırmanın başlıca dayanaklarını oluşturuyor.
4- Toplumsal muhalefetin ana omurgasını oluşturan işçi ve emekçi hareketi ise; sermayenin saldırılarını püskürtecek bir tutumla hareket edememekte; geri mevzilere çekilerek, fabrika ve işyerlerinin günlük, ekonomik-sendikalist sorunlarına hapsolmuş bir durumda “gelişmeleri izlemekte”dir. Bu durum, şüphesiz sermaye cephesinin işini hayli kolaylaştırmaktadır.

TABANDAN GELEN MÜCADELE BASKISI
Gelgelelim tüm bunlar madalyonun görünür yüzünde olanlardır. Madalyonun diğer yüzünde ise; Türk-İş’in düzenlediği bölge toplantılarının da çok somut gösterdiği gibi, alttan alta öfke birikmekte, sendika bürokrasisini zorlayarak mücadele ve eyleme geçmek istemektedir. Çeşitli talepler etrafında işyeri eylemlerinin yaygınlaşması da, bu eğilimi göstermektedir. Aynı şekilde, Newroz gösterileri özgürlük ve demokrasi taleplerinin Kürdüyle, Türküyle tüm toplumda ne kadar güçlü olduğunu gözler önüne serdi. Newroz gösterilerinde dile gelen talepler derinlemesine incelendiğinde, sadece salt dil ve kültür haklarının geri verilmesinin istenmesiyle sınırlı kalınmadığı, ötesine geçerek, taleplerin kapitalist sömürü, baskı ve işsizliğe karşı mücadele kapsamına kadar genişlediği de görülecektir. Bu yönüyle 2002 Newroz’u, öncekilerle kıyaslanmayacak oranda 1 Mayıs’a güçlü bir dayanak oluşturmaktadır.

OLANAĞIN GERÇEĞE DÖNÜŞMESİ İÇİN
Bugün açık kitle hareketinin önündeki en büyük engel, sendikal bürokrasisinin hareket üzerindeki etkisi ve hareketin bu etkiyi de bertaraf ederek ileriye çıkış yapabilecek bir bilinç ve örgütlülüğe sahip olamayışıdır.
1 Mayıs, bu engelin aşılarak, hareketin, sermayenin saldırılarını püskürtecek ve özgürlük ve demokrasi taleplerine kadar genişleyecek bir pozisyon kazanmasında yakın dönemde sınıfın önündeki en büyük olanaktır.
Olanağın gerçeğe dönüşmesi başlıca şu üç koşulun layıkıyla yerine getirilmesine bağlıdır: a) hareketin genişliği, b) hareketin dayanacağı temel ve c) talepler.
a) Hareketin genişliği
İşçi ve emekçi hareketinin açık bir kitle hareketi karakteri kazanmasında, 1 Mayıs’ın en yaygın şekilde kutlanmasının rolü büyük olacaktır. Sınıfın hem kendi içinde hem de bağlaşıklarıyla hareket birliği sağlamasında, yine bu olgu belirleyici bir önem taşımaktadır. Bu bakımdan, ülkenin her köşesinde sınıf bilinçli, ileri işçiler ve sınıf partisinin örgütleri işçileri ve sendikacıları bu yönde teşvik edici olacaktır. Diğer bütün imkânlar tükendiğinde, sınıf partisi tek başına da kalsa, tertip komitesi oluşturarak kutlamaların gerçekleştirilmesinden geri kalmayacaktır.
b) Hareketin dayanacağı temel
İşçi hareketi ve sendikal hareketin son yıllarda yaşadığı en büyük zaaflardan biri, fabrika temelinden koparak genel “muhalif” bir çizgiye düşmesi ve bu temelde bir “protestocu” tarzı aşamayışı; fabrika ve işyerinden koptuğu oranda da sendika bürokrasisi tarafından “yedeklenmesidir”.
Oysa 15–16 Haziran, ‘89 Bahar Eylemleri başta olmak üzere, işçi sınıfı tarihindeki tüm büyük eylemler, fabrika temeline dayanmıştır. Çünkü işçiler, sermayeyle ve bir bütün olarak burjuva-kapitalist sistemle tüm çelişki ve çatışmalarını üretim sürecinde (fabrika, işyeri) yaşar. Burada vereceği mücadelelerle sendikal ve giderek siyasal bilince kavuşur, bağımsız bir sınıf olduğunun ayırtına varır. Sendika bürokrasisinin etkisizleştirilmesinde ve sendikal hareketin yeniden mücadeleci bir kimliğe kavuşmasında da, sendikal çalışmanın fabrika, işyeri temelinde kavranmasının rolü belirleyicidir. İşçi sınıfının ileri kesimlerinin fabrikalar temelinde bir örgütlülüğe kavuşması, sendikal hareketin sınıf sendikacılığı temelinde ileriye bir dönüş yapabilmesi için en temel dayanağı oluşturacaktır.
İşçi hareketi ve sendikal hareketin fabrikaları mücadele ve eyleminin merkezine alması gerekirliliği fikrinin yaygınlık kazanmasında, 1 Mayıs’ın fabrikalar temelinde örgütlenmesi, bu nedenlerle, vazgeçilmez önemdedir. Sınıf bilinçli, ileri işçiler ve sınıf partisinin örgütleri, 2002 1 Mayısı’nda hedeflerini bu çerçevede belirlediği ve temel fabrikalar, işletmeler üzerinde çalışmayı yoğunlaştırdığı oranda işçi, emekçi hareketi ileri doğru bir hamle yapacaktır.
1 Mayıs’ta fabrika ve işyerlerinde en “geri” biçimlerden, en “ileri” biçimlere kadar her türlü eylem örgütlenmeli, “olur”, “olmaz” toptancı yaklaşımlardan kaçınılmalıdır. Ayrıca fabrikalar arası bölgesel kutlamaların örgütlenmesi, 1 Mayıs’ın, sonraki süreç açısından da işçi emekçi hareketini ilerletici, kalıcı etkiler bırakması yönüyle önem arz eden bir diğer husustur. Yine açıktır ki, fabrika ve işyeri kutlamalarıyla, alan kutlamaları birbirlerinin alternatifi değildir, işyeri kutlamalarından sonra alan kutlamaları da en geniş ve en militan biçimde gerçekleştiği oranda, 1 Mayıs kutlamaları “resmigeçit törenleri” havasından kurtulacaktır.
c) 1 Mayıs talepleri
İşçi ve emekçilerin mücadelesinin kitlesel olarak yeniden yükselişe geçmesi, demokrasi ve özgürlükler cephesine genişlemesi ve siyasal bir platforma ilerlemesinde, doğru mücadele ve eylem biçimlerinin yanı sıra -verili koşullarda- taleplerin doğru tarzda formülasyonu da belirleyici rol oynar.
Buradan hareketle, 2002 1 Mayısı’nda işçi ve emekçilerin hedefinde IMF politikalarının olacağını söylemek bir gerçeği ifade etmek olacaktır. Dahası, emekçilerin IMF politikalarına karşı dile getirecekleri talepler, özgürlük ve demokrasi talepleriyle birlikte ele alınmalıdır. IMF dayatmalarının karşısına, özelleştirmelerin durdurulması ve iptal edilmesi, işçi kıyımına son verilmesi, tüm işsizlerin işsizlik sigortasından yararlandırılmaları, yoksulluk sınırı dikkate alınarak ücretlerin yükseltilmesi, esnek çalışmanın yasaklanması, iş güvencesinin sağlanması, tüm halkın genel sağlık sigortası kapsamına alınması, parasız eğitim talepleriyle çıkılmalıdır. AB’ye uyum süreci tartışmaları ve bu çerçevede güncellik kazanan Kürt sorununa ilişkin taleplerin de 1 Mayıs kutlamalarında özel bir yer tutması anlamlıdır. Anadilde eğitim, kültür vb. hakların geri verilmesi, OHAL’in kaldırılarak bölgede yaşamın normalleştirilmesi talepleri, bunların en yakıcı ve güncel olanlarıdır. Kürtlerin en doğal haklarını istemesi, “terör örgütü PKK’nin siyasallaşma çabaları” demagojisi eşliğinde bastırılmak istenmektedir. Terör demagojisi işçi ve emekçilerin ve bir bütün olarak emekçi Türkiye halkının özgürlük ve demokrasi taleplerini hedef alan siyasi gericiliği yeşerten bir can suyu vazifesi görmektedir. Buna karşı ve bu durumu değiştirmek için, OHAL’in kaldırılması ve Kürtlerin dil ve kültürel haklarının tanınması, idamın kaldırılması ve koşulsuz bir genel af taleplerinin başta Türk emekçiler olmak üzere, bütün emekçiler tarafından sahiplenilmesi, bu “gerici silah”ın etkisiz kılınmasında bir mihenk taşı olacaktır.
Newroz’da ortaya çıkan sömürüye ve baskıya karşı birlik ve kardeşlik duyguları ile 1 Mayıs’ın birlik, dayanışma ve mücadele ruhu, ülke sathında 1 Mayıs alanlarını kuşatmalıdır.

Kürt sorunu, gelişmeler ve İmralı görüşmeleri

2012 yılının son günlerinde Başbakan Erdoğan’ın katıldığı bir televizyon programında (TRT) İmralı’yla görüşmelerin sürdüğünü açıklamasıyla, Türkiye kamuoyu, Kürt sorununda yeni bir görüşme sürecinin başladığından haberdar oldu. Ancak, başta Başbakan Erdoğan olmak üzere, AKP kurmaylarının “gerekirse görüşülür” yönlü propaganda amaçlı söylemleri nedeniyle, ihtiyatlı bir yaklaşım söz konusuydu. Durumu kesinleştiren, DTK Eş Başkanı ve Mardin Milletvekili Ahmet Türk ve BDP Batman Milletvekili Ayla Akat Ata’nın İmralı’ya giderek Abdullah Öcalan ile görüşmeleri oldu.
Ahmet Türk’ün Öcalan ile görüştükten sonra yaptığı “Öcalan’ın talepleri devleti zorlayacak türden değil” açıklamasının dışında görüşmelerin içeriği ve devamında nasıl bir yol izleneceği konusunda henüz ortada somut bir bilgi bulunmuyor. Basın organlarında konuya ilişkin söylenti düzeyinde aktarılanlar ise, spekülatif olmanın dışında bir anlam taşımıyor.

HASSASİYET YALNIZCA KÜRTLER İÇİN Mİ?
Yeni sürecin Oslo görüşmeleri ve Habur süreci gibi heba edilmemesi için provokasyonlara kapı açacak tutum ve davranışlardan titizlikle kaçınılması gerekirliği üzerinde, MHP ve ulusalcı güçler dışında, denebilirse tüm Türkiye kamuoyunda, ilk andan itibaren tam bir mutabakat sağlanmış gözüküyor.
Nitekim, aralarında PKK kurucularından Sakine Cansız’ın da bulunduğu 3 Kürt kadın siyasetçinin Paris’te hunharca katledilmeleri, süreci provoke etmeye yönelik girişimlerin daha ilk günden başlamış bulunduğunu gösterdi. Sürecin hassasiyetle götürülmesi gerektiği bu acı olayla bir kere daha açığa çıktı.
Diyarbakır’da cenazelerinin başında acılarını içine gömerek barış talebini öne çıkaran Kürt halkı ve Kürt siyasi hareketi sürece ne kadar sorumluluk ve titizlikle yaklaştığını gösterdi. Kürt halkının böyle bir anda tam hak eşitliği ve barış yönünde iradesini ortaya koyması, provokasyon peşinde koşanları boşa düşürdü. Ne var ki, aynı sorumlu yaklaşımın AKP Hükümeti ve devlet tarafından gösterilmediği görülüyor. Başbakan ve Hükümet cephesi, “ele verir talkını kendi yutar salkımı” misali, sürekli Kürtlere ne yapması gerektiğini söylüyor. Ama öte yandan askeri operasyonlar sürüyor, Kandil’in bombalanması devam ediyor. Başbakan her ağzını açtığında şart koşan bir edayla konuşuyor, amaçlarının “terör örgütüne silah bıraktırmak” olduğunu, görüşmelerin de ancak bu konuda ışık verdiği ölçüde yürüyebileceğini, yoksa kesileceğini, ilk adım olarak PKK’nin silahlı güçlerini ülke dışına çıkarması ve ikinci adım olarak silahları bırakması gerektiğini belirtiyor.
Ahmet Türk’ün haklı olarak “Bir yerde barış arayışları olurken diğer taraftan bombalar yağdırılması toplumda bir güvensizliğin gelişmesine neden olur” diyerek ortaya koyduğu tabloya Başbakan Erdoğan’ın yanıtı “Sorumluluk mevkiindeyiz. Samimi olanlarla bu işler konuşulur, samimi olmayanlarla neyi konuşacağız? Bize samimi görünenler geliyor, konuşuyoruz, ‘peki, buyurun’ diyoruz kendilerini adaya gönderiyoruz. Açık açık söylüyorum. Sen adadan döndükten sonra zehir zemberek açıklama yaparsan olmaz. Seni oraya gönderen bir Başbakan’a, Kürt kardeşlerime ‘bu Başbakan bomba yağdırıyor’ dersen olmaz. Biz Kürt kardeşlerimize gönlümüzü açtık, onlara bomba yağdırmadık, biz teröristlere bomba yağdırdık. Bugün de yarın da teröristlerle bu mücadelemiz aynen devam edecektir, orada taviz yok. Kararlılığımız orada aynen devam edecek.” biçiminde oluyor. Başbakan barış ve çözümü isteyen biri gibi değil, adeta savaşı davet eden biri gibi konuşuyor.
Hükümet ve AKP sözcüleri yeni görüşme sürecini son derece kırılgan hale getiren bu tür yaklaşım ve uygulamaları Kürt sorununda devreye soktukları “entegre strateji”nin bir gereği olarak açıklıyorlar. Görünen o ki, devlet ve Hükümet, görüşmelerin yeniden başlamasıyla birlikte halkta oluşan barış ve çözüm umudunu yedekleyerek, Kürt halkının eşitlik taleplerini baskılayan bir kamçıya dönüştürmek istiyor. Hükümet ve devlet görüşmelerin tümüyle kendi inisiyatifi çerçevesinde gündeme geldiğini, istediğinde vazgeçebileceğini her vesileyle ortaya koymaya çalışırken, yalnızca milliyetçi, şoven çevrelerden gelecek basıncı hafifletmeyi hedeflemiyor; asıl olarak Kürt halkına, taleplerini kendi çizdiği sınırlar içine çekmesi noktasında, kelimenin tam anlamıyla şantaj yapıyor. Gerçek ise, gösterilmek istenenin aksini işaret ediyor. Elbette Hükümet’in görüşme sürecini yeniden başlatmak için bir inisiyatifi söz konusudur; ancak, aslolan, iç ve dış siyasal gelişmelerin getirdiği sıkışmışlığın Hükümet ve devleti bu adımları atmaya mahkûm hale getirdiğidir. Bunların neler olduğuna ve “entegre strateji”nin ne gibi unsurlar içerdiğine geçmeden önce, AKP Hükümeti’nin Kürt sorununa ilişkin izlemiş olduğu çizgiye özetle bakmakta yarar var.

BİR VAR OLUP, BİR YOK OLAN SORUN…

AKP Hükümeti, iş başına geldiği 2002 yılından beri, Kürt sorunun varlığını bir kabul edip bir reddederek, adeta papatya falına dönüştürdü. Bugün “Kürt sorunu yok, Kürt kardeşlerimin sorunu var” diyerek Kürt sorununu bir halkın kolektif hakları olmaktan çıkarıp bir çırpıda bireysel haklar kategorisine indirgeyen Başbakan Erdoğan, 2005 yılı Ağustos ayında Diyarbakır’da yaptığı konuşmada “…illa her soruna ad koymak da gerekmez. Ama ille de ad koyalım diyorsanız Kürt sorunu bu milletin bir parçasının değil, hepsinin sorunudur… Kürt sorunu ne olacak diyenlere diyorum ki, bu ülkenin başbakanı olarak o sorun herkesten önce benim sorunumdur” diyerek, Kürt sorununun varlığını açıkça kabul ediyordu.
Zigzaglarla ilerleyen AKP Hükümeti’nin Kürt sorununa ilişkin politik çizgisinin, asıl olarak 2007 yılında dönemin ABD Başkanı Bush ile yapılan görüşmeden sonra netlik kazandığı söylenebilir.
O görüşme sonrası, ABD Türkiye’ye istihbarat desteği sağlamaya başlamış, bunun karşılığında ise, Başbakan Erdoğan ABD’nin Genişletilmiş Ortadoğu Projesi’nin (GOP) eş başkanlığına getirilmişti. Hükümet, ABD’den aldığı destekle, önce sınır ötesi operasyona girişti, ardından 2009 yılında büyük bir kampanya eşliğinde “Kürt açılımı”nı ilan etti. Ancak dağ fare bile doğurmadı. Habur süreci olarak anılan “barış grubu”nun sınırdan girişi sırasında yaşananlar bahane edilerek, “açılım” rafa kaldırıldı. Görüldü ki, Hükümet’in Kürt halkının taleplerini karşılayacak ne bir çözüm planı, ne de böyle bir niyeti vardı. Benzer şekilde Oslo görüşmelerinin arka planında da AKP’nin 2011 seçimlerini kazasız belasız atlatmak ve bu çerçevede bölgedeki konumunu (‘oy’larını) koruma hesaplarının bulunduğu kısa sürede açığı çıktı. Nitekim seçimlerin hemen arkasından, “açılım” söylemi bir yana itilerek, “terörle mücadele, siyasetle müzakere konsepti” devreye sokuldu. “Açılım süreci”nin devam ettiği yer yer vurgulansa da, bunun, asıl olarak, izlenen saldırgan politikaları örtüleyen bir şal vazifesi gördüğü açıktır.

“ENTEGRE STRATEJİ”YLE HEDEFLENEN
Bir yandan “demokratik açılım”, “Oslo görüşmeleri” gibi yedeklemek üzere Kürt halk kitlelerinde beklentiler yaratacak adımlar atılırken, diğer yandan baskı ve şiddetin dozu artırılarak (askeri operasyonlar, KCK tutuklamaları) oluşturulan basınçla Kürt siyasi hareketinde “çözülmeler yaratmak” tutumu, bugüne kadar hükümetin Kürt sorununa ilişkin politikasının başat yanını oluşturdu. Deyim yerindeyse havuç/sopa politikası hiç eksik edilmedi. Ne var ki, istenilen sonuç da bir türlü elde edilemedi.
Yeni yıla girerken, bu politikanın yeni bir safhaya evrildiğini gösteren işaretler peş peşe geldi. Bir bakıma, yeni görüşme sürecinin ön hazırlıkları da diyebileceğimiz, Bülent Arınç’ın pek çok olayda yaptığı gibi, “papaz” rolüne soyunarak, “ben de olsam dağa çıkardım” mealindeki sözleri bir yana bırakılsa bile, AKP kurmayları ve hükümet cephesinden “çözüm” için yeni bir takım adımların atılacağı izlenimi veren açıklamalar bir birini izledi. AKP Meclis Grup Başkanı Mahir Ünal “sıkıştıran devletten, özgürleştiren devlete geçtik… Örgüt silah bırakmak zorunda kalacak…” diyerek Kürt sorununun iki yılda çözüleceğini belirtirken, Kürt sorununda Koordinatör Bakan olarak görev yapan Başbakan Yardımcısı Beşir Atalay, 5 Aralık tarihinde Star gazetesinde yayınlanan söyleşide, “bütün enstrümanların devrede” olduğunu bildirip, “Terörle mücadelede iki kavram çok önemli ‘entegre strateji’ ve ‘tam koordinasyon’… Entegre strateji tüm boyutları, içeride ve dışarıda tüm kurumları, ülkeleri ve ilgilileri kapsıyor.” diyerek yeni sürecin adını da koymuş oldu: “Entegre strateji dönemi”.
Enstrümanların neler olduğuna gelince: Birinci enstrüman olarak, TBMM’ni gösteren Atalay  “… Başbakanımızın ‘terörle aralarına mesafe koysunlar’ çağrısı çok önemli. AK Parti’nin siyaset üzerindeki vesayeti kaldırması gibi BDP de kendi üzerindeki vesayeti kaldırmalı. BDP bugüne kadar etkili bir politika üretemedi, ama bu süreçte bile çaba sarf ederse hâlâ potansiyel var.” diyerek, BDP üzerindeki baskıların önümüzdeki süreçte artarak süreceğinin ip uçlarını verdi. İkinci enstrüman olarak, sivil toplumu sayan ve bu çerçevede TOBB’un bölgedeki sanayi odaları ve işadamları arasında organize ettiği toplantılara vurgu yapan Atalay, “Onların da teröre, silaha baş kaldırmaları gerekir.” diyerek, Kürtleri, Kürtlere ve Kürt siyasi hareketine karşı isyana çağırıyor. Atalay “Dini liderlerin, kamuoyu önderlerinin, STK’ların daha fazla düşünmesi lazım” diyerek, bir çağrı da bu kesime yapıyor. Üçüncü enstrüman olarak, uluslararası ilişkilere işaret eden ve bu çerçevede Kuzey Irak Kürt Bölgesel Hükümetiyle daha ileri görüşmeler yapıldığını, Barzani ile Erdoğan’ın bizzat görüştüğünü belirten Atalay, Erdoğan’ın yeni yılda ABD’yi ziyaret edeceğini belirtiyor: “ABD; Irak’ta ve Kuzey Irak’ta etkili bir ülke. Türkiye’ye terörle mücadelede sınır ötesi operasyonlarımıza istihbarat katkısı veriyor, ama beklediğimiz oranda değil. Daha ileri işbirliği, daha fazla destek mümkün” diyerek, Türkiye’nin ABD’den beklentilerinin ne olduğunu böylece bir kere daha ortaya koyuyor. “ AB; Avrupa ülkeleri terör örgütüne karşı operasyonlar yapmaya başladı. Danimarka ve Hollanda’da oldu en son. Norveç Savunma Bakanı geçen hafta konuğumdu, Roj TV’den sonra orada bir kanal kurmuşlar, onu konuştuk. Onların girişimleri olacak. Erdoğan, Berlin Büyükelçiliğimizin açılışında Merkel’le bu konuyu uzun uzun konuştu.” diyerek, konuyla ilgili olarak, AB ile de temasların sıklaştığını belirtiyor. Kürt siyasi hareketiyle yapılan görüşmeleri, enstrümanların dördüncüsü olarak ifade eden Atalay, “İşler iyi gidiyordu. Devletin kurumları belli görüşmeler yapıyordu. Kalıcı çözüme yönelik çalışmaları Silvan saldırısı etkiledi. Ama biz Başbakanımızın da ifadesiyle, ülkemizin milletimizin menfaati için adımları yine atacağız. Terörün bitirilmesi için elinizdeki enstrümanları iyi değerlendirmemek de eksikliktir. Devletin değişik kurumları vardır bu görüşmeleri yapmak için. Bunlar görüşmezse eksiklik yapmışlar demektir. Neden görüşülüyor demek yanlıştır. İmralı dahil her enstrüman bunun içindedir. Bundan sonraki her çalışmanın temel hedefi örgütün silahları bırakmasıdır. Ama tekrar ediyorum; silahlı terörist oldukça güvenlik birimlerimizin operasyonları devam edecektir.” diyerek, “entegre strateji”den neyi murat ettiklerini açıkça ortaya koyuyor.

GÖRÜŞME SÜRECİNE NASIL GELİNDİ?

Devlet ve Hükümet yetkilileri, yukarda da vurgulandığı üzere, “entegre strateji”nin bir gereği olarak, asıl amacı “terör örgütüne silah bıraktırmak” olan bir görüşme sürecinin tümüyle kendi denetim ve inisiyatifi altında gündeme getirildiğini söylemektedirler. Gerçekler ise, tam aksini işaret etmektedir. İç ve dış gelişmeler, Kürt sorununda artık mevcut yöntemlerle gidilemeyeceğini, AKP Hükümeti ve Türkiye egemenlerine, adeta gözlerinin içine sokarcasına her vesileyle gösterdi.

A- Ülke içi gelişmeler: Yürütülen onca askeri ve siyasi operasyona rağmen, AKP Hükümeti ve devlet Kürt siyasi hareketini etkisizleştirme açısından başarılı olamamıştır. Tersine, sorunu (Kürtlerin değil, Kürt sorunu) inkâr temelinde “şiddete dayalı olarak çözme”ye yöneldikçe, Kürt halk kitleleri nezdinde AKP’ye olan güven duygusu sürekli biçimde zedelenmiş, Kürt halkı Kürt siyasi hareketi etrafında daha fazla toplanmıştır. Bölgede dindar kesimler içinde belirli bir kitle gücüne sahip olan Hizbullah’ın legal planda partileşerek (Hür Dava Partisi/Hüda-Par) seçimlere ayrı parti olarak girebilecek pozisyona gelmesiyle birlikte, AKP’nin bölgede ayağının altındaki “halılar”dan birinin daha çekilmesi tehlikesi baş göstermiştir. Bölge gücü olma peşinde koşan AKP Hükümeti ve Türkiye egemenlerinin, Suriye sorununda olduğu gibi, attıkları her adımda, kendi Kürt sorunları ayaklarına dolanmıştır. “Komşularla sıfır sorun” diyerek başlatılan dış politikada, Irak Federal Kürt Yönetimi dışında, sorun yaşanmayan komşu kalmamıştır. Türkiye’nin Kürt Federe Bölgesi’ndeki yatırımları ciddi boyutlara ulaşmıştır. Petrole olan ihtiyacı Irak Kürt Federe Yönetimiyle (Barzani) ilişkinin daha da sıkılaşmasını gerektirmektedir ve fakat kendi Kürdü ve Suriye Kürtleriyle kavgalı bir Türkiye ile Barzani’nin ilişkilerinin ne kadar daha bugünkü düzeyde seyredebileceği bir muammadır. Nihayetinde Barzani’nin evvelemirde bütün Kürtlerin lideri olma gibi bir hayalinin olduğu unutulmamalıdır.
Tayyip Erdoğan’ın başkanlık sistemine geçiş hesapları vb. gibi pek çok etken daha Kürt sorununda çözümü dayatan başlıca iç nedenleri oluşturmaktadır ki, Erdoğan’ın egemenlik hırsı düşünüldüğünde başkanlık sistemi etkeni hiç de küçümsenir bir neden sayılamaz.

B- Dış gelişmeler: Arap halk ayaklanmaları sonucu Ortadoğu’da yaşanan yeni gelişmeler, bölgede safların yeniden belirlenmesini zorunlu kılmıştır. ABD ve büyük Avrupa ülkeleri gibi emperyalist güçler ve Türkiye, Suudi Arabistan, Katar gibi devletler Esad rejimini devirmek için harekete geçmiş olsalar da, esas hedefin İran olduğu ortadadır. Rusya’nın Akdeniz’deki tek deniz üssü ise Suriye’de Tartus limanıdır ve bu yüzden Rusya’nın Esad rejimini kolayca feda etmesi beklenemez. Öte yandan, Suriye’den sonra İran’da olası bir rejim değişikliği, Ortadoğu ve İran petrollerine bağımlı olan Çin’in de boğazının sıkılması demek olacaktır. O yüzden, Esad rejimine yönelik BM kararları Rusya ve Çin’in vetosuyla karşılaşmaktadır. İran’sa, gözlemci olarak katıldığı Şanghay İşbirliği’ne (beşlisine) yakın zamanda üye olmuştur. ABD’nin bölgeye ilişkin planları karşısında, Rusya, İran ve Çin aralarındaki ilişkileri sıkılaştırmıştır.
Buna karşılık, Irak’ta yaşanan iç sorunlar Maliki’nin İran’a daha fazla yakınlaşması sonucunu doğurmuş, Irak’ın parçalanması tartışılır hale gelmiştir. Benzer biçimde, parçalanma ihtimali, Suriye için de söz konusudur.
Türkiye, Kerkük sorunu ve Sünniler üzerinden Irak’ın içişlerine müdahale ederek; Sünni Başkan Yardımcısı Tarık Haşimi’nin hamiliğine soyunarak, Irak merkezi yönetiminin karşı çıkmasına rağmen Barzani yönetimi ile petrol anlaşmaları imzalayarak, merkezi Irak yönetiminin altını oymaya, Irak’ta nüfuz edinmeye yönelmiştir. Bu durum, Irak merkezi yönetimi ile Türkiye arasında köprülerin atılmasını beraberinde getirmiştir. Aynı şekilde, Kürt Federe Yönetimiyle, Irak Merkezi Hükümeti arasındaki ilişkiler iyice gerilmiş, Kerkük etrafında karşılıklı askeri güç yığınaklarıyla çatışmanın (savaşın) eşiğine gelinmiştir.
Bütün bu unsurlar, ABD’nin bölgeye ilişkin stratejisini zayıflatan bir rol oynamaktadır. Bu yüzdendir ki, ABD, başkanlık seçimlerinin hemen ardından Suriye muhalefetinin dizayn edilmesi üzerinden müttefiklerine de ayar vermiş, saflarını yeniden düzenlemeye yönelmiştir. Siyasi Büro’sunu Şam’dan Katar’a taşıyan Hamas, Mısır İhvanı (Müslüman Kardeşler) aracılığıyla ABD cephesine geçmiştir.
ABD, Türkiye’nin öncülük ettiği Suriye Ulusal Konseyi’nin (SUK’un) muhalefeti temsil etmekten uzak olduğunu ileri sürerek, Kasım ayı başında, Doha’da, Suriye Muhalif ve Devrimci Güçler Koalisyonu’nun oluşturulmasına önayak olmuştur. SUK’un dışladığı Kürtlerin temsilcisi Kürt Yüksek Konseyi (YKK) ile görüşülerek Kürtlerin de koalisyonda yer almaları için harekete geçilmiştir. PYD Eşbaşkanı Salih Müslim bu temaslar sonucunda Kürtlerin taleplerinin büyük bir bölümünün kabul edildiğini açıklamıştır: “Bütün taleplerimiz yüzde 100 kabul edilmezse de, verilen sözler var. Buna göre, Koalisyon’un başkan yardımcısı Kürt olacak. Kürtlerin hakları anayasal güvenceye alınacak. Federasyon mu Demokratik Özerklik mi tartışıldı. Sanırım Demokratik Özerklik’i kabul edecekler” diyen Salih Müslim, kararın resmi bir bağlayıcılığının olmadığını, verilen sözler olduğunu belirtmiştir.
Bir yandan bu gelişmeler yaşanırken, Türkiye’nin, Suriye’de Kürtlerin, Demokratik Birlik Partisi (PYD) öncülüğünde özerk bir statü kazanmasının önüne geçmek için Özgür Suriye Ordusu’nu Kürtlerin üzerine saldırtma girişimi, ABD’nin itirazına rağmen yeniden devreye girmiştir.
ABD, Türkiye’nin Barzani ile olan işbirliğinden ve Suriye Kürtlerine yaklaşımından son derece rahatsızdır ve bunu, açıkça Türkiye’ye iletmektedir. Türkiye’nin tutumunun Irak’ı bölünmeye götüreceğinden endişe eden ABD, Suriye Kürtlerinin Türkiye’nin tutumu nedeniyle muhalefetin dışında kaldığını, bu durumun Esad rejiminin ömrünü uzatan bir rol oynadığını düşünmektedir. Türkiye’nin Washington Büyükelçisi Namık Tan, 7 Ocak 2013 tarihli Hürriyet gazetesindeki röportajında, ABD ile Türkiye’nin pozisyonlarını şu sözlerle ortaya koymaktadır: “Halkının refahını üçe- beşe katlamış bir ülke yanı başındaki kaynaklara sırtını dönebilir mi? …Türkiye bunlara gözünü kapatamaz. …ABD ne diyor? ‘Efendim bunu yaparsanız, Irak’ın bölünmesine hizmet edersiniz’ gibi bir ifadede bulunuyor. Peki, onların oradaki 40’tan fazla şirketi ne oluyor o zaman? Aklına hangi şirket gelirse hepsi orada, ama benim şirketlerim yapmayacak. Bu ikna edici bir söylem değil. Hakikaten anlamsız. Diyorlar ki ‘bizi ikna edemiyorsunuz’. Biz de diyoruz ki ‘siz de bizi ikna edemiyorsunuz’. O zaman biz burada çatışacak değiliz. Beraber konuşup bir ortak zemin bulacağız.” Tan’ın açıklamalarından sonra, ABD’nin, Irak Kürt bölgesinden petrol ihracını yasaklaması –ve İran’dan altın karşılığı yapılan petrol ve doğalgaz ithalatını zora sokan– ticaret ambargosunun kapsamını genişletmesinin, bölgede atacağı adımları ABD’nin çizdiği sınırların içine çekmesi için Türkiye’ye verilen “balans ayarı” olduğu aşikâr hale geliyor. Ancak bununla birlikte, ABD, Türkiye’nin önüne “zoka” atmayı da ihmal etmiyor. Namık Tan, aynı röportajında şunları da belirtiyor: “ABD diyor ki, bu bölgeden artık biraz çekileceğim. Irak işgali, Afganistan’da yaşananlar imajıma çok büyük zarar veriyor. Bu, Amerika açısından manevi bir kayıp. Bir de mali kayıp var; bu makinenin işlemesi için milyarlarca dolar gidiyor. Dolayısıyla ‘artık bu coğrafyalarda sorumluluğu biraz da halklara ilham kaynağı olacak, yardımcı olabilecek müttefiklerime bırakıp çekileceğim. Ben de yardım edeceğim, ama içinde fazla olmayacağım. İçine bizzat girmek istemiyorum’ diyor. O kadar hassas bir konu ki… Bu bizim kamuoyumuzda yanlış anlaşılıyor. Amerika bize sırtını döndü diye. Oysa Amerika’nın istemediği, orada operasyonel anlamda varlık göstermek.”  Türkiye gibi gönüllü bir taşeron bulmuşken, ABD ne diye operasyonel varlık göstersin ki? “Bu coğrafyalarda sorumluluğu biraz da halklara ilham kaynağı olacak, yardımcı olabilecek müttefik”lik statüsü Türkiye’ye yeter de artar bile. Ne denir, ABD işbirlikçiliği ancak bu kadar açık anlatılabilirdi!
Resmin bütününe bakıldığında, ABD ve Avrupalılar gibi emperyalist güçlerin Türkiye’yi Kürt sorununu bir an önce “çözüme” kavuşturması için sıkıştırmaları ve fakat aynı zamanda bu bağlamda Türkiye’nin talep ettiği yardım ve desteği verecekleri öngörülebilir bir durumdur. Nitekim Tan, “İmralı ile görüşmeler başlamış olsa da, Türkiye’nin terörle mücadelede ABD’den askeri taleplerini rafa kaldırmayacaklarını” söylemektedir. Ortadoğu’daki sorunları bir an önce çözerek Asya-Pasifik bölgesine odaklanmak isteyen ABD’nin, Kürtleri karşısına aldığı müddetçe, bölgeye ilişkin planlarını hayata geçirmesi neredeyse imkânsızdır. Bu çerçevede, son yıllarda anti-emperyalist bir mevzide durarak, deyim yerindeyse, ABD’nin bölgeye ilişkin planlarına çomak sokan güçlerden biri olarak, Türkiye’deki Kürt ulusal hareketinin bu pozisyonunu sürdürmesine ABD daha ne kadar tahammül gösterebilirdi ki?

DEMOKRATİK HALKÇI TEMELDE BİR ÇÖZÜM İÇİN
AKP Hükümeti ve Türkiye egemenleri, iç ve dış siyasal gelişmelerin işte bu derece kritikleştiği bir dönemde, Kürt siyasi hareketi ile görüşme masasına oturmuş, daha doğru ifadeyle oturmak zorunda kalmıştır. Türkiye egemenlerini görüşme masasına oturtan asıl etken, hiç şüphesiz Kürt halkının özgürlük mücadelesinin savaş ve şiddetle bastırılamayacağı gerçeğidir. Kürt halkının bu direnci olmasaydı, bugün ne Kürt sorunundan, ne de görüşme ve müzakere sürecinden söz edilebilirdi. Bu olgu dikkate alınmadan sürece ilişkin yapılacak değerlendirmeler doğru değildir. Dolayısıyla durum, Hükümetin göstermek istediği gibi, “işime geldiği sürece oturur görüşürüm, işime gelmez ise görüşmelere anında son veririm” rahatlığında ve sadece kendi tercihiyle ilgili değildir.
Görüşmelerin başlamasıyla birlikte sürecin ne yönlü ilerleyeceğine ilişkin değerlendirmeler de bir anda ortalığı kapladı. Ulusalcı/mlliyetçi güçler görüşmelerin yeniden başlamasını, ABD emperyalizmi tarafından ülkeyi bölünmeye götürecek bir senaryonun uygulamaya sokulması olarak nitelerken; küçük burjuva sol çevrelerde ise hâkim görüş, Kürt halkının birikiminin masada pazarlanacağı biçimindedir. Birbirine zıt gibi duran bu iki görüş, gerçekte aynı madalyonun ters yüzlerini oluşturmaktadır. Her ikisinde ortak olan yan, Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı (UKKTH)’na karşı pozisyon alınmasına dayalı olmalarıdır.
Kürt sorunu gibi uluslararası karakteri giderek öne çıkan bir sorun hakkında, ABD ve büyük Avrupa devletleri gibi emperyalist güçler başta olmak üzere, bölge üzerinde hesabı olan güçlerin görüşme ve müzakere sürecine müdahale etmek isteyecekleri açıktır. Buradan hareketle, Paris katliamının gösterdiği gibi, sürecin provokasyonlara açık, ilerlemeler ve gerilemelerin iç içe geçtiği bir süreç olarak ilerleyeceği açıktır.
Vurgulamak gerekir ki, ABD bölgeye ilişkin planlarında Türkiye gericiliğini elde tuttuğu sürece, Türkiye’de bir Kürdistan seçeneğine karşı duracaktır. ABD ve Türkiye gericiliği, bölgedeki çelişki ve çatışmalı süreçle bağlantısı içinde, Kürt sorununu bir “çözüme” kavuşturmak ya da bir süreliğine geriye atmak istemektedir. AKP Hükümeti ve devlet, Kürt halkının tam hak eşitliği talebine yanıt vermeyen ve fakat mevcut statükonun da ötesine geçen bir takım kısmi haklar tanıyarak sonuca gitmeyi amaçlamaktadır. Bir yandan görüşmeler olurken, diğer yandan askeri operasyonların sürmesinin anlamı budur.
Kürt halkı ve Kürt siyasi hareketi yıllardır bu baskı ve kuşatmaya karşı ulusal demokratik temelde güçlerini birleştirerek direnmekte, emperyalizmin ve işbirlikçi sınıfların Ortadoğu ve ülkemizdeki gerici emellerinin karşısında en önemli direnç odaklarından birini oluşturmaktadır.
Türkiye emek, demokrasi ve barış güçleri, bu gerici saldırılar karşısında, Kürt halkının tam hak eşitliğini savunan bir mevziden Kürt sorununa sahip çıkmalı, barış ve kardeşlik bayrağını yükseltmeli, Kürt halkına ihtiyaç duyduğu bu anda destek vermelidir. İmralı’da başlayan görüşmelerin, Kürtlerin tam hak eşitliğini sağlayacak bir müzakere sürecine evrilmesinde Türk işçi, emekçi ve halk kitlelerinin –vereceği bu destekle– sürece müdahil bir pozisyon tutması tayin edici bir önemdedir.
Hükümetin ve egemen sınıfların ırkçı, şoven baskı politikalarını, kışkırtmalarını püskürtmek; başta ileri işçi ve emekçi kesimler olmak üzere, Türk kökenli halk kitlelerinin, Kürtlerin bölgesel özerklik ve anadilde eğitimi hakkı talepleri anayasal güvenceye kavuşturulmadan sorunun gerçek bir çözüme ulaşmayacağı ve akan kanın durdurulamayacağı gerçeğini görmelerini sağlamak, önümüzdeki sürecin temel sorumluluğu durumundadır.
Ulusların kendi kaderini tayin hakkının tutarlı savunusu tümüyle buradan geçmektedir. Bu görev layıkıyla yerine getirilmeden, Kürt hareketinin Kürt sorununun çözümü konusunda atacağı adımlara ilişkin söz söylemenin somut bir karşılığının olmayacağını bugünden belirtmekte fayda var.

1 Mayıs, demokrasi güçlerinin birliği ve işçi sınıfının devrimci platformu

Tüm dünyada, işçi sınıfı ve emekçiler kapitalist devlet ve hükümetlerin yeni istikrar (ekonomik saldırı) paketlerini gündeme getirdiği bir dönemde 1 Mayıs’ı kutladılar. Yunanistan, İspanya ve İtalya’da işçiler kapitalist devletin içine girdiği borç krizinden çıkmak için faturayı işçilere ve yoksul halka kesme planlarına karşı alanlara çıkarken; Almanya, Fransa, İngiltere gibi ülkelerde işçiler düşük ücret dayatmaları, emeklilik yaşının yükseltilmesi, kamuda personel sayısının azaltılması ve sosyal haklarda kısıntıya gidilmek istenmesine karşı taleplerle 1 Mayıs’a gittiler. 1 Mayıs öncesinde Almanya’da 450 bin metal işçisini kapsayan TİS görüşmeleri tıkanmış durumdaydı ve 28 Mayıs’a kadar görüşmelerden bir sonuç çıkmaz ise -ki şimdilik böyle bir şey görülmüyor- son yılların en büyük grevinin gerçekleşmesi bekleniyordu. Yunanistan’da ise neredeyse genel grevsiz hafta geçmiyordu. İngiltere’de hedeflenen on milyarlarca sterlinlik bütçe kısıntısının kamuda işten çıkartmalarla sağlanacağının açıklanmasının yol açtığı tepkiler dinecek gibi görünmüyordu vb. vb..
Ülkemizde ise, işçi ve emekçilerin yüz yüze oldukları sorunlar kıta Avrupa’sı işçilerinden daha az değildi. Elektrik, doğalgaz, akaryakıt başta olmak üzere temel enerji girdilerinde yapılan yüksek oranlı zamlar, domino etkisiyle tüm temel tüketim maddelerine ve alanlarına yansıyarak, zaten açlık sınırında bulunan ücretlerin alım gücünü biraz daha düşürürken, sermaye ve hükümet, ülkemizin 2011 yılında dünyada Çin’den sonra en çok büyüme hızına ulaşan ikinci ülke olmasıyla övünmekteydi. 150 bin metal işçisinin ve 2,5 milyon memurun toplusözleşme süreci başlamıştı, işçiler ve memurlar geçmiş dönem uğradıkları hak kayıplarını telafi edecek bir beklenti içindeydi; ne ki, hükümet ilan ettiği orta vadeli ekonomik planla ücret ve maaşları baskılamaya devam edeceğini göstermişti.
Hükümet, sermayenin istekleri doğrultusunda işçilerin gelecek güvencesi olarak gördükleri kıdem tazminatının oluşacak bir fonda toplanması başta olmak üzere, sendikalar yasası ve iş kollarının yeniden düzenlenmesini içeren bir dizi yeni yasal değişiklik peşindeydi. Ancak, işçiler kıdem tazminatı fonunun akıbetinin ne olacağını “İşsizlik Fonu” uygulamalarından fazlasıyla biliyordu. Sermaye ve hükümetin hedeflediği bir diğer şey, işçi sınıfı ve emekçileri derinden etkileyecek olan Ulusal İstihdam Stratejisi (UİS) adı altında işçilerin kazanılmış haklarını ortadan kaldırmayı hedefleyen düzenlemelerdi. Buna göre bölgesel asgari ücret devreye sokulabilecek, bizzat hükümetin bakanlarının ağzından söylediği gibi, Kürt illeri “Türkiye’nin Çin’i” haline gelecekti. Hükümet bu yönlü düzenlemeleri gerçekleştirmekteki kararlılığını, işçi ve emekçilerin (yoksul halkın) çocuklarının yüksek öğrenim haklarını fiilen ortadan kaldıran ve çocuk gelinliği teşvik edecek olan ilk ve orta eğitim sistemini 4+4+4 biçiminde yeniden düzenleyen yasayı onca muhalefete rağmen çıkartarak göstermişti. Sermayenin has hükümeti AKP, yalnızca işçi sınıfına değil, kent ve kırın yoksullarına da saldırmaktaydı. Kentsel dönüşüm adı altında kent yoksulları yerlerinden edilerek kentin merkezinden uzaklaştırılırken, 2 B Yasası’yla kırın yoksullarına ödeyemeyecekleri bir fatura kesiliyor; HES, Termik, Nükleer Santraller tarım arazilerine kurulmak suretiyle köylünün üretim ve yaşam alanları ortadan kaldırılıyordu.
Hükümet sıranın sanatçılara da geldiğini düşünmüş olmalı ki, İstanbul Belediyesi Şehir Tiyatroları ve Devlet Tiyatrolarının özelleştirilmesi için düğmeye basılıyor, binlerce tiyatro sanatçısı, bir anda işsiz kalıp sanat üretememe tehlikesiyle yüz yüze gelirken, bizzat Başbakan tarafından aşağılanmaları da işin cabası oluyordu.
Bütün bunların yanında, ABD emperyalizminin bölgesel çıkarlarını dış politikasının merkezine oturtan AKP hükümeti, Suriye sorunu, Malatya Kürecik’te kurulan radar üssü nedeniyle, ülkemizi Rusya, İran, Irak ve Suriye ile her an çatışabilecek bir noktaya hızla sürüklüyordu. Olası bir savaşın faturasının önünde sonunda kendilerine kesileceğinin az-çok farkında olarak savaşa karşı barış taleplerini öne çıkaran işçi ve emekçiler, aynı şekilde sermaye ve hükümetin ülke içi ve dışında izlemekte olduğu savaş politikasının arkasında başta ABD olmak üzere Batılı büyük devletlerin bulunduğunu bilerek anti emperyalist taleplerini de 1 Mayıs taleplerinin ön sıralarına yerleştirmişti. Türkiye’nin komşusu ülkelerle olan ilişkilerinde de temel bir etken olan Kürt sorununun çözümsüzlüğü çatışmaları yeniden gündeme getiriyor; ocaklara ateş düşerken ülke kaynaklarının tahribi ve gelişim dinamiklerinin kötürümleşme hali sürüyordu. Buradan, hak eşitsizliği ve savaşa karşı eşitlik ve barış talepleri de 1 Mayıs alanlarını dolduran dinamikler arasında yer alıyordu.

YAYGIN VE KİTLESEL 1 MAYIS
Görüldüğü gibi, 1 Mayıs öncesinde AKP hükümeti bir avuç sermaye ve iş birlikçi dışında neredeyse toplumun tüm kesimleriyle kavga eden bir pozisyonda bulunuyordu. Hükümet ve sermayenin bu pervasız tutumu karşısında işçi sınıfı başta olmak üzere emekçi sınıf ve tabakalar talepleriyle 1 Mayıs alanlarını doldurdular. 83 il ve ilçede gerçekleşen kutlamalara yüz binlerce emekçi katıldı. Hemen her yerde katılım önceki yılların çok üzerinde gerçekleşti. Sendika bürokrasisinin işçi ve kamu emekçileri konfederasyonları ve bağlı sendikaların ortak kutlama yapmalarını engelleyen ayrı alanlarda kutlama kararı, bölünmeden medet umanlar açısından beklenen sonucu vermedi. Ankara ve Bursa hariç 1 Mayıs kutlamalarına işçi ve emekçilerin tabandan geliştirdikleri birlik tutumu egemen oldu, bu tutum geleceğe ilişkin olarak sendika bürokrasisine rağmen birliğin sağlanabileceğine dair umutları artırdı. Denebilirse, bu birlik tutumu, ilk meyvesini, kamu emekçilerinin 23 Mayıs’ta gerçekleştirdikleri 1 günlük genel grevde verdi. KESK ve Kamu-Sen’in gerçekleştirdiği genel greve Memur-Sen’e bağlı sendikalara üye kamu emekçileri (Eğitim Bir-Sen karar alarak) katılarak, “yukarı”daki bölünmeyi, tabanda birleşerek etkisiz kıldı.
Türk-İş’e bağlı sendika merkezlerinden oluşan Sendikal Güçbirliği Platformu’nun Türk-İş yönetimine karşı çıkarak Taksim’de ki ortak kutlamaya katılması, 1 Mayıs’a ilişkin yayınladıkları deklarasyonda dile getirdikleri; İzmir’de İzmir Sendikalar Birliği’nin (yerel sendikal platform) Türk-İş yönetimine “ayıramazsınız, yaşasın işçilerin birliği” diyerek tavır alması sonucunda Türk-İş’in İzmir’de yapacağı açıklanan 1 Mayıs’ı Bursa’da kutlamak zorunda kalması, Ankara’da Türk-İş’e bağlı sendika şubelerinin 1 Mayıs’a Hak-İş ve Memur-Sen’in kutlama yaptığı Tandoğan alanında değil de DİSK, KESK, TTB, TMMOB’un bulunduğu Sıhhiye meydanında katılmaları tabandaki birleşme eğiliminin ne kadar güçlü olduğunun gösterdiği gibi, Türk-İş yönetiminin içine düştüğü tecrit durumunun da göstergesi oldu. Öyle ki, Türk- İş, metal sektörünün kalbi olan ve bir anlamda Türk Metal Sendikası’nın örgütlülüğüne güvenerek gittiği Bursa’da da umduğunu bulamadı. Türk-Metal Sendikası’nın Bursa’da örgütlü 40 bin üyesi olmasına karşın Türk-İş’in yaptığı mitinge katılım 15 bin civarındaydı. Renault, Tofaş başta olmak üzere Bursa’nın büyük fabrikalarından katılan işçi sayısı oldukça azdı, ana katılım çevre illerden sağlanmıştı.

TAKSİM 1 MAYIS’I
Her yıl olduğu gibi, “geleneksel” olarak gözler öncelikle İstanbul’da, Taksim meydanındaydı. Kitle katılımının geçen yılın üzerinde olduğunda hemen herkes hemfikirdi. Katılımcıların çeşitliliği bakımından, köylülük ve taleplerini dışta tuttuğumuzda, Taksim meydanı, ülkede muhalefeti oluşturan sınıf ve güçlerin bir fotoğrafını veriyordu. Bugünkü kapitalist sistemden, hükümetinden, devletinden ve uygulamalarından rahatsız olan bir bakıma bütün mağdurlar taleplerinin yazılı olduğu döviz ve pankartlarıyla meydandaydı: İşçiler, kamu emekçileri, işsizler, mühendisler, doktorlar, avukatlar, kadınlar, gençler, kentsel dönüşüme maruz bırakılanlar, çevreciler, savaş karşıtları, şehir ve devlet tiyatrosu oyuncuları, yazarlar, sanatçılar, tutuklu gazetecilerle dayanışma platformu, inanç grupları, köy ve yöre dernekleri, taraftar grupları, siyasi partiler, sol grup ve dergi çevreleri, anarşistler ve elbette ki  Kürtler.
Bu yönüyle hep özlemi çekilen ve her vesileyle dile getirilen emek, demokrasi ve ilerici güçlerin birliği, işçi sınıfının birlik, dayanışma ve mücadele günü olan 1 Mayıs’ta 2012’de, geçmişte olmadığı ölçüde sağlanmıştı. Bu tablo, tüm ezilen sınıf ve kesimleri ancak işçi sınıfının devrimci platformunun bir araya getirebileceğini, işçi sınıfının toplumsal öncü rolünün bittiğini iddia edenlerin gözüne sokarcasına bir kere daha gösterdi. Gelgelelim, tüm bu olumluluklara rağmen, işçi hareketi ve sendikal hareketteki dinamizmi anlamak bakımından Taksim 1 Mayıs’ı yine de yetersiz kalıyordu. Atılan sloganlar, taşınan döviz ve pankartlar (sol siyasi çevreler ve gruplar açısından kendine tapınca dönüşen ölçüde grupçuydu), kürsü kullanımı ve konuşmaların içeriği işçi sınıfının acil ekonomik, sosyal ve siyasal talep ve beklentilerini yansıtmaktan hayli uzaktı. Egemen olan hava sınıf dışılıktı. Bu bakımdan 2012 1 Mayıs’ının ortaya çıkardığı birikimi bütün yönleriyle anlayabilmek için, Taksimi de kapsamak kaydıyla, bütün Türkiye’ye bakmak gerekir.

İŞÇİ HAREKETİNDEKİ DİNAMİZM
2012 1 Mayıs’ının öne çıkan yanı hemen her işçi merkezinde kutlamaların gerçekleşmesidir. Ancak, işçi hareketinin tabandaki dinamizmini görebilmek için İstanbul, Ankara, İzmir; Adana, Gaziantep, Bursa gibi yerlerin yanında Trakya (Lüleburgaz), Kayseri, Zonguldak, Gebze, Denizli gibi merkezlerin de üzerinde durmak gerekiyor. Bilindiği gibi, bu merkezler, son dönemde, sendikal örgütlenme faaliyeti başta olmak üzere, işçilerin hak alma mücadelesinde öne cepheyi oluşturmaktadır.
Zonguldak, Trakya ve Gebze’de önceki yıllarda sendikalar bütün işçileri Taksime çağırırlar, yerellerde kutlamalar ya yapılamaz ya da çok cılız geçerdi. Bu yıl Gebze’de yine öyle yapıldı, ancak hiçbir sendikanın katkı sunmamasına, hatta bazı sendika merkez ve şubelerinin katılımı engellemeye yönelik tutum almasına karşın Gebze İşçi Kurultayı etrafında birleşen işçiler, binlerin katıldığı kutlama gerçekleştirdi. Zonguldak’ta uzun yıllardan sonra ocakların bulunduğu yerlerden yürüyüşlerle alana gelindi. Örneğin Kozlu’da toplanan işçiler 10 km.lik yürüyüşle alana geldiler. Bunda hiç şüphesiz, özel madenlerde sigortasız, güvencesiz biçimde asgari ücretin altında çalışma koşullarına ve iş güvenliğinin olmayışı nedeniyle yaşanılan işçi ölümlerine (iş cinayetleri) duyulan tepkinin büyük payı vardı.
Lüleburgaz’da 10 bin emekçinin katıldığı 1 Mayıs kutlamasını, Trakya’da işçi sınıfının (özellikle tekstil iş kolunda) sendikal örgütlenme ve ücret ve çalışma koşulları için verdiği mücadelenin dolaysız bir sonucu olarak görmek gerekir. Benzer biçimde Kayseri’de gerçekleşen 1 Mayıs kutlaması da, “AKP’nin başkenti” diye bilinen bir kentte işçi ve emekçilerin hükümetin ve “din tüccarlığı” yapan patronların demagojilerine artık prim vermediklerini gösteriyordu.
Özellikle genç işçi kuşağı, bütün emekçiler olarak dayanışmayı sağladıklarında ancak başarıya ulaşacaklarını, içine girdikleri mücadele ve direnişlerle deneyimlemiş bulunuyordu ve 1 Mayıs zemininde sağlanan tabandaki birlik, en çok bu genç işçi kuşağının deneyim ve çabalarını sendikal platformlara taşıması üzerinde yükseldi. Ortak kutlamadan yan çizen Türk-İş, Hak-İş ve Memur-Sen, başka zaman olsa, ya 1 Mayıs’ı salonlarda geçiştirir ya da hiç kutlamazlardı, ancak bu sefer ortak kutlamadan uzak durabildiler, ama alanlarda kutlamaktan kaçamadılar; bunda da temel etken işçi hareketinin tabandaki bu dinamizmiydi.

KÜRT İLLERİNDE 1 MAYIS
Kürt illerindeki, kitlesel yaygın kutlamaların örgütlenmesi, 2012 1 Mayıs’ının en ayırt edici yanlarından birini oluşturdu. Gaziantep’ten, Diyarbakır’a, Adıyaman’dan, Batman’a, Malatya’dan, Dersim’e, Elazığ’dan, Van’a on binlerce işçi ve emekçinin katıldığı mitingler yapıldı. Bu durum, Kürt illerinde ulusal hak taleplerinin yanında emek taleplerinin de giderek öne çıktığına, Kürt işçi ve emekçilerinin işçi hareketi ve sendikal hareketin temel dinamiklerinden birini oluşturduğuna işaret etmesinin yanında, sınıf hareketiyle Kürt ulusal hareketinin ittifakının imkanlarının her zamankinden daha gelişkin olduğunu da göstermekteydi. Şüphesiz, bölgede 1 Mayıs kutlamalarının bu ölçüde yaygın ve kitlesel geçmesinde Kürt siyasi hareketinin 1 Mayıs’ı bu kez ileriden sahiplenmesinin rolü büyüktü. Bu durumu Kürt siyasi hareketinin Türkiye sınıf hareketini temel ittifak gücü olarak görmeye başladığına yormak iyimserlikten öte bir gerçeği vurgulamak olacaktır. Aksi takdirde Halkların Demokratik Kongresi (HDK) gibi bir oluşumda ortaklaşa demokrasi mücadelesi yürütmenin bir esprisi kalmaz.

SONUÇ OLARAK
2012 1 Mayıs’ında işçi sınıfı ve sendikal hareket sermayeye karşı mücadele kararlılığını ortaya koyarken, geleceğe yönelik olarak taşıdığı dinamizm ve potansiyeli de gözler önüne serdi.
Birinci olarak, sendika bürokrasisinin “bölme” girişimlerini biçimsel hale getiren ve asıl olarak genç ve mücadele içindeki işçi kuşağının tutum ve eyleminde somutlaşan birlik eğilimi, sendikal hareketin sınıf sendikacılığı temelinde ileriye bir dönüş yapmasının imkanlarının alabildiğine gelişmiş olduğunun kanıtı durumundadır. Dolayısıyla gerek bir süredir sınıf partisinin sendikal harekette açtığı sendikaların mücadeleci temelde dönüşüm sürecinde ortaya çıkan kurultay ve yerel sendikal platformlar gibi sendikal oluşumların, gerekse Türk-İş’e bağlı sendika merkezlerinin oluşturduğu Sendikal Güçbirliği Platformu’nun sınıfın taleplerinin savunulması ve sendikal bürokrasiye karşı mücadele ve bürokrasinin tasfiyesi noktasında daha cesaretle hareket etmelerinin yolu açılmıştır. İkinci olarak; Kürt illerinde işçi ve emekçi hareketinin giderek öne çıkacağının ve bu durumun genel olarak Türkiye sınıf hareketi ve sendikal hareketinin gücünü artırırken, demokrasi ve özgürlükler mücadelesinin önemli bileşenlerinden Türkiye sınıf hareketiyle, Kürt ulusal hareketinin ittifak temelini de güçlendirip geliştirmiştir. Üçüncü olarak; kent ve kırın yoksulları, sanat ve bilim çevreleri, inanç grupları gibi sistemin uygulamalarıyla çelişkiye düşen tabakaların çıkarlarının savunusunun işçi sınıfıyla birlikte hareket etmekten geçtiğini giderek daha fazla hissetmekte oldukları 2012 1 Mayıs’ında görülmüştür.
Bütün bunlar işçi sınıfının toplumsal mücadeledeki öncü rolünü bir kere daha ortaya koyan gelişmelerdir. İşçi hareketi, siyasalaşma düzeyi ve mücadelesini politik alana genişletip genişletmemesinden bağımsız olarak, toplumsal öncü rolü görevini üstlenme sorumluluğu gibi nesnel bir durumla karşı karşıyadır. Sınıf bilinçli işçinin, mücadeleci sendikacının ve hepsinden önce sınıf politikacılarının, işçi sınıfının bu rolünü oynayabilmesi için; a-  sendikal hareketin birliğinin mücadeleci temelde sağlanması, b- mücadeleyi politik alana doğru genişletme zorunluluğu ve c- işçi sınıfının demokrasi ve özgürlükler mücadelesinde Kürt ulusal hareketi başta olmak üzere  bağlaşıklarıyla birleşebileceği bir platformun oluşturulması ihtiyacına pratik olarak yanıt vermek durumundadırlar. Şüphesiz işçi ve sendikal hareketin birliği ve dönüşümü ve sınıf mücadelesini politik alana doğru genişletmesi zaten pratik olarak mücadelesi verilen bir durumdur ve anlaşılacağı üzere, istenen sonuca ulaşma bir süreç meselesi olarak görülmek durumundadır; ancak işçi sınıfının bağlaşıklarıyla bir araya geleceği platform zaten vardır ve bugünkü koşullarda bu Halkların Demokratik Kongresi (HDK)dir. İşçi sınıfının sendikaları aracılığıyla ana gövdesiyle katıldığı koşullarda HDK da gerçek rolünü oynayabilecek, demokrasi ve özgürlükler mücadelesinde daha ileri mevzilere ilerlenebilecektir.
23 Mayıs’ta neredeyse yüzde yüzlük katılımla kamu emekçilerinin gerçekleştirdikleri genel grev ve hükümetin ilan ettiği çay fiyatlarını yetersiz bulan çay üreticilerinin yol kesip eyleme geçmeleri, önümüzdeki dönemde, emekçi sınıf ve tabakaların haklarını basın açıklaması vb. kınama yoluyla arama değil, 1 Mayıs’ta ortaya çıkan eğilimin de ifade ettiği gibi, eyleme geçerek almaya yöneleceklerini göstermektedir. Bu durum, sınıfın ileri kesimlerinin mücadele mevzilerini, süratle, ortaya çıkan bu yeni eğilim ve duruma uygun hale getirmelerini zorunlu kılmaktadır.

1 Mayıs, İstanbul NATO toplantısı ve işçi hareketi

Türkiye ve dünyada işçiler, emekçiler ve ezilen halklar uluslararası emperyalizmin, kâr hırsı uğruna dünyanın her karış toprağını savaş alanına çevirmek istediği, sosyal hak gasplarının artarak sürdüğü koşullarda, işçi sınıfının birlik, mücadele ve dayanışma günü olan 1 Mayıs’ı kutlamaya hazırlanıyor. 1 Mayıs’ların sınıf mücadelesinde ne gibi bir rol üstlendiğini, az çok sınıf mücadelesi ve tarihinden haberdar olanlar bilirler. Kısaca değinmek gerekirse, ilk elde söylenmesi gereken şudur: Uzlaşmaz sınıf çelişkileri, burjuvaziyle işçi sınıfını (emekçileri ve tüm ezilenleri) her gün, her saat, her dakika karşı karşıya getirir. Ekonomik, siyasal ve ideolojik cephede kesintisiz süren bu mücadele, işçi sınıfının uluslararası birlik, mücadele ve dayanışma günü olan 1 Mayıslarda, çok daha özel bir anlam kazanır. Çünkü, o gün, dünya ölçeğinde, burjuvaziyle işçi sınıfı, karşılıklı olarak güçlerini bir kez daha sınar, açıktan güç denemesine girişirler. Bu kapışmada, her sınıf kendi cephesinden, kısa (dönemsel) ve uzak vadeli (gelecek) çıkarlarına uygun olarak, mevzisini ilerletmeye, moral ve güç toplamaya yönelir. Diğer yandan, 1 Mayıs yalnızca sınıf mücadelesinin aktüel gidişatına ayna tutmakla kalmaz, aynı zamanda, yakın geleceğe ilişkin de veriler sunar. O nedenle, işçi sınıfı, emekçiler, ezilen halk kitleleri ve demokrasi güçleri, 1 Mayıs’a bütün güçlerini seferber ederek hazırlanmak durumundadır.

İÇ VE DIŞ SİYASAL KOŞULLAR 
2004 1 Mayıs’ı öncesi, Türkiye’nin iç ve dış siyasal koşulları nedir? Sınıf güç ilişkileri ve buna bağlı olarak karşılıklı sınıf mevzilenmesi ne durumdadır?
Bu bağlamda altı çizilmesi gereken ilk şey; ABD emperyalizmi, uluslararası sermaye ve işbirlikçi tekelci burjuvazinin, işçileri, emekçileri, bir bütün olarak Türkiye halkını her cepheden tam bir kuşatma altına almış olmasıdır. Türkiye halkının bugüne kadar gördüğü en Amerikancı hükümet olan AKP hükümeti iş başında bulunmaktadır. Üstelik AKP, yine bugüne kadar hiçbir partiye nasip olmayacak düzeyde, iç ve dış sermaye çevrelerinin, tekelci medyanın desteğini alarak girdiği yerel seçimlerden, elini daha da güçlendirerek çıkmıştır. Bu, işçiler, emekçiler ve halk açısından önümüzdeki dönemin zor ve zorlu geçeceğinin habercisidir. Zira, AKP hükümeti, en Amerikancı hükümet olmanın yanı sıra ve bununla bağlantısı içinde, en emekçi düşmanı hükümet olarak da hareket etmektedir.
AKP iktidarı, seçim sonuçlarından aldığı güçle, emekçilere çok daha azgın saldırılar yöneltmeye hazırlanmaktadır. İşçi ve emekçiler karşısında nasıl bir hat izleyeceğini/izlediğini ilk günden başlayarak gösteren AKP hükümeti, kendine ait bir programı dahi olmaksızın, Kemal Derviş’den devralarak program edindiği IMF politikalarını, tek parti olmanın getirdiği avantaj ve güçlü dayanaklara sahip olmanın pervasızlığıyla uygulamaktadır.
AKP’nin emekçi düşmanı icraatlarının başında, 1475 Sayılı İş Kanunu’nu değiştirip yerine getirdiği 4857 Sayılı Kanun çerçevesinde yaptığı düzenlemelerle işçilerin kazanılmış haklarını ellerinden almış olması gelmektedir. Bu yolla, çalışma yaşamı tam anlamıyla kuralsızlaştırılmış, taşeronlaştırmanın ve sendikasızlaştırmanın önü tümüyle açılmıştır. Özelleştirmeler sürmüş, işçi kıyımı devam etmiştir. Yasal işçi grevleri yasaklanmıştır. Sendikalaşmak isteyen işçiler, yüzler halinde işverenler tarafından kapı önüne konurken, hükümet, bu yasadışı tutumları teşvik etmiştir. Yoksulluk daha da artmış, işsizlik çığ gibi büyümüştür. Kamu emekçilerinin iş güvencelerini ortadan kaldırmasının yanı sıra eğitim, sağlık başta olmak üzere, kamusal alanı tümüyle piyasalaştırarak, uluslararası sermayenin hizmetine sunan Kamu Yönetimi Temel Kanunu (KYTK), TBMM gündeminde yeniden ele alınmayı beklemektedir. KYTK’yı takiben, sıra, Yerel Yönetimler Yasası ve kıdem tazminatını da ortadan kaldıracak düzenlemeler içeren, sendikalar yasasında yapılacak değişikliklere gelecektir.
Hükümet bu saldırgan politikalarını uygularken, henüz karşısına ciddi bir mücadele odağı çıkmamıştır.
İçeride emekçi halk karşısında aslan kesilen, iş ve aş isteyen insanları aşağılayan AKP, sıra dış ilişkilere gelince, yelkenleri suya indirmekte, özellikle de ABD ve AB gibi emperyalist mihraklar karşısında adeta süt dökmüş bir kediye dönmektedir. Türkiye; Ortadoğu, Balkanlar ve Kafkaslar gibi savaş odağı bölgelerin tam ortasında bulunmaktadır. Irak’ın işgali bölgeyi tam bir yangın yerine çevirmiştir. Neresinden bakılırsa bakılsın, dış ilişkiler bakımından, oldukça kritik bir süreç yaşandığı görülecektir. Ne var ki, böylesi bir dönemde, AKP gibi işbirlikçi bir partinin iktidarda olması; ülkenin geleceğini, tehlikelerle dolu bir belirsizliğe itmektedir. Son seçimden güçlenerek çıkan AKP, yalnızca iç değil dış politika alanında da daha “cesur” davranacağının işaretlerini vermektedir. Bu duruma en son örnek, Kıbrıs’tır. ABD’nin bastırmasıyla, Kıbrıs sorunu, hükümet tarafından, Amerikancı bir çözüme doğru hızla sürüklenmektedir.

IRAK’IN İŞGALİ, BOP, NATO VE TÜRKİYE
ABD’nin İkiz Kuleler’e yapılan saldırıları, Ortadoğu’ya ilişkin planlarını devreye sokmanın bahanesi olarak kullandığı biliniyor. ABD, saldırılardan sorumlu tuttuğu El Kaide’nin destekçisi ilan ettiği Taliban yönetimini devirmek için, önce Afganistan’ı; ardından “kitle imha silahları” bahanesiyle Irak’ı işgal etti. Şimdi ise, bölgeye ilişkin olarak, “Büyük Ortadoğu Projesi (BOP)” adı altında, Kuzey Afrika’dan Orta Asya’ya uzanan bir coğrafyada, çok daha kapsamlı ve saldırgan bir politika izleyeceğini ilan etmiş bulunuyor.
Süreç izlendiğinde, görülecektir ki, ABD, bölge ülkeleri arasında İsrail dışta tutulduğunda, en büyük desteği AKP hükümetinden, dolayısıyla Türkiye’den almıştır. Irak işgali öncesi savaş tezkeresinin TBMM’den dönmesi, işgal sonrasında ise, ABD’nin, hükümetin Irak’a asker gönderme önerisini geri çevirmesi, ülkemizi batağın kıyısından döndürmekle birlikte; işgal sırasında Türkiye hava sahasının ABD uçaklarına açılması, İncirlik Üssü’nün sağladığı lojistik destek bunu kanıtlamaktadır. ABD, BOP’u hayata geçirme noktasında ise, Türkiye’ye merkezi bir rol biçmektedir. Siyasi ve askeri stratejistler, ABD’nin Türkiye olmadan bu projeyi hayata geçirmesinin olanaksız olduğu konusunda hemfikirler. ABD’nin BOP’la ilgili stratejik önemde gördüğü diğer husus; BOP’un NATO şemsiyesi altında gerçekleştirilmesidir. ABD, böylece, Irak işgali sırasında karşılaştığı Almanya-Fransa merkezli engelleme girişimlerini baştan önlemeyi, NATO’nun askeri imkanlarını da sonuna kadar kullanmayı hesaplamaktadır. ABD, NATO’nun görev sınırlarını, hem coğrafi hem de içerik bakımından, BOP’a uygun olarak yeniden tanımlamak istemektedir. 28-29 Haziran tarihlerinde İstanbul’da yapılacak olan NATO toplantısı, bu yönüyle tarihi bir önem kazanmıştır.
NATO toplantısı, ABD’nin istediği biçimde gerçekleşirse, BOP’un kabul gördüğü bir toplantı olmakla kalmayacak, Türkiye’yi de BOP’un karargah ülkesi ve taşeronu haline getirecektir. Bu durum, Türkiye’nin komşularıyla zaten gergin durumda olan ilişkilerini daha da gerginleştirecek, Türkiye’yi Ortadoğu halklarına düşman bir mevziye itecektir.
Irak halkının ABD işgaline karşı verdiği direnişin Şiileri de kapsayarak yaygınlaşması üzerine, şimdiden, yeniden Irak’a asker gönderilmesi gündeme gelmiştir. ABD emperyalizminin baş kalemşörü New York Times Başyazarı William Safire, “Türk hükümetinin göndermeyi teklif ettiği 10 bin askerin Irak’a gelişine izin verilmelidir” diyerek bu yönlü kamuoyu oluşturmaya girişmiş bulunuyor.

SOSYAL HAK GASPLARINA VE SAVAŞA HAYIR
Buraya kadar söylenenler, Türkiye emekçi halkının nasıl bir kuşatma altına alındığını göstermektedir. Bu kuşatmayı yarmak, emperyalist akbabaların ve yerli işbirlikçilerinin oyunlarını bozmak için, birleştirilebilir bütün güçlerin bir araya gelmesi kaçınılmaz bir zorunluluktur. 1 Mayıs bunun için önemli bir olanaktır.
Öncelikle; NATO toplantısının işçi ve emekçiler açısından taşıdığı önemin anlaşılmalıdır. Son günlerde medya ve devlet ve hükümet yetkilileri tarafından, “NATO İstanbul Toplantısı” üzerine bir kampanyanın başlatıldığı görülmektedir. Ülkenin çeşitli üniversitelerinde düzenlenen panel, söyleşi ve sempozyumlarla NATO halka tanıtılmakta, NATO’nun ülkemize getirecekleri üzerine vaazlar verilmektedir. Bilim yuvası olması gereken üniversiteler, NATO’nun propaganda merkezleri ve karargahları haline getirilmek istenmektedir.
Toplantıya üç aya yakın bir zaman varken, adeta terör estirilerek olası muhalefetin yıldırılması çabasına girişilmiştir. Üniversiteler dahil bütün eğitim kurumlarında yaz tatili öne alınarak, 20 Haziran’da eğitime son verilmesi kararlaştırılmıştır. Yine Üniversitelere gönderilen bir yazıyla, 20 Haziran tarihinden sonra hiçbir etkinliğe izin verilmemesi, üniversite salonlarının kapatılması istenmiştir.
Başbakan’ın ülkenin en büyük tekellerinin patronlarıyla yaptığı toplantıda, NATO  Toplantısı ele alınmış; parababaları NATO toplantısının giderlerini karşılamayı büyük bir istekle üstlenmişlerdir. Çalıştırdığı işçinin ücretini öderken üç kuruşun hesabını yapan patron takımı, nasıl oluyor da, bir toplantı için trilyonları saçıp savuruyor? Cevap soru kadar basittir: patron takımı, kaz gelen yerden tavuğu esirgemez.
Tek başına bu örnek bile, işçilerin, emekçilerin bu toplantıya niçin karşı çıkmaları gerektiğini açıklamaktadır.
NATO toplantısı, savaş tacirlerinin toplantısıdır. Savaşın işçi sınıfına, emekçilere ve halklara baskı, sömürü, sefalet, ölüm ve yıkımdan başka bir şey getirmediği, tarihi tecrübelerle bilinmektedir. Emperyalist parababalarının kasalarını tıka basa doldurmak için estirdikleri savaş rüzgarları, önce işçi haklarının, demokratik kazanımların, işçilerin, sosyalizm deneyimi dahil yeryüzünde bugüne kadar biriktirdiği tüm değerlerin üstünü örter. Bu yüzden, savaş ve sömürü politikalarına, öncelikle işçiler karşı çıkmak ve engellemek için mücadeleyi yükseltmek zorundadır.

EKMEK, ÖZGÜRLÜK, BAĞIMSIZLIK
İç, dış siyasal koşullar ve bunlara bağlı olarak sermaye ve hükümetin yönelimleri dikkate alındığında, tüm olgular, 2004 1 Mayıs’ının, Türkiye işçileri, emekçileri, Türk, Kürt çeşitli milliyetlerden Türkiye halkı için savaşa ve sömürüye karşı, ekmek, özgürlük ve bağımsızlık talepleriyle kutlanması gerektiğine işaret etmektedir. Savaşın ve sömürünün kaynağı tektir: Kapitalizm. Türkiye halkını IMF politikalarına ezdirenler ile Irak’ta Amerikan askeri olmasını isteyenler aynı emperyalist merkezler ve işbirlikçileridir. AKP hükümetinin ekonomik ve sosyal alanda emekçilere saldırırken, siyasal alanda ABD ve AB’nin politikalarını izlemesi ve Türkiye’yi içine kayacağı batağın kıyısında dolaştırması, emekçi düşmanlığı ve tam bir işbirlikçiliktir. Öyleyse, Türkiye işçi sınıfı ve emekçileri, 1 Mayıs’ta, uluslararası kapitalizmin ve işbirlikçi burjuvazinin, ekonomik ve sosyal haklara yönelttiği saldırılara ve BOP üzerinden ülkemizi yeni haçlı seferinin askeri karargahı haline getirmek üzere düzenlenen İstanbul toplantısını ve Bush’un Türkiye’ye gelişini hedef alarak, NATO’ya karşı mücadele bayraklarını yükseltmelidir.

İŞÇİLERİN 1 MAYISI
İşçiler, özelleştirmeye, işsizliğe, kuralsız çalıştırmaya, sendikasızlığa, düşük ücret dayatmasına, grev yasaklarına karşı 1 Mayıs’ta alanları doldurmalıdır. Kamu emekçileri, grevli toplusözleşmeli sendika hakkı için, iş güvencesini ortadan kaldıran KYTK’nın geri çekilmesi için meydanlara çıkmalıdır. Gençler, parasız, özerk-demokratik bilimsel eğitim hakkı için, iş ve gelecek için bütün enerjisini 1 Mayıs’ta ortaya koymalıdır.
Ancak, burada önemle belirtmek gerekir ki, son yıllarda yapılan 1 Mayıs kutlamaları bir işçi bayramı olmaktan çıkarak, adeta sol grup ve partilerin “resmi geçit” törenine dönüşmüştür. Bu duruma artık bir son verilmelidir. Bunun için, fabrikalarda, işyerleri ve hizmet birimlerinde, sanayi siteleri ve organize sanayi bölgelerinde, işçi ve emekçilerin talepleri etrafında bir çalışma örgütlenmelidir. 1 Mayıs’ın tarihsel anlamına uygun gerçekleşmesi için, kutlamalara önce buralarda başlanmalı, sonra alanlara yürünmelidir. Bir dönem önce, sanayi siteleri ve organize sanayi bölgelerinde işçiler, sendika, sigorta, sekiz saatlik iş günü taleplerini “3 S” biçiminde formüle etmişler, pankart ve bayraklarına kazımışlardı. 1 Mayıs çalışmalarında 3 S talebi, düne göre daha da fazla dile gelmelidir. Çünkü, iş kanununda yapılan değişikliklerle 3 S’den yoksun işçi kitlelerinin sayısı daha da çoğalmıştır. Bu taleplerin anti-emperyalist, NATO’ya karşı taleplerle birleştirilmesi ve kapitalizme karşı yöneltilmesi, kuşkusuz sınıf bilinçli işçilere düşmektedir.
Sendika bürokrasisinin tümüyle sermaye ve hükümet safında olduğu düşünüldüğünde, 1 Mayıs’ın kitlesel biçimde kutlanmasında, sınıf bilinçli işçilerin, mücadeleci sendikacıların alacakları tutum, yine, belirleyici önemde olacaktır. 1 Mayıs’ın kitlesel geçmesi için şartlar uygundur. Sermayenin saldırıları, çığ gibi büyüyen işsizlik, artan yoksulluk, emekçi kitlelerdeki hoşnutsuzluğu giderek artırmaktadır. Seçim döneminde, AKP mitinglerinde görüldü ki, hükümetten en az beklentisi olan kesim, işçi ve emekçilerdir. KYTK’ya  karşı 6 Mart’ta ülkenin çeşitli yerlerinden Ankara’ya gelen yüz bini aşkın kişi, hükümetin bütün baskı ve tehditlerine rağmen alanları doldurmuştur. AKP hükümeti, en çok, emekçi sınıflardan gelen muhalefet ve direnişten tedirgin olmaktadır. Nitekim, hükümet KYTK’nın TBBM’de görüşülmesini muhalefetin yatışması için erteleyip beklemeye almıştır. Özelleştirmelerle ilgili olarak 4046 Sayılı Kanun’da yapılan değişiklik, işçilerin direnişi karşısında, özelleştirmelerin zamanında yapılamadığını göstermektedir. Bu iki örnek, AKP hükümetinin emekçilerin kitlesel mücadelesi karşısında duramayacağının kanıtıdır. Kitlesel geçecek bir 1 Mayıs, işçi ve emekçi hareketini, hükümetin emekçilere yönelik saldırı politikalarını püskürtme hattına sokacağı gibi, Türkiye’nin NATO karargahı olması planlarına da önemli oranda set çekecektir.
Emeğin talepleriyle 1 Mayıs çalışmasına!
1 Mayıs’ı emperyalizme karşı bağımsızlık mücadelesinin coşku ve heyecanıyla doldurmak için işçiler arasına!
Kapitalist sömürü ve zulme karşı işçi sınıfının birlik, dayanışma ve mücadelesini yükseltmeye!

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑