Kadın cinayetlerinin AKP hükümeti döneminde yüzde 1400 oranında artış göstermesi, hem şiddetin ailenin mahremiyeti, kutsallığı üzerine yıllardır tekrarlanan söylemlerle gizlenemez, görmezden gelinemez olduğunu gösterdi, hem de bu şiddetin münferit addedilemeyeceğini, kadınların neredeyse toplu bir kıyıma tabi tutulmaya başlandığını açığa çıkardı. Bu istatistik oran yükselişi olmadan önce de kadınlar şiddete maruz kalsa dahi, “toplu kıyım” tanımı, şiddetin derinleşmiş olmasına, yaygınlaşmasına ve şiddete maruz kalan kadın profilinin daha geniş kesimleri kapsamasına dikkat çekmek için kasten kullanılmıştır.
Erkeğe bağımlı kılınan, kendisine biçilen toplumsal rolleri yerine getirip getirmediği bağımlı olduğu erkeklerin şiddet tehdidi ile kontrol edilen ve böylece, terbiye edilmesi için karşı cinsin, önceden üzerinde anlaşılmış hoyratlığına bırakılmış olan kadın, onun ezilmesinden çıkarı olan bir sistemde şiddetle yaşamak zorundadır zaten. Kendisine biçilen toplumsal rolleri yerine getirmesi karşılığında aile içi şefkatin ve sevginin nesnesi olacağı vaat edildiği için, şiddete maruz kalan kadının, bu iyi duygulara layık olmayan, iyi muameleyi hak etmeyen, dolayısıyla yazısız bir sözleşmeyi ihlal etmiş taraf olarak, kötü davranışa müstahak olduğu kanısı, kadına yönelik şiddetin meşrulaştırıcısı olmuştur çoğu zaman. Çünkü aile içinde yaşanan ilişkilerin iktisadın ve toplumsallaşma biçiminin şekillendirici etkilerinden muaf olduğuna dair ima ve evin eşiğinden içeriye girildiğinde maddi dünyanın bütün kaosu ve çalkantılarının kapının ardında bırakıldığına, içerde olan bitenlerin tamamen kişisel ve duygu dünyasına ait olduğuna ilişkin geleneksel retorik, kadına yönelik şiddetin de, tamamen kişisel bir sapma, ilişkinin taraflarının karakterleriyle ilgili olduğu yargısını ister istemez üretmiştir. Şiddet uygulayanın değil, maruz kalanın kendisine uygulanan şiddete yol açmaktan dolayı suçluluk duygusunu körükleyerek ve zaten herkesçe suçlu bulunmasıyla çalışır bu sistem. O yüzden “yemeği yaktın”, “haber vermeden sokağa çıktın”, “çorabımı yıkamadın”, “çocuğu ağlattın”, “parayı harcadın”, “bulaşıkları yıkamadın”, “bana cevap verdin”, “yapma dedim, yaptın”, “komşunun oğluyla konuştun”, “gözünün üstünde kaşın var”… gibi gerekçelerle bile şiddete maruz kalan kadının yeterince iyi bir eş, yeterince iyi bir ev kadını, yeterince iyi bir anne olmadığı; dolayısıyla hep eksikli olduğu, bu eksikliği kadını hizaya getirerek tamamlayacak olan şeyin de karşı cinsin şiddeti olduğu kanısı o kadar yaygındır ki, şiddet, neredeyse kadın için sadece eksikliğinin yüze vurulduğu bir utanç duygusu yaratır. Kendisinden beklenen de, aile saadetinin bekası için “kan tükürmüyorum, kızılcık şerbeti içtim” demesidir.
Ancak “kızılcık şerbeti içme”yle ilgili söylencenin şiddeti gizlemekte artık hiçbir fayda sağlamadığı görülüyor. Yukarıda sayılan şiddet gerekçelerinin kadın katline artık daha sık kapı aralaması, “erkeklerin sevgisi kadınları öldürüyor” yazılı dövizler taşıyarak sokaklara inen kadınların sayısını çoğalttı.
Peki, ama ne oldu da erkek cinsinin üyeleri eskisine nazaran bu kadar kolay ellerini kana bular hale geldiler? Yanlarındaki kadınlara karşı, kolaylıkla bıçak çekecek, boğazını sıkacak, silah doğrultacak kadar nefretle doldular ve bu kadar kısa bir sürede nasıl “canavarlaştılar”? Bu soru, erkek ve kadın arasında toplumsal ilişkilerden soyutlanmış tamamen kişisel bir ilişki olduğu varsayılarak, bu kadar düpedüz sorulduğunda bile, toplumsal bir cinnet halinden söz edilmiş olunur ki, kim bu sorunun yanıtını erkek doğasında, insan karakterinde aramaya kalkarsa veya eskiden verilen yanıtları tekrarlamakta ısrar ederse, soru kendisini dönüp dolaşıp yinelemek zorunda kalacaktır ister istemez.
Çünkü son birkaç on yıldır meydana gelen iktisadi ve politik değişikliklerin şiddetli artçı sarsıntıları gündelik hayattaki yıpratıcı ve çözücü etkilerini son on yılda iyice görünür hale getirmiştir ve yaşadığımız süreç bundan on yıl önceki süreç değildir artık. Kadına yönelik şiddetin nedenlerini de, dünyanın ahval ve şeraiti dışında bir yerde aramadan, kadın erkek ilişkisinin ya da aşkın, Leyla ile Mecnun gibi adanmışlık hikayelerinin geçtiği steril bir dünyada gerçekleşebileceği vaadinin ısrarla gizlediği gerçek bir dünyada, asıl olarak da günümüzün dünyasında tartışmak gerekir. O zaman anlaşılacak ki, kapitalizm bu iki cinsi Engels’in deyimiyle “birbirinin karşısına yanlış konumla”mak suretiyle, sermaye tanrısına kurban edilenler için kurulan sunakları çoğaltmış, kadın ve erkek arasındaki mümkün bütün insani duyguları ve ilişkiyi etrafı kan gölüyle çevrili bir ticarete tahvil etmiştir.
* * *
Kadınların kapitalist sistem içindeki bütün tarihleri, kendilerine biçilen ve onları ikinci sınıf yurttaşlar olarak konumlandıran geleneksel toplumsal cinsiyet rollerinin cenderesinden kurtulup eşit ve özgür yurttaşlar haline gelme mücadelesiyle yazılmıştır. Daha 1789 Fransız Devrimi sırasında oy, iş ve eğitim hakkı için verdikleri mücadelelerin ilk sonuçları kanla bastırılmak olmuş, bu haklara ulaşabilmeleri için neredeyse yirminci yüzyılı beklemek zorunda kalmışlardı. Oy kullanmayı mülkiyet sahibi olmakla ilişkilendiren kapitalizmin başlangıç dönemi politikacıları için, kadınların demokratik süreçlere katılım talebi, onların geleneksel rollerini yerine getirme görevlerini kamusal hayatta görünür olmak adına terk edecekleri korkusuyla, uzunca bir süre şiddetle bastırıldı, görmezden gelindi. Siyasal talepleri için sokağa çıkan kadınların aşağılandığı bir söylemle birlikte uygulanan şiddetin akıntıyı durdurmaya gücü yetmedi belki, ama kadınların en küçük kalkışmaları karşısında ısıtılıp ısıtılıp piyasaya sürülmeye devam edildi. Bu süreç kuşkusuz hâlâ devam ediyor.
Kadınlar, yirminci yüzyılda, özellikle Avrupa kıtasında, statülerini ve yaşam standartlarını bir parça düzeltmeyi başardılar. Bu alandaki başarının elbette sadece kadın mücadelelerinin kazanımı olarak tescil edilmesi doğru olmaz. Zira bu yüzyıl, geçen yüzyıldan beri devam eden, işçi sınıfının politik ve sendikal mücadelelerinin kendisine yeni alanlar, örgütler ve statüler edinerek ilerlediği bir yüzyıldır ve tam da olması gerektiği gibi, kadınların hak talepleri bu mücadelenin de bir konusu olmuştur.
Kimi Feminist kuramcıların –1789 sonrası– birinci dalga kadın hareketi ile orta sınıf kadınların hak taleplerini yükselttikleri –1968’de başlayan ve 70’lerin ortasına kadar devam eden– ikinci dalga arasında kadın özgürlük hareketi bakımından koskoca bir boşluk varmış gibi davrandıkları tarihsel süreç, tam da kadın mücadelesiyle işçi sınıfı mücadelesinin birleşik bir seyir izlediği, işçi sınıfının taleplerine kadınların eşitlik taleplerinin de dahil olduğu dönemdir. Ve sınıf hareketinin gücüne ve burjuvazinin karşısında mevzileniş biçimine bağlı olarak, bu taleplerin kazanılması, ileriye doğru götürülmesi ve kazanılmış olanların kullanılması ülkeden ülkeye değişse de, sistemin yükünü en ağır koşullarda taşıyan kadınlar için, bu dönemin şimdi içinde bulunduğumuz dönemle kıyaslanabilir biçimde yaşam standartlarında genel bir iyiye gidişle karakterize olduğundan söz edilebilir.
20. yüzyılda, 1917’de Ekim Devrimi’ni gerçekleştirerek Sovyetler Birliği’nde iktidara gelen işçi sınıfı, Lenin’in deyimiyle “Avrupa’nın en demokratik ülkesinden daha demokratik” bir ülke yaratmıştı ve burada kurulan sosyalizm, kadınların arkaik yaşam koşullarını hukuken ve sosyal olarak da ortadan kaldırmak için iktisadi alanda ne gerekiyorsa yapmış, kadınların eşitliğini sağlamak için gereken önlemleri almıştı. Kadının ev içi bağımlılıklarını kırarak sosyal hayata katılımını kolaylaştıran, evdeki bakım yükünü onun üzerinden alan, aile ilişkilerine bağımlılığını ortadan kaldıran, ona ekonomik bağımsızlık kazandıran, bireysel ve kişisel gelişimi için gerekli her türlü kanalı açan hukuki ve sosyal düzenlemeler, sosyalist sistemin gelişim sürecinde giderek artırıldı. Bu, burjuvazinin kutsayarak kullandığı, ama kapsamına mülk sahibi olmayanlarla kadınları dahil etmediği “bireysel”likten farklı; yurttaşların her birine fırsat eşitliği sağlayarak, kişisel kapasite ve yeteneklerinin eşitlikçi bir ortamda özgürce serpilip gelişmesinin önündeki bütün engellerin kaldırıldığı, kolektifin büyümesiyle güçlenen bir bireysellikti. Kapitalizmde şimdiye kadar olmadığı ölçüde, Sovyet kadınının yurttaşlık hakları garantiye alındı. Onun karar alma süreçlerine katılımı, Sovyet yönetimlerinde temsil hakkı, yönetici kademelerde bulunmasındaki kolaylaştırıcı önlemler, siyasal alanda da kadının görünürlüğünü artırıyordu elbette. Bu gelişmelerin gündelik hayattaki yansıması ise, toplumsal hayatta erkeklerle fırsat eşitliğini sadece kağıt üzerinde değil, yaşamsal düzenlemelerle de elde etmiş olan kadının kişisel olarak ayakta durabilmesinin, var olabilmesinin koşulunun aile ilişkilerine değil topluma havale edilmesidir ki bu, Sovyetler Birliği dışındaki ülkelerde yaşayan kadınların hayal gücünü zorlayacak türdendir.
19. yüzyıldaki sosyalist kadın hakları savunucuları, ev işlerinin kadının eve ve aileye bağımlılığını kolaylaştıran başlıca etken olduğunu düşünüyorlardı. Ve o zamanlardan bu yana, kadınların ev işleri aracılığıyla eve bağlanmasının önüne nasıl geçileceği yolunda kafa yoruyorlardı. Sovyetler Birliği, bu eski tartışmaya, ev işlerinin toplumsallaştırılmasında önemli adımlar atarak, aileyi iktisadi bir birim olmaktan, içinde yaşayanları birbirine ticari bir firma gibi çıkar ortaklığı ile bağlanan bir kurum olmaktan çıkararak, pratik bir çözüm getirdi ve nokta koydu. Çocuk ve yaşlı bakımının, evin çekilip çevrilmesi işinin, eğitim ve sağlık giderlerinin ailenin sırtına yüklenmesine; kadınları sosyal güvenceye alarak gelecek kaygısıyla hayatlarındaki herhangi birine bağımlı kılınmalarına, istemedikleri hayatları yaşamak zorun kalmalarına son verdi. Bütün bu düzenlemelerle birlikte boşanmanın kolaylaştırılması ise, ailenin ancak ve ancak sevgi temelinde bir birlik olabileceği, kimsenin kimseye yük ve bağımlı olmadığı, kadının boşanma durumunda hiçbir kayba uğramayacağı, ister tek başına yaşasın, ister çocuğuyla tek ebeveynli aile kursun, isterse çift ebeveynli çekirdek aile birimi içinde yaşasın asla mağdur olmayacağı bir düzen kuruldu.
Sovyetler Birliği’nde yaşayan emekçi kadınların kazanımları, elbette, başka ülkelerde yaşayan kız kardeşleri tarafından da ilgiyle izlendi o dönem. Sosyalist ülkenin kadınlarının başarıları diğer kadınlar için de ilham vericiydi.
Ama sadece kadınlar için değil. Yirminci yüzyıldaki işçi sınıfı ve diğer ezilenlerin mücadelesi için Sovyetler Birliği’nin varlığı büyük bir itici güç olmuştur. Yükselen bir değer haline gelen sosyalist fikirlerin emekçi sınıflar arasında yaygın bir biçimde benimsenmeye başlamasının, sistemi tehdit edici bir seyir izleme riski taşıdığının dünya burjuvazisi tarafından anlaşılması da zor olmayacaktır. Kendi ülkelerindeki emekçi sınıflara artı değerden bir miktar pay ayırmak esasına dayalı bölüşüm sistemindeki ayarlamalar sayesinde, sosyalizmin etkisini kırabileceklerini düşünüyorlardı. Ve böylece, Yüzyılın başında dile getirilmiş, liberal burjuvazinin Keynesyen ideallerinin kapitalizm içinde bir fantezi olmaktan çıkarak, siyasal bir biçim kazanmasının artık bir gereklilik haline geldiği noktaya ulaşılmış oldu. Özellikle sermaye birikiminin önündeki tıkanıklıkları, milyonlarca insanın hayatına mal olan İkinci Emperyalist Savaş gibi bir badireden geçerek aşmaya yönelmiş burjuvazi için Keynes’in önerilerini uygulayabilecek bir iktisadi zeminin yanı sıra, 2. Savaş’ın galibi Sovyetler Birliği’nin kapitalizme karşı büyüyen bir tehdit haline gelmesiyle siyasi bir zemin de oluşmuştu zaten.
Adına “sosyal devlet” denen ve ancak 2. savaş sonrasında kurumlaşabilen kapitalist “yeniden yapılandırma”, işçi ve emekçi sınıfların artık eskisi gibi kontrol edilemeyeceği gerçeği göz önüne alınarak inşa edilmiştir. O dönem kendi ülkelerinin burjuvazilerine karşı sendikalarda örgütlenen işçi sayısının had safhaya çıktığı, faşizme karşı kararlılıkla mücadele ederek halkın sempatisini kazanmış olan Komünist partilerin parlamento seçim sonuçlarını zorladığı görülür. Avrupa için komünizm, artık Manifesto’nun yazıldığı zamanki gibi bir hayalet değil, elle tutulur somut bir gerçek; üstelik burjuvazileri kendi ülkelerinde huzursuz eden bir gerçek haline gelmiştir.
1950 ile 70’li yılların ortalarına kadarki süreç, örgütlü işçi sınıfı ile iktidardaki yönetici sınıflar arasında pazarlık esasına dayalı bir ilişkinin kurumlaştığı dönemdir. Sendikalarla işverenler arasında yapılan toplusözleşmeler, üretim araçları eski sahiplerinde (burjuvazide) kalmak kaydıyla, bölüşümden işçi sınıfının ne kadar pay alacağı konusunda pazarlık yapmaya yarar. Doğrusu, bu kısa yirminci yüzyıl tarihinde, emekçiler kendi yaşam standartlarını yükseltmek, geleceklerini yasal güvenceye almak, eğitim ve sağlık sorunlarını ücretsiz çözmek, bireysel becerilerini geliştirmek konusunda bir hayli kazanım elde ettiler. Kadınlar için fırsat eşitliği hiçbir zaman tam anlamıyla sağlanamadı; ama kreşlerin yaygınlaştırılması, yaşlı bakım hizmetlerinin devletin üstüne bırakılması, evli veya boşanmış kadınların ve çocukların sosyal güvenceden babaları ve kocalarına bağımlı olmadan yararlanmaları ve örneğin İngiltere’de olduğu gibi “yurttaşlık parası” denilen ve işsiz kaldığında her yurttaşa ödenmesi gerekli işsizlik, konut ve ulaşım yardımlarının yasallaşmasını sağladılar. Böylece şimdiki durumla karşılaştırıldığında, kadınların ekonomik olarak kendi ayakları üzerinde durabilecekleri, bağımlı oldukları kimselerle ilişkileri kesildiğinde açlıktan ölmeyecekleri bir düzeni az çok kurdular. Bunun yanı sıra medeni kanunda da kadın lehine kimi düzenlemeler yapılmıştı. Böylece kadını aileye iktisadi veya sosyal nedenlerle bağımlı yaşamak zorunda bırakan arkaik hukukun bir kısmı ortadan kaldırılmış oldu.
Ancak bütün bu iyiye gidişler, kadınların kapitalizmin en demokratik ülkelerinde bile yurttaşlık hiyerarşisinde bir alt basamakta kalmalarını engelleyebilen bir değişim sağlamamıştır. Kapitalizmin sınıflı toplumun başlangıcından bu yana sürüp giden kadim bir ideolojiyi kendi ihtiyaçlarına uygun hale getirerek sürdürüyor oluşu, yani erkek egemenliği (partiyarka), sosyal devletin alt metninde de yazılıdır. Bu dönemde emekçilerin hakları da, ağırlıklı olarak “erkek emekçi ve ailesi” başlığının altında değerlendirilir. Ücretin emek gücünün genişlemiş yeniden üretimi için içerdiği sosyal katkılar, daha ziyade erkek emekçi gözetilerek uygulanır. Bu dönemde kadınların yedek işçi ordusu saflarında tutulması, eşit işe eşit ücret uygulanmaması, kadının gelirinin yaşamsal bir gelir değil aile bütçesine katkı olarak görülmesi devam eden bir uygulama olarak sürmektedir. Dolayısıyla kapitalizm, bu döneminde de, emekçi ailelerinin evlerinde de erkeklerin “reis” olarak tescil edildiği bir sistem olmaya devam etmiştir. Yeni doğan çocuğun bakımını ve böylelikle iş yaşamından zorunlu uzak kalmanın bütün yükünü üstlenen kişi ailede yine kadındır ve bunun iş yaşamına yansımasının kaçınılmaz bütün sonuçlarını üstlenen de odur.
Öte yandan, çoğu zaman, kadınların kağıt üzerinde kazanılmış görünen haklarını kullanabilmek için de zorlu mücadeleler verdikleri bir gerçektir. 1968 eylemleri sırasında, işçilerin, öğrencilerin yanı sıra kadın kitlelerinin de harekete geçmesi, aslında sosyal devlet uygulamasının kadın taleplerinin karşılanması konusunda sınırlı bir alan açtığının göstergesi olmuştur ve kadınlar, bu sistemdeki son kazanımlarını bu eylemler sayesinde kazanabilmişlerdir.
Bizim gibi ülkelerde, kadınları gözeten yasal mevzuat zaten sınırlıdır ve kadınların çoğu iktisat dışı nedenlerle de aile ilişkilerine bağımlı yaşamaktadır. Sosyal yaşamı düzenleyen gelenekler, görenekler ve etkisini hâlâ sürdüren feodal kültürel değerler hem kadını bağımlılık ilişkilerinde tutmaya devam eder, hem de bu ilişkiler öylesine sosyal bir atmosfer yaratmıştır ki, hak talebinde bulunmak, kadının kolay kolay cesaret edemeyeceği bir konu haline gelir. Öte yandan, sosyal devlet uygulaması döneminde ise, kentleşmenin daha güçlü olduğu ülkelerin tersine, kırsal ilişkilerin hâlâ sürdüğü ve şimdikine göre daha güçlü olduğu ülkemizde kadının geçiminin geniş aile ve akraba ilişkilerinin sorumluluğuna havale edilmiş olması, kadının iktisadi bir birey olarak algılanmamasını kolaylaştırdığı gibi, hukuki korumaların yokluğunun farkına varılmasının da önünü kapatmıştır.
Emek gücünün yeniden üretiminin koşullarının, işçi sınıfı ve emekçi kadınların politize olmasındaki artışa, örgütlü kesimlerin çoğalmasına ve hak talepli mücadelelerin yükselişine bağlı olarak burjuvazilere pahalıya mal olduğu; politik, örgütlü, eğitimli, yaşam standardı konusunda talepkâr, bireysel yeteneklerini geliştirmek konusunda önünün açılmasını isteyen, gelecek güvencesi ve işsizlik dönemi garanti altına alınmış, kendisinin ve soyunun işgücü olarak yeniden üretimi için asgari koşullara mahkûm olmak istemeyen ve bütün ailesi için sosyal şartların elverişli hale getirilmesini isteyen emekçi işçi profilinin, bölüşüm sürecinde kendisine düşen paydaki artışı zorlamasının burjuvazi için bir katlanma konusu haline geldiği “sosyal devlet” dönemi çok uzun sürmedi.
Sovyetler Birliği’nin çöküşüne paralel olarak sınıf örgütlerinin erimesi, işçi sınıfının burjuvazi karşısındaki mevzilenişini geriletti. Böylece 80’li yıllara gelindiğinde, dünya yüzünde kapitalizm, burjuvazinin, sosyalizm ve “sosyal devlet” zamanında emekçiler lehine kaybettiklerini hızla telafi edebileceği bir yeniden yapılanmanın eşiğine geldi. Bundan sonraki süreç, emekçi kadınların kazanımlarının da hızla eridiği süreçtir. Ve artık başta aile kurumu olmak üzere kadınların dâhil olduğu ilişkilerin eskisi gibi sürmesinin mümkün olmadığı bir döneme ayak basılmıştır.
NEOLİBERALİZMİN KISKACINDA
Adına neoliberalizm denilen kapitalizmin yeniden yapılandırılması süreci, emek gücünün yeniden üretim maliyetinin burjuvazi lehine en aza indirilmesi için yapılan düzenlemeleri içerir. Uluslararası emperyalist tekellerin kendi ülkelerindeki üretim merkezlerini, işgücünün ucuz olduğu, işçi sınıfının örgütlenme ve mücadele deneyiminin gelişkin olmaması nedeniyle hukuki hakların dünya sıralamasında gerilerde kaldığı bölgelere taşıması; daha önce halk demokrasisi veya sosyalizm ile yönetilen bölgelerde sermayenin genişletilmiş yeniden üretimi için uygun zeminlerin ortaya çıkması; kapitalist ülkelerde kamu işletmelerinin satışı, tarımın tekellerin elinde kapitalistleştirilmesi, eğitim ve sağlığın özelleştirilmesi ve serbest piyasa ekonomisinin bütün sınırlarından kurtarılarak yeniden inşa edilmesi eğilimlerinin eşlik ettiği yeniden yapılandırma, dünyanın bütün ülkelerinde büyük bir sosyal yıkım eşliğinde sürüyor.
Bu kapsamda, 90’lı yılların başından itibaren, hem gelişmiş kapitalist ülkelerde hem de bizimki gibi gelişmekte olan ülkelerde ekonomik “reform paketleri” adı altında yeni düzene uyarlama girişimleri başlatıldı. Bu “paketler”, ağırlıklı olarak emeklilik yaşının yükseltilmesi, işsizlik maaşının sınırlanması ve diğer sosyal desteklerin ortadan kaldırılması gibi hükümler içeriyordu. Kuşkusuz paketlerin piyasaya çıktığı her ülkede sayısız emekçi direnişleri, genel grevler, parça parça mücadeleler gündeme geldi; kimi zaman bu mücadeleler paket programların püskürtülmesinde başarılı oldu, kimi zaman da başarısızlıkla sonuçlandı. Türkiye’de de uzun bir zamandır özelleştirmeye, sağlıkta dönüşüm programlarına, sosyal güvenlik ve iş yasasının değiştirilmesine karşı çok önemli direnişler gerçekleştirildi; gerçekleştiriliyor.
Dünya burjuvazisinin, mevcut kaynakları serbest piyasaya açarak kâr oranlarında olağanüstü bir artış sağlamak; sermayenin bütün dünyada hiçbir engelle karşılaşmadan yayılması ve sermaye birikiminin en ücra köşelerde bile gerçekleşmesi için aldığı önlemler, basitçe işçi ve emekçilerin iktisadi hak kayıplarına yol açmakla kalmamıştır. Bu süreç, aynı zamanda, dünya emekçi sınıflarının bir daha belini doğrultamayacak hale gelmesi için örgütlenme olanaklarının alt üst edildiği, hak talebinde bulunamasın diye bir araya gelişlerinin nasıl önleneceğinin bile inceden inceye planlandığı bir süreçtir.
Esnek çalışma uygulaması ile işçiyi sürekli bir işsizlik tehlikesi altında tutan, işyeri düzeninde ve iş zamanında yeni düzenlemeler gerçekleştiren, emekçiler arasında statü grupları oluşturarak sınıfı kastlara bölen sistemin yeniden yapılanma anlayışı, aynı zamanda bir “sosyal mühendislik” faaliyeti ile birlikte sürdürülmektedir. Kamu kurumlarının uluslararası tekellere satışı tamamlandıktan sonra, yeşil alanın inşaat arazisine, akarsuyun hidroelektrik santraline, tarihsel kalıntıların altın arama şirketlerine, emekçilerin kentlerden sürülerek evlerinin ve işyerlerinin tekellere feda edildiği bu süreçte, sosyal hayatın da bütün bu gelişmelerden etkilenmeyeceği düşünülemez.
Bir emekçinin artık yaşadığı kentle, doğayla, toprakla ilişkisi eskisi gibi değildir. Kendi doğal yaşam alanında edindiği eski alışkanlıklarını yenisiyle değiştirmeye zorlandığı, yerinden yurdundan edildiği, nasıl bir kentte ve hangi koşullarda yaşayacağı üzerinde hiçbir söz hakkının tanınmadığı bir tarihsel eşikte bulunmaktadır.
Bu emekçinin sürekli ve düzenli bir işi, işten atıldığında aç kalmamasını sağlayacak kadar desteği, gelecek güvencesi ve emeklilik hakkı; çocuklarının bakım, eğitim ve sağlık sorunlarının üstesinden az çok gelebileceği bir ücreti de yoktur. Bu emekçinin kadın olanları ise, daha çok işsizdir ve eğer babaları ya da kocaları tarafından üstlenilmemişse, sosyal güvenceden yoksundurlar. Bu devirde sadece kadın cinayetlerinde artış olmamıştır; istatistiklere yansıdığı kadarıyla kadınların toplam ücretinde olağanüstü bir azalma, işsizlik oranında da büyük bir artış olduğu görülür.
Uluslararası burjuvazi emekçi ücretlerindeki sosyal katkıları budadıkça, emekçi ailelerinin sosyal statüsünde muazzam gerilemeler ortaya çıkmaktadır. Kadınların iş yaşamını kolaylaştıran kamu malı kreşlerin birer birer kapatılarak azaltılmasıyla, çocukların, emekliliğin neredeyse ortalama yaşam beklentisi sınırlarına kadar uzatılmasıyla yaşlı işsizlerin ve hastaların bakım yükü doğrudan doğruya aileye, daha doğrusu kadının sırtına yüklenmiştir. Gündemde olan kıdem tazminatlarının kaldırılması girişimi, bir işyerinde uzun süre çalışan işçilerin bile göz kırpılmadan işten atılmasını kolaylaştıran bir mekanizmayı harekete geçirecek durumdadır ki, zaten esnek çalışma vb. gibi düzenlemelerle emekçinin her gün işsizlik tehdidi altında tutulmaktan dolayı yıpranan sinirlerinin iyice zıvanadan çıkması anlamına gelecektir bu gelişme.
Evlenmemiş kadınların aile sigortasından yararlanma hakkı 18 yaşına düşürülmüştür. Kız çocuklarını 18 yaşından sonra evlenmeye zorlayan, değilse sosyal güvencesiz bırakan yasa, her genç kadını, eğer çalışmıyorsa veya işsizse sağlık ve gelecek güvencesi için bir aile kurmak zorunda bırakmaktadır. Gerçi kadınların çalıştığı pek çok işyerinde sigorta uzaktaki bir ufukta yer alır ve sosyal güvencesi olmayan en geniş kesimi kadınlar oluşturur.
Neoliberalizm, bir ailenin karşılanması zorunlu bütün ihtiyaçlarını; artık hükmü kalmamış insan hakları belgelerinde devletlerin karşılamakla yükümlü olduğu belirtilen en temel insani gereksinimlerini bile serbest piyasaya açmış bulunuyor. Değil konut, ulaşım, sağlık ve eğitim, aynı zamanda su ve neredeyse hava bile serbest piyasada alınıp satılan bir metaya dönüşmek üzeredir.
Bütün bu gelişmeler emekçi ailelerin yaşadığı evlerin iktisadi temellerini çoktan çökertmiştir ve aile bu anlamda, bildiğimiz eski aile değildir artık. Buna rağmen aileye ve aile içindeki fertlerin rollerine ilişkin eski söylemin tekrar ediyor oluşu ve söylencenin yeniden yeniden ısıtılması her gün ortaya çıkan trajik sonuçlara ister istemez kapı açıyor.
Türkiye’yi sekiz yıldır yöneten ve seçimlerden sonra üçüncü dönemdir iktidara gelen AKP hükümeti, kadın figürünün sahnede en çok görüldüğü veya hakkında konuşulduğu siyasi bir iklim oluşturdu. Bu partinin, kapı kapı dolaşarak seçmenleri AKP’ye oy vermeye ikna etmeye uğraşan türbanlı kadın gruplarını evden çıkararak, siyaset sahnesine çekmekteki başarısı göz önündedir ve AKP’nin iktidara gelişini sağlayan faktörlerden birisi de, bu kadınların çalışmalarıdır. Ancak AKP, hükümete gelmeden önce ve geldikten sonra da kamusal alandaki türban yasaklarını bir insan hakkı sorunu olarak gündeme getirerek, örtülü kadınların görünür kılınmasında gösterdiği gayreti, gecekondu mahallelerinde oy çalışması yapan emekçi kadınların diğer hakları için göstermemiştir. Türban mücadelesi, daha ziyade muhafazakâr ve dinci değerlerin yayılmasını kışkırtan, bunun yanı sıra da kadınların cinsiyet rollerinin yeniden tanımlanmasını kolaylaştıran bir olanak sağlamıştır siyasi iktidara. Zaten AKP, kadın cinsinin türban takan kısmını yüceltse de, genel olarak türban takan ya da takmayan bütün emekçi kadınların yaşamını olumsuz biçimde etkileyen kararları almaktan imtina etmemiştir.
Türbanın simgelediği dinci-muhafazakâr dünya görüşü, kadınların yerinin ev ve aile olduğunu, böyle bir evde kadına bakmakla yükümlü olan erkeğin sözünün esas ve kadının bütün kazanılmış medeni ve sosyal hakların ne kadarının ve nasıl kullanılacağının belirleyeni olması gerektiğini önceden var sayar. Nitekim Başbakan’ın, AKP liderlerinin ve yandaş medyanın bütün söylemi kadının bağımlılığını yeniden üretecek biçimde erkek egemen bir dille kurulmuştur. Başbakanın iki yıl önce 8 Mart’ta kadınlara üç çocuk doğurmaları tavsiyesinde bulunması da, kadının aile ve çocuk bakımıyla sınırlı işlevlerinin sürmesi yönünde bir beklentiye işaret eder. Ekonomik ve sosyal durumuna bağlı olarak kadının kaç kez anne olmak isteyeceğini onun kararına bırakmadan, nüfus planlaması rakamlarına bakarak belirlemeye çalışan Başbakan, direktifini, üç çocuklu bir ailenin geçim sorununu nasıl çözeceği, üç çocuk bakıp büyüten kadının sonradan iş hayatına/kamusal hayata nasıl dahil olacağı, doğum ve bakım yüzünden ortaya çıkan hak kayıplarını nasıl telafi edeceği gibi soruları yanıtlayarak ileri sürmediği için, bu direktifin kadınlar tarafından “eve kapatılmak” olarak algılanması son derece doğaldı ve başka türlü de algılanması mümkün değildi zaten.
“Eve kapatılmak” sözü kadınların son zamanlarda en çok kullandığı sözcük ve en çok itiraz ettikleri durumdur. Çalışma hayatına katılabilmek, eğitim görebilmek, kamusal hayattaki rollerini oynayabilmek için kaç yüzyıldır verilen mücadelenin sonuçlarının bir çırpıda elden alındığını gösteren daha özlü başka bir söz de yoktur. AKP’nin şimdiye kadar bütün uygulamaları da kadınların eve kapatılmasını sağlamaya yöneliktir doğrusu.
Ancak hükümetin kadınları kapatmak istediği bir ev ve aile hayatı da bırakılmamıştır onlara. “Bir lokma ve bir hırka” karşılığında evde emek gücünün yeniden üretim işleriyle haşır neşir olabilecekleri korunaklı yuva masalı, ancak eski Türk filmlerinde izlenebilir durumdadır artık. Kadının bütün gün eve ekmek getirsin diye kocasının yolunu gözlediği, en yoksul koşullarda bile yaşama şansı bulabilen en basit toplumsal ilişki ya da özel anlamda kadın erkek ilişkisi, yıkılan evin duvarları altında çoktan kalmıştır.
Evin geçimini sağladığı için kendi küçük çekirdek ailesinin reisi, çocuklarının rol modeli, karısının sahibi ilan edilen erkek emekçi ise, kendisine hâlâ reis olduğu söylenmesine karşın iş hayatında zedelenen onurunu, hakarete uğrayan kişiliğini, yitirdiği özsaygısını evde kendisine sevgiyle unutturacak bir aileye sahip değildir.
İçinde yaşadığımız dönem, gerçek hayatta iktisadi bir karşılığı kalmadığı halde, erkek egemen söylemin kışkırtılmasının yol açtığı paradoksla damgalanmıştır. Kadınlar açısından da, geçmişteki kadın mücadelelerinin oluşturduğu birikim hâlâ o kadar tazedir ki, neoliberalizmin, AKP vasıtasıyla, kadınları bu deneyim hiç yaşanmamış gibi bir an önce en aza razı etme çabası, bir çatışma nedeni olarak ortaya çıkmaktadır. Kadınların, uğruna bedeller ödediği, kullansınlar veya kullanamasınlar ellerinin altında olduğunu bildikleri bütün hakları, bu hakların varlığının yarattığı yaşam alışkanlıkları, beklentileri; kadın ile erkeğin eşit olması gerektiği sezgisi, erkeklere sunulan sahte bir egemenlik alanında bir çatışma nedeni haline gelecektir doğal olarak. Gelmiştir de.
Neoliberalizmin muhafazakârlıkla gönüllü izdivacı, kadınla erkeğin izdivacını bir savaş meydanı haline getirmiştir nihayet. Çünkü kadınların yaşamsal alışkanlıklarını, beklentilerini geriletmek, en çok onların hayatını tarumar eden kapitalist yeniden yapılandırmanın sonuçlarına karşı çıkabilme gücünü elde etmelerini engellemek için, erkek cinsi, kadın cinsinin karşısına bir aslan terbiyecisi olarak çıkarılmıştır çoktan beri. Kader arkadaşını, kapitalizmin değil, de kendi olmayan egemenlik alanını ihlal eden bir rakip olarak görmeye devam ettiği sürece, bu dönemde erkeğin biçilen toplumsal rolü, kadını ıslah etme, olmuyorsa kötürümleştirme rolü olacaktır. Bu da olamıyorsa, kadın katili olacaktır erkek.
Her iki cinsin de kurbana dönüştüğü kapitalist “yeni dünya düzeni”, Marx ve Engels’in daha Komünist Manifesto’da değindikleri bir sorunu, burjuvazinin aile kurumuna bakışını günümüzde bir kez daha kanıtlamaktadır: “Burjuvazi aile ilişkilerinin yürek titreten duygu dolu peçesini yırtmış ve onu düz para ilişkisine indirgemiştir…” “Aile ve eğitim üstüne, ana baba ile çocuklar arasındaki kutsal ilişkiler üstüne burjuva söylemleri, büyük sanayi yüzünden proleterlerin tüm aile bağları parçalandıkça ve çocuklar adi ticaret metaına ve çalışma araçlarına dönüştükçe bir o kadar iğrençleşiyor…” Bu cümlelere şimdi, “aile bağları parçalandıkça… kadınların en yakınlarındaki erkekler tarafından hunharca katlediliyor olmaları”nı eklediğimizde, Komünist Manifesto’da daha 19. yüzyılda ortaya konulmuş öngörülerin ne kadar haklı olduğu ortaya çıkacaktır.
Gerçekten de, iktisadi yaşamdaki değişimlerin toplumsal ilişkileri nasıl değiştirdiğine ve en önce kadın ile erkek arasındaki ilişkiyi nasıl etkilediğine dair sayısız tarihsel dönem örneği verilebilir.
Şimdi yaşadığımız dönemin başlıca özelliği, emekçilerin geçmişteki kazanımlarının kendi kaybı demek olduğunun farkında olan dünya burjuvazisinin, yitik saydığı yarım yüzyılı büyük bir hınç ve hırsla geri kazanmaya çalışması, kapitalizmin pervasız, umursamaz ve çok sık kullanıldığı tabirle “vahşi” başlangıç dönemine geri dönmeye yeltenmesidir. Öyle ki, emekçilerin insanlığından edildiği, Marx’ın deyimiyle “insanlığın proletaryada kendini yitirdiği”, insan insan ilişkisinin “bencilliğin buzlu sularında” eridiği o ilk dönemi bile aratmayacak “yeni dünya düzeni”nde, sosyalizmin yaşanıp geçtiği yakın geçmişin intikamını emekçilerden almanın yollarını, şimdi eskisine göre daha örgütlü ve organize olduğu için, bir daha kontrolü yitirmemek adına daha dikkatle düşünüyor. Ama “ne olursa olsun kâr” hırsı, burjuva aklın da sınırlarını zorlayacak cinsten olduğundan, emekçiler yaşadıkları sorunların kendi beceriksizliklerinden kaynaklanmadığını ya da bir takdiri ilahinin tecelli etmediğini idrak edinceye kadar bu hırs kendi kendini ancak tatmin edebilir.
Şimdilik erkeğin kadına düşman, kadının erkeğe kurban edilebildiği tarihsel bir evredeyiz. Burjuvazi, emekçilerin elinde insani olan ne varsa, onu evin çöken duvarlarının altına gömerken; kendi yoksulluğunun gerçek nedenlerini ortadan kaldırmaktansa, üzerine yük olarak gördüğü karşı cinsi bertaraf etmeyi öfkesini tatmin etmenin en kolay yolu gören tuhaf bir toplumsal cinsiyet kimliği inşa ediyor olmaktan zerre kadar vicdan sızısı hissetmiyor. Bugün yakınlarının elinden ölen kadınların oranı yüzde bin dört yüzlere fırlamışsa; kadına yönelik şiddet, tecavüz, tacizin istatistikî bilgileri bile tutulamayacak kadar çok ve yaygınsa, bunun nedeni, kapitalizmin, kadın düşmanı politikalarını dizginlemek için herhangi bir kaygı duymayı çoktan geride bırakmasındadır zaten. Kadınlar, böylece şimdi, toplusözleşme masalarında sermayenin yıllarca ödemek zorunda kaldığı sosyal ücretin, artı değer kayıplarının kefaretini ödüyorlar.
Kadınların bir kısmı, kadına yönelik şiddetin yadırganacak bir yönü olmadığını, erkek egemen sistemin zaten kadına yönelik şiddetle beslendiğini düşünüyor. Kısmen doğrudur bu; erkek egemen dünya görüşü, kadının erkeğe tabi ve bastırılmış olmasını talep eder. Ancak bu egemenlik ilişkisinin nasıl hayat bulacağını belirleyen, egemenlik ilişkisinin içinde belirdiği iktisadi ve sosyal düzenin özellikleridir. Sermayenin daha fazla kâr elde etmek için yeniden yapılandırdığı kapitalizm, kadının baskı altına alınmasını, susturulmasını, püskürtülmesini mubah gören her türlü önlemi almışken, patriyarkanın ya da erkek egemenliğinin bütün zincirlerinden boşalmaması da beklenemez.
Şimdi erkek egemenliği ideolojisi, burjuvazinin elinde, kadınları dize getirsin diye, bir terbiye kırbacı olarak, ezilmiş cinsin sırtına kalkıp iniyor. Her gün kiminin boğazı kesiliyor, kimi acımasız bir kurşuna hedef oluyor.
Elbette, kadının kan dökülerek terbiye edildiği yerde erkeklik de yerlerde sürünüyor demektir. Neoliberalizm erkek emekçiden insanlığını ve vicdanını alarak, önce onu kötürümleştirmiştir.
Şimdi ne yapmalı sorusuna yanıtı, kadına yönelik şiddeti sadece patriyarkayla açıklayarak vermek o kadar kolay olamıyor, ne yazık ki. Kadın cinayetlerinin artışının ortaya çıktığı bağlam bu kadar karmaşık ve hemen hemen her alanda gerçekleşen kapitalist dönüşüm ve bu dönüşümü destekleyen muhafazakârlaşmayla alakalıyken, kadınların belki bir gün sıranın kendilerine geleceğini de bekleyerek gösterdikleri tepkinin gerçek bir tepki olabilmesi için, şiddete karşı yürütülen kadın mücadelesinin, açıktır ki, sadece bu alanla sınırlı kalmaması gerekir. Kadın cinayetleri; özelleştirme politikalarından, sağlığın özelleştirilmesinden, esnek çalışmadan, 4-C dayatmasından, HES ihalelerinden, kentsel dönüşümden, yaşamı boğucu bir atmosfere sıkıştıran neoliberal politika ve uygulamaların dolaysız sonuçlarından olan üstesinden gelinemediğinde çıldırtıcı, evi yaşanmaz kılmak üzere kadınla erkeği birbirine düşürücü, toplumsal bakımdan ekmeği temin etmekle yükümlendirilmiş erkeği işin içinden çıkamadığında hıncını kadından çıkarmaya yöneltici işsizlik ve sefaletin derinleşmesinden, giderek açlıktan vb. doğdu. Ve hiç kuşkusuz, ülkede yaklaşık otuz yıldır Kürt özgürlük mücadelesini şiddetle bastırmaya yönelik devlet politikası ve buna eşlik eden, tamamen erkek egemen militarist söylem hiçbir toplumsal ilişkiyi zehirlemeden kalamayacağı için, kadın erkek arasındaki ilişkinin belirleyici formu olarak şiddeti getirip evin içine, iş yerlerine ve sokağa yerleştirdi. Türkiye’nin bu özgün koşulları kadına yönelik şiddeti pek çok yönden beslemiştir. Ancak bu sorun sadece bu ülkede yaşayan kadınların sorunu değildir. Londra’da 8 Mart’ın ilk kutlanışının yüzüncü yıldönümü mitingine katılan kadınların ellerindeki dövizlerin büyük bir çoğunluğu kadın şiddetine itiraz cümleleriyle ve kesintilerin sona ermesiyle ilgiliydi. Dolayısıyla neoliberalizmin emekçilerin sosyal haklarındaki kesintilerin kadın şiddetiyle birlikte anılması bir raslantı sayılamayacak kadar önemlidir.
Öyleyse, içinde yaşadığımız dönemin özelliklerinin bütün yönleriyle görülmesi, kadınların kazanımlarına yönelik saldırıların kadın cinayetlerine nasıl dönüştüğünü anlamayı kolaylaştıracağı gibi, kadınların şiddete karşı mücadelesinin yaşamın her alanında süren mücadeleye eklemlenmek zorunda olduğunu da gösterecektir. Kadınların kitlesel kıyımına, her gün bir cinayete kurban gitmelerine son vermenin yolu, belli ki, çok yönlü bir mücadeleyi gerektiriyor ve mücadele edilen alanların her biri, kadının kendisini öldüren, erkeğin öldürmek zorunda bırakıldığı sistemden kurtuluşuna biraz daha yaklaştırıyor. Ama bu demek değildir ki, kadınların, şimdiye kadar gelip geçen her sınıflı toplumun yedeğine alıp semirttiği erkek egemenliğiyle özel bir mücadelesi olmayacaktır. Tam tersine, eğer böyle olmazsa, ne kapitalizmin bütün uygulamalarına karşı, ne de şiddete karşı bir kazanım elde edilebilir.
Tam da bu yüzden, erkek egemen ideolojiyle, şimdi bu ideolojiyi daha gür bir kaynak olarak besleyen dinci ve muhafazakâr gericilikle ve bu gericiliğin siyasi temsilcisi iktidarla mücadele, kadının içine sokulduğu cenderenin kırılması için şarttır.