12 Haziran Seçimleri’nden kısa bir süre sonra, Temmuz ayının başında, futbol camiasından onlarca kişinin kısa süre içinde gözaltına alınması şaşkınlık yarattı. Özellikle Fenerbahçe Kulübü Başkanı Aziz Yıldırım’ın gözaltına alınması uzun bir süre “şike operasyonu”nun ülke gündemini meşgul etmesine neden oldu.
Operasyonla ilgili bilgiler açığa çıktıkça, ilginç ayrıntılar gözler önüne serildi. Polis, bu operasyonu yedi ay önce başlatmış, operasyon iki ay önce tamamlanmıştı, ama gözaltılar için seçimlerin sonuçlanması beklenmişti. Polis ve yargı, böylece, AKP’yi korumuştu. Çünkü gözaltılar seçimden önce başlasaydı, başta Fenerbahçe olmak üzere, en az on kulübün taraftarı en azından bir bölümü muhtemelen AKP’ye oy vermeyecekti.
Aziz Yıldırım’ın gözaltına alınmasından sonra, fısıltı gazetelerinde Fenerbahçe taraftarlarınca çıkarıldığı tahmin edilebilecek söylentiler hızla yayılmaya başlamıştı. Fısıltılara göre, Başbakan, son Kongre’de Aziz Yıldırım’ın yerine kendisinin bir adamını Fenerbahçe’nin başına getirmek istemiş, fakat bunu başaramayınca, öfkelenerek Aziz Yıldırım’ı bu şekilde cezalandırıp tasfiyeye yönelmişti. Bu komplo teorisinin bir başka versiyonunda Tayyip Erdoğan’ın yerine Fethullah Gülen konuyordu. Ya da bir başka versiyonda, Aziz Yıldırım, TFF seçimlerinde Erdoğan’ ın istediği adayı seçtirmediği için gazaba uğruyordu..
Bir süre sonra bir başka komplo teorisi dolaşıma sokuldu. Tayyip Erdoğan, Aziz Yıldırım’ın aldığı inşaat ihalelerini damadının şirketine vermek istemiş, Aziz Yıldırım bunu engelleyince, Erdoğan’nın öfkesi bu operasyonu başlatmıştı.
Bir taraftan yukarıdaki ve benzeri komplo teorileri ortalıkta dolaştırılırken, diğer taraftan konu ile ilgili görüş bildiren hemen herkes, Fenerbahçe’nin son sezonda şampiyon olmak için çok sayıda maçta teşvik primi dağıttığını kabul ediyordu. Fenerbahçe’nin teşvik primi dağıttığını kabul edenlerin büyük çoğunluğu ise, Aziz Yıldırım’ın devlet içinde önemli ilişkileri olması, Başbakan ve Genelkurmay Başkanı vb. önemli politik kişilerin, Ali Koç gibi büyük patronların Fenerli olması gibi nedenlerle Fenerbahçe’ye dokunulamayacağını düşünüyordu.
Gözaltılar ve tutuklamalar nedeniyle, spor camiasında ve taraftarlar arasında AKP, polis ve yargıya tepki arttıkça, polis tarafından verildiği tahmin edilen dosya ile ilgili bilgiler basında yer almaya başladı. Bu bilgilere göre, neredeyse şike ve yasadışı, en azından “fairplay” dışı işlere bulaşmamış kulüp ve yönetici kalmamıştı. Futbolcuların çoğu da bu tezgahın içindeydi. Tezgah büyüktü. Futbol sektöründe milyarlarca dolar para dönüyordu. Bu paranın paylaşılmasında patronlar, siyasetçiler, yerli ve yabancı mafyalar, bahisçiler, reklamcılar, derin devletin propaganda aygıtları ve basın kıyasıya mücadele ediyor ve birbirlerini tasfiye etmeye çalışıyorlardı.
Yüz elli yıl önce, Büyük Britanya’da okul ve fabrikalarda spor ve eğlence oyunu olan futbol, geniş kitleler tarafından izlenmeye başlanınca, önce kapitalizmin geniş kitleleri eğlendiren ve oyalayan bir kurumu haline dönüştü, Roma’da gladyatör döğüşlerinin ve araba yarışlarının yerini aldı, emperyalizm çağında ise, bu özelliğinin yanı sıra endüstrileşti. Futbol kulüpleri şirketleşti, borsaya girdi.
İlk günlerde, basında ve kamuoyunda yapılan “şu takım şike yaptı, bu yapmadı” gibi taraftar tartışmalarından sonra, işin ekonomik boyutu tartışılmaya başlandı. Normal prosedüre göre, şike yapan takımların cezalandırılmasından sonra ligin başlaması gerekiyordu. Fakat şikeci olarak adı geçen takımlar, “oldu bitti”ye getirilip cezalandırılmalarına şiddetle direniyordu. Böyle bir durumda ekonomik olarak büyük zarara uğrayacaklardı. Avrupa’ya gidemeyecek ve oradan gelecek paradan mahrum kalacaklardı, stat geliri, reklam geliri, forma geliri ve yayıncı kuruluştan gelecek gelirlerden olacaklardı. Onların işine, Türkiye’deki hemen bütün davalarda, sanık ve davalıların güttüğü taktik, davayı mümkün olduğu kadar uzatma ve bu arada lehe bir durum yaratma taktiği geliyordu. Yayıncı kuruluş ise, şikeci kulüplerle kader ortağıydı. Çünkü birkaç büyük kulübün küme düşmesi sonrası başlayan lige ilgi azalacak ve yayın gelirleri düşecekti. Bu durumda yayıncı kuruluş TFF’ye vaat ettiği yayın parasını ödeyemeyecekti. Türkiye Futbol Federasyonu küme düşürülmesi düşünülen kulüplerin ve yayıncı kuruluşun baskılarına dayanamadı ve şike konusunda ceza verme işini ileri bir tarihe erteleyerek, futbol sezonunu başlattı. Bu kez, UEFA’dan TFF’ye baskı başladı. UEFA, şike yapmış takımların cezalandırılmamaları halinde Türkiye takımlarının 3 sene Avrupa kupalarında oynayamayacağını söylüyordu. TFF, şike yapan takımları cezalandırsa Türkiye’deki futbol sektörü maddi, manevi krize girecek, cezalandırmasa Avrupa maçlarına katılamama nedeniyle yine maddi krize girilecek, ayrıca ulusal prestij kaybı da söz konusu olacaktı.
TFF ve Fenerbahçe önceleri, iddianamenin henüz açıklanmadığı, iddiaları sadece basından duyduklarını söyleyerek, kanıtlanmamış iddialar nedeniyle kimsenin suçlanamayacağı kuralı arkasına sığınmaya çalıştılar. Aziz Yıldırım, bu arada, suçsuz olduğunu söylemekten vazgeçmiş ve kendisiyle birlikte herkesin suçlu olduğunu söylemeye ve her şeyi açıklayacağı tehdidi ile futbol sektöründe kaos ve kriz yaratma şantajına başlamıştı.
Bu sırada iddianame açıklandı. Doksan üç sanıklı davanın bir numaralı sanığı Olgun Peker, iki numaralı sanığı Aziz Yıldırım idi. Soruşturma Olgun Peker hakkındaki şikayetlerle başlamış ve telefon ve alan dinleme yöntemleri ile diğer şüphelilere ulaşılmıştı. İddianamenin dört yüz bir sayfasının üç yüz sayfasına yakını Fenerbahçe ve Aziz Yıldırım’ın eylemleri üzerine yazılmıştı. Yine iddianamede, Fenerbahçe’nin mafya ile içiçeliği üzerine uzun pasajlar bulunuyordu.
Olgun Peker ve Aziz Yıldırım ile bazı sanıklar hakkında hem örgüt yöneticiliği ve üyeliği suçundan, hem de tek tek her şike suçundan cezalandırılma istendiğinden, istenen cezaların miktarı onlarca sene oluyordu.
İddianame açıklandıktan sonra 6222 Sayılı Sporda Şiddet Ve Düzensizliğin Önlenmesine Dair Yasa’nın değiştirilmesi gündeme getirildi. Oysa yasa daha yeni yürürlüğe girmişti. 2011 yılının Nisan başında yürürlüğe giren yasa, yedi ay sonra değiştirilmek isteniyordu. Üstelik yedi ay önce bütün kulüpler bu yasayı istemiş ve hazırlanmasında katkıları olmuştu. 6222 sayılı Yasa’daki şike suçlarına verilen ceza fazla bulunuyordu. 6222 sayılı Yasa’nın 11/1 maddesi: “Belirli bir spor müsabakasının sonucunu etkilemek amacıyla bir başkasına kazanç veya sair menfaat temin eden kişi, beş yıldan on iki yıla kadar hapis ve yirmi bin güne* kadar adli para cezası ile cezalandırılır. Kendisine menfaat temin edilen kişi de bu suçtan dolayı müşterek fail olarak cezalandırılır. Kazanç veya sair menfaat temini hususunda anlaşmaya varılmış olması halinde dahi, suç tamamlanmış gibi cezaya hükmolunur.” diyordu. Şike suçu işleyen herkese beş yıl hapis cezası verilecek olması kulüp temsilcilerine ve TFF’ye fazla geliyordu. Yasayı çıkaranlar birleşti ve 2011 Aralık ayında 6250 sayılı 6222 sayılı “Sporda Şiddet ve Düzensizliğin Önlenmesine Dair Kanun’un Bazı Maddelerinde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun” çıkarıldı. Bu Yasa’nın 1. Maddesi’nde “31/3/2011 tarihli ve 6222 sayılı Sporda Şiddet ve Düzensizliğin Önlenmesine Dair Kanunun 11. inci maddesinin birinci fıkrasında geçen ‘beş yıldan on iki yıla kadar’ ibaresi ‘bir yıldan üç yıla kadar’ şeklinde, “dördüncü fıkrasının (b) bendi aşağıdaki şekilde değiştirilmiş, maddeye aşağıdaki fıkralar eklenmiştir.” deniliyordu. Değişiklikle beş yıllık asgari ceza sınırı bir yıla indirilmişti. Böylece hem cezanın sınırı indiriliyor, hem de suçun ağır ceza yerine asliye cezada yargılanması söz konusu oluyordu. Cumhurbaşkanı halkın vicdanı bunu kabul etmez gibi gerekçelerle yasayı TBMM’ ne geri gönderdi, ama yasa aynı biçimiyle TBMM’de yeniden kabul edildi.
Bundan sonra ne olacak? Müneccim değiliz, ama Türkiye’deki yargıyı ve devlet kurumlarını tanıyoruz. Muhtemelen, dava bir iki sene sürecek. Doksan üç sanıktan büyük bölümü beraat edecek. O sırada af çıkar, yeniden yasa değişir, orasını tahmin etmek zor, ama davanın diğer önemli davalar gibi yılan hikayesine döneceği kesin.
Gelelim TFF’nin vereceği cezaya. TFF, önceleri “elimizde yeterince bilgi yok”, “iddianame açıklanınca bakacağız” diye şike yapan kulüplere ceza vermeyi ertelemeye çalıştı. Şimdi, iddianame de açıklandı. Fenerbahçe ve Aziz Yıldırım, iddianame karar değildir, iddialara karşı savunma yapmadan kimse bizi cezalandıramaz diye direniyor. Hukuken doğru bir tez. Ama, TFF’nin ceza davasını bekleme zorunluluğu yok. İddianamedeki iddiaları alıp, ilgililerden savunma isteyip, disiplin cezası verme yetkisi var. TFF’nin eğilimi şike yapan kulüplere küme düşme cezası vermeyip, puan silme ve para cezası verme şeklinde. Fakat orada da yasal bir engel var. Futbol Disiplin Talimatnamesi’nin 58. Maddesi, şike yapan takımların küme düşürülmesini emrediyor.
TFF, 58. Maddeyi aşmak amacıyla 26 Ocak 2011 tarihinde TFF Genel Kurulu’nu topladı. TFF’nin amacı, bu Genel Kurul’da tüm kulüplerin katılımı ile karar alıp 58. Madde’nin küme düşürme hükmünün bir seferlik uygulanmaması kararının alınmasını sağlamaktı. Böylece, seyirci kaybını en aza indirmeyi amaçladığı gibi, UEFA’nın da kabul edebileceği bir çözümü sağlamış olmayı hedefliyordu. Aziz Yıldırım ve Nihat Özdemir’in verdiği demeçlere bakıldığında, Fenerbahçe bu çözüme yanaşmıyor. Onlar, dava sonuçlanıncaya kadar kulüplere ceza verilmesin diye bastırıyorlar. Ya Fenerbahçe’nin baskısı ve etkisi ağır basmış ya da onun dışındaki kulüplere gına gelmiş olacak ki, Genel Kurul’da 58. Madde’nin bir kerelik uygulanmaması önerisi çoğunlukla ret edildi. Oysa, UEFA da şike yapan takımların küme düşürülmemesine razı olmuş gibi görünüyordu. Şike yapan kulüplerin puanının silinmesi, para cezası verilmesi ve Avrupa maçlara gönderilmemeleri durumunda karara razı olacak gibiydi. Genel Kurul sonrası, sorun hâlâ çözülmemiş olarak, ortada duruyor. TFF’nin takvimine göre on beş ve yirmi gün savunma için süre verilip 93 sanıktan altmış küsurunun savunması alınacak ve disiplin kurulları Nisan ayında play-off karşılaşmaları başlamadan cezaları verecek. Fenerbahçe bu takvimi de kabul etmiyor. Onlar istediklerinin olacağına o kadar inanıyorlar ki, Genel Kurul akşamı Fransa gol kralı santrafor ile sözleşme imzalamayı planlıyorlar. Fenerbahçe’nin ısrarla savunduğu çözüm uygulanırsa, Türkiye’den hiçbir takımın UEFA kupalarına bu sene alınmama durumu olabilir. Hatta üç sene boyunca alınmama durumu…
Peki, son bir yılda Türkiye’de futbol sektöründe yaşananlar nasıl yorumlanabilir?
Futbol sektörü bağırsaklarını mı temizliyor? İçindeki çürük elmaları mı ayıklıyor? Kapitalizmin rekabet ortamını ve koşullarını kurallara bağlamak istediği, keyfiliğe ve firmalar arasında hak eşitsizliğine tahammül etmediğini ileri süren ve yapılanların böyle bir düzenlemenin sancılı süreci olduğunu iddia edenler de mevcut. Fakat bu tez fazla kitabi ve iyimser. Evet, 6222 sayılı Yasa, futbol sektörünü, piyasasını düzenleme amacı taşıyan bir yasa idi. Fakat şike ve teşvik pirimi olaylarını düzenlemeden çok, tribünlerdeki başıbozukluğu düzenleme, saha kapatmalar, para cezaları, tribünlere seyirci gitmesini engelleyerek olayları azaltma amaçlı bir düzenlemeydi. Yasa maddelerinin çoğu seyirciyi zapt etmekle ilgiliydi. Zaten Yasa’nın birinci maddesinde amaç şöyle anlatılıyor: “Bu Kanunun amacı; müsabaka öncesinde, esnasında veya sonrasında spor alanları ile bunların çevresinde, taraftarların sürekli veya geçici olarak gruplar halinde bulundukları yerlerde veya müsabakanın yapılacağı yere gidiş ve geliş güzergâhlarında şiddet ve düzensizliğin önlenmesidir.” Yürürlük ve geçici maddeleri saymazsak, yirmi beş civarında maddesi olan 6222 sayılı Yasa’nın, sadece 11. Maddesi, tek bir madde, şike ve teşvik primi konusunda hüküm içeriyordu ve kulüpler bu maddeyi kanuna koyarken büyük ihtimalle “uygulanmaz nasıl olsa” diye koymuşlardı. Çünkü teşvik primi uygulaması neredeyse bütün kulüplerin yaptığı “meşru” sayılan bir uygulama idi. Teşvik primini veren kulüplerle birlikte alan kulüpleri de hesaba katarsak, bu suçu işlememiş kulüp yok gibiydi. En zengin kulüp olarak Fenerbahçe daha çok yapmış görünüyor iddianamede. Şampiyonluk ya da kupa iddiası olmayan alt sıralardaki kulüpler de bu yolla para kazanıyor.
Gerek 6222 sayılı Yasa ile gerekse Şike Davası sonra yapılanlarla TFF ve kulüplerce amaçlanan şey, futbol sektörüne maddi olarak büyük bir zarar gelmesinin önlenmesidir.
Futbol ekonomisti Tugrul Akşar’a göre: “Şike genel olarak futbolu iki şekilde etkiliyor. Birincisi futbol ligini etkiliyor. İkincisi kulüpleri etkiliyor. Liglerde temel etki olarak; 1) Rekabet Kalitesi düşüyor, 2) Futbol Pastası küçülüyor, 3) Reyting düşüyor. Bu tür skandallar dev endüstriyel ekonomilerde, pasta büyük olduğu için daha çarpıcı sonuçlara yol açıyor. En önemlisi endüstriyel futbolun kendisini yeniden üretim aracı olan reyting düşüyor ve o ligler güvenilirliğini zaman içinde yitirmeye başlıyor. Güvenilirlik düzeyinin düşmesi peşinden kalite ve rekabet sorununu da beraberinde getiriyor. Düşük rekabet reytingin yükselmesinin önünü kesiyor. Reyting yüksek olmadığında da sponsorların o lige olan ilgisi en alt düzeyde oluyor. Güvenilirlik düzeyinin yüksekliği, o ülke liginde gelirlerin artması için bir baz oluşturuyor. Endüstriyel futbolun en önemli gelir kaynaklarından olan sponsorluk gelirleri özellikle reytingi yüksek, marka olmuş liglere daha çok yöneliyor. Naklen yayın gelirleri pastası buna bağlı olarak daha çok büyüyebiliyor. Bu nedenle endüstriyel futbolda gelirlerin artması ve pastanın büyümesi tamamen heyecanın en üst düzeyde tutulmasına, yani reytinge bağlı. Bu nedenle endüstriyel futbolda reyting yaşamsal bir öneme sahip… Şike soruşturmasında adı geçen üç kulübün toplam gelirden aldıkları pay %30.19’a ulaşıyor. Yani üç kulübün geçen sezon Süper Lig havuz gelirlerinden aldıkları toplam para 145 milyon 125 bin TL. Yani neredeyse üç kulüp, toplam gelirin üçte birini kendi aralarında paylaşmış. Hal böyle olunca bu kulüplerin ligden düşürülmesi ya da yarış dışı kalmaları Süper Lig’i parasal açıdan önemli ölçüde etkileyecektir. Tabii ki, bu kulüpler içinde en fazla geliri alan Fenerbahçe, toplam gelirdeki %12,54’lük payı ile ligi daha fazla etkiler…Futbol, kendisi dışında ekstra on birim daha gelir yaratıyor. Bu, tekstilden, elektroniğe, yayıcı kuruluştan, reklam ve medya sektörüne, turizmden eğlence sektörüne kadar etkisini gösterir. Bu etkiye biz futbolun dışsal etkisi diyoruz… Bu etkiyi net olarak hesaplamak için yaratılan geliri 10 ile çarpmak gerekiyor. Yani buradan çıkan matematiksel sonuç: Fenerbahçe’nin yarış dışı kalması orta vadede Türk futbolunda yaklaşık 600 milyon TL’lık bir dışsal etki, yani gelir kaybı yaratır. O zaman bu etkiyi minimize etmenin yollarını aramak gerekiyor.” (Fotospor Gazetesi 20.01.2012)
TFF ve kulüp yöneticileri Şike Davası nedeniyle Türkiye futbolunu girdiği maddi ve manevi krizden çıkarmaya çalışırken, Galatasaray Kulübü Genel Başkan Yardımcısı Adnan Öztürk, yeni bir felaket haberi veriyor; “Şu an şike dışında tüm dünyada ‘yasa dışı bahise’ yönelik bir soruşturma yürütülüyor. Bunun Türkiye ayağı da çıkacak” diyor. Öztürk’ e göre, “Üç büyük kulübün toplam 1 milyar dolar borcu var. Süper Lig’in toplam borcu 1.5 milyar dolar. Galatasaray’ın da şu anda 330 milyon doları bulan borcu var. Bunun ekonomik tarifi ‘iflastır.’ Böyle de devam edemez. Üzerine şike, teşvik gibi yüz kızartıcı suçlar da eklenince, Türk futbolunun çok ciddi bir imaj ve marka değeri kaybı var. Bu krizin yönetilmesi lazım. Asıl kriz, şike krizi değil. Sistemin tıkanmış olması krizidir. Türk futbolunun bitmişliği sorunu var. Buna çözüm şart…”
Görüldüğü gibi, Şike Davası’nda konuşulan; “fair play”, “sporcunun ahlaklısı”, yapılan ahlaksızlıklar için seyirci ve taraftardan özür dileme vb. değil. Futbol sektörünün para kaybetmesinin önlenmesi, sektörün ayakta durması vb.
Biz taraftarlar, seyirciler ya da konuyla ilgilenenlere düşen; senin takımın şike yapar, benim takımım yapmaz ya da şu takım yapmış, bu yapmamış tartışması değil, endüstriyel futbolun çanına ot tıkamak, futbolu endüstri olmaktan çıkarmaya çalışmaktır.