Kalite kavramları-2: Kalite, toplam kalite yönetimi, kalite ideolojisi ve eğitimi

TKY, sosyo-ekonomik ve politik faaliyetlerin her biri içinde geliştirilen ve bu faaliyetler arasında ilişki kuran bir yönetim şeklini öngörür. Ekonomik, sosyal ve siyasal politikaların yönetim ve denetiminde bir metodoloji olarak, “yönetişim” formülasyonu ile ifade edilen, kaliteli bir yönetimden söz edilir ki, buna göre “sorunların kaynağı iyi yönetimin olmayışı”dır. “İyi bir yönetimle dünyayı yönetebilirsiniz” fikri, “kaliteli yönetim”le, TKY’nin uygulandığı alanlardaki çelişkilerin ve risklerin en aza indirilmesini, takım ruhu ile, emek ve sermaye kesimlerince “ortak yürütülecek bir çalışmayla çözülebilir” olarak propaganda edilir. Devlet-sermaye-“halk” kesimleri ve bunlara ait kurum ve örgütler arasında bir sac ayağının yönetiminde tüm faaliyetlerin yürütülebileceği bir “mükemmeliyet yönetimi” varsayımıyla hareket edilir. (Bu varsayım, kapitalist sistemde, sosyalist bir örgütlenme modelinin yürütülebileceği kadar saçma bir savdır.) Ama, yönetimin merkezileştiği bir marka politikasıyla da, TKY kuralları ve yasaları, tekeller tarafından altı kalın çizgilerle çizilerek sıkıca saptanmıştır.
Türkiye’de 1983-93 yılları arasında, 10 yıllık bilim ve teknoloji politikalarının, ve ideolojik alanda yürütülen çalışmaların sonucunda, “Devlette Kalite” vizyonu ile kamuoyu oluşturmaya yönelik propagandanın ana teması, “kalite”dir. Kalite uygulamalarında 10 yıllık süreler baz alınır. ‘93-2003, 2003-2013-2023 gibi programlar yapılır. Eğitim stratejileri çizilir.
“Strateji”, günümüz kavramları arasında en çok kullanıma giren ve kalite tekniği içinde, “kaynağını kendin yarat” prensibine aracılık eden bir tanımlama olarak ele alınır. Eğitim içinde ve eğitimi hedef alan politikaların ana temasını oluşturan bir kavram olarak da, tüm üretim içinde “kaynakların verimli kullanımı” adı altındaki bir yönelişin hedefi olarak karşımıza çıkar.
Kalite kelimesi, TKY uygulamalarının başladığı ’90 yılında Türkiye’nin gündemine sokulmadı, işletme bazında kaldı; ancak ’94 DTÖ anlaşmaları sonunda, “devlette kalite” ve “kalite her şeydir”, “kaliteye yolculuk” kavramları altında yaygın propagandası başlatıldı. TKY argümanı olarak, bu tarihten itibaren her şeye eklenen “kalite” kelimesinin “mucizesi”, girilen her alanda olumlanan bir ikna kabiliyetine sahip olmasıdır. Örneğin, “kaliteli bir eğitimi, kaliteli bir sağlık hizmetini, kaliteli ulaşım veya telefon, posta hizmetlerini, kamu idareleri veya kamu kurumları verememektedir”. Devletin görevi olan tüm hizmetler “kaliteli bir yönetim”e kavuşturularak (özelleştirilerek ve esnetilerek), daha “kaliteli ve verimli” bir hizmeti sunabilecek işletmecilik modelini “TKY ile sağlamak mümkündür” imajı yayılmaya başladı. Ürünün kalitesinin standartlarının uluslararası pazar koşullarına uygun hale getirilmesinin koşullarını, ürün kriterleri, üretim kriterleri ile birlikte ele alınan üretim tekniğinin yönetim modeli oluşturacaktı. (Tabii bu kaliteyi de ancak, uluslararası tekellerin örgütleri ve tekellerin stratejileri sağlayabilir olmalıydı!)
“Halkın, kaliteli ürünlere ve hizmete layık olduğu” biçimindeki propaganda tüm kamu kurumlarında eğitimlerle işlenir. Devlet dairelerinde, kurumlarında, “devlet don üretir mi?”, “devlet sigara veya içki üretmemeli” vb. gibi mal üretimine ilişkin propagandanın yanı sıra, “devlet bürokrasisi eğitim, sağlık, sosyal güvenlik, sanat, kültür vb. gibi alanlara yatırımları siyasi çevrelerine peşkeş çekiyor ve kalitesini düşürüyor ya da yolsuzluk yapıyor vb.” gibi söylemlerle, “devlet işletmeciliği, kaynak israfını ve verimsizliği artıran işletmeler” olarak tanımlanarak, devlet işletmeciliği ve kamu kurum ve kuruluşları, toplam kalite yönetiminin etkisine devredilmeye başlar. Her kurum ve işletmede vizyona giren “kalite” fikri, sadece kalite eğitimleri çerçevesinde değil, aynı zamanda, devlet üst-bürokrasisinin günlük propagandalarıyla da tüm halkın ikna edildiği bir süreçten sonra, kalite yönetimi pratiğe geçirilir.
Ülkemizde ve tüm dünya ülkelerinde eşzamanlı yürütülen bir propagandif çalışma, sadece devlet kurumlarında değil, özel işletmelerde de, ‘90-‘94 yıllarından itibaren devreye sokulur.
Belediye hizmetlerinde kalite yönetimi, sağlık, eğitim, sosyal güvenlik, tarım ve sanayi politikalarına uygulandığından biraz daha farklı olarak, “halk konseyleri” oluşumu içinde yürütülen çeşitli faaliyetlerle birlikte ele alınmaktadır. Üniversitelerde ve okullarda eğitim, kalite yönetimi ve OGEP projesi çerçevesinde, “eğitim bölgelerinin oluşturulması” ile, “norm kadro” politikasıyla, ‘90-’92 yıllarından bu yana geliştirilen “bilim ve teknoloji politikaları”na uygun örgütlenme modeliyle sürdürülmektedir.
Enerji, su ve telekomünikasyon politikalarının da, kalite yönetimi açısından, zorunlu olarak, yeniden oluşturulması gerektiği fikri, bu sektörlere ilişkin projelerin sayısız artışıyla ortaya çıkar. Kalite teknolojisi ve bu teknolojiye ilişkin yönetim şekli, hemen her sektörde, her kurumda, projelerle başlayan, prosedürlerle sürdürülen bir sürekli eğitimi gerektirir. Plan ve proje safhası, ISO-9001 veya 2001 standardına uygun olarak yürütüldüğü için, “projeci yönetim” de denebilir.

Kalite yönetimi, ideolojik-politik yanı ağır basan ekonomik bir saldırının metodolojisidir. Bu saldırı, tüm insanlığa ve özel olarak emekçilere yöneliktir. Tekniği ise, esnek üretim ve yönetim olarak, esnekleştirme politikasıdır. Kalite teknolojisi, kavram olarak, kaliteli bir teknolojik gelişim gibi algılanması istenen, ama, kullanıldığı anlamından çok farklı bir argüman olarak işlev görür; kitlelere, haklara ve özgürlüklere saldırı amacı taşır. Kullanım amacı ile yaydığı düşünsel anlam arasındaki fark, bu yöntemlerin masumiyetine toplumu ikna etmek içindir. Dolayısıyla, halklar ve emekçiler karşısında tehlikeli içeriğini saklayabilir ve daha kolay nüfuz edebilir. 
Bu saldırı, işçi ve emekçi sınıflara olduğu kadar, bağımsızlık ve özgürlük isteyen halklara da karşıdır. Toplumsal devrimleri önleyici tedbirler ve kuşatma politikasıyla, sosyalizme karşı önlem politikalarıdır. Ama genel kabul gören algılama, sadece “işletmeye ilişkin yöntemler” olduğu varsayımıyla hareket edilmesi gibi, kabul edilebilirliğine ilişkin yanılgıdır.
Toplam Kalite Yönetiminin, sadece işyerlerine, kamu kurumlarına uygulanan bir yöntem olduğu imajı yaratılır. Bu imajı yaratan, TKY’nin ideologlarının, özellikle, “işletme yönetimi ile ilgili alanlarda kullanılır” olduğu söylemi kadar, işletmelerde veya kullanım alanı içindeki politikalarında, kapitalist sistemle ilgisinin olmadığı, hatta, “her sistemde kullanılabilir” olduğu tezleri üzerinden geliştirilen demagojik söylemdir. Böylece, TKY “sınıflar üstü veya siyasetler üstü” bir görünüme bürünür. Ekonomik olduğu kadar ideolojik ve politik bir yönteme ilişkin olduğu yeterince algılanmaması için özel gayret gösterilir. Çünkü her alanda, özellikle sosyal ve siyasal faaliyetler alanında yaygınlaşması, sistemle ilişkisinin kurulamaması üzerine oturur. Yararlı bir metodoloji olduğunun özellikle demokrat ve devrimci çevreler tarafından benimsenmesi ve kaliteye toplumun ikna edilmesinin dayanağı, burasıdır. “Kalite politikası kişilerden ve kurumlardan bağımsız, her koşulda uygulanabilir bir yöntemdir”, “kim tarafından kullanılırsa onun işine yarar” demagojisi, dönemsel mücadelenin ayaklarını yerden kesmeye ve tartışılmaz bir idol olarak kaliteyi kabullendirmeye yönelik bir aldatmaca işlevi görür. Oysa, kitle mücadelesinin temelinde yatan “birlik ve dayanışma” kavramlarının çok sıkça kullanıldığı kalite terminolojilerinin içeriğiyle, birlik ve dayanışmanın parçalanıp dağıtılması hedef ve uygulaması, küçümsenmeyecek zararlara neden olmakta; kitle örgütlerinin temelini sarsan ideolojik yanılsamalarıyla deformasyona uğratıcı yanının önemsenmediği tavırlara yol açmaktadır.
Bu nedenle TKY’nin hangi koşullarda doğduğu ve nasıl bir ekonomi-politikası olduğuna değinmek yararlı olur.

“TKY, hangi dönemin ürünüdür? Hangi koşullarda ortaya çıkmış bir yönetim şeklidir?” sorularının yanıtı, kalite yönetimine ilişkin gerçek bir değerlendirme yapmanın önünü açar.
2. Savaş’tan galip çıkan ve dünya emperyalizmini yeniden örgütleme gayretine giren ABD, Pentagon’un siparişi ile Massachuset Teknoloji Enstitüsü(MIT)’ne, Dr. Deming başkanlığında özel bir birim kurdurur. Dr Deming ve ekibi, TKY’nin plan ve  projesini, ideolojisi ile birlikte yönetimini de kapsayan bir metot üzerinde çalışma yürütür. Savaşın ardından dünya egemenliğine soyunan ABD, “Japonya’nın yeniden inşası ve endüstriyel gelişimine destek olacağı”nı iddia ederek, TKY’nin ilk denemelerini bu ülke üstünde yapar. Çünkü, Japonya, etrafındaki 6-7 ülkenin pazarlarına el atmış yayılmacı bir politikanın merkezi durumundadır. Ama aynı zamanda, karşı konulmaz olarak gördüğü güce boyun eğmede mistik ve inançlı bir toplumsal yapıya sahiptir. Pentagon uzmanlarından Dr Deming, ekibiyle, kalite eğitimlerinde, Japon halkının bu mistik duygularına hitap eder. Ve “kaliteye iman” ettirir. Bu nedenle, bizde de kalite yönetimine geçmek, “kaliteye inanmak”tan geçer. Kalite teknolojisinin denemeleri, çip teknolojisi ve bilgisayarlı makinelerde kullanılan alet ve edevat ile yapılan üretimin, uluslararası taşımada kolaylık sağlayacak bir üretim teknolojisi olan esnek üretim teknolojisine göre uyarlanması, yeniden inşa sürecine giren bir ülkede çok kolay olmuştur.
1950-60 yılları arası 10 yıllık süreç, Japonya’da, bu teknolojinin gelişmesi açısından gerekli sürecin 10 yıl olduğu fikrini pekiştiren bir deneme sürecidir. ’60’lı yıllardan sonra, Japonya, “dünyaya kaliteyi öğreten ülke” olarak propaganda edilir. Burada, “kaliteyi biz öğretiyoruz” fikri yerine, “Japonlar öğretiyor”u geçirmenin amacı, ABD’nin çok amaçlı kullanımıyla ilgili bir hedef şaşırtmadır. “Japonya dünyaya kaliteyi nasıl öğretecektir?” sorusu, “dünya pazarlarına çip teknolojisi ile hakim olarak” diye cevaplanabilir. Japon oyuncakları ve pilleri, elektronik ve makine sanayiindeki kalite teknolojisinin ana ve ara ürünleri olarak pazarlara sokulurken, çok ucuza mal edilmiş ürünler olarak, hem ideolojik hem de ekonomik yayılmanın aracını oluşturur. Tayland, Filipinler, Kamboçya, Yeni Gine vb. gibi Pasifik’in diğer ülkelerinde de, esnek üretim ve kalite eğitimlerinin projeksiyonuyla geliştirilen TKY ile egemenlik kuran ABD, diğer ülkelere ve Avrupa ülkelerine aynı eğitimlerle giremeyeceğini görür. Çünkü, çip teknolojisi ve bilgisayarlı büyük makineler, sosyalizmle bağlantılı olarak Doğu Avrupa devletlerinde kullanıma daha önce girmiştir. Ardı sıra, Almanya ve Hollanda’da geliştirilen bilgisayarlı makine teknolojisi ile birlikte (ki, Fordizm’den hatırlanacağı gibi, büyük üretim teknolojisinde de bilgisayarlı makineler kullanılmaya başlandığında), bu ülkeler, Keynezyen politikaları tercih eder. TKY ideolojisi ve metodolojisinin ikna kabiliyeti ve gücü, sosyalizm bağlantılı Doğu Avrupa devletlerinden ve Sovyet teknolojisinden etkilenen Avrupa’nın kapitalist ülke halklarını yanıltmaya yetmeyecektir. Çünkü Sovyet modelinde, işletmeler arası planlanmış birliğin, tekelleşmenin devlet eliyle yürütülen ağ teknolojisinin SSCB’de daha etkin kullanıma girerek, ABD’den daha üstün bir ekonomik gelişme kaydettiği görülür. Ayrıca hâlâ sosyalist ideoloji, kapitalist devletlerin halklarını etkisi altına almaktadır.
Dönemin politikalarını belirleyen Avrupa’daki savaşın yıkıcı etkisidir.
2. Savaşta, kapitalizmin kurtarıcısı rolüyle Kıt’a Avrupa’sına gelen ABD orduları, Kızıl Ordu’nun ilerleyişini durduramamıştır. Ve, ABD, savaştan en çok yara alan Almanya’ya ekonomik yardım yapsa bile, Japonya’da uyguladığı ekonomi-politikayı uygulama olanağı yoktur. Diğer Avrupa devletlerine “yardıma” yetecek politik gücü de kalmamıştır. Avrupa orduları da, önce Amerikan ordusuna, arkasından da Kızıl Ordu’ya yenik düşerek, boyun eğmiş durumdadır. Sosyalist “tehdit” karşısında, Avrupa devletlerinin TKY esnekliğini uygulama şansları yoktur. Sosyalizmin sonra sosyal-emperyalizmin askeri gücü, diğer devletlerin politikalarını etkiler durumdadır. Tüm dünyada ’50-90 arası, bu nedenle, Avrupa’da Keynezyen denge teorilerinin, sosyal ekonomi-politikaların uygulanmaya geçirildiği dönem olarak bilinir. Kapitalist devletler, “ulusal bağımsızlık ve özgürlük” fikrini öne çıkarıp işçi ve emekçilerine de kârlarından tavizler vererek, sosyal politikaları tercih ederler. Sadece Avrupa’da değil, tüm dünyada, benzer sosyal politikalar tercih edilir. Çünkü, sosyalizm tehdidi altındaki bir kapitalist dünyanın başka türlü ayakta kalma şansı yoktur. Ama kapitalistler, sosyal devletin yüklerinden kurtulma faaliyetlerinden bir an bile geri durmamaktadır ve ’70 krizi sonrasında, SSCB’de önemli değişikliklerin gündeme gelmesiyle birlikte, kapitalizmin de, dizginlerinden boşanmış halde icra dönemine geçmeye başladığı görülür. Yeni liberasyon politikaları, esnek üretime yol açan düzenlemelerle, “özgürleşme” olarak, mali ve ekonomik alanlarda adımlarını atmaya başlar.
Bu yıllar, kapitalizm ile sosyalizm arasındaki “soğuk savaş” yılları olarak tarihe geçer.
Bu tarihsel süreci göz önüne almadan, TKY’nin amaçları ile söylemi arasındaki anlam farkını değerlendirebilmek kolay değildir. Kapitalizm ile sosyalizm arasındaki savaş, şimdi, ideolojik platformda gizli-açık, yine aynı hızda, ama TKY’nin kavramlarıyla ve teknolojisi ile işçi sınıfı arasında sürmektedir.
Burada, bazı ekonomistlerin, esnek üretimin çok öncelerde de uygulanan bir yöntem olduğu ve TKY ile bir ilgisinin olmadığı iddialarına değinmek gerekir. Esnek üretim, gerçekten de, ilkel bir üretim döneminde olduğu kadar, kapitalizmin Keynezyen politikalar dönemine ait ekonomiler içinde de, kısmen veya kendine özgü bir model olarak, eskiden de varolan bir ilişki biçimidir. Ama, 1950 sonrası Japonya’da uygulanan esnek üretimle, yani,  TKY’ne ilişkin kalite teknolojisinin, yeniden emperyalist kapitalizmin hizmetine soktuğu esneklik ile, ilkel üretimdeki esneklik arasındaki ayrımın fikren ortadan kaldırılması, kalite yönetimini aklamaya yönelik bir iddia olmaktan öteye geçmez. Bu teorisyenlere göre, TKY mükemmel bir teoridir, ama yeterince anlaşılamadığı ve kötü uygulandığı için olumsuzluklara da neden olmaktadır. Özellikle sendika uzmanları tarafından savunulan ve sendikal örgütlülüğe darbe vuran bu iddialar, kalite yönetiminin gerçek yüzünü açığa vurur. Dolayısıyla kapitalistlerin, ’50 sonrası Doğu Asya’da başlattıkları ve ’90 sonrası tüm ülkelerde piyasaya sürdükleri esneklik teknolojisine dayanan ekonomik model ile, ilkel üretimdeki esnek üretimin kapsam ve metodolojisi arasında önemli farklılıklar vardır. İlki tüm sosyal ve siyasal hakların gaspına yol açan bir metodolojiyken, öncelleri, genele ilişkin değil, özgül örnekler olarak uygulama alanı bulurlar ve etkisi çevresiyle sınırlıdır. Öte yandan, TKY ile esnekleştirilen pazarlara, emperyalizmin tekelleşme sürecine özgü değillerdir, uluslararası esnek üretimin örgütlenme modeli olarak işlev görmezler.

‘TEKNOLOJİ’DEN NE ANLAMALIYIZ?
Burada, “kalite teknolojisi” kapsamında kullanılan “teknoloji” kavramı ile güncelde kullandığımız “teknoloji” tanımı arasındaki farka da dikkat çekmek gerekir. “Kalite teknolojisi”, bir yenilik olarak sunulan, eski teknolojileri (ilkel, köleci, feodal, kapitalist dönemlere ilişkin) ve çağın en yeni (sosyalist) teknolojisiyle birleştirmeye çalışan, eklektik yanının üstünü örten ve ilerici bir teknoloji olarak kabul görmesini sağlayıcı bir yanılgı amaçlıdır. Oysa, toplumsal gelişimi ilerleten, bu anlamda ilerici içerik taşıyan “teknolojik yenilik”, gerçek anlamıyla, toplumsal mücadeleler tarihinin, toplumların ekonomik ve sosyal yaşamlarında ilerleme yaratan bilgi ve teknik bulguların, bunların uygulama yöntemlerinin genelleşmesi ve toplumda  kültürel bir birikim yaratacak etkisi içinde ele alınması gerekir. “Kaliteye” ve “kalite teknolojisi”ne yüklenen misyonun önemi ise, kitlelerin yanıltılmasına yönelik politik amacın örtülmesine hizmette saklanır. Teknolojinin, “kalite teknolojisi” olarak, anlamını çarpıttığı “teknoloji” kavramı ile, sınıflar üstü ve siyasetten, toplumsal gelişim koşullarından ve toplumların ideolojik şekillenmesinden tümüyle ayrı, sadece “teknik bir gelişim” gibi, sosyal gelişime etkilerinden koparılarak, algılanması istenir. Üretim güçlerinin ve kurumlarının, bunlara ait mal varlıklarının gasp edilmesini amaçlayan bu “teknoloji”nin, tarihsel birikim içinde şekillenen teknolojilerin eklektik toplamı olarak kullanımı, gericiliğin gözden kaçırılmasına hizmet eder. Ve gasp politikasının aracı olan bir teknolojinin, sadece tekellerin çıkarlarına göre üretilmiş bir metodoloji oluşu ve kitleler ve emekçiler açısından taşıdığı gericiliği, ona “teknolojik bir yenilik olma” özelliği vermez. Bu açıdan bakıldığında, TKY ve “esnek üretim teknolojisi”, daha çok politik bir yaptırım ve baskı aracı olarak kullanılan yöntemlerdir.
Kalite teknolojisinin her alanda yayılması için özel gayret gösterilir ve devasa yatırımlar yapılır. Örneğin, ABD tarafından, veya IMF ve DB’nca  Türkiye’ye verilen ve verilecek kredilerin tek bir koşulu vardır: bu politikayı (“teknolojiyi”) geliştirici yatırımlar yapma. Ki,  her okula ve kamu kurumuna bilgisayar ve “bilgisayarlı eğitime geçme”, “bilgisayarlı otomasyon teknolojisini kullanıma sokma”, “kalite teknolojisi”nin yaygın kullanımı ve “reel bir teknolojiye dönüşüm”ü için gereklidir. “Reel bir teknolojiye geçileceği” iddiası da, sanal olmaktan öte, siyasal bir yaptırımı içerir. TKY, “bilim ve teknoloji politikaları” açısından da,  her alanda uygulamaya sokulması gereken bir “teknolojik yenilik” olarak sunulur, ama, doğal ve  toplumsal yaşama uygun olup olmadığı tartışılmaz. “Bilgisayar kullanımının yaygınlaşması, herkesin bilgiye ulaşmada özgür olacağı” bir olanak olarak propaganda edilir. Oysa bilgisayar teknolojisinin, bu tür kullanımla, sadece tekellerin merkezileştirmek üzere düzenlediği yeni ekonomi-politikaların işine yarayacağı tartışılmaz. Kendi kültürünü yaratması açısından sadece uluslararası tekellere sunulan olanakların, toplumlar tarafından genel bir kabul görmesi beklenmektedir. Ardından işçi ve emekçi sınıflar açısından katmerli bir bağımlılık ve emek sömürüsü artışının sökün edeceği göz ardı edilir. “Esnek üretim teknolojisi”, toplumların gelişim sürecini geriye itmek ve gelişimini engellemek üzerine geliştirildiği gibi, toplumlar tarafından genel kabul görüp görmeyeceği, daha çok sınıf mücadelesine bağlı olacaktır. Ama, sınıf mücadelesinin engellenmesinin de bir aracı olarak dünya piyasalarına giren bu “teknoloji”,  tekelci egemenliğin pekiştiricisidir.
Bu üretimi yönetecek Kalite Yönetimi, “siyasette kalite” kavramıyla, devlet görevlerine müdahaleye yönelirken, “devletin küçültülmesi” amacıyla “devlette kalite” hareketi başlatıldı.
1980’lerden itibaren, emperyalistlere göre, dünyada artık “sosyalizmin modası” geçmiş, “eskisi kadar tehlike olmaktan çıkmış”tı. Sosyalist hareketler, “terörist hareketler” olarak lanse edildi,  kriminalleştirildi. Aslında SSCB öncesi de, sosyalistlere terörist, anarşist damgası vuruluyordu, ama devrimci yükseliş karşısında bunun pek anlamı yoktu. Rüzgarlar, devrimden yana esiyordu. Ama ’90 sonrası kapsamı genişletilerek, kalite sisteminin örgüsüne karşı veya bu yönetime –genelde emperyalist kapitalizme– muhalif her hareket, “terör” kapsamına alındı. Bu arada, emperyalizme karşı çıkan, ama kalite yönetimine karşı olmayan herkes, “aklanmayı hak etmiş” sayıldı. Kaliteye karşı çıkan herkes, “çağ dışı” ve “teknolojik yeniliklerin düşmanı” ilan edilerek, ABD’nin Kriminal Olaylar Enstitüsü’nün denetimine alınmaya başladı. Kriz Önleme Merkezleri ve risk yönetimi, sadece ekonomik krizle ilgili değil, daha çok sosyal mücadelelere karşı önlemler alan merkezler olarak yönlendirildi.
.
.KALİTE İDEOLOJİSİ İÇİNDE KALİTE EĞİTİMİ
Tekellerin, ’90 sonrası, dünya gündemine soktukları bu yönetim teknolojisini, rahatça uygulamaya geçebildikleri söylenemez. SSCB’nin de, tümüyle kapitalizme geçtiği 1989 sonrası, TKY her ülkede öncelikle ideolojik saldırı başlattı. Bu saldırı özetle iki yönlüdür.
1- Kalite ideolojisi ile, fikri gelişime müdahale eden yöntemleriyle ideolojik saldırı
2- TKY örgütlenmesi olan esnek üretim ve toplumsal yaşamın esnetilmesi olarak ekonomik-sosyal alanda saldırı
Her iki yönüyle de, bu saldırı, emeğe, emeğin kültürel birikimine, sosyal ve siyasal gelişimine karşı, eş zamanlı başlatıldı.
TKY ideolojik ve politik yaptırımını, kalite eğitimleriyle yürütür. Bu nedenle “kalite eğitimi”, uygulanan politikaların en önemli alanıdır.
Kalite eğitimi, “kaliteli ürün” ve “kaliteli üretim” açısından uygulanan yöntemlerin, “kitlelerin ikna edilmesi”ne ilişkin yürütülen çeşitli faaliyetleri kapsar. Deming Öğretisi içinde de yer alan en önemli kurallardan biri “eğitim”dir. Deming şöyle demektedir: “İnsanlara zorla bir şeyi yaptıramazsınız. Onlara kaliteyi öğretin ve ikna metodu kullanın.” Kalite, öğrenilmeden, herkes ikna olmadan uygulanamaz, o halde, her kesim, eğitimden geçirilmelidir!
Kalite eğitimi, toplumun her kesimi için öğrenilmesi gereken metodlar ve kuralları içerir. İlkönce her şey, “in” ve “out” olarak ikiye ayrılır. Kalite yönetimine uygun olan her şey, fikirler dahil, ”in” olarak, kabul edilebilir, bu yönelişe uygun olmayan her şey de “out” olarak, “kabul edilemez” değerlendirilmesi yapılır, kriterler buna göre saptanır.
Okulcu eğitim
Kalite eğitimi, okulcu eğitimle, üniversitelerde, okullarda, kamu kurumlarında, özel işletmelerde, sendikalarda, çeşitli meslek örgütlerinde, devlet dairelerinde vb. toplantı ve çeşitli etkinlikler olarak yürütülen bir dizi mesleki ve teknik eğitim içinde verilir.  
Yaygın eğitim ise, kamuoyuna yönelik propagandalar biçiminde, radyo, TV, gazete, ilan ve reklam panoları vb. kullanılarak yapılan reklamcı eğitimdir.
Okulcu eğitim, kalite yönetiminin “dünyayı algılama ve değiştirme”, yeniden düzenleme amacında olduğu, bunun da kapitalist ve sosyalist “dikta rejimlerine ihtiyaç göstermeyen” bir “demokratik değişim modeli” içinde gelişebileceğine dair tezlerinin okutulduğu eğitimlerdir. Oysa kuşkusuz, en demokratik burjuva devletinin kendisi bir diktatörlüktür, burjuva sistem diktatörlüğe dayanmadan kendisini sürdüremez.
Marksizm “dünyayı değiştirme” görevinin, işçi sınıfına ait olduğunu söyler. Ama kalite ideologlarına göre, Marksizm eskimiştir ve yeni bir teori geliştiren Deming kurallarıyla, dünyayı yeniden bir düzene koymaktadır. Bu düzen, “özgür-eşit-demokrat bireylerden oluşan toplumun,  gönüllü olarak katıldığı ve kabul ettiği kurallara göre, üstün bir teknoloji yöntemi ile kurulacaktır.” Ve sınıflar arası çatışmalarla ve krizlerin olmayacağı bir “refah toplumuna ulaşmak için”, dünyaya açılmak ve “bireysel yeteneklerini sürekli geliştiren, uyumlu çalışma yürüten insan olmak” gerektir. “Çağa ayak uyduran, teknolojik yeniliklere açık, performansını hem fikri hem de kol gücü olarak sürekli artıran, başarılı, katılımcı, yetenekli ve uyumlu, kendiyle barışık bireylerden oluşan bir toplumun hiçbir sorunu olmayacaktır. İş yaşamında olduğu gibi, sosyal yaşamda da mutluluğu yakalamanın koşulu bunlardır.”
“Teknolojinin nimetlerinden yararlanma herkesin hakkıdır. Bu nimetlerle, bilgiye ulaşabilir, dünyayı gezebilir, maddi ve manevi olarak güçlü bir birey olabilir, hatta patrona bile yol gösterebilir” olmak mümkündür.
Okulcu eğitim içinde söylenenler, yapılan propagandanın dönemsel türevleri ve biçimleri, eğitimin yapıldığı alanlara göre çeşitlilik gösterebilir. Örneğin, kamu işletmelerinde “kamu yönetiminin hantallığı, verimsizliği, kaynak israfı, fazla istihdam vb.” söylemleriyle, “üretiminin de kalitesiz olduğu, kaliteli ve verimli bir yönetime geçilmesinin zorunluluğu” anlatılabilir. Ya da örneğin; “devletin yapısal olarak, eski yöntemlerle, gereksiz  ve çağdışı bir yönetimle yürütüldüğü, denetimin sağlanamadığı ve yolsuzlukların nedeni olduğu, sanayi ve tarıma, hatta kamu hizmetlerine ayrılan devlet harcamalarının artık gereksiz olduğu” vb. üzerinden yürünür. Veya sendika ve meslek örgütlerinde standart teknik eğitim türünden çeşitli eğitimler yapılabilir. Ama hepsinin ortak kurallar zinciri içinde ve birbirini tamamlayan konularda, eşgüdümlü bir sisteme göre yapıldığı görülür. Bu sisteme ait kuralların veya eğitimin standardını belirleyen yöntemlerin, Dr. Deming’in Öğretisi’nden türetildiği  görebiliriz.
TKY’nin babası olarak bilinen Dr.Deming’in 14 temel kuralı şunlardır:
1- Ürün ve servislerde iyileştirme amacını sürekli kılın. (Sürekli iyileştirme, birim alandan alınacak ürün miktarının artırılması için toprağın, tohumun ve üretim yöntemlerinin geliştirilmesi çalışmalarıdır.)
2- Yeni bir yönetim felsefesini uygulamaya koyun. (Günümüzde beklenen hata, gecikme, kabul edilebilir hata gibi kavramlara yer kalmamıştır. Her şeyin daha iyisini yapma olanağı vardır.)
3- Kalitenin sağlanması için denetimlere güvenmeyin. (Kalite kontrol edilemez. Üretilir. Sonuçlara bakmak hiçbir anlam ifade etmez.)
4- İşinizdeki başarıyı sadece fiyatlara göre değerlendirme alışkanlığınızdan vazgeçin.(Fiyatı en ucuz malın maliyeti en ucuz olmayabilir. Kalite kavramı ile birleştirilmemiş fiyat bilgileri anlamsızdır.)
5- Sürekli iyileştirmeyi tüm süreçlerinize yayın ve devamlılığını sağlayın.
6- Eğitimi kurumlaştırın! (Yeterli eğitim programları ile desteklenmeyen projelerin başarı şansı yoktur.)
7- Liderlik mekanizması oluşturun. (Liderlik yönetimin doğal işidir. Yargılayıcı değil, yapıcı, eğitici yaklaşımlar önemlidir.)
8- Korku engelini yok edin. (Doğruların konuşulması engellenmemeli, çalışanların yaratıcılığı desteklenmelidir.)
9- Çeşitli birimler ve yönetim arasındaki engelleri yok edin. (Birimler arasında hedefler açısından çelişkiler olmamalı, disiplinli takım çalışmaları desteklenmelidir.)
10- Çalışanları zorlamaktan, onlara sloganlar ve nümerik hedefler vermekten vazgeçin. (Hedef “sıfır” hatadır ve hataların büyük miktarı yönetimden kaynaklanır. Bırakın çalışanlar kendi sloganlarını, hedeflerini belirlesin.)
11- İşyerlerine özgü nümerik hedef ve kotaları yok edin. Kişileri bu kotalara göre değerlendirmeyin. (Kalite ile birlikte değerlendirilmedikçe, miktarlar anlamsızdır. Önce kalite felsefesi egemen kılınmalıdır.)
12- Çalışanların işlerinden gurur duymalarını önleyecek engelleri yok edin. (Hızlı değil, doğru çalışmak, rekabet değil işbirliği anlayışı yerleştirilmelidir. Çoğu zaman yanlış yönetim, hatalı teçhizat ya da malzeme iyi performansı engeller.)
13- Kişiye yönelik eğitim çalışmalarını destekleyin. (En iyi yatırım, insana yapılan yatırımdır. Çalışanlar özellikle takım çalışması ve istatistik teknikleri eğitimi almalıdır.)
14- Dönüşümü gerçekleştirecek somut işleri yapın. (Değişim de bir süreçtir.)
İdeolojik yanılsama yaratma hedefi belirgindir. Örneğin, çalışanlarla ilgili 10. kural, sınıfsız ya da tamamen demokratik bir toplumda ancak uygulanabilir. Günümüz pratiğinde ise, kaliteye ait hedef ve sloganlar zorla ezberletilir. Ezberlemeyenler, hatta eğitimlere girmek istemeyenler işten atılır. Hatalar ise, işçinin hatası olarak, işten atılma, mesaiye bırakılma, para cezası veya günlük ücretlerinin kesilmesi gibi yaptırımlara bağlanmıştır. Yönetime hatasını söylemek, hangi işçinin haddine düşmüştür!
Uygulamada 12. kuralın tam tersi geçerlidir. Örneğin kısımları arasında “müşteri ilişkisi” geliştiren ve kısımları ve işletmeleri birbiriyle şiddetli bir rekabete sokan bir teknoloji olan TKY ve esnek çalışmanın, bu söylemle hiçbir ilgisi yoktur. Söylem, sanki sosyalist bir yöntem tarifi yapar, emperyalist kapitalist sistemin kaçınılmaz rekabet unsurunu ret eder. Ama teorisyen Deming’in bu farkı bilmeyip yanılgıya düştüğüne inanamayız. Günümüz kalite teorisyenleri de böyle bir gönüllü yanılgı ya da çarpıtıcılığı sürdürmektedirler.
Türkiye’ye TKY, ilk önce Sabancı ve Koç’a ait işletmelerde, kalite eğitimleriyle uygulamaya girmiştir. Ardından kalite uygulamaları ve eğitimleri, diğer metal ve petro-kimya işletmelerine girerken zorlanmış, işçi sınıfının direnişi ile karşılaşmıştır. Çünkü “kalite eğitimi”ne girmek, ardı sıra gelecek esnek çalışmayı, yani işten tazminatsız ve kolayca atılmayı, aşırı çalıştırılmayı, ücretsiz izinler ve “0” zam dayatmalarını, düzensiz fazla mesaileri, pazar çalıştırılmalarını, vs. vs kabul etmekle eş anlamlıdır. Bu nedenle, metal ve kimya işletmelerinden bir kısım işçiler, gruplar halinde Japonya’ya eğitime götürülerek ikna edilmeye çalışılmıştır. Ama döndüklerinde önlerindeki tehlikeyi arkadaşlarına anlatmalarıyla, eğitim, hedefinden şaşarak ters tepmiştir.
’90’lı yılların başında özel sektörde ve metal fabrikalarında başlayan “kalite eğitim”lerine girmek istemeyen işçilere, patronlar “ya eğitim, ya kapı” gibi çok açık iki seçenek tanımıştır. En geri sendikal örgütlülüğe sahip işyerlerinde bile, işçilerden çoğu kapıyı tercih etmiştir. Örneğin Arçelik’te ilk kalite eğitimine karşı işçi sınıfının tepkisi sert olmuş, Türk Metal gibi bir sendika bile, bu direnişi kıramamıştır. Bir yıldan fazla süren direnişler, geniş kapsamlı işçi tenkisatıyla, zorla kırılabilmiştir.( ’92-93) Ama, DİSK- Birleşik Metal-İş Sendikası’nın “sosyalist!” yönetici ve uzmanları, patronlara yardımcı rol oynayarak, işçi direnişlerinin kırılması yönünde, önemli rol oynamışlardır. İkna edici sendika eğitimleriyle, uzlaşmacı yollardan, işçilerin kalite eğitimlerine boyun eğdirilmesine aracılık etmişlerdir. Kocaeli’nde Brissa, Chrysler, Makine Takım Endüstrisi, Çolakoğlu, Omtaş, Kroman, vb. bir dizi işletmenin metal işçisi, “bu oyunu, bozmakta başarısız kaldıklarını” söylerken, “sendikalarının oyununa geldiklerini” de itiraf ederler. Kalite eğitimi, bu anlamıyla, işçiyi işçiye, işçiyi sendikacıya kırdırma konusunda ustaca oynanan bir oyundur ve “konusunda eğitilmiş” uzmanlarca verilmektedir.
Kalite eğitimlerinin işyerlerinde yaygınlık kazanması amaçlı eğitimler, böylece sendika temsilcilerinin gayretleriyle, lüks otellerde ve turistik bölgelerde, eşleriyle çocuklarının modern bir yaşama alıştırıldığı mekanlarda verilir. Bu açıdan sendikaların eğitim merkezleri, kalite eğitimleriyle birlikte, TKY’nin sınıfsal birliği bozan yöntemlerinin geliştirildiği şer yuvaları haline getirilmiştir.
Sendikasız KOBİ işyerlerinde ise, işçi sınıfının, örgütsüzlük ve yer değiştirmenin sürekli olduğu çalışma koşullarında, kalite eğitimlerine fazla direnecek olanağı yoktur. Yine de gizli bir direniş söz konusudur. Örneğin, işletme kültürü, marka kültürü olarak verilen eğitimlerde, “ulusal bir vatandaşlık kimliği” yerine, “dünyaya açılan bir dünya vatandaşlığı kimliği” eline tutuşturulan işçi, bunu önemsemese de yırtıp atamaz, ama gönüllü bir sahiplenmeyi de kabul etmez.
İşyerlerinde kalite eğitimi, iki türde, motivasyon ve adaptasyon eğitimleri olarak yapılır.
Motivasyon eğitimleri, yönetici kadrolar için ve ayrıca tüm işçiler için yapılır. Adaptasyon eğitimi ise, işçi giriş-çıkışlarının çok sık olması nedeniyle yeni gelen işçilere düzenli verilir. Motivasyon eğitimlerinin konusu, ISO standartlarındaki prosedürlere uygun ve adım adım yürütülen faaliyetin tanıtımıdır. Bu faaliyetlerin veya yöntemlere ilişkin iş kurallarının işletme veya kurumlarda “demokratik bir yönetim”le uygulanacağı ve “yönetime işçilerin de katılacağı” söylemiyle kaliteye inanç pekiştirilerek, “işyerine, işçinin kendi işi olarak bakması” gibi esnek çalışmaya ve azami verimlilik içinde çalışmaya “alıştırma” motivasyonu verilir. “İşyerinin ayakta kalması ve uluslararası pazarlara entegre olabilmesi” için işçiden azami “fedakarlık” istenir ve “iş varsa çalışacağı, yoksa gönüllü olarak işten ayrılacağı veya ücretsiz izni kabul edeceğini” belgeleyen sözleşme metinleri imzalattırılır. Bu metinlerde, “sendikaya üye olmayacağı, çalışma koşullarına göre yürütülen düzeni bozmayacağı” türünden hükümler de işçiye kabul ettirilir.
Adaptasyon eğitimi içinde, işçilerin yöneltildiği kurslar, teknik dersler vb. paralı bir eğitim olarak da verilir. İşçinin kendini yetiştirmesi, “yeteneklerini geliştirmesi” için, zoraki de olsa bu kurslara katılması sağlanır. Bir branşta kurs da yetmez, ikinci, üçüncü branşlarda kurslarla, kendini sürekli eğitmeye ve yetiştirmeye yönlendirilir. Örneğin, metal işçisinin, kaynakçılık kursu, kalite kontrol kursu, planya kursu, torna-tesviye kursu, yetmedi, bilgisayar kursu, dil kursu vs. eğitime para harcaması koşullanır.
Kamu emekçileri için, yeni kamu yönetimi anlayışıyla, TKY’ne, “kalite eğitimleri” ile ilk adımlar atılır. Kamu kurumlarında kalite eğitimi, “kalite kurulları” toplantıları ve “mesleki eğitim” toplantıları biçiminde başlatılır. Önce kurum yönetimi ve sendika temsilcileri ile birlikte, bölüm şeflerinden “kalite kurulları” oluşturularak, burada “kalite vizyonu” tanıtılır ve katılanlara “kalite misyonu” öğretilir. Sözde, bu kurullar çok “demokratiktir, katılımcıdır, paylaşımcıdır” ve “herkes konuşabilir, fikrini söyleyebilir” ama, özde, bu kurullar birer tuzaktır, katılan herkes, “kaliteye katılmış  ve inanmış, misyonerliğe soyunmuş” kategorisine girer. Bu durum, misyonerliği kabul edip etmediğinden bağımsız olarak, yönetime “olumsuz da olsa” katılmış sayılır. Kaliteciler için olumsuzlukların bir önemi yoktur, bu bir öğrenme sürecidir, ilk toplantılarda öğrenememişse, devamında öğrenecektir.
Kamu kurumlarına ait sendikalar, yönetimlerindeki eğilim gereği, “katılımcılığa” adapte olmaya (bu tuzağa düşmeye) yatkın bir düşünceye sahip olmaları nedeniyle, kalite eğitimlerine sıcak bakarlar. Kalite yönetimi, bu sendikaların akıl hocaları olan uzmanların düşüncesine göre, “mükemmel bir teknolojidir”. Katılım sağlanarak “demokratikleştirilebilecek” “kurumsal dönüşüm”ün içinde yer almanın gerekliliğine inanırlar. Kamu sendikalarının yönetimlerinde de uzun bir süredir kararsızlık ve belirsizlik durumu yaratan bu eğilim, TKY’nin yaratmaya çalıştığı “fikirsel kaos ve bilinemezcilik” tezleri üstüne oturan bir “ideolojik kuşatma” durumudur.
Hem kamu, hem de özel işletmelerde, “mesleki eğitim” adına verilen kalite eğitimi, yine kalite yönetimi veya teknolojisini benimseterek uygulatmaya ilişkindir. Örneğin, kalite kontrol dersleriyle, her kısmın, hatta her işçi veya memurun, kendi işiyle ilgili kalite kontrolünü kendisinin yapması gerektiği ve bu kontrolün kuralları öğretilir. Bir başka öğretilen, kısımlara bölünmüş iş yerleri arasındaki mal alış-verişi ilişkisinin, malların elden ele, kısımdan kısıma geçirilmesinin ticarileştirilerek rekabete dayandırılmış kurallarıdır. İşçiler ve memurlar arasında dayanışma ve güven ortamını dejenere eden ilişkiler ağı, kalite eğitimleriyle verilir. Her kısım, ticari bir kurumdur ve performans ölçümleri ile bu kısmın “verimli olup olmadığına”, “kapatılıp kapatılmayacağına, kısmın işçi veya memurları bizzat kendileri karar versin” istenir. Böylece, işsiz kalan, ya da haklarından feragat eden işçi veya memur, kimseyi suçlayamaz, patrona veya devlete tepki duyamaz duruma sokulmak istenir.
Okulcu eğitimin, önemli bir dayanağı “okullarda ve üniversitelerde eğitim reformu” adı altında yürütülen faaliyetleri kapsar. Paralı ve parçalı eğitim olarak veya ders kitaplarında yapılan değişikliklere eklenecek kalite kavramları ve metodolojisine ilişkin çalışmalar halen     sürdürülmektedir. Eğitimde kalite yönetimi, hem ideolojik, hem de yapısal olmak üzere iki alanda da yeniden yapılandırılmaktadır.

Reklamcı  eğitim
İdeolojik alanda yapılan değişimlerin içinde önemli bir yere sahip olan reklam sektörü, ürün tanıtımından öte, kalite politikalarının aleti olan bir eğitim sektörü olarak geliştirilmektedir.
Reklamcılık, tekellerin en çok yatırım yaptıkları sektörlerdendir. Reklam yönetimi ise, başlı başına bir uzmanlık alanı olarak gelişir.
Coca-Cola reklamı, “ABD emperyalizmine dair bir marka politikası” olarak, kalite kültürünün çarpıcı örneklerinden biridir. Son yıllarda Coca-Cola, dünya halkların ABD karşıtı anti-emperyalist hareketinin hedefi durumuna gelen bir markadır. Ve bu yüzden ABD emperyalizminin bir simgesi olan Caco-Cola tekeli, dünyadaki pazar alanlarını kaybetmekle yüz yüze kalmıştır. Cola karşıtı kampanya, dünya halklarının ABD karşıtı mücadelesinin bir simgesi olarak, halkların birliği ve dayanışmasını da sağlayacak bir tehdit unsuru oluşturduğu için, Cola tekelinin düşünce merkezi, yeni bir vizyonla, bu mücadelenin hedefini şaşırtan bir ideolojik bomba üretmiştir. “Kültürlerin kaynaştırılması” ideolojisi olarak üretilen bu fikir veya bomba, politik açılımını TV reklamları ve gazetelerde bir dizi reklam kampanyası biçiminde yürütmektedir. Cola reklamı, hem halkların kültürel olarak kazanılması, hem de çeşitli ülkeler için farklı Cola türevlerinin esnek olarak üretilip piyasalara sürülebilir, yani Cola tekelinin varlığının sürdürülebilir olma iddiası taşır. İlk aşamada, tüm içecekler, gazoz, meyve suları, cola türevleri Cola markası ile piyasaya sürülür ve reklamı yapılır. Ama Coca-Cola içiminin azalmasına karşın diğer türevlerinin arttığını görmek, halk açısından pek mümkün değildir.   Buna karşı, Cola tekeli, bitmek bilmez bir hırs ve açlıkla, anti-Coca-Cola kampanyasına karşın, Türkiye halkının ABD halkıyla kardeşliği ve dostluğunu simgeleyen bir reklamla Cola-Turka kampanyası başlatır. Bu kampanyadaki görüntü ile, bir Amerikalının bir Türke sesleniş biçimi olan “hey Co” ile, senli benli konuşmalarıyla, ABD-Türk dostluğu varmış gibi bir algılama yaratılır. Bununla birlikte, Türk halkına dair  kültürün örnekleri sergilenir. Görüntü, izleyenleri, misafirperverlik, aileye duyulan saygı ve ilgi, Amerikalının bir Türk vatandaşına cola veya kahve ısmarlarken “bendensin” deme, sarılarak öpüşme vb. gibi dostça yaklaşımlarla, ABD-Türkiye dostluğuna, bu dostluğun pekiştiğine ilişkin bir yanılgıya sürükler.
Son günlerde ABD’nin Türkiye’yi nasıl gördüğüne ve neden dost olmak istediğine ilişkin sorunun cevabı bellidir: “Irak’ı işgaline yandaş” görme ve herhalde destek arama. Bugün böyle bir reklam, Irak halkına karşı “ortak saldırı ve ortak çıkarların” pekiştirileceği gibi bir algılamayı da içerir mahiyettedir.
Kalite yönetimi bir oyun teorisidir demiştik. Burada da, kapsamlı bir ABD oyunu vardır. Irak işgalinin ardından TV ekranlarına gelen bu kampanyayla, ABD dostu bir Türkiye’nin halkının da ABD ile dost olduğu ve dostunun yardımına gitmesinin yolu yapılmaktadır. Coca-Cola ile birlikte marketlerde satılan Cola-Turka reklamının yanı sıra, meyve özlü Frukia reklam kampanyası başlatılmış ve devasa vizyonu ile Rock’un Coca konseri düzenlenmiştir. Rock’n Coca reklamlarında, Rock’n Roll müzigi ile ’68’de protest rüzgarlar estiren Ingiliz toplulugu Beatles grubuna duyulan hayranlık, ABD tekelinin hizmetine koşulmaya çalışıldı. Rock kültürü, değişime uğratılarak, ABD-İngiliz-Türk sermayesinin çıkarlarına uygun işlevselleştirilmek istenmiştir. “ABD-İngiliz-Türk dostluğu ve kültürel kaynaşması”na bir örnek teşkil eden bu kampanyanın, ideolojik yanılsama yaratma hedefi bir yana, ABD sermayesi ve Coca Cola tekelinin dünya halkları üzerindeki egemenliğinin pekişmesi ve  kârlarının artmasından başka bir amaca hizmet etmeyeceği açıktır.
Öte yandan aynı reklama bir başka yanından bakarsak, Türkiye’de yaşayan bir Kürt çocuğuna Kürtçe isim koymak yadsınır, Kürtçe grup adları konu edilerek konserler yasaklanırken, bu olaylarının haberini veren gazeteler, TV kanalları, Cola reklamında, Amerika’daki bir Türk’e, bir Amerikan adıyla “hey Co” diye seslenilmesinin propagandasını yapar. Böylece ABD-Türk kültürleri ve halklarının kaynaşması, ama Türk-Kürt kültür ve halklarının kaynaşamaması üzerine yürütülen bir “Kültürlerin Kaynaşması” politikasının çarpıklığı ekranlara yansır. Amerikan emperyalizmi ve simgesi Cola tekelinin çıkarları için, ABD-Türk dostluğu pekişmeli, ama Türkiye halklarının kardeşliği yadsınmalı, bozulmalıdır!
Yine örneğin, “Asmalı Konak” dizisinin bir bölümünde, hizmetçiler, loğusa hanımlarına okunmuş şerbet kaynatma yerine “okunmuş Cola” içirmeyi tartışır. Bu reklama girecek konuşmadan Cola şirketi, diziye pay ödemiş midir bilinmez ama, şirket çıkarına verilen bu imajla, seyircinin “dünyaya ayak uydurma” adaptasyonuna hizmet ettiği açıktır.

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑