Terör ve terörizm

Türkiye’de Kasım ayının gündemine meskun sivil mahallerde patlatılan dört tahrip gücü yüksek bomba dolayısıyla terör ve terörizm sorunu oturdu.
Türkiye, gerek ülke (egemenler) gerekse toplum (halk) olarak bu soruna yabancı değildi. Hatta oldukça deneyli sayılırdı. Ancak bombaların sarsıntısı yine de büyük oldu. Sarsıntı, hem maddi tahribat, neden olduğu yıkım, yolların ve hatta mekanların kapanması, ölümler ve çok sayıda yaralı hem de manevi etkisi bakımından büyüktü.
Maddi tahribat, gerçekten büyük oldu. Her bir bomba, Türkiye’de bugüne kadar gerçekleştirilmiş bombalama eylemlerinin ötesinde yıkıma yol açtı, halka ciddi zarar verdi. Bombaların manevi etkisi de, daha çok bu nedenle, öncekilerle kıyaslandığında büyük ve yaygın oldu.

KORKU, HALKIN TALEPLERİ VE MÜCADELESİNİN ÜSTÜNE ÖRTÜ
Bombaların yolaçtığı korku ve telaşı birlikte yaşadık. İşçi ve emekçiler, halk, belirli bir süre de olsa, kendi sorun ve taleplerinden uzaklaşmaya, can telaşına, “tehlikeli” mekanlardan uzak durmaya, adımlarını dikkatli atmaya, sağda-solda bırakılmış paketlerden tedirginlik duymaya, korkuyla yatıp kalkmaya itildiler. Kafaları, yeni bir bomba ya da bombalar kaygısıyla dolduruldu. Bu korku, yalnızca bombalarla değil, ama bombalar ve “terör” sorunu işlenip durularak, önlem almak adına yapılanlarla, yolların, örneğin Amerikan Konsolosluğu’na giden tüm yolların kesilmesiyle, çöp paketlerinin bomba uzmanlarınca “kontrol altına alınma” çabasıyla geliştirilip yaygınlaştırıldı. Nereden neyin geleceğinin bilinmezliği, bombacıların halkı kesinlikle gözetmeden, binlerce kişinin her gün gelip-geçtikleri mekanları hedef seçmeleri, korkunun yayılmasının özellikle amaçlandığını gösteriyor. Bu, bombaların yıkıcı maddi etkisinden daha güçlü bir etki oluşturdu.
Enkazlar kaldırıldı; ancak bombaların manevi etkisinin daha uzun süreli olacağı, zihinlerde yaratılan bulanıklığın yanında bilinçaltlarında belirli tortular biriktirdiği tahmin edilebilir.
Etkisi ikincilerle pekiştirilen havra bombalamalarından bu yana, “terör” tartışmalarıyla da güdülenen işçi ve emekçiler, halk, henüz hâlâ, kendi gündemine (gündemlerine) sıkıca sarılabilmiş değil. Etkilenen zihinler ve yaratılmış tortularla, yaşamını sürdürebilme kaygısının, çalışma ve yaşam koşullarını iyileştirme ve sömürüsüz-baskısız yeni bir dünya yaratma çabasının önünde durması hiç de şaşırtıcı olmuyor. Bombalar ve üzerinden yürütülen tartışma, şimdiye kadar, IMF ve reçetelerinin, eğitim ve sağlığın paralı hale getirilmesinin, cehalete ve sağlıksız yaşam dayatmasına karşı mücadelenin, işsizlik belasının, ramazan çadırlarıyla halkı aşağılama boyutuna vardırılan sefaletin, özelleştirmelerin, taşeronlaştırmaların, esnek çalışmanın, yeni yasa tasarılarıyla tasarlanan memur kıyımının, performansa göre ücret dayatmasının, tüm kamu hizmetlerinin paralı hale getirilmesi ve bunlara karşı mücadelenin üstünü örttü. Özgürlükler ve demokrasi mücadelesi, bombaların yarattığı toz duman bulutu içinde unutuldu. Sendikal özgürlük uğruna mücadele, sendikalaşma mücadelesi, hem yürütücülerinin dikkat merkezine bombaların oturması hem de ülkede yaratılan atmosfer, bombaların dayattığı gündem ve bombaların etkisinden yararlanmak isteyenlerin bunu kendi başlıca gündemleri (halkın siyasetten dışlanması, kendi taleplerini sahiplenmekten uzaklaştırılması) doğrultusunda kullanma tutumları nedeniyle, güçten düştü, koşulları zorlaştı. Ülkenin demokratikleşmesine ilişkin talepler ve mücadele, aynı şekilde, dikkat merkezlerinden kaymaya uğradı. Kürt sorununun, talepleriyle birlikte, ülke gündemine bütün ağırlığıyla oturan bombalar ve “terör” sorunu dolayısıyla, üstü örtüldü. “W, Q, X” tartışmaları, dil ve kültürel haklara ilişkin tartışmalar, Kürtçe eğitim, kurslar, Kürtçe yayın hakkı tartışmaları, kendi kaderini tayin ve ilişkili sorunlar, bombaların gücü altında kaldı.

“TERÖR” VE KORKUNUN KULLANILMASI ÇABALARI
Korkunun örtücülüğü ve yatıştırıcılığından yararlanmak için vakit kaybedilmedi.
Öncelikle yaratılan korku ortamı ve bombaların örtüleme işlevinin mümkün olduğunca devamından yarar umulduğu açık. Kuşkusuz kendi özel amaçlarıyla da, örneğin İngiliz Dışişleri, Ankara ve İstanbul’da yeni “terör eylemleri beklendiği” açıklamasını yaptı. Avustralya da, aynı yönde bir başka açıklama yaptı. İngilizlere göre, Türkiye’ye, özellikle büyük kentlere seyahat edilmemeliydi. Türk takımlarının Avrupa Kupası maçları Türkiye dışına alındı. Başbakan Erdoğan, yeni saldırılara ilişkin bilginin Türkiye’nin istihbarat örgütüyle paylaşılmamasına tepki gösterdi ve maçların “tarafsız saha”ya alınmasına itiraz etti. Hepsi bu. “Teröre karşı uluslararası işbirliği” istiyordu.
Medyadaki “terör” edebiyatçıları da, derhal tam bir polis devleti doğrultusunda öneri ve uyarılarda bulundular. Bombaların dehşetinden, özgürlüklerin kırıntılarını da yok ederek egemenliklerini pekiştirmek üzere yararlanmayı önlerine koydular. “Terör”ün önlenmesi için özgürlüklerden vazgeçilmesi fikrini işlemeye, bu yönde önlemler geliştirmeye giriştiler. En ileriye Hürriyet’in başyazarı O. Ekşi gitti: “Türkiye hukuk devleti denir, ama yakalarlarsa burada adamı fena yaparlar” diyerek işareti verdi. “Terör” karşısında “hukuk” ve “hukuk devleti” bir anlam taşımazdı ve hukuksuzluğun yolundan yürümekte bir sakınca yoktu. Ya da zaten büyük ölçüde geçerli olan hukuksuzluğun hukuku iyice pekiştirilmeliydi. İstanbul polis müdürü, basın özgürlüğüne saldırdı. “Terör”le mücadele etmek için basın özgürlüğünden vazgeçilmeliydi. Başbakanın, Belediye Başkanıyken dile getirdiği “İstanbul’a vize” uygulaması önerisi tekrarlandı ve ciddiyet kazandı. Panzerler ve barikatlarla yolları kapatılan konsoloslukların civarı çoktan “vize”ye bağlanmıştı bile. Seyahat özgürlüğüne bile sınırlama getirmeye yönelenlerin, “terör” adına örgütlenme ve sair siyasal özgürlükler karşısında kayıtsız kalacaklarını beklemek beyhude olur. “Demokratikleşme” adına “sivilleştirilen” psikolojik savaş birimlerinin “Toplumla İlişkiler Dairesi” adı altında 81 ile yayılmış olması hatırlanmalı ve yakında bu yönde geliştirilmiş önlemlere tanıklık etmemiz beklenmelidir.

TERÖR VE TERÖRİZM NEDİR?
Kimin, ne için başvurduğu bir yana, terör, en genel tanımıyla, şiddetin politik amaçla kullanılmasıdır. Korku üretmesi ise, terörün doğası gereğidir.
Burjuva gericilik, onun ideolog ve propagandacıları, genel bir terör suçlaması yapar. Terörü kendisinden bağımsız, kendisinin dışında ve karşısında bir kategori olarak tanımlar ve onu, mevcut düzen ya da rejime karşı şiddeti politika düzeyine yükseltmiş “terör örgütü” olarak nitelendirdiği odakların etkinliği sayar. Bu “yarım” bir doğrudur.
Tarih boyunca, sömürücü sınıflar ve sömürüye dayalı egemenlikleri, ezilen sömürülen yığınlar üzerinde kullandıkları baskı ve zorun yolaçtığı tepkilerle karşılaşmışlar, sömürü ve zorun kaçınılmazlıkla ürettiği nefret ve öfkenin muhatabı olmuşlardır. Kısacası, uzlaşmaz sınıf karşıtlıkları, sınıf mücadelelerini koşullandırmış; ezilen sömürülen sınıflar, sömürücü sınıflar ve egemenliklerine karşı hak talep etmekten isyan ve ayaklanmalara kadar bir dizi biçimler almış olan mücadeleler vermişlerdir. Mücadele biçimleri, başlangıçta genellikle barışçılken, koşullarının olgunlaşmasına bağlı olarak giderek zaman zaman zoru içeren, şiddete dayalı biçimler de almıştır. Sınıf mücadelesinin diyalektiği, mücadele biçimlerinin bazılarının giderek eskimesini ve başka bazılarının, yenilerinin gündeme girmesini zorunlu kılmış, sonuçta, şiddet “yenisine gebe her toplumun ebesi” olmuştur. Sınıf karşıtlıkları üzerine kurulu her toplum, köleci ve feodal olanları gibi, kapitalist üretim ilişkileri temelinde örgütlenmiş toplumlar da, şiddeti ve kuşkusuz şiddetin politik amaçlarla kullanılmasını üretmeden edememiştir. Spartaküs İsyanı, Münzer’in Köylü İsyanı, 1789 Büyük Fransız Devrimi ve örneğin 1917 Şubat ve Ekim Devrimleri bu kapsamdadır. Kuşkusuz tümü de şiddete dayalıdırlar, tümünde de şiddet politik biçim almıştır. Zora başvurma, hepsinin ortak özelliğidir.
Burjuvazi, Münzer İsyanı’nda rüşeym halinde ve Fransız Devrimi’nde bizzat kendisi devrimci teröre başvurmuş; birincisi köklü bir toplumsal değişimi başaramasa da, ikincisi Fransa’nın yeni toplumsal örgütlenmesinin dayanağı olmuş ve devrimci şiddet, burjuvazinin elinde “ebe” rolünü oynamış olmasına rağmen, genellikle, ayrım yapmadan terörü suçlayagelmiştir.
Üstelik burjuvazi, yalnızca feodalleri egemenliklerinden uzaklaştırırken çoğu durumda* olduğu gibi devrimci teröre başvurmakla kalmamış; feodallerden devraldığı ve bir terör makinesinden başka bir şey olmayan devlet aygıtını, kendi siyasal egemenliğinin örgütü ve sömürüsünün dış koşullarının sağlayıcısı olarak, her belli başlı toplumsal çatışmanın ardından yetkinleştirmiştir.
Burjuva üretim ilişkilerinin egemenliğini ilan etmesine gelinceye kadar, köleci ve feodal üretim ilişkilerinin bizzat kendileri de zora, iktisat-dışı zora, siyasal zora, düpedüz şiddete dayalı olmuştur. Köle ve serfler, toprağa ve kişiye bağlılıkları üzerinden, hele birincilerin yaşamları da efendilerinin iki dudağının arasındayken, siyasal zorla köleliğe “ikna edilerek” azgınca sömürülmüşler, yaşamlarını çıplak terör koşullarında sürdürmüşlerdir.
Burjuva üretim ilişkileri, önceki sömürü ilişkilerinden siyasal değil ama iktisadi zora dayalı olmasıyla ayrılır ve zorun üzeri örtülürken, burjuvazi, iktisadi egemenliğini siyasal egemenliğiyle perçinlemezlik etmedi. Kapitalist sömürü koşullarının devamını ve burjuvazinin sınıf egemenliğini garanti altına alan burjuva devlet, her gerekli olduğunda siyasal zora başvurmaktan geri durmadı. Küçük bir azınlığı oluşturan burjuvazi, halk çoğunluğu üzerindeki egemenliğini, feodalizm karşısında halkın çıkarlarını savunduğunu ve halkı temsil ettiğini ileri sürerek “halk adına” gerçekleştirmişti. Bu egemenliği, halkı, sömürü koşullarına ve devamına ikna edemediği durumda zor yoluyla sürdürmekten kaçınmadı. Militarist-bürokratik şiddet aleti olarak devlet aygıtı, bu zorun örgütlenmesinden başka bir şey değildir.
Dolayısıyla burjuvazinin sınıf karşıtlığı üzerine kurulu egemenliği, gönüllü bir kölelik biçimi olan ücretli köleliğe dayanmaktadır; ama aynı zamanda, devasa bir terör aygıtı tarafından, siyasal zor aracılığıyla da garanti edilmektedir. Tarih boyunca, bugün olmasa bile yarın egemenliğini tehlikeye atacak her az-çok ciddi işçi, emekçi hareketi, en demokratik burjuva ülkelerinde bile, siyasal zorla, gerici terörle yanıtlanmış, grevlerin kanla bastırılmasından, gösterilerin zorla dağıtılmasına, hak ve özgürlüklerin kısıtlanıp çıplak zorun öne çıkmasına dayanan sıkıyönetimler ve OHAL’lerin ilanından darbelere, faili meçhullerden işkencenin kitleselleşmesine, cezaevlerinin tıka basa doldurulmasından idamlara kadar çeşitli biçimler alan gerici terörün estirilmesinden kaçınılmamıştır. Hitler ve şürekasının türünden burjuva egemenlik biçimleri ise, çıplak terörün örgütlenmeleri olmuştur.
Emperyalist kapitalist egemenlik, iktidar doruklarının tekeller tarafından ele geçirilmesine bağlı olarak, bir yandan mülkiyetin çok ay sayıda elde birikmesi ve çoğunluğun sefaleti sürecini ilerleterek kapitalist karşıtlığı derinleştirirken, diğer yandan, kendisi de, terör aygıtı olan burjuva devletin bir biçimi olan burjuva demokrasisinin iyice güdükleşip gericileşmesine götürmüştür. Demokratik hak ve özgürlükler iyice kısıtlandığı gibi, terör aygıtı ve şiddet aleti olarak burjuva devlet, çok sayıda özel uzmanlık örgütleriyle alabildiğine tahkim edilip yetkinleştirilmiş, şiddet organ ve araçlarına olan ihtiyacın giderek büyümesine bağlı olarak, istihbarat ve örgütlerine, gizli servislere, kontrgerillaya, silaha, teçhizata ayrılan harcamalar olağanüstü artırılmış, ABD Guantanamo üssüyle anılır olmuş, Avrupa burjuva demokrasilerinde Gladio, Türkiye’de Susurluk örneklerinde görüldüğü gibi, mafya-siyaset-sermaye-“güvenlik” örgütleri, hangisinin nerede başlayıp hangisinin nerede bittiği belirsizleşmek üzere, iç içe girmiş, egemenler tarafından da kabul edildiği gibi, CIA El-Kaide’yi, MOSSAD HAMAS’ı, Özel Harp Dairesi Hizbullah’ı kurup eğiterek, beslemiş ve kullanmış, terör kapitalist toplumun dokularına sinmiş, şiddet, TV kanallarının programlarının içeriğini belirlemenin yanında, darbeler ve en çok da saldırı savaşları ve işgallerin yaygınlaşmasıyla emperyalist burjuva egemenliğini belirtir olmuştur.
Ama gerici burjuvazi ne devlet aygıtını ne de bir savaştan diğerine koşturmasını terörle ilişkilendirmektedir. Burjuvazi, terörü üstelik mutlak olarak kendi dışında ve kendine yöneltilen bir faaliyet türü olarak göstermektedir. Bu apaçık bir yalandır.

BİREYSEL TERÖRİZM BURJUVA EGEMENLİĞİNE KARŞI TEPKİNİN SAPTIRILMIŞ BİÇİMİDİR
Kendi özel uzlaşmaz karşıtlığı üzerine kurulu kapitalist toplumda –işsizlik, sefalet, açlık gibi sonuçlarıyla birlikte– sermayenin yeniden üretim sürecinin, artı-değer üretiminin tahrip ediciliği ve kuşkusuz neden olduğu nefret ve öfke, yalnızca, başta işçi sınıfı olmak üzere emekçilerin –çeşitli biçimler alan– hak talebi ve giderek sömürü sistemini değiştirme mücadelelerine kaynaklık etmekle kalmaz. Az-çok örgütlü kitlesel tepki ve mücadelelerin yanında, örgütlenmeye en az yatkın olan, genellikle kapitalizmin gelişmesiyle yıkıma uğrayan eski toplumun kalıntısı köylülük gibi kesimlerle birlikte, onun bir yandan yeniden üretirken bir yandan da yıkıma sürüklediği şehir küçük burjuvazisi ve lümpen proletarya saflarında neden olduğu nefret ve öfkenin ürünü tepkiler, bireysel nitelikli ve buradan gelmek üzere ani parlamalı-sönmeli tutum ve karşı çıkışları, eylemleri de koşullar. Buradan mafyacılık, kap-kaççılık türediği gibi, bireysel terör ve terörizm de türer. Kitle mücadeleleri gibi, bireysel tepki ve eylemler de, artı-değer üretiminin yıkıcılığı ve doğurduğu tepkilerin yanı sıra, bu üretimin koşullarını garanti etmenin siyasal örgütü olan devlet aygıtında içerilmiş şiddet ve bunun çeşitli biçimler alan uygulamaları tarafından da dayatılır, “teşvik edilir”. Bireysel terör ve terörizm, –şiddet aleti ve uygulamalarıyla birlikte– bizzat kapitalizmin ürünü olarak belirir. Sömürülen kitlelerin işsizlik, yoksulluk ve sefaletini derinleştiren, dünya egemenliği peşinde dünya halklarına zorbalık ve ölüm götüren emperyalizm, bireysel terör “teşvikçiliği”nin de derinleşmesine, kendi ürününün dayanaklarının genişlemesine götürmüştür. İşçi ve emekçi kitlelerin, giderek şiddeti içeren biçimlere bürünmesi kaçınılmaz mücadelesinden farklı olarak, bireysel terör ve onu politik tutum düzeyine yükseltmiş, örneğin –kitle mücadelesinin alacağı biçimlerden biri olarak kavramak yerine– kapitalist zorbalık karşısında “her koşulda silahlı mücadelenin temel olduğunu” ileri süren bireysel terörizm, kapitalizmin ürünü olarak ortaya çıkar, ona karşı tepkinin ifadesidir, ancak, bu tepki, anlaşılır olmakla birlikte, başarı şansı olmayan, çünkü ezilen kitlelerin eylemini dayanak edinmeyen bir “öfke kusma”dan öteye gitmez. Öfkeyi biriktirip tahrik eden kapitalist sömürü ve zorbalıktan, ancak onun uzlaşmaz karşıtlığı üzerinden ve başlıca karşıtı olan işçi sınıfının temsil ettiği üretici güçlerin gelişme ihtiyacına uygun yeni üretim ilişkilerinin, öyleyse yeni bir dünyanın örgütlenmesi, bunun için, sömürülen ve ezilen milyonların, köklü toplumsal alt-üst oluşun, toplumsal devrimin öznesi kılınması dışında bir kurtuluş yoktur. Bu ise, işçi sınıfı başta olmak üzere kapitalizmden zarar gören tüm emekçi katmanların örgütlü mücadelesinin başarıyla gelişmesiyle olanaklıdır. Bireysel terör ve terörizm, bu örgütlülük ve örgütlü mücadele dışında şiddet ve şiddetin politika düzeyine yükseltilmesi olarak, kapitalizme karşı öfke ve tepkinin saptırılmış bir ifadesi olarak, ancak, işçi sınıfı ve halkın örgütlü mücadelesine zarar verir.
Genel olarak zora ve şiddete karşı olmak bizim işimiz değildir. Her devrim, hele toplumun geniş çoğunluğunun toplumsal devrimi, sosyalist devrim davası, zorun genel-geçer bir mahkumiyetini dışlar. Devrim, kitlelerin eseri olduğu kadar, onun zoruna da dayanır. Burjuvazinin sınıf egemenliğinin devrilmesine (devlet aygıtının kırılıp parçalanmasına) ve egemenliğini yeniden kurmasını önlemek üzere baskı altına alınmasına dayanmayan, işçi sınıfının (sosyalizme kesintisiz geçişi öngören halk devrimlerinde, sömürülen müttefiklerinin de) burjuvazi üzerindeki zorunun örgütlenmesi olan egemen sınıf olarak (devlet olarak) örgütlenmesine varmayan toplumsal devrim girişimleri başarısız kalmaya, geçici bir başarı kazansa bile yenilmeye mahkumdur. Ancak, sömürülen ezilen yığınların mücadelelerinin aldığı bir biçim olarak devrimci şiddet başka şeydir, kitlelerin mücadelesine dayanmayan, onun bir biçimi olarak şekillenmeyen bireysel terör ve bu terörün politika edinilmesi olan bireysel terörizm başka şey. Zor ve şiddet türlerini, birbirinden, hangi siyasete bağlandıkları ayırt eder.
Marksizm, ilk ortaya çıkışından bu yana, işçi sınıfı ve halkın mücadelesini bir dizi reform pahasına burjuvaziyle uzlaşmaya bağlayan devrimci olmayan yaklaşımlar kadar, “devrim” adına bireysel terörizmi benimseyen dayanaksız, kitleden kopuk radikalizmi de eleştirip mahkum etmekten geri durmamıştır.

BİREYSEL TERÖRİZM ÖRTÜCÜ VE DAĞITICIDIR
Şiddetin politik amaçlarla kullanılması olan bireysel terör ve terörizm, kimin, hangi amaçla başvurduğundan bağımsız olarak, halkın taleplerini örtücü, mücadele ve örgütlerini dağıtıcıdır. Her şeyden önce, sömürülen yığınların mücadelesine dayanmadığı ve sömürülen yığınları “seyirciler” olarak görüp mücadelenin dışında tutarak pasifleştirdiği için, böyledir. Bireysel terörizm, emekçi kitlelerin dikkatini kendi etkinliklerinden, kendi mücadelelerinden, kapitalizme karşı mücadelenin öznesi olma ihtiyaçlarından, kapitalizmin sömürülen yığınlarla sömürücüleri olan burjuvazi arasındaki uzlaşmaz karşıtlık üzerinde kurulu olduğu gerçeğinden uzaklaştırır, örtü işlevi görür.
Bireysel terörizm, burjuvazinin temsilcilerine ve devletine karşı düzenlenmiş bireysel (en çok, kitlelerden kopuk küçük gruplar tarafından düzenlenmiş) saldırılarla kurtuluşun geleceği iddiasındadır. Ama hem burjuvazi bir temsilcisinin yerine kolaylıkla bir başkasını geçirir hem de, kendisine yöneltilmiş bireysel saldırılarla –nispeten– kolaylıkla baş eder. Üstelik, bireysel terörizm tarafından zaten seyirciler durumuna itilmiş sömürülen ve ezilen yığınları, dikkatlerinin, çeşitli terör eylemleri tarafından dağıtılmış ve kendi sorun ve taleplerinden uzaklaştırılmış olmasını ve kafa karışıklığını kullanarak, yedekleme etkinliğini güçlendirdiği gibi, kitlelerin kendi eylemi olmayan –ve dolayısıyla öfkelerini yansıttığı ve belki kısmen giderdiği için bir kısmının hoşlarına da giden ama– benimsenip sahiplenmedikleri bu eylemlerden, onların mücadele koşullarını zorlaştırmak için, terör ve teröre karşı mücadele bahanesiyle demokratik hak ve özgürlükleri budamak üzere yararlanır. Bu, tarihsel olarak, hep böyle olmuştur.
Son olarak, bireysel terörizm ve onu politika olarak benimseyen örgütler, kapitalizme karşı öfkeyi dayanak edinseler de, gerek kapitalizmin gerçek uzlaşmaz karşıtına, işçi sınıfına ve müttefiklerine, halka ve mücadelesine uzaklıkları, işçi sınıfı ve halka ve gücüne güven duymayışları gerekse eylemlerin içeriğinin zorunlu kıldığı gizli ve dar örgütlenmelerinin gizliliğini halka dayanarak ve onun içinde “eriyerek” değil ama yalnızca örgütlenme teknikleri ve darlıkla sağlama ilkeleri, ama yeni militanlar kazanma zorunluluklarıyla, istihbarat örgütlerinin sızmalarına açıktırlar. Hatta bir dizi durumda, sızmalar yoluyla, kendilerine açılan kanallarda yürümelerinin yanında, kapitalizmin karşıtlıklarının ve kapitalist devletin en az farkında olanları ve buna en az önem biçenleri bakımından, farkında olmadan ve bazı hallerde –halkın ve mücadelesinin yerine geçirip yücelttikleri– örgütün bir dizi ihtiyaçları açısından farkında bile olarak, istihbarat örgütleri tarafından yönlendirilirler. Bu tür bazı örgütleri, çeşitli nedenlerle –asıl olarak halka ve çeşitli halk mücadelelerine karşı kontrgerilla etkinliklerinin bir yönü olarak– doğrudan kapitalist istihbarat örgütlerinin kurdukları bile bilinir.
Bireysel terörizm, tarihsel bakımdan gelişmesi sürecinde, işçi sınıfı davası savunucularınca, ideolojik ve politik yönlerden eleştirilip mahkum edilmesine bağlı olarak, terör eylemlerini kitlelerin mücadelesinin yerine geçirmediğini, ama teröre kitle mücadelesinin yanı sıra, onunla birlikte başvurduğunu ileri sürer olmuştur. Ama bu savunması da eklektik ve güçsüzdür: Ya sömürülen ezilen kitlelerin mücadelesi kendi gelişmesi sürecinde yeni biçimler kazanacak ve devrimci şiddet ve şiddete dayalı mücadele biçimleri, bu mücadelenin kendi gelişmesinin ürünü olacak ve mücadelenin bilinçli öncüleri (devrimci parti), bu yeni biçimlere ancak ve yalnızca bilinçli ifade verip bu biçimlerin sistematize edilişine katılacaklardır ya da ne denli “kitle mücadelesi ile birlikte” savunulduğu ileri sürülürse sürülsün, bireysel terörizm, kitle mücadelesinin bir biçimi olmaktan uzak olmakla kalmayıp, onun gelişmesine zarar veren, kitlelerin dikkatini, mücadelesini ve örgütlerini dağıtan içeriği ve sonuçlarıyla kendi başına terörün yüceltilmesi olarak kalacaktır.

TÜRKİYE HALKI TERÖRİZM SORUNUNDA DENEYLİ
Türkiye işçi sınıfı ve halkı bireysel terör ve terörizm konusunda oldukça deneylidir.
Tarihsel olarak da kapitalizmin, kapitalist sömürü ve zorbalığın ürünü ve oluşturduğu tepkinin ifadesi olarak şekillenen ve ilk örnekleri, işçi sınıfı ve hareketi içinde de belirli bir etkinlik sağlayan dar ve gizli küçük grup eylemlerine dayalı Blankizm ile her türlü otorite ve dolayısıyla örgütü reddeden, bireyselliği ve suikastçılığı yücelten Bakunin’in anarşizmi olarak görünen bireysel terörizm, Marksizm ve teorik zaferini sağladığı dönemin öncesinde ortaya çıktı. Kapitalizmin ve kitlesel işçi hareketinin gelişmesine, Marksizmin kapitalizm çözümlemesi ve işçi sınıfının toplumsal devrimci rolüne dair öğretisinin işçi hareketi içinde zaferini sağlamasına ve yaygınlaşmasına bağlı olarak etkilerini kaybettiler. 1848 devrimleri ve 1871 Paris Komünü, pratik olarak da işçi hareketinin amaç ve mücadele biçimleri sorununa net çözümler getirip, bu çözümler Marksist çözümlemeyle tamamen örtüşünce, Blankizm’in temel yaklaşımlarıyla birlikte geçersizleşmesi ve Bakunin’in I. Enternasyonel’den tasfiyesiyle bireysel terörizm ve anarşizm  işçi hareketi dışına atıldı ve işçi hareketinin önü açıldı. Ancak bu, anarşizm ve bireysel terörizmin bütünüyle sonu anlamına da gelmedi. Özellikle küçük üretimin yaygın olduğu ve örgütsüzlüğü koşulladığı ülkelerde, hatta belirli bir gelenek de oluşturarak, bu muhaliflik tarzı, etkisi kırılmış durumuyla da olsa, varlığını sürdürdü. Bireysel terörizmi benimseyen Narodnizmin Rusya’daki etkinliği ve Lenin’in onunla mücadelesi, hem bu muhaliflik tarzının özellikle geri ülkelerde kendisine dayanaklar edinebildiğinin örneği, hem de bireysel terörizmin mahkumiyeti ve etkisinin kırılmasının temel bir adımı olmuştur.
Marx ve Engels’in mücadelesi ve I. Enternasyonel’le başlayan, Lenin’in mücadelesi ve III. Enternasyonel’le devam eden bireysel terörizmin eleştirisi alanında sağlanan zafer, işçi sınıfı partilerini çelikleştiren temel dayanaklardan birini sağlamış; örgütlü partili mücadele, kitle mücadelesi, kapitalizm karşısında sosyalizmi savunan, toplumsal devrimi perspektif edinmiş işçi sınıfı partilerinin öncülüğünde güvencesini bulmuştur.
Sovyet modern revizyonizminin doğuşu ve iktidara gelişiyle sınıf partilerinin bozuşması ve devrim perspektifinden uzaklaşmaları, bulanan devrim perspektifi ve sınıf ve kitle hareketlerinin Marksist öncülerinden yoksunlaşması, ortamı, yeniden sapkınlıklar ve özel bir sapkınlık türü olan bireysel terörizm açısından elverişli hale getirdi. Modern revizyonizmin tahribatı ortamında çok sayıda samimi devrimci amaçlarından sapıp yollarını kaybederek, bireysel terörizme yöneldiler. Geleneksel olarak anarşizm ve bireysel terörizmin dayanaklar bulmuş olduğu Latin ülkeleri bu doğrultuda öne çıktı, Marksist partilerin revizyonizme batmaları karşısında, onların revizyonizmini, devrim fikri ve pratiğinden uzaklaşmalarını suçlayan, ama bu suçlamayı, kafa karışıklığı içinde Marksizmin ve temel öğretilerinin, örneğin “devrimin kitlelerin eseri olduğu” fikrinin suçlanmasına kadar vardıran ve küçük grup eylemlerini ve devrim adına “silahlı mücadelenin genel-geçerliğini” benimseyen Che Guevera gibi önderler ortaya çıktı. Uygun koşulları üzerinden kitle hareketiyle denk düşen küçük grupların silahlı mücadelesinin hele Küba’da başarıya ulaşması, bu devrimci tutumun sosyal pratik tarafından “onaylanması” anlamına da geldi ve buradan uluslararası etki alanı bulması ve etkisinin yayılması mümkün oldu.
Öfkeleri kapitalizme karşı öfkedir, devrimcidir; ancak saptırılmış bir öfke olmanın yine ötesine geçememiştir. Hemen istisnasız her ülkede kitle hareketini geriletip dağıtıcı rol oynamış ve hem maddi koşulları oluşsun-oluşmasın silahlı mücadeleyi esas alan bireysel terörizmin bizzatihi kendisini hem de sonuç olarak kitle hareketlerini tahrip etmesi, modern revizyonizmin günahının kefareti olmuştur.
1960’ların sonunda Türkiye de benzer gelişmeye sahne oldu. Yıllar sonra, bugün samimiyetleri yalnızca dostları değil düşmanları tarafından da teslim edilen genç devrimciler, daha çok Che’nin örneğini izleyerek, sosyalizm ülküsüyle, bağımsızlık ve demokrasi için silaha sarıldılar. Burjuvazi ve “müesses nizam” tarafından “anarşisitlik” ve “eşkiyalık”la suçlandılar. Kitle hareketinin doruğunda –hareket inişe yönelmişken– işe koyuldular; Küba’daki başarıyı tekrarlayamasalar bile, halktan tecrit olmadılar. Hatta halk tarafından kahramanlaştırılıp yüceltildiler, gönüllerinde yer ettiler. Halka hiç zarar vermemeleri, ama nefret ve öfkesini temsil etmeleri, bunda tayin edici oldu. Ancak yine, devrimci dile getirilişi kuşkusuz olan bu öfkeyi, kapitalist karşıtlığa ve kitlelerin mücadelesine dayandırılmış, kapitalizmin başlıca ve temel karşıtı olan işçi sınıfının dünya görüşüyle donanmış ve mücadelesinin örgütlenmesini esas alan biçimiyle değil, ama küçük grup örgütlenmesi ve eylemleri üzerinden temsil ediyor olmaları nedeniyle, hem ciddi bedeller ödeyerek kaçınılmaz olarak yenilgiye uğradılar hem de halkın sempatisini kazanmalarına rağmen, onu “seyirci” durumuna ittikleri ve pasifleştirdikleri için kitle hareketinin gelişmesini olumsuz yönde etkilediler. Bu, bir deney sağladı. Hem işçi ve emekçiler için hem halktan kopuk küçük grup eylemlerini benimsemiş ileri unsurları oluşturan devrimciler için.
1975-80 arası, önceki dönemin birikimleri ve deneyleri üzerinden yaşandı. Bir yandan çıkarılan dersler doğrultusunda sınıfın ve halkın örgütlenmesi doğrultusunda küçümsenmeyecek adımlar atıldı, bir yandan da, önceki dönemin izi sürüldü, trajediyle kapanan önceki dönemin ardından, aynı tutum ve yaklaşım son noktasına kadar geliştirilip abese vardırıldı ve bir trajikomedyaya ulaşıldı. Faşist besleme milislerin artan etkinliği ve baştan kaybedilmiş kapitalist karşıtlık ve devlete ilişkin perspektif ya da perspektifsizlik, yeni gelişmeye başlayan Marksist hareketin aşmaya güç yetiremediği koşullarda, faşist MHP ile devrimciler arasındaki “düello”ya götürdü. 12 Eylül darbecileri, bunun üzerinden yürüttükleri “kardeş kavgasını önleme” demogojisini işlevsel kılabildi ve darbeyi meşrulaştırıp halkı yedeklemenin zemini olarak kullanabildiler. Devrimciler, bu kez tecrit de oldular ve ideolojik olarak da etkisizleştirildiler. ’80 öncesinin ve üzerine oturan 12 Eylül döneminin tahribatı ve deneyleri daha kapsamlı oldu. Halk, hem bireysel terörü ve sonuçlarını hem besleme faşist milislerle düelloya tepkiyi hem de bundan kaçışa dayalı olarak yedeklenmeyi, 12 Eylül’ün başlıca kendisine yöneltilmiş baskısına katlanma zorunda kalmasıyla birlikte yaşadı. Önemli bir kısmı fiziki olarak imha ve tahrip edilen diğer önemli bir kısmı ideolojik olarak teslim alınan devrimcilerin geriye kalan ve kendini koruyabilen küçük bir kısmı açısından da, dönemin dersleri büyüktü.
Ardından 1984 Eruh ve Şemdinli baskınlarıyla yeni ve değişik özelliklere sahip başka bir dönem ve hareket başladı. Ulusal hareket, bireysel terörizmle benzeşikliği ile birlikte, ondan farklı bir karakter de gösterdi. Bir halk hareketi özelliği kazandı, ciddi bir tabana oturdu. “Silahlı mücadelenin temel olduğu”na dair fikir kanıtlanmış görünüyordu; önceki dönemden arta kalan devrimcilerin ve hatta devrimci grupların önemli bir kısmı ilgi ve desteğini esirgemedi, hatta küçümsenmeyecek bir kısmı harekete katıldılar. Oysa yıllardır zorla bastırılan ulusal taleplerin savunulması, kitlesel bir gücü harekete geçirmiş ve silahlı etkinlik bunun üzerinden gerçekleşmekteydi. Yine de “Mavi Çarşı” ve “Çetinkaya” gibi örnekleriyle hem bireysel terörizmin hem de dar ve kör milliyetçiliğin ürünleriyle karşılaşıldı. Tamamen ezilip dağıtılmasa bile yenilen bu hareket de, olağanüstü baskıya maruz kalan halkın yorgunluğu ve barışa ve kardeşliğe eğilim göstermesi başta olmak üzere, ciddi deneyler sağladı.
Revizyonizmin tahribatıyla başlayan ve ’90’lara kadar varan aynı dönemde, karakteri itibariyle benzer ama içeriğiyle farklı bir başka terör ve terörizm mayalandırılıp geliştirilmekteydi. Bu, sonraları, sonuçları üzerinden “Medeniyetler Çatışması” türünden teoriler geliştirilecek ve “bütün kötülüklerin kaynağı” olarak ilan edilip “Haçlı Seferi” çağrıları çıkarılacak olan, İslami terörizmdi. Kendisine, Amerikan emperyalizminin Sovyetler Birliği’ni güneyinden bir “Yeşil Kuşak”la kuşatması planı içinde bir yer edindi. S.B.’nin Afganistan işgali, bu planın hayata geçirilmesinde bir dönüm noktası sağladı. CIA’nın doğrudan kurup, finanse ettiği ve Suudi Arabistan, Pakistan gibi ülkelerin her yönden desteklediği İslamcı militanlar, Afganistan’da Sovyet işgali karşısında bir “İslam Ordusu” olarak örgütlendiler, eğitimden geçtiler ve savaştılar. El-Kaide bu süreçte CIA tarafından kuruldu. Filmlere bile konu olmak üzere, Amerikan “ramboları” ile birlikte mücadele yürüttüler. Sonra Bosna, Çeçenistan, Kosova vb. geldi. İslami terör yaygınlaştırıldı ve beslenerek güçlendirildi.
Türkiye, İslam’ın bu emperyalist emel ve planlar çerçevesinde kullanılışına, savaşlarına ve ordulaşmasına ciddi destekler sunmakla kalmadı, çok sayıda siyasal İslamcı ve faşist militan bu savaşa katıldılar; hem savaştılar hem de askeri ve ideolojik-siyasal eğitimden geçerek döndükleri Türkiye’de örgütlendiler. MOSSAD’ın El-Fetih’e karşı, tıpkı Haçlı Seferleri üreten Hıristiyanlık’ın olduğu gibi, cihat üreten İslam’ın korku salmaya ve zora dayalı, İslam olmayanlar karşısında zoru öngören temelini kendi hizmetine koşmak üzere HAMAS’ı kurması örneğini izleyerek, Kontrgerilla, PKK’ya karşı yürüttüğü savaşın hizmetine koşmak üzere Hizbullah’ı kurdu. Türkiye işçi sınıfı ve halkı, bu süreçte de deney sahibi oldu. Örneğin Hizbullah’ın gaddarlığının yanında burjuva gericilik ve devletle bağlantısını yaşayarak öğrendi.
Fetihleri ve içerdiği zorla İspanya’ya kadar Eski Yunan’ın birikimlerinin aktarıcılığını yaparak olumlu bir rol oynayan siyasal İslam, “Yeşil Kuşak” projesi çerçevesinde, Amerikan emperyalizminin dünya egemenliği stratejisi ve onunla uyumlu İsrail’in ve Türk kontrgerillasının emelleri doğrultusunda tamamen gerici bir terörün dayanağı olarak rol oynamaktaydı. İslamcı zorun, Amerikan emperyalizmi ve dünya egemenliği siyasetiyle, en büyük düşmanı olduğunu ileri sürdüğü İsrail’in zoruyla dahi kolaylıkla birleşebildiği ve onlara hizmet ettiği yaşanarak görüldü. Sovyet yayılmacılığı ve işgali karşısında cihat konusu edilmiş haklı bir davanın savunuculuğuyla perdelenmiş İslam savaşçılığı, milyonlarca yoksul Müslümanın Amerikan emperyalizminin yedeği haline gelişinin üstünü örttü.
S.B.’nin çöküşü ve Amerikan emperyalizminin dünya egemenliği konsept ve stratejisinin değişmesiyle, siyasal İslam’ın, İslam’ın siyasal amaçlarla kullanılışının da yönü değişti. Kurulmuş gelişkin ilişkiler yok olmadı, ancak rollerini farklı oynamaya başladı.
Bin Ladin ve El-Kaidesi başta olmak üzere Amerikan emperyalizminin planları doğrultusunda ordulaşmış İslam savaşçıları, kendilerini değişik koşullarda, kullanılıp bir kenara atılmakla da kalmayan, ama ABD’nin ihtiyaçlarına uygun olarak, başlıca düşman ilan edilmiş pozisyonda buldular. Yakalanmadılar, imha edilmediler, siyasetin dışına da itilmediler; artık eskisinden farklı bir kullanım değerine sahiptiler, kullanılmaya devam edildiler. Eski dostlar, besleyenle beslenmiş olanlar düşmanlaşmaktaydı. Kimin elinin kimin cebinde olduğunun net olmadığı ilişkiler içinde çatışma başladı. Komünizm düşmanlığıyla Rusya’ya karşı savaşanlar, şimdi artık “kendileri” için, İslam için savaşma durumundaydılar. Bu kez, “savaşları”, kapitalizme karşı öfkenin saptırılmış biçimi olarak, Rusya karşısındaki saptırılmış aynı öfkeden –işgal karşıtlığından– farklı koşullara dayanmaktaydı. Ezilen Müslümanların öfkesini temsil iddiasıyla savaşmışlardı, öyle devam ettiler; ama savaşmayı ve yöntemlerini Amerikan emperyalizmi ve CIA’dan, MOSSAD’dan, Kontrgerilla’dan öğrenmişlerdi. Ve eski ilişkileri, bu kez tersten yönlendirmeleri olanaklı kılmak üzere işlevseldi. Amerikan emperyalizmi ve müttefiklerinin, dünya egemenliği emellerinin gereksindiği düşman ihtiyacını karşılamaya yatkındılar, bu ihtiyacı karşılar oldular.
Aynı işlev farklılaşması, Türkiye’de Hizbullah açısından da yaşandı. Kullanılıp işlevini yerine getiren Hizbullah, 28 Şubat sürecinde şeriatçılığa karşı açılan savaşta, yine kullanıldı, ama bu kez, teşhir malzemesi olarak. Lideri öldürüldü, “domuz bağları”yla, bodrumlara gömülmüş cesetleriyle, bu kez, başka bir Hizbullah manzarasına tanık olundu. Türkiye halkı yine deney sahibi oldu.

BOMBALAR, FİLİSTİN VE IRAK DİRENİŞİ VE TERÖR
Farklılaşan pozisyonlarıyla, İslam savaşçıları, değişik adlar altında, acımasız kitlesel kırımlara yolaçan eylemler örgütlemeye giriştiler. Bireysel terörizmi benimsemiş kapitalizm suçlayıcısı hiçbir devrimcinin öngörmediği ve başvurmadığı türden eylemler düzenlediler. Eylem planlar ve bir hedefe saldırırken halkın görebileceği zararın üzerinde bile durmadılar; eylemleri, bankalara, konsolosluklara vb. yöneltildiği durumlarda bile, sadece sonuçları bakımından halka ve mücadelesine zarar vermekle kalmadı, doğrudan halkı hedef alan eylemler olarak şekillendi. Eğitimlerini, halka en küçük değer vermeyen emperyalist efendilerden almışlardı.
Türkiye işçi sınıfı ve emekçileri, son bombalamalarıyla İslami terör ve terörizmi, edinmiş oldukları deneyleriyle karşıladılar. Halktan hemen hiç kimse, yıkımı büyük bombalamaları, yalnızca ve tek başına İslami teröre yormadı. Hem eylemlerin ölçeğinden hem deneyleriyle bildiği İslami terörün emperyalist büyük güçler ve devletlerle bağlantılarından hareketle, arkasında “büyük güçleri” aradı. Bunda, kuşkusuz, halkın büyük çoğunluğuyla Müslüman oluşunun etkisi de ihmal edilemez.
Sıradan işçi ve emekçiler, herhangi kaygılarla değil, ama deneyleri ve deneylerinden süzülmüş aklıselimle İslami terörle emperyalist büyük güçler arasında ilişki arayıp kurar ve İslami terörizmi bombaların tek sorumlusu görmezken; öteden beri Amerikan emperyalizmiyle ilişkili İslami hareketin içinden yükselerek gelen, CIA yetiştirmesi Afgan savaş ağası Hikmetyar’dan Komünizmle Mücadele Derneği içinde kurulmuş dostluklara, Hizbullah liderlerine kadar, hemen tümüyle şöyle ya da böyle ilişkili olarak, Türkiye’de siyasal İslam’ın örgütlenmesi içinde yer almış T. Erdoğan ve ekibi, onların bugün doğrudan Amerikan emperyalizmiyle işbirliği halindeki hareketi, bir yandan siyasal İslam’la terörün birlikte anılmasına karşı çıkıyor, bir yandan da uluslararası terörizme karşı pozisyon alıyor. Tabanı ve ilişkileri arasındaki açı farklılığı bakımından sıkışıklık içinde. Amerikan emperyalizmine tamamen yaslanmıştır, stratejik yönelimine uygun davranmaktadır; bu çerçevede ABD’nin “uluslararası teröre karşı savaş” konsepti uyarınca teröre karşı savaştan söz etmektedir. Diğer yandan, İslam’ı siyaseten istismar eden ve tabanı Müslümanlardan oluşmuş bir hareket olarak, “İslami terör” sözcüklerini bile ağzına alamamaktadır. ABD ve İsrail’in estirdiği teröre ses çıkarmamakta ve onlarla işbirliği yapmakta, tutumlarına destek vermekte; buna uygun olarak gerek Bin Ladin’i, gerek Irak gerekse Filistin direnişçilerini terörist olarak nitelendirmekte, nitelendirmenin ötesinde ABD’nin suç ortağı olarak Irak işgaline katılma kararı almakta, bu çerçevede aklına “İslam” gelmemekte, Irak halkı Müslüman değilmiş gibi davranmakta ya da Bin Ladin ve Irak ve Filistin direnişçilerinin en azından belirli bir bölümü İslam adına savaştıklarını ilan etmemiş gibi davranmaktadır.
İnanç sahibi Müslümanları kuşkusuz kimse terörist sayamaz. Ancak, devlet olarak örgütlenmiş ya da devlet olarak örgütlenmeyi amaçlamış her akım gibi siyasal İslam da, kuşkusuz zoru öngörmekte ve şimdi de olduğu gibi uygulamaktadır. İslam’ın yazılı metinlerinde de zorun gereği belirtilmiş, yalnız Cihat açısından değil, ama fetihçi tutuma ve başka dinden olanlara ve inanmayanlara ilişkin olarak zor öngörülmüştür. Bu, koşulları ve ele alınışı farklılaşmak üzere, tüm siyasal akımların ortak özelliği durumundadır. Önemli olan, daima, bu zorun hangi siyasal amaçlar doğrultusunda kullanıldığı, hangi siyasete hizmet ettiği olmuştur.
Örnek vermek gerekirse, 1900’lerin başında İngiliz işgaline karşı ilk kurtuluş savaşlarından birini vermiş olan Afgan halkı ve Kralları Emanullah Han’ın mücadelesini terörle aşağılamak kimsenin haddi değildir. Tıpkı şimdi bir dizi suç ortağı tarafından desteklenen Amerikan-İngiliz işgaline karşı savaşan Irak direnişçilerini ya da İsrail işgaline karşı mücadele eden Filistinlileri terörist ilan etmek kimsenin haddi olmadığı gibi. Hem davaları haklı ve ilerici bir davadır hem, evet, zora başvurmaktadırlar, ama, bu zor, halktan kopuk olmadığı gibi, desteğini almaktadır ve ülke çapına yayılmakta ya da yayılmış olan işgale karşı mücadelenin bir parçası ve unsurudur.
1980’lerde Rus işgaline karşı savaşan Afgan direnişçileri ve savaşları da haklı bir zemine sahipti. Ancak bir kusurları vardı ki, Rus emperyalizmine karşı Amerikan emperyalizmine, gerici emperyalist siyasetine ve planlarına bağlanmışlardı. Kullandıkları zor, dünya ölçeğinde Amerikan zorunun bir parçası durumundaydı. Anti-komünist amaçları bir yana, ABD’nin dünya egemenliğini öngören siyaseti ve stratejisinin hizmetine girmişler; sahip oldukları İslami inancın ötesinde, siyasallaştırdıkları İslam’ı da onun hizmetine sunmuşlardı. Şimdi orada eğitilenler Amerikan, İngiliz, İsrail, Türk vb. hedeflerine saldırıyorlar.
Son bombalamalar, kimilerince salt komplocu yaklaşımla tamamen ABD ya da İsrail’e, Amerikan stratejisi ve etkinliklerini görmeyen ya da üstünü örten ya da “şeriata karşı mücadele”nin hizmetine koşmak isteyen kimilerince ise yalnızca İslami teröre bağlanmaktadır. Polisiye “bulgu” ve yönlendirmelerin ötesinde; bu bombalı saldırıların siyaseten iki bileşeni olduğu ortadadır.
Birincisi, siyasal İslam’dır, İslami terördür. İkincisi ise, dünya egemenliği peşinde koşarken uluslararası teröre karşı savaş yürüttüğünü işleyen Amerikan emperyalizmi ve İsrail başta olmak üzere müttefikleri, onların CIA ve MOSSAD gibi gizli servisleridir. Bombalar, bu birbirini besleyen ve birbirinden beslenen iki gerici siyasetin kesişme noktasında ortaya çıkmıştır ve onların ürünüdür. Yalnızca en çok yarar sağlayanı olduğu için değil, ama yetiştirip eğittiği ve eskiden sahip olduğu ilişkiler şu ya da bu ölçüde sürdüğü ve en önemlisi, bombalar, dünya egemenliği stratejisinde belirli bir yere oturduğu için, Amerikan emperyalizmi ve Afganistan ve Irak’a onunla birlikte sefer açmış müttefikleri, başta emperyalist müdahaleleri meşrulaştırmak üzere kontrgerilla faaliyeti ve psikolojik savaş yürüten gizli servisleriyle, terörün içindedir ve sorumlusudur. ABD’nin yarattığı bir “canavar” olarak, en başta, eski ilişkilerin kolaylıkla yönlendirebileceği tetikçileriyle İslami terör, İslam üzerinden siyaset yapmanın bugün vardığı noktadaki pozisyonuyla, işin içindedir, sorumlusudur.
Şimdi başta başbakan olmak üzere, gerici burjuvazinin çoğu sözcüsü, “teröre karşı mücadele” çerçevesinde anti-demokratik önlemler almaya ve polisiye tedbirleri yoğunlaştırmaya yönelir ve ABD ve İsrail’le uluslararası işbirliğine vurgu yaparken, “etkilenmeyelim, paniğe kapılmayalım, işimize bakalım” diyorlar. Bir ölçüde maksat hasıl olmuş, Türkiye egemenleri ABD ve müttefikleriyle işbirliğini sıkılaştırma yoluna girmiştir. Ama Türkiye ve dünyada, gerek Müslüman gerekse başka dinlerden halkların “teröre karşı” –kuşkusuz Amerikan emperyalizminin dünya egemenliği siyaseti ve stratejisine– kazanılıp yedeklenmesi amacına ulaşılmamıştır. Ve bombalı terörün iki faili henüz derdest edilmemiştir. Bunlar, henüz yaşanan sürecin bitmediği anlamına gelir.
Halklara düşen ise, bombaları de etkisizleştirecek kendi yollarında yürümektir. Emperyalizmin dünya egemenliği plan ve girişimlerinin önüne dikilmek, tek tek her ülkede, komşularından başlayarak dünya halklarıyla dayanışma halinde, emperyalizm ve işbirlikçilerine karşı, acil taleplerinin sahiplenilmesiyle birleşen ortak mücadeleye, bağımsızlık, demokrasi ve sosyalizm mücadelesine hız vermek.

ORTADOĞU, EMPERYALİZM VE YENİ HALK HAREKETİ

Ortadoğu’da yıllardır süren karmaşa emperyalizmin açık işgaliyle yeni bir boyut kazandı. Halkın acılar ve yoksulluk içinde yaşadığı bölgedeki gelişmeler ve savaş koşulları, acıları derinleştirir, sefalet ve ölümleri artırırken, aynı zamanda, halkların emperyalizme, işbirlikçilerine ve bölge diktatörlülerine karşı bağımsızlık, demokrasi ve daha iyi yaşam mücadelesinin olanaklarını da genişletmektedir. Bölgede, oldukça hızlı işleyen, ama halkların kendi geleceklerinin kaygısına düştükleri bir süreç yürüyor. Saddam diktatörlüğünün yıllardır uyguladığı şiddete, açlık ve yoksulluk koşullarına rağmen, emperyalist kuşatmaya, ambargoya ve işgale karşı tutum alan halkın direnişinin başka bir boyut almasına da olanak yaratan süreç, tüm Irak halkının geleceği sorusunu da gündeme sokmuştur. Dahası, gelişmeler, sadece Irak ve Irak’ta yaşayan değişik ulus ve mezheplerden halklar için değil, aynı zamanda tüm bölge halkları bakımından soru işaretlerini çoğaltarak, endişe ve arayışlara neden oldu. Ortadoğu halkları bakımından olduğu kadar, gerici ve işbirlikçi güç odakları ve emperyalist güçler bakımından da yeni sorunlar ve arayışlar yaratarak ilerleyen süreç, bölgedeki ülkelerin tüm yönetici güç odaklarını düne göre daha çok kaygı ve endişeye boğmuş bulunuyor. Farklı sorunlara ve çelişkilere sahip olmakla beraber, bölge ülkeleri yöneticilerinin hiç birisi rahat uyku uyuyamamaktadır. ABD karargahları, saraylar ve hükümet binaları saldırı hedefi olmaktan kurtulamıyor. Korku, tüm bölge işbirlikçilerini, gerici yönetimleri ve diktatörlükleri can evinden vurmuş bulunuyor. ABD müttefikliği, güven içinde olmak değil, bölgede hedef olmak, halkların öfkesini üzerine çekmek anlamına geliyor. Türkiye’de ve diğer tüm ülkelerde durum böyledir. İran ve Suriye gibi ABD hedefi ülkeler ise, ayrıca, olası halk muhalefetinden, Kürtlerin ulusal taleplerinden korkmakta ve tedirgin olmaktadır.
Tüm bölge gericilikleri, baskıyı ve şiddeti tahkim etmek için provokasyonlara baş vuruyor ya da kitlesel ölümlere neden olan terör olaylarından medet umuyorlar. Kürtlerin ulusal ve sosyal taleplerinin hedefi olmaktan korkan Türkiye, Suriye ve İran gibi ülkeler, birbirlerine karşı tetikte olmakla beraber, Kürtlerin demokratik hak ve özgürlük talepleri ve kaderlerini ellerine alma mücadelesine karşı “dost ve müttefik” olabiliyorlar. Türkiye’yi yöneten güç odakları, halkın ABD ve savaş karşıtlığından dolayı, “iki arada bir derede” hareket ediyor, ama  Kürtlerin haklı taleplerini ezmek, inkarı ve asimilasyonu sürdürmek için uğraş veriyor. Ancak, bölgedeki gelişmeler, diğer birçok yeni duruma neden olmakla beraber, Kürtler bakımından özgün koşullar yaratmaktadır. Sadece Irak Kürdistanı bakımından değil, Kürtlerin yaşadığı tüm ülkelerde “yeni” bir durum ve arayışlara neden olacak koşullar ortaya çıktı. Bir ulus olarak, diğer ulusların yaşadığı tarihsel akışı yaşamak isteyen, özgür ve demokratik koşullara sahip olmak isteyen Kürtler taleplerini ısrarla sürdürmektedirler.
Tüm uluslar, mezhepler ve halklar bakımından yıllardır süregelen durumda sarsılmalara neden olan bu koşullar, ABD kuşatmasına rağmen, için için işlemektedir. On yıllardır bastırılan ulusal, demokratik ve sosyal kurtuluş mücadelelerini ve bu mücadele içindeki oluşumları yeniden muhasebeye zorlayan süreç, eğer halklar tarafından değerlendirilebilirse, tüm karmaşıklığı ve zorluklarına rağmen, emperyalizmden, işbirlikçilerinden ve gerici diktatörlüklerden kurtuluşa götürebilir. Ama elbette, bunun için, başta bilimsel sosyalizmin yol göstericiliğinde hareket eden sınıf partileri olmak üzere, halkçı ve demokratik tüm güçlere, büyük görevler düşmektedir. Zira, birçok belirsizlikle beraber gelişmeler, emperyalizme ve işbirlikçiliğe karşı tutumların dayanaklarını güçlendirmektedir. Bu, Ortadoğu halkları bakımından olumlu bir durumdur. ABD’nin atadığı Irak’taki GHK (Geçici Hükümet Konseyi) bile, bölgedeki emperyalizm karşıtlığını ve işbirlikçiliğe duyulan öfkeyi hesaba katarak, durumu ve üzerindeki etiketi değiştirmek için acele etmektedir. Siyasi oluşumların ve temsilci durumundaki örgüt ve şahsiyetlerin tutarsızlıklarına, geri ve uzlaşmacı tutumlarına rağmen, halkların bünyelerinde taşıdıkları bağımsızlıkçı tutum ve emperyalizm karşıtı tavır, giderek daha da güçlenmektedir.
Her şeye muktedir olduğunu ilan eden ve devasa silahlara sahip bulunan ABD’nin yenilmez olmadığının örneklerini gösteren bölge halkının, giderek kendine ve bölge halklarına güveni daha da artmaktadır. 
Bölgedeki karmaşık gelişmeler, dengeleri sarsmakla beraber, emperyalistler ve bölge gericilikleri arasındaki çelişkileri de su yüzüne çıkararak ilerliyor. Ulusal ve sosyal kurtuluş amaçlı hareketlerin süratle gösterecekleri ortak tutum ve mücadele platformunun tüm bölge halkları için büyük bir umut ışığı olacağını gösteren birçok veri bulunmaktadır. Sarsılmakta olan dengeleri halkların kurtuluş mücadelesine yöneltmek için, başta sınıfın ve halkın devrimci partileri olmak üzere, tüm halkçı, demokratik ve bağımsızlıkçı güçlerin göstereceği tutum, her zamankinden daha çok önem kazanmış bulunuyor. ABD bir karabasan gibi çöktüğü bölgede, beklemediği bir direnişle karşılaşarak sarsıldı ve bu yeni bir sürecin de vesilesi oldu. Sovyetler Birliği karşısında bölgede uzun yıllardır geliştirdiği anti-komünist “yeşil kuşak” güçlerinin bugün ABD’ye ve işgale karşı yönelmiş olması durumu, bazı gerici, halk düşmanı ve besleme-terörist örgütler dışarıda bırakılarak, olumlu bir durum olarak, ilerletilebilir olanaklar da yarattı. ABD, saldırı ve işgal ile bölgedeki devin uyanışının, yani halkın uyanışa geçmesinin pimini de çekmiş oldu, ve bu durum, halklar lehine ilerletilebilecek bir gelişmedir. Arap halklarının ve diğer Ortadoğu halklarının geleneğinde mevcut olan “millici” tutum, tüm çarpıtılmışlığına rağmen, direniş odağı oluyor. Emperyalizm ve ABD karşıtlığı, bu son saldırı ve işgalle beraber harekete geçiyor. Dahası, bugün patlama ögelerini biriktiren ve tüm Ortadoğu’ya yayılmakta olan bir emperyalizm karşıtlığından söz etmek yanlış olmayacaktır. Tüm iktidarların ve hükümetlerin duruşundan bağımsız olarak, değişik düzeylerde ve farklı bilinçte olmak üzere, halkların tutumu olarak, durum böyledir. ABD-İsrail işbirlikçiliği ve Filistin halkına karşı uygulanan şiddete duyulan öfke ve Filistin davasına karşı beslenen sempati bu tepkiyi daha da güçlendirmektedir.
ABD üzerine çektiği tepkiyi bilmektedir. Bunun içindir ki, elinde bulunan tüm şiddet aygıtlarını harekete geçirmektedir. O, içine girdiği durumdan az zayiatla ve çok kazanımla çıkabilmek için, bölge ülkeleri arasına nifak tohumları ekerek yol almak istemektedir. Hiçbir bölge ülkesinin bir diğerine güven duymayacağı koşulları yaratmak için sürekli senaryolar ve provokasyonlar yaratmaktadır. Ancak, bölge ülkeleri ve halklarını birbirine boğazlatmak için işbirlikçi bölge yönetimlerinin desteğine baş vurdukça, halklarının tepkisiyle ve güç birliğiyle karşılaşmaktadır. Giderek büyüyen bu halk tepkisi, daha önce bir araya gelemeyen, birbirine karşı önyargıları bulunan, “sağcı-solcu”, “laik-şeriatçı” gibi bölünmelerle ayrı duran güçleri de birleştirmekte ve işbirlikçileri zora sokmaktadır. “Sovyet-Amerikan” yandaşlığı veya karşıtlığı da bugün değişmekte, halkların kendi yollarını bulma süreci, yeni bir duruma işaret etmektedir. ABD ve emperyalizm karşıtlığı giderek tüm bölgede şoven ve ırkçı yaklaşımları törpüleyen bir etki yapmakta, gerici iktidarların halk üzerindeki egemenliğini zayıflamakta ve bölge halklarını birbirine daha çok bağlamaktadır. Halklar arası dayanışma ilgi bulmakta ve güç kazanmaktadır. Tüm provokasyon ve kışkırtma çabalarına rağmen halklar arasındaki güven ve dayanışma duygusu gelişirken, diğer yanda, öfke ve tepki, emperyalist güçlere, işgalcilere ve işbirlikçilerine yönelmektedir. Ezilen ve baskı altında bulunan ulusların ve halkların bağımsızlık ve demokrasi mücadelesi daha çok anlaşılır olmakta ve destek bulmaktadır. Hiçbir şey tam olarak ABD’nin planladığı gibi işlemezken, aynı zamanda, yıllardır işbirlikçisi saydığı bölge devletlerinin birçoğu da karmaşık bir sürece sürüklenmektedir. Ve bu durum, halklar lehine yeni dengeler yaratmaktadır.
Tüm bu gelişmeler bölgedeki emek ve demokrasi güçlerine sorumluluklar yüklediği gibi, olanaklar da sunmaktadır. Sovyet revizyonizminin halkların bilincinde yarattığı tahribatı ve Sovyetler Birliği nezdinde sosyalizme duyulan güvensizliği etkisiz kılmak için de olanak sunan gelişmeler, sınıfın devrimci partisi ve onun militanları bakımından bir “laboratuar” niteliğindedir. Zamanında Sovyetler’in Afganistan’ı işgaliyle, ABD ve diğer emperyalist güçlerin yoğun propaganda ve ideolojik tutumuyla tüm Arap ve İslam dünyasında sosyalizme karşı kin ve nefret beslemenin vesilesi edilen durumu terse çevirmek için olduğu kadar, bölgedeki halkların her başkaldırı hareketinin Sovyet revizyonizmi tarafından arkadan hançerlenmesi gerçeği de bilinerek, yeni durum, aynı zamanda ideolojik bir mücadele arenasıdır. Lenin’in 1917 Ekim devriminden itibaren geliştirdiği tutumu ve Doğu Halkları Kurultayı’nı yeniden irdeleyerek sonuçlar çıkarmak ve gelişmeleri bu deneyim ışığında değerlendirmek daha da eğitici olacaktır. Savaş ve ardından başlatılan işgal, bölgedeki her ülkede yeni gelişmelere neden olmakta ve bu durum yeni bir mücadele platformunun yaratılmasını gerekli ve zorunlu kılmaktadır. Hem bölge halkları bakımından hem de Türk, Kürt ve tüm Türkiye halkı bakımından da durum böyledir. Gelişmelerin ezilen ve sömürülen halklar lehine kazanımlara dönüşmesi ise, olguları değerlendirebilecek güçlere kalmaktadır.

KÜRT SORUNU VE DEMOKRATİKLEŞME MÜCADELESİ
Emek ve demokrasi güçlerinin birliği ve mücadelesi, bu süreci etkilemek için fazlasıyla olanağa sahip bulunmaktadır. Bunun bilincinde olan işbirlikçi güç odakları, ulusal, bölgesel ve sınıfsal çelişkileri, halkları ve emekçileri bölüp parçalamanın vesilesi yapmaktadır. Yönetici güç odakları ve hükümet, halkın sahte saflara bölünüşünü, özellikle “laik-şeriat” kapışması üzerinden, “YEK-YÖK” tartışmasında “asker-hükümet”, “cumhurbaşkanı-hükümet” çelişkisi üzerinden canlı tutmak istemektedir. Bu kapsamda süren “çatışmayı”, işçi ve emekçilerin irade ve eylem biriliği etmelerini engellemek için değerlendirmektedir. Yine, Kürtlerin ulusal ve demokratik hak talepleri bölücülük kapsamında değerlendirilerek, Türk işçi ve emekçilerin ve diğer halkların yedeklenmesi çabası aralıksız olarak sürdürülmektedir. Türkiye’nin demokratikleşmesinden çıkarı olan kesimlerin birliğini baltalamak için harekete geçmiş karanlık güçler, böylesi bir zamanda her zamankinden çok mesai yapmaktadırlar. İşçi ve emekçilerin, aydınların, üniversite gençliğinin, kadınların, Kürtlerin; demokrasi ve özgürlüğe ihtiyacı olan halk güçlerinin bir platform veya cephe yaratamayışları ve ortak hareket zafiyetinden yararlanan gerici ve baskıcı güç odakları, dayatmalarını artırarak, şiddeti daha da tırmandırmaktadırlar. Bölgedeki işgali ve çatışma ortamını ve giderek Türkiye’nin içine taşınan terörist eylemleri yasakların, baskı ve şiddeti tırmandırmanın, demokrasi güçlerine saldırının dayanağı yapmaktadırlar. Bu gelişmeler, önümüzdeki süreçte karşı devrimci cephenin güçlendirilmesine, ırkçı ve şoven hareketin daha çok geliştirileceğine işaret etmektedir. Kürtlerin demokratikleşme mücadelesine yönelik saldırıların artacağına dair veriler giderek fazlalaşmaktadır. Kürt illerindeki baskılar, çatışma ve katliamlar ile gözaltı ve tutuklamalar bunu göstermektedir. Medyanın kışkırtıcı yayınları artmaktadır. Hürriyet gazetesi işaret fişeği olarak işlev görerek, Türkeş’in ve başkaca kanlı katillerin icraatlarını tefrika halde sunarak yol göstermektedir. DEHAP’ın demokrasi güçleri ile ortak bir platform etrafında birleşmesi, bu saldırıları paralize etmede bugün daha da önem kazanmaktadır. Bölgedeki gelişmeler, Irak Kürdistanı’ndaki gelişmeler, Türkiye’de korkuyu daha da arttırarak, saldırılara vesile edilmektedir. Bu saldırıları püskürtmek ve kazanımlar elde ederek ilerlemek için, en başta Türk ve Kürt emekçi kardeşliği ve demokrasi için mücadele birliği gerekli ve zorunludur. “Türkiye için demokratik ittifak” yaklaşımı, Kürt-Türk emekçi birliği daha da önem kazanmış, Kürtlerin demokrasi talepleri ile tüm Türkiye halkının demokrasi taleplerini iç içe geçirmek için ustaca hareketin önemi artmıştır. Milyonlarca Kürt, Türk ve diğer milletlerden emekçileri ekonomik, sosyal, kültürel ve siyasal talepleri kapsamında birleştirebilecek bir platformun yaratılması için gecikmeden adım atmak, bugün her zamankinden daha da aciliyet kazanmış bulunmaktadır. Dahası, emperyalizm ve işbirlikçiliğe duyulan tepkiyi, Kürt ve Türk kardeşliği ve ortak kitlesel mücadelesine dayanak yapmak ve bunu demokrasi ve özgürlük mücadelesiyle birleştirmek açısından koşullar daha da elverişli hale gelmiştir. Gerici ve şiddet yanlısı güç odaklarının yıllardır körükleyip güçlendirdikleri gerici değer yargılarını dağıtacak ve süpürüp atacak tek yolunun, Kürt ve Türk emekçi hareketinin geliştirilmesi ve güçlendirilmesinden geçtiği söylenip tekrarlanmasına rağmen, günlük hayatta buna denk bir çalışma yürütülmedikçe, doğruları tekrarlamanın anlamlı olmadığı bilinmez değildir. Özellikle son aylarda giderek artan oranda bir ayrı tutum alma, ayrı mitingler yapma, ayrı talepler etrafında eylemler düzenleme eğiliminin geliştiği görülerek, bunun sunduğu avantaj ve dezavantajlar bir kez daha değerlendirilmelidir. A. Öcalan’a yönelik hukuksuzluk ve tecrit politikasının diğer demokrasi talepleri ile birleştirilerek ele alınamaması, bu amaçla gerçekleştirilen protesto eylemlerine karşı şiddeti daha da arttırmış, demokratik tepkilerini ifade eden güçlere karşı saldırılarda ve tutuklamalarda artış olmuştur. DEHAP’ın “Yol Haritası” olarak belirlediği platform, emek, barış ve demokrasi güçleriyle sürdürülen ortak mücadelenin platformuna dönüştürülememiş, “yol haritası”, “yolları daraltarak ayrıştırmaya” neden olmuş, güçleri zayıflatmış ve dağınık hareket etmeye neden olmuştur. “Demokratik ve Barışçıl Çözüm İçin Yol Haritası” kampanyası ile “Demokratik Türkiye İçin Girişim” çalışmasını birleştirmek yönlü öneriler ise, yeterince değerlendirilememiştir. Dağınık, koordinesiz ve birbirinden bağımsız olarak yürütülen bu çalışmaların yarattığı etki zayıf, harekete geçirilen güçler yetersiz kalmıştır. Bu durum, seçimlerle yaratılan ve sonrasında süren umudu zayıflatıcı rol oynamıştır. Egemen güçler, bu eylemleri marjinal eylemler olarak göstermek ve bu eylemlere katılanları tecrit etmek için yoğun bir çaba göstermiştir. Son terörist eylemlerle beraber, bu yönlü mücadeleyi saldırı hedefine koyarak, ırkçı ve şoven propagandayı da yükseltmiştir.
Oysa, başta blok güçleri olmak üzere, Kürt sorununun demokratik ve halkçı çözümünü benimseyen politik çevreler ile sendikalar, kitle örgütleri, meslek odaları, aydınlar ve tüm çevrelerle ortak eylemler geliştirmenin ihtiyaç olduğu bir dönemde, birlik için daha fazla özene, birleşik halk cephesinin yaratılması için daha çok çabaya gereksinim bulunmaktadır. Bunun için üzerinde yürünmesi gereken zemin oluşmuş ve yol açılmıştır; Genel seçimlerle temeli atılan, savaş karşıtı eylemlerle genişleyen ve daha da genişleyebilecek birliğin gerisine düşmek, emek ve demokrasi güçleri bakımından bir zaaf olarak işlev görmüştür. Blokla yaratılan zeminin sağlamlaştırılması, yolun genişletilmesi ve yola koyulanların kenetlenerek hareketi büyütmeleri için yerine getirilmesi gereken yükümlülükler bulunmaktadır, ve bu, daha fazla çaba ve özveri ile gerçekleşebilir. Bunun için, öncelikle bir araya gelmiş ve ilerici kamuoyu tarafından takdir edilmiş olan, “blok güçleri” olarak ifade edilen güçlerin, güven verici, yol gösterici ve birleştirici tutumu beklenmektedir. Başta işçi ve kamu emekçileri sendikaları olmak üzere, meslek odaları, demokratik kitle örgütleri, ilerici çevreler, çeşitli kurumlar, aydınlar, gençlik ve kadınlar, üretici köylü hareketi ile büyük tekeller karşısında mağdur olan ve tükenişe sürüklenen çeşitli halk kesimlerinin birliği için emek, barış ve demokrasi bloku’nun çizdiği hattı güncelleştirmek gerekli ve zorunludur. Emekçi kesimlerin taleplerini kapsayan, emperyalizm karşıtı olan ve işbirlikçileri hedefine koyan, bağımsız ve demokratik bir Türkiye için bir araya gelebilecek tüm kesimlerin birliğini amaç edinmiş bir platformun yaratılması için izlenecek hat belirlenerek hayata geçirilebilirse, ancak, saldırlar püskürtülebilir ve Kürt sorununun çözüm koşulları yaratılmış olur. Genel seçimler öncesinde sağlanan ve bir umut ışığı olarak ezilenlerin dikkatini üzerine çekmiş olan, işçi ve emekçiler, kadın ve gençler içinde güven ve heyecan yaratan, ancak çeşitli kaygı ve endişeleri dağıtmayı başaramadığından yetersiz kalan bloğun durumu, bize çok sayıda veri ve olanak sunmaktadır. Bu gelişme görmezden gelinerek ve bu durum küçümsenerek, ya da blokla sağlanan birlik “çantada keklik” olarak değerlendirilerek, başka “arayışlara” yönelmek, birlikte hareketi daha da geriye düşürmüştür. Son iki ay boyunca “Yerel Yönetimlerde İttifak Arayışı” olarak kamuoyuna yansıyan durumun yarattığı etki de, budur. Oysa, yaratılacak güçlü ittifak, işçi ve emekçilere ve gerçekten sistem karşısında pratik tutum alabilecek güçlere dayandırılabilirse, gelecek için bir kazanım olacaktır. Değilse, birçok partinin bir araya gelerek oluşturduğu “sol” ittifak ya da ortak seçim platformu halk için bir şey ifade etmeyecektir. CHP ile ondan türemiş ve sistem savunucusu şahsiyetlerden müteşekkil partilerle demokrasi yolunu genişletmenin olanaksızlığı da bilinmez değildir. Türkiye’nin demokratikleşmesinin, halkların tam hak eşitliğine dayalı birlikteliğin yolunu açacak olan güçler, sınıflar ve müttefikler bellidir ve bilinmektedir. Ayrımcı politikalarıyla bilinen, Kürtlerin demokratik hak ve özgürlük taleplerini şiddetle bastıran, inkar ve asimilasyon politikalarının sürdürücüsü olan bu tür “sol” mihraklara karşı halk muhalefetini geliştirmek başarılmadan, ilerlemek daha da zordur. Dahası demokrasi ve emek düşmanı olan bu “sol” partileri yalıtmak, gerici ve işbirlikçi olduklarının halk nezdinde tescili için mücadeleyi yoğunlaştırmak önemli bir mücadele alanı olarak görülmelidir. Her ağızlarını açtıklarında Kürtlerin hak ve özgürlük taleplerini bölücülük olarak ifade eden, Kürt emekçilerin taleplerine inkar ve asimilasyonla yanıt veren, 80 yıllık resmi politikanın savunucusu ve uygulayıcısı olan bu şer güçleri ile ayrışmadan onların etkisindeki halkı kazanmanın mümkün olmadığı bir gerçektir.
İhtiyaç halinde olan tek şeyle, ulusal ve siyasal özgürlükler, demokrasi ve barış için Kürt, Türk kardeşliğine dayanan emek, barış ve demokrasi güçlerinin mücadele birliğinin örgütlenmesiyle, halkları hedef almış emperyalist ve gerici saldırıları püskürtmek üzere, gelişmelerin genişlettiği olanakları kullanabiliriz.

Yönetici, sorumlu parti örgütçülerinin çalışmaya katılımı üzerine*

Konuya ilişkin olumluluk ve daha çok da eksikliklere dair parti basınında çeşitli yazılar yayınlandığı biliniyor. Bu yazıda da, amaç, örgüt çalışmamızın güncel sorunlarına ilişkin değerlendirmelere pratik deneyler üzerinden katkı sunmaktır. Hemen belirtmekte yarar var; pratik örnekler üzerinden işaret edilecek olumsuzluk ya da olumlulukları tek tek parti örgütçülerinin başarısı veya eksiklikleri olarak görmemek, sorunu bütünlüklü düşünmek gerekir.
Sınıf içerisindeki çalışmamızda düne göre epeyce bir ilerleme kaydedilmesine rağmen, halen önemli eksiklikler yaşandığı bir gerçek. Bilindiği gibi, proletarya partisinin örgütçüleri, partinin ortaya koyduğu politik-taktik platformun ışığında işçi ve emekçileri aydınlatmak, sınıfın bilinç ve mücadele düzeyini ilerletmek ve bu temelde işçileri harekete geçirip, örgütlemek için çalışırlar.
Bu çalışma içerisinde yönetici düzeydeki sorumlu parti kadrolarımızın çalışmaya katılımında iki önemli yanlış tutuma dikkat çekmekte fayda var.
Bunlardan ilki, çeşitli düzeylerde yönetici düzeyde görev ve sorumluluklar almış parti örgütçüleri, parti Genel Yönetim Kurulu’nun (GYK) aldığı kararları parti organ veya birimlerine anlatıp, alınan kararların gereğinin yapılmasının ne kadar önemli olduğu üzerinde epeyce laf edip, görev ve sorumluluklarını yerine getirdiklerini düşünebiliyorlar.
Yönetici düzeyde sorumluluk almış parti örgütçülerinin bu yaklaşımı, pratik çalışma içerisinde partinin genelini etkileyebiliyor. Çalışmaya daha ileri düzeyde katılmalarını isteğimiz kadro ve üyeler de, sorumlu oldukları birimlerden iş yapmalarını istemekle sınırlı bir katılım ve çalışma tarzını pratik tutum olarak benimseyebiliyorlar. Parti çalışmasına bu düzeyde katılım ve görevini, sorumluluğunu bununla sınırlayan bir tarz, uzunca bir dönem –istisnalar kaideyi bozmaz– parti yönetici ve örgütçülerine egemen olmuştur.
Bir diğer yanlış yaklaşım ise, görev alanında her şeyin merkezine kendini koyma tutumudur. Bu tutum, sorumlu olunan parti organ veya biriminde yer alan üyelerle birlikte fikir üretme, çalışmayı birlikte planlama ve işleri paylaşarak çalışma yerine, her şeyi kendisi yapma; mevcut olanak ve güçleri seferber ederek, kolektif enerjiyi harekete geçirme yerine “tek tabanca koşturma” şeklinde ortaya çıkmaktadır.
Bu tutum, geçici –kısmi– “başarı”lar elde edilmesini sağlasa bile, bunun kalıcı olmadığı, olmayacağı deneylerle görülmüştür. Her şeyden önce, bu, belirli alanlarda sorumluluk alan partililerin sorunlara kafa yormamalarına, yaşanan sorunlar karşısında inisiyatifsizleşmelerine ve kendilerine olan güvenlerini kaybetmelerine yol açmaktadır.
Kuşku yok ki, yukarıda değinilen iki tutum da (özellikle ikincisi) sekterlik ve kaba müdahaleyi kaçınılmaz kılar. Devrimci bir partinin yönetici ve kadroları olarak, asla baş vurulmaması gereken bir tarz olmasına rağmen; partinin ortaya koyduğu görevleri “daha iyi yaptırmak” adına, aslında yaptıramamanın acizliğiyle, bağırma-çağırma, hatta ulu orta partilileri rencide etmeye kadar varan tutumlar içerisine girilebiliyor.
Unutmamak gerekir ki, genç partililer ve partiyle yeni yüz yüze gelmiş işçiler, söz konusu tutumdan olumsuz etkilendikleri gibi, (partiden kopmaz ya da köşelerine çekilmezlerse) onlar da sorunlar karşısında aynı sekter ve kaba tutumu alıyor. Yani bir anlamda “ne görüyorsa onu yapıyor” ya da “ne ekiyorsan onu biçersin” durumu ortaya çıkıyor.
Gerek “bürocu” çalışma tarzı gerekse her şeyin merkezine kendini koyma tutumu ve bu tutumların doğal sonucu olan sekter ve kaba yaklaşımların yaşandığı alanlarda ilerlemenin olmadığı, tersine, bir dönem aktif olan ya da partinin ortaya koyduğu platformdan etkilenip gelen işçi ve emekçilerin partiden uzaklaştığı veya bir köşede bilerek kendisini unutturmaya çalıştığı durumlarla karşılaşıyoruz.

NE YAPMAK GEREKİR?
Yukarda değinilen eksik ve yanlış tutumlar bile, başlı başına, yönetici ve sorumlu parti örgütçülerinin çalışmaya katılım tarzı konusunda neyi değiştirmesi ve yerine nasıl bir tutum ve tarzın geçmesi gerektiğinin cevaplarıyla doludur.
Genel bir doğruya işaret etmek gerekirse; sınıfın devrimci partisi, ortak teorik ve siyasal çizgi üzerinde teşekkül etmiş gönüllü bir birliktir. Ama bu, bir irade birliği olmanın yanında, aynı zamanda, eylem ve örgüt birliğidir. Parti yönetici ve kadrolarının görevi, işçi ve halk yığınlarını ve mücadelelerini birleştirme sürecinde, partiyi, işçi ve emekçiler içinde ete kemiğe büründürmek olduğuna göre, işe öncelikle, bulunulan alandaki parti güçlerinin öncelikli işletme, fabrika ve diğer çalışma alanlarına göre mevzilenmelerini sağlamak, oraların temel sorunlarını öğrenmek ve yığınlara nasıl ve hangi araçlarla seslenileceğini belirlemek ve işe koyulmaktır.
Bilindiği gibi, partinin kuruluşundan bu yana yüzlerce işçi, binlerce genç ve emekçi saflarımıza katıldı, bir süre çalışmalarda yer aldı, ancak bu katılımların büyük çoğunluğu kalıcı örgütlere dönüştürülemedi. Bunun nedenlerini büyük oranda yönetici-sorumlu parti örgütçülerinin çalışmaya katılım düzey ve tarzında aramak yanlış olmayacaktır.
Her parti yöneticisi ve militanının bildiği gibi, parti, aynı zamanda işçi sınıfının okuludur. Yürütülen çalışmadan etkilenip partiye yakınlaşan ya da üye olan işçileri gerçek anlamda devrim ve sosyalizm davasına kazanmak için, özel olarak emek vermek gerektiği de bilinir. Ancak iş pratiğe gelince, parti yönetici-örgütçü kadrolarına, ne kadar buna uygun bir katılım ve tarzın hakim olduğu hala tartışılır durumdadır.
Bu soruna yeniden değinmek üzere asıl soruna dönelim.
Partinin platformunu emekçilere anlatmanın temel araçları, kitle yayın organı olan işçi basını ve örgüt organlarıyla üyeleri olduğuna göre –ki işçi basınını da işçiye ulaştıracak olanlar da üyelerdir–; bilinen bir gerçeği vurgulamak gerekirse, partinin ortaya koyduğu izlenecek taktik platforma öncelikle parti organ ve birim üyelerinin ikna edilip kazanılması zorunludur. Bunun yolunun, yukarda söyleneni aşağıya aktarmaktan geçmediğinin altını çizmek gerekir. Parti genelgelerini organlarda okumak, kafalara takılan yanlar üzerinde yoldaşça tartışma ortamı yaratıp ikna etmek, bununla da yetinmeyerek, birim organları ve üyelerinin alanlarında yürüttükleri çalışmanın planlanmasında doğrudan rol almak, çalışmayı devrimci bir tarzda izlemek, tıkanıklıklarda yardımcı olmak ve en önemlisi de yürütülen çalışmanın kesintiye uğramadan günlük sürmesini sağlamak ve izlemek olmazsa olmaz bir yönetme-sorumlu partili tutumudur.

Peki neden istenen düzeyde iş yapma ve ilerleme sağlanamıyor?
Bunun yanıtını genel teorik doğruları ileri sürerek değil, ama, sorumluluk alanındaki yönetici ve temel alanlardaki birim üyeleriyle olan günlük ilişkinin temel bazı yönlerine değinerek cevap vermekte yarar var.
Temel çalışma alanlarının (partinin bütün çalışma alanları için geçerli) özelliklerini, işçi ve emekçilerin duygu ve fikirlerini, dünya ve ülke gündeminin yansımalarını kavrayış ve sorunlara bakışlarını bilmek ve buna uygun bir çalışmanın yürütülmesini yeniden ve yeniden örgütlemek, kitle çalışması açısından olmazsa olmaz koşuldur. Ancak yönetici-sorumlu parti örgütçüsü açısından en az bu kadar önemli olan bir diğer husus da; parti üye ve çevresini iyi tanımak, onların olay ve olgular karşısındaki tutumlarını, eksiklik ve zaaflarını, organ içindeki tutumlarını, gazeteyi okuyuş ve kavrayış düzeylerini, keza parti yayınlarını okuyup okumadıklarını ya da hangi yazıları okuduklarını, kitap okuyup okumadıklarını, aile ve çevreleriyle olan ilişki ya da sıkıntılarını, insanlarla ilişki kurmadaki sıkıntı ya da rahatlıklarını, örneğin; bir kahveye girip rasgele bir masaya oturabiliyorlar mı, daha da ileri giderek hangi TV kanalını veya diziyi izlediklerine kadar bilmek, bir anlamda örgüte ve olanaklarına hakim olmaktır.
Sorumlu, yönetici parti kadroları, birlikte çalışma yürüttükleri arkadaşların özelliklerini bilmeden, olumlu yanları ilerletecek tedbirler alıp olumsuz yanlarına karşı da yoldaşça mücadele etmeden, bütün diğer şeylerin kalıcı ve verimli bir çalışmaya dönüşmesinin mümkün olmadığını bilmek durumundadır. Bu özellikleri bilmenin bir tek yolu var, o da, onlardan biri olmak, onlarla iç içe yaşamaktır.
İnsanların kavrayışının, herhangi bir sorun karşısında alacağı tutumların aynı olamayacağı bir gerçek. Biri vardır yeteneklidir, biraz kımıldayınca yapılacak işin yüzde altmış ya da yetmişini yapar, biri de vardır ki, bütün samimiyetiyle uğraşır, ama küçük bir kısmını yapabilir. Her iki mücadele arkadaşını da tanıyarak günlük bir örgüt ilişkisi sürdürmek, ikisinin özelliğini de çalışmada birleştirerek ilerlemek, bunun için üzerine düşen rolü oynamak önemlidir. Aksi taktirde bir süre sonra, tüm enerjisini harcayarak uğraşan militanın diğeri karşısında ezilmesi, moral ve anlayış birliğinin bozulması kaçınılmazdır ve bu sonuçta yönetici-sorumlu parti kadrosunun payı yadsınamaz.
Yine bütün üyelerden aynı çaba ve yetenek göstermeleri beklenemez. Her insan bilgisi/birikimi ve yeteneği düzeyinde iş yapar. Partinin 3. Kongresi’nin aldığı üye güncelleştirmesi kararı, kuşkusuz ki önemlidir ve bu, bütün eksikliklerine rağmen parti güçlerimiz arasında devrimci duygu ve iddiaların yenilenmesinde olumlu olmuştur.
Dahası, üye yenilenmesi ve yeni üyelerin kazanılması, sürekli örgüt çalışmamızın temel bir gündemi olmalıdır. Bütün üyelerin, üyelik kriterlerini yerine getiren, çalışmaya sürekli daha ileriden katılmak için çaba sarfeden bir anlayışla hareket etmelerini sağlamak, yönetici-sorumlu parti kadrolarının sorumlukları arasındadır. Tehlikeli olan, bir üyede gerileme mi var, gidip sorunu dinlemek, anlamak ve ona göre tedbir almak yerine “ondan bir şey çıkmaz” diyerek fiili bir dışlama içine girmektir. Çalışan yanın, çalışmayan yanı harekete geçirmesi gerekirken, ona “düşman” olunmamalıdır.

PARTİ ORGANLARINDA CANLI, DEVRİMCİ TARTIŞMALARIN ÖNEMİ
Şüphesiz burada sözüne edilen geleneksel solcu türden tartışmalar değildir. Her şeyden önce, parti organlarının sorumlu oldukları alanlara ve ülkede ve dünyadaki siyasal gelişmelere ilişkin, bir yöneticinin kendi söyleyeceklerinin yanı sıra, mutlaka diğer partilileri de konuşturmak, varsa kafasındaki soruları sormasının koşullarını yaratmak, bu konuda sürekli teşvik edici olmak, canlı bir parti hayatı ve parti çalışmasına katılım açısından önemlidir.
Sorumlu olunan alandaki birim toplantılarına katılıp, izlemek, üyelerle (üst organda yapılan değerlendirme ve yapılacak işlerin nasıl anlatıldığını veya anladığını anlamak için) sohbet etmek, keza işçileri örgütleme çalışmalarını izlemek, dinlemek ve sadece olumsuzluklarını değil, olumlu yanlarını da paylaşmak gerekir. Yukardan konuşan, talimat veren olmamak, tersine, içinden çalışmanın gereği olarak, önce dinlemek, anlamak, varsa söylenmesi gerekeni devrimci bir tarzda söylemek gerekir. Yoksa, kimse gerçek anlamda ikna olmayacağı gibi, usulen söylenmiş “evet”, “haklısın”, “yaparız”, “göremedik” gibi yanıtlarla, üye ve birimlerin yine dönüp bildiğini yaptığı tablolarla karşılaşmak kaçınılmaz olmaktadır. Üstüne bir de duygu kırıklığı yaşayarak; çünkü, yöneticisinin söylediklerini anlamadığı gibi, “içinde bulunduğumuz koşulları bilmiyor, gösterdiğimiz çabayı görmeden fırçasını atıp gitti” duygusuna kapılacaktır. Bu duyguya kapılan bir parti üyesinin, parçası olduğu parti organ veya biriminin çalışmalarına canlı ve verimli katılmasını beklemek anlamsız ve hayal olur.

EĞİTİMİN ÖNEMİ
Şu ya da bu nedenle; gelinen yerde ciddi bir okuma tembelliğiyle karşı karşıya olduğumuz gözle görülür bir durum. Diğer sorunlarda olduğu gibi, “okuyun”, “sosyalizmi, onun ideolojisini, politikasını, teori ve siyasetini öğrenin”, “işçi basınını okuyun, okutun, yazın” demenin sorunu çözmediğini gördük.
Yukarda işaret edildiği gibi, sorumlu olunan alanda birlikte çalışma yürütülen partililerle, öğrenen ve öğreten bir ilişki kurulur ve özellik ve yetenekleri bilinerek hareket edilirse; o zaman onların devrim ve sosyalizm teorisi konusundaki eksiklikleri de bilinir, okuma alışkanlık ve düzeyleri de bilinerek yönlendirilir. Yönetici, sorumlu parti kadroları birlikte çalışma yürüttükleri yoldaşlarını bu düzeyde tanımadan, onların eğitimiyle de gerektiği biçimde ilgilenemezler.
Günde dokuz-on saat çalışan, işten çıkınca da on, on birlere kadar işçilerin peşinde koşuşturan partili bir işçinin gazetenin ve aylık yayınların tümünü okumasını beklemek, kendini kandırmaktan başka bir şey değildir. Oysa, “okuyun”, “yazın” demek yerine kimi yazıları birimde okuyup tartışmak, kimilerini önermek ve önerdikten bir süre sonra yazı üzerinde tartışmak daha anlamlıdır. Keza, “kitap okuyalım” demek yerine, bir işçi ya da gencin veya kadının okumasında yarar gördüğümüz kitabı okumasını sağlamak ve kitap üzerinde sohbet etmek kazanıcı ve ilerletici olmaktadır. Bütün bunları yapmanın yolu da öncelikle yönetici, sorumlu konumdaki parti örgütçüsünün kendisinin okuması, eğitimini, günlük politik çalışmanın bir parçası olarak ele alması ve karşılaştığı sorunların çözümüne bağlanan bir eğitimi kendisinin gerçekleştirmesinden geçmektedir.
Vurgulamak gerekir ki, son dönemde –özellikle genç işçiler– olup biten saldırıların bir sistem sorunu olduğunu az-çok görüyorlar, alternatifin sosyalizm olduğu fikrine kazanılmaya ve sınıfın kurtuluşu davasının savaşçısı olmaya yatkınlar. Bu yatkınlığı, parti ve sosyalizmin ideolojik-teorik birikimini bilimsel olarak kavramanın dayanağı yapmak hayati önemdedir. İnanmadan bedel ödenemez. Bedel ödenmeden de sosyalizm davası ciddi bir ilerleme sağlayamayacağına göre, eğitimin ne kadar önemli olduğu açıktır. Bunun gereğini yapmak ise, her düzeyde yönetici organların işidir.

YENİLENME VE ÖRGÜTÜ YENİLEME
Yukarda sözünü ettiğimiz eksik ve yanlışlar terk edilmeden, yeni gençlerin, işçi ve emekçilerin istenen düzeyde partiye kazanılması, genç parti militanlarının yetiştirilmesi neredeyse imkansızdır.
Bütün bunlar dikkate alınmadan, gösterilen çaba ve harcanan enerjiye bakılarak, “bu kadar uğraşıyoruz, gecemizi gündüzümüze katıyoruz, ama yine de istenen sonucu elde edemiyoruz” gibi duygulara kapılmak mümkündür. Bilmek gerekir ki, bütün eksiklikler ve yanlış tutumlara rağmen, işçi ve emekçiler içinde partinin ciddi bir saygınlığı ve güvenilirliği vardır. Kuşku duymamak gerekir ki, günlük işçi çalışması yürüten bir parti organı, birim örgütü, örgütçüsü ya da üyesi, harcadığı çaba ve enerjinin karşılığını mutlaka alır.
Başta işçiler olmak üzere, emekçilerin ana gövdesinin hayatından memnun olmadığı günümüz koşullarında, ulaşılan her işçi ve emekçi, parti politikalarından önemli ölçüde etkileniyor. Ancak partiyle birleştiği zaman kurtulacağına inanmıyor veya kuşku duyuyor. Bir işçi topluluğu içinde “EMEP hakkında ne biliyorsun” diye sorulduğunda  –ülkede olup bitenleri az çok izleyen– işçilerin verdiği cevap, “EMEP işçilerin partisidir” oluyor. Bu önemlidir, ama yeterli değildir. Bu durumu değiştirmek ve az çok uyanış içerisindeki bir işçinin, “EMEP benim, bizim partimizdir” der duruma gelmesini sağlamak, yürütülecek istikrarlı, kararlı, sebatkar bir çalışmanın ürünü olacaktır.
Bilindiği gibi, her işletme ve fabrikanın doğal işçi önderleri ve bunların etrafında kümelenmiş işçi toplulukları var. O alanda sağlam bir parti örgütü oluşturmadan, orada yaşanan sorunlara veya iktidar mücadelesine istenen düzeyde müdahale edilemeyeceğine göre, öncelikle alandaki saygın, sözü dinlenen işçilerle bağ kurmak için özel bir çaba içine girmek (diğer işçilerin önemsenmemesi sonucu çıkarılmasın) ve onları kazanmak gerekir. Bu da yetmez, o işletme ya da fabrikanın bütün özelliklerini, (ne zaman kurulduğunu, kaç kişinin çalıştığını, kaç makineyle üretim yaptığını, yıllık kârını, geçmişte yürütülen mücadeleyi vb. vb.) şeyleri iyi bilmek gerekir.
Bu alanda çalışan işçilerle yüz yüze gelindiğinde, genellikle “ne var-ne yok”tan sonra, çalıştığı koşulların kötülüğünden, ülke ve dünyada olup bitenlerden söz edip ve buna karşı bütün işçi ve emekçilerin mücadele etmesi gerektiğini söylemek, örgütçüler, partililer olarak, genel bir alışkanlık durumundadır. Bunun karşısında da işçi ya da işçiler, neye uğradığını şaşırmakta, söylenen şeyleri doğru bulsalar da, gereğini göze alamadıkları için, ya “ben yapamam” diyerek ya da hak vererek bir daha karşılaşmamak için yollarını değiştirebilmektedirler.
Oysa iyi bir örgütçü, emeğin politikacısı, her şeyden önce o işçinin ya da işçilerin genel bazı özelliklerini bilmek, büyük bir sabırla dinlemek, sorularla işçileri daha fazla konuşturmak, işçilerin soru sormalarını sağlayıp onları etkileyen bir tutumu tercih etmek durumundadır. İşçileri doğrularla boğmamak, doğruları sindirmelerini sağlamak, üstten, itici, seçkinci bir yaklaşımdan uzak durmak gerekir.
Bugüne kadar şu ya da bu düzeyde bağ kurulan işçileri kazanma adına izlenen “ürkütmeme”, “yavaş yavaş alıştırma” tutumları işçi kuyrukçuluğuna yol açmış, haliyle de istenen sonuçlar elde edilememiştir. Her bakımdan açık ve anlaşılır biçimde parti politikalarını anlatmak, partiye üye olmanın ve partili mücadelenin önemini işçilere kavratmak, işçiler arasında sürdürülen çalışmada ihmal edilemez bir husustur. Unutmamak gerekir; bir işçi partiyle bağ kurmakta sakınca bulmuyorsa, onu politik mücadeleye-partili mücadeleye kazanacak bir ilişki ve çalışmayı da sakıncalı bulmaz. Dahası, ileri düzeyde bağ kurulan, hatta üye yapılan işçilerin kendi doğal çevrelerinden kopmalarına asla izin vermemek, tersine uygun görevlendirmelerle doğal çevrelerinde partiyi anlatıp güç biriktirmeleri için teşvik etmek temel dikkat noktalarından biri olmalıdır.
Bunun içindir ki, işçi çalışması, (çokça yazılıp çizilmesine rağmen) işletme veya fabrikayla sınırlı tutulamaz. Parti örgütçüleri, sorumlu parti görevlileri, bir işletme ya da fabrikada çalışan parti üyesi, çalışma saatleri dışında işçilerle yüz yüze gelme konusunda ne kadar çok çaba sarfederse, fabrika-işyeri çalışması ve örgütlenmesini o kadar ilerletici olur. Aynı ortamda çalışmak, onlarla günlük politika yapmak, sıcak bağlar kurmak önemlidir, ama yeterli değildir. Mutlaka onların semtlerine, oturdukları mekanlara, evlerine gitmek, daha ileri ve sıcak bağlar kurmak gerekir. Özellikle, profesyonel, yönetici, sorumlu parti örgütçülerinin bu soruna özel önem vermeleri, işyerinde çalışan partili işçilerle birlikte, bağ kurulan işçilerle çalışma saatlerinin dışında da mutlaka bir araya gelmeleri, bunun uygun yol ve yöntemlerini bulmada yaratıcı, ısrarcı olmaları zorunludur.
Bütün bunların yapılabilmesinde yönetici, sorumlu parti örgütçüsünün günlük çalışmaya kendisinin katılımının doğrudan belirleyici olduğu açıktır. Ancak ve ancak, günlük çalışmaya, sorumlu olduğu alandaki parti çalışmasına günlük olarak yukarıda sıralanan temel hususlar konusunda kendisini sürekli yenileyen ve ilerleten bir tarzda katılan parti yöneticisinin, örgütçüsünün çalışmayı ilerletme ve güçlendirme yolunda somut adımlar atması mümkündür. Yenilenme ve örgütü yenilemede işin tepeden başladığı, yönetici, sorumlu parti kadrosunun ilk elden kendisinin çalışmaya katılımını ve tarzını sürekli gözden geçirip, zengin, yaratıcı, üretken ve örnek bir düzeye çıkarmadığı koşullarda, sorumlusu olduğu parti organ ve üyelerinden bunu istemesinin pratik bir anlamı olmadığı bilinmelidir. Bugün az çok parti çalışmasının bir ilerleme, büyüme ve yeni işçi güçleriyle beslenme olanağına kavuştuğu alanlarda, yazı boyunca dikkat çekilen hususlarda sorumlu parti yöneticisi-örgütçülerinin attıkları adımların tayin edici olduğu görülmüştür.

Sonuç olarak;
Öncesi bir yana, partimizin 8 yıllık mücadele tarihi, (özellikle gazete kampanyası süreci) şunu net olarak göstermiştir ki: bu yönde çaba harcanan yerlerde olumlu adımlar atılmış, çabalar parti tabanından devrimci bir karşılık bulmuş, başta günlük işçi basınının okunması, onunla canlı bağların kurulması, mektup, haber, röportajlarla işçiler içerisinde partinin ve işçi basınının etkisinin artması olmak üzere, işçi örgütlenmesinin ilerletilmesinde gözle görülür bir ilerleme kaydedilmesi sağlanmıştır.
Atılan bu olumlu adımların kalıcılaşmasının tek yolu, “burada işler iyi gidiyor” rahatlığı ya da inisiyatif geliştirme adına gevşek davranma tutarsızlığı gibi geri eğilimlere düşmeden, çalışmaya katılım ve tarzına ilişkin alçak gönüllü, eleştirel, devrimci sonuçlar çıkararak yola devam etmektir.

* Bu yazı, profesyonel bir parti yöneticisi tarafından, sorumlu olduğu alandaki parti çalışmasından çıkardığı sonuçlar üzerinden kaleme alınmıştır. Dergimiz, örgüt çalışmasına ilişkin bu tür yazıları teşvik etmek amacıyla sayfalarında yazıya yer vermiştir.

Tiroj’u güçlendirme, yayınlararası bağı geliştirme…

Kürt Kültür-Sanat Dergisi Tiroj’un 5. sayısı da çıktı. Tiroj, yalnızca ileri Kürt emekçileri, aydınları ve uyanış içindeki genç kuşakları saflarında değil, Türk milliyetinden ileri işçi, emekçi ve aydınları içinde de, yeni bir dergi için küçümsenmemesi gereken bir ilgi gördü. Yeni bir dergi olmasına ve aynı alanda yayınlanan başka kültür dergileri bulunmasına  karşın, kısa zamanda birkaç binlik tiraja ulaştı.
Tiroj, “bir boşluğun doldurulması” amacıyla yayımlanmaya başlamadı elbette. Birçok kültür dergisinin, günlük politik bir işçi-kitle gazetesinin, yerel gazete ve dergilerin, Tiroj’un “el atmaya kalkıştığı konular”da yayım yaptığı düşünüldüğünde, Tiroj gibi bir dergi, ancak Kürt kültürel yaşamının dünü, bugünü ve geleceğine ilişkin bilimsel, demokratik ve halkçı bir yayım politikası üzerinden Türkiye, bölge ve dünya halklarının demokratik ve evrensel ilerici kültür hazinesine bağlandığı oranda üstlendiği sorumluluğu taşıyacak ve yerine getirebilecekti.
Bu sorumluluk, yapılmış ve yapılmakta olanlardan öğrenmeyi, halkın biriktirip bugüne taşıdığı kültürel zenginliklerden –irdeleyici ve ayrıştırıcı olmaya özen göstererek– yararlanmayı, bu birikim ve zenginliğin, işçi ve emekçilerin sermaye ve gericiliğe karşı mücadelesinin dayanaklarından biri olarak kullanılmasını gerektiriyordu. Günlük işçi-emekçi gazetesinin bölge sayfalarının zenginleştirilmesi, gazete ve emek hareketinin öteki yayın organlarının Kürt kültürü ve Kürt emekçi mücadelesine daha fazla yer ayırması, ona kürsü olması, kesin bir gereklilik olmakla birlikte, yine de yetersiz kalmaktaydı. Tiroj, bu yetersizliğin bir ölçüde de olsa giderilmesi için yeni bir olanak ve mevzi olacaktı.
Burada Tiroj’u başlıca iki yanıyla ele alacağız. Birincisi, derginin yayın politikasını başarıyla sürdürebilmesi için konu içeriği, çeşitliliği ve kapsamı bakımından zenginleşme zorunluluğudur. İkincisi ise, bu birincisini de kapsamak üzere, Tiroj ve öteki yayın organlarının güçlendirilmesinin parti çalışması ve emek hareketinin mücadele olanak ve araçlarının geliştirilmesi konusundaki sorumluluklarla ilişkilidir.

İlk beş sayı üzerinden bakıldığında, Tiroj’un emek örgütünün diğer yayınlarını güçlendirici-destekleyici bir rol üstlenmiş olduğunu, çıkış amacına uygun düşen bir yayımcılıkta ilk adımları attığını, işlevinin bu olduğunu söyleyebiliriz. Ancak yine de, ele aldığı konular, konuların içeriği, kapsamı ve çeşitliliğiyle, ve ilk beş sayısı itibarıyla Tiroj’un, henüz “acemice sayılacak” bir başlangıç noktasında bulunduğunu söylemek gerekiyor. Tiroj’un ileri işçi-emekçi, genç ve aydınlar arasında ilgi gördüğünü belirttik. Bu ilgi öngörülebilirdi ve öngörüldü. Ancak, derginin çıkış hazırlıkları yapılırken –ilk iki sayı çıkarıldığında da– “emek hareketinin bugünkü hazırlık düzeyi ve olanaklarıyla böyle bir dergiyi ‘kaldırıp-kaldıramayacağı’” biçiminde bir tereddüt, saflarımızda belli oranda var oldu. Zayıf bir eğilim biçiminde de olsa,  Tiroj’un yayımlanmasını, emek hareketinin birikimi üzerinden yayımlanan diğer yayınlara ve kültür dergisine ilgiyi zayıflatıcı bulan arkadaşlarımız oldu. Bu, bir anlayış düzeyinde şekillenmedi elbette. Daha çok bir tereddüt ve kaygı olarak ortaya çıktı. Kuşkusuz parti ve bölge örgütü bünyesinde Kürt dili ve kültürü üzerindeki baskının son bulması ve ulusal-demokratik hakların engelsiz ve ayrıcalıksız kullanılması önündeki engellerin kaldırılması mücadelesine hizmet edecek ve bu mücadeleyi sermayeye karşı toplumsal kurtuluş mücadelesine bağlayacak değişik araç ve yöntemlere ihtiyaç olduğunu yadsıyan yoktu. Kaygı, esas olarak “başarabilir miyiz?” noktasındaydı. Dergi ön hazırlıklarının yetersizliği ve denebilir ki, bir heyecan eksikliği gerekçe olarak gösteriliyordu. Bu, haksız bir kaygı da değildi. Ancak, ne yapacağını baştan belirleyerek işe koyulduğumuzda, önümüzdeki zorluklara karşın, mevcut güç ve olanaklarımızı yetenekle ve sorumluluk duygusuyla harekete geçirdiğimizde bu zorlukların üstesinden gelebildiğimizi de, bu vesileyle bir kez daha gördük. Bugün daha ilerde olduğumuzu söyleyebiliriz. Bu vesileyle şunu da vurgulamak mümkün. Tiroj ve diğer yayınların durumu da içinde olmak üzere, politik-örgütsel çalışmada karşı karşıya bulunduğumuz sorunlar, esas itibariyle, nesnel etkenlerin ya da emekçi hareketiyle parti güç, araç ve olanaklarının görev olarak aldığımız işlerin üstesinden gelmeye “yetmemesi”inde değil, bu imkan ve güçleri yetenekle değerlendirmede, görevlere uygun düşen verimlilikle harekete geçirmede yattığı bir kez daha açıklık kazandı. Görüldü ki, hareketin güç ve olanaklarının yetenek göstererek ve azimle doğru bir hat üzerinde seferber edilmesi, örgütsel politik çalışmanın başarıyla yürütülmesinin koşullarından biri olduğu gibi, bu olmaksızın ileriye doğru adım atma olanağı da hemen hemen yoktur. Parti ve örgütleri, işçi-emekçi hareketi içinde, onun organik bir parçası ve ileri kesimi ve örgütü olarak varolduğunda, mücadeleyi ilerletme, hareketin mevzilerini geliştirme, güçlendirme ve çeşitlendirme olanağı yalnızca var olmakla kalmamakta, genişlemekte ve Tiroj gibi dergilerin yayımlanması ve geliştirilerek güçlendirilmesinin imkanları açığa çıkarılmaktadır. Tiroj’un yayınlanması, bu bakımdan, parti hattını pratiğe geçirme ısrarının ve Kürt emekçi hareketinin ihtiyaç duyduğu araçları oluşturma sorumluluğu yönündeki ilerleyişin yeni bir adımı ve göstergesi sayılabilir. Sorun şimdi, derginin nasıl daha verimli ve yararlı hale getirileceği, diğer yayınlarımızla, yayın hedefi-amacı ve çizgisinde, birliğinin nasıl sağlanacağıdır.
Kürt kültürel-tarihsel birikimi, kuşkusuz özgün özellikleri olan tüm öteki ulusal kültürler gibi, ‘kendine has’ yanları içerecektir. Bu birikimin araştırılması, bugüne dek yapılanların daha ileriden irdelenmesi ve emekçi mücadelesinin hizmetine sunulması görevi, bizim açımızdan, esas olarak henüz ulaşılması gereken bir “hedef” durumundadır. Kürt kültürü, elbette bölge halklarının kültüründen ve insanlığın uluslararası ilerici uygarlığından soyutlanmış değildir. Aksine, bu birikimden beslendiği ve ondan yararlandığı ölçüde ileri gidecek, gelişecek ve zenginleşecektir. Bu bakımdan, insanlığın ilerici kültür birikiminin Kürt halk kitlelerine ulaştırılması, tanıtılması ve halkın zihinsel-kültürel gelişimi için bu birikimden yararlanmasını sağlamak zorundayız. Tiroj bu kapsamlı görevi, –asgari ölçüde de olsa– başarmadığı sürece, üstlendiği misyonu layıkıyla yerine getirmiş olmaz.
Kürt ulusal kültürünün ilerici ve geliştirici unsurları her şeyden önce işçi-emekçi mücadelesi ve yaşamı içinde üretilmiştir; ancak buradan ilerleyip evrensel olana bağlanabilecektir. Halk kültürünün hangi evrelerden geçtiği, hangi tür mücadelelerde nelerin biriktirildiği, bugünün ve geleceğin kuşaklarına aktarılırken, geliştirici ve ilerletici olan kültür ögeleriyle geriye düşüren, geleneksel ilişki tarzlarına bağlı olarak fikri gelişmeye ayak bağı olan öğeleri ayrıştırmak önem taşımaktadır.
Tiroj, uzak geçmişten bugüne, Kürt şairlerini, edebiyat insanlarını tanıtan, eserlerini irdeleyen ve bugünkü ulusal-siyasal ve sosyal kurtuluş mücadelesine bağlayan yazıların yanı sıra, yakın dönem ve güncel toplumsal yaşama ilişkin sorunlarla kültürel gelişmeleri de konu edinebilmelidir. Dergide, örneğin Ünaldı işçilerinin “geçmişte kalmış” denilip geçilemeyecek 40 günlük direnişinin nasıl örgütlendiği, 20 bin civarındaki işçinin duygu ve tutum birliğinin nasıl sağlanabildiği, hangi zorlukların göğüslenip, hangi tür fedakarlıkların gösterildiği, o günden bugüne nelerin kaldığı ve bunun ileriye nasıl taşınabileceği vb. konuları ele alan inceleme yazıları yer alabilmelidir. Tiroj’un işçilerin ve Kürt emekçilerinin “yaşam dersleri”ne dayanarak, onların bir mücadele ve zihni gelişme aracı olarak yayın faaliyeti, ancak böylesine geniş konu zenginliği üzerinden ilerleyebilecektir. Yoksul ve topraksız köylüler, iflasa sürüklenmiş eski küçük üreticiler, işsizler, kadın ve gençler, sorunlarını irdeleyen ve çözüm yolu hakkında fikir veren yazıları Tiroj’da görebilmelidirler. Böylece onların elinde fikri değişimleri ve ilerlemelerinin bir aracı, mücadelelerine güç veren ve yol gösteren bir işlev de görebilmelidir. Kadın yaşamı, sosyal-ekonomik yaşamdaki yeri, “gelenek-görenek” adına sürdürülen geri toplumsal ilişkilerin oluşturduğu köreltici etki, derginin ana ilgi konularından biri olmak durumundadır.
Günlük gazete ve öteki yayın organlarıyla ilişkinin geliştirildiği emekçi kesimlerde, işçi-emekçi hareketinin sorunları daha ileriden tartışılabilmekte, çözümler aranırken gazete, kültür dergileri ve öteki parti yayınlarından eylem ve örgütlenme pratiği bakımından yararlanılabilmektedir. Salt bu olgu bile, yönelinecek ve yapılacak işin ne olduğunu göstermeye yeterlidir. Kaldı ki, Kürt bölgesinde işçi-emekçi mücadelesinin günlük mevzisi olacak yeni yayınlar da gerekli hale gelebilir. Günlük gazetenin bölge sayfasının önce birden fazlaya çıkarılması bugün de hareketin ihtiyaçları arasındadır. Bunun başarılması üzerinden ayrı bir bölge gazetesi önümüzdeki dönemlerde daha ivedi bir ihtiyaca dönüşebilir. Tiroj’un aylık periyoda çekilmesi ise, daha bugünden hedeflenmesi gereken bir ihtiyaçtır. Bugünden bunun için hazırlıklar, doğal olarak öncelikle ve ancak elimizde var olanların güçlendirilmesi, içerik ve konu zenginliğiyle ilgi odağı haline getirilmesi üzerinden yapılabilir.
Bölge haberlerinin olduğu kadar, sosyal-kültürel ve politik-ekonomik yaşama ilişkin röportaj, inceleme vb.nin gazeteye aktarılması; işçi-emekçi, gençlik ve kadın yaşamı ve mücadelesinin sorunlarının daha kapsamlı irdelenmesiyle hazırlanmış araştırma-inceleme yazılarının dergide yer almasına engel oluşturmaz; aksine buna ihtiyaç vardır. Dergide kültür-sanat ve edebiyat eserlerine, kültürel birikim ve sosyal sorunlara ilişkin yazıların daha fazla yer alması doğaldır. Kentlerin sanatsal yapıları, kültürel geçmişleri ve birikimlerinin tanıtılması, bölgenin kültürel birikiminin yansıtılması için daha fazla çaba gerekli olmaya devam ediyor. Tiroj henüz bu alanda önemli sayılacak bir adım atmış olmaktan uzaktır.
Tiroj, Kürt işçi ve emekçilerinin kültürel-sanatsal eser ve etkinliklere ilgilerini geliştirmeye gayret gösterirken, onların tiyatro, müzik, resim ve edebiyat eserleri ortaya koymaya yetenekli olanlarının doğrudan görev aldıkları bir kürsü olabilirse, işlevine uygun bir yönelişi geliştirmiş sayılır.
Kültür cephesindeki mücadele ekonomik, politik ve teorik alandaki mücadeleden koparılamaz. Burjuva baskısının yaşamın her alanını kapsadığı, özellikle düşünce ve davranış üzerindeki etkilerini geçmiş ve bugünkü gerici kültürel gelenek, görenek, anlayış ve etkinin bugüne taşınmasıyla sürdürdüğü, yığınlar üzerindeki uyuşturucu etkinin aracı olarak bunları kullandığı düşünüldüğünde, kültür cephesindeki mücadelenin önemi daha iyi anlaşılacaktır. Kürtler gibi, kültürel-ulusal ve dilsel tüm haklarının baskı altına alındığı ve dil ve kültürü gelişme olanağını ancak halkın inatçı ve sabırlı korumasında bulan bir toplumun kültür cephesindeki gelişmesi de, bu alanda daha hassas bir tutum ve politika izlenmesine bağlıdır.
Burjuva emperyalist ideolojik kuşatmanın gemi azıya aldığı günümüzde, Kürt işçi ve emekçilerinin yolunu şaşırmamaları, kapitalist ayrımcı ulusal baskı politikalarının saptırıcı etkisinden kurtulmaları ve yönlerini bilinçle seçebilmeleri için kültür-teori-bilim vb. yayın organlarının rolü ve buna duyulan ihtiyaç daha da artmıştır. Parti bölge örgütü ve yayın kurulları için, ileri işçi ve emekçiyle genç kuşak kız ve erkeklerin devrimci eğitimi için bu yayınların kullanılması, aynı zamanda, onların propaganda-ajitasyon ve siyasal teşhir faaliyetine katılmada en yetenekli olanlarının bu yayın organlarının yazarları haline getirilmesi, belirlenmiş ve başarılması yönünde adımlar atılmış bir  hedef olmak zorundadır. İşçi sınıfının “tarihsel devrimci rolünü yerine getirmesi”nin teminatı, ancak bu ileri sınıf bilincinin hareket içinde yönlendirici-öncü bir örgütlü güce dönüşmesiyle sağlanabilir. İşçi sınıfının kendiliğinden hareketinin içinden doğrudan çıkması olanaklı olmayan ve ancak yeterli zaman ve bilgilenme olanağına sahip aydınlar aracılığıyla oluşturulabilen işçi sınıfının sosyalist teorisi, işçi kitlesine; kent ve kır proletaryasına, ancak onun günlük mücadelesi ve yaşamının içinde yer alarak taşınabilir. Bu ise, bütün bu yayınlar arasında amaç ve hedef birliğinin olmasını, tüm parti örgütlerinin de bu anlayışla hareket etmelerini gerektirir.

YAYINLAR ARASI BAĞI GÜÇLENDİRME SORUMLULUĞU
Emek örgütü yayınlarının hiçbiri ötekine göre “önemsiz” görülemez. Her birinin kendi alanında işlevini başarıyla yerine getirmesi ise, bütün parti güçleriyle ileri işçi-emekçi, genç ve aydın kesimlerinin kesin bir sahiplenmesini gerektiriyor. Ancak, Tiroj’un çıkışıyla birlikte, Kürt emekçi yaşamı ve mücadelesinin sorunlarını Tiroj dışındaki emek hareketi yayınlarına yansıtma, emek örgütü yayınlarının tümünü aynı sorumluluk anlayışıyla ve önem vererek değerlendirme; gazete, kültür, politika-teori ve bilim dergilerini güçlendirme, ve daha geniş emekçi (ve okur) kitlesinin etrafında bir araya geldiği organlara dönüştürme konusunda, –örneği az olmakla birlikte– bazı yalpalamaların görüldüğü de bir gerçektir. Oysa yayın organları arasında ayrım yapmamak, tümünü aynı ciddiyet ve sorumlulukla ve hareketin ve mücadelenin hizmetine vermek üzere güçlendirmeye çalışmak, baştan aşağı tüm örgütlerin ve her bir bireyin başlıca sorumluluğudur; ve eğer bir ayrıcalıktan söz edilecekse, bu, ancak günlük gazeteden yana; ve onun ajitasyon-teşhir ve örgütlenme aracı olarak kullanılmasının başarılması için belirlenmiş görevlerin yerine getirilmesi için çabanın azamiye çıkarılması olabilir. Gazete işin merkezinde yer alıyor ve diğer yayınlarımız için de önemli bir kaynak oluşturuyor. Bu, başka etkenlerin yanı sıra, günlük yayınlanma avantajı ve bugünkü tirajı, etki alanı genişliği ne olursa olsun, aslında milyonlarca emekçiye hitap eden bir mücadele ve örgütleme aracı olması nedeniyle de böyledir. Doğru olan, Kürt ve Türk işçi-emekçi hareketinin ideolojik, ekonomik-politik ve kültürel tüm cephelerine ilişkin mücadele araç ve mevzileri arasında tam bir koordinasyon-dayanışma ve birbirini güçlendirici bir anlayışın hakim kılınmasıdır. Tiroj’la birlikte, gazetenin bölge sayfasını güçlendirme, olanaklı bir süre içinde birden fazla sayfaya genişletme, giderek ve süreç içinde Kürtçe bir gazetenin de çıkarılabilmesini olanaklı kılacak bir çalışmayı daha ileriden yürütmek gerekirken, bir tür rehavete kapılma ya da “rahatlama” tutumu oluşabilmiştir. Bu “rahatlama” tutumu terk edilmedikçe, yayın organlarının güçlendirilmesi çabasında başarıyla ulaşılamaz. Kültür dergileri, kuşkusuz, günlük örgütsel-politik çalışmanın temel aracı ve dayanağı olarak kullanılması zorunlu olan gazetenin işlevini üstlenemezler. Ancak gazetenin örgüt çalışması ve emekçi mücadelesinin günlük politik organı olarak güçlendirilmesi, Tiroj ve öteki yayın organlarıyla bilim dergisinin etkisini artıracak, onlara alan açacaktır. Tersinden, gazetenin edebiyat-kültür ve bilim cephesinden ve bu alandaki dergilerin desteğiyle takviyesi, ülkenin ilerici aydınları ve gençlik kuşaklarının doğrudan destek ve katılımıyla güçlendirilmesinin araçları olabilirler. Bu bakımdan işçi-emekçi gazetesiyle Tiroj ve öteki yayınlar arasında, birbirine mevzi yaratan, birbirini güçlendiren bir ilişkinin kurulması zorunludur. Yayın organlarının yetenekle kullanılması, devrimci işçi partisinin kitlelerle ilişkilerini geliştirmesinin ve kitleleri mücadele içinde aydınlatma ve örgütlemesinin ilk koşulunu oluşturur.
Tiroj ve partinin, gazete başta olmak üzere, bütün öteki yayınlarının yayın çizgi ve politikası, bu yayınların birbirini besleyen ve güçlendiren, birbirine konu, ilgi ve gelişme alanı açan bir anlayışla ele alınmazlarsa, ne örgüt çalışmasının ideolojik-politik, kültürel vb. alanlarının zorunlu birliği sağlanabilir, ne de gelişen ve genişleyen bir örgüt çalışması teminat altına alınabilir.
Tiroj ve öteki parti yayınlarının ileri Kürt işçi ve emekçisinin eğitiminin, demokrasi ve sosyalizm için mücadelede birliğinin araçları olarak işlevlerini layıkıyla yerine getirmeleri, bu organların ileri işçi-emekçi ve genç kuşakların aydınlatılması ve örgütlenmesinde yetenekle kullanılmasına bağlıdır. Bunun, en azından bugüne kadar başarılamadığı ya da esas olarak başarılamadığı bir gerçektir. Tiroj’un ele aldığı konuların günlük gazete üzerinden ve gazete formuna uygun hale getirilmesiyle ve tersinden gazetenin günlük olarak işlediği, bölge işçi ve emekçilerinin yaşam ve mücadelesinin sorunlarının derinlikli irdelemelerle dergide yer alması sağlanamadığı gibi, dergi ve gazetenin güçlendirilmesi yönünde tüm parti örgütü ve il-ilçe-birim-semt-okul alt birim örgütlerinin seferber edilmesi de, henüz esas olarak sağlanamamıştır. Kuşkusuz, “Kürt Kültür Dergisi”nin yayımlanmış olması, değişen ölçüde de olsa bir heyecan ve ilgi uyandırmış, ancak bunun tüm örgütün daha güçlü ve geliştirilmiş organlar yaratmak için seferber edilmesinin araçlarından biri olarak kullanılması yönünde yeterli sayılabilecek adımlar atılamamıştır. Bu, hâlâ, başarılması zorunlu bir görev olarak önümüzde durmaktadır.
Kültür- politika, teori ve bilim dergileriyle günlük ajitasyon-teşhir  ve örgütlenme (örgütleme) aracı olarak gazete, işçi ve emekçilerin “yaşamına girdikleri”, ileri işçi ve emekçilerle onların genç kuşaklarının eğitimi, örgütlenmesi ve mücadelesinin aranır, ilgiyle okunur, ve araştırılır ‘araçları’ haline geldikleri oranda, sermayeye karşı mücadelenin politik sınıf mücadelesi yönünde yol almasının araçları olma işlevini yerine getirmiş olurlar..
Bunun gerçekleşmesi, her şeyden önce, parti ve onun bölge örgütünün, yayın organları karşısındaki bir tür kendiliğindenci, beklemeci tutum ve anlayışlarla, lafızda mücadele ve çalışkanlık üzerine keskin söylevlerden geri durmazken, pratik çalışma, iş ve görev karşısında atıl duran ve ayak sürüyen kişi ve kesimlerle ayrışmayı, bu tutum ve anlayışları etkisiz kılmayı başarmasına bağlıdır. Bu başarıldığında, daha fazla işçi ve emekçinin gazeteye ve kültür-politika ve teori dergilerine ilgiyle yaklaşımı, okuyup-okutması, yazarak katılması, eleştirmesi ve sorunlarını gazete üzerinden tartışması sağlanacak, bu yöndeki eğilim geliştirilebilecek, gazete ve dergilerimizin içerik ve konu zenginliği, tiraj vb. sorunlarının aşılması kolaylaşacaktır. Biri ötekinin alternatifi olmayan ve her biri ötekini güçlendirerek işçi sınıfı ve emekçilerin kitlesel örgütlenmesine ve onlar içinde parti politikalarının etkisinin geliştirilmesine hizmet eden tüm yayınlara özenli ilginin, devrimci sınıf partisinin ve tüm örgütlerinin başlıca görevi olarak alınması üzerine parti belirlemeleri ve vurgusuna uygun düşen işin üstesinden gelme yetenek ve azmi göstermek, anlayış ve tutumda devrimci ve militan olana sıkıca sarılıp, onu sürdürmek kesin bir ihtiyaç ve gerekliliktir. Yayın organlarımız ve özellikle de günlük gazete üzerine ısrarla tekrarlanan parti belirlemelerini aktarmacı ve bıktırıcı bir söyleme dönüştürmekle alınacak yol ise, esas olarak yoktur. Eğer parti örgütü, günlük faaliyeti ve yaşamıyla işçi ve emekçilerin yaşamı ve mücadelesine bağlanacaksa –bu olmaksızın herhangi bir ilerleme sağlanamaz–, parti yayınlarıyla ilişki de, bu günlük yaşam ve mücadelenin kopmaz bir parçası olmalıdır.
Günlük gazete için haber, röportaj, inceleme vb. türden yazıların yazılmış olmasının kültür-politika dergileri karşısındaki sorumluluğu azaltmadığı, aksine bunu gereksindiği bilinerek, bu yayınları materyal bolluğuyla daha nitelikli, içerik ve kapsam bakımından gelişmiş yazılarla beslemek gerekmektedir. Dergiler halk yaşamının ve emekçi hareketinin mücadele deneylerinin kültürel-politik birikimini kendinde ne denli merkezileştirebilirlerse, Kürt işçi ve emekçilerinin sınıf bilincinin geliştirilmesine o oranda hizmet etmiş olurlar. İşçi ve emekçilerin eylemlerinin birleştirilmesi ve mücadele içinde parti olarak örgütlenmelerinin sağlanmasında, günlük merkezi gazete, en önemli ve başlıca araç ve kürsü olmakla birlikte, işçi hareketinin bilinçli sınıf hareketine dönüştürülmesinde, onun, tek başına yetersiz kalacağı açıktır. Böyle bir dönüştürme, gazetenin daha gelişkin bir yetenekle kullanılmasının yanı sıra, teorik-kültürel, bilim vb. yayınlar üzerinden yürütülecek politik-ideolojik bir mücadeleyi gerektirir. Emek hareketinin, bugünkü olanakları üzerinden oluşturduğu kültür-teori-bilim dergilerinin yetenekle ele alınması ve zenginleştirilerek aydınlatma-eğitim ve propaganda ve örgütleme faaliyetinin etkili araçları olarak kullanılmaları, bu bakımdan, önümüzdeki uzun erimli bir hedefi değil, güncel, ve acil olarak başarılması gereken bir zorunluluğu oluşturuyor.
Kültürel-teorik cephedeki mücadelenin –bu, bütün öteki mücadele alanlarıyla kesin bağlıdır– işçi ve emekçiler yararına gelişmesi, genç kuşak aydın hareketinin ilerici-devrimci ve halka bağlı bir akım haline gelmesine bağlıdır. Bu alanda kültür-teori ve bilim dergileri, özel bir role sahiptirler. Bu yayınların parti örgütlerinde ve ileri Kürt işçi ve emekçilerinin saflarında  dağıtılması, eğitim ve aydınlanmalarının organları olarak değerlendirilmeleri ve okunmalarının sağlanması, hareketin devrimci bir hatta ilerlemesinin sağlanabilmesi için yaşamsal bir önem taşıyor.
Parti örgütlerinin bütün bu görevleri yerine getirdikleri ölçüde gelişebildikleri, emekçiler içinde sağlam ve yaygın bir örgüt ağı oluşturabildikleri kanıtlanmıştır. Yayın organlarının niteliklerinin yükseltilmesi ve her türden burjuva ideolojik-kültürel ve politik saldırı dalgası karşısında dirençle ayakta kalmaları da ancak böylesi bir örgüt anlayışı ve ağının varlığıyla mümkün olacaktır. Bu, elbette öncelikle tüm bölge parti görevlilerinin, tüm parti üyelerinin, ileri işçilerin, işçi sınıfı mücadelesine bağlanmış aydınların ve eğitim gören genç kuşak devrimcilerin bu organlar karşısındaki tutumlarının devrimci bir tutum olarak sağlamlaşmasına bağlıdır. Böylesi bir tutum değişikliği, henüz parti ve ileri işçi-emekçi hareketiyle sıcak bağ içinde olmayan ve fakat toplum içinde aydın ve genç bir kesim olarak varlığından kuşku duyulamayacak kesimlere ulaşmak, onların kültür-teori ve bilim dergileri etrafında kümelenmeleri ve yeteneklerini işçi hareketi yararına kullanmalarının sağlanması için de zorunludur.
Tiroj’un önüne, gerçekleştirmek üzere aldığı görevleri önümüzdeki dönemde daha ileriden gerçekleştirmesi, burada kısaca üzerinde durduğumuz görevlerin başarılmasına bağlıdır.

Gazetede halk yaşamı ve işçi mektupları

İşçi sınıfı ve emekçilerin her günkü mücadeleleri açısından, günlük işçi gazetesinin önemi ve bu mücadelede gördüğü ve görebileceği işlev ve gazetenin ele alınışı, bu ele alıştaki yanlışlar ve olması gerekenler üzerine şimdiye kadar çok yazıldı, konuşuldu. Özetle tekrarlayacak olursak; işçi gazetesinin, işçi hareketi ve günlük çalışmadaki ele alınışı, şu üç temel üzerine oturmalıdır: İlk olarak; bir teşhir, ajitasyon, propaganda ve aydınlatma aracı olarak işçiler, emekçiler ve halk arasında (işyeri, fabrika, kurumlar, okullar ve semtler, yani günlük çalışma, örgütlenme birim ve alanlarında) düzenli ve olabildiğince yaygın dağıtılması ve okunmasının sağlanması. İkincisi; gazete okuru işçilerin, emekçilerin ve gençlerin gruplar halinde bir araya getirilmesi, örgütlenmesi. Üçüncü olarak da; başta parti yöneticileri ve birim ve alanlardaki çalışmadan sorumlu parti görevlileri olmak üzere, partili işçiler, emekçiler, gençler ve tüm gazete okurlarının mektup, haber, yazı, röportaj vb. biçimlerde gazeteye yazarak, işçi ve emekçilerin yaşamını tüm yönleriyle yansıtmalarıdır.
Bir işçi gazetesinin, işçi sınıfı ve emekçilerin, gençliğin mücadele ve örgütlenmesinde görebileceği işlevi tam anlamıyla yerine getirebilmesinin yolu; gazeteyi ele alışta ortaya çıkan sorun ve olumsuzlukların üzerine gidilerek aşılmasından, gazetenin, günlük politik çalışmanın merkezine yerleştirilmesinden geçmektedir.
Elbette gazetemiz, ülkemizde ve dünyadaki tüm politik ekonomik gelişmelere ve olaylara işçi sınıfı ve emekçiler cephesinden bir bakış, tüm olay ve gelişmeler karşısında işçilerin, emekçilerin ve onların mücadelesinin sesi oldu. İşçi sınıfına, emekçilere ve gençliğe yönelik tüm saldırılar, işçilerin ve emekçilerin küçük-büyük tüm mücadele, eylem haberleri, işçilerin, emekçilerin görüş ve düşünceleri gazetemizde her zaman yer aldı ve alacak. Ancak gazetemiz ve onun işçi hareketi içindeki yeri ve rolü açısından bu durum yeterlidir diyebilir miyiz? Tabii ki hayır.
Bir kere, günlük işçi gazetesi, sadece işçi sınıfını ve halkı ülke ve dünya olayları ve gelişmeler hakkında aydınlatma aracı, sadece işçi ve emekçilerin saldırılar karşısında eylem ve direnişlerinin, daha iyi bir yaşam mücadelelerinin sesi ve habercisi değildir. İşçi gazetesi bir aydınlatma aracı, işçilerin, emekçilerin etrafında bir araya gelip kümeleştikleri ve giderek örgütlendikleri bir araç, işçi ve emekçilerin eylem ve direnişlerinin, gelecek için mücadelelerinin habercisi olduğu gibi, işçi ve halk yaşamının tüm yönlerinin de (yaşam ve çalışma ve sömürü koşullarının sorunları ve sıkıntılarının, aile yaşamının, sosyal ve kültürel yaşamı ve faaliyetlerinin) yansıdığı, yer aldığı bir gazetedir, böyle bir gazete olmak, bu yönde ilerlemek, gelişmek ve geliştirilmek zorundadır.
Belli bir süreden beri bir değişim ve gelişme olmakla birlikte; gazetemizde esas olarak, işçi ve emekçilerin maruz kaldığı saldırılar, işten atmalar, ödenmeyen maaş ve ikramiyeler, gaspedilen haklar, yapılmayan zamlar, sendikalaşma çabaları, sendika ağa ve bürokratlarının işçileri dışlayan ve mücadele ve eylemlerin kazanımla bitmesini engelleyen, mücadeleyi satan işbirlikçi tutumları ve tüm bu saldırılar karşısında işçilerin ve emekçilerin eylem ve direnişleriyle, özelleştirilmesi gündemde olan işyerlerinden haberler yer almaktadır. Gazeteye yazılan mektup ve haberler de daha çok eylem haberleri olmaktadır. Ama biliyoruz ki, işçi ve emekçilerin yaşamı ve gazeteye yazılmak durumunda  olan yanları yalnızca saldırılar, işten atmalar ve bunlar karşısındaki eylemler ve direnişler değildir.
Öncelikle, işten atma, sendikalaşma, toplu sözleşme, özelleştirme vb. sorunlar ve bunlar nedenli eylem ve mücadeleler, elbette gazetemizin ele almak, izlemek, haberini yapmak durumunda olduğu gelişmelerdir; ama eylem ve direniş yaşanmayan işyerleri , fabrikalar gazetemize nasıl girecektir? Öte yandan işçilerin ve emekçilerin tüm yaşamları yalnızca eylem ve direnişler midir? Ya da başka bir soruşla; işçi ve halk yaşamından gazetemize yazılması gereken başkaca şeyler, günlük olağan yaşamdan kesitler, “sıradan” olaylar yok mudur?
Denilmek istenen şudur ki; işçiler ve emekçiler, gazetede sadece işten atılmalarıyla, eylem ve direnişleriyle değil, yaşamlarının tüm yönleriyle yer almalıdır. Aile yaşamları ve işçinin ücretiyle ailesinin nasıl geçinebildiğiyle, yaşamak zorunda kaldığı sıkıntılarla, ailenin ekonomik zorunlulukları nedeniyle işçi çocuklarının sağlık, eğitim, kültürel ve sosyal ihtiyaçları ve bunların nasıl karşılanabildiği ya da karşılanamadığı, bir işçi ailesinin kültürel yaşamı nasıldır; sinema, tiyatro, edebiyat, müzik ve kitabın bu yaşam içindeki yeri nedir, nasıl karşılanır vb. yönleriyle yer alabilmelidir.
Eğitimin özelleştirilmesi, işçi çocukları açısından hangi somut sonuçları yaratıyor? İşçi anne baba, çocuklarının eğitim ve okul sorunlarıyla nasıl ilgilenir, nasıl yardım eder ya da edemez? Sigortalı/sigortasız işçi oranının yarı yarıya olduğu ülkemizde, işçi, emekçi ailesinin sağlık sorunları nasıl çözülür, çocukların sağlıklı büyüyebilmesi için gerekli beslenmeleri nasıl sağlanır? İşçinin işten atılması, aileye ve çocuklara nasıl yansır, nelere yol açar? İşçi, emekçi semtlerinde çocuklar nerede ve nasıl oynarlar, gençler sportif, kültürel ihtiyaçlarını nasıl karşılıyorlar, spor sahaları, kütüphaneleri var mıdır, yararlanabiliyorlar mı? Genç işçilerin iş sonrası yaşamları nasıldır, nereye gider, nasıl vakit geçirirler, nasıl eğlenirler, sinemaya, tiyatroya gidebilir, spor yapabilirler mi? Evet, benzer sorular çoğaltılabilir ve sanıyoruz, bunlar ve benzer sorunlara ilişkin yazıların, haberlerin ya da röportajların gazetemizde yer alması, gazetemizi özellikle işçiler ve emekçiler açısından daha ilginç ve daha okunur hale getirecektir.   
Tüm bunlar gazetemize nasıl yansıtılabilir, genel bir söylemle, istatistik verileri olarak değil de, yaşayan insanların sorunları sıkıntıları, iyisi kötüsüyle yaşamları olarak nasıl yansıtabiliriz? Evet, bu mümkündür ve bunu yapabiliriz.
Bir işçi partisi olarak asıl çalışma ve faaliyet alanlarımız işyerleri, fabrikalar, okullar ve işçi ve emekçi mahalleleri olduğuna göre, günlük çalışmamız, faaliyetlerimiz ve yaşamımız buralarda sürmektedir, sürmelidir. Yani, partimiz ve parti görevlileri, işçi ve emekçilerle sadece işyeri, fabrika önlerinde gazete, bildiri dağıtırken ya da çeşitli konularda düzenlenmiş toplantılarda değil, aksine gündelik yaşamın her alanında birlikte olmalı, onlar içinde yaşamalıdır. (Parti çalışmasında, işçi sınıfı içindeki çalışmada ortaya çıkan olumlu örnekleri ve gelişmeleri görmezden gelmiyor, ama, olması gerekeni vurgulamak istiyoruz. Ayrıca parti çalışmasında bu yönde, işçi, fabrika çalışması yürüten parti görevlileri ve partililerin, bu çalışmayı tümüyle işçiler içinde yaşayarak yürütmeye değiştirme, geliştirme gereği ve zorunluluğu da açıktır.) Ancak işçiler ve emekçiler arasında çalışma yürüten ve aynı zamanda, onlarla semtinde, kahvesinde, evlerinde birlikte olan, kısaca; işçi ve emekçilerle birlikte yaşayan parti görevlileri ve partililer, gazeteye işçi ve emekçi halk yaşamının tüm yönlerini yazılar yazarak, röportajlar yaparak yansıtabilir. Bunu bir görev ve sorumluluk sayarak yapmalıdır.
Buradan hareketle, eğer gazetemize işçi ve halk yaşamı olabildiğince geniş ve tüm yönleriyle yansıtılabilirse (ki bu başarılabilir); gazetemiz işçi ve emekçiler arasında daha çok ilgiyle okunan ve benimsenen bir gazete olacaktır. İşçiler arasında ilgiyle, benimsenerek  ve yaygınca okunan bir gazete de, aydınlatıcı, işçi ve emekçi hareketi içinde ilerletici ve geliştirici işlevini daha etkin biçimde yerine getirebilecektir. Parti görevlilerinin gazeteye yazma görevlerini giderek gelişen bir biçimde yerine getirebildikleri ölçüde, işçi ve emekçilerin bizzat kendilerinin de gazeteye mektup ve haberler yazmaları da gelişecek ve teşvik görmüş olacaktır.
Parti görevlileri ve tüm partililer, gazeteye haber, yazı, araştırma ve röportajlarla  (gazetede zaten yapılmış tespit ve analizlerin, bir vesileyle tekrarından oluşan mektuplarla değil, ki böylesi mektuplar, okurlara, işçilere ve gençlere kötü birer örnek olmaktadır.) katılma görevinin yanı sıra, gazete okuru tüm işçilerin gazeteye mektup ve haber yazmalarını, kendi çalışma ve yaşam koşullarını, kendi kalemleri ve kendi üsluplarıyla anlatmalarını teşvik etme, bunu yapmaya çalışan her işçiye yardımcı olma ve daha çok işçinin ve emekçinin haber, mektup yazmasını ve bunun süreklileşmesini sağlamakla da görevli ve sorumludur.
Bir süredir Emek Kürsüsü ve Okur Yazar köşelerinde, biraz çaba ve gayret gösterildiğinde, işçilerin mektup ve haber yazmaktan geri durmayacaklarını hatta, iyi mektup ve haber örnekleri verebileceklerini hep birlikte izledik. Birçok fabrika ve işyerinden, organize sanayi sitesinden yasadışı, hatta çağdışı çalışma koşullarını, sömürünün ve işveren baskısının somut şekillenişini ve bunlara karşı kendi  mücadelelerini, işçiler, mektuplar hatta birbirini izleyen mektuplarla yazdılar anlattılar. Bunlar da gösteriyor ki; parti görevlileri ve partililer görevlerini yerine getirebildikleri ölçüde, işçi ve emekçiler, hem gazeteyi alıp okuma, hem de mektup ve haber yazarak, kendi işyerindeki sorunları ve olumlu, olumsuz mücadele tecrübelerini sınıf kardeşleriyle paylaşma tutumu gösterebilir ve bu tutumu geliştirebilir.
İşçilerin, gazeteye kendi çalışma ve yaşam koşullarını, sorunlarını ve sıkıntılarını, bunları çözme çabalarını, mücadelelerini yazmalarının, yine işçiler açısından anlam ve önemini, bir işçi mektubundan yapacağımız kısa alıntı özlü bir biçimde ortaya koyacaktır. “…Evrensel gazetesiyle tanıştığımdan bu yana, Evrensel’den başka bir gazetenin, biz işçileri anlattığına rastlamadım. Evrensel gazetesi işçiyi, emekçiyi anlatan, onların haklarını savunan ve hakları için mücadele eden bir gazete. Gazetenin en önemli yanı ise; işçilerin kendi sorunlarını, yaşamlarını gazeteye doğrudan yazmaları oldu. Ben de kendimce işyerindeki sorunları yazmak istedim…” Görülebileceği gibi, işçi mektuplarının yayınlandığı EMEK KÜRSÜSÜ (ve şimdi OKUR YAZAR), gazeteyle yeni tanışan bir işçi üzerinde olumlu ve etkileyici olmakta, “ben de yazayım, işyeri sorunlarımı diğer işçi, emekçi kardeşlerimle paylaşayım, ben de sendikacılarımızın işçi karşısında, mücadeleyi geri çekmeye çalışan, satışçı tutumlarını anlatayım” vb. türünden duygu ve düşünceleri teşvik edici bir etki yaratmaktadır.
Biliyoruz ki; işçiler kendi iş ve yaşam koşularını, işyerindeki sorunları çözmek için yürüttükleri mücadeleyi, sendikalaşma çabalarını, mevcut sendika ve sendikacılarıyla sorunlarını, sendikacıların mücadele karşısında ilgisiz ve olumsuz tutumlarını, kendi öfke ve tepkilerini yazarak sadece gazetesi ile bağlarını güçlendirmekle kalmıyor; aynı zamanda, kendi sorunları ve bunları çözme, çalışma ve yaşam koşullarını iyileştirme mücadelesinde yaşadığı deneyimleri binlerce gazete okuruyla, binlerce işçi, emekçi sınıf kardeşiyle paylaşarak, bütün işçi, emekçi mücadelesine de bir şeyler katıyor. Böylece özelleştirmeye karşı direnen Tekel işçilerinin mücadelesinden, Şişe Cam işçilerinin sendika hakkı için ve işten atılmaya karşı mücadelesinden, Ümraniye Organize’de sendikalaşan Unifil işçilerinden, Uşak’ta onlarca fabrikada birden sendikalaşma mücadelesi veren tekstil işçilerinden ve benzer birçok fabrikada gelişen eylem ve direnişlerden, başarı ve başarısızlıklardan öğreniyor, herhangi bir kentte yaşanan mücadele ve direniş tüm ülke işçi sınıfının mücadelesi haline geliyor.
Gazetenin içeriği ve gazetede yer alan işçi mektuplarının yarattığı bu olumlu etki, günlük parti çalışması içinde, partililerin bilinçli çabasıyla birleştiğinde, işçilerin gazeteyle olan bağlarını, bir okur olmaktan öteye götüreceği, yazarak gazeteyle olan bağını daha da güçlendireceği açıktır. Gazetede her zaman vurgulanan, Evrensel’le dayanışma şenliklerinde de sıkça yapılan “her Evrensel okuru, her işçi, her emekçi Evrensel’in doğal muhabiri dağıtıcısı olmalıdır!” çağrısının gerçekleşebilmesi de buradan geçmektedir.
Sonuç olarak; günlük işçi gazetesi olarak Evrensel, hem işçi sınıfı ve emekçiler için  hem de işçi partisi ve örgütlerinin günlük çalışmasında ve örgütlenmesinde önemli ve güçlü bir olanaktır. Başta parti örgütleri, parti görevlileri, tüm partililer ve parti gençliği olmak üzere, ileri işçiler ve emekçiler, bu olanaktan, sınıf mücadelesinde bir araç olarak yararlanmasını bilmeli, öğrenmeli ve bunu başarmalıdırlar. Bu, mümkün ve olanaklıdır. Gazeteyi, fabrikalarda, işyerlerinde, kurumlarda, okullarda, işçi ve emekçi semtlerinde düzenli ve giderek daha yaygın biçimde dağıtarak, gazeteyi işçilerin, emekçilerin etrafında bir araya geldiği, örgütlendiği bir örgütlenme aracı olarak kullanarak, başta parti yönetici ve parti görevlileri olmak üzere, haber, yazı, inceleme, araştırma, röportajlarla gazeteye katılmayı bir görev, bir sorumluluk sayarak, her işçi ve emekçinin kendi gazetesine, kendi kalemi ve kendi üslubuyla yazmasını teşvik ederek, başarılabilir.

Basınımızın bolşevikleştirilmesi üzerine

I. BOLŞEVİK ÖZELEŞTİRİ
Komünist partilerin Bolşevik şekillenişinin temel unsurlarından birisi, dahası önkoşullarından birisi, devrimci özeleştiridir. Devrimci özeleştiri, yalnızca Bolşevik örgüt ve propaganda pratiğinin en keskin silahlarından sayılmaz, o aynı zamanda; Bolşevik ideoloji ve yönteminin temel bir parçası; Bolşevik organizmanın; kalbe günbegün gerekli oksijeni aktarıp, kan dolaşımını sürekli yenileyen akciğeri ve çürümeye yol açan tüm mikropların panzehiridir. Kesintisiz, istikrarlı, tavizsiz ve devrimci özeleştiri; Bolşevizmin bütün tarihinde belirgin ve kalın bir çizgi olarak göze çarpar.
İdeolojinin Bolşevizmi ve tarihsel bir süreç olarak Bolşevikleşme; bunlar, gerek kapitalist ve gerekse devrimci gelişmenin yasalarına tabidirler. Bunlar, devrimci partilere sınıf mücadelesi için hazır reçeteler sunmaz, aksine, devrimci eylem için zengin tecrübelerle donatılmış metodik kılavuzluk yaparlar. Bu, kendi içinde, çok çeşitli hataların kaçınılamazlığını barındırır. Ve kuşkusuz, devrimci gelişmenin temposu arttıkça, taktik hatalar yapma tehlikesi de bir o kadar büyür. Komünist partilerin Bolşevikleşmesi, stratejik hataları hemen hemen ihtimal dışı bırakır – ancak, aynı şey, taktiksel hatalar için söylenemez. Batı’daki devrimci altüst oluşun yakınlığı, sınıfsal tabakaların öylesine derin ve karmaşık bir köklü dönüşümünü beraberinde getirecektir ki, komünist partiler, zamanında Rus Komünist Partisi’nin iktidarı almadan önce yaptığından çok daha fazla manevra yapmak ve zikzak çizmek durumunda kalacaklardır.
Kendi Ekim’leri gelip çattığında, Batı Avrupalı Komünist Partiler, Rus tecrübelerinden yoğun yararlanmalarına ve Bolşevikleşme süreci mücadele pratiklerine derinlemesine girmesine rağmen, şu kesin gerçekle yüz yüze gelecekler: Bolşevik ideolojinin ve yönetiminin gelişimi, devrimci gelişmenin temposuna ayak uyduramayacak. Eğer milyonların devrimci fırtınasının yönlendirilmesinde, Bolşevik önderliğe özgü devrimci özeleştiri belirleyici düzeltici olmazsa, proletarya partisinin iktidar mücadelesi anında, burjuvazi taktik bakımdan üstün gelecektir. Özeleştirinin gerekliliğinin ajitasyonu ve propagandif ve teorik bakımdan kavranılması; Leninizmin propagandasının ve Bolşevizmin yaşama geçirilmesinin bir parçasıdır – kitlelerin komünist partiye ve partinin de kitlelere bağlı olması gibi.
Komünist Enternasyonal, yıllardan beri özeleştiri ilkesi için mücadele etmektedir. Çek partisinde yaşanan son kriz de, esas olarak bunun mücadelesi ile geçti. Bu krizde de çok açık bir şekilde görüldüğü gibi, özeleştirinin olmadığı bir Bolşevikleşme içi boş bir laftır. Nitekim gerçek tasfiyeciler, Bolşevikleşmeye dönük tüm kararları kabul ettiler; fakat kendilerinin yaptığı tayin edici hataları kabule yanaşmadılar. Sonuçta ama, bu çizgileri nedeniyle yenilenler onlar oldu. Özeleştiri ilkesi, Çekoslovakya Komünist Partisi’nin Bolşevikleşmesinin devrimci kaynağını oluşturmaktadır. Şimdi komünist partilerin önünde Bolşevikleşme sürecini somutlaştırma ve ayrıştırma görevi durmaktadır; ve kuşkusuz, özeleştirinin zorunluluğu bilgisinin edinilmesi, bu sürecin ajitasyon ağırlıklı birinci safhasından daha büyük bir rol oynayacaktır.
Buraya kadar yapılan bu temel açıklamaları, Bolşevikleşmenin şu veya bu kısmi görevlerini ele alırken, öncelikle göz önünde bulundurmak gerekir.

II. KOMÜNİST BASIN KİTLE BASINI MIDIR?
Bolşevikleşmenin esas muhtevası, partinin işçi sınıfının geniş yığınları içindeki etkisinin giderek büyüdüğü koşullarda, onun komünist işçiler açısından rolüne ilişkin bilincin güçlenmesi ve yükselmesinde yatmaktadır. Hiç şüphesiz, kitleler üzerindeki bu etkinin boyutları ve niteliğiyle ilgili en iyi göstergelerden birisi de, komünist basındır. Bolşevikleşme sürecinde ona (komünist basına) belirleyici bir rol düşmektedir. Basının yalnızca partinin “kolektif bir örgütleyicisi” olması gerekmiyor, aynı zamanda, kitleler için “kolektif bir ajitatör” olması gerekmektedir. Peki, komünist basın ile parti üyeleri ve partiye bağlılık duyan kitle arasındaki ilişki bugün ne durumdadır? 
Aşağıdaki tablo bu konuda yaklaşık bir fikir verebilir:

Parti üyeleri             Okur                Seçmen
Almanya ………………. 200.000            300.000            2.700.000
Çekoslovakya ……….. 140.000            100.000            1.500.000
Fransa …………………… 70.000            220.000            1.500.000

Bu kıyaslamadan çıkan sonuç, parti üyeleri ile (parti basınının) okur kitlesi arasındaki ilişkinin, sözü edilen ülkelerde 2’ye 3 olduğudur. Parti basının parti seçmenleriyle ilişkisi ise, 1’e 9 gibidir.
İşin içerisine, bir de Komünist Enternasyonalin küçük partileri (illegal koşullarda faaliyet yürütenleri bir tarafa bırakalım) dahil edildiğinde, yukarıdaki tablo, kuşkusuz daha olumsuz bir görüntü oluşturacaktır. (Belirtelim ki, burada Anglo-Sakson ülkeleri bir istisna oluşturuyorlar. Örneğin, Amerika’da yaklaşık 20 bin parti üyesine veya 33 bin seçmene komünist basını okuyan yaklaşık 120 bin okur denk düşüyor.)
Yapılan hesaplamalarda yalnızca komünist günlük gazeteler dikkate alınmıştır. Özel sorunlar ve nüfusun özel katmanları için (sendikal basın, kadınlara, memurlara vb. dönük yayınlar) çıkan komünist basının durumu ise öyle içler acısı ki, yukarıdaki tabloda herhangi bir olumlu değişiklik yapmaktan uzaktır. Örneğin Almanya’daki komünistlere ait sendikal ve özel basının tirajı yaklaşık 200 ila 300.000’dir. Bunun karşısında ise, tirajı yaklaşık 7 milyonu bulan sosyal demokrat sendikal basın durmaktadır. Ki, burjuva sendikal basın ve sosyal demokratlar ile burjuvazinin toplumun çeşitli kesimleri ve katmanları için çıkardığı sayısız yayınlar da burada dikkate alınmamıştır.
Yaptığımız kıyaslamaların ortaya koyduğu gerçek şudur: Oyu ile Komünist Enternasyonal’e duyduğu güveni ortaya koyan işçilerden ancak onda biri, komünist bir gazetenin okuru durumunda, yani komünist parti ve ideolojiden günlük ve doğrudan etkilenmektedir. Öte yandan, ama bilmek gerekir ki, parti basınımız için kazanamadığımız bir işçiyi, ortalama olarak devrimin bilinçli bir aktivistine dönüştürebileceğimizi varsaymak, bütün Avrupa için bedeli ağır bir illüzyon olurdu. İşte Bolşevikleşmenin en önemli gereklerinden birisi de, sempati duyan bu kitleleri, proleter devriminin bilinçli öncü müfrezeleri haline getirmektir.
“Bu görevleri küçültmeyi istemek; öncü müfreze ile ona yaklaşmaya çalışan kitleler arasındaki farkı göz önünde bulundurmamak ve bu öncü müfrezenin giderek daha geniş yığınları kendi seviyesine çıkarma görevini akıldan çıkarmak; işte böyle davranmak, yalnızca kendimizi aldatmak ve görevlerimizin büyüklüğünü anlamamak demektir.”
Bolşevikleşmenin temel unsuru da zaten, parti ve öncü müfrezenin olduğu gibi, geniş yığınların da sınıf bilinci ve devrim isteğini aynı anda geliştirmek ve devrimci bir tarzda yükseltmektir. Partinin, yığınların Bolşevikleşmesi olmaksızın Bolşevikleşmesinin hedeflenmesi, en büyük sekterizm tehlikelerini bağrında taşır ve partinin, yığınlar üzerindeki etkisinin büyümesi yerine, onlardan kopmasına neden olur.
Kuşku yok ki, basınımızın bugün henüz kitle basını olamamasında  rol oynayan nesnel ve maddi nedenleri görmezlikten gelmek yanlış olacaktır. Bununla birlikte, ama, bu nedenlerin büyük kısmının maddi yetersizlik ve işçi sınıfının hantallığından kaynaklanmadığını, aksine bunun nedenlerini, daha çok basınımızın bugüne kadarki niteliğinde, ajitasyon ve örgütlenme metotlarında aramak gerektiğini vurgulamak gerekir.
“Gazetelerin tipi bizde, kapitalizmden sosyalizme geçiş içinde bulunan bir toplumda değişmesi gerektiği gibi değişmemektedir.”
Basının Bolşevikleşmesi, komünist basını, geniş yığınların basını olmasını sağlayacak tarzda yeniden şekillendirmek demektir.

III. BASINIMIZIN ÖRGÜTLENMESİ ÜZERİNE
Bu, şimdiye kadar az ilgi gösterilen veya hiç dikkate alınmayan bir sorundur. Bugüne kadar, komünist gazetelerin örgütlenme biçimleri, genellikle özel bir denetim olmaksızın, inceleme ve izlemede bulunmaksızın, örgütsel işlevselliğin amaca dönük bir düzenlemesi yapılmaksızın gelişmiştir. Komünist Enternasyonal’in seksiyonlarından –Rus seksiyonun dışında– hiçbirisinin, basının denetimi ve örgütlenmesiyle sistematik ve istikrarlı bir şekilde ilgilenen bir organı bulunmamaktadır. Oysa, gerek parti basınının parti örgütüyle ilişkisi ve gerekse parti basının iç örgütlenmesinin sorunları, basınımızın geniş kitleler üzerindeki etki gücü bakımından, tayin edici olan sorunlar olarak görülmelidir.
Hemen hemen tüm parti gazetelerinin (özellikle de il yayın organlarının) yayın kurullarının iç örgütlenmesi, zamanıyla sosyal demokrasiden devralınan uğursuz bir ilkeden –mekanik bir biçimde bölümlere ayırma ilkesinden– zarar görmektedir. Gazetelerimizin yayın kurulları, çoğu kez, aynı sosyal demokratik hastalıktan acı çeken parti yönetimlerimizin örgütlenmesinin adeta bir kopyası idiler. Komünist Enternasyonal’in bir seksiyonunun örgütsel raporundan şunları okuyoruz:
“Aynı ilişki, ilçe ve belde yönetimlerinde de görülmekte. Buralarda, işyeri çalışmasından, tek başına belde sekreteri veya sendika sekreteri sorumludur ya da herhangi bir bölüm hücresi oluşturulmamıştır. Politika ve örgüt birbirinden ayrılmıştır. Örgütün kendisi ise, salt idari işlerle uğraşmaktadır…”
Benzer, hatta daha kötü bir durum ise, yayın kurullarımızın çoğunda hüküm sürmekte. “Politika” ve “sendika”, “ilçe” ve “yerel örgüt”, ortak çalışmaktan çok, yan yana faaliyet sürdürmekte. Politik redaktör, yüksek politika makalelerini yazmakta; sendika yayın kurulu, özel bir bölüm konumunda, ve yerel haberler yayın kurulu ise, tümüyle kaderin mirastan mahrum kılınmış bir çocuğu durumundadır. Basınımız izlenildiğinde de görülebileceği gibi, bu durum, bazen çok garip görüntülerin ortaya çıkmasına neden olmakta. Bir yandan; politik redaktörün, politikanın yüksek semalarındaki yoğun uğraşından dolayı, gazetenin bulunduğu bölgedeki olaylarla gerçek bağını neredeyse kopardığı görülürken; diğer yandan, günlük olayların küçük sorunlarıyla uğraşmak zorunda olan yerel ve sendika redaktörünün, bunu yaparken, partinin politik çizgisiyle bağıntısını kaybettiği gözlemlenmektedir. Yayın kurulunun tek tek üyeleri arasında politik işbirliğinin yerini, “sütunlar” uğruna süren çetin mücadeleler almaktadır.
Basınımızın yayın kurullarındaki mekanik bölümlere ayırma anlayışına karşı enerjik bir mücadele başlatılmalıdır. Gazetenin politik yönetimi, gazetenin doğrudan etkilemesi istenilen işçi kitlelerinin çıkarlarını sürekli ve her zaman öne çıkarmayı ve her sorunu –ister sendikal, isterse yerel– politik bir sorun olarak ele almayı kendisine temel bir ilke edinirse, o zaman, her bir yayın kurulu da, birleşik bir kolektif olarak biçimlendirilebilir. Bu ilkenin yaşama geçirilmesinin gerçek teminatı, çoğu durumlarda, ancak, yayın kurullarının, politik yönetim tarafından örgütsel ve politik bakımdan sistematik bir denetimden geçirilmesiyle mümkün olacaktır. Özellikle bu sorunlar vesile edilerek, yayın kurullarının, her parti yayınının partinin bir organı olduğu ilkesi ve bu ilkenin gerekli kıldığı pratik üzerinden eğitilmeleri sağlanmalıdır.
Bürokratik bölümlere ayırma anlayışının yıkılması ve gerçek komünist redaktörlerin ortaya çıkması bakımından, önemli olan ikinci bir metot da (aslında, daha önemli diyebileceğimiz yöntem), bu redaktörlerin parti çalışmasına doğrudan katılmalarını sağlamaktır. Bu konuda politik önderlikler hiçbir taviz vermemelidirler. Yayın kurullarındaki çalışma öyle örgütlenmelidir ki, her redaktörün, yerel örgütün, işyeri hücresinin vb. çalışmasına katılma olanağı olmalıdır. Rus işçi hareketinin en ağır takiplerle yüz yüze olduğu koşullarda dahi, Lenin, “yazarlar mutlaka parti örgütüne girmelidirler” diyordu. Komünist örgütler, yayın kurullarındaki işleri güvenle teslim ettikleri redaktörlere, “komünist redaktörler, gazetecilik çalışmalarının dışında, mutlaka ve her dönem parti faaliyeti yürütmelidirler” diye söylemelidirler. “Katip yazar, okuyucu da okur” (Lenin) ilkesini, gönül rahatlığıyla burjuva ve sosyal demokrat yazar çizerlere terk edelim.
Komünist örgütler, yayının partinin bir organı olması ilkesinin, gazeteye belirli bir politik yönelim vermekten öteye bir anlamı olduğunu genellikle anlamıyorlar. Örgütsel önderlikler, (yayın) organlarını, bütün örgütsel politikalarının etkin bir aleti haline getirme alışkanlığını edinmelidirler. Bu bakımdan, belirli zamanlarda belirli örgütsel sorunların (gazetede) öne çıkarılmasını talep etme ve isteme hakları olduğu gibi, kararların alınmasına katılma hakları da vardır. Yayınların idari yönetimlerine –ki, çoğu kez ticari açılardan sorunlara yaklaştıkları görülür– ancak partinin örgütsel taktiğinin olanaklı kıldığı ölçülerde yetki alanı tanınmalıdır, tersi değil. İşin idari yanıyla uğraşanların karşı karşıya geldiği burjuva ticaretindeki atmosfer, komünist basının gerçek çıkarlarının düşmanıdır.
Basınımızın örgütsel çalışmasının özel bir konusu da, onun doğrudan işyerleri ile bağları sorunudur. Basınımız, işyerlerine genellikle dolaylı bir yoldan, mahalle örgütü üzerinden (son aylarda işyeri hücrelerinin kurulması, bu durumda bazı değişiklikler sağlamış olsa da) ulaşmaktadır. Parti basınıyla işyerleri arasında, işyeri hücrelerine rağmen, hala yeterli örgütsel bağın bulunmuyor olmasının en iyi kanıtı, gazetenin tanıtım ve satış işlerinin, işyeri hücreleri olmasına karşın, esas olarak mahalle örgütleri aracılığıyla yürütülüyor olması gerçeğidir. Almanya Komünist Partisi (AKP)’nin bir seçim raporunda, “Kämpfer”in (belirtelim ki, bu organ her bakımdan Enternasyonal’in en iyi yayınları arasında yer almaktadır) satışını artırma eylemiyle ilgili şunları okuyoruz:
“Ajitasyon mahallelere kaydırılmak zorunda kalındı, çünkü ‘Kämpfer’ için önceden yapılan ve ağırlığı işyerlerinde olan ajitasyonda çok kötü bir sonuç elde edilmişti.”
Gazetelerimizin işyerlerinde doğrudan seyyar satışı, tam da günümüzde, komünist işyeri hücrelerinin inşasına girişildiği bir zamanda, kaçınılmaz bir zorunluluktur. İşyerlerindeki kapitalist terörün Almanya’daki gibi esmediği ülkelerde, örneğin Çekoslovakya ve Fransa’da, bu satışlar, biraz çaba sarf edildiğinde mümkündür. Fakat Almanya’da da bunun yol ve yöntemleri bulunmalı, en azından işçilerin bir kısmına gazeteyi işyerinde veya çalışma saatinin hemen öncesinde ulaştırmanın imkanları araştırılmalıdır. (İşyeri aboneleri ve işyerinden satın alınan gazetelerin fiyatlarının genel olarak düşürülmesi uygun bir yöntem olabilir.)
Yukarıdaki konuya dahil olan diğer bir mesele de, başlı başına gazetenin tanıtımı ve satışının örgütlenmesi sorunudur. Bugüne kadarki yöntem ve sonuçlara kabaca bile göz atıldığında, kitlesel çalışmanın en çok bu alanda geliştirilmesi gerektiği görülmektedir. Bunun en önemli nedenlerinden birisi, gazetenin tanıtım ve abone çalışmalarının genelde çok basmakalıp ve özgün olanı çok az dikkate alarak yürütülüyor olmasıdır.
İki örnek verelim: Chemnitz’de “Kämpfer” gazetesi için yapılan bir tanıtım-abone kampanyasında 1740 yeni okur kazanılırken, aynı anda sürdürülen parti üye kampanyasında 1600 yeni üye kaydedilebildi. Benzer bir kampanya da, Düsseldorf’da yapıldı. Orada “Freiheit” gazetesi için 4500 yeni okur kazanılırken, partiye 700 yeni üye kaydedildi. Chemnitz’de yeni kazanılan parti üyesi ile yeni okur sayısı hemen hemen aynı düzeyde gerçekleşmişti. Bununla birlikte, soruna devrimci bir kitle çalışması açısından bakıldığında, Düsseldorf’taki sonucun Chemnitz’dekinden daha iyi olduğunu vurgulamak gerekir. Neden? Çünkü; Chemnitz’teki komünistler, basınları için, esas olarak, partiye girmekle komünist partisine üye olmaya hazır işçileri kazanmışlardı. Düsseldort’takiler ise, bu çerçevenin dışında bulunan ve komünist örgüte girmeye henüz hazır olmayan, ancak örgütün ajitasyonuna açık olan kesimlerden işçileri kazanmışlardı. Kuşkusuz, her iki görev de önemlidir. Ama, işçiyi kazanma çalışması, farklılıklar görülerek, ayırt edilerek yürütülmeli; işçi sınıfının bize yakın olan kesimlerine dönük yapılan çalışma, bize henüz yakın olmayan ve ajitasyonumuzun etki alanına çekmek istediğimiz kesimlere dönük olanından farklı yöntemlerle yapılmalıdır.
Partilerimiz, bütün bu belirti ve olguların irdelenmesine olabilir en büyük ve en yoğun ilgiyi göstermelidirler. Şüphesiz, her ülkede aynı örgütsel metotlar kullanılamayacaktır. Çekoslovakya’da, örneğin, komünist basının en büyük örgütsel sorunlarından birisi, onun yerellikten kurtarılması iken (taşradaki, komünist demek için bin şahit gereken çok sayıdaki haftalık ve bayramlık organların, gerçek komünist günlük gazetelere dönüştürmek için bir araya getirilmesi), Almanya’da, bu, bazı yayın organları açısından, tam tersi bir yönelimin eksikliğinden kaynaklanmaktadır. Bütün komünist partiler; bu çok yönlü ve zengin tecrübelerin parti çapında gerçek denetimi, irdelenmesi ve toparlanmasının güvencesini veren organları yaratmayı kendilerine görev edinmelidirler.

IV. BASINIMIZIN GÖRÜNÜMÜ
Komünist basın; eğer kitle basını olacak ve milyonları kucaklayacaksa, o zaman milyonların dilini konuşmalıdır. Kuşkusuz bu, herkesçe bilinen bir gerçektir; hatta hemen hemen her komünist redaktör kendisine bu tür bir öğüdün verilmesine tepki gösterecektir. Fakat buna rağmen; tam da bu noktada, basınımızda işlenen günahların sayısı pek az değildir. Genellikle de iki yönde işlenmekte bu günah: Öyle komünist gazeteler vardır ki; o kadar popüler, o kadar yığınların dilini konuşmaktadırlar ki, kitleler bile bunları itici bulurlar. Öte yandan, bir de bazı komünist organlar vardır ki, kitlelerin bilincini daha yüksek bir seviyeye yükseltme görevlerini öyle kavrarlar ki, kitleye hitap ettikleri dil, komünist partinin bütünü için bile anlaşılır değildir. (Bu kavrayış, parti basınımızın büyük bir kısmının partinin rolü üzerine en derin görüşlerle doldurulduğu günümüzde daha büyük bir tehlikeyi oluşturmaktadır. Zira bu görüş sahipleri şunu genellikle unutmaktadırlar ki, partinin rolü, geniş ve derin bir kitle akını içinde cereyan etmediği sürece, bu rol hakkında söylenenler boş bir laf olmaktan öteye gitmeyecektir.) Belirtelim ki, komünist gazetelerin büyük bir bölümü sonuncu tipten gazetelerdir.
İşçi sınıfını meydana getiren milyonlar tarafından anlaşılan ve buna rağmen onların zihnine Parti’nin önder rolünü kesintisiz bir şekilde nakşeden bir dili konuşmak; işte komünist basının görevi budur.
“Bize, işçi çevrelerindeki sohbetleri yazın, bu sohbetlerin karakterini, derslerin konularını, işçilerin soruları ve yanıtlarını; propaganda ve ajitasyonun örgütlenmesini; toplum, ordu ve gençlik içindeki ilişkileri yazın; en çok da işçilerin biz sosyal demokratlara en fazla hangi konularda kızdığını, soru sorduğunu, protesto ettiğini vb. yazın.”
“Menşeviklerin, burjuvazinin uşaklarının alçakça ihaneti; … Amerikan milyarderlerinin Almanya’ya karşı diş gıcırdatmaları gibi vb.; basit, herkesçe bilinen, açık ve yığınlar tarafından büyük oranda kavranılmış olgular, 200-400 satır yerine, neden 10-20 satırla anlatılmıyor?”
Lenin’in ikinci uyarısını özümserseniz, birinci uyarısını yaşama geçirmek için gazetelerde yeterince yere sahip olabilirsiniz; dahası, kitlelerin yanılsamalarına düşmeden, onların dilinden konuşma sorununun çözüm yolunu bulursunuz. Aynı şekilde, kitle hareketinin talep ettiği gerekleri yerine getirir ve partinin önderliğinin altını çizebilirsiniz. Komünist basının öncelikle ajitatif görevleri vardır, propagandif değil; demek oluyor ki, basınımız, politikayı kitlelere, komünist teori aracılığıyla değil, aksine kitleler açısından görülebilir olgular temelinde açıklamalıdır.
Sadece komünist politikanın değil, aynı zamanda basın aracılığıyla sürdürülen ajitasyonun da kendi saflarımızdaki düşmanlarından birisi, tumturaklı devrimci lafazanlıktır.
“Tumturaklı devrimci lafazanlık; devrimci parolaların; mevcut somut durumun ve olayların halihazır değişiminin objektif şartlarını dikkate almaksızın tekrar edilmesine dayanmaktadır. Coşturucu, muazzam etkileyici, ama temeli olmayan parolalar, tumturaklı devrimci lafazanlığın özüdür.”
Basınımızda tumturaklı devrimci lafazanlığın iki türünden söz edilebilir. Öyle gazeteler var ki, bunlar, her zaman ve sürekli, yalnızca dillerinin döndüğü en etkileyici kelimeleri kullanırlar; bu yayınları okuduğunuzda, yazıların sanki her zaman 40 derece ateşle yazıldığı hissine kapılırsınız. Bu tarz, kitleleri harekete geçirici olmadığı gibi, itici de olmakta; bir organın bu tarzı benimsemesiyle, belirli durumlarda keskin bir dil kullanma olanağından kendisini yoksun bırakıyor olması ise, sorunun diğer bir yönüdür. Tumturaklı devrimci lafazanlığın diğer bir türü de, komünist sloganların; gerçek olaylarla, işçi yığınlarınca da görülebilen bir iç bağıntısı olmadan ikide bir kullanılmasıdır. Oysa, çoğu kez olgu ve olayların basit sıralanması, komünist sloganların yapay ve sonu gelmez sıralanışından daha etkileyici olmaktadır. Okurun düşünme gücüne daha fazla güven! “Daha az entellektüel lafazanlık, hayata daha fazla yakınlaşma!” (Lenin)
Kitleleri etkileyebilmek için özellikle bizim gazetelerin oldukça çok sevgi ve hassasiyete ihtiyacı var. Eğer yaptığı ajitasyonun amaçlarına ulaşmasını istiyorsa, basınımız, burjuva ve sosyal demokrat sansasyon basınının kullandığı ve geri kalmış kitleler üzerinde etki yapan bir dizi gazetecilik yöntem ve araçlarını kullanamaz ve kullanmamalıdır. Bununla birlikte, doğru bir ilke, yanlış uygulandığında, kendi tersine dönüşebilir. Burjuva gazeteciliğin yöntemlerinin mahkum edilmesi, parti basınımızın bir kısmında dil ve üslubun haraplaşmasına yol açmıştır ki, bu, duruma göre, politik bir tehlike haline gelebilir. Bir dizi komünist gazetede, değişik “entellektüel” terminolojinin meydana getirdiği kaba bir kargaşaya ve net bir sloganın açık bir şekilde gerekçelendirilmesi ve ifade edilmesine karşı gösterilen bariz bir düşmanlığa rastlanılmaktadır. Açıktır ki, böylesi gazeteler, asla kitlelerin ilgisini ve beğenisi çekemezler. Basınımızın buna benzer küçük ama sinsi düşmanları arasında yer alan bir diğer şey de, yabancı kelimelerin gereksiz yere kullanılmasıdır örneğin.
Lenin, 1920 yılında, Rusya Komünist Partisi’nin politbüro toplantısında komünist basının talepleri üzerine görüş belirtirken, Buharin yoldaşa şöyle yazıyordu: “İtiraf etmeliyim ki, yabancı kelimelerin gereksiz yere kullanılması öfkelendiriyor beni, çünkü bu kitleler üzerindeki etkimizi engelliyor.”
Yabancı kelime kitleler üzerindeki etkiyi engelliyor, çünkü kitleler bu kelimeyi anlayamamakta ve tecrübeyle sabit olduğu gibi, bu anlamama, kayıtsızlığa veya daha kötüsü, devrimci partiye karşı antipatiye dönüşmektedir. Özellikle gericiliğin egemenliğinin bugünkü döneminde, yani işçi sınıfının üzerinde burjuva etkinin gazete ajitasyonunun binbir biçimiyle yayıldığı (maalesef, burjuvazi, işçiler arasındaki ajitasyonu da bizden daha iyi yapıyor) bir dönemde, gazetelerimizdeki dile ve kitleler üzerindeki etkimiz bozacak bütün unsurlardan kurtulmaya azami önem verilmelidir.
Gazetenin görünümünü belirleyen, yalnızca tek tek makale ve haberlerin titizlikle veya üstünkörü düzenlenmesi veyahut gazetenin bir bütün olarak iyi ya da kötü yönetilmesi değil, aynı zamanda teknik biçimidir. Komünist basının tekniği de, hâlâ burjuva ve sosyal demokrat geleneklerin şablonundan kurtulamamıştır. Her gazetenin, bir “üst kısım”, bir baş makale, bir toplu bakış bölümü (kronik) ve benzerinden oluşması gerektiği gerçekten değiştirilemez bir yasa mıdır? Birçok gazetemiz bu rahatsız edici mirastan kendini kurtarmış olsa da, gerçek şu ki, gazetelerimizin büyük bir kısmı, hâlâ bu alanda burjuva ve sosyal demokrat basınla rekabet etmesi gerektiğini düşünmektedir.
Oysa; gazetenin içeriği, ajitasyonun maksadına hizmet edip etmemesi, gazetenin teknik biçim ve görünümünü belirlemelidir. Bu, özellikle gazetenin birinci sayfası için geçerlidir. Manşetin etkisi, yalnızca içerik bakımdan isabetli olmasına bağlı değil, aynı zamanda, ve belki de daha çok, okurun dikkatinin çekilmek istendiği şeyin teknik düzenlenişine bağlı olmaktadır. Bazı gazetelerimizde, hâlâ mizanpaj redaktörü bulunmaktadır; bu teknik otoritenin görevi, gazetenin teknik düzenlenişini gözetlemektir. Aslında bu fonksiyon, komünist yayın kurullarında adeta yasaklanmalıdır. Rosa Luxemburg, “Rote Fahne”nin  redaktörü olarak, gazeteyi tümden gözden geçirmeden asla gazeteden ayrılmazdı.
Toparlayacak olursak. Parti görüşlerini yığınlara iletme gibi ağır ve sorumlu bir görev güvenle kendisine verilen komünistler; en kısa haberi bile kaleme alırken, binlerce zinde işçi beyninin, yazılıp çizileni tutkulu bir biçimde irdeleyip bir hükme varacağı gerçeğini sürekli ve her zaman göz önünde bulundurmalıdırlar. Yalnızca bu tarzda kavranılan bir sorumluluk, Batı Avrupa partilerimizde esasta henüz eksik olan Bolşevik gazetecileri yetiştirmeye yardımcı olacaktır.

V. PLANLI AJİTASYON
“Gazetenin rolü; sadece fikirlerin propaganda edilmesiyle, politik eğitim ve siyasi müttefiklerin kazanılmasıyla sınırlanmaz. Gazete salt kolektif bir propagandist ve kolektif ajitatör değil, aynı zamanda kolektif bir örgütleyicidir de.”
Lenin tarafından burada öngörülen hedefin önkoşulu, gazete ajitasyonunun planlılığı ve çok çeşitliliğidir. Gazete ajitasyonu, yalnızca halkın tüm tabakalarına onları ilgilendiren şeyleri vermek durumunda olmamalı, bunu, aynı zamanda öyle planlı ve politik bakımdan öyle bilinçli yapmalı ki, kitlelerin ilgisini, komünist harekete hizmet edecek bir rotaya çekmelidir. Gazete ajitasyonunda doğru kavranılan ve doğru yaşama geçirilen bir stratejinin adeta klasik bir örneğini, “Leuna-Prolet” işyeri gazetesinin işçi redaktörleri sunmaktadırlar. Raporlarında şunları yazıyorlar:
“‘Leuna-Prolet’teki makalelerin işçi arkadaşların adeta bireysel özgünlüklerine göre şekillenmiş olduğu söylenebilir. Zira, herkes için bir şeyler sunmamız gerekiyor. Aralarındaki ortama uyuyor görünüyor olsak da, sonuçta bizim görüşümüzü kabulleniyorlar. Nazi hareketiyle ilgili, sosyal demokrat parti (SPD), sarı sendikalar vb. ile ilgili görüşlerimiz net ve açık, bu nedenle de zor anlaşılmamakta.
“Ücretli memurlarla ilişkilerimiz ise, biraz daha karmaşık. Bunlar arasında o kadar çok grup var ki, bazıları işçi düşmanıyken, bazıları da işçi dostu. İşyeri yöneticileri vb. kişiler, gazetemizde genellikle eziyetçi ve baskıcı tipler olarak resmedilmekte. Bunlara karşı en sert dili kullanıyoruz, çünkü bunlar sınıf düşmanımızın bilinçli ve gönüllü temsilcileridirler. Ustabaşı, denetçi, muhasebeci gibi, yakalı olmayı hak etmiş proletlerle alay ediyoruz. Bunları gülünç pozisyonlarda çiziyoruz (helada otururken, adem kıyafetiyle vb.). Bazen küçük bir dikkatsizlik bile mucize etkisi yapıyor. Böylelikle, bu tür unsurların, emirleri altında çalışan işçilere o kadar sert karşı çıkmamaları sağlanıyor; sonuçta o çok övülen Leuna disiplini gevşiyor. Ücretli memurlara karşı tutumumuzu, duruma göre, davranışlarının nedenlerini irdeledikten sonra, belirliyoruz.
“Gazetemiz, işyerleri haberleri dışında, aydınlatıcı siyasi makaleler de yayınlamak durumunda. Fakat bu rahatlıkla dolaylı yoldan yapılabilir. Nitekim, politikadan, özellikle de politik eylemlerden hiçbir şey duymak istemeyen bir dizi işçi arkadaşımız da var hâlâ. Bunlar, ama, daha fazla ücret ve daha iyi çalışma koşulları istiyorlar. İşçi arkadaşlarımıza, ekonomik bakımdan daha iyi bir duruma kavuşmanın, aynı zamanda, politik bir güç sorunu olduğu çok iyi ve net açıklanmalıdır. Gazetemizde öte yandan, işyeri işçi temsilciliğinin çalışanlara söyletmemesi gereken konular da işlenmekte.”
Evet, basınımız, kitlelerin “bireysel özgünlükleri”ni dikkate almalıdır; “herkes için bir şeyler sunma”sı gerekir; ajitasyonun tüm araçlarını planlı ve etkin kullanmayı bilmelidir.
“Pravda, sütunlarında birçok işçi şiiri yayınladı. Her ne kadar bu şiirler ‘diplomalı’ edebiyat eleştirmenleri açısından düzeyli görülmüyorduysa da; bu şiirler, işçi yığınlarının gerçek ruh halini pek çok uzun makaleden daha iyi yansıtıyorlardı. Düz işçinin, hasımı üzerine ifade edilen isabetli bir söz, dokunaklı ve alaylı bir açıklama çok hoşuna gider. Hedefini iyi vuran bir karikatür, bir düzine ağır, güya ‘Marksist’ ama gerçekte can sıkıcı makaleden çok daha iyidir.”
“Bireysel” ajitasyon, sadece işçi sınıfının çeşitli tabakalarını gazetelerimize daha çok yakınlaştırmaz, aksine, o aynı zamanda; işçi ve emekçilerin canlı mizahının, evveli halk esprisinin –ki ajitasyonun en parlak araçlarındandır– ve en temel ajitasyon yöntemlerinin basınımızın sütunlarına akmasını sağlayacak binlerce kanalı açacaktır.

VI. İŞYERİ GAZETELERİ, İŞÇİ MUHABİRLERİ VE KOMÜNİST PARTİ BASINI
İşçi muhabirliği, bir komünist gazetenin, kitlelerle örgütsel bakımdan ve gerçekten bütünleşmiş olup olmadığının en iyi ölçütlerinden birisidir.
“Bizzat yazarların ve yalnızca yazarların (kelimenin tam mesleki anlamıyla) gazetede başarıyla çalışmaya yetenekli olduğu düşüncesi bir yanılgıdır. Tersine; gazete, ancak yönetici ve düzenli çalışan yazarların yanı sıra 500 ve 5000 (meslekten) yazar olmayan insanı işin içine çekilebilirse, gerçekten canlı olabilir, ayakta kalabilir.”
Kuşkusuz, işçi muhabirliğini, parti üyeleriyle sınırlı tutmak da çok büyük bir yanılgı olacaktır. Bu konuda, Komünist Enternasyonal’in seksiyonlarında hâlâ tam bir netlik egemen değil. Örneğin, “Rote Fahne” İşçi Muhabirleri Konferansı kararında, partili olmayan işçi muhabirlerin gazete çalışmasına çekilip kazanılması konusunda hiçbir söz sarf edilmediğini tespit etmekteyiz.
Açıktır ki, genç olan işçi muhabirliği hareketinin gelişiminin ilk aşamasında, işçi muhabirleri, daha çok komünist partinin aktif üyelerinden meydana gelecek. Bununla birlikte, ama, bu hareketin örgütleyicileri tarafından bizzat örgütlü olmayan işçileri hareketin içine çekmenin hedeflenmemesi demek, işçi muhabirleri hareketini baştan sakatlamak demektir. Partili olmayan işçinin, basınımızda; isteklerini, hatta komünist parti hakkındaki şikayetlerini ifade etme olanağı bulunmalı ve olmalıdır. İşçi muhabirliğini yapmakta olanlar, en önemli görevlerinden biri olarak, yalnızca kendilerinin yazmalarını değil, aynı zamanda, partili olmayan veya partiye sempati duyan arkadaşlarını bulundukları birimden gazeteye yazmalarını teşvik etmeyi ve bu konuda eğitmeyi görmelidirler.
Günlük basınımıza, işyeri gazetelerinin örgütlenmesi ve sorunlarının ele alınmasında da önemli ve anlamlı bir görev düşmektedir. İşyeri gazeteleri, proleter inisiyatif ve etkinliğin en güzel belirtilerinden biridir. Devrimci ajitasyonun sözü edilen yeni biçimlerindendir. Komünist partileri, işyeri gazetelerine, bizzat içinde bulunduğumuz dönemde en büyük dikkati ve desteği vermelidirler. Denebilir ki, şimdiye kadar işyeri hücre gazeteleri, işçiler tarafından, büyük kardeşleri olarak günlük basının sözünü etmeye değer bir desteği olmaksızın, yaratılmıştır. Komünist Enternasyonal’in Almanya Seksiyonu’nun bir örgütsel raporunda işyeri hücre gazeteleri üzerine şunlar belirtiliyor:
“Buradaki setler yıkıldı. Çok sayıda yayınlanmış işyeri gazetesi örneği, tüm direnişleri kırıyor. Eğer işyeri işçi temsilciliklerinin endişeleri aşılırsa, o zaman, belirli bir süre sonra, Almanya’daki her büyük işletmenin kendi gazetesini çıkarmasını başarmış olacağız.”
Gelgelelim, raporun hiçbir yerinde, günlük basınımızın, işyeri hücre gazetelerini destekleyip desteklemediğine veya nasıl destekleyeceğine dair bir açıklamaya rastlayamadık. Materyallerin sunulması ve teknik yardım verilmesi yetmez. Günlük basınımızın yayın kuruluyla, ilgili bölge veya ilçedeki işyeri gazetelerin işçi redaktörleri arasında düzenli örgütsel bir ilişki olmalıdır. Tecrübelerin karşılıklı alışverişi, en iyi ajitasyon yöntemleri ve onların işçi kitleleri üzerindeki etkilerinin karşılıklı görüşülmesi; her iki tarafa da büyük yığınların gönlünü kazanmaya götürecek yeni ve dolambaçsız yollar açacaktır.
Ve işte, bu da, “basının Bolşevikleştirilmesi” sloganının asıl özünü oluşturmaktadır.
Okur kitlesine daha fazla yakınlaşalım!

‘Dünya çapında iç savaş’ siyaseti

11 Eylül 2001, emperyalist sistemin “koçbaşı” olan ABD’nin her alanda izlediği politikaların “radikal bir dönüşüme” uğradığı tarih olarak görülüyor. Her görüşten uluslararası ilişkiler uzmanları, diplomatlar, “radikal dönüşüm” ifadesinin altını farklı biçimlerde dolduruyorlar, ama ortada bir “değişiklik” olduğu kesin.
“Dönüşüm” ile kastedilen ABD’nin “daha saldırgan” bir dünya politikası izlemeye başlaması ise, 11 Eylül’ü bir “milat” olarak görmek, sadece simgesel bir anlam ifade eder. Çünkü Amerikan yönetiminin işgaller, savaşlar ve iç savaşlar içinde kıvranan bir dünyaya ihtiyaç duyduğu, 11 Eylül’den çok önce görülmekteydi.
Washington yönetiminin dünyayı “kendi suretinde yeniden şekillendirme” yönündeki bu en cüretkâr girişimi, 11 Eylül 2001 tarihinden çok önce başladı.
Bu yazıda; ABD’nin 11 Eylül’den bir süre önce başlayan “ısınma turları”nı, 11 Eylül saldırılarının ardından hızlanan hamlelerini değerlendirmeye çalışacağız.
11 Eylül’ün ardından rağbet gören “sol” akademisyen Immanuel Wallerstein, ABD emperyalizminin dünya egemenliğinin çoktan sona erdiği kanısındadır. Çöküşün onlarca yıl önce başladığını öne süren Wallerstein, bugünkü Amerikan yönetiminin, “elli yıldır gidişattan memnun olmayan bir ekip” olduğunu iddia eder:
“Onlar; Nixon’dan Clinton’a, George W. Bush’un ilk yılına dek, sorunu diplomatik olarak, çok taraflı yollarla ele alma politikasının, yani kadife eldivenin, tam bir fiyasko olduğunu düşünüyorlar. Bu politikanın, ABD’nin çöküşünü hızlandırdığı kanısındalar ve durumu değiştirmenin tek yolunun; açık emperyal eylem olduğunu düşünüyorlar: Savaş için savaş politikası.”  Kulağa hoş gelse de, Wallerstein’ın analizi, ABD’nin “bir avuç paranoyağın” eline esir düştüğünü iddia eden popüler ama içi boş değerlendirmeye su taşıyor. “Elli yıldır fırsat kollayan ekip” tezi, emperyalist devletlerin izlediği politikaları fazla hafife almak olacaktır; tıpkı Irak işgalinin “petrol kaynaklarına el koymak”tan ibaret olduğu tezi gibi.

‘ZAFER’İN GETİRDİĞİ BELALAR
Bugünkü ABD saldırganlığına dair ilk işaretleri, Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra başlayan dönemde aramak yerinde olur. Şimdilik, Washington’un “Soğuk  Savaş ruh hali”nden çıkmakta oldukça geciktiğini, bu arada dünya egemenliğini zedeleyen ve rakiplerine bir dizi fırsatlar sunan ciddi “hata”lar yaptığını belirtmekle yetinelim.
Bu “hatalar”dan bazılarını sayabiliriz: Irak ve İran’a karşı uygulanan ekonomik ambargoların giderek ABD’yi vurması; daha doğrusu Fransa, Almanya, Rusya, Çin ve kısmen İngiltere’nin bu iki kritik ülkeyLe ilişkilerini geliştirmesini sağlaması, Kyoto Protokolü ve Uluslararası Savaş Suçları Mahkemesi gibi “dönüp ABD’ye zarar veren” bumerang anlaşmalara onay verilmesi, Rusya’da Boris Yeltsin’in harcanmasına” ve yerine Putin’in gelmesine göz yumulması, Rusya’nın nükleer füzelerinin önemli bir bölümünü imha etmesi karşılığında ABD nükleer füzelerinin imhasının kabul edilmesi, Avrupa Birliği’nin “rakip güç” olma çabalarına itiraz edilmemesi, NATO’nun nereye gideceğine bir türlü karar verilememesi vs. vs…
Her biri, ileride ABD için ciddi sorunlar doğuracak olan bu “hata”ların nedenleri, bu yazının konusunu aşıyor. Ancak bunların, tek başına, şu ya da bu Amerikalı yöneticinin “yeterince uyanık olmaması”ndan veya rakiplerin “çok dişli” çıkmasından kaynaklandığı ileri sürülemez. Herkes biliyor ki, bu “hata”ların yapıldığı aynı dönemde, Amerikan emperyalist sermayesi, dünya kaynaklarının yağmalanması, “sorun çıkaran” ülke ve rejimlerin tasfiyesi, Dünya Ticaret Örgütü gibi araçlarla onlarca ülkenin emperyalist sisteme daha sıkı zincirlerle bağlanması gibi “başarılara” imza atmıştır. Bugün ABD’nin Avrasya politikalarında kilit bir yer tutan Bakü-Ceyhan enerji nakil hattı projesinin temelleri, o dönemde atıldı.
Körfez Savaşı, Somali işgali, Afganistan ve Sudan’ın bombalanması, Yugoslavya’nın parçalanması gibi birçok saldırganlık, söz konusu dönemin hiç de “sakin” geçmediğini gösteriyor.
Bahsettiğimiz “hata”ların bizatihi kendisi, kapitalizmin “sonu olmayan” ve “insanoğlunun  yaşayabileceği en iyi sistem” olduğu yönündeki propagandaya büyük hizmette bulundular. Hatırlanacaktır; Kyoto Protokolü ABD ve genel olarak kapitalistlerin “çevreye duyarlılığı” konusunda örnek gösterilirken, Uluslararası Savaş Suçları Mahkemesi gibi oluşumlar, “insan hakları dönemine girildiği” propagandasında, burjuva ideologlara değerli malzemeler sundu. Keza, Avrupa Birliği’nin “kendi yolundan” ilerlemesine fazla karışılmaması, ABD’nin “egemenlik peşinde koşmadığı” tezlerine dayanak yapılageldi. Bugün pek çok burjuva çevre tarafından dile getirilen “iyi niyetli emperyalizm” (!) veya “demokratik sömürgecilik” (!) tanımlarında, geride bırakılan bu dönemin propaganda bombardımanının katkısı büyüktür.
Ama bugünden bakıldığında, bir önceki dönemde Amerikan çıkarlarına pekala hizmet eden bu politikaların, onun “başının belaya girmesi”nin de tohumlarını attığını görüyoruz.

GİZLİ NATO RAPORU
Bahsettiğimiz şu “hata”ları trajikomik bir “gizli rapor” ile örnekleyelim. Tarih, Kasım 1996. Bir İspanya gazetesi, NATO şefleri tarafından hazırlanan gizli Rusya raporunu ele geçirmiş, tefrika halinde yayınlıyor.
Rapora göre NATO şefleri, dört olası senaryo üzerinde duruyorlar:
– Rusya’da merkezi kontrolü yeniden sağlayacak bir komünist ya da radikal milliyetçi hükümetin kurulması.
– Daha fazla Batı yanlısı bir hükümetin işbaşına gelmesi ve askeri bütçesinin azaltılması.
– Otoriter, ancak ekonomik reformların savunucusu bir kişinin, Rusya’nın kaybolan askeri iktidarını yeniden ele geçirme girişimi.
– Ekonomik açıdan yıkımın ve iç savaş tehlikesi ile siyasi kaosun eşiğine gelen bir ülkede düzeni sağlamak üzere ordu müdahalesi. 
Şu “komünist veya radikal milliyetçi” ifadesini bir kenara bırakırsak, Vladimir Putin liderliğindeki Rus hükümetini düşününce, bugün “birinci seçeneğin” gerçekleşmiş olduğunu görüyoruz.
Ama anlı şanlı NATO analistleri, “bu senaryonun gerçekleşmesine pek ihtimal vermemiş”ler. “Rakibi küçümsemek” diye buna diyorlar herhalde!
Bu ve benzeri “hata”ları alt alta sıraladığımızda, Amerikan yönetiminin kabaca 10 yılı (1991-2001) “iyi değerlendiremediği” görülecektir.
Bugün “Bush çetesi”ni oluşturan isimlerin söz konusu döneme yönelik eleştirileri, tek tek elde edilen birtakım “başarı”ların ötesinde, genel olarak “tutarlı bir dünya siyaseti izlenmediği” fikrinde düğümleniyor.
Bir bilanço çıkarıldığında, gerçekten bir “zafer sarhoşluğu” havası sezmemek güç. Dünyanın en büyük emperyalisti, öyle görünüyor ki, “komünizme karşı ortak mücadele” politikasına kendini fazla kaptırmış, “düşman” ortadan kalktıktan sonra dahi “müttefikçilik” oyununa devam etmiştir!
ABD “müttefikçilik” oynarken; Avrupalı emperyalistler askeri-siyasi-ekonomik entegrasyon yönünde adımlar atmaya başlamış, Rusya kendisini hızla toparlamış; Çin ise, dev adımlarla büyüyen ekonomik gücünü “nüfuz gücüne” dönüştürmeye girişmiştir.
Bugünkü Amerikan politikası, eğer bir “tepki” ise, “terörizm”e veya 11 Eylül saldırılarına karşı değil, rakiplerin bu cüretkâr adımlarına karşıdır.
“Ekip”, burada devreye girmekte ve Amerikan emperyalizminin dünyanın dizginlerini öyle kolay kolay bırakmayacağını açıkça ifade etmektedir.

‘KIZGIN AMERİKALILAR’IN RAPORLARI
İkinci Bush hükümeti denilince akla, “Yeni Amerikan Yüzyılı Projesi” (PNAC) geliyor. PNAC, 1997’de kurulmuş bir “fikir kulübü”. Kurucuları; bugünlerde yıldızları parlayan William Kristol ve Robert Kagan adlı “köşe yazarları”.
Bugün Bush yönetiminde yer alan Savunma Bakan Yardımcısı Paul Wolfowitz ve Dışişleri’nden John Bolton gibi birçok şahsiyet, o sıralarda PNAC imzalı raporlar yazmakla, Amerikan hükümetini “yaklaşan felaket” hakkında “uyarmakla” meşguldü. Bu raporlardan en çok dikkat çekenine bir göz atalım:
Eylül 1997’de, PNAC ekibi, ‘Amerika’nın Savunmasını Yeniden İnşa Etmek’ başlıklı bir rapor hazırladı.
Hedef, ‘küresel Amerikan liderliğini geliştirmek’ olarak ifade edilmekteydi. Raporda, “ABD, yeni yüzyılı Amerikan ilke ve çıkarlarına uygun bir biçimde inşa etme iradesine sahip mi? Bize gereken, güçlü bir ordu, Amerikan çıkarlarını cesurca ve hedefli bir biçimde ilerleten bir dış politika ve ABD’nin küresel sorumluluğunu kabul eden bir ulusal liderlik” deniliyordu.
Raporun asıl dikkat çekici bölümü şöyle: “Şu anda ABD, hiçbir küresel rakibe sahip değildir. Amerika’nın büyük stratejisi, bu avantajlı konumu korumak ve olabildiğince sürdürmektir.”
“Yeniden İnşa” raporu başta olmak üzere bütün PNAC belgeleri; Irak’a bir an önce askeri saldırı düzenlenmesi gibi “tavsiyeler” iletirken, izlenen “yumuşak” politikaların “ABD’yi çok ciddi sonuçlarla karşı karşıya bırakacağı” yönünde uyarıları eksik etmiyordu.
İleride Bush ekibinin Afganistan ve Irak’ı işgal politikalarında belirleyici bir rol oynayacak olan Zalmay Halilzade, 22 Aralık 1997’de şöyle yazmaktaydı: “Türkiye ve ABD, Basra Körfezi ve Hazar bölgelerinin güvenliğini sağlamak için birlikte çalışmalıdır. Türk askeri tesisleri, iki bölgeye de güç projeksiyonu için mükemmel. Dünya enerji kaynaklarının çoğu, İncirlik Üssü’ne en fazla 1000 mil uzakta. Türk üslerine erişim, bazı Körfez ülkelerindeki askeri varlığımızı azaltmamızı sağlayabilir. Türkiye, aynı zamanda, Hazar petrol ve doğalgazını dünya piyasalarına nakletmek için elverişli bir rota sunuyor.”  Türkiye’nin Irak ve Afganistan  işgallerine dahil olmasına yönelik Amerikan baskısının ardında ne planların yattığına dair, faydalı bir makale!
Tartışmalı bir seçimin ardından, Ocak 2001’de iktidara gelen 2. Bush ve ekibi, bu anlamda ABD egemen sınıflarının “kendine gelmesi”ni ve “müttefikçilik” oyununu rafa kaldırmasını ifade eder. New York Times’ın “meşhur” yazarı William Safire, başka bir vesileyle bu yeni politikayı şöyle ifade ediyor.
“Üzerinde fiyat etiketi olan bir ittifak, ittifak sayılmaz!” 

11 EYLÜL ÖNCESİ ‘ISINMA’ ÇALIŞMALARI
Bush yönetiminin 11 Eylül öncesi icraatlarından birkaçını sıralayarak, ne demek istediğimizi açıklayalım:
1. ABD ile SSCB arasında 30 yıl önce imzalanan ve “nükleer denge”nin temeli olarak görülen Anti-Balistik Füze Anlaşması (ABM), feshedildi. Bush yönetimi, altı ay öncesinden ön bildirimini yaptı ve anlaşma, 13 Ocak 2002 itibarıyla “tarih” oldu. Avrupa, Rusya ve Çin’in “uluslararası silahlanma yarışı tekrar başlar” uyarılarına kulak asılmadı.
2. Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti (KDHC) ile Clinton döneminde başlayan müzakereler donduruldu. Bush, KDHC hükümetini “güvenilmez” olarak nitelendirdi ve uşak Güney Kore rejimini bu yönde “hizaya soktu”.
3. Çin’e karşı kullanılan Tayvan rejimine yönelik silah satışı hızlandırıldı. Savunma Bakanı Donald Rumsfeld, “Clinton döneminin Çin’e karşı izlediği sıcak politikanın yerini, saygılı ama katı bir politika alacaktır” diyordu.
4. 23 Mart 2001’de, Washington’daki 50 Rus diplomat sınır dışı edildi. Bush’un danışmanı Condoleezza Rice, “Son birkaç yılda öğrendiğimiz bir şey varsa, o da  Rusya’yı gerçekçi değil romantik bir açıdan değerlendirmenin hiçbir işe  yaramadığıdır” diyordu.
5. Mart 2001’de, durup dururken, Irak toprakları bombalandı ve ilerleyen yıllarda, İncirlik Üssü, Kuveyt ve Basra Körfezi’nden havalanan ABD uçakları, Irak topraklarına neredeyse her gün bomba ve füze yağdırdı.
Beyaz Saray sözcüsü Ari Fleischer, gazetecilere, “Diğer ülkelerle ilişkilerimizde yeni bir gerçekçilik politikasına geçiyoruz” diyor, bu sözler kaygılı dünya basınına “Amerika Soğuk Savaş’a Geri Döndü” gibi başlıklarla yansıyordu. Oysa ABD, daha yeni başlıyordu!

KOZMİK ANAYASA
11 Eylül’de Pentagon ve İkiz Kuleler’e çarpan uçaklar, Amerikan hükümetine arayıp da bulamadığı fırsatı sunmuş oldu. Saldırıdan hemen sonra havalarda uçuşan “50 terörist devlet”, “şeytan ekseni”, “Ya bizden yanasınız, ya da teröristlerden”, “Haçlı seferi”, “sonsuz savaş” gibi ifadelerin ne anlama geldiğini en açık biçimiyle ortaya koyan belge, bugün “11 Eylül doktrininin temeli” olarak adlandırılan Ulusal Güvenlik Strateji Belgesi oldu.
20 Eylül 2002’de, yani saldırılardan bir yıl sonra kamuoyuna ilan edilen belge,  ABD’nin uluslararası ilişkileri temelden sarsmaya ve “yeni bir dünya” yaratmaya soyunduğunun en açık ifadesidir.
33 sayfalık bu “kozmik anayasa”nın can alıcı bölümlerini aktaralım:
– Silahsızlanma dönemi sona ermiştir. Yeni doktrin, “karşı-silahsızlandırma”dır. Yani; ABD, afallatıcı bir hızda silahlanmaya devam edecektir (günde bir milyar dolarlık askeri harcamaya tekabül ediyor). Buna karşılık, diğer devletlerin silahlanması gerekirse zor yoluyla önlenecektir. Mevcut karşılıklı silahsızlanma anlaşmaları geçersizleşecektir. (Böylece, ABM’nin sadece bir başlangıç olduğu, nükleer silahsızlanmayı öngören START anlaşmalarının da zamanla mezara gömüleceği ifade edilmiş oluyordu.)
– 1940’lardan bu yana uygulanan “kuşatma” (containment) ve “caydırıcılık” (deterrence) stratejileri geçersizdir. Çünkü bugün “ABD’den nefret edenleri caydıracak hiçbir kuvvet yoktur”.
– ABD’ye yönelik esas tehdit, geçmiş Sovyetler Birliği gibi “fetihçi devletler”den değil, Afganistan gibi “başarısız devletler”den gelmektedir.
– ABD, “herhangi bir düşmanın (devlet olsun ya da olmasın); kendi iradesini ABD veya müttefiklerine dayatmasını püskürtecek kapasiteye sahip olacaktır… Kuvvetlerimiz; ABD’nin gücünü aşmayı veya ona eşit bir güce sahip olmayı umarak askeri gelişim stratejisi izleyen potansiyel rakipleri bu çabadan vazgeçirecek kadar güçlü olacaktır.”
Buna rağmen, “herhangi bir yabancı gücün, ABD’nin on yıldan bu yana diğer devletler karşısında açtığı büyük arayı kapatmasına izin verilmeyecektir.” Kısacası; Çin gibi yükselen rakiplerin başı, gerekirse şiddet yoluyla, ezilecektir.
– ABD, “gerektiğinde, kendisine yönelik bir saldırı gerçekleşmeden saldırıya geçerek, meşru müdafaa hakkını tek başına kullanabilecektir”. Kısacası, “müttefik takıntısı” sona ermiştir! Bu kapsamda; “diğer devletler, teröristlere yardım etmeme sorumluluğunu yerine getirmeye ikna edilecek veya zorlanacaktır.”
Terörizmin, “kölelik, korsanlık veya soykırım” ile eşdeğer olarak görülmesi için çaba sarfedilecektir. (Şu ya da bu ülkedeki devrimci halk hareketlerinin ‘terörizm’ olarak nitelenmesinin ne kadar kolay olduğu göz önüne alındığında, bu unsur, genel olarak “muhalefet”i “suç” ilan ederek, “burjuva demokrasisi”nde yeni bir dönemin de başlangıcını ifade etmektedir. Bolivya’da geçtiğimiz ay içinde yükselen halk isyanına karşı, Washington’un hükümete verdiği desteği anımsayalım.)
– Yeni dönem, “Amerikan enternasyonalizmi” dönemidir. Bu da, ABD’nin “hür ve açık toplumları teşvik etmek için askeri ve ekonomik gücünü kullanacağı” anlamına gelmektedir. “Önümüzdeki yıllarda; adil yöneten, insanlarına yatırım yapan ve ekonomik hürriyeti teşvik eden ülkelere yönelik Amerikan mali yardımı, yüzde 50 oranında artırılacaktır.” Ancak bu ülkelerin uyguladığı ekonomik programların sonuçlarının “ölçülebilir” olmasına dikkat edilecektir.
– “İslam dünyasının geleceği” gibi konularda karşıt değer ve fikirler arasında bir muharebe başlamıştır. Bu muharebe; diplomasi, ekonomik yardım, IMF ve Dünya Bankası gibi araçlar eliyle yürütülecektir. ABD; “din ve vicdan hürriyetini, baskıcı yönetimlere karşı koruyacaktır”. Diğer yandan, “İslam dünyası başta olmak üzere, terörizme olanak tanıyan koşul ve ideolojilerin hiçbir ülkede verimli toprak  bulmamasını sağlayacaktır”.
– Diğer ülkeler, Amerikan “ekonomik felsefesi”ni benimsemeye teşvik edilecektir. Bu “felsefe”nin asli unsuru, sermayenin üzerindeki vergi yükünün azaltılmasıdır…
– ABD, Birleşmiş Milletler tarafından kurulan Uluslararası Ceza Mahkemesi’ne “asla  boyun eğmeyecektir”.
Bu mahkeme, ikili anlaşmalarla fiilen geçersiz kılınacaktır. Los Angeles Times yazarı William Pfaff, bu metni “1648 Vestfalya Anlaşması’ndan bu yana uluslararası ilişkileri belirleyen modern devlet düzeninin reddi” olarak nitelendiriyor.  Pfaff, dünyaya şu uyarıda bulunmaktadır:
“ABD artık, mutlak ulusal egemenlik ilkesine saygı duymayacağını ilan etmiştir. Bunu, Amerikan ulusal güvenliğini sağlamak adına yapmakta, diğer her ülkenin güvenliğini de, bu asli Güvenliğe tabi kılmaktadır.”  New York Times gazetesi, bir başyazısında, yeni doktrinin “Roma İmparatorluğu veya Napolyon’un elinden çıkmış gibi durduğunu” dile getirmekteydi.
Bush hükümetinin akıl hocalarından, Dış İlişkiler Konseyi mensubu Max Boot ise, “Küresel çapta bir Monroe Doktrini ile karşı karşıyayız” diyordu. Monroe Doktrini, 1823’te Avrupalı emperyalistlere karşı ilan edilmişti; Latin Amerika’ya ABD dışında bir gücün müdahalesinin, Amerika’nın “barış ve mutluluğunu rahatsız edeceğini” duyurarak örtülü bir tehdit savuruyordu.

ÖN SALDIRI DOKTRİNİ
Ulusal Güvenlik Strateji Belgesi’nin asli unsuru, bilindiği üzere, “ön saldırı doktrini”dir. Bu “doktrin”, ABD’nin “herhangi bir tehdit hissettiği anda, ilgili tehdidin gerçekleşmesinden önce harekete geçerek tehdidi geçersiz kılacağını” vurgular. Bu anlamıyla belge; Birleşmiş Milletler Şartı’nın “herhangi bir devletin toprak bütünlüğü veya siyasi bağımsızlığına karşı güç kullanmayı ve güç kullanma tehdidini yasaklayan” kurucu maddesine aykırıdır. Dahası, “ön saldırı”, Nazi rejiminin yargılandığı Nuremberg Duruşmaları’nda “savaş suçu” olarak nitelenmiştir (Hitler rejimi, pek çok ülkeye yönelik askeri saldırı ve işgalini, ‘O ülkenin kendisine tehdit oluşturduğu’ iddiasına dayandırmıştı).
Savunma Bakanı Donald Rumsfeld’in tartışmalı “Amerikan ordusunu dönüştürme” programının hedefi, bu belgenin gereklerini yerine getirebilecek bir vurucu güç yaratmaktır. Rumsfeld, subaylara yaptığı bir konuşmada “Ordumuz, dünyanın herhangi bir karanlık noktasını her an vurmaya hazır olmalıdır. Saldırganlık ve teröre karar veren her ülke, bedel ödeyecektir” diyordu. .
Bir başka konuşmasında, Amerikan ordusunun görevinin “kaosu şekillendirmek” olduğunu ilan etmekte, bir diğerinde “Yeni askeri hedefimiz; dünyanın dört kritik bölgesinde caydırıcılık, aynı anda iki saldırganı bozguna uğratabilme yeteneği, bu arada bir saldırganın başkentini işgal ederek rejimini değiştirme seçeneğini hazır tutmaktır” demekteydi! .
İngiliz uluslararası ilişkiler uzmanı Dan Plesch, yeni dönemi şu sözlerle tarif etmekteydi: “Terörizme karşı savaş, küresel çapta bir iç savaş demektir.”  Time dergisi yazarı Tony Karon, “100’den fazla ülkenin hizaya sokulması gerektiği” yönünde kendisine fısıldanan bilgiyi okuyucularına duyurunca, Plesch’in sözlerinin hiç de abartılı olmadığı anlaşılmış oldu.
Aynı dergide yazan neo-muhafazakâr Charles Krauthammer, “Amerika, artık uluslararası vatandaş değildir. O, dünyadaki egemen güçtür; Roma İmparatorluğu’ndan bu yana hiçbir ülke bu güce sahip olamamıştır. Dolayısıyla Amerika; normları yeniden biçimlendirmek, beklentileri değiştirmek ve yeni gerçeklikler yaratmak durumundadır. Nasıl? Açgözlü irade gösterileriyle” diyordu.

DÜNYAYI YENİDEN BÖLMEK
“Terörizme karşı savaş”ın nasıl yürütüleceği, Pentagon yetkilileri tarafından şöyle ifade ediliyor:
1. Savaş tek cephede yürütülmeyecek, geniş kapsamlı olacaktır.
2. Bu savaş, “uzun süreli”, hatta mümkünse “sonsuza dek sürecek” bir savaştır.
3. Savaşın yürütüleceği alan sadece askeri değildir; bu mücadele ayrıca ideolojik (propaganda), politik (Batılı devletlerin ‘kendi içlerine çeki düzen vermesi, azgelişmiş ülkeleri emperyalist sisteme bağlayan ilişkiler ağının sağlamlaştırılması) ve ekonomik (tekelci sermayenin dünya pazarlarına erişiminin hızlandırılması) alanlarda yürümektedir.
Amerikan politikalarının şu veya bu ülkeyi işgal etmenin çok ötesinde bir derinlik taşıdığını gösteren bir liste… Kavranması gereken nokta, yukarıda özetlenen temelde yükselen bir siyasetin, uluslararası ilişkilerin mevcut normlarını altüst edeceği, farklı “nüfuz alanları”na bölünmüş dünyayı yeni bir bölünmeye sevkedeceği, “ya Amerikancı, ya terörist” ikileminin yarattığı gerilimin bütün ülkelere, dahası bütün uluslararası kurumlara yansıyacağıdır.
Bu taktik, çeşitli isimlerin ağzından da dile getiriliyor. Örneğin, New York Times yazarı Thomas Friedman, “Batı, İslam ile askeri bir savaşı engelleyecekse, İslam içinde bir fikirler savaşı yaşanmalı” diyebilmektedir . Eski CIA şefi James Woolsey de, İslam dünyasını bölme politikasını şöyle ifade ediyor:
“Eğer terörist olmak istemeyen, diktatörlükler altında yaşamak istemeyen yüz milyonlarca mantıklı ve doğru düzgün Müslümanı, bizim onların tarafında  olduğumuza ikna edebilirsek, bu uzun savaştan başarıyla çıkacağız.”   Washington’daki en azgın kesimlerden gelen bu ve benzer ifadelerin, “medeniyetler savaşı” aldatmacasını güçlendirdiğini de eklemek gerekir. Irak’ın işgal edilmesinden hemen sonra bu ülkeye şeriatçı Hıristiyan misyonerlerinin akmaya başlaması, Bush’a yakın gerici “din adamları”nın İslam Peygamberi’ni “terörist”, İslam dinini ise “terör dini” olarak nitelemeleri, işgal ve saldırıların “Batı medeniyetini koruma savaşı” olarak adlandırılması, dahası Oriana Fallaci gibi “aydın”ların “Ortaçağ dinine karşı Avrupa uygarlığını savunmalı, Bush’un ardında saf tutmalıyız” yönlü sayıklamaları, Samuel Huntington imzalı malum “tez”in tozlu raflardan indirilmesini sağladı. (Son örnek, “terörle mücadele”de önemli bir rol üstlenen ABD’li bir komutanın, kilise kilise gezip “İslam tanrısı puttur” gibi demeçler vermesi oldu. Bu komutan hakkında soruşturma falan açılmadı; hatta Savunma Bakanı Donald Rumsfeld, adamını açıkça savunmakta beis görmedi.)
Bütün bu demeçlerin Müslüman kitleleri kışkırtmaya yönelik olduğu açıktır. ABD, dünya halklarına karşı açtığı savaşı “Batı medeniyetini savunma” kılıfına sokabilirse, Batı ülkelerindeki on milyonlarca emekçinin, aydınların desteğini alabileceğini, hiç değilse onları “seyirci” konumuna itebileceğini hesaplamaktadır.
Savaşın “halkla ilişkiler” boyutu budur: Terör ve saldırganlığın; emperyalistlerin, özellikle de Amerikalı tekellerin çıkarları için yürütüldüğü gerçeğinin gizlenmesi. ABD, bu propaganda için her yıl yüz milyonlarca dolar harcayacağını; Amerika’nın Sesi gibi propaganda servislerini genişleteceğini, Ortadoğu ülkelerinde yayın yapacak televizyon, radyo, dergiler vs. kuracağını açıklamış bulunuyor.

ASKERİ ÜSLER AĞI

Amerikan egemenliğinin kilit unsurlarından birinin, dünyanın dört bir köşesine dağılmış askeri üsler ve onlarca ülkede “hazır” bekleyen yüz binlerce asker olduğu biliniyor. 11 Eylül’ün ardından, “terörle savaş” bahanesiyle, ABD daha önce girmesi mümkün olmayan bölgelere girdi, gezegeni kuşatan askeri üsler ağını pekiştirdi. Bir askeri yetkili, ele geçirilen “altın fırsat”ı, “11 Eylül sabahı uyandık ve kendimizi Orta Asya’da bulduk. Daha önce hiç olmadığı kadar Doğu Avrupa’da, Orta Asya  kapılarında, Ortadoğu’daydık” sözleriyle anlatıyordu .
Askeri üsler, hiçbir zaman sadece “askeri” değildir. Amerikan askeri gücünün dünyanın çeşitli noktalarına dağıtılması, ABD emperyalizminin ekonomik/siyasi hedeflerinin gerçekleştirilmesi için etkili bir araç sunar.
Orta Asya’yı ele alalım. Amerikan tekelleri ve Beyaz Saray, uzun bir süredir, Hazar Denizi enerji kaynaklarını Batı piyasalarına ulaştırmanın kendisi için en elverişli rotasını dayatmaktadır. Bu rotanın nasıl bir seyir izleyeceği; İran, Çin ve Rusya gibi “potansiyel tehdit”lerin devre dışı bırakılmasına bağlıdır; bir “Doğu Koridoru” (Afganistan-Pakistan-Arap Denizi), bir “Batı Koridoru” (Azerbaycan-Gürcistan-Türkiye) veya her ikisi birden, olabilir.
Afganistan’ın işgal altına alınması, dahası Afgan işgali gerekçe gösterilerek Rusya ve Çin’in “arka bahçesi” olan üç bölge ülkesinde askeri üsler kurulması, enerji alanında ABD’nin elindeki kozları güçlendirmiştir.
Kırgızistan’daki Manas Üssü, Çin’in batı sınırına sadece 400 kilometre uzaklıktadır. Bu üsse; doğuda Japonya’daki üsler, Kore Yarımadası’ndaki 40 bin ABD askeri ve Tayvan’a yönelik ABD desteği eklendiğinde, Çin’in “kuşatma altına alınmış olduğu” görülebilir.
Benzer bir durum; doğudan Afganistan, kuzeydoğudan Türkmenistan, batıdan Irak, Kuveyt ve güney/güneybatıdan Körfez emirlikleri, kuzeybatıdan Türkiye’deki Amerikan askeri varlığı ile kuşatılmış bulunan İran için geçerlidir. Bir başka “askeri varlık/üsler ağı”, Rusya’nın etrafını sarmıştır: NATO’nun doğuya doğru genişleyerek Rus sınırına dayanması, Gürcistan, Afganistan, Azerbaycan, Kırgızistan, Özbekistan, Tacikistan ve Türkiye’deki ABD askeri varlığı, doğuda ise Japonya ve ABD’nin kendisi…
Pentagon verilerine göre, ABD, şu anda tam 93 ülkeyle askeri üs kurulmasına ilişkin “resmi” anlaşmalara sahip bulunmaktadır. Yine aynı kaynağa göre; BM’nin 190 üyesinden 132’sinde, büyük veya küçük bir ABD askeri gücü bulunuyor. Bütün bu üslerdeki askeri personel sayısı 250 bine ulaşmaktadır. Irak işgali ile birlikte, bu rakamın en az 350 bine yükseldiğini hatırlatalım. Time dergisinin verdiği bilgiye göre; 11 Eylül öncesinde ABD ordusunun aktif görevdeki personelinin yüzde 20’si ABD toprakları dışındayken, bugün bu oran yüzde 50’ye yükselmiştir. Buna ek olarak, yedek askerlerin dörtte biri de ABD dışındadır.
En büyük mevzilenmeler ise; her birinde binlerce askerin, kiminde on binlerin bulunduğu Irak, Almanya, Japonya, Güney Kore, Afganistan, Kuveyt, Kosova-Makedonya olarak sıralanıyor.
ABD’nin 11 Eylül saldırılarından sonra asker gönderdiği bölge ve ülkeler şöyle: Afganistan (muharip), Irak (muharip), Pakistan (askeri üs), Özbekistan (askeri üs), Tacikistan (askeri üs), Kırgızistan (askeri üs), Gürcistan (askeri üs), Filipinler (askeri danışman), Kızıldeniz (sürekli devriye), Yemen (askeri danışman) ve Kuveyt (askeri üs).
ABD askeri güçlerinin, “terörle mücadele” gerekçesiyle ciddi bir “yeniden mevzilenme” içine girdiğini de vurgulamak gerekir. Japon adalarındaki askerler; Endonezya, Malezya, Singapur ve Tayland’da kurulması planlanan üslere aktarılacaktır; Güney Kore’deki birlikler, Kuzey Kore sınırından geriye çekilerek, “savaş pozisyonu” almış durumdadırlar. Suudi Arabistan’daki kuvvetler, Irak’ın işgal edilmesiyle birlikte Kuzey Afrika ülkelerine dağıtılmaktadır.
ABD güçleri; 10 yıllık bir aradan sonra, 16 Ocak 2002’den itibaren Filipinler’e girmiş, Filipinler ordusunu eğitmeye, hatta gerilla grupları ile çatışmaya başlamışlardır.
Eski Fransız sömürgesi Cibuti’de kurulan askeri üs, Somali ve Yemen’e gönderilen özel kuvvetler sayesinde; Sudan, Etiyopya, Yemen, Kenya, Tanzanya ve Somali her an denetlenebilmektedir.
4 Temmuz 2003’te; Mali, Moritanya, Cezayir, Fas ve Tunus’ta askeri üsler kurulması için anlaşmalar imzalanmıştır.
Yugoslavya’nın parçalanmasından sonra Kosova’ya, Balkanlar’ın en büyük askeri üssü kurulmuştur. Askeri yayılma; Bulgaristan ve Polonya gibi “uydu rejimler” üzerinden devam edecek gibi görünmektedir. ABD, Asya’daki bölgesel çatışmalara giderek daha fazla müdahil olmaktadır. Örneğin; Sri Lanka’da Tamil gerillalarını “uyarırken”, Nepal’deki gerici monarşinin gerillalara karşı yürüttüğü kirli savaşa mali-askeri desteğini artırmaktadır.
“Terörizmle savaş”ın denetimi; Florida’daki ABD Özel Operasyonlar Komutanlığı’na devredilmiştir. Uzmanlar, bu adımın, “savaşın giderek daha çok kontrgerilla tarzı bir seyir izleyeceğine” delalet ettiğini belirtmektedirler.
Nihayet; Irak’ın işgal edilmesinin ardından, bu ülke topraklarında 4 dev askeri üs kurmak için “uygun ortam” beklenmektedir. New York Times, bu üslerin “Ortadoğu ve Güneybatı Asya boyunca, Akdeniz’den Hint Okyanusu’na dek sahnelenmekte olan stratejik devrimin en önemli gelişmelerinden biri” olacağını yazdıktan sonra şöyle devam ediyordu: “Irak’ta böylesi bir askeri dayanak; kendisini Suriye’de hissettirecektir. Afganistan’da süren ABD varlığı ile birlikte, İran, yeni bir Amerikan nüfuzu ağıyla kuşatılmış olacaktır.”  Latin Amerika’yı da unutmamalı! “Plan Kolombiya” kapsamında Kolombiya ve Ekvador’a gönderilen birlikler, başka Venezüella olmak üzere bölgede Amerikan hakimiyetine “tehdit” arz eden halklara karşı bir gözdağı niteliğindedir. Bir süre öncesine kadar “merkez üs” olan Panama, bu konumunu Porto Riko’ya devretmiştir. El Salvador’da da yeni bir askeri üs kurulmaktadır.
Bu baş döndürücü sevkıyatı incelerken, yabancı ülkelerdeki askeri üslerin stratejik öneminin, o üsleri gerektiren savaş veya çatışmanın çok ötesine taştığını belirten askeri doktrini akılda tutmak gerekiyor. İnşa edilen her yeni üssün ardından, o üsleri  kullanarak “bir adım daha ileri gitme” planları yapılır. Kısacası ABD, dünyayı bir askeri üsler zinciriyle sarmaktadır:
“ABD… bu üsleri, emperyalist zincirden kopmayı isteyen veya ABD çıkarlarına tehdit olarak görülen bağımsız bir rota çizmeyi hedefleyen ülkeler üzerinde baskı  kurmak için kullanmıştır. ABD askeri gücünün bu yayılımı olmadan… periferin bağımlı ekonomik bölgelerini elde tutmak imkansız olacaktı.
“ABD’nin küresel siyasi, ekonomik ve mali gücü, askeri gücün periyodik olarak kullanılmasını gerektirir…
“Bu nedenle, ABD askeri güçlerinin konumlanışı, sadece askeri bir olgu olarak değil, ABD egemenliğindeki emperyal kürenin ve periferdeki mızrak uçlarının haritalanması olarak değerlendirilmelidir.” 

SAVAŞIN İLK KURBANLARI

ABD’nin dünyaya karşı açtığı savaşın bir diğer unsuru, uluslararası politika ve diplomaside “oyunun kuralları”nın Amerikan çıkarları uyarınca yeniden belirlenmesidir. “Eski kurallar” da, başta ABD olmak üzere, büyük emperyalist güçler tarafından hiçbir zaman dikkate alınmamıştı elbette. Bugünkü fark, uluslararası ilişkileri yönettiği varsayılan kuralların kağıt üzerinden de silinmesi ve yerine hiçbir şey konulmamasıdır. “Ön saldırı doktrini” gibi terör ve işgal “kuram”ları, kuralsızlığın kural olduğu bir “düzen”e işaret etmektedir. Ne diyordu Rumsfeld? “Kaosu şekillendirmek”. Öyleyse, önce şekillendirecek bir “kaos” yaratmak gerekir!
Genel kabul gördüğü üzere, Amerikan saldırganlığının temelden sarstığı kurumlardan biri, Birleşmiş Milletler’dir (BM). BM’nin bugüne dek oynadığı rolü savunacak değiliz. Güvenlik Konseyi, veto hakkı gibi en antidemokratik kurumlarıyla BM, kuruluşundan sonraki –sosyalizmin varlığı ve gücünün, kazançları olan dengelerin ürünü– birkaç yılı hesaba katmazsak, esasen büyük emperyalist güçler arasındaki çıkar çatışmalarına “meşruiyet” kılıfının giydirildiği bir arena oldu. ABD, İngiltere, SSCB, Çin gibi rakip güçler kendi aralarında itişip kakışırken, geriye kalan 190 küsur ülkeye onları seyretmek ve “büyük”ler arasındaki mücadelenin şu ya da bu cephesinde durarak “nemalanmak” düştü. BM’nin tarihi boyunca bu oyunu bozabilen çok az ülke vardır: Sosyalist Arnavutluk veya Küba gibi.
Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından yaşanan gelişmeler, BM’nin giderek “işlevsiz” kalmakta olduğunun göstergeleridir. “Rakipsiz” Amerikan egemenliği, bu kuruma sadece iki seçenek bırakıyordu: ABD politikalarına onay vermemek ve Bush’un deyimiyle “konu dışı” kalmak veya o politikaları meşrulaştıracak desteği sağlamak.
BM; Körfez Savaşı, Yugoslavya’nın parçalanması, Somali işgali gibi “geçmiş döneme ait” işgal ve saldırılarda bu iki seçenek arasında salındı durdu. 1991 Körfez Savaşı’nın ardından, Irak’a yönelik insanlık dışı ambargonun uygulayıcısı oldu. Filistin’de süregiden İsrail terörüne karşı ya karar alamadı, ya da aldığı kararları uygulatamadı. Böylece; dünyanın gözünde itibarı, ciddiyeti yitip gitti.
Emperyalist sisteme “uluslararası meşruiyet” kılıfı giydiren bir kurumun bir “şaka” haline dönüşmesi, elbette kabul edilemezdi. Amerikan yönetimi, askeri güce dayanan diplomatik ağırlığını kullanarak, bu durumu değiştirmeye niyetli görünüyor. Ama onun derdi; BM’nin “demokratikleştirilmesi” falan değil. Böyle olsaydı; BM’nin geri kalanını MGK karşısındaki TBMM’ye dönüştüren “Güvenlik Konseyi” kurumunun kaldırılmasına, en azından bu kurum içindeki antidemokratik veto hakkının sona erdirilmesine çabalardı.
Oysa ABD’nin niyeti, BM’nin antidemokratik niteliğini pekiştirmek, kendisine “aykırı giden” ülkelerin bu kuruluşa üye olmanın sağladığı kısıtlı avantajları tamamen ortadan kaldırmak ve “ABD’ye biat edecek bir BM” yaratabilmektir.
BM’nin ABD açısından “can sıkıcı bir yük” haline geldiğini, neo-muhafazakâr yazar Charles Krauthammer şöyle ilan ediyor: “Suriye’ye bakın. Hem BM Güvenlik Konseyi üyesi, hem de ABD Dışişleri’nin terörist devletler listesinde yer alıyor. Suriye, Amerika’nın yaptıklarının meşru olup olmadığına nasıl karar verir?
Çin de aynı durumda. Ya Fransa? Fransız Cumhurbaşkanı, Güvenlik Konseyi’nde [ABD’ye karşı] ortak bir strateji belirlemek için Suriye Devlet Başkanı’na çağrı yapmadı mı? BM, Balkan krizinde ve şimdi de Irak krizinde, iktidarsızlığını göstermiştir. Bir kez daha, geçersiz olmaya doğru batacaktır. Bu kez düzelmeyecektir. Ve dünya, BM’siz daha iyi olacaktır.”  Burada bir hatırlatma yapmakta fayda var. BM’nin önceli olan Milletler Cemiyeti (MC), 1. Dünya Savaşı’nın ardından, “yeni bir dünya savaşını önlemek” amacıyla kurulmuştu. Cemiyet; İtalya, Almanya, İngiltere ve Fransa gibileri tarafından giderek “geçersiz” hale getirildi ve nihayet, 2. Dünya Savaşı ufukta görünürken, dağılıp gitti. Kuşkusuz ki, tarih tekerrür etmez; ama BM’nin de MC’nin akıbetine uğraması, “meşruiyet arama/gözboyama” mecburiyetinden sıyrılan emperyalist güçlerin dünyayı yeni ve daha büyük karışıklıklara sürüklemesine yol açabilecektir.

ESKİ-YENİ AVRUPA
BM’nin tahrip edilmesine paralel olarak, “Eski Dünya” (Avrupa) ile “Yeni Dünya” (ABD) arasındaki ilişkiler de, örtülü rekabetten açık çatışmaya doğru ilerlemektedir. 11 Eylül süreciyle birlikte, Avrupalı emperyalist güçler ile ABD arasındaki ilişkilerin seyri, emperyalist güçlerin yaklaşan kutuplaşmasında da belirleyici olacaktır.
ABD’nin yürüttüğü uluslararası savaş, AB’nin, ağır aksak da olsa ilerleyen “entegrasyon” sürecine ciddi darbeler vurdu. Bu darbeler bugün, Donald Rumsfeld’in Avrupa’yı “eski Avrupa” ve “yeni Avrupa” olarak “ortadan ikiye” bölmesiyle simgeleniyor. Washington yönetimi; İngiltere, İtalya ve İspanya gibi, kendisiyle ilerlemek isteyen güçler ile, AB sürecinin motor gücü olan Almanya, Fransa ve Belçika’nın arasına bir “keski” gibi girdi ve bu ülkeleri birbirinden ayırdı. Bir yandan da, “Avrupa’nın merkezinin doğuya kaydığı” saptamasından hareketle; Bulgaristan, Macaristan, Polonya gibi Orta ve Doğu Avrupa ülkelerine yeni roller biçti. Bu ülkelere “Irak masası”nda küçük ve onursuz birer sandalye açılırken, NATO’ya girişleri hızlandırıldı. 7 Orta ve Doğu Avrupa ülkesinin NATO’ya girişiyle birlikte, ittifakın üye sayısının 26’ya çıkması gündemdedir. Böylece İttifak üye sayısı 26’ya yükselecek, üye ülkelerin yüzde 40’ı, eski Varşova Paktı ülkelerinden oluşacaktır. Bunun hem Batı Avrupa, hem de “Amerikan uçak ve füzeleri burnunun dibine kadar giren” Rusya üzerinde büyük bir baskı oluşturacağı açıktır. (Rusya, “ön saldırı doktrini”ni kendisi de benimseyerek ve “nükleer silah kullanan ilk taraf olmama” ilkesini rafa kaldırarak, gelişmelerden nasıl bir ders aldığını gösteriyor.)
Her biri Avrupa Birliği üye veya aday üyesi olan bu devletlerle, Washington karşısında sesini iyice yükselten Alman-Fransız ekseninin bastırılması, hazırlık aşamasına giren “Avrupa ordusu”nun güçten düşürülmesi, Euro’da somutlaşan mali entegrasyonun sekteye uğratılması hesaplanmaktadır.
Ancak Avrupalı emperyalistlerin ABD’ye gösterdiği şiddetli tepki, Bush yönetimini yeniden düşünmeye zorluyor. Irak’ın işgal edilmesinden önce Washington’da hakim olan kanıyı aktarmak, ABD’nin bu süreçte “hata”larına bir yenisini eklemiş olduğunu çarpıcı bir biçimde gösteriyor: “Eğer Başkan Bush Irak’la savaşın tek seçenek olduğuna karar verecek olursa, müttefiklerin çoğu, muhtemelen Fransa dahil olmak üzere, ABD’yi takip edeceklerdir: Siyasi olarak ve belki de askeri güçleriyle. Bir BM kararı alınmasa dahi, pek çoğu hizaya girecektir.”  Irak işgal edildikten sonra, bu “pembe öngörüler”in gerçeğe dönüşmemesi ve müttefik desteğinden yoksun ABD’nin Irak topraklarında “sonu belirsiz” bir maceraya girdiğinin görülmesi, tavırları biraz değiştirdi elbette. Thomas Friedman, kaleminden “kan damlayarak” şöyle yazıyordu: “Biz Amerikalıların artık birşeyi anlaması gerekiyor: Fransa, sadece arada sırada sinir bozan bir müttefik değil. Fransa, sadece kıskanç rakibimiz de değil. Fransa, ABD’nin düşmanı oluyor.”  BM ve Avrupa aylarca yerden yere çalındıktan sonra, “müttefik” arayışı ile kapıları bir kez daha çalınınca, ABD’ye yönelik öfke, daha da beter bir alaycılığa dönüştü elbette: ABD, Irak işgaline “uluslararası” bir görüntü kazandıracak olan yeni bir BM kararı için geldiğinde, muhafazakâr Fransız gazetesi Le Figaro, “Er Bush’u Kurtarmak” manşetini atıyordu!
Bugün, ABD’nin BM Güvenlik Konseyi’ne sunduğu Irak tasarısı, üç kez revizyondan geçirildikten sonra, kabul edilmiş bulunuyor. Ama Fransa, Almanya, Belçika, Rusya ve Çin gibi kilit ülkelerin işgale asker desteği vermesi, yine de mümkün değil. Irak’a ilk bombaların düşmesinden bu yana 7 ayı aşkın bir süre geçti; ama ABD’nin Irak’ta kurduğu “büyük koalisyon”, hâlâ Hollanda, Ukrayna, Danimarka, Tayland, Filipinler, Macaristan, Çek Cumhuriyeti, Slovakya, Litvanya, Romanya, Bulgaristan, Arnavutluk, Honduras, El Salvador, Azerbaycan, Eritre, Estonya, Etiyopya, Makedonya, İzlanda, İspanya, İtalya, Güney Kore ve Dominik Cumhuriyeti gibi, çoğu “klasman dışı” ülkelerden oluşuyor.
ABD, bu süreçte, Belçika üzerinde kurduğu inanılmaz baskı ile, Ariel Şaron ve “Baba Bush” gibi insanlık suçlusu isimlerin yargılanmasına olanak tanıyan bir yasayı yürürlükten kaldırttı. Avrupalı rakipleri karşısındaki tek “gerçek” kazanımı da bundan ibaret oldu.

İNGİLİZLERİN TEDİRGİNLİĞİ
Dahası ABD; yürüttüğü politikayla İngiltere gibi “hakikatlı müttefiklerini” dahi rahatsız etmektedir. Güney Irak’taki Ümmü Kasr limanına, İngiliz askerlerine rağmen dikilen ABD bayrağını, ve, İngiliz petrol tekeli BP’nin başkanının “Amerikalılar bütün ihaleleri kendileri kapıyor” yakınmalarını hatırlatalım. Dahası, bu gerilim Irak’ın ötesine taşacak gibi görünmektedir. İran’a yönelik tehdit ve baskı politikası, geleneksel olarak bu ülkeyle “dostane ilişkilerden” yana olan İngiliz burjuvazisini epey tedirgin etmiş görünüyor:
“İngiltere’nin izlediği İran politikası, Temmuz ayında İsrail Başbakanı Ariel Şaron’a verilen özel yemekte belirlenmiş gibi görünüyor. İsrailli diplomatlar, yemeğin ardından Başbakan Tony Blair’in ‘fikrini değiştirdiğini’ ve İsrail’in İran hakkındaki kaygılarını paylaştığını ilan etmişlerdi… Bu, İngiltere’nin ulusal çıkarlarına uygun bir politika değildir. Ülkeyi, yeni bir tehlikeli yola sokmaktadır. Dikkatle hazırlanmış, uzun zaman harcanmış olan İran politikası, gözlerimizin önünde tuzla buz olmaktadır.”  Bush-Blair çizgisine karşı İngiltere’nin geleneksel İran politikasını savunan bu satırların ardından, Thomas Friedman’ın “Birini Alana Öteki Bedava” başlıklı küstah makalesinden birkaç satır aktarmak faydalı olacak:
“İran’daki olayları etkilemek için elimizde pek az araç bulunuyor…. Ama kontrolümüz altında olan büyük bir araç, İran üzerinde mutlaka etkili olacaktır. Bu aracın adı, Irak.”  En deneyimli emperyalist güçlerden biri olan İngiltere’nin, bu dizginsiz saldırganlığa ne kadar uyum sağlayabileceğini gelişmeler gösterecek. Ancak Londra’nın, Washington’u, içine girdiği geri dönülmez yolun bir noktasında “yalnız bırakması”, mümkündür. Bakın, İngiliz emperyalizminin “ihtişamlı” günlerine özlem duyduğunu gizlemeyen Max Hastings ABD’ye nasıl tavsiyelerde bulunuyor: “Amerikan dış politikasının en büyük hatalarından biri, ülkelere müdahale ettikten sonra kalıcı bir adanmışlık göstermeyerek, işleri bir şekilde yoluna sokacakları düşüncesi. Ama Somali, Afganistan ve Irak, bunun böyle olmadığını gösteriyor… İngilizler, 1898’de Omdurban’daki dervişlerin işini, en az Amerikalılar kadar acımasızca bitirmişti. Ama onlar, Sudan’ı yarım yüzyıl boyunca etkili bir biçimde yöneterek günahtan kurtuldular. Başarılı emperyalist sadece idare etmemeli, etkilemeyi istediği toplumun her noktasına nüfuz edebilmeli.”

TRANSATLANTİK GERİLİM
Avrupa deyince, NATO’da yaşanan büyük çatışmaya değinmemek olmaz. Bu çatışma; önce, Türkiye’nin Irak’a karşı “NATO tarafından korunmasını” isteyen ABD’nin talebiyle su yüzüne çıktı. ABD’nin hesabı, bir “koruma kararı” çıkartarak, Irak saldırısında Türkiye’yi kullanmayı garanti almaktı. Ama Belçika, Fransa ve Almanya, NATO karar mekanizmalarını adeta felç ettiler ve ABD pes edene dek, geri adım atmadılar.
Bu kritik andan itibaren, NATO’nun geleceği daha bir hararetle tartışılmaya başlandı.
Bugün Fransa, Almanya ve Belçika’nın başını çektiği bir grup AB ülkesi,  NATO’dan bağımsız bir askeri güç oluşturarak, bu alanda “ABD’ye bağımlılığa son vermek” hedefini açıkça ifade ediyor. Washirgton ise, böyle bir olasılığın, ABD’yi Avrupa’nın dışına atabileceğini görüyor ve elli yıllık “kutsal ittifak”ın mezarının kazılmakta olduğunu saptıyor. Dahası, bu çatışmada İngiltere, bir AB üyesi olarak “sallantılı” tutum almakta, her an Washington’un pozisyonunu terkedecek izlenimi vermektedir.
ABD’nin “bağımsız AB ordusu” planına verdiği yanıt, NATO’ya “küresel polis” rolü biçmek oldu.
Geçtiğimiz ay içinde, 21 bin kişilik “NATO Acil Mukabele Gücü” resmen kuruldu. Bu gücün “dünyanın her noktasında görev yapacağı” belirtiliyor. Zaten NATO, iki ay önce Afganistan işgaline katılarak, “hazırlık görevi”ne başladı bile.
Ama dahası var. NATO Avrupa Müttefik Kuvvetler Komutanı General James Jones, “Önümüzdeki dönemde, birkaç devletin itirazının, çoğunluğun kararını etkilemesinin doğru olup olmadığı sorgulanacaktır” diyor. Yani ABD, NATO karar mekanizmalarını değiştirerek, “oybirliği” değil “oyçokluğu” sistemini yürürlüğe sokma çabasında. Bu da, Fransa ve Belçika gibi ülkelerin iradesinin hiçe sayılması demek.
Bundan birkaç yıl önce bu tip bir gelişme olsaydı, Avrupa ülkelerinin ABD’nin arkasında “hizaya geçerek” selam çakması beklenirdi. Ama bugün neredeyse herkes, “Böyle bir adım, AB’nin NATO’dan uzaklaştırmasını daha da hızlandırır” diyor.  Bütün bu tablo, tek bir gerçeğe işaret ediyor: Şu veya bu “müttefik”, şu ya da bu ülkeye yönelik saldırganlığa destek olsun ya da olmasın, ABD-AB ilişkileri bir daha asla “eskisi gibi” olmayacaktır.
Önümüzdeki günlerdeki dünya siyasetinin, esas olarak bu “Transatlantik” gerilim üzerinden şekilleneceğini söylemek, kehanet olmaz.


KİRLİ ÇAMAŞIRLAR ORTALIĞA ÇIKTI

ABD’nin neredeyse “düşman” ilan ettiği Fransa’nın işi nerelere kadar götürdüğüne, ilginç bir örnekle değinmek yararlı olacak.
Mart ayında, yani “eski-yeni Avrupa” çatışmasının en ateşli günlerinde, Paris hükümeti, “Yeni Avrupa”dan ilan edilen Romanya’ya karşı umulmadık bir atak başlattı. Fransız medyası, Cumhurbaşkanı Chirac’ın işaretiyle, Romen hükümetinin “yumuşak karnına” vurdu ve 1989’da, Çavuşesku rejimini sona erdiren ayaklanmanın CIA tarafından örgütlendiğine dair belgeler yayınlamaya başladı. Salvoyu başlatan tarihçi Catherine Durandin, France-3 televizyon kanalında, Fransız istihbaratının da desteğiyle, 1989 ayaklanmasıyla sonuçlanan sürecin CIA tarafından planlandığını açıkladı. Durandin, ABD Başkanı Donald Reagan’ın talimatlarıyla, burjuva Macar muhalefetinin Amerikan istihbaratı tarafından yönlendirildiğini, Aralık 1989 Bükreş Ayaklanması’nın, “Moskova ile Washington arasında varılan gizli bir anlaşma” sonucu tertiplendiğini belirtiyordu. Programda, Bükreş’teki önde gelen bütün siyasetçilerin, halen CIA tarafından yönetilmekte olduğu da ilan edildi. Durandin ile program sunucusu arasındaki konuşma şöyle:
“Sunucu: CIA’nın en başarılı operasyonu sizce neydi?
Durandin: Washington’da gizli CIA materyallerini inceleme şansı yakaladım. Gördüğüm en olağanüstü şey, Doğu Avrupa ülkelerine ne kadar erken sızıldığıydı.
Sunucu: Hangisi? Bulgaristan mı?
Durandin: Hayır. Özellikle Romanya ve Polonya. Operasyon, Reagan döneminin başlangıcına dek uzanıyor ve Baba Bush’un başkanlığına dek sürüyor. CIA, anti-Çavuşesku muhalefetin liderlerini ele geçirmişti ve bu liderler, halen ülkede etki sahibi. Hedef alınan bu kişiler; Gorbaçov yanlısı muhalif parti üyeleriydi. Bu kişiler ABD’ye davet edildi, gezileri boyunca ‘ayarlandı’ ve Romanya’ya geri gönderildi.
Şimdi aynı kişiler hükümette bakan ve iyi birer NATO müşterisi.”
Bu açıklamalar, hem Fransa, hem Romanya medyasında günlerce tartışıldı. Fransız medyası Durandin’i destekleyen yeni bilgi ve belgeler ortaya koyarken, Romanya medyası, genel olarak hükümetten yana tutum alarak Fransız hükümeti ve medyasına ağır suçlamalar yöneltti.
Bu olaydan aylar sonra, 29 Eylül 2003’te, Romanya’nın intikamını almak, bir başka “yeni Avrupa” ülkesi Polonya’ya düştü. Polonya Savunma Bakanlığı, ABD’nin yönlendirmesiyle, Irak’ta “2003 imalatı, 4 adet Fransız yapımı Roland tipi füze” bulduğunu açıkladı. Kısacası Polonya, Fransa’nın Amerikan-İngiliz ittifakına karşı Saddam Hüseyin’i desteklediğini ileri sürüyordu.
Fransız hükümeti sert tepki gösterince, Savunma Bakanlığı geri adım attı ve açıklamayı yapan sözcü, görevden alındı.


NÜKLEER DEHŞET
ABD’nin, durdurulmadığı takdirde, dünyayı ne tür bir tehlikeye sürüklemekte olduğunun ipuçlarını, “yeni nükleer politika”sında bulabiliriz. Daha önce bahsettiğimiz gibi, bu politikanın tohumları, 11 Eylül saldırılarından epey önce, ABM anlaşmasının geçersiz ilan edilmesiyle atıldı.
ABM; esas olarak, Rusya ve ABD’nin, kendi topraklarını kıtalararası balistik füzelere karşı “korumama”sına ilişkin bir ilke anlaşmasıydı. Soğuk Savaş’ın “dehşet dengesi”ni oluşturan fikir şuydu: Kimse kendi toprağını korumazsa, karşısındaki güce saldırmaya cesaret edemeyecektir! 30 yıl boyunca, iki süper güç bu “denge” üzerinde hareket ettiler.
Ancak ABD, ABM’yi çöpe attı ve daha sonra, söz konusu füzelere karşı bir “ulusal savunma kalkanı” geliştirmeye başladı. Bununla da kalmayarak, Japonya gibi müttefiklerine “bölgesel savunma kalkanı kurma”yı önerdi. Böylelikle hem istediği ülkeye “korkmadan” saldırı düzenleme güvencesine sahip olacak, hem de kendisinden kopmaya başlayan müttefik/rakiplerini yeni bir “güvence” ile bağlayacaktı.
Bu hamle; rakip güçlerin önünde iki seçenek bırakıyordu: Ya kendileri de benzer bir “savunma kalkanı” geliştirecekler ya da ABD’nin kalkanını delebilecek nitelikte silahlar üreteceklerdi. Epey maliyetli olan ilk seçeneğin altından kalkacak tek güç ABD olduğu için, Rusya ve Çin gibi rakipler ikinci seçeneğe yöneldiler. ABM’nin feshedilmesinin “silahlanma yarışı”na yol açacağı yönündeki kaygılar, hızla gerçek oldu.
Bush yönetiminin attığı ikinci adım, “yeni tipte” nükleer silahlar geliştirilmesi oldu. İddiaya göre, bu silahlar “sınırlı bir bölge” üzerinde etki yapacak, Usame Bin Ladin ve Saddam Hüseyin gibi düşmanları, “güvenli yeraltı mağaralarında” vurup imha edebilecekti. Büyük bir medya propagandası eşliğinde, bu nükleer silahların sadece “hedef”e zarar vereceği yalanı yayıldı ve dünya, bu fikre alıştırılmaya çalışıldı.
ABD Senatosu, 20 Mayıs 2003’te, 10 yıldır yürürlükte olan “düşük güçte nükleer silah geliştirilmesi yasağı”nı kaldırdı.
6 Ağustos 2003’de, ABD Savunma Bakanlığı yetkilileri ve askeri bilimciler, gizli bir toplantı yaparak bu “yeni nesil” nükleer silahların nasıl geliştirileceğini, nasıl kullanılacağını ele aldılar. 6 Ağustos, Hiroşima’ya ilk atom bombasının atıldığı gündü. Japonya’da milyonlar o kıyamet gününde yitirdikleri için yas tutarken, ABD, dünyayla adeta alay ediyordu!
İki gün süren toplantıda, “yeni tehditlere karşı caydırıcılığın, ancak daha küçük ve etkili, özel nükleer silahlar geliştirilmesi ile korunabileceği” kararı alındı. Böylece 6 Ağustos, “ikinci nükleer silahlar çağı”nın başladığı gün oldu.
Toplantının ayrıntıları açıklanmış değil. Ancak merkezi Washington’da bulunan Silah Kontrol Derneği adlı kuruluşa göre, kurulan özel bir komite “düşük güçlü nükleer silahlar, toprağı delen silahlar, yüksek radyasyon içeren silahların sorunlarını” ele aldı ve söz konusu silahların geliştirilmesi için testler yapılmasını kararlaştırıldı. Böylece, nükleer denemeleri yasaklayan CTBT (Kapsamlı Test Yasağı Anlaşması) da, yırtılıp atılmış oluyordu. Silah Kontrol Derneği yönetimi, “Bu toplantı; nükleer savaş manyaklarını bir araya getirdi. ABD; gizlice, nükleer politikasında büyük ve ayrıntılı değişiklikler yapıyor” diyordu.
Aşağı yukarı aynı tarihlerde, Avustralya, ABD ile “nükleer silah edinilmesi”  konusunda ilke anlaşmasına vardı. Anlaşma ile Avustralya ordusuna, “kriz zamanlarında taktik nükleer silah temini” garanti altına alınıyordu. Avustralya’daki bir reaktörün, nükleer silah programı geliştirmek üzere faaliyete geçtiği ilan edildi. Irak’a “kitle imha silahları sahibi olduğu” gerekçesiyle savaş ilan eden Avustralya hükümetinden bir yetkili, utanmadan şöyle diyordu: “Bu, Avustralya’nın sigortası. Biz, nükleer teknoloji konusunda Saddam Hüseyin’den çok daha ilerideyiz.”
Eylül ayında, bir haber de Hindistan’dan geldi. Ocak 2003’te kurulan Nükleer Komite Otoritesi (NCA), ilk toplantısında, ordunun nükleer programını daha da geliştirme kararı almıştı. Bu kapsamda; bir nükleer denizaltı kiralanacak, uzun menzilli ağır bombardıman uçakları satın alınacak ve Agni orta menzilli füzeleri geliştirilecekti. Böylelikle, Hint “triad”ı (havadan, karadan ve denizden nükleer silah kullanma yeteneği) güçlendirilmiş oluyordu.
Moskova da boş durmuyordu elbette. Rus ordusu, önce nükleer politikasını değiştirdi ve “ilk nükleer silah kullanan taraf olmama” taahhüdünü iptal etti. Ardından, kendi “ön saldırı doktrini”ni duyurdu: Rus milli çıkarlarının tehdit edildiği hissedilirse, dünyanın herhangi bir köşesine askeri müdahalede bulunma hakkı “saklı tutulacaktı”!
Çin ordusunun her yıl on milyarlarca dolar akıttığı askeri modernizasyon projesini, dünyanın en büyük kitle imha silahı depolarından biri olan İsrail’in nükleer “triad” elde ettiğine ilişkin haberleri ve Pakistan’ın giderek artan bir sıklıkta gerçekleştirdiği füze denemelerini eklediğimizde, tablo tamamlanıyor. ABD hamleleri, karşı-hamlelerle yanıtlanıyor ve dünya, giderek daha korkunç savaşlara sürükleniyor…


DÜNYAYI SARAN ASKERİ GÜÇ
11 Eylül saldırılarından bugüne, ABD ordusu, dünyanın çeşitli bölgelerindeki askeri güçlerini pekiştirdi, daha önce giremediği ülkelere asker yolladı, üsler kurdu ve yeni bir mevzilenme içine girdi. Kimi ülkelerdeki Amerikan askeri varlığı şöyle  sıralanıyor:
Irak: 140 bin asker
Afganistan: 10 bine yakın asker
Basra Körfezi: Katar’da 3300 asker. Bahreyn’de donanma üssü, 4 bin asker
Filipinler: 1300 asker ve danışman, Filipin ordusuna “eğitim” veriyor
Özbekistan: Askeri üs (1000 asker)
Kırgızistan: “Terörle mücadele” birlikleri, Manas üssünde 1900 asker
Cibuti: 2000’e yakın asker
Doğu Afrika: ABD 5. Filosu bölgede sürekli devriye geziyor
Gürcistan: Gürcü ordusuna eğitim ve silah desteği, 50 askeri uzman
Almanya: 70 bin asker
Japonya: 40 bin asker
Güney Kore: 37 bin asker
Pakistan: 1100 asker
Kuveyt: 10 bin asker
Umman: Askeri üs
Yemen: 70 özel kuvvet askeri
Bosna: 3300 asker
Kosova: 5 bin asker
Makedonya: 500’e yakın asker
Mısır: 900 asker
Türkiye: Başta İncirlik olmak üzere çok sayıda üs ve sayısı bilinmeyen asker

Kalite kavramları-2: Kalite, toplam kalite yönetimi, kalite ideolojisi ve eğitimi

TKY, sosyo-ekonomik ve politik faaliyetlerin her biri içinde geliştirilen ve bu faaliyetler arasında ilişki kuran bir yönetim şeklini öngörür. Ekonomik, sosyal ve siyasal politikaların yönetim ve denetiminde bir metodoloji olarak, “yönetişim” formülasyonu ile ifade edilen, kaliteli bir yönetimden söz edilir ki, buna göre “sorunların kaynağı iyi yönetimin olmayışı”dır. “İyi bir yönetimle dünyayı yönetebilirsiniz” fikri, “kaliteli yönetim”le, TKY’nin uygulandığı alanlardaki çelişkilerin ve risklerin en aza indirilmesini, takım ruhu ile, emek ve sermaye kesimlerince “ortak yürütülecek bir çalışmayla çözülebilir” olarak propaganda edilir. Devlet-sermaye-“halk” kesimleri ve bunlara ait kurum ve örgütler arasında bir sac ayağının yönetiminde tüm faaliyetlerin yürütülebileceği bir “mükemmeliyet yönetimi” varsayımıyla hareket edilir. (Bu varsayım, kapitalist sistemde, sosyalist bir örgütlenme modelinin yürütülebileceği kadar saçma bir savdır.) Ama, yönetimin merkezileştiği bir marka politikasıyla da, TKY kuralları ve yasaları, tekeller tarafından altı kalın çizgilerle çizilerek sıkıca saptanmıştır.
Türkiye’de 1983-93 yılları arasında, 10 yıllık bilim ve teknoloji politikalarının, ve ideolojik alanda yürütülen çalışmaların sonucunda, “Devlette Kalite” vizyonu ile kamuoyu oluşturmaya yönelik propagandanın ana teması, “kalite”dir. Kalite uygulamalarında 10 yıllık süreler baz alınır. ‘93-2003, 2003-2013-2023 gibi programlar yapılır. Eğitim stratejileri çizilir.
“Strateji”, günümüz kavramları arasında en çok kullanıma giren ve kalite tekniği içinde, “kaynağını kendin yarat” prensibine aracılık eden bir tanımlama olarak ele alınır. Eğitim içinde ve eğitimi hedef alan politikaların ana temasını oluşturan bir kavram olarak da, tüm üretim içinde “kaynakların verimli kullanımı” adı altındaki bir yönelişin hedefi olarak karşımıza çıkar.
Kalite kelimesi, TKY uygulamalarının başladığı ’90 yılında Türkiye’nin gündemine sokulmadı, işletme bazında kaldı; ancak ’94 DTÖ anlaşmaları sonunda, “devlette kalite” ve “kalite her şeydir”, “kaliteye yolculuk” kavramları altında yaygın propagandası başlatıldı. TKY argümanı olarak, bu tarihten itibaren her şeye eklenen “kalite” kelimesinin “mucizesi”, girilen her alanda olumlanan bir ikna kabiliyetine sahip olmasıdır. Örneğin, “kaliteli bir eğitimi, kaliteli bir sağlık hizmetini, kaliteli ulaşım veya telefon, posta hizmetlerini, kamu idareleri veya kamu kurumları verememektedir”. Devletin görevi olan tüm hizmetler “kaliteli bir yönetim”e kavuşturularak (özelleştirilerek ve esnetilerek), daha “kaliteli ve verimli” bir hizmeti sunabilecek işletmecilik modelini “TKY ile sağlamak mümkündür” imajı yayılmaya başladı. Ürünün kalitesinin standartlarının uluslararası pazar koşullarına uygun hale getirilmesinin koşullarını, ürün kriterleri, üretim kriterleri ile birlikte ele alınan üretim tekniğinin yönetim modeli oluşturacaktı. (Tabii bu kaliteyi de ancak, uluslararası tekellerin örgütleri ve tekellerin stratejileri sağlayabilir olmalıydı!)
“Halkın, kaliteli ürünlere ve hizmete layık olduğu” biçimindeki propaganda tüm kamu kurumlarında eğitimlerle işlenir. Devlet dairelerinde, kurumlarında, “devlet don üretir mi?”, “devlet sigara veya içki üretmemeli” vb. gibi mal üretimine ilişkin propagandanın yanı sıra, “devlet bürokrasisi eğitim, sağlık, sosyal güvenlik, sanat, kültür vb. gibi alanlara yatırımları siyasi çevrelerine peşkeş çekiyor ve kalitesini düşürüyor ya da yolsuzluk yapıyor vb.” gibi söylemlerle, “devlet işletmeciliği, kaynak israfını ve verimsizliği artıran işletmeler” olarak tanımlanarak, devlet işletmeciliği ve kamu kurum ve kuruluşları, toplam kalite yönetiminin etkisine devredilmeye başlar. Her kurum ve işletmede vizyona giren “kalite” fikri, sadece kalite eğitimleri çerçevesinde değil, aynı zamanda, devlet üst-bürokrasisinin günlük propagandalarıyla da tüm halkın ikna edildiği bir süreçten sonra, kalite yönetimi pratiğe geçirilir.
Ülkemizde ve tüm dünya ülkelerinde eşzamanlı yürütülen bir propagandif çalışma, sadece devlet kurumlarında değil, özel işletmelerde de, ‘90-‘94 yıllarından itibaren devreye sokulur.
Belediye hizmetlerinde kalite yönetimi, sağlık, eğitim, sosyal güvenlik, tarım ve sanayi politikalarına uygulandığından biraz daha farklı olarak, “halk konseyleri” oluşumu içinde yürütülen çeşitli faaliyetlerle birlikte ele alınmaktadır. Üniversitelerde ve okullarda eğitim, kalite yönetimi ve OGEP projesi çerçevesinde, “eğitim bölgelerinin oluşturulması” ile, “norm kadro” politikasıyla, ‘90-’92 yıllarından bu yana geliştirilen “bilim ve teknoloji politikaları”na uygun örgütlenme modeliyle sürdürülmektedir.
Enerji, su ve telekomünikasyon politikalarının da, kalite yönetimi açısından, zorunlu olarak, yeniden oluşturulması gerektiği fikri, bu sektörlere ilişkin projelerin sayısız artışıyla ortaya çıkar. Kalite teknolojisi ve bu teknolojiye ilişkin yönetim şekli, hemen her sektörde, her kurumda, projelerle başlayan, prosedürlerle sürdürülen bir sürekli eğitimi gerektirir. Plan ve proje safhası, ISO-9001 veya 2001 standardına uygun olarak yürütüldüğü için, “projeci yönetim” de denebilir.

Kalite yönetimi, ideolojik-politik yanı ağır basan ekonomik bir saldırının metodolojisidir. Bu saldırı, tüm insanlığa ve özel olarak emekçilere yöneliktir. Tekniği ise, esnek üretim ve yönetim olarak, esnekleştirme politikasıdır. Kalite teknolojisi, kavram olarak, kaliteli bir teknolojik gelişim gibi algılanması istenen, ama, kullanıldığı anlamından çok farklı bir argüman olarak işlev görür; kitlelere, haklara ve özgürlüklere saldırı amacı taşır. Kullanım amacı ile yaydığı düşünsel anlam arasındaki fark, bu yöntemlerin masumiyetine toplumu ikna etmek içindir. Dolayısıyla, halklar ve emekçiler karşısında tehlikeli içeriğini saklayabilir ve daha kolay nüfuz edebilir. 
Bu saldırı, işçi ve emekçi sınıflara olduğu kadar, bağımsızlık ve özgürlük isteyen halklara da karşıdır. Toplumsal devrimleri önleyici tedbirler ve kuşatma politikasıyla, sosyalizme karşı önlem politikalarıdır. Ama genel kabul gören algılama, sadece “işletmeye ilişkin yöntemler” olduğu varsayımıyla hareket edilmesi gibi, kabul edilebilirliğine ilişkin yanılgıdır.
Toplam Kalite Yönetiminin, sadece işyerlerine, kamu kurumlarına uygulanan bir yöntem olduğu imajı yaratılır. Bu imajı yaratan, TKY’nin ideologlarının, özellikle, “işletme yönetimi ile ilgili alanlarda kullanılır” olduğu söylemi kadar, işletmelerde veya kullanım alanı içindeki politikalarında, kapitalist sistemle ilgisinin olmadığı, hatta, “her sistemde kullanılabilir” olduğu tezleri üzerinden geliştirilen demagojik söylemdir. Böylece, TKY “sınıflar üstü veya siyasetler üstü” bir görünüme bürünür. Ekonomik olduğu kadar ideolojik ve politik bir yönteme ilişkin olduğu yeterince algılanmaması için özel gayret gösterilir. Çünkü her alanda, özellikle sosyal ve siyasal faaliyetler alanında yaygınlaşması, sistemle ilişkisinin kurulamaması üzerine oturur. Yararlı bir metodoloji olduğunun özellikle demokrat ve devrimci çevreler tarafından benimsenmesi ve kaliteye toplumun ikna edilmesinin dayanağı, burasıdır. “Kalite politikası kişilerden ve kurumlardan bağımsız, her koşulda uygulanabilir bir yöntemdir”, “kim tarafından kullanılırsa onun işine yarar” demagojisi, dönemsel mücadelenin ayaklarını yerden kesmeye ve tartışılmaz bir idol olarak kaliteyi kabullendirmeye yönelik bir aldatmaca işlevi görür. Oysa, kitle mücadelesinin temelinde yatan “birlik ve dayanışma” kavramlarının çok sıkça kullanıldığı kalite terminolojilerinin içeriğiyle, birlik ve dayanışmanın parçalanıp dağıtılması hedef ve uygulaması, küçümsenmeyecek zararlara neden olmakta; kitle örgütlerinin temelini sarsan ideolojik yanılsamalarıyla deformasyona uğratıcı yanının önemsenmediği tavırlara yol açmaktadır.
Bu nedenle TKY’nin hangi koşullarda doğduğu ve nasıl bir ekonomi-politikası olduğuna değinmek yararlı olur.

“TKY, hangi dönemin ürünüdür? Hangi koşullarda ortaya çıkmış bir yönetim şeklidir?” sorularının yanıtı, kalite yönetimine ilişkin gerçek bir değerlendirme yapmanın önünü açar.
2. Savaş’tan galip çıkan ve dünya emperyalizmini yeniden örgütleme gayretine giren ABD, Pentagon’un siparişi ile Massachuset Teknoloji Enstitüsü(MIT)’ne, Dr. Deming başkanlığında özel bir birim kurdurur. Dr Deming ve ekibi, TKY’nin plan ve  projesini, ideolojisi ile birlikte yönetimini de kapsayan bir metot üzerinde çalışma yürütür. Savaşın ardından dünya egemenliğine soyunan ABD, “Japonya’nın yeniden inşası ve endüstriyel gelişimine destek olacağı”nı iddia ederek, TKY’nin ilk denemelerini bu ülke üstünde yapar. Çünkü, Japonya, etrafındaki 6-7 ülkenin pazarlarına el atmış yayılmacı bir politikanın merkezi durumundadır. Ama aynı zamanda, karşı konulmaz olarak gördüğü güce boyun eğmede mistik ve inançlı bir toplumsal yapıya sahiptir. Pentagon uzmanlarından Dr Deming, ekibiyle, kalite eğitimlerinde, Japon halkının bu mistik duygularına hitap eder. Ve “kaliteye iman” ettirir. Bu nedenle, bizde de kalite yönetimine geçmek, “kaliteye inanmak”tan geçer. Kalite teknolojisinin denemeleri, çip teknolojisi ve bilgisayarlı makinelerde kullanılan alet ve edevat ile yapılan üretimin, uluslararası taşımada kolaylık sağlayacak bir üretim teknolojisi olan esnek üretim teknolojisine göre uyarlanması, yeniden inşa sürecine giren bir ülkede çok kolay olmuştur.
1950-60 yılları arası 10 yıllık süreç, Japonya’da, bu teknolojinin gelişmesi açısından gerekli sürecin 10 yıl olduğu fikrini pekiştiren bir deneme sürecidir. ’60’lı yıllardan sonra, Japonya, “dünyaya kaliteyi öğreten ülke” olarak propaganda edilir. Burada, “kaliteyi biz öğretiyoruz” fikri yerine, “Japonlar öğretiyor”u geçirmenin amacı, ABD’nin çok amaçlı kullanımıyla ilgili bir hedef şaşırtmadır. “Japonya dünyaya kaliteyi nasıl öğretecektir?” sorusu, “dünya pazarlarına çip teknolojisi ile hakim olarak” diye cevaplanabilir. Japon oyuncakları ve pilleri, elektronik ve makine sanayiindeki kalite teknolojisinin ana ve ara ürünleri olarak pazarlara sokulurken, çok ucuza mal edilmiş ürünler olarak, hem ideolojik hem de ekonomik yayılmanın aracını oluşturur. Tayland, Filipinler, Kamboçya, Yeni Gine vb. gibi Pasifik’in diğer ülkelerinde de, esnek üretim ve kalite eğitimlerinin projeksiyonuyla geliştirilen TKY ile egemenlik kuran ABD, diğer ülkelere ve Avrupa ülkelerine aynı eğitimlerle giremeyeceğini görür. Çünkü, çip teknolojisi ve bilgisayarlı büyük makineler, sosyalizmle bağlantılı olarak Doğu Avrupa devletlerinde kullanıma daha önce girmiştir. Ardı sıra, Almanya ve Hollanda’da geliştirilen bilgisayarlı makine teknolojisi ile birlikte (ki, Fordizm’den hatırlanacağı gibi, büyük üretim teknolojisinde de bilgisayarlı makineler kullanılmaya başlandığında), bu ülkeler, Keynezyen politikaları tercih eder. TKY ideolojisi ve metodolojisinin ikna kabiliyeti ve gücü, sosyalizm bağlantılı Doğu Avrupa devletlerinden ve Sovyet teknolojisinden etkilenen Avrupa’nın kapitalist ülke halklarını yanıltmaya yetmeyecektir. Çünkü Sovyet modelinde, işletmeler arası planlanmış birliğin, tekelleşmenin devlet eliyle yürütülen ağ teknolojisinin SSCB’de daha etkin kullanıma girerek, ABD’den daha üstün bir ekonomik gelişme kaydettiği görülür. Ayrıca hâlâ sosyalist ideoloji, kapitalist devletlerin halklarını etkisi altına almaktadır.
Dönemin politikalarını belirleyen Avrupa’daki savaşın yıkıcı etkisidir.
2. Savaşta, kapitalizmin kurtarıcısı rolüyle Kıt’a Avrupa’sına gelen ABD orduları, Kızıl Ordu’nun ilerleyişini durduramamıştır. Ve, ABD, savaştan en çok yara alan Almanya’ya ekonomik yardım yapsa bile, Japonya’da uyguladığı ekonomi-politikayı uygulama olanağı yoktur. Diğer Avrupa devletlerine “yardıma” yetecek politik gücü de kalmamıştır. Avrupa orduları da, önce Amerikan ordusuna, arkasından da Kızıl Ordu’ya yenik düşerek, boyun eğmiş durumdadır. Sosyalist “tehdit” karşısında, Avrupa devletlerinin TKY esnekliğini uygulama şansları yoktur. Sosyalizmin sonra sosyal-emperyalizmin askeri gücü, diğer devletlerin politikalarını etkiler durumdadır. Tüm dünyada ’50-90 arası, bu nedenle, Avrupa’da Keynezyen denge teorilerinin, sosyal ekonomi-politikaların uygulanmaya geçirildiği dönem olarak bilinir. Kapitalist devletler, “ulusal bağımsızlık ve özgürlük” fikrini öne çıkarıp işçi ve emekçilerine de kârlarından tavizler vererek, sosyal politikaları tercih ederler. Sadece Avrupa’da değil, tüm dünyada, benzer sosyal politikalar tercih edilir. Çünkü, sosyalizm tehdidi altındaki bir kapitalist dünyanın başka türlü ayakta kalma şansı yoktur. Ama kapitalistler, sosyal devletin yüklerinden kurtulma faaliyetlerinden bir an bile geri durmamaktadır ve ’70 krizi sonrasında, SSCB’de önemli değişikliklerin gündeme gelmesiyle birlikte, kapitalizmin de, dizginlerinden boşanmış halde icra dönemine geçmeye başladığı görülür. Yeni liberasyon politikaları, esnek üretime yol açan düzenlemelerle, “özgürleşme” olarak, mali ve ekonomik alanlarda adımlarını atmaya başlar.
Bu yıllar, kapitalizm ile sosyalizm arasındaki “soğuk savaş” yılları olarak tarihe geçer.
Bu tarihsel süreci göz önüne almadan, TKY’nin amaçları ile söylemi arasındaki anlam farkını değerlendirebilmek kolay değildir. Kapitalizm ile sosyalizm arasındaki savaş, şimdi, ideolojik platformda gizli-açık, yine aynı hızda, ama TKY’nin kavramlarıyla ve teknolojisi ile işçi sınıfı arasında sürmektedir.
Burada, bazı ekonomistlerin, esnek üretimin çok öncelerde de uygulanan bir yöntem olduğu ve TKY ile bir ilgisinin olmadığı iddialarına değinmek gerekir. Esnek üretim, gerçekten de, ilkel bir üretim döneminde olduğu kadar, kapitalizmin Keynezyen politikalar dönemine ait ekonomiler içinde de, kısmen veya kendine özgü bir model olarak, eskiden de varolan bir ilişki biçimidir. Ama, 1950 sonrası Japonya’da uygulanan esnek üretimle, yani,  TKY’ne ilişkin kalite teknolojisinin, yeniden emperyalist kapitalizmin hizmetine soktuğu esneklik ile, ilkel üretimdeki esneklik arasındaki ayrımın fikren ortadan kaldırılması, kalite yönetimini aklamaya yönelik bir iddia olmaktan öteye geçmez. Bu teorisyenlere göre, TKY mükemmel bir teoridir, ama yeterince anlaşılamadığı ve kötü uygulandığı için olumsuzluklara da neden olmaktadır. Özellikle sendika uzmanları tarafından savunulan ve sendikal örgütlülüğe darbe vuran bu iddialar, kalite yönetiminin gerçek yüzünü açığa vurur. Dolayısıyla kapitalistlerin, ’50 sonrası Doğu Asya’da başlattıkları ve ’90 sonrası tüm ülkelerde piyasaya sürdükleri esneklik teknolojisine dayanan ekonomik model ile, ilkel üretimdeki esnek üretimin kapsam ve metodolojisi arasında önemli farklılıklar vardır. İlki tüm sosyal ve siyasal hakların gaspına yol açan bir metodolojiyken, öncelleri, genele ilişkin değil, özgül örnekler olarak uygulama alanı bulurlar ve etkisi çevresiyle sınırlıdır. Öte yandan, TKY ile esnekleştirilen pazarlara, emperyalizmin tekelleşme sürecine özgü değillerdir, uluslararası esnek üretimin örgütlenme modeli olarak işlev görmezler.

‘TEKNOLOJİ’DEN NE ANLAMALIYIZ?
Burada, “kalite teknolojisi” kapsamında kullanılan “teknoloji” kavramı ile güncelde kullandığımız “teknoloji” tanımı arasındaki farka da dikkat çekmek gerekir. “Kalite teknolojisi”, bir yenilik olarak sunulan, eski teknolojileri (ilkel, köleci, feodal, kapitalist dönemlere ilişkin) ve çağın en yeni (sosyalist) teknolojisiyle birleştirmeye çalışan, eklektik yanının üstünü örten ve ilerici bir teknoloji olarak kabul görmesini sağlayıcı bir yanılgı amaçlıdır. Oysa, toplumsal gelişimi ilerleten, bu anlamda ilerici içerik taşıyan “teknolojik yenilik”, gerçek anlamıyla, toplumsal mücadeleler tarihinin, toplumların ekonomik ve sosyal yaşamlarında ilerleme yaratan bilgi ve teknik bulguların, bunların uygulama yöntemlerinin genelleşmesi ve toplumda  kültürel bir birikim yaratacak etkisi içinde ele alınması gerekir. “Kaliteye” ve “kalite teknolojisi”ne yüklenen misyonun önemi ise, kitlelerin yanıltılmasına yönelik politik amacın örtülmesine hizmette saklanır. Teknolojinin, “kalite teknolojisi” olarak, anlamını çarpıttığı “teknoloji” kavramı ile, sınıflar üstü ve siyasetten, toplumsal gelişim koşullarından ve toplumların ideolojik şekillenmesinden tümüyle ayrı, sadece “teknik bir gelişim” gibi, sosyal gelişime etkilerinden koparılarak, algılanması istenir. Üretim güçlerinin ve kurumlarının, bunlara ait mal varlıklarının gasp edilmesini amaçlayan bu “teknoloji”nin, tarihsel birikim içinde şekillenen teknolojilerin eklektik toplamı olarak kullanımı, gericiliğin gözden kaçırılmasına hizmet eder. Ve gasp politikasının aracı olan bir teknolojinin, sadece tekellerin çıkarlarına göre üretilmiş bir metodoloji oluşu ve kitleler ve emekçiler açısından taşıdığı gericiliği, ona “teknolojik bir yenilik olma” özelliği vermez. Bu açıdan bakıldığında, TKY ve “esnek üretim teknolojisi”, daha çok politik bir yaptırım ve baskı aracı olarak kullanılan yöntemlerdir.
Kalite teknolojisinin her alanda yayılması için özel gayret gösterilir ve devasa yatırımlar yapılır. Örneğin, ABD tarafından, veya IMF ve DB’nca  Türkiye’ye verilen ve verilecek kredilerin tek bir koşulu vardır: bu politikayı (“teknolojiyi”) geliştirici yatırımlar yapma. Ki,  her okula ve kamu kurumuna bilgisayar ve “bilgisayarlı eğitime geçme”, “bilgisayarlı otomasyon teknolojisini kullanıma sokma”, “kalite teknolojisi”nin yaygın kullanımı ve “reel bir teknolojiye dönüşüm”ü için gereklidir. “Reel bir teknolojiye geçileceği” iddiası da, sanal olmaktan öte, siyasal bir yaptırımı içerir. TKY, “bilim ve teknoloji politikaları” açısından da,  her alanda uygulamaya sokulması gereken bir “teknolojik yenilik” olarak sunulur, ama, doğal ve  toplumsal yaşama uygun olup olmadığı tartışılmaz. “Bilgisayar kullanımının yaygınlaşması, herkesin bilgiye ulaşmada özgür olacağı” bir olanak olarak propaganda edilir. Oysa bilgisayar teknolojisinin, bu tür kullanımla, sadece tekellerin merkezileştirmek üzere düzenlediği yeni ekonomi-politikaların işine yarayacağı tartışılmaz. Kendi kültürünü yaratması açısından sadece uluslararası tekellere sunulan olanakların, toplumlar tarafından genel bir kabul görmesi beklenmektedir. Ardından işçi ve emekçi sınıflar açısından katmerli bir bağımlılık ve emek sömürüsü artışının sökün edeceği göz ardı edilir. “Esnek üretim teknolojisi”, toplumların gelişim sürecini geriye itmek ve gelişimini engellemek üzerine geliştirildiği gibi, toplumlar tarafından genel kabul görüp görmeyeceği, daha çok sınıf mücadelesine bağlı olacaktır. Ama, sınıf mücadelesinin engellenmesinin de bir aracı olarak dünya piyasalarına giren bu “teknoloji”,  tekelci egemenliğin pekiştiricisidir.
Bu üretimi yönetecek Kalite Yönetimi, “siyasette kalite” kavramıyla, devlet görevlerine müdahaleye yönelirken, “devletin küçültülmesi” amacıyla “devlette kalite” hareketi başlatıldı.
1980’lerden itibaren, emperyalistlere göre, dünyada artık “sosyalizmin modası” geçmiş, “eskisi kadar tehlike olmaktan çıkmış”tı. Sosyalist hareketler, “terörist hareketler” olarak lanse edildi,  kriminalleştirildi. Aslında SSCB öncesi de, sosyalistlere terörist, anarşist damgası vuruluyordu, ama devrimci yükseliş karşısında bunun pek anlamı yoktu. Rüzgarlar, devrimden yana esiyordu. Ama ’90 sonrası kapsamı genişletilerek, kalite sisteminin örgüsüne karşı veya bu yönetime –genelde emperyalist kapitalizme– muhalif her hareket, “terör” kapsamına alındı. Bu arada, emperyalizme karşı çıkan, ama kalite yönetimine karşı olmayan herkes, “aklanmayı hak etmiş” sayıldı. Kaliteye karşı çıkan herkes, “çağ dışı” ve “teknolojik yeniliklerin düşmanı” ilan edilerek, ABD’nin Kriminal Olaylar Enstitüsü’nün denetimine alınmaya başladı. Kriz Önleme Merkezleri ve risk yönetimi, sadece ekonomik krizle ilgili değil, daha çok sosyal mücadelelere karşı önlemler alan merkezler olarak yönlendirildi.
.
.KALİTE İDEOLOJİSİ İÇİNDE KALİTE EĞİTİMİ
Tekellerin, ’90 sonrası, dünya gündemine soktukları bu yönetim teknolojisini, rahatça uygulamaya geçebildikleri söylenemez. SSCB’nin de, tümüyle kapitalizme geçtiği 1989 sonrası, TKY her ülkede öncelikle ideolojik saldırı başlattı. Bu saldırı özetle iki yönlüdür.
1- Kalite ideolojisi ile, fikri gelişime müdahale eden yöntemleriyle ideolojik saldırı
2- TKY örgütlenmesi olan esnek üretim ve toplumsal yaşamın esnetilmesi olarak ekonomik-sosyal alanda saldırı
Her iki yönüyle de, bu saldırı, emeğe, emeğin kültürel birikimine, sosyal ve siyasal gelişimine karşı, eş zamanlı başlatıldı.
TKY ideolojik ve politik yaptırımını, kalite eğitimleriyle yürütür. Bu nedenle “kalite eğitimi”, uygulanan politikaların en önemli alanıdır.
Kalite eğitimi, “kaliteli ürün” ve “kaliteli üretim” açısından uygulanan yöntemlerin, “kitlelerin ikna edilmesi”ne ilişkin yürütülen çeşitli faaliyetleri kapsar. Deming Öğretisi içinde de yer alan en önemli kurallardan biri “eğitim”dir. Deming şöyle demektedir: “İnsanlara zorla bir şeyi yaptıramazsınız. Onlara kaliteyi öğretin ve ikna metodu kullanın.” Kalite, öğrenilmeden, herkes ikna olmadan uygulanamaz, o halde, her kesim, eğitimden geçirilmelidir!
Kalite eğitimi, toplumun her kesimi için öğrenilmesi gereken metodlar ve kuralları içerir. İlkönce her şey, “in” ve “out” olarak ikiye ayrılır. Kalite yönetimine uygun olan her şey, fikirler dahil, ”in” olarak, kabul edilebilir, bu yönelişe uygun olmayan her şey de “out” olarak, “kabul edilemez” değerlendirilmesi yapılır, kriterler buna göre saptanır.
Okulcu eğitim
Kalite eğitimi, okulcu eğitimle, üniversitelerde, okullarda, kamu kurumlarında, özel işletmelerde, sendikalarda, çeşitli meslek örgütlerinde, devlet dairelerinde vb. toplantı ve çeşitli etkinlikler olarak yürütülen bir dizi mesleki ve teknik eğitim içinde verilir.  
Yaygın eğitim ise, kamuoyuna yönelik propagandalar biçiminde, radyo, TV, gazete, ilan ve reklam panoları vb. kullanılarak yapılan reklamcı eğitimdir.
Okulcu eğitim, kalite yönetiminin “dünyayı algılama ve değiştirme”, yeniden düzenleme amacında olduğu, bunun da kapitalist ve sosyalist “dikta rejimlerine ihtiyaç göstermeyen” bir “demokratik değişim modeli” içinde gelişebileceğine dair tezlerinin okutulduğu eğitimlerdir. Oysa kuşkusuz, en demokratik burjuva devletinin kendisi bir diktatörlüktür, burjuva sistem diktatörlüğe dayanmadan kendisini sürdüremez.
Marksizm “dünyayı değiştirme” görevinin, işçi sınıfına ait olduğunu söyler. Ama kalite ideologlarına göre, Marksizm eskimiştir ve yeni bir teori geliştiren Deming kurallarıyla, dünyayı yeniden bir düzene koymaktadır. Bu düzen, “özgür-eşit-demokrat bireylerden oluşan toplumun,  gönüllü olarak katıldığı ve kabul ettiği kurallara göre, üstün bir teknoloji yöntemi ile kurulacaktır.” Ve sınıflar arası çatışmalarla ve krizlerin olmayacağı bir “refah toplumuna ulaşmak için”, dünyaya açılmak ve “bireysel yeteneklerini sürekli geliştiren, uyumlu çalışma yürüten insan olmak” gerektir. “Çağa ayak uyduran, teknolojik yeniliklere açık, performansını hem fikri hem de kol gücü olarak sürekli artıran, başarılı, katılımcı, yetenekli ve uyumlu, kendiyle barışık bireylerden oluşan bir toplumun hiçbir sorunu olmayacaktır. İş yaşamında olduğu gibi, sosyal yaşamda da mutluluğu yakalamanın koşulu bunlardır.”
“Teknolojinin nimetlerinden yararlanma herkesin hakkıdır. Bu nimetlerle, bilgiye ulaşabilir, dünyayı gezebilir, maddi ve manevi olarak güçlü bir birey olabilir, hatta patrona bile yol gösterebilir” olmak mümkündür.
Okulcu eğitim içinde söylenenler, yapılan propagandanın dönemsel türevleri ve biçimleri, eğitimin yapıldığı alanlara göre çeşitlilik gösterebilir. Örneğin, kamu işletmelerinde “kamu yönetiminin hantallığı, verimsizliği, kaynak israfı, fazla istihdam vb.” söylemleriyle, “üretiminin de kalitesiz olduğu, kaliteli ve verimli bir yönetime geçilmesinin zorunluluğu” anlatılabilir. Ya da örneğin; “devletin yapısal olarak, eski yöntemlerle, gereksiz  ve çağdışı bir yönetimle yürütüldüğü, denetimin sağlanamadığı ve yolsuzlukların nedeni olduğu, sanayi ve tarıma, hatta kamu hizmetlerine ayrılan devlet harcamalarının artık gereksiz olduğu” vb. üzerinden yürünür. Veya sendika ve meslek örgütlerinde standart teknik eğitim türünden çeşitli eğitimler yapılabilir. Ama hepsinin ortak kurallar zinciri içinde ve birbirini tamamlayan konularda, eşgüdümlü bir sisteme göre yapıldığı görülür. Bu sisteme ait kuralların veya eğitimin standardını belirleyen yöntemlerin, Dr. Deming’in Öğretisi’nden türetildiği  görebiliriz.
TKY’nin babası olarak bilinen Dr.Deming’in 14 temel kuralı şunlardır:
1- Ürün ve servislerde iyileştirme amacını sürekli kılın. (Sürekli iyileştirme, birim alandan alınacak ürün miktarının artırılması için toprağın, tohumun ve üretim yöntemlerinin geliştirilmesi çalışmalarıdır.)
2- Yeni bir yönetim felsefesini uygulamaya koyun. (Günümüzde beklenen hata, gecikme, kabul edilebilir hata gibi kavramlara yer kalmamıştır. Her şeyin daha iyisini yapma olanağı vardır.)
3- Kalitenin sağlanması için denetimlere güvenmeyin. (Kalite kontrol edilemez. Üretilir. Sonuçlara bakmak hiçbir anlam ifade etmez.)
4- İşinizdeki başarıyı sadece fiyatlara göre değerlendirme alışkanlığınızdan vazgeçin.(Fiyatı en ucuz malın maliyeti en ucuz olmayabilir. Kalite kavramı ile birleştirilmemiş fiyat bilgileri anlamsızdır.)
5- Sürekli iyileştirmeyi tüm süreçlerinize yayın ve devamlılığını sağlayın.
6- Eğitimi kurumlaştırın! (Yeterli eğitim programları ile desteklenmeyen projelerin başarı şansı yoktur.)
7- Liderlik mekanizması oluşturun. (Liderlik yönetimin doğal işidir. Yargılayıcı değil, yapıcı, eğitici yaklaşımlar önemlidir.)
8- Korku engelini yok edin. (Doğruların konuşulması engellenmemeli, çalışanların yaratıcılığı desteklenmelidir.)
9- Çeşitli birimler ve yönetim arasındaki engelleri yok edin. (Birimler arasında hedefler açısından çelişkiler olmamalı, disiplinli takım çalışmaları desteklenmelidir.)
10- Çalışanları zorlamaktan, onlara sloganlar ve nümerik hedefler vermekten vazgeçin. (Hedef “sıfır” hatadır ve hataların büyük miktarı yönetimden kaynaklanır. Bırakın çalışanlar kendi sloganlarını, hedeflerini belirlesin.)
11- İşyerlerine özgü nümerik hedef ve kotaları yok edin. Kişileri bu kotalara göre değerlendirmeyin. (Kalite ile birlikte değerlendirilmedikçe, miktarlar anlamsızdır. Önce kalite felsefesi egemen kılınmalıdır.)
12- Çalışanların işlerinden gurur duymalarını önleyecek engelleri yok edin. (Hızlı değil, doğru çalışmak, rekabet değil işbirliği anlayışı yerleştirilmelidir. Çoğu zaman yanlış yönetim, hatalı teçhizat ya da malzeme iyi performansı engeller.)
13- Kişiye yönelik eğitim çalışmalarını destekleyin. (En iyi yatırım, insana yapılan yatırımdır. Çalışanlar özellikle takım çalışması ve istatistik teknikleri eğitimi almalıdır.)
14- Dönüşümü gerçekleştirecek somut işleri yapın. (Değişim de bir süreçtir.)
İdeolojik yanılsama yaratma hedefi belirgindir. Örneğin, çalışanlarla ilgili 10. kural, sınıfsız ya da tamamen demokratik bir toplumda ancak uygulanabilir. Günümüz pratiğinde ise, kaliteye ait hedef ve sloganlar zorla ezberletilir. Ezberlemeyenler, hatta eğitimlere girmek istemeyenler işten atılır. Hatalar ise, işçinin hatası olarak, işten atılma, mesaiye bırakılma, para cezası veya günlük ücretlerinin kesilmesi gibi yaptırımlara bağlanmıştır. Yönetime hatasını söylemek, hangi işçinin haddine düşmüştür!
Uygulamada 12. kuralın tam tersi geçerlidir. Örneğin kısımları arasında “müşteri ilişkisi” geliştiren ve kısımları ve işletmeleri birbiriyle şiddetli bir rekabete sokan bir teknoloji olan TKY ve esnek çalışmanın, bu söylemle hiçbir ilgisi yoktur. Söylem, sanki sosyalist bir yöntem tarifi yapar, emperyalist kapitalist sistemin kaçınılmaz rekabet unsurunu ret eder. Ama teorisyen Deming’in bu farkı bilmeyip yanılgıya düştüğüne inanamayız. Günümüz kalite teorisyenleri de böyle bir gönüllü yanılgı ya da çarpıtıcılığı sürdürmektedirler.
Türkiye’ye TKY, ilk önce Sabancı ve Koç’a ait işletmelerde, kalite eğitimleriyle uygulamaya girmiştir. Ardından kalite uygulamaları ve eğitimleri, diğer metal ve petro-kimya işletmelerine girerken zorlanmış, işçi sınıfının direnişi ile karşılaşmıştır. Çünkü “kalite eğitimi”ne girmek, ardı sıra gelecek esnek çalışmayı, yani işten tazminatsız ve kolayca atılmayı, aşırı çalıştırılmayı, ücretsiz izinler ve “0” zam dayatmalarını, düzensiz fazla mesaileri, pazar çalıştırılmalarını, vs. vs kabul etmekle eş anlamlıdır. Bu nedenle, metal ve kimya işletmelerinden bir kısım işçiler, gruplar halinde Japonya’ya eğitime götürülerek ikna edilmeye çalışılmıştır. Ama döndüklerinde önlerindeki tehlikeyi arkadaşlarına anlatmalarıyla, eğitim, hedefinden şaşarak ters tepmiştir.
’90’lı yılların başında özel sektörde ve metal fabrikalarında başlayan “kalite eğitim”lerine girmek istemeyen işçilere, patronlar “ya eğitim, ya kapı” gibi çok açık iki seçenek tanımıştır. En geri sendikal örgütlülüğe sahip işyerlerinde bile, işçilerden çoğu kapıyı tercih etmiştir. Örneğin Arçelik’te ilk kalite eğitimine karşı işçi sınıfının tepkisi sert olmuş, Türk Metal gibi bir sendika bile, bu direnişi kıramamıştır. Bir yıldan fazla süren direnişler, geniş kapsamlı işçi tenkisatıyla, zorla kırılabilmiştir.( ’92-93) Ama, DİSK- Birleşik Metal-İş Sendikası’nın “sosyalist!” yönetici ve uzmanları, patronlara yardımcı rol oynayarak, işçi direnişlerinin kırılması yönünde, önemli rol oynamışlardır. İkna edici sendika eğitimleriyle, uzlaşmacı yollardan, işçilerin kalite eğitimlerine boyun eğdirilmesine aracılık etmişlerdir. Kocaeli’nde Brissa, Chrysler, Makine Takım Endüstrisi, Çolakoğlu, Omtaş, Kroman, vb. bir dizi işletmenin metal işçisi, “bu oyunu, bozmakta başarısız kaldıklarını” söylerken, “sendikalarının oyununa geldiklerini” de itiraf ederler. Kalite eğitimi, bu anlamıyla, işçiyi işçiye, işçiyi sendikacıya kırdırma konusunda ustaca oynanan bir oyundur ve “konusunda eğitilmiş” uzmanlarca verilmektedir.
Kalite eğitimlerinin işyerlerinde yaygınlık kazanması amaçlı eğitimler, böylece sendika temsilcilerinin gayretleriyle, lüks otellerde ve turistik bölgelerde, eşleriyle çocuklarının modern bir yaşama alıştırıldığı mekanlarda verilir. Bu açıdan sendikaların eğitim merkezleri, kalite eğitimleriyle birlikte, TKY’nin sınıfsal birliği bozan yöntemlerinin geliştirildiği şer yuvaları haline getirilmiştir.
Sendikasız KOBİ işyerlerinde ise, işçi sınıfının, örgütsüzlük ve yer değiştirmenin sürekli olduğu çalışma koşullarında, kalite eğitimlerine fazla direnecek olanağı yoktur. Yine de gizli bir direniş söz konusudur. Örneğin, işletme kültürü, marka kültürü olarak verilen eğitimlerde, “ulusal bir vatandaşlık kimliği” yerine, “dünyaya açılan bir dünya vatandaşlığı kimliği” eline tutuşturulan işçi, bunu önemsemese de yırtıp atamaz, ama gönüllü bir sahiplenmeyi de kabul etmez.
İşyerlerinde kalite eğitimi, iki türde, motivasyon ve adaptasyon eğitimleri olarak yapılır.
Motivasyon eğitimleri, yönetici kadrolar için ve ayrıca tüm işçiler için yapılır. Adaptasyon eğitimi ise, işçi giriş-çıkışlarının çok sık olması nedeniyle yeni gelen işçilere düzenli verilir. Motivasyon eğitimlerinin konusu, ISO standartlarındaki prosedürlere uygun ve adım adım yürütülen faaliyetin tanıtımıdır. Bu faaliyetlerin veya yöntemlere ilişkin iş kurallarının işletme veya kurumlarda “demokratik bir yönetim”le uygulanacağı ve “yönetime işçilerin de katılacağı” söylemiyle kaliteye inanç pekiştirilerek, “işyerine, işçinin kendi işi olarak bakması” gibi esnek çalışmaya ve azami verimlilik içinde çalışmaya “alıştırma” motivasyonu verilir. “İşyerinin ayakta kalması ve uluslararası pazarlara entegre olabilmesi” için işçiden azami “fedakarlık” istenir ve “iş varsa çalışacağı, yoksa gönüllü olarak işten ayrılacağı veya ücretsiz izni kabul edeceğini” belgeleyen sözleşme metinleri imzalattırılır. Bu metinlerde, “sendikaya üye olmayacağı, çalışma koşullarına göre yürütülen düzeni bozmayacağı” türünden hükümler de işçiye kabul ettirilir.
Adaptasyon eğitimi içinde, işçilerin yöneltildiği kurslar, teknik dersler vb. paralı bir eğitim olarak da verilir. İşçinin kendini yetiştirmesi, “yeteneklerini geliştirmesi” için, zoraki de olsa bu kurslara katılması sağlanır. Bir branşta kurs da yetmez, ikinci, üçüncü branşlarda kurslarla, kendini sürekli eğitmeye ve yetiştirmeye yönlendirilir. Örneğin, metal işçisinin, kaynakçılık kursu, kalite kontrol kursu, planya kursu, torna-tesviye kursu, yetmedi, bilgisayar kursu, dil kursu vs. eğitime para harcaması koşullanır.
Kamu emekçileri için, yeni kamu yönetimi anlayışıyla, TKY’ne, “kalite eğitimleri” ile ilk adımlar atılır. Kamu kurumlarında kalite eğitimi, “kalite kurulları” toplantıları ve “mesleki eğitim” toplantıları biçiminde başlatılır. Önce kurum yönetimi ve sendika temsilcileri ile birlikte, bölüm şeflerinden “kalite kurulları” oluşturularak, burada “kalite vizyonu” tanıtılır ve katılanlara “kalite misyonu” öğretilir. Sözde, bu kurullar çok “demokratiktir, katılımcıdır, paylaşımcıdır” ve “herkes konuşabilir, fikrini söyleyebilir” ama, özde, bu kurullar birer tuzaktır, katılan herkes, “kaliteye katılmış  ve inanmış, misyonerliğe soyunmuş” kategorisine girer. Bu durum, misyonerliği kabul edip etmediğinden bağımsız olarak, yönetime “olumsuz da olsa” katılmış sayılır. Kaliteciler için olumsuzlukların bir önemi yoktur, bu bir öğrenme sürecidir, ilk toplantılarda öğrenememişse, devamında öğrenecektir.
Kamu kurumlarına ait sendikalar, yönetimlerindeki eğilim gereği, “katılımcılığa” adapte olmaya (bu tuzağa düşmeye) yatkın bir düşünceye sahip olmaları nedeniyle, kalite eğitimlerine sıcak bakarlar. Kalite yönetimi, bu sendikaların akıl hocaları olan uzmanların düşüncesine göre, “mükemmel bir teknolojidir”. Katılım sağlanarak “demokratikleştirilebilecek” “kurumsal dönüşüm”ün içinde yer almanın gerekliliğine inanırlar. Kamu sendikalarının yönetimlerinde de uzun bir süredir kararsızlık ve belirsizlik durumu yaratan bu eğilim, TKY’nin yaratmaya çalıştığı “fikirsel kaos ve bilinemezcilik” tezleri üstüne oturan bir “ideolojik kuşatma” durumudur.
Hem kamu, hem de özel işletmelerde, “mesleki eğitim” adına verilen kalite eğitimi, yine kalite yönetimi veya teknolojisini benimseterek uygulatmaya ilişkindir. Örneğin, kalite kontrol dersleriyle, her kısmın, hatta her işçi veya memurun, kendi işiyle ilgili kalite kontrolünü kendisinin yapması gerektiği ve bu kontrolün kuralları öğretilir. Bir başka öğretilen, kısımlara bölünmüş iş yerleri arasındaki mal alış-verişi ilişkisinin, malların elden ele, kısımdan kısıma geçirilmesinin ticarileştirilerek rekabete dayandırılmış kurallarıdır. İşçiler ve memurlar arasında dayanışma ve güven ortamını dejenere eden ilişkiler ağı, kalite eğitimleriyle verilir. Her kısım, ticari bir kurumdur ve performans ölçümleri ile bu kısmın “verimli olup olmadığına”, “kapatılıp kapatılmayacağına, kısmın işçi veya memurları bizzat kendileri karar versin” istenir. Böylece, işsiz kalan, ya da haklarından feragat eden işçi veya memur, kimseyi suçlayamaz, patrona veya devlete tepki duyamaz duruma sokulmak istenir.
Okulcu eğitimin, önemli bir dayanağı “okullarda ve üniversitelerde eğitim reformu” adı altında yürütülen faaliyetleri kapsar. Paralı ve parçalı eğitim olarak veya ders kitaplarında yapılan değişikliklere eklenecek kalite kavramları ve metodolojisine ilişkin çalışmalar halen     sürdürülmektedir. Eğitimde kalite yönetimi, hem ideolojik, hem de yapısal olmak üzere iki alanda da yeniden yapılandırılmaktadır.

Reklamcı  eğitim
İdeolojik alanda yapılan değişimlerin içinde önemli bir yere sahip olan reklam sektörü, ürün tanıtımından öte, kalite politikalarının aleti olan bir eğitim sektörü olarak geliştirilmektedir.
Reklamcılık, tekellerin en çok yatırım yaptıkları sektörlerdendir. Reklam yönetimi ise, başlı başına bir uzmanlık alanı olarak gelişir.
Coca-Cola reklamı, “ABD emperyalizmine dair bir marka politikası” olarak, kalite kültürünün çarpıcı örneklerinden biridir. Son yıllarda Coca-Cola, dünya halkların ABD karşıtı anti-emperyalist hareketinin hedefi durumuna gelen bir markadır. Ve bu yüzden ABD emperyalizminin bir simgesi olan Caco-Cola tekeli, dünyadaki pazar alanlarını kaybetmekle yüz yüze kalmıştır. Cola karşıtı kampanya, dünya halklarının ABD karşıtı mücadelesinin bir simgesi olarak, halkların birliği ve dayanışmasını da sağlayacak bir tehdit unsuru oluşturduğu için, Cola tekelinin düşünce merkezi, yeni bir vizyonla, bu mücadelenin hedefini şaşırtan bir ideolojik bomba üretmiştir. “Kültürlerin kaynaştırılması” ideolojisi olarak üretilen bu fikir veya bomba, politik açılımını TV reklamları ve gazetelerde bir dizi reklam kampanyası biçiminde yürütmektedir. Cola reklamı, hem halkların kültürel olarak kazanılması, hem de çeşitli ülkeler için farklı Cola türevlerinin esnek olarak üretilip piyasalara sürülebilir, yani Cola tekelinin varlığının sürdürülebilir olma iddiası taşır. İlk aşamada, tüm içecekler, gazoz, meyve suları, cola türevleri Cola markası ile piyasaya sürülür ve reklamı yapılır. Ama Coca-Cola içiminin azalmasına karşın diğer türevlerinin arttığını görmek, halk açısından pek mümkün değildir.   Buna karşı, Cola tekeli, bitmek bilmez bir hırs ve açlıkla, anti-Coca-Cola kampanyasına karşın, Türkiye halkının ABD halkıyla kardeşliği ve dostluğunu simgeleyen bir reklamla Cola-Turka kampanyası başlatır. Bu kampanyadaki görüntü ile, bir Amerikalının bir Türke sesleniş biçimi olan “hey Co” ile, senli benli konuşmalarıyla, ABD-Türk dostluğu varmış gibi bir algılama yaratılır. Bununla birlikte, Türk halkına dair  kültürün örnekleri sergilenir. Görüntü, izleyenleri, misafirperverlik, aileye duyulan saygı ve ilgi, Amerikalının bir Türk vatandaşına cola veya kahve ısmarlarken “bendensin” deme, sarılarak öpüşme vb. gibi dostça yaklaşımlarla, ABD-Türkiye dostluğuna, bu dostluğun pekiştiğine ilişkin bir yanılgıya sürükler.
Son günlerde ABD’nin Türkiye’yi nasıl gördüğüne ve neden dost olmak istediğine ilişkin sorunun cevabı bellidir: “Irak’ı işgaline yandaş” görme ve herhalde destek arama. Bugün böyle bir reklam, Irak halkına karşı “ortak saldırı ve ortak çıkarların” pekiştirileceği gibi bir algılamayı da içerir mahiyettedir.
Kalite yönetimi bir oyun teorisidir demiştik. Burada da, kapsamlı bir ABD oyunu vardır. Irak işgalinin ardından TV ekranlarına gelen bu kampanyayla, ABD dostu bir Türkiye’nin halkının da ABD ile dost olduğu ve dostunun yardımına gitmesinin yolu yapılmaktadır. Coca-Cola ile birlikte marketlerde satılan Cola-Turka reklamının yanı sıra, meyve özlü Frukia reklam kampanyası başlatılmış ve devasa vizyonu ile Rock’un Coca konseri düzenlenmiştir. Rock’n Coca reklamlarında, Rock’n Roll müzigi ile ’68’de protest rüzgarlar estiren Ingiliz toplulugu Beatles grubuna duyulan hayranlık, ABD tekelinin hizmetine koşulmaya çalışıldı. Rock kültürü, değişime uğratılarak, ABD-İngiliz-Türk sermayesinin çıkarlarına uygun işlevselleştirilmek istenmiştir. “ABD-İngiliz-Türk dostluğu ve kültürel kaynaşması”na bir örnek teşkil eden bu kampanyanın, ideolojik yanılsama yaratma hedefi bir yana, ABD sermayesi ve Coca Cola tekelinin dünya halkları üzerindeki egemenliğinin pekişmesi ve  kârlarının artmasından başka bir amaca hizmet etmeyeceği açıktır.
Öte yandan aynı reklama bir başka yanından bakarsak, Türkiye’de yaşayan bir Kürt çocuğuna Kürtçe isim koymak yadsınır, Kürtçe grup adları konu edilerek konserler yasaklanırken, bu olaylarının haberini veren gazeteler, TV kanalları, Cola reklamında, Amerika’daki bir Türk’e, bir Amerikan adıyla “hey Co” diye seslenilmesinin propagandasını yapar. Böylece ABD-Türk kültürleri ve halklarının kaynaşması, ama Türk-Kürt kültür ve halklarının kaynaşamaması üzerine yürütülen bir “Kültürlerin Kaynaşması” politikasının çarpıklığı ekranlara yansır. Amerikan emperyalizmi ve simgesi Cola tekelinin çıkarları için, ABD-Türk dostluğu pekişmeli, ama Türkiye halklarının kardeşliği yadsınmalı, bozulmalıdır!
Yine örneğin, “Asmalı Konak” dizisinin bir bölümünde, hizmetçiler, loğusa hanımlarına okunmuş şerbet kaynatma yerine “okunmuş Cola” içirmeyi tartışır. Bu reklama girecek konuşmadan Cola şirketi, diziye pay ödemiş midir bilinmez ama, şirket çıkarına verilen bu imajla, seyircinin “dünyaya ayak uydurma” adaptasyonuna hizmet ettiği açıktır.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑