Türkiye’de Kasım ayının gündemine meskun sivil mahallerde patlatılan dört tahrip gücü yüksek bomba dolayısıyla terör ve terörizm sorunu oturdu.
Türkiye, gerek ülke (egemenler) gerekse toplum (halk) olarak bu soruna yabancı değildi. Hatta oldukça deneyli sayılırdı. Ancak bombaların sarsıntısı yine de büyük oldu. Sarsıntı, hem maddi tahribat, neden olduğu yıkım, yolların ve hatta mekanların kapanması, ölümler ve çok sayıda yaralı hem de manevi etkisi bakımından büyüktü.
Maddi tahribat, gerçekten büyük oldu. Her bir bomba, Türkiye’de bugüne kadar gerçekleştirilmiş bombalama eylemlerinin ötesinde yıkıma yol açtı, halka ciddi zarar verdi. Bombaların manevi etkisi de, daha çok bu nedenle, öncekilerle kıyaslandığında büyük ve yaygın oldu.
KORKU, HALKIN TALEPLERİ VE MÜCADELESİNİN ÜSTÜNE ÖRTÜ
Bombaların yolaçtığı korku ve telaşı birlikte yaşadık. İşçi ve emekçiler, halk, belirli bir süre de olsa, kendi sorun ve taleplerinden uzaklaşmaya, can telaşına, “tehlikeli” mekanlardan uzak durmaya, adımlarını dikkatli atmaya, sağda-solda bırakılmış paketlerden tedirginlik duymaya, korkuyla yatıp kalkmaya itildiler. Kafaları, yeni bir bomba ya da bombalar kaygısıyla dolduruldu. Bu korku, yalnızca bombalarla değil, ama bombalar ve “terör” sorunu işlenip durularak, önlem almak adına yapılanlarla, yolların, örneğin Amerikan Konsolosluğu’na giden tüm yolların kesilmesiyle, çöp paketlerinin bomba uzmanlarınca “kontrol altına alınma” çabasıyla geliştirilip yaygınlaştırıldı. Nereden neyin geleceğinin bilinmezliği, bombacıların halkı kesinlikle gözetmeden, binlerce kişinin her gün gelip-geçtikleri mekanları hedef seçmeleri, korkunun yayılmasının özellikle amaçlandığını gösteriyor. Bu, bombaların yıkıcı maddi etkisinden daha güçlü bir etki oluşturdu.
Enkazlar kaldırıldı; ancak bombaların manevi etkisinin daha uzun süreli olacağı, zihinlerde yaratılan bulanıklığın yanında bilinçaltlarında belirli tortular biriktirdiği tahmin edilebilir.
Etkisi ikincilerle pekiştirilen havra bombalamalarından bu yana, “terör” tartışmalarıyla da güdülenen işçi ve emekçiler, halk, henüz hâlâ, kendi gündemine (gündemlerine) sıkıca sarılabilmiş değil. Etkilenen zihinler ve yaratılmış tortularla, yaşamını sürdürebilme kaygısının, çalışma ve yaşam koşullarını iyileştirme ve sömürüsüz-baskısız yeni bir dünya yaratma çabasının önünde durması hiç de şaşırtıcı olmuyor. Bombalar ve üzerinden yürütülen tartışma, şimdiye kadar, IMF ve reçetelerinin, eğitim ve sağlığın paralı hale getirilmesinin, cehalete ve sağlıksız yaşam dayatmasına karşı mücadelenin, işsizlik belasının, ramazan çadırlarıyla halkı aşağılama boyutuna vardırılan sefaletin, özelleştirmelerin, taşeronlaştırmaların, esnek çalışmanın, yeni yasa tasarılarıyla tasarlanan memur kıyımının, performansa göre ücret dayatmasının, tüm kamu hizmetlerinin paralı hale getirilmesi ve bunlara karşı mücadelenin üstünü örttü. Özgürlükler ve demokrasi mücadelesi, bombaların yarattığı toz duman bulutu içinde unutuldu. Sendikal özgürlük uğruna mücadele, sendikalaşma mücadelesi, hem yürütücülerinin dikkat merkezine bombaların oturması hem de ülkede yaratılan atmosfer, bombaların dayattığı gündem ve bombaların etkisinden yararlanmak isteyenlerin bunu kendi başlıca gündemleri (halkın siyasetten dışlanması, kendi taleplerini sahiplenmekten uzaklaştırılması) doğrultusunda kullanma tutumları nedeniyle, güçten düştü, koşulları zorlaştı. Ülkenin demokratikleşmesine ilişkin talepler ve mücadele, aynı şekilde, dikkat merkezlerinden kaymaya uğradı. Kürt sorununun, talepleriyle birlikte, ülke gündemine bütün ağırlığıyla oturan bombalar ve “terör” sorunu dolayısıyla, üstü örtüldü. “W, Q, X” tartışmaları, dil ve kültürel haklara ilişkin tartışmalar, Kürtçe eğitim, kurslar, Kürtçe yayın hakkı tartışmaları, kendi kaderini tayin ve ilişkili sorunlar, bombaların gücü altında kaldı.
“TERÖR” VE KORKUNUN KULLANILMASI ÇABALARI
Korkunun örtücülüğü ve yatıştırıcılığından yararlanmak için vakit kaybedilmedi.
Öncelikle yaratılan korku ortamı ve bombaların örtüleme işlevinin mümkün olduğunca devamından yarar umulduğu açık. Kuşkusuz kendi özel amaçlarıyla da, örneğin İngiliz Dışişleri, Ankara ve İstanbul’da yeni “terör eylemleri beklendiği” açıklamasını yaptı. Avustralya da, aynı yönde bir başka açıklama yaptı. İngilizlere göre, Türkiye’ye, özellikle büyük kentlere seyahat edilmemeliydi. Türk takımlarının Avrupa Kupası maçları Türkiye dışına alındı. Başbakan Erdoğan, yeni saldırılara ilişkin bilginin Türkiye’nin istihbarat örgütüyle paylaşılmamasına tepki gösterdi ve maçların “tarafsız saha”ya alınmasına itiraz etti. Hepsi bu. “Teröre karşı uluslararası işbirliği” istiyordu.
Medyadaki “terör” edebiyatçıları da, derhal tam bir polis devleti doğrultusunda öneri ve uyarılarda bulundular. Bombaların dehşetinden, özgürlüklerin kırıntılarını da yok ederek egemenliklerini pekiştirmek üzere yararlanmayı önlerine koydular. “Terör”ün önlenmesi için özgürlüklerden vazgeçilmesi fikrini işlemeye, bu yönde önlemler geliştirmeye giriştiler. En ileriye Hürriyet’in başyazarı O. Ekşi gitti: “Türkiye hukuk devleti denir, ama yakalarlarsa burada adamı fena yaparlar” diyerek işareti verdi. “Terör” karşısında “hukuk” ve “hukuk devleti” bir anlam taşımazdı ve hukuksuzluğun yolundan yürümekte bir sakınca yoktu. Ya da zaten büyük ölçüde geçerli olan hukuksuzluğun hukuku iyice pekiştirilmeliydi. İstanbul polis müdürü, basın özgürlüğüne saldırdı. “Terör”le mücadele etmek için basın özgürlüğünden vazgeçilmeliydi. Başbakanın, Belediye Başkanıyken dile getirdiği “İstanbul’a vize” uygulaması önerisi tekrarlandı ve ciddiyet kazandı. Panzerler ve barikatlarla yolları kapatılan konsoloslukların civarı çoktan “vize”ye bağlanmıştı bile. Seyahat özgürlüğüne bile sınırlama getirmeye yönelenlerin, “terör” adına örgütlenme ve sair siyasal özgürlükler karşısında kayıtsız kalacaklarını beklemek beyhude olur. “Demokratikleşme” adına “sivilleştirilen” psikolojik savaş birimlerinin “Toplumla İlişkiler Dairesi” adı altında 81 ile yayılmış olması hatırlanmalı ve yakında bu yönde geliştirilmiş önlemlere tanıklık etmemiz beklenmelidir.
TERÖR VE TERÖRİZM NEDİR?
Kimin, ne için başvurduğu bir yana, terör, en genel tanımıyla, şiddetin politik amaçla kullanılmasıdır. Korku üretmesi ise, terörün doğası gereğidir.
Burjuva gericilik, onun ideolog ve propagandacıları, genel bir terör suçlaması yapar. Terörü kendisinden bağımsız, kendisinin dışında ve karşısında bir kategori olarak tanımlar ve onu, mevcut düzen ya da rejime karşı şiddeti politika düzeyine yükseltmiş “terör örgütü” olarak nitelendirdiği odakların etkinliği sayar. Bu “yarım” bir doğrudur.
Tarih boyunca, sömürücü sınıflar ve sömürüye dayalı egemenlikleri, ezilen sömürülen yığınlar üzerinde kullandıkları baskı ve zorun yolaçtığı tepkilerle karşılaşmışlar, sömürü ve zorun kaçınılmazlıkla ürettiği nefret ve öfkenin muhatabı olmuşlardır. Kısacası, uzlaşmaz sınıf karşıtlıkları, sınıf mücadelelerini koşullandırmış; ezilen sömürülen sınıflar, sömürücü sınıflar ve egemenliklerine karşı hak talep etmekten isyan ve ayaklanmalara kadar bir dizi biçimler almış olan mücadeleler vermişlerdir. Mücadele biçimleri, başlangıçta genellikle barışçılken, koşullarının olgunlaşmasına bağlı olarak giderek zaman zaman zoru içeren, şiddete dayalı biçimler de almıştır. Sınıf mücadelesinin diyalektiği, mücadele biçimlerinin bazılarının giderek eskimesini ve başka bazılarının, yenilerinin gündeme girmesini zorunlu kılmış, sonuçta, şiddet “yenisine gebe her toplumun ebesi” olmuştur. Sınıf karşıtlıkları üzerine kurulu her toplum, köleci ve feodal olanları gibi, kapitalist üretim ilişkileri temelinde örgütlenmiş toplumlar da, şiddeti ve kuşkusuz şiddetin politik amaçlarla kullanılmasını üretmeden edememiştir. Spartaküs İsyanı, Münzer’in Köylü İsyanı, 1789 Büyük Fransız Devrimi ve örneğin 1917 Şubat ve Ekim Devrimleri bu kapsamdadır. Kuşkusuz tümü de şiddete dayalıdırlar, tümünde de şiddet politik biçim almıştır. Zora başvurma, hepsinin ortak özelliğidir.
Burjuvazi, Münzer İsyanı’nda rüşeym halinde ve Fransız Devrimi’nde bizzat kendisi devrimci teröre başvurmuş; birincisi köklü bir toplumsal değişimi başaramasa da, ikincisi Fransa’nın yeni toplumsal örgütlenmesinin dayanağı olmuş ve devrimci şiddet, burjuvazinin elinde “ebe” rolünü oynamış olmasına rağmen, genellikle, ayrım yapmadan terörü suçlayagelmiştir.
Üstelik burjuvazi, yalnızca feodalleri egemenliklerinden uzaklaştırırken çoğu durumda* olduğu gibi devrimci teröre başvurmakla kalmamış; feodallerden devraldığı ve bir terör makinesinden başka bir şey olmayan devlet aygıtını, kendi siyasal egemenliğinin örgütü ve sömürüsünün dış koşullarının sağlayıcısı olarak, her belli başlı toplumsal çatışmanın ardından yetkinleştirmiştir.
Burjuva üretim ilişkilerinin egemenliğini ilan etmesine gelinceye kadar, köleci ve feodal üretim ilişkilerinin bizzat kendileri de zora, iktisat-dışı zora, siyasal zora, düpedüz şiddete dayalı olmuştur. Köle ve serfler, toprağa ve kişiye bağlılıkları üzerinden, hele birincilerin yaşamları da efendilerinin iki dudağının arasındayken, siyasal zorla köleliğe “ikna edilerek” azgınca sömürülmüşler, yaşamlarını çıplak terör koşullarında sürdürmüşlerdir.
Burjuva üretim ilişkileri, önceki sömürü ilişkilerinden siyasal değil ama iktisadi zora dayalı olmasıyla ayrılır ve zorun üzeri örtülürken, burjuvazi, iktisadi egemenliğini siyasal egemenliğiyle perçinlemezlik etmedi. Kapitalist sömürü koşullarının devamını ve burjuvazinin sınıf egemenliğini garanti altına alan burjuva devlet, her gerekli olduğunda siyasal zora başvurmaktan geri durmadı. Küçük bir azınlığı oluşturan burjuvazi, halk çoğunluğu üzerindeki egemenliğini, feodalizm karşısında halkın çıkarlarını savunduğunu ve halkı temsil ettiğini ileri sürerek “halk adına” gerçekleştirmişti. Bu egemenliği, halkı, sömürü koşullarına ve devamına ikna edemediği durumda zor yoluyla sürdürmekten kaçınmadı. Militarist-bürokratik şiddet aleti olarak devlet aygıtı, bu zorun örgütlenmesinden başka bir şey değildir.
Dolayısıyla burjuvazinin sınıf karşıtlığı üzerine kurulu egemenliği, gönüllü bir kölelik biçimi olan ücretli köleliğe dayanmaktadır; ama aynı zamanda, devasa bir terör aygıtı tarafından, siyasal zor aracılığıyla da garanti edilmektedir. Tarih boyunca, bugün olmasa bile yarın egemenliğini tehlikeye atacak her az-çok ciddi işçi, emekçi hareketi, en demokratik burjuva ülkelerinde bile, siyasal zorla, gerici terörle yanıtlanmış, grevlerin kanla bastırılmasından, gösterilerin zorla dağıtılmasına, hak ve özgürlüklerin kısıtlanıp çıplak zorun öne çıkmasına dayanan sıkıyönetimler ve OHAL’lerin ilanından darbelere, faili meçhullerden işkencenin kitleselleşmesine, cezaevlerinin tıka basa doldurulmasından idamlara kadar çeşitli biçimler alan gerici terörün estirilmesinden kaçınılmamıştır. Hitler ve şürekasının türünden burjuva egemenlik biçimleri ise, çıplak terörün örgütlenmeleri olmuştur.
Emperyalist kapitalist egemenlik, iktidar doruklarının tekeller tarafından ele geçirilmesine bağlı olarak, bir yandan mülkiyetin çok ay sayıda elde birikmesi ve çoğunluğun sefaleti sürecini ilerleterek kapitalist karşıtlığı derinleştirirken, diğer yandan, kendisi de, terör aygıtı olan burjuva devletin bir biçimi olan burjuva demokrasisinin iyice güdükleşip gericileşmesine götürmüştür. Demokratik hak ve özgürlükler iyice kısıtlandığı gibi, terör aygıtı ve şiddet aleti olarak burjuva devlet, çok sayıda özel uzmanlık örgütleriyle alabildiğine tahkim edilip yetkinleştirilmiş, şiddet organ ve araçlarına olan ihtiyacın giderek büyümesine bağlı olarak, istihbarat ve örgütlerine, gizli servislere, kontrgerillaya, silaha, teçhizata ayrılan harcamalar olağanüstü artırılmış, ABD Guantanamo üssüyle anılır olmuş, Avrupa burjuva demokrasilerinde Gladio, Türkiye’de Susurluk örneklerinde görüldüğü gibi, mafya-siyaset-sermaye-“güvenlik” örgütleri, hangisinin nerede başlayıp hangisinin nerede bittiği belirsizleşmek üzere, iç içe girmiş, egemenler tarafından da kabul edildiği gibi, CIA El-Kaide’yi, MOSSAD HAMAS’ı, Özel Harp Dairesi Hizbullah’ı kurup eğiterek, beslemiş ve kullanmış, terör kapitalist toplumun dokularına sinmiş, şiddet, TV kanallarının programlarının içeriğini belirlemenin yanında, darbeler ve en çok da saldırı savaşları ve işgallerin yaygınlaşmasıyla emperyalist burjuva egemenliğini belirtir olmuştur.
Ama gerici burjuvazi ne devlet aygıtını ne de bir savaştan diğerine koşturmasını terörle ilişkilendirmektedir. Burjuvazi, terörü üstelik mutlak olarak kendi dışında ve kendine yöneltilen bir faaliyet türü olarak göstermektedir. Bu apaçık bir yalandır.
BİREYSEL TERÖRİZM BURJUVA EGEMENLİĞİNE KARŞI TEPKİNİN SAPTIRILMIŞ BİÇİMİDİR
Kendi özel uzlaşmaz karşıtlığı üzerine kurulu kapitalist toplumda –işsizlik, sefalet, açlık gibi sonuçlarıyla birlikte– sermayenin yeniden üretim sürecinin, artı-değer üretiminin tahrip ediciliği ve kuşkusuz neden olduğu nefret ve öfke, yalnızca, başta işçi sınıfı olmak üzere emekçilerin –çeşitli biçimler alan– hak talebi ve giderek sömürü sistemini değiştirme mücadelelerine kaynaklık etmekle kalmaz. Az-çok örgütlü kitlesel tepki ve mücadelelerin yanında, örgütlenmeye en az yatkın olan, genellikle kapitalizmin gelişmesiyle yıkıma uğrayan eski toplumun kalıntısı köylülük gibi kesimlerle birlikte, onun bir yandan yeniden üretirken bir yandan da yıkıma sürüklediği şehir küçük burjuvazisi ve lümpen proletarya saflarında neden olduğu nefret ve öfkenin ürünü tepkiler, bireysel nitelikli ve buradan gelmek üzere ani parlamalı-sönmeli tutum ve karşı çıkışları, eylemleri de koşullar. Buradan mafyacılık, kap-kaççılık türediği gibi, bireysel terör ve terörizm de türer. Kitle mücadeleleri gibi, bireysel tepki ve eylemler de, artı-değer üretiminin yıkıcılığı ve doğurduğu tepkilerin yanı sıra, bu üretimin koşullarını garanti etmenin siyasal örgütü olan devlet aygıtında içerilmiş şiddet ve bunun çeşitli biçimler alan uygulamaları tarafından da dayatılır, “teşvik edilir”. Bireysel terör ve terörizm, –şiddet aleti ve uygulamalarıyla birlikte– bizzat kapitalizmin ürünü olarak belirir. Sömürülen kitlelerin işsizlik, yoksulluk ve sefaletini derinleştiren, dünya egemenliği peşinde dünya halklarına zorbalık ve ölüm götüren emperyalizm, bireysel terör “teşvikçiliği”nin de derinleşmesine, kendi ürününün dayanaklarının genişlemesine götürmüştür. İşçi ve emekçi kitlelerin, giderek şiddeti içeren biçimlere bürünmesi kaçınılmaz mücadelesinden farklı olarak, bireysel terör ve onu politik tutum düzeyine yükseltmiş, örneğin –kitle mücadelesinin alacağı biçimlerden biri olarak kavramak yerine– kapitalist zorbalık karşısında “her koşulda silahlı mücadelenin temel olduğunu” ileri süren bireysel terörizm, kapitalizmin ürünü olarak ortaya çıkar, ona karşı tepkinin ifadesidir, ancak, bu tepki, anlaşılır olmakla birlikte, başarı şansı olmayan, çünkü ezilen kitlelerin eylemini dayanak edinmeyen bir “öfke kusma”dan öteye gitmez. Öfkeyi biriktirip tahrik eden kapitalist sömürü ve zorbalıktan, ancak onun uzlaşmaz karşıtlığı üzerinden ve başlıca karşıtı olan işçi sınıfının temsil ettiği üretici güçlerin gelişme ihtiyacına uygun yeni üretim ilişkilerinin, öyleyse yeni bir dünyanın örgütlenmesi, bunun için, sömürülen ve ezilen milyonların, köklü toplumsal alt-üst oluşun, toplumsal devrimin öznesi kılınması dışında bir kurtuluş yoktur. Bu ise, işçi sınıfı başta olmak üzere kapitalizmden zarar gören tüm emekçi katmanların örgütlü mücadelesinin başarıyla gelişmesiyle olanaklıdır. Bireysel terör ve terörizm, bu örgütlülük ve örgütlü mücadele dışında şiddet ve şiddetin politika düzeyine yükseltilmesi olarak, kapitalizme karşı öfke ve tepkinin saptırılmış bir ifadesi olarak, ancak, işçi sınıfı ve halkın örgütlü mücadelesine zarar verir.
Genel olarak zora ve şiddete karşı olmak bizim işimiz değildir. Her devrim, hele toplumun geniş çoğunluğunun toplumsal devrimi, sosyalist devrim davası, zorun genel-geçer bir mahkumiyetini dışlar. Devrim, kitlelerin eseri olduğu kadar, onun zoruna da dayanır. Burjuvazinin sınıf egemenliğinin devrilmesine (devlet aygıtının kırılıp parçalanmasına) ve egemenliğini yeniden kurmasını önlemek üzere baskı altına alınmasına dayanmayan, işçi sınıfının (sosyalizme kesintisiz geçişi öngören halk devrimlerinde, sömürülen müttefiklerinin de) burjuvazi üzerindeki zorunun örgütlenmesi olan egemen sınıf olarak (devlet olarak) örgütlenmesine varmayan toplumsal devrim girişimleri başarısız kalmaya, geçici bir başarı kazansa bile yenilmeye mahkumdur. Ancak, sömürülen ezilen yığınların mücadelelerinin aldığı bir biçim olarak devrimci şiddet başka şeydir, kitlelerin mücadelesine dayanmayan, onun bir biçimi olarak şekillenmeyen bireysel terör ve bu terörün politika edinilmesi olan bireysel terörizm başka şey. Zor ve şiddet türlerini, birbirinden, hangi siyasete bağlandıkları ayırt eder.
Marksizm, ilk ortaya çıkışından bu yana, işçi sınıfı ve halkın mücadelesini bir dizi reform pahasına burjuvaziyle uzlaşmaya bağlayan devrimci olmayan yaklaşımlar kadar, “devrim” adına bireysel terörizmi benimseyen dayanaksız, kitleden kopuk radikalizmi de eleştirip mahkum etmekten geri durmamıştır.
BİREYSEL TERÖRİZM ÖRTÜCÜ VE DAĞITICIDIR
Şiddetin politik amaçlarla kullanılması olan bireysel terör ve terörizm, kimin, hangi amaçla başvurduğundan bağımsız olarak, halkın taleplerini örtücü, mücadele ve örgütlerini dağıtıcıdır. Her şeyden önce, sömürülen yığınların mücadelesine dayanmadığı ve sömürülen yığınları “seyirciler” olarak görüp mücadelenin dışında tutarak pasifleştirdiği için, böyledir. Bireysel terörizm, emekçi kitlelerin dikkatini kendi etkinliklerinden, kendi mücadelelerinden, kapitalizme karşı mücadelenin öznesi olma ihtiyaçlarından, kapitalizmin sömürülen yığınlarla sömürücüleri olan burjuvazi arasındaki uzlaşmaz karşıtlık üzerinde kurulu olduğu gerçeğinden uzaklaştırır, örtü işlevi görür.
Bireysel terörizm, burjuvazinin temsilcilerine ve devletine karşı düzenlenmiş bireysel (en çok, kitlelerden kopuk küçük gruplar tarafından düzenlenmiş) saldırılarla kurtuluşun geleceği iddiasındadır. Ama hem burjuvazi bir temsilcisinin yerine kolaylıkla bir başkasını geçirir hem de, kendisine yöneltilmiş bireysel saldırılarla –nispeten– kolaylıkla baş eder. Üstelik, bireysel terörizm tarafından zaten seyirciler durumuna itilmiş sömürülen ve ezilen yığınları, dikkatlerinin, çeşitli terör eylemleri tarafından dağıtılmış ve kendi sorun ve taleplerinden uzaklaştırılmış olmasını ve kafa karışıklığını kullanarak, yedekleme etkinliğini güçlendirdiği gibi, kitlelerin kendi eylemi olmayan –ve dolayısıyla öfkelerini yansıttığı ve belki kısmen giderdiği için bir kısmının hoşlarına da giden ama– benimsenip sahiplenmedikleri bu eylemlerden, onların mücadele koşullarını zorlaştırmak için, terör ve teröre karşı mücadele bahanesiyle demokratik hak ve özgürlükleri budamak üzere yararlanır. Bu, tarihsel olarak, hep böyle olmuştur.
Son olarak, bireysel terörizm ve onu politika olarak benimseyen örgütler, kapitalizme karşı öfkeyi dayanak edinseler de, gerek kapitalizmin gerçek uzlaşmaz karşıtına, işçi sınıfına ve müttefiklerine, halka ve mücadelesine uzaklıkları, işçi sınıfı ve halka ve gücüne güven duymayışları gerekse eylemlerin içeriğinin zorunlu kıldığı gizli ve dar örgütlenmelerinin gizliliğini halka dayanarak ve onun içinde “eriyerek” değil ama yalnızca örgütlenme teknikleri ve darlıkla sağlama ilkeleri, ama yeni militanlar kazanma zorunluluklarıyla, istihbarat örgütlerinin sızmalarına açıktırlar. Hatta bir dizi durumda, sızmalar yoluyla, kendilerine açılan kanallarda yürümelerinin yanında, kapitalizmin karşıtlıklarının ve kapitalist devletin en az farkında olanları ve buna en az önem biçenleri bakımından, farkında olmadan ve bazı hallerde –halkın ve mücadelesinin yerine geçirip yücelttikleri– örgütün bir dizi ihtiyaçları açısından farkında bile olarak, istihbarat örgütleri tarafından yönlendirilirler. Bu tür bazı örgütleri, çeşitli nedenlerle –asıl olarak halka ve çeşitli halk mücadelelerine karşı kontrgerilla etkinliklerinin bir yönü olarak– doğrudan kapitalist istihbarat örgütlerinin kurdukları bile bilinir.
Bireysel terörizm, tarihsel bakımdan gelişmesi sürecinde, işçi sınıfı davası savunucularınca, ideolojik ve politik yönlerden eleştirilip mahkum edilmesine bağlı olarak, terör eylemlerini kitlelerin mücadelesinin yerine geçirmediğini, ama teröre kitle mücadelesinin yanı sıra, onunla birlikte başvurduğunu ileri sürer olmuştur. Ama bu savunması da eklektik ve güçsüzdür: Ya sömürülen ezilen kitlelerin mücadelesi kendi gelişmesi sürecinde yeni biçimler kazanacak ve devrimci şiddet ve şiddete dayalı mücadele biçimleri, bu mücadelenin kendi gelişmesinin ürünü olacak ve mücadelenin bilinçli öncüleri (devrimci parti), bu yeni biçimlere ancak ve yalnızca bilinçli ifade verip bu biçimlerin sistematize edilişine katılacaklardır ya da ne denli “kitle mücadelesi ile birlikte” savunulduğu ileri sürülürse sürülsün, bireysel terörizm, kitle mücadelesinin bir biçimi olmaktan uzak olmakla kalmayıp, onun gelişmesine zarar veren, kitlelerin dikkatini, mücadelesini ve örgütlerini dağıtan içeriği ve sonuçlarıyla kendi başına terörün yüceltilmesi olarak kalacaktır.
TÜRKİYE HALKI TERÖRİZM SORUNUNDA DENEYLİ
Türkiye işçi sınıfı ve halkı bireysel terör ve terörizm konusunda oldukça deneylidir.
Tarihsel olarak da kapitalizmin, kapitalist sömürü ve zorbalığın ürünü ve oluşturduğu tepkinin ifadesi olarak şekillenen ve ilk örnekleri, işçi sınıfı ve hareketi içinde de belirli bir etkinlik sağlayan dar ve gizli küçük grup eylemlerine dayalı Blankizm ile her türlü otorite ve dolayısıyla örgütü reddeden, bireyselliği ve suikastçılığı yücelten Bakunin’in anarşizmi olarak görünen bireysel terörizm, Marksizm ve teorik zaferini sağladığı dönemin öncesinde ortaya çıktı. Kapitalizmin ve kitlesel işçi hareketinin gelişmesine, Marksizmin kapitalizm çözümlemesi ve işçi sınıfının toplumsal devrimci rolüne dair öğretisinin işçi hareketi içinde zaferini sağlamasına ve yaygınlaşmasına bağlı olarak etkilerini kaybettiler. 1848 devrimleri ve 1871 Paris Komünü, pratik olarak da işçi hareketinin amaç ve mücadele biçimleri sorununa net çözümler getirip, bu çözümler Marksist çözümlemeyle tamamen örtüşünce, Blankizm’in temel yaklaşımlarıyla birlikte geçersizleşmesi ve Bakunin’in I. Enternasyonel’den tasfiyesiyle bireysel terörizm ve anarşizm işçi hareketi dışına atıldı ve işçi hareketinin önü açıldı. Ancak bu, anarşizm ve bireysel terörizmin bütünüyle sonu anlamına da gelmedi. Özellikle küçük üretimin yaygın olduğu ve örgütsüzlüğü koşulladığı ülkelerde, hatta belirli bir gelenek de oluşturarak, bu muhaliflik tarzı, etkisi kırılmış durumuyla da olsa, varlığını sürdürdü. Bireysel terörizmi benimseyen Narodnizmin Rusya’daki etkinliği ve Lenin’in onunla mücadelesi, hem bu muhaliflik tarzının özellikle geri ülkelerde kendisine dayanaklar edinebildiğinin örneği, hem de bireysel terörizmin mahkumiyeti ve etkisinin kırılmasının temel bir adımı olmuştur.
Marx ve Engels’in mücadelesi ve I. Enternasyonel’le başlayan, Lenin’in mücadelesi ve III. Enternasyonel’le devam eden bireysel terörizmin eleştirisi alanında sağlanan zafer, işçi sınıfı partilerini çelikleştiren temel dayanaklardan birini sağlamış; örgütlü partili mücadele, kitle mücadelesi, kapitalizm karşısında sosyalizmi savunan, toplumsal devrimi perspektif edinmiş işçi sınıfı partilerinin öncülüğünde güvencesini bulmuştur.
Sovyet modern revizyonizminin doğuşu ve iktidara gelişiyle sınıf partilerinin bozuşması ve devrim perspektifinden uzaklaşmaları, bulanan devrim perspektifi ve sınıf ve kitle hareketlerinin Marksist öncülerinden yoksunlaşması, ortamı, yeniden sapkınlıklar ve özel bir sapkınlık türü olan bireysel terörizm açısından elverişli hale getirdi. Modern revizyonizmin tahribatı ortamında çok sayıda samimi devrimci amaçlarından sapıp yollarını kaybederek, bireysel terörizme yöneldiler. Geleneksel olarak anarşizm ve bireysel terörizmin dayanaklar bulmuş olduğu Latin ülkeleri bu doğrultuda öne çıktı, Marksist partilerin revizyonizme batmaları karşısında, onların revizyonizmini, devrim fikri ve pratiğinden uzaklaşmalarını suçlayan, ama bu suçlamayı, kafa karışıklığı içinde Marksizmin ve temel öğretilerinin, örneğin “devrimin kitlelerin eseri olduğu” fikrinin suçlanmasına kadar vardıran ve küçük grup eylemlerini ve devrim adına “silahlı mücadelenin genel-geçerliğini” benimseyen Che Guevera gibi önderler ortaya çıktı. Uygun koşulları üzerinden kitle hareketiyle denk düşen küçük grupların silahlı mücadelesinin hele Küba’da başarıya ulaşması, bu devrimci tutumun sosyal pratik tarafından “onaylanması” anlamına da geldi ve buradan uluslararası etki alanı bulması ve etkisinin yayılması mümkün oldu.
Öfkeleri kapitalizme karşı öfkedir, devrimcidir; ancak saptırılmış bir öfke olmanın yine ötesine geçememiştir. Hemen istisnasız her ülkede kitle hareketini geriletip dağıtıcı rol oynamış ve hem maddi koşulları oluşsun-oluşmasın silahlı mücadeleyi esas alan bireysel terörizmin bizzatihi kendisini hem de sonuç olarak kitle hareketlerini tahrip etmesi, modern revizyonizmin günahının kefareti olmuştur.
1960’ların sonunda Türkiye de benzer gelişmeye sahne oldu. Yıllar sonra, bugün samimiyetleri yalnızca dostları değil düşmanları tarafından da teslim edilen genç devrimciler, daha çok Che’nin örneğini izleyerek, sosyalizm ülküsüyle, bağımsızlık ve demokrasi için silaha sarıldılar. Burjuvazi ve “müesses nizam” tarafından “anarşisitlik” ve “eşkiyalık”la suçlandılar. Kitle hareketinin doruğunda –hareket inişe yönelmişken– işe koyuldular; Küba’daki başarıyı tekrarlayamasalar bile, halktan tecrit olmadılar. Hatta halk tarafından kahramanlaştırılıp yüceltildiler, gönüllerinde yer ettiler. Halka hiç zarar vermemeleri, ama nefret ve öfkesini temsil etmeleri, bunda tayin edici oldu. Ancak yine, devrimci dile getirilişi kuşkusuz olan bu öfkeyi, kapitalist karşıtlığa ve kitlelerin mücadelesine dayandırılmış, kapitalizmin başlıca ve temel karşıtı olan işçi sınıfının dünya görüşüyle donanmış ve mücadelesinin örgütlenmesini esas alan biçimiyle değil, ama küçük grup örgütlenmesi ve eylemleri üzerinden temsil ediyor olmaları nedeniyle, hem ciddi bedeller ödeyerek kaçınılmaz olarak yenilgiye uğradılar hem de halkın sempatisini kazanmalarına rağmen, onu “seyirci” durumuna ittikleri ve pasifleştirdikleri için kitle hareketinin gelişmesini olumsuz yönde etkilediler. Bu, bir deney sağladı. Hem işçi ve emekçiler için hem halktan kopuk küçük grup eylemlerini benimsemiş ileri unsurları oluşturan devrimciler için.
1975-80 arası, önceki dönemin birikimleri ve deneyleri üzerinden yaşandı. Bir yandan çıkarılan dersler doğrultusunda sınıfın ve halkın örgütlenmesi doğrultusunda küçümsenmeyecek adımlar atıldı, bir yandan da, önceki dönemin izi sürüldü, trajediyle kapanan önceki dönemin ardından, aynı tutum ve yaklaşım son noktasına kadar geliştirilip abese vardırıldı ve bir trajikomedyaya ulaşıldı. Faşist besleme milislerin artan etkinliği ve baştan kaybedilmiş kapitalist karşıtlık ve devlete ilişkin perspektif ya da perspektifsizlik, yeni gelişmeye başlayan Marksist hareketin aşmaya güç yetiremediği koşullarda, faşist MHP ile devrimciler arasındaki “düello”ya götürdü. 12 Eylül darbecileri, bunun üzerinden yürüttükleri “kardeş kavgasını önleme” demogojisini işlevsel kılabildi ve darbeyi meşrulaştırıp halkı yedeklemenin zemini olarak kullanabildiler. Devrimciler, bu kez tecrit de oldular ve ideolojik olarak da etkisizleştirildiler. ’80 öncesinin ve üzerine oturan 12 Eylül döneminin tahribatı ve deneyleri daha kapsamlı oldu. Halk, hem bireysel terörü ve sonuçlarını hem besleme faşist milislerle düelloya tepkiyi hem de bundan kaçışa dayalı olarak yedeklenmeyi, 12 Eylül’ün başlıca kendisine yöneltilmiş baskısına katlanma zorunda kalmasıyla birlikte yaşadı. Önemli bir kısmı fiziki olarak imha ve tahrip edilen diğer önemli bir kısmı ideolojik olarak teslim alınan devrimcilerin geriye kalan ve kendini koruyabilen küçük bir kısmı açısından da, dönemin dersleri büyüktü.
Ardından 1984 Eruh ve Şemdinli baskınlarıyla yeni ve değişik özelliklere sahip başka bir dönem ve hareket başladı. Ulusal hareket, bireysel terörizmle benzeşikliği ile birlikte, ondan farklı bir karakter de gösterdi. Bir halk hareketi özelliği kazandı, ciddi bir tabana oturdu. “Silahlı mücadelenin temel olduğu”na dair fikir kanıtlanmış görünüyordu; önceki dönemden arta kalan devrimcilerin ve hatta devrimci grupların önemli bir kısmı ilgi ve desteğini esirgemedi, hatta küçümsenmeyecek bir kısmı harekete katıldılar. Oysa yıllardır zorla bastırılan ulusal taleplerin savunulması, kitlesel bir gücü harekete geçirmiş ve silahlı etkinlik bunun üzerinden gerçekleşmekteydi. Yine de “Mavi Çarşı” ve “Çetinkaya” gibi örnekleriyle hem bireysel terörizmin hem de dar ve kör milliyetçiliğin ürünleriyle karşılaşıldı. Tamamen ezilip dağıtılmasa bile yenilen bu hareket de, olağanüstü baskıya maruz kalan halkın yorgunluğu ve barışa ve kardeşliğe eğilim göstermesi başta olmak üzere, ciddi deneyler sağladı.
Revizyonizmin tahribatıyla başlayan ve ’90’lara kadar varan aynı dönemde, karakteri itibariyle benzer ama içeriğiyle farklı bir başka terör ve terörizm mayalandırılıp geliştirilmekteydi. Bu, sonraları, sonuçları üzerinden “Medeniyetler Çatışması” türünden teoriler geliştirilecek ve “bütün kötülüklerin kaynağı” olarak ilan edilip “Haçlı Seferi” çağrıları çıkarılacak olan, İslami terörizmdi. Kendisine, Amerikan emperyalizminin Sovyetler Birliği’ni güneyinden bir “Yeşil Kuşak”la kuşatması planı içinde bir yer edindi. S.B.’nin Afganistan işgali, bu planın hayata geçirilmesinde bir dönüm noktası sağladı. CIA’nın doğrudan kurup, finanse ettiği ve Suudi Arabistan, Pakistan gibi ülkelerin her yönden desteklediği İslamcı militanlar, Afganistan’da Sovyet işgali karşısında bir “İslam Ordusu” olarak örgütlendiler, eğitimden geçtiler ve savaştılar. El-Kaide bu süreçte CIA tarafından kuruldu. Filmlere bile konu olmak üzere, Amerikan “ramboları” ile birlikte mücadele yürüttüler. Sonra Bosna, Çeçenistan, Kosova vb. geldi. İslami terör yaygınlaştırıldı ve beslenerek güçlendirildi.
Türkiye, İslam’ın bu emperyalist emel ve planlar çerçevesinde kullanılışına, savaşlarına ve ordulaşmasına ciddi destekler sunmakla kalmadı, çok sayıda siyasal İslamcı ve faşist militan bu savaşa katıldılar; hem savaştılar hem de askeri ve ideolojik-siyasal eğitimden geçerek döndükleri Türkiye’de örgütlendiler. MOSSAD’ın El-Fetih’e karşı, tıpkı Haçlı Seferleri üreten Hıristiyanlık’ın olduğu gibi, cihat üreten İslam’ın korku salmaya ve zora dayalı, İslam olmayanlar karşısında zoru öngören temelini kendi hizmetine koşmak üzere HAMAS’ı kurması örneğini izleyerek, Kontrgerilla, PKK’ya karşı yürüttüğü savaşın hizmetine koşmak üzere Hizbullah’ı kurdu. Türkiye işçi sınıfı ve halkı, bu süreçte de deney sahibi oldu. Örneğin Hizbullah’ın gaddarlığının yanında burjuva gericilik ve devletle bağlantısını yaşayarak öğrendi.
Fetihleri ve içerdiği zorla İspanya’ya kadar Eski Yunan’ın birikimlerinin aktarıcılığını yaparak olumlu bir rol oynayan siyasal İslam, “Yeşil Kuşak” projesi çerçevesinde, Amerikan emperyalizminin dünya egemenliği stratejisi ve onunla uyumlu İsrail’in ve Türk kontrgerillasının emelleri doğrultusunda tamamen gerici bir terörün dayanağı olarak rol oynamaktaydı. İslamcı zorun, Amerikan emperyalizmi ve dünya egemenliği siyasetiyle, en büyük düşmanı olduğunu ileri sürdüğü İsrail’in zoruyla dahi kolaylıkla birleşebildiği ve onlara hizmet ettiği yaşanarak görüldü. Sovyet yayılmacılığı ve işgali karşısında cihat konusu edilmiş haklı bir davanın savunuculuğuyla perdelenmiş İslam savaşçılığı, milyonlarca yoksul Müslümanın Amerikan emperyalizminin yedeği haline gelişinin üstünü örttü.
S.B.’nin çöküşü ve Amerikan emperyalizminin dünya egemenliği konsept ve stratejisinin değişmesiyle, siyasal İslam’ın, İslam’ın siyasal amaçlarla kullanılışının da yönü değişti. Kurulmuş gelişkin ilişkiler yok olmadı, ancak rollerini farklı oynamaya başladı.
Bin Ladin ve El-Kaidesi başta olmak üzere Amerikan emperyalizminin planları doğrultusunda ordulaşmış İslam savaşçıları, kendilerini değişik koşullarda, kullanılıp bir kenara atılmakla da kalmayan, ama ABD’nin ihtiyaçlarına uygun olarak, başlıca düşman ilan edilmiş pozisyonda buldular. Yakalanmadılar, imha edilmediler, siyasetin dışına da itilmediler; artık eskisinden farklı bir kullanım değerine sahiptiler, kullanılmaya devam edildiler. Eski dostlar, besleyenle beslenmiş olanlar düşmanlaşmaktaydı. Kimin elinin kimin cebinde olduğunun net olmadığı ilişkiler içinde çatışma başladı. Komünizm düşmanlığıyla Rusya’ya karşı savaşanlar, şimdi artık “kendileri” için, İslam için savaşma durumundaydılar. Bu kez, “savaşları”, kapitalizme karşı öfkenin saptırılmış biçimi olarak, Rusya karşısındaki saptırılmış aynı öfkeden –işgal karşıtlığından– farklı koşullara dayanmaktaydı. Ezilen Müslümanların öfkesini temsil iddiasıyla savaşmışlardı, öyle devam ettiler; ama savaşmayı ve yöntemlerini Amerikan emperyalizmi ve CIA’dan, MOSSAD’dan, Kontrgerilla’dan öğrenmişlerdi. Ve eski ilişkileri, bu kez tersten yönlendirmeleri olanaklı kılmak üzere işlevseldi. Amerikan emperyalizmi ve müttefiklerinin, dünya egemenliği emellerinin gereksindiği düşman ihtiyacını karşılamaya yatkındılar, bu ihtiyacı karşılar oldular.
Aynı işlev farklılaşması, Türkiye’de Hizbullah açısından da yaşandı. Kullanılıp işlevini yerine getiren Hizbullah, 28 Şubat sürecinde şeriatçılığa karşı açılan savaşta, yine kullanıldı, ama bu kez, teşhir malzemesi olarak. Lideri öldürüldü, “domuz bağları”yla, bodrumlara gömülmüş cesetleriyle, bu kez, başka bir Hizbullah manzarasına tanık olundu. Türkiye halkı yine deney sahibi oldu.
BOMBALAR, FİLİSTİN VE IRAK DİRENİŞİ VE TERÖR
Farklılaşan pozisyonlarıyla, İslam savaşçıları, değişik adlar altında, acımasız kitlesel kırımlara yolaçan eylemler örgütlemeye giriştiler. Bireysel terörizmi benimsemiş kapitalizm suçlayıcısı hiçbir devrimcinin öngörmediği ve başvurmadığı türden eylemler düzenlediler. Eylem planlar ve bir hedefe saldırırken halkın görebileceği zararın üzerinde bile durmadılar; eylemleri, bankalara, konsolosluklara vb. yöneltildiği durumlarda bile, sadece sonuçları bakımından halka ve mücadelesine zarar vermekle kalmadı, doğrudan halkı hedef alan eylemler olarak şekillendi. Eğitimlerini, halka en küçük değer vermeyen emperyalist efendilerden almışlardı.
Türkiye işçi sınıfı ve emekçileri, son bombalamalarıyla İslami terör ve terörizmi, edinmiş oldukları deneyleriyle karşıladılar. Halktan hemen hiç kimse, yıkımı büyük bombalamaları, yalnızca ve tek başına İslami teröre yormadı. Hem eylemlerin ölçeğinden hem deneyleriyle bildiği İslami terörün emperyalist büyük güçler ve devletlerle bağlantılarından hareketle, arkasında “büyük güçleri” aradı. Bunda, kuşkusuz, halkın büyük çoğunluğuyla Müslüman oluşunun etkisi de ihmal edilemez.
Sıradan işçi ve emekçiler, herhangi kaygılarla değil, ama deneyleri ve deneylerinden süzülmüş aklıselimle İslami terörle emperyalist büyük güçler arasında ilişki arayıp kurar ve İslami terörizmi bombaların tek sorumlusu görmezken; öteden beri Amerikan emperyalizmiyle ilişkili İslami hareketin içinden yükselerek gelen, CIA yetiştirmesi Afgan savaş ağası Hikmetyar’dan Komünizmle Mücadele Derneği içinde kurulmuş dostluklara, Hizbullah liderlerine kadar, hemen tümüyle şöyle ya da böyle ilişkili olarak, Türkiye’de siyasal İslam’ın örgütlenmesi içinde yer almış T. Erdoğan ve ekibi, onların bugün doğrudan Amerikan emperyalizmiyle işbirliği halindeki hareketi, bir yandan siyasal İslam’la terörün birlikte anılmasına karşı çıkıyor, bir yandan da uluslararası terörizme karşı pozisyon alıyor. Tabanı ve ilişkileri arasındaki açı farklılığı bakımından sıkışıklık içinde. Amerikan emperyalizmine tamamen yaslanmıştır, stratejik yönelimine uygun davranmaktadır; bu çerçevede ABD’nin “uluslararası teröre karşı savaş” konsepti uyarınca teröre karşı savaştan söz etmektedir. Diğer yandan, İslam’ı siyaseten istismar eden ve tabanı Müslümanlardan oluşmuş bir hareket olarak, “İslami terör” sözcüklerini bile ağzına alamamaktadır. ABD ve İsrail’in estirdiği teröre ses çıkarmamakta ve onlarla işbirliği yapmakta, tutumlarına destek vermekte; buna uygun olarak gerek Bin Ladin’i, gerek Irak gerekse Filistin direnişçilerini terörist olarak nitelendirmekte, nitelendirmenin ötesinde ABD’nin suç ortağı olarak Irak işgaline katılma kararı almakta, bu çerçevede aklına “İslam” gelmemekte, Irak halkı Müslüman değilmiş gibi davranmakta ya da Bin Ladin ve Irak ve Filistin direnişçilerinin en azından belirli bir bölümü İslam adına savaştıklarını ilan etmemiş gibi davranmaktadır.
İnanç sahibi Müslümanları kuşkusuz kimse terörist sayamaz. Ancak, devlet olarak örgütlenmiş ya da devlet olarak örgütlenmeyi amaçlamış her akım gibi siyasal İslam da, kuşkusuz zoru öngörmekte ve şimdi de olduğu gibi uygulamaktadır. İslam’ın yazılı metinlerinde de zorun gereği belirtilmiş, yalnız Cihat açısından değil, ama fetihçi tutuma ve başka dinden olanlara ve inanmayanlara ilişkin olarak zor öngörülmüştür. Bu, koşulları ve ele alınışı farklılaşmak üzere, tüm siyasal akımların ortak özelliği durumundadır. Önemli olan, daima, bu zorun hangi siyasal amaçlar doğrultusunda kullanıldığı, hangi siyasete hizmet ettiği olmuştur.
Örnek vermek gerekirse, 1900’lerin başında İngiliz işgaline karşı ilk kurtuluş savaşlarından birini vermiş olan Afgan halkı ve Kralları Emanullah Han’ın mücadelesini terörle aşağılamak kimsenin haddi değildir. Tıpkı şimdi bir dizi suç ortağı tarafından desteklenen Amerikan-İngiliz işgaline karşı savaşan Irak direnişçilerini ya da İsrail işgaline karşı mücadele eden Filistinlileri terörist ilan etmek kimsenin haddi olmadığı gibi. Hem davaları haklı ve ilerici bir davadır hem, evet, zora başvurmaktadırlar, ama, bu zor, halktan kopuk olmadığı gibi, desteğini almaktadır ve ülke çapına yayılmakta ya da yayılmış olan işgale karşı mücadelenin bir parçası ve unsurudur.
1980’lerde Rus işgaline karşı savaşan Afgan direnişçileri ve savaşları da haklı bir zemine sahipti. Ancak bir kusurları vardı ki, Rus emperyalizmine karşı Amerikan emperyalizmine, gerici emperyalist siyasetine ve planlarına bağlanmışlardı. Kullandıkları zor, dünya ölçeğinde Amerikan zorunun bir parçası durumundaydı. Anti-komünist amaçları bir yana, ABD’nin dünya egemenliğini öngören siyaseti ve stratejisinin hizmetine girmişler; sahip oldukları İslami inancın ötesinde, siyasallaştırdıkları İslam’ı da onun hizmetine sunmuşlardı. Şimdi orada eğitilenler Amerikan, İngiliz, İsrail, Türk vb. hedeflerine saldırıyorlar.
Son bombalamalar, kimilerince salt komplocu yaklaşımla tamamen ABD ya da İsrail’e, Amerikan stratejisi ve etkinliklerini görmeyen ya da üstünü örten ya da “şeriata karşı mücadele”nin hizmetine koşmak isteyen kimilerince ise yalnızca İslami teröre bağlanmaktadır. Polisiye “bulgu” ve yönlendirmelerin ötesinde; bu bombalı saldırıların siyaseten iki bileşeni olduğu ortadadır.
Birincisi, siyasal İslam’dır, İslami terördür. İkincisi ise, dünya egemenliği peşinde koşarken uluslararası teröre karşı savaş yürüttüğünü işleyen Amerikan emperyalizmi ve İsrail başta olmak üzere müttefikleri, onların CIA ve MOSSAD gibi gizli servisleridir. Bombalar, bu birbirini besleyen ve birbirinden beslenen iki gerici siyasetin kesişme noktasında ortaya çıkmıştır ve onların ürünüdür. Yalnızca en çok yarar sağlayanı olduğu için değil, ama yetiştirip eğittiği ve eskiden sahip olduğu ilişkiler şu ya da bu ölçüde sürdüğü ve en önemlisi, bombalar, dünya egemenliği stratejisinde belirli bir yere oturduğu için, Amerikan emperyalizmi ve Afganistan ve Irak’a onunla birlikte sefer açmış müttefikleri, başta emperyalist müdahaleleri meşrulaştırmak üzere kontrgerilla faaliyeti ve psikolojik savaş yürüten gizli servisleriyle, terörün içindedir ve sorumlusudur. ABD’nin yarattığı bir “canavar” olarak, en başta, eski ilişkilerin kolaylıkla yönlendirebileceği tetikçileriyle İslami terör, İslam üzerinden siyaset yapmanın bugün vardığı noktadaki pozisyonuyla, işin içindedir, sorumlusudur.
Şimdi başta başbakan olmak üzere, gerici burjuvazinin çoğu sözcüsü, “teröre karşı mücadele” çerçevesinde anti-demokratik önlemler almaya ve polisiye tedbirleri yoğunlaştırmaya yönelir ve ABD ve İsrail’le uluslararası işbirliğine vurgu yaparken, “etkilenmeyelim, paniğe kapılmayalım, işimize bakalım” diyorlar. Bir ölçüde maksat hasıl olmuş, Türkiye egemenleri ABD ve müttefikleriyle işbirliğini sıkılaştırma yoluna girmiştir. Ama Türkiye ve dünyada, gerek Müslüman gerekse başka dinlerden halkların “teröre karşı” –kuşkusuz Amerikan emperyalizminin dünya egemenliği siyaseti ve stratejisine– kazanılıp yedeklenmesi amacına ulaşılmamıştır. Ve bombalı terörün iki faili henüz derdest edilmemiştir. Bunlar, henüz yaşanan sürecin bitmediği anlamına gelir.
Halklara düşen ise, bombaları de etkisizleştirecek kendi yollarında yürümektir. Emperyalizmin dünya egemenliği plan ve girişimlerinin önüne dikilmek, tek tek her ülkede, komşularından başlayarak dünya halklarıyla dayanışma halinde, emperyalizm ve işbirlikçilerine karşı, acil taleplerinin sahiplenilmesiyle birleşen ortak mücadeleye, bağımsızlık, demokrasi ve sosyalizm mücadelesine hız vermek.