Devletin yeniden yapılanması anlamına da gelebilecek bir tanımlama olarak kamunun yeniden yapılanması, devletin sosyalizasyon politikalarından, yeni-liberalizasyon politikalarına geçişi düzenleyen bir seri uyum yasaları ve kurumsal düzenlemeleri içerir. Uluslararası sermayenin yeni yönelimi olan bu politik gelişme; “yerelleşme” kapsamında, bugüne dek varolan yapıların de-santralizasyonu ile birlikte ve eşdeğerde, “yerellik” kapsamında yürütülen bir “yönetişim formülasyonu” ile; sermaye güçlerinin birleştirilmesi, etkinleştirilmesi ve denetlenmesi hedefinin alt yapısı niteliğindedir. Bu örgünün bileşenleri ve etki alanlarının, ayrılaştırılarak yürütülen adımlarından biri de, kamunun yeniden yapılanması projesidir. Diğer adımlarını, kamu bütçe reformları, kamu personel rejimi politikası, vergi projeleri ve istatistikî nüfus bölgeleri projeleri, eğitim bölgeleri, bölgesel tarım politikası, yerel yönetimler kanun tasarısında ifade edilen eyalet sistemine geçiş projeleri (bölgesel kalkınma modeli) ve teknik mevzuatlar, bilim ve teknolojide yenilikler, eğitim-kültür ve tanıtım politikaları vs. gibi pek çok alandaki atılan adımlar ve politik çalışmalar teşkil edecek olan geniş kapsamlı bir yaptırımın parçalarından biridir. Tüm alanlardaki çalışmalarda, uluslararası sermayenin etkin ve güçlü motivasyon ve yönetim mekanizmalarının devreye girdiği ve kısaca adına “doğrudan yönetim”( =direkt driver) diyebileceğimiz bir kapitalist ilişkiler ağı örgüsü ile karşılaşırız. Bu örgüde, bilgisayar, TV ve internet bağlarıyla örülü bir yönlendirmenin etkisi, önemli bir rol oynar.
Yeniden yapılanma olarak yürütülen faaliyetlerin esas hedefleri ile, kamuoyuna yansıyan ideolojik açılımları ve fonksiyonel görüntüsü arasındaki fark, çok ilginç bir gelişimle ortaya çıkmaktadır. Yerelleşme ile, kapitalist sisteme ait çıkmaza giren pek çok sorunun çözülebileceği, halka açık bir yönetim olacağı, “Almanya gibi” demokratik hakların bu sayede kazanılabileceği, herkese sosyal güvence getireceği vs. biçiminde bir yanılsama, güncel politikanın bir parçası olarak getirilen yerelleşmeden çok farklı beklentilere neden olmaktadır. Yeniden yapılanmaya ait güncel yerelleşme politikasının, pratikteki sonuçları itibariyle ortaya çıkması kaçınılmaz olan çelişkilerine karşı, halk kitlelerinin tepkisini dağıtmaya, çeşitli kanallarda bu tepkileri yaymaya ve küçültülmüş ölçeklere çekmeye yönelik bir politikanın devamı olduğu görülememektedir. Bu yanılsamaların, dikkat çeken en önemli faktörlerinden biri, kavramlar üzerinde oynanan oyunlardır.
Bu bağlamda öne çıkan tartışmalardaki anlayış açısından önem kazanan bir örnek olarak; KAMU kelimesinin iki farklı tanım ve anlamından söz edebiliriz.
Bunlardan birincisi; uluslararası ve yerli işbirlikçi sermaye çevrelerinin, dolayısıyla devlet bürokrasisinin kullandığı “kamu” kelimesinin bugünkü tanımı, devletin sadece, uluslararası sermayenin uzantısı bir takım düzenlemeleri yapmakla sınırlı kalmasını sağlayacak anlayış ve ilkeler olarak (sınırlı) tanımlanmakta ve anılmaktadır. Devlet bürokrasisi, yeni sisteme entegrasyonun gereklerini yerine getirmeyi, “kamu adına” yürüttüğünü iddia etmektedir. Bu anlamıyla, kamu ile devlet, işleyiş olarak örtüşmektedir.
İkinci tanımlamada kamu, halk anlamında kullanılmaktadır; devletin halk adına yürüttüğü politikaların, aynı zamanda halkçı politik bir anlayışla da ele alındığı bilincine (algılamaya) denk düşer. Halk arasında, devletin bugüne kadar sürdürdüğü sosyal hizmet ve üretimle ilgili kamu görevlerinin kapsamında, ele alınır. Oysa yapısal uyum programları çerçevesinde ve Kamunun Yeniden Yapılandırılması Projesi’nde, biçimsel anlamıyla da halkçı anlayışın sonuna gelinmiş, kamu alanı olarak, devletin görevi sadece, sermayenin dolaşımının önündeki engelleri kaldırmada “düzenleyici” bir rol derekesine indirilmiştir. Her politik açılımda devlet bürokrasisinin üstüne basarak söylediği “artık popülist politikaların sonuna gelinmiştir” tümcesi ile, bu, açıkça ifade edilir. Devletin denetleme işi ise, sözde “bağımsız” kuruluşlara, yani doğrudan tekellerin denetleme mekanizmalarına teslim edilecektir.
Kamunun yeniden yapılanması, genellikle eksik olarak söylenen bir tümcedir, ama herkesin anlayabileceği gibi, “kapitalizmin yeniden yapılanması” kapsamında, sermaye egemenliğinin ve dolaşımının önündeki engellerin tümüyle ortadan kaldırılmasını hedefleyen yüzlerce yasal ve kurumsal düzenlemeler demektir. Merkezi ve yerel idarelerin görev ve sorumluluklarını belirlemek üzere çıkarılan bir seri yasa ve tüzük-tebliğ ile, merkezi idarenin görevlerinin 26 bölgeye bölünerek yürütüleceği, bölge bazlı federatif bir devlet yapılanmasını hedef alınmaktadır. Böylece her bölgenin daha demokratik bir yapıya kavuşturulacağı vaaz edilmektedir. Oysa, devlet yapısının parçalanarak, her parçaya ait işleyişin yabancı sermaye karşısında daha güçsüz kalması ve onun daha kolay egemenlik sürdürmesini sağlayacak düzenlemeler, sözde bir demokratiklik kılıfı altında rekabete açık bir liberalleşme sağlayacaktır. Özerkleşme, şeffaflaşma ve denetimin tabana yayılmasının, “demokratik katılımcılık” hayalleri yayan bir platformda, daha çok baskı ve sömürü ağını pekiştiren uygulamalar olduğu gözlerden kaçırılmaktadır. Emek örgütlerinin de bu yoldan ikna edilerek, uluslararası sermayenin doğrudan hizmetine girmesini sağlayıcı düzenlemeler olarak yürütülen bu entegrasyon politikaları ve kapitalizmin “sürdürülebilir” olması tezleriyle, sistemin dışında başka bir yolun olmadığı fikrinin pekiştirilmesi ve emekçilerin böyle bir platformda tutulması sağlanır. Bu yolla, kitlelerin gözleri boyanmaya ve kapitalizmin krizlerle boğuştuğu ve artık sonunun geldiği saklanmaya çalışılır. Sivil toplum örgütleri haline dönüştürülmesi hedeflenen kitle veya meslek örgütlerinin, yerelleşme politikaları açısından işlevi ise, sistemin yeniden yapılandırılmasına yardımcı olmak, katılımcılık adına yürütülen yönetişimi yayma ve ikna etme konusunda sisteme destek verecek yapılara dönüşmektir. Emperyalist-kapitalist sistemin, krizlerden kurtulma şansı olmayan bir yola girdiği ve yeniden yapılanmanın bu süreci bir süre daha uzatmanın yol ve yöntemleri olarak karşımıza çıktığı, böylece gözardı edilecektir. Oysa, yeni sisteme özgü propagandanın ve uyumsal dönüşümlerin temelinde yatan “krizlere karşı sistemi koruma” yöntemleri ve kriz önleme merkezlerinin teorideki “sürdürülebilirlik” tezinin, yeni girişimcilik adına krizleri önleyebileceği öngörüsü, pratik yaşamda tam tersi gelişmelere tanıklık etmekte, krizler her geçen gün daha ağırlaşarak derinleşmektedir. Ama, dünya genelinde etkisi yaygın olarak göze çarpan krizden, tekel merkezlerinin daha kârlı, çevresel faktörlerin, yani gelişimlerinde bağımlılığı pekiştirilen ülke ekonomilerinin daha çok zarar göreceği bir düzenleme öngörülmektedir.
Bu öngörünün iki yoldan yerine getirilebileceği düşünülmektedir.
Bunlardan birincisi, varolan işçi sınıfına ait sosyal kazanımların ortadan kaldırılmasıyla elde edilecek azami kârlar ve bu kazanımlara daha doğrudan el koyma biçiminin örgütlendiği bir yönetim biçimiyle, krizlere karşı önlem alınabileceği tezidir. Bu tez, tümüyle büyük sermayeye aittir, ve düzenli büyümesinin önündeki en büyük engeller olarak gördüğü işçi haklarının tümünü ortadan kaldırmak istemektedir. Böyle bir entegrasyon sürecine karşı alternatif olabilecek kurum ve örgütlenmelerin, içsel dinamiklerini deformasyona uğratacak ideolojik ağırlıklı politikaları öne sürerek, işçi sınıfını sınıfsal tehdit olmaktan çıkaran önlemler almaya çalışmaktadır. Güncel politik gelişmelere etki gücüyle, kavramların bu denli öne çıkmasının ardındaki neden, sınıf bilincinin çarpıtılması ve tarihsel olguların reddi ile yaratılmaya çalışılan sanal bir dünya varsayımının, pekiştirilerek kanıksanmasına hizmettir.
İkincisi ise, üretim süreçlerinde ve endüstriyel ilişkilerde küçültülmüş ölçekli üretim teknolojisinin etkisiyle krizlerin tabana yayılması ve orada kontrol altına alınabileceği tezidir. Ki sermaye, üretimin merkez ve çevre ilişkisi içinde hızla açılacak çelişkiler makasıyla, krizin etkisini merkezden hızla çevreye yayma ve orada boğma ile sonuçlanacak bir düzenlemeye ihtiyaç duymaktadır.
Örneğin, Cocacola tekelinin ABD’ye karşı protesto eylemlerinin etkisiyle azalan kârları, yerel bir cola imalatı olan Turkca-Cola ile artırılarak, kriz durumunda da, merkez Cola tekelinin bu krizden en az zararla çıkması, kültürel yerelleşmenin politik görüntüsü içinde mümkün hale gelebilecektir. Bu amaçla reklamlarda verilen, halklar arasında kardeşliğin yayılacağı, dostluğun pekişeceği, “……-cola” adıyla dünyanın küçüleceği ve ABD-Türkiye arasındaki çıkar farkının azaldığı gibi bir görüntü ve imaj, aslında sadece Coca-Cola tekelinin kârlarının artışını veya ayakta kalma şansını sağlayabilecektir.
Sermayenin kendini daha hızlı ve etkin bir biçimde yenileyebilme imkanı için, küçülme ve esneme politikalarıyla, varolan kamu alanlarının tümünün, serbest piyasa kurallarına göre yeniden şekillenmesi ve büyük işletmeciliğin, hızla küçültülmüş ölçeğe göre esnek üretim ilişkisi içine çekilmesi gerekmektedir. Planlı ekonominin sağladığı verimlilikten, plansız ve rekabete açık serbest piyasanın plansızlığına itilerek daha kazançlı çıkacağı bir üretim teknolojisini, tüm sermaye çevreleri tercih etmektedir. Büyük sermaye için geçerli olan çıkarlar, küçültülmüş ölçekli üretim ilişkilerinin tümünde çok daha geniş ölçekte tahribat yaratma bahasına elde edilebilecek olmasına karşın, küçük ve orta ölçekli işletmelerin de çıkarına gibi gösterilmesi gerekmektedir. Bu amaçla KOBİ’leşme, Dünya Kalkınma Bankası’nın, DB’sının, AB Kalkınma Bankası, AB projelerinin vb. açtığı kredilerden yararlandırılarak, artırılmaya çalışılır. Herkese de girişimcilik ruhu, kârdan daha çok pay alabileceği bir motivasyon aşılanmaya çalışılır.
Bunun için, kamunun yeniden yapılanması, kamunun gözetildiği politikalardan tamamen vazgeçilmesi, hantallıktan çıkarak daha etkili kâr topluluklarına dönüşüm ve kârların da tekelci sermayenin denetimine gireceği düzenlemelere gidilmesi, hem mevzuatlar, yasalar ve teknolojik düzenlemelerle, hem de uluslararası birlikler eliyle yürütülen bir politik tercihtir.
++++Örgütlenme modeli olarak tercih edilen yapının temelinde; bugüne kadar çıkan veya halen tartışılan yasal-kurumsal ve teknik mevzuatlara baktığımızda, bir yandan uluslararası bölgesel örgütlenmelere gidildiği, diğer yandan ülkeler içinde de bölgesel yapılaşmaların geliştirilmeye çalışıldığı gözlenir.
Uluslararası ölçekte bölgesel birliklerin, Birleşmiş Milletler Teşkilatı altında kurulmuş bulunan, DTÖ, IMF, DB, ILO, WHO, UNİDO, UNİCEF, NAFTA, APEC, ŞANGAY-6’lısı, MEDA, AB, OECD, ECO, OPEC, G-8’ler, Orta Afrika Birliği, Balkan İttifakı, IFA(Uluslar arası Ticaret Birliği), vs. gibi bölgesel işbirlikleri temelinde yürütülen bir organizasyonel gelişimi gözlenmektedir.
Ulusal ölçekte ise; Projeci ve düzenleyici devlet yapısı olarak karşımıza çıkan yapısal değişim, kapitalizmin yeniden yapılanmasına uyum sağlamaya çalışırken, uluslar arası birliklerin projelerinden ve anlaşmalardan etkilendiği görülür. Bu gidişatta etken olan temel bazı uluslar arası anlaşmalar ve yasalara baktığımızda;
Uluslar arası anlaşmalar olarak, DTÖ’ne bağlı Hizmet Ticaret Konseyi ve DTÖ’nün alt sözleşmeleri olarak GATS, TTEK, Fikri ve Mülkiyet Haklarının Korunması, Patent ve Kota anlaşmaları, MAİ-MİGA, MEDA(Akdeniz İşbirliği Programı), AB Müktesebatı, Avrupa Katılım Ortaklığı Belgesi(KOB), AB Akreditasyon Genel Konseyi, vs. gibi güncel sözleşmelerden ve IMF, DB, OPEC, OECD, UNİDO, ECO (KEİ=Karadeniz Ekonomik İşbirliği), vs.gibi uluslar arası tekelci kuruluşların projelerine ve örgütlerine eklemlenmeden söz edebiliriz. Ki, ’65 sonrası gelişmelerin ve kurulan örgütlerin tümünde etken olan BM teşkilatı, esas itibariyle dünyaya egemen olan en büyük sermaye gruplarının çıkarlarını koruma temelinde, daha çok ABD’nin merkez, yeni bölgesel işbirliklerinin çevre olarak öngörüldüğü örgütlenmeye doğru yönelmektedir. (TKY ile ilgi yazılara bakılabilir.)
Uluslar arası anlaşmalar temelinde yürütülen Kamunun yeniden yapılanması, 1980’lerden itibaren değişime uğratılmaya çalışılan devletin yapısal değişimi, kamu personel rejimi ve yerel yönetimlerde atılacak adımlar, Dünya Bankası tarafından verilen “kamu bütçe reformlarına ait kredilendirme”de temel alınan kıstaslardır;
“… 1995 yılında Dünya Bankası’ndan alınan Kamu Mali Yönetimi Kredisi temelinde yürütülen çalışmalarla, Kamu bütçesi reformu hemen hemen tamamlanmıştır. Pilot uygulamaları yapılmış olan yeni sistem, henüz tüm kamu kesiminde uygulamaya girmemiştir. Ki, kamu yönetimi reformu, bu bütçe ile yürütülmektedir. 1965 yılından bu yana uygulanan ‘plan program bütçe sistemi’ yerine, ‘analitik bütçe sistemi’ yada ‘fonksiyonel bütçe sistemi’ adı verilen farklı bir sistemin kuruluşu tamamlanmıştır. Yeni sistem, Maliye Bakanlığı’nın “bumko.gov.tr” adlı sitesinde yayımlanan tanıtıcı malzeme kullanılarak irdelenebilir. Ayrıca aynı bakanlık, yeni bütçe sistemini iki kitap halinde yayınlamış durumdadır……..
Günümüzde ön plana çıkan konulardan biri, gerçekleştirilmek istenen kapsamlı bir kamu personel rejimi reformudur. Ancak bu başlık, yalnızca, daha büyük bir reform dalgasının parçasıdır. Sergilenen girişimlerden biri kamu personel reformu iken, bir başka girişim daha önceden başlatılmış kamu bütçe reformu, bir başkası yerel yönetimler reformu ve nihayet sonuncusu kamu yönetimi reformudur. Bu dört girişim, bir bütün olarak devlet reformu başlığı altında toplanan ana sütunları oluşturmaktadır. ………
Kamu yönetimi reformu, genel olarak devletin yapısal örgütlenmesini değiştirmeye dönük etkinliklere verilen addır. Bu kapsamda merkezden yönetimin merkez örgütlenmesine -bakanlık yapısı, bakanlıkların bağlı ve ilgili kuruluşları, kurullar sistemi, merkezden yönetimin taşra -bölge, il, ilçe örgütlenmesine ilişkin değişiklikler, bu parçalar arasında yetki dağılımı ile kamu yönetiminin denetim sistemine dönük hükümler yer almaktadır. Gerçekte bu alt başlıklar, 12 Eylül 1980’den bu yana çeşitli dönemlerde farklı boyutları bakımından gündeme gelmiştir. Son iki yıldan bu yana farklı olan, tüm alt başlıkların topyekün yeniden tanımlama konusu yapılması ve ortaya “kamu yönetişimi” adı verilen yeni bir yapı çıkarılması hedefidir. Kamu personel rejimi reformu, Devlet Personel Başkanlığı’nın 1993 tarihli “İlkeler Taslağı”ndan sonra , kapsamlı bir yasa tasarısına 1996 yılında konu olmuş başlıklardan biridir. Personel rejimi alanı, son birkaç yıldan bu yana sürdürülen norm kadro uygulamalarıyla fiilen kapsamlı bir müdahale alanıdır. 2003 yılı, bu konuda kapsamlı bir rejim değişikliği girişimlerinin başlatıldığı yıl olma özelliği taşımaktadır. Hem kamu yönetimi hem personel reformu, Dünya Bankası’nca açılmış 2000 tarihli ‘Ekonomik Reform Kredisi’, 2001 yılında açılmış ‘Program Amaçlı Mali ve Kamu Yönetimi Kredisi- I ve 2002 yılında açılmış II ile yönlendirilmektedir. Yerel yönetimler reformu ise, yine 1980’den bu yana gündemde yerini hep korumuştur. Ancak, yerel yönetim sistemini, yalnızca yerel yönetimler düzlemini değiştirerek değil aynı zamanda merkezi yönetimi de tanımlayarak düzenlemek, 1994 yılında başlatılmış bir çaba olarak dikkat çekmektedir. Bu çaba ikişer yıllık aralarla ortaya yasa tasarı taslakları çıkmasıyla daha sürekli bir niteliğe sahiptir denebilir. Günümüzde, 58. Hükümet imzalı beşinci bir taslak vardır. Dünya Bankası, Türkiye’ye bir “Yerel Yönetimler Reformu Kredisi” açma hazırlıkları içindedir; Avrupa Birliği fonları bu alan dönük olarak kimi projeler için harekete geçirilmiş durumdadır.(Birgül Ayman Güler-Devlette Reform)
BÖLGESEL KALKINMA AJANSLARI
Bir diğer taraftan idari yapılarda değişim öngörülen yerelleşme politikaları ile,
Türkiye’de, “Avrupa Konseyi Finansman Anlaşması” kapsamında, AB’nin MEDA projelendirmesi içerisinde yer alan “teknik ve danışmanlık hizmetinin, iş ve yenilik geliştirme programı”, KOBİ-NET bilgi iletişim ağının KOSGEB’ler eliyle geliştirilmesinde etken olan hizmetler, 1970’li yıllardan itibaren başlatılmış olan bölgesel yerleşim organizasyonları temelli girişimler olarak, bugüne dek sürdürülmektedir. 1970’li yıllarda başlayan bu süreçte, Birleşmiş Milletler Sanayi Kalkınma Örgütü’nün (UNIDO) desteği ile Küçük Sanayi Geliştirme Merkezi (KÜSKEM) kurulmuş, ‘83’te DB desteğiyle Küçük sanayi geliştirme teşkilatı(KÜSGET)’e dönüştürülmüş, 1990 yılında ise, Küçük ve Orta Ölçekli Sanayii Geliştirme ve Destekleme İdaresi başkanlığı (KOSGEB) adını almıştır. (Daha ayrıntılı bilgi için; Yeniden Yapılanmada KOBİ’ler: Sihirli Değneğin Sihirsizliği- Berna- Güler Müftüoğlu)
Türkiye’deki sanayi, tarım ve hizmet sektörlerinin küçültülmesi, KİT ve büyük işletmeciliğin parçalanması ve küçük ölçekli hale getirilmesi için yürütülen politikaların yerel örgütlenmesinin en önemli ayaklarından birini KOSGEB’ler yürütmektedir. KOSGEB’ler, yukarda sözü edilen büyük işletmecilikten küçültülmüş ölçeğe geçiş ekonomisinin hem yönlendiricisi, hem de denetleyici ve teknolojik olarak destekleyici kuruluşlar olarak düşünülmektedir. Bugünlerde ise, bu görevlerini tam yapamadığı, KOBİ’leri yeterince denetleyemediği gözönüne alınarak, bu görevin sanayi odalarına verilmesi düşünülmektedir. (KOBİ’lerin %60-70 gibi önemli bir kısmı, ISO veya CE gibi standartlara uyumu kabul etmemeye devam etmektedir.)
TÜSİAD, MÜSİAD, TOBB, MESS, vs, gibi sermaye kuruluşları, 1994’ten itibaren DTÖ tarafından atanan yönetimlerin kuruluşları olan “Üst Kurullar”( BDDK, SPK, EğitimBilimÜK, YÖK-YEK, Enerji PiyasasıÜK, ŞekerPK, TütünPK,vs BTYK, UİK, TSE ve TÜRKAK), devletin ve buna bağlı olarak, kamunun yeniden yapılanmasında etkin görevler üstlenmişlerdir.
Avrupa Kalkınma bankası, Avrupa Kalkınma Ajansı’na bağlı olarak Türkiye Kalkınma Bankası ve T. Kalkınma Ajansı kurulmuş ve “AB Müktesebatına Uyum Programı” yönünde çalışmalar yürütmektedir.
Bölgesel Kalkınma Ajansları, yerelleşme politikalarının bölge temelli örgütlenmelerinde tanıtım, reklam, fuarcılık, dağıtım ve üretim organizasyonlarının yürütülmesinde proje üretim merkezleri olarak görevlendirilmiş olduğu, bunların da bölgelerin fonsiyonel yapılarının temelini hazırlayıcı fonksiyon üstlendiği görülür. Yerel ile merkez idare arasında görev ve sorumluluk bölüşümünde, tüm yetkilerin il özel idarelerine verildiği ve bunların en önemli görevlerinin başında da Özel İstatistik Bölgeleri tanımına uygun model üretimi gelmektedir. Yerel Yönetimlerin, Küçük Sanayi Sitelerinin, Organize Sanayi Bölgelerinin, Endüstri Bölgelerinin, Teknoloji Bölgelerinin, Nitelikli Özel Bölgelerin, Serbest Bölgelerinin, vs., yerleşim ve yönetim organizasyonlarını projelendirmede etkin bir rol üstlenmişlerdir. İl Özel İdareleri, bu görevlerini yürütmede Bölge Kalkınma Ajanslarının direktifleri doğrultusunda hareket ederler. (Daha geniş bilgi için, İTO yayınlarından; “Yerel/Bölgesel Ekonomik Kalkınma ve Rekabet Gücünün Artırılması; Bölgesel Kalkınma Ajansları” adlı kitaptan yararlanılabilir.)
Devletin “kaliteli hizmet üretimi” kapsamında yürütülen, kamu alanlarının düzenlenmesi görevi, bir başka taraftan da; uluslar arası tekellerin doğrudan desteği ve denetimine olanak hazırlamak üzere, eski denetim mekanizmalarını kaldırarak, yerine, tekelci denetim ve örgütleme aygıtını oturtmak üzere değişime sokulması olarak şekillenmektedir. Bu tekelci yapılaşmanın uluslar arası anlaşmalara, ABD ve AB müktesebatına uygun davranışların dışına çıktıkları ya da daha bağımsız çalışmalar yürüttükleri de göze çarpar. Örneğin, Gasprom, Cargill, Enron, her türden anlaşmaların dışında proje yürüten silah tekelleri, ilaç tekelleri, tarım tekelleri, petro-kimya tekelleri, vs……….gibi.
”Kaliteli” hizmet üretimi anlayışı olarak söylenen ile, yapılan arasındaki fark göze batmaktadır. Şöyle ki, hizmetin serbestleştirilmesi, yani piyasalaştırılması, bir anlamda özelleştirilmesine tekabül eder. Vergiyi kimin toplayacağı, bütçeyi, kalkınma planını kimin yapacağı, sağlık ve eğitim yatırımlarının veya planlamasının, üretimdeki denetimin kimin eliyle yürütüleceğinin, vs . vs. belirsiz olması anlamına gelir. Örneğin, herkes girişimci olabilir, sisteme adapte olmak koşuluyla vergi projesi üretebilir, eğitim programı ve kurumu açabilir, sağlık alanına el atabilir, vs. Örneğin; G.Antep Belediye Başkanı Celal Doğan, “Tüm eğitim, sağlık ve sosyal hizmetleri belediyelere verin, ama vergiyi de biz toplayalım” tarzında bir tartışmayı TV ekranlarında gündeme getirebilmektedir.
Oysa, kamunun yeniden yapılanma projesinde, üçlü bir yapıdan sözedilmektedir, belediyeler-devlet yönetimi(il özel idareleri)-NGO’(sivil topum örgütleri)lar. Belediyeler, yani mahalli idareler ile, il özel idareleri, yani devlet idaresi, doğrudan tekelci sermayenin güdümünde kalan alanlardır. NGO’lar ise, işçi ve emekçilerin hak ve çıkarlarını koruyan tüm örgütlerin yeniden yapılanmaya uygun olarak sisteme entegre edilmesi üzerine yürütülen bir politik manevralar alanı olarak karşımıza çıkar. Bölgesel yapılanmada, kamu hizmetlerinin bir yanını oluşturan, aynı zamanda denetim mekanizmalarında etkin olan; TMMOB, TZOB, TTB, SSK, Emekli Sandığı, Bölge Çalışma Müdürlükleri, vs gibi kuruluşlar, NGO kapsamına alınarak, denetim görevlerinden uzaklaştırılmaya çalışılırken, sadece, kitlesini sisteme uyum sağlamak üzere ikna etmeye çalışan bir amaçla sınırlaması gerekmektedir. Çünkü denetim işi, “bağımsız” kuruluşlarca yürütülecektir.
Denetimin “bağımsız” kuruluşlarca yürütülmesi gereği, AB Müktesebatına Uyum” çerçevesinde, Avrupa Akreditasyon Konseyi’nce yürütülen çalışmalar ve 2001 tarihinde çıkan 4703 sayılı “Uygun Ürün Yasası” kapsamında kabul edilen bir denetleme projesine bağımlılıktan kaynaklanmaktadır. Ama, “denetimin bağımsızlığı”, yasada “akreditasyon kuruluşlarının her türden siyasi ve sermaye baskısından uzak olması şartı” tarzında ifade edilmektedir. Bu bağımsızlığın, ne anlama geldiği ayrı bir tartışma konusu olmakla birlikte, her tekelin kendi stratejisine uygun olan denetim sistemlerinin, personel ve bütçe politikasının olduğu, tekel yönetiminin de kendine ait yöntemler üstüne kurulduğu, tartışma götürmeyen bir gerçektir. Ki, güncel söylemde bu, “marka politikası” olarak adlandırılmaktadır. Oysa, AB üyeliğine girmek üzere motive olmakla eş anlamlı olarak algılanması istenen yerelleşme, serbestleşme, hizmet sektöründe ABD ve AB tekellerinin doğrudan denetimine ve hizmetine girmek olacaktır. Ama bu yönelişin düzenleyici rolünü üstlenerek yasal ve stratejik bir statüye oturtulması, devletin düzenleyici rolünün AB Müktesebatına Uyum Programıyla şekillenerek, çerçevesi çizilmektedir. Uygun Ürün yasası ile yerel hizmetlerin “denetim”inde, doğrudan AB Konseyi (Avrupa Akreditasyon Örgütü) bağlayıcı olmaktadır. Benzer bir politik gelişim; YÖK Yasası ile “Bağımsız” Üniversitelerin oluşturulacağı’nı vaazeden tezler de, aynı kapsamda ele alınan önemli basamaklardan birini teşkil eder.
Avrupa Konseyi Bölgesel ve Yerel Yönetimler Kongresi 1996 yılında Türkiye için aldığı 29 numaralı Tavsiye Kararı’nda istediklerini net bir biçimde dile getirmiş ve yerel yönetim yasası değişiklik çalışmalarını doğrudan denetler bir konuma yerleşmiştir. Kısacası, Dünya Bankası’nın küreselleşme ve yerelleşme ikiz güçleri ile Avrupa Konseyi’nin ademi merkeziyetçi Avrupa hedefi, Türkiye için federalist devlet örgütlenmesini davet etmektedir. Yasa ve kanun hükmünde kararnameler bu davetleri kabul etmiş görünmektedir.
(Birgül Ayman Güler)
“Hizmetin etkin olacağı” sözünden, küçültülmüş ve desantralize edilerek dağıtılmış bir hizmetin, denetim dışı kalması kaçınılmazken, uluslar arası denetim kuruluşlarına havale edilerek, bu kuruluşların gizlilik konseptinde (ticari sır), maliyetleri(fiyatları hizmet sunmada artıran, ama hizmet üretmede azaltan) düşürmekten başka amacı olmayan kalitesizliğe itileceği anlaşılmalıdır. Örneğin, tarım, orman ve turistik bölgelerin, tarihi eserlerin ve arazilerin satışına izin verilen yasalarla, ülke halkının kullanımından çıkarılması biçiminde yürütülen yasal mevzuat düzenlemeleri, gezi ve turizm hizmetlerinin ucuz ve geniş kesimlerin yararlanma olanaklarını ortadan kaldırmaya yönelik olacağı açıktır. Parçalı ve her parçası farklı fiyatlandırılmış eğitim, sağlık ve sigorta şirketlerinden yararlanacak halkın geniş kesimlerinin, sigorta güvencesiz, borçlu kalarak, yarım kalmış eğitim-sağlık hizmetleri alabilecekleri bir hizmet anlayışını kışkırttığı görülür. Mühendislik ve mimarlık hizmetleri olarak yabancı uzmanların talanına açık denetim mekanizmalarında, yerli istihdamın ucuzlatılması ve yoğun emek sömürüsüne maruz bırakılmasında, kalifiye ve düz işçiliği eşitlediği bir zeminde hizmet verimini (karı) artırarak, doğrudan sömürü mekanizması geliştirmek istenmektedir.Vs.
Kamu yönetimi yürütecek bakanlıkların, tüm görev ve yetkilerinin yeniden tanımlanması ve bir kısmının kurullara devredilmesi, devlete ait diğer kurumların tanım ve fonksiyonlarının kurallarını koyan standartların egemenliği, devleti bir işletme biçimine sokan bir anlayışla yürütülmektedir. Aynı ölçülerde, kamu hizmetleri anlamındaki düzenlemelerin, bu hizmetlerin yerel yönetimlere verilmesi olarak, değişim öngören yasalarla devletin ulusal statüsünde, bütçe, vergi veya sosyal alanlardaki tüm hizmetlerinde parçalanma sağlayacağı görülüyor.
Bu alanlarda eski Dünya Bankası Türkiye Başkanı CHIBBER, “Dünya Bankası içinde bir “belediyeler ortak fonu” oluşturma hazırlığı içinde olduklarını; Türkiye’de belediyelerin projelerini doğrudan Dünya Bankası’na vereceklerini ve krediyi doğrudan kendilerinin sağlayacaklarını açıklamıştır.
Bu açıdan kamu reformu yasa tasarısı ile atılacak adımda, belediyeler ile mali piyasalar arasında doğrudan bağlantı kurulacak; belediyelerin merkezi bütçe ile bağlantıları kesilecektir. Küçültülmüş ölçekli yerel bir yönetim, yerel kaynaklar üzerinde tam bir egemenlik kurmak isteyen tekelci sermayenin talanına zahmetsiz ve kolayca el atabileceği, açık çiftlikler haline getirilirken, mali sermayenin içine girdiği krize de çözüm olabilir ! , diye düşünülmektedir.
Dünya Bankası yerel özerklik, vesayetten kurtulma, kısacası “demokrasi” istemektedir!
Avrupa Birliği de Türkiye’de “demokrasi” istemektedir. Bunun için daha fazla yerel özerklik, vesayet ilişkilerinin daraltılması, yerel yönetimlere vergi koyma ve vergi oranlarını belirleme yetkisi verilmesi, personel istihdamında tam serbestlik gerekmektedir. Bunlar da yeterli görülmemekte, yerel yönetimlerin topluluk din, kültür ve eğitim işlerinde daha fazla serbest irade kullanmaları gerektiği ısrarla belirtilmektedir.”(Bak; Birgül A. Güler-Devletin Yeniden yapılandırılması)
Kamu Reformu Yasası, Devletin düzenleyici rolünün yerine getiren Yerel Yönetimler Yasası, Orman Yasası, SİT Alanlarının Satışını Düzenleyen Yasa, Vergi Yasası, Hukuk Yasaları, Sermaye Piyasasını Düzenleyen Yasa, YÖK, Orman Yasası, Teknoloji Geliştirme Bölgeleri Yasası, Organize Sanayii Geliştirme kanunu, Nitelikli Endüstri Bölgeleri kanunu, “Uygun Ürün “ yasası, Üst Kurullar Yasası, Akreditasyon Yasası, İş hukuku, SSK yasası, vs. tüm yasalar ve uyum paketleri, “Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı” (GEGP) olarak , Dünya Bankası ve AB Stratejilerinin birer parçasıdır.
Uluslar arası ve ulusal sermayeyle işbirliği projeksiyonunda atılan adımlara, halkların ve işçi-emekçi sınıfların tavrı nedir diye baktığımızda, pek iç açıcı bir manzara ile karşılaşmadığımız ortadadır. Bunun en önemli nedenlerinden ikisi üzerinde yoğunlaşmak gerekirse;
Bunlardan biri;, ABD, DB-IMF ve AB stratejistlerinin öne sürdüğü “katılımcı demokrasi” masalının ikna edici gücü ile karşılaşırız. Çünkü, GEGP’nda halkın tartışmasına açılmasını sağlayıcı projeksiyonlar içinde en çok konusu edilen mevzu, teknolojik üstünlüğe boyun eğme ile birlikte öne çıkan özgürlük ve demokrasi tanımlamalarındaki algılama ve açılımların gerçek yüzüne bakıştaki eksikliğe bağlı olarak gelişen ideolojik çarpıklıklardır.
Halkın umut olarak baktığı ve desteklediği değişimlere yaklaşımında etken olan bazı noktalara değinirsek;
1-Halk tarafından, bugüne dek kullanıla gelen sözcüklerin tanımı değişime uğratılarak, ideolojik çarpıklıklar yaratılarak, sözde “katılımcı demokrasi”ye teslim olma, bu açıdan kurumsal düzenlemelere ayak uydurma, AB’ne adaptasyonda etkili propaganda olarak karşımıza çıktığı görülüyor. Oysa teknik veya hukuksal yönetim mekanizmalarındaki hiçbir düzenleme, halkın çıkarları gözetilerek çıkarılmamakla birlikte, “müşteri memnuniyeti” projeksiyonu ile halkın çıkarına gibi gösterilebilmektedir.
2-Halk kitleleri tarafından oluşturulmuş, işçi ve emekçilere ait örgüt ve kurumların “Sivil toplum Örgütü” olarak yeniden yapılandırılması, AB Müktesebatının önemli ayaklarından birini oluşturur. Kamunun yeniden yapılanmasında, yerel demokrasi sağlayan kurullar biçiminde yürütülen “Halk Konseyleri”, “Kalite Kurulları”, emekçilerin kandırılması ve sisteme uyum sağlamasını hedefler. Oysa, bu kurulların ve yürütülen politikaların, gerçek demokrasiyi ve bunun mücadelesini baltalamaya yönelik olduğu gözden kaçırılmaktadır.
3-Katılımcığın olabileceğine veya demokrasinin geleceğine iman eden çeşitli sol çevrelerin, AB’ye uyum programlarına destek vermesi, DİSK, KESK, TMMOB, TTB,vs. gibi işçi ve emekçi kitlelerin mesleki ve sosyal çıkarlarını korumaya yönelik kitle örgütlerinin yönetimlerinde olmalarına rağmen, “AB demokrasisi”ne uyum için tabanlarını ikna etmede önemli rol üstlenmeleri, bu örgütlerin uluslar arası sermaye ile entegre olmalarıyla, yani sivilleşmeleriyle sonuçlanmaktadır. Türk-İş, Hak-İş, Kamu-Sen gibi işçi örgütlerinin tavrının, uluslar arası sermayeden bağımsız olması, ne ideolojik olarak, ne de politik tutum olarak düşünülmemelidir. Ama bu örgütler içinde de sermayeye karşı tutum alabilecek daha ilerici sendikaların olmasına rağmen, merkezi bürokrasisi ile bağların güçlü olması, siyasi ve ideolojik kuşatılmışlığın etkisinden kopamama ile muzdarip oldukları görülmektedir. Gelecek projelendirmesi içinde, varolan değişimler karşısında yapısal ve iç dinamiksel çözülmeye karşı mücadele gücünden uzak kalmaları, gelişim projelerine karşı tutarlı ve etkili politikalar oluşturamamaları, veya yetersiz kalmaları ile açıklanabilecek bir kaosa itilmektedirler. Ki bölgesel temelli bir örgütlenmenin gereği olarak oluşan Organize sanayi bölgeleri, vs. ve diğerleri kapsamında yürütülecek bir sendikal çalışmanın üstüne basacağı politik ayakların yerli yerine oturmadığı, bu alandaki gelişmelerin eski yapılarla sürdürmedeki sınırlılık, hem hukuksal, hem de ideolojik olarak mümkün görülmemektedir. Ama bu süreçle ilgili tartışma ortamının, emek cephesinde hemen hiç sözü edilemez ve buna ilişkin mücadelenin yürütülemez duruma gelmesi, sadece merkez yönetimlerdeki ideolojik eksiklikten kaynaklanır demek, yeni kapitalist gelişim sistematiğini ve kriz önleme merkezlerinin daha detaylı incelenmesi gereken alanlardaki yaptırımlarını gözardı etmekle de izah edilebilir.
4- Kamu alanları içinde en büyük ve etkin kuruluşlardan birisi, SSK’dır. Devlet bütçesine yakın bütçesi ve emekçiler açısından sosyal güvencesi dışında sosyal bir dayanışma kuruluşu olması ile emeğin korunmasında ve eşitlik ilkesinin hayata geçirilmesinde temel örgütlerden biridir. Benzer biçimde Emekli Sandığı ve Bağ-kur gibi örgütlerin SSK ile birleştirilerek libere edilmeye çalışılacağı ve şirket olarak işlem göreceği bir süreç, yerelleşme ile başlayan dağılma sürecini hızlandıracaktır. Ama kitlesel tepkileri gözardı ederek hayata geçirilmesi mümkün görülmeyen bir alan olan sosyal güvenlik kuruluşlarındaki yapısal değişim, daha temkinli adımlarla yürütülecek bir çalışmanın sonucu, tasfiyeye uğrayacaktır. Hükümetin ve IMF’nin 5. Gözden geçirme sürecinin en önemli unsurlarından biri olan SSK yasasına ilişkin bir tartışma, emek cephesinde henüz görülmemektedir. Oysa, SSK hastaneleri ile devlet hastanelerinin aynı işleyişte birleştirilmesi bu tasfiyenin ilk adımlarını oluşturmaktadır. Bir yanıyla da sigorta borçları affı veya sigortadan muaf bölgelerin desteklenmesi, Bağ-Kur yasasında öngörülen kayıt serbestisi, SSK-Bağ-Kur’un birleştirilmesi, vs. gibi gelişmelerin, yeni bir sigortacılık anlayışının önünü açarak, özel sigortacılığı geliştirmeye yönelik olduğu gözlenebilir. Ama diğer yandan, işçi ve emekçilerin de sigorta güvencesinin sağladığı yararların farkında olmadığı ve bu gelişmeyi, daha fazla ücret veya kar elde etmenin bir yolu olarak destekledikleri görülür. Özellikle KOBİ bölgelerinde, kayıtsızlığın teşvik edildiği bir yasa olarak ortaya çıkan sigorta veya bağ-kur affı, hem KOBİ işvereninin, hem de işçisinin aleyhine gelişecek bir yaptırım olacaktır. Karlı çıkan ise, uluslar arası büyük sigorta, sağlık ve ilaç tekelleri olacaktır.
5-ABD ve “AB demokrasisi”ne uyumla geçirilen bir süreçte sendikalara, derneklere veya odalara üye olmanın da altı, bu sürece bağlı olarak boşaltılmaktadır. Örneğin, GATS anlaşmalarına göre, TMMOB’ye üye olma serbestisi, işletmelerde yabancı uzman bulundurma serbestisi, oda sicil kayıtlarının tutulmama serbestisi, SMM(serbest mühendis-mimar)’lere denetim yaptırmama serbestisi, vs, bilumum serbestleşme, DTÖ’ye uyum ile getirilen güncel sorunlardır. Buradaki serbestleşmeden, liberalleşme ya da keyfiyet anlaşılmalıdır. Bu keyfiyete benzer biçimde, dünya bankasının keyfine uygun olarak, aynı zamanda sendika ve odaların işlevsizleştirilmesini hedeflemektedir. Ya da entegrasyona girmesi koşulunu dayatır ki, bir yarı kamu kuruluşu olmakla birlikte aynı zamanda mesleki kitle örgütü olan TTB, TZOB, TMMOB’ gibi kamu örgütlerini de, parçalanarak dağılmaya mahkum bırakır.
İkincisi ise; emek mücadelesinde parçalanma ve dağılma biçiminde tezahür eden ideolojik ayrımların önemli bir kısmı, ABD sermayesi ile AB sermayesinin “demokrasi” kapsamında öne sürdüğü yanıltıcı kriterler ve politikalar arasında süren tartışmalar biçimindedir. ABD, tüm dünya halkları ve dolayısıyla Türkiye halkı tarafından teşhir olan bir güçtür. Ama AB, halen devrimci-demokrat çevreler açısından “içinde yer alınması gereken yeni ve demokrat bir güçtür ve desteklenmelidir” diye düşünülmektedir.. En azından TV ekranlarına yansıyan yanıyla, “halkın %75’i AB’den yanadır ve GEGP’nı bu açıdan desteklemektedir” şeklinde yürütülen propagandanın etkisiyle de bu ayrım pekiştirilmektedir. Çünkü değişen dünyanın yüzü, “AB Demokrasisi” ile “yenilikler” getirecek bir umut yaymaktadır. Bu umuda yönelen ve beklenti içine sokulan halkın, örgütsüzlüğünün yanısıra, varolan örgütsel yapılarında da parçalanma ve ayrım yaratan çelişki, ABD-AB ayrımında varlığını sürdürmektedir.
Oysa, AB üyeliğine girmek adına yürütülen çalışmaların sonucu, sermayeye daha çok bağımlılık içine çekilerek ABD egemenliğine kayıtsız şartsız teslim olmakla sonuçlanacağı açıkça gözler önüne serilmelidir. Çünkü yapılan düzenlemeler sürecinde, üretim ve hizmet sektörlerine egemen olan kuruluşlar, daha çok güçlü ABD menşe’li tekeller olarak karşımıza çıkıyor. Dolayısıyla AB’ye “evet” diyenler, aslında ABD’ye “evet” demiş oluyorlar. Ve yerelleşme politikalarındaki demokratik mücadele alanında, AB’ye uyumu savunanlar ve ABD’ye karşı çıkanlar ile her ikisine de karşı olanlar arasındaki çelişki, en derin bir içerikle, iç mücadele biçiminde sürdürülmeye devam edecek görülüyor. Çünkü, henüz yerelleşmenin kapsamı, devlet bürokrasisi ve kitle örgütlerince yeterince anlaşılabilmiş değildir.
Semra Çaralan-20 Temmuz 2003-Kimya Mühendisi