Dünyada ve ülkemizde “Yükseköğretim Sistemi” yıllar boyunca hem egemen sınıfların hem de ona karşı mücadele veren sınıfların önemle üzerinde durduğu bir konu olagelmiştir. Eğitimi, eğitim sisteminin son halkası olan yükseköğretimi ve yükseköğretimin temel yapı taşı olan üniversiteleri toplumsal yapıdan bağımsız değil de bu yapı içerisinde ve bu yapıyla birlikte değişen-dönüşen birer kurum olarak gördüğümüzde, bu durum gayet doğaldır. Ülkemizde de bu tartışma, son yıllarda hazırlanan yasa taslaklarıyla birlikte, yoğun bir şekilde yürümektedir. Yükseköğretim Kurumu (YÖK) Başkanı Erdoğan Teziç’in başkanlığında, sözde eğitim emekçilerinin ve öğrencilerin görüşleri alınarak hazırlanan “2547 Sayılı Yükseköğretim Kanununun Bazı Maddelerinin Değiştirilmesi Hakkında Kanun” Tasarısı Taslağı ile tartışmalar yeniden alevlenmiştir.
Basından da takip edilebileceği üzere, hem Üniversiteler Arası Kurul (ÜAK) hem Teziç hem eğitim emekçileri hem de öğrenciler taslağın kendi görüşlerini yansıtmadığını iddia etmekteler. Dolayısıyla tartışma çok ilginç bir noktada düğümlenmiş gibi gözükmektedir. Yazımızın amacı tam da bu noktada ortaya çıkıyor. Üniversitelerin toplumsal yapı ile birlikte tarihsel süreç içerisinde değişimini, bu değişimin bugün içerisinde olduğu durumu ve bu değişimin itici gücünün kimler olduğunu, hem TÜSİAD raporları hem MEB hem de Teziç başkanlığında ÜAK tarafından hazırlanan taslaklar üzerinden değerlendirmek, bu yazının başlıca hedefidir.
Üniversiteyi ve tarihsel geliţimini incelerken konunun toplumsal yapıdan bağımsız olarak ele alınamayacağı açıktır. Toplum sınıflara bölündüğü andan itibaren egemen sınıfın ideolojisi, devlet aygıtının aracılığıyla, toplumsal yapıların egemen ideolojisini oluşturmuştur. Bu egemen ideolojinin temellerinin atılmasında ve yeniden üretiminde eğitim başat rol oynamıştır. Bu anlamda ele alındığında, yükseköğretim, Platon’un Akademi’sinden günümüze uzanan süreçte, içinde bulunduğu toplumsal yapıya göre şekil almış, egemen sınıfın ihtiyaçları doğrultusunda kullanılmış ve değiştirilmiştir. Bütün bu süreç içerisinde, egemen sınıfa karşı mücadele, elbette yükseköğretim kurumlarına da yansımış ve üniversitelerin tarihi, müdahalelerin tarihi olduğu kadar, egemen ideolojiye karşı mücadelenin de tarihi olmuştur. Toplumsal bilginin biriktirildiği yerler olarak üniversiteler, egemen sınıfların baskılarına rağmen, içlerinden ilerici, devrimci fikirleri çıkartabilmiştir.
Kabaca değinmek gerekirse, ortaçağda kiliselerin kontrolünde bir “ehlileştirme” aracı olarak kullanılan üniversiteler, burjuvazinin önderliğinde yeni bir biçim ve içerik kazanmıştır. Burjuvazinin ilericiliğini yitirmesiyle birlikte, üniversiteler, yeniden egemen sınıfın tekelinde ve gerici ihtiyaçları doğrultusunda kullanılan ve en nihayetinde egemen ideolojinin yeniden üretimi noktasında üzerine düşeni yapan bir konum almıştır. Artık eğitimin son halkasını oluşturan yüksek okul ve üniversitelerden çıkanlar, ya okumuş işsiz olmak ya da devrimci sınıfın aydınlarının yanı sıra kapitalist sınıfın yöneticilerini, idarecilerini, asker, polis veya siyasetçilerini ve profesyonel ideolog ve propagandacılarını oluşturmak durumunda olmuşlardır.
Dolayısıyla bugün hazırlanan yasa taslaklarını anlamak için, toplumsal yapıdaki değişiklikleri gözden geçirmek ve bu konuyu bir bütün olarak ele almak gerekir. Emperyalist-kapitalist sistem ve onun ideologları, günümüzde küreselleşme ve neo-liberalizm kavramlarıyla karşımıza dikilmektedir. Bu kavramların çıkışının, aslında, varlık nedeni sosyalizm tehlikesinde olan sosyal devletin, Sovyetler Birliği’nin çöküşü ile birlikte, tasfiyesi sürecine denk geldiği açıktır. Bu bağlamda dergimizde yayınlanan diğer yazılarda bu konu derinlemesine ortaya konulduğundan sürecin genel anlamda nasıl işlediğine değinmeyeceğiz. Bunun yerine, eğitimin bir parçası olan yükseköğretim sistemine yansıyışı ve sonuçları üzerinde duracağız.
EĞİTİMİ YENİDEN YAPILANDIRMA ÇABALARI
Sosyal devletin tasfiyesi, özelleştirmeler, yeni iş yasaları, kamu yönetimi temel yasası gibi alanlarda olduğu gibi, eğitim alanında da kendisini göstermektedir. Her alanda gerçekleştirilmeye çalışılan yeniden yapılandırma çabaları üniversitelerde de çarpıcı bir biçimde su yüzüne çıkmaktadır. Bilim, bilgi, teknoloji gibi kavramlar, baştan aşağı yeniden tarif edilip, basit bir meta olmanın ötesinde, doğrudan sermaye kontrolü altında sermayenin yeniden üretiminde kullanılmak istenmektedir. Daha açık ifade etmek gerekirse; son yirmi yılda, “Bilgi Toplumu”, “İletişim Çağı”, “Bilişim Teknolojisi” gibi kavramlara her yerde rastlıyoruz. ‘İletişim Çağı’nda yaşıyoruz, bilişim teknolojisinin ürünleri (cep telefonları, Internet vb.) yaşamımızda önemli bir yer tutuyor ve bu teknoloji sayesinde de toplum ‘bilgi’ye ulaşıyor. Yani bilgi, bir ürün olarak ortaya konarak, insanlığın (daha doğrusu bir grup insanın) ‘hizmet’ine sunuluyor.
Bu propagandanın asıl amacı ise; yönetilenlerin, üretilmesi giderek daha karmaşık süreçler gerektiren bilgi yığını içinden kendilerine sunulanlarla yetinecek; küçük, ayrıntısal ve temelde çok da önemli olmayan bazı değişikliklerle piyasaya her gün bir üst modeli sürülen bilişim-iletişim teknolojisi ürünlerinin kör tüketicisi konumuna indirgenecek; medya imparatorluğunun sahnelediği gölge oyunlarını seyrederek ülkelerindeki ve dünyadaki gelişmelerden haberdar olduklarını sanacak insanlar konumuna getirilmesidir.
Kapitalizmin kendini yeniden üretmeye çalıştığı bu dönemde, ‘bilgi’ ve ‘hizmet’ gibi kavramların yeniden üretilmesi ihtiyacına paralel bir şekilde, “kuşaklar arası bilgi aktarımını sağlayan bir hizmet alanı” olarak nitelendirilebilecek eğitim kavramı da yeniden tanımlanmaktadır. Yönetilenler ne kadar çok bilgiyi ezberlemek ve arşivlemek zorunda kalırsa, düşünmek ve bu bilgileri eleştirel bir yorumla kullanabilmek için o kadar az zamana sahip olacaklardır. Mekanik, statik, bağlantısız, soyut ve ezberci olan bu eğitim tanımında ,öğrenci, hizmetine sunulan bilgiye talip olan bir alıcı ya da tam da gerçek anlamıyla bir ‘müşteri’dir.
Eğitimin sermaye için bir yatırım alanı olması, içeriğinde de bazı değişikliklere yol açmıştır. Piyasada pazarlanabilen bilgiler ön plana çıkartılırken, tarihsel ve eleştirel bilgi biçimleri eğitim müfredatından uzaklaştırılmıştır.
Eğitimde değişimin sağlanmasında kullanılan araçlardan en önemlileri arasında, IMF ve DB’nin azgelişmiş ya da gelişmekte olan ülkelerle girdikleri ilişkiler sürecinde öne sürdükleri şartların içinde, ‘eğitimin ticarileştirilmesi’ önemli bir yer tutmaktadır. Özellikle yüksek öğretimin bireysel getirisinin sosyal getirisinden fazla olduğu yönündeki propagandayı (bireysel rekabetin toplumsal üretimin yerini aldığı kapitalist sistemde tersini beklemek saflık olur ! ) izleyen öneri; kamu harcamalarında yüksek öğretime ayrılan payın aşağıya çekilmesi yönünde olmuştur. Akademik özgürlüğün, üniversitelerin piyasa koşullarında kendi olanak ya da kaynaklarını yaratması olarak tanımlanması ve kamusal kaynakların hızla kısılması, üniversiteleri piyasa koşullarına uymaya zorlamaktadır. Yapısal Uyum Programları ve Uyum Kredileri için önemli değişkenlerden biri olan ‘yüksek öğretimin ticarileşmesi’ yönündeki vurgu, gelişmekte olan ülkeler için bir yandan IMF ve DB tarafından belirlenirken, diğer yandan bu belirlemeler, ülkelerin kendi içindeki ve/veya uluslararası sermaye kesimleri için özel bir dizi mekanizmanın da ortaya çıkmasına neden olmuştur. Bütün bu ticarileş(tir)me eğilimleri için, eğitim tarihçisi David Labaree’nin de ifade ettiği gibi; “kamu okullarının müdahalelere maruz kalmasının nedeni onların etkin olmamaları değil kamusal olmalarıdır”.
Bütün bu propagandalar eşliğinde bir çok ülkede eğitim sermayenin kucağına itilmiş ve özel eğitim kurumları mantar gibi çoğalmaya başlamıştır. Bununla birlikte, devletin eğitime daha az kaynak ayırması gerektiği yönündeki vurgulara rağmen, özel kesim yoğun bir biçimde devlet desteği almıştır. Özel okulların gelişmesi için en büyük destek devlet tarafından (teşvik kredileri, yatırım indirimleri, vergi muafiyetleri vb.) verilmiştir. Fakat kitlelerin yoksullaşmasına paralel olarak, özel eğitimden yararlanabilen kesim, ABD’de bile, beklenen düzeyin çok altında kalmıştır. Bu sorun karşısında ortaya atılan en çarpıcı çözüm önerisi; devletin eğitim hizmetini üreterek satması yerine, sermayeye devredilen eğitim hizmetini satın almasıdır. Bu çözümün öncülüğünü M. Friedman yapmıştır. Friedman’ın özellikle yoksul siyah kesimin çocuklarının da eğitim olanaklarından yararlanması gibi bir amacı da yerine getireceğini söylediği ve literatürde “voucher sistemi” olarak adlandırılan bu yönteme göre, devletin ailelere, çocuklarının okul seçimi ve eğitim hizmetinin maliyetini karşılaması için bir kupon vermesi önerilmektedir. Böylece, devlet, özel sektörün ürettiği eğitim hizmetini finanse ettiği gibi, ailelerin de çocuklarının eğitimi için farklı seçenekler arasından seçim yapabilecekleri ve bunun da, okullar arası rekabeti arttırarak, eğitimin kalitesini yükselteceği, öne sürülmüştür.
Voucher sistemi, ilk defa Şili’de uygulanmıştır. 1980 Şili’sinde kamu okulları önce yerel yönetimlere bırakılmış ve bir süre sonra da eğitimin %80’e yakını özelleştirilmiştir. Ancak, kriz yıllarında, ailelerin, kendilerine verilen kuponları çocuklarının eğitim harcamalarına ayırmak yerine, bozdurarak başka masraflarını karşılamaya yönelmeleri, bu sistemi çıkmaza sokmuştur.
AKP iktidarı tarafından devlet okullarının yerel yönetimlere devredilmek istenmesi ve MEB’in özel okullarda 10.000 öğrenciyi burslu olarak okutmak için girişimde bulunması, voucher sisteminin Türkiye’deki yansıması olarak değerlendirilebilir. Fakat bu uygulamaların sonunun pek de hayırlı olmadığı Şili örneğinde açık bir şekilde görülmektedir.
YÜKSEKÖĞRETİMİN FİNANSMANI
Sosyal devletin tasfiyesi, hayatın her alanında olduğu gibi, yükseköğretimde de yaşanan bir süreç. Ancak, burada dikkat edilmesi gereken nokta, bu sürecin sadece öğrencilerden alınan har(a)çların belirlenmesi şeklinde olmadığıdır. Sermaye, üniversiteleri sadece kendisine hizmet eden bir pozisyonda tutmak değil, üniversitelerin, dolayısıyla da bilimin, bizzat sahibi olmak istemektedir. 20. yy başlarında Alman sosyolog M. Weber’in Amerikan üniversitelerini incelerken belirttiği “Amerikan üniversitelerinde öğrenci, profesörü hakkında basit bir fikre sahiptir: Nasıl sebze satıcısı annesine lahana satan birisiyse, profesörü de babasının parasına karşılık kendisine bilgi ve yöntem satan birisidir” gerçeği, küreselleşme ve neo-liberalizmin eliyle değişime tabi tutulmaktadır. Artık üniversiteler, bilimin lahana gibi satıldığı yerler olmanın ötesinde, lahananın, ya da sermayenin, yeniden üretiminde temel faktörlerden birisi olarak rol almaktadır.
ABD’de kâr amaçlı üniversitelerin kampus satın almak suretiyle her geçen gün artmaya devam etmesi; Dell, Microsoft, Coca Cola, General Motors Üniversiteleri gibi isimlerin bugün sadece insanların düşüncelerinden ibaret olmayıp bizzat varolmaları bunun en açık kanıtıdır.
ABD’de bu gelişmeler yaşanırken, AB ülkelerinde de, ABD ile her alanda yürütülen rekabetin bir parçası olarak, yükseköğretim sistemi, yine ABD modeli örnek alınarak, yeniden yapılandırılmaya çalışılmaktadır.
Ülkemizde de bu süreç, mevcut alt yapı da gözetilerek, uygun bir şekilde yürütülmektedir. 2001’de bizzat Kemal Gürüz, sonrasında AKP Hükümeti ve son olarak da ÜAK tarafından hazırlanan taslaklar, bu doğrultuda atılan somut adımlardır. Farklı dönemlerde ve farklı kurumlar tarafından hazırlanan bu taslakların temelini ise, TÜSİAD’ın hazırlattığı raporların oluşturduğu görülmektedir. TÜSİAD raporlarının ilki, 1994’de Kemal Gürüz tarafından hazırlanmıştır. Bu rapordan bir yıl sonra Kemal Gürüz’ün YÖK başkanlığıma getirilmesi , hazırlanan taslakların arka planında kimin olduğunun da göstergesidir. 2000 yılında yine TÜSİAD’ın hazırlattığı “Yükseköğretimin Finansmanı” başlıklı raporun ardından, 2001 yılında Kemal Gürüz’ün bu sefer YÖK Başkanı sıfatıyla hazırladığı taslak, üniversitelerin sermayenin kucağına itilmesi fikrini açık bir şekilde dile getirmiştir. 2003’te AKP Hükümetinin, yükseköğretimde egemen duruma gelen neo-liberal politikaların amaç ve hedeflerinde bir değişiklik yapmadan, bu politikaların yürütüleceği noktalara kendi kadrolarını yerleştirmek istemesi, kamuoyuna ilericilik-gericilik çekişmesi öne çıkarılarak yansıtılmıştır. MEB’in bu doğrultuda hazırladığı taslağın ardından, TÜSİAD, bu sefer “arabulucu” rolü ile ortaya çıkmış, ve 2003 Ekim’inde “Yükseköğretimin Yeniden Yapılandırılması: Temel İlkeler” başlıklı raporu yayınlamıştır. ÜAK taslağı ise, bu raporun ardından gündeme gelmiştir.
Bütün bu raporlar ve taslaklar incelendiğinde, yükseköğretimin finans kaynaklarının neler olacağı ve bu kaynaklar kullanılarak elde edilen “ürünün” kimin hizmetine sunulacağı soruları, işin can alıcı kısmını oluşturmaktadır.
ÜAK’ın hazırladığı taslağa hakim olan esasların belirtildiği bölümde, “…maddi olanaklardan yoksun olanların sorunlarına çözüm bulabilmek için, ‘herkese parasız eğitim’ gibi mutlak eşitliğin aynı zamanda adaletsizlik doğurabilecek popülist yaklaşımlardan uzak durularak, göstermelik çok sınırlı olanaklar yerine, bir yükseköğretim gencine yaraşır daha elverişli koşulların sunulması amaçlanmıştır. Bu konuda cari hizmet maliyetine öğrenci katkı payı en çok dörtte bir ile sınırlanırken, ödeme güçlüğü içinde bulunan öğrenciler için öğrenci katkı payının tamamen Kredi Yurtlar Kurumu’nca karşılanması öngörülmüştür.” ifadesi yer almaktadır. Bu madde ile anlatılmak istenen düşünce, son TÜSİAD raporunda daha açık bir şekilde belirtilmekte ve raporun “ Alınması Gereken Tedbirler” bölümünün 8. maddesinde şunlar ifade edilmektedir: “…ancak devlet üniversitelerinde okuyan öğrencilerin öğrenci başına maliyete katkıları bugünkü sembolik düzeylerden yukarı çekilmeli, böylelikle bu konuda devletin sübvansiyonu kaldırılmalıdır. Bugünkü sistemde her öğrencinin ödediği eşit ve sembolik düzeydeki katkı payları ancak popülist anlamda sosyal adalete uygun gibi gözükür. Gerçekte ise bu uygulama ‘öğrenci maliyeti’ni fazlasıyla kaynak transferidir. Vergi adaletinin oturtulamadığı, dolaysız vergilerin ancak kaynakta el konularak toplanabildiği, dolaylı vergi ve enflasyonun çok yüksek olduğu bir ortamda, vergi yükünün daha az gelirlinin üzerinde olduğu iktisada giriş derslerinde öğretilir. Bu, şu anlama gelmektedir: Basit bir eşit katkıyı öngören bugünkü sistem çerçevesinde, yükseköğretimin maliyeti, alt gelir grubundaki öğrencilerin aileleri ve –katma bütçeden ayrılan kaynağı da düşünürsek– çocukları yükseköğretim imkanlarından faydalanamayan aileler tarafından karşılanmaktadır.” Bu ifadeleri okuduğumuzda, yükseköğretimin maliyetinin düşük gelirli aileler tarafından karşılanıyor olması düşüncesi, yükseköğretimin paralı hale gelmesi fikrine sıcak bakmamıza neden olabilir. Akademik çevre, öğrenciler ve veliler arasında bu fikri sahiplenenlerin varolduğu rahatlıkla gözlemlenebilir. Oysa oynanan oyun gayet basittir. Burada yapılan, sorunun gerçek muhatabı olan kapitalist sistemin ve onun bugün uygulamaya çalıştığı neo-liberal iktisat politikalarının üzerinin örtülmesi ve paralı eğitimin bir çözüm yolu olarak gösterilmesidir. Toplumsal fayda ön planda olduğundan dolayı ilk ve orta öğretimin ücretsiz olması gereği kabul görürken, bireysel faydanın ön plana çıktığı iddiası ile yükseköğretimin paralı olması fikrinin meşrulaştırılma çabasıdır. Dolayısıyla genel anlamda eğitimin son halkası olan yükseköğretim, bir hak olmaktan çıkartılıp, bireysel faydanın ötesinde toplumsal işlevini yitirmiş gibi sunulmaktadır. Her nedense vergi sisteminin ve gelir dağılımının dengesizliğine işaret ederek paralı eğitimi bir çözüm olarak ortaya atanların, sermaye kesiminin vergilendirilmesi, bankaların içlerinin boşaltılmasının engellenmesi, kamu kuruluşlarının özelleştirilme yoluyla sermaye gruplarına peşkeş çekilmesinin önüne geçilmesi ve yarıdan fazlası faiz ödemelerine ayrılmış bütçenin yeniden düzenlenmesi gibi konularda ağzını bıçak açmamaktadır.
Bunun yanında, yükseköğretim kurumunun özel bütçesinin gelir ve giderlerinin tarif edildiği maddelerde kullanılan “şirket kurma”, “şirketlere ortak olma”, “üretilen her türlü hizmet ve mallardan elde edilecek gelirler” gibi kavramlar, yükseköğretimin finansmanının, neo-liberal eğitim politikaları doğrultusunda ve birer işletme mantığıyla belirlenmek istendiğinin göstergesidir. Sırf bu noktadan bakıldığında bile, yükseköğretim konusunun bağımsız ele alınamayacağı; köklü bir sistem eleştirisinin ve değişikliğinin gerekli olduğu görülebilir.
Bu tartışmalardan daha vahim olan bir husus ise, üniversitelerin genel anlamda sermayenin kucağına itilmesi ve rekabet koşulları içinde değerlendirilmesidir. Yani yukarıda belirttiğimiz soruların ikincisi olan ‘varolan kaynaklar kullanılarak elde edilen “ürün”ün kimin hizmetine sunulacağı’ sorusunun cevabıdır. Daha önce ABD’de ve AB üyesi ülkelerde bu durumun nasıl bir hal ve gidişat içerisinde olduğuna değinmiştik. Ülkemizde yaşanan gelişmeleri ise, hazırlanan taslağın akademik personelin başarı ve terfi kriterlerinde, ana ilkeler bölümünde görmek mümkündür. Vurgu sürekli “rekabet”, “şirket”, “işletme”, “iş dünyası” gibi kelimelerde dolandırılmaktadır. Bu koşullar altında öğretim görevlilerinden beklenilenler ise, araştırma konularını sermayenin taleplerine göre belirleyen, meslek hayatını sanayi ve üniversite işbirliği içerisinde düzenleyen ve bu işbirliğinin yan ürünlerini de, akademik terfi noktasında bir basamak olan uluslararası dergilerde yayınlanacak makaleler şeklinde değerlendiren araştırmacılar olmalarıdır. Ancak tam da bu noktada üniversite sanayi işbirliğine topyekün bir karşı çıkış yanılgısı içerisine düşülmesi muhtemeldir. Üniversite, ürettiği bilgiyi elbette toplumla ve o toplumun üretim süreciyle paylaşacaktır. Meselenin özü, üniversite –toplumsal üretim olarak– sanayi işbirliği değil, sermayenin üniversitelerde üretilecek olan proje ve araştırmaları hem finansal açıdan desteklemesi hem de bu araştırmaların –kâr güdüsüne bağlanmasından başka bir anlamı olmayarak– yine sermaye tarafından sahiplenilmesi ve kullanılmasıdır. Yani bilimin, özü olan toplum için olma, halk için varolma gibi nitelikleri ortadan kaldırılarak, yeniden tarifi ile sermayenin tekeline sunulmasıdır.
Daha net anlaşılması için, Bergama’da yaşananları anımsamakta fayda var. Bilindiği üzere, Normandy Şirketi’nin siyanürle altın çıkarması olayı Bergama köylülerinin mücadelesiyle birlikte ülke gündemine taşınmış, ve bu konu akademik çevre içerisinde de çeşitli tartışmalara yansımıştır. Siyanürle altın çıkarmanın zararlı olduğunu bilimsel açıdan araştırmalarıyla ispat eden akademisyenlerimiz YÖK tarafından soruşturmalarla karşılanmıştır. Bu durum, kapitalist sistemin bilimi nasıl algıladığını çarpıcı bir şekilde gözler önüne sermaye yeter. Şimdi ise, hazırlanan yasa taslakları ile, bu uygulamaların meşru zemini yaratılmaktadır. Akademisyenler şirketlerle, iş dünyasıyla uyumlu ve işbirliği içerisinde çalıştığı sürece hiçbir sıkıntı yoktur. İşte bütün zihniyet bundan ibarettir.
Yüksek öğretimin “denetimi”
Buraya kadar belirtilenlerin ışığında, yükseköğretim kurumlarının sadece birer “eğitim” kurumu olmadıklarını görüyoruz. Yükseköğretim kurumları, verdikleri eğitim hizmetinin yanında egemen sınıfın ideolojisinin yeni nesillere aktarılması ve buralarda üretilen bilimin ve bilgi birikiminin sermayenin kullanımına sunulması bağlamında da özel bir yer tutuyorlar. Bu nedenle, bu kurumların denetimleri ve yönetim birimleri de onlara egemen olmak isteyen kesimler için önem arz etmektedir.
12 Eylül faşizmi ile neoliberalizmin birleşmesi sonucunda bir “hilkat garibesi” olarak dünyaya gelen ve üniversitelere çekidüzen vermekle görevlendirilen YÖK, üniversitelerin burjuvazi ve devletin egemenliğine alınmasında başrolü üstlenmiştir. Gerek soruşturmalar (hem öğretim üyeleri hem de öğrencilere yönelik), sürgünler ve atama ya da yükselme kriterlerinde belirleyici olan disiplin yönetmeliklerinin ağırlığı gerekse bizzat YÖK Başkanı tarafından rektörlere gönderilen genelgeler , egemenlerin üniversitelerden yükselebilecek muhalefeti bastırma niyetini açıkça ortaya koyuyordu. YÖK’ün ilk başkanı olan İhsan Doğramacı’nın bir konuşmasında “Sabah sekiz buçukta zil çaldığı zaman bütün Türkiye’deki İktisadi ve İdari Bilimler Fakültelerinde Pazartesi günü İktisat’a Giriş dersi okutulacak ve bu derste hangi kitabın hangi içerikte okunacağına da biz karar vereceğiz” şeklindeki ifadesi de, YÖK’ün hem öğrenciler hem de öğretim üyelerini kontrol altında tutmak ve dilediği şekilde yönlendirmek istediğini göstermektedir.
“Bir yükseköğretim kurumunun, üniversite olabilmesi için; bütüncül bir bilim anlayışıyla hakikatin aranmasına, bilgi üretimine ve üretilen bilgilerin insanlık yararına kullanılmasına katkıda bulunmalıdır. Katılımcı ve üretken bir yönetim anlayışı kaçınılmazdır” diyen Mersin Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Bilge Kula’nın rektörlük seçimlerinde öğretim üyelerinden en çok oyu almasına rağmen, YÖK tarafından Cumhurbaşkanı’na sunulan üç kişilik rektör adayları listesinde yer al(a)maması, “Parasız, Bilimsel, Demokratik Üniversite” talebini haykırmaktan başka bir “suç”ları olmayan üniversite öğrencilerine açılan soruşturmalardan ayrı düşünülemez.
49. Demirel-İnönü Hükümeti’ninkinde yer alan “YÖK sistemi kaldırılarak yükseköğretim kurumlarının kendi içlerinde seçtikleri organ eliyle yönetilmesi sağlanacaktır. Özgür, özerk üniversite Türkiye’ye kazandırılacaktır” ibaresinden bu yana, neredeyse bütün hükümet programlarında, YÖK’ün kaldırılacağından, üniversiteler arası bir eşgüdüm kurumu haline getirileceğinden, öğrencilerin ve öğretim üyelerinin de üniversite yönetimine katılacağından vs. dem vurulmakta, fakat bu konuda hazırlanan bütün taslaklar, söylenenlerin aksine, üniversitelerin yönetimini ve denetimini yine bilinen “el”lerde toplamaya devam etmektedir. Son hazırlanan taslaklarda da Yükseköğretim Denetleme Kurulu’nun;
1. Yükseköğretim Kurulu tarafından önerilecek 5 profesör üyeden,
2. Yargıtay, Danıştay ve Sayıştay tarafından seçilecek birer üyeden,
3. Genel Kurmay Başkanlığı ve MEB tarafından seçilecek birer üyeden oluşacağı belirtilmektedir.
Fakat bu noktada TÜSİAD “muhalif”bir tutum takınmakta ve böyle bir yönetim anlayışının üniversitelerin hızlı karar alma yeteneklerini körelteceğini iddia etmektedir. Ancak burada TÜSİAD’ın amacı ne üniversiteler üzerindeki baskıcı zihniyetin ortadan kaldırılması ne de üniversitelerin akademik özgürlüklerinin sağlanmasıdır. Tıpkı Kamu Yönetimi Temel Kanunu Tasarısı’yla “hantal devlet yapısından kurtulmak” bahanesi arkasına saklanarak yerel yönetimlerin sunduğu hizmetlerin sermayeye açılmaya çalışılmasında olduğu gibi, burada da asıl hedef, üniversitelerde egemenliği rektörlere bırakarak, bu kurumların sermayeyle bağlantılarının arasındaki bürokratik engelleri yok etmek ve süreci hızlandırmaktır.
Bu arada dikkat çekilmesi gereken bir diğer konu da, Öğrenci Temsilciler Konseyi (ÖTK), kollar, kulüpler ve toplulukların yapılmak istenen değişikliklerden ne şekilde etkileneceğidir. Öğrenci odaklı, öğrencilerin yönetime katılımlarının sağlandığı, onların da görüşlerinin alındığı bir taslak olarak ortaya atılan son taslakta da, öğrenci temsilcilerinin, sadece kendilerini ilgilendiren konularda senato ve üniversite yönetim kurulu toplantılarına katılabileceği ve oy kullanabileceği belirtilmektedir. Öğrenci temsilcilerinin seçimlerinin çoğu zaman oldu bittiye getirildiği, hatta seçim bile yapılmadan doğrudan fakülte yönetimleri tarafından temsilcilerin “seçildiği”düşünüldüğünde, bu katılımın boyutları da tahmin edilebilmektedir.
Mevcut durumda idari baskılar, engellemeler ve keyfi uygulamalar sonucunda “anlamsızlaştırılan ve göstermelik kurumlar haline getirilen” kol, kulüp, topluluk ve ÖTK’ları önümüzdeki süreçte yeni tehditler beklemektedir. Ana ilkeleri arasında “eğitim, öğretim ve araştırma faaliyetlerinde mevcut kaynakları, rekabetçi bir anlayış içinde, şeffaflık ve hesap verebilirlik ilkeleri doğrultusunda etkin ve verimli bir biçimde kullanmak” şeklinde bir maddenin bulunduğu üniversitelerde yer alacak kol, kulüp ve topluluklar da, bu rekabetçi ortamda üzerlerine düşen paydan nasiplerini alacaklardır. Artık bu toplulukların faaliyetleri rekabet koşulları altında değerlendirilebilecek, ve bu durumda da, kâr amacı taşıyan etkinlikler, kâr amacı gütmeyenlere tercih edilecektir. Sponsor bulabilen ya da değişik yollarla etkinliklerinin sonucunu paraya çevirebilen topluluklar, bu rekabette üstünlük sağlayabilecek, diğerleri ise kaderlerine terk edilecektir.
Sonuç
Toparlamak gerekirse, yükseköğretimin finansmanı ve ortaya çıkan “ürünün” kime hizmet edeceği sorusu kapitalist sistemden bağımsız düşünülemeyeceği gibi, ülkemizde bu işin başını çeken TÜSİAD, MEB, YÖK, MGK gibi kurumların uluslararası sermaye “bağlantısı” da gözden kaçırılmamalıdır. Gerek bu kurumlar, gerekse bu kurumlarla hükümetler arasında zaman zaman ortaya çıkan gerginlikler, öze ilişkin gerginlikler değildir. Şu ana kadar görevini başarı ile yürüten YÖK, sistem açısından artık yeterli görülmemektedir. Sermayenin yeniden üretimi noktasında üniversitelerin üzerine düşeni yapabilmesi açısından yeni bir yapıya ihtiyaç duyulmaktadır, ve bu, ilk olarak MEB’in hazırladığı YEK (Yükseköğretim Eşgüdüm Kurumu) adıyla ortaya çıkmıştır. Teziç başkanlığında son olarak ÜAK tarafından hazırlanan taslak da, öze ilişkin dikkate değer bir değişiklik içermemektedir. Dolayısıyla meselenin özünün sermaye ihtiyaçları doğrultusunda neo-liberal derinleşmenin sağlanması amacına yönelik yeni yapının oluşturulması zorunluluğu olduğu açıktır. Bahsi geçen kurumlar arasındaki gerginlikler ise, bu yapının inşası sürecinde iplerin kimin elinde olacağı ve bu sürecin işletilme süresinin, toplumsal muhalefetin önünü kesmek amacıyla, hızının ayarlanmasında ortaya çıkan değişik görüşler olarak görülmelidir. Bir başka ifadeyle, gerek YÖK’ün, gerekse YEK’in yönetim anlayışları incelendiğinde gericilik-ilericilik gibi bir tartışmanın abesliği rahatlıkla görülebilir. Her ikisinde de rektörler sultası devam ettirilmekte, öğretim üyelerinin ve öğrencilerin yönetime katılımı ya hiç olmamakta ya da göstermelik düzeyde kalmakta ve disiplin anlayışı akademik özgürlük ve özerklik gibi kavramlarla bağdaşmayacak bir katılıkta sürmektedir. Laiklik temeli üzerinden yürütülen ve kamuoyunun dikkatini bu yöne çekmeye çalışan tartışmalar ise, meselenin yukarıda belirtilen özünü gizleme çabasından ibarettir. Dolayısıyla bütün bu gelişmeler değerlendirildiğinde; uygulanmaya çalışılan yasanın gerçek sahibinin GATS’ı, DB’si, IMF’si ve genel anlamda neo-liberal politikalarıyla burjuvazi olduğu aşikardır.